TÜRK SİNEMASINDA HEGEMONİK ERKEKLİKTEN ERKEKLİK KRİZİNE:
YAZI-TURA VE ERKEKLİK BUNALIMININ SINIRLARI
Ahmet Oktan*
ÖZET
Günümüzde, toplumsal alanda ataerkil bir iktidar odağı olarak kurgulanan geleneksel erkeklik
tanımlarının kriz içerisinde olduğu sıkça dile getirilmektedir. Diğer sanat türlerinde olduğu gibi
sinemanın da bir biçimde toplumsal bilinci yansıttığı düşünülürse sözü edilen erkeklik krizinin
sinemasal eserlere de yansımış olması olasıdır. Bu yüzden, bu çalışma, 1990 sonrası Türk Sinemasında ne tür erkeklik tanımlarının üretildiğini ve perdeye yansıyan erkeklik temsillerinin bir tür
eril krize işaret edip etmediğini sorgulamaktadır. Bu bağlamda “erkeklik krizi”ni çarpıcı bir biçimde yansıttığı düşünülen Yazı Tura adlı film çalışmanın örneklemi olarak seçilmiş ve bu film
üzerinden sosyolojik bir çözümleme yapılmıştır.
Anahtar sözcükler: Türk sineması, toplumsal cinsiyet, erkeklik krizi, Yazı Tura.
FROM THE HEGEMONIC MASCULINITY TO MASCULINITY CRISIS IN TURKISH
CINEMA: YAZI TURA AND THE LIMITS OF MASCULINITY CRISIS.
ABSTRACT
Nowadays, it has been quite frequently connoted that the definitions of traditional masculinity,
constructed as the patriarchal focus of power in the social field, are in crisis. As in the other
branches of arts, if it is thought that cinema reflects the social conscious in a way it can also be
possible that the mentioned masculinity crisis may be existed in the works of the cinema. Therefore,, this study has questioned what kind of masculinity definitions were produced in the Turkish
Cinema after 1990s, whether these definitions, reflected to the cinema, mark any kind of masculine
crisis or not. In this context, the film called Yazı Tura which is thought to reflect the “masculinity
crisis” in a very striking form was chosen as sample of this study and a sociological analysis was
made based on the film.
Keywords: Turkish cinema, gender, masculinity crisis, Yazı Tura.
GİRİŞ
Toplumsal cinsiyet, insanların kadın/dişil ve
erkek/eril olmak üzere toplumsal olarak kuruluşunu ifade etmektedir. Toplumsal cinsiyet
kavramı, cinsiyet rollerinin psikolojik ya da
biyolojik olmasından çok toplumsal bir kurgu
olduğuna (Levant and Richmond 2007: 140)
vurgu yaparak, insanların biyolojik ve fizyolojik özelliklerine göre ayrılması anlamına gelen
cinsiyet kavramının ötesinde bir anlam kazanmaktadır. Toplumsal cinsiyet düzeni içerisinde
kadına ve erkeğe yüklenen roller, sosyokültürel yapıyla da ilişkili olarak toplumdan
topluma farklılıklar taşımaktadır. Öte yandan
Türk toplumu gibi ataerkil toplumlarda, toplumsallaşma sürecinde çoğunlukla, kız çocuklarına duygusal, anlayışlı, hoşgörülü gibi nitelikler atfedilirken, erkek çocukların sert, kavgacı, hırslı, bağımsız bir kişilik kazanması için
*
Arş. Gör., Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi
çaba harcanmaktadır. Çocukluktan itibaren
bireylere giydirilen bu kimlikler aracılığıyla,
erkeğin eyleyen bir özne, kadının ise değerin
taşıyıcısı/nesnesi olduğu ataerkil toplumsal
cinsiyet rejimi (Mulvey 1993: 43) yeniden
üretilerek varlığını korumaktadır.
Ataerkil toplumsal cinsiyet düzeninde kadının
şiddete maruz kalan, ezilen taraf olmasıyla da
ilişkili olarak, bu güne kadar kadın kimliği ve
kadın sorunları üzerine çok sayıda araştırma
yapılmıştır. Ancak, toplumsallaşma sürecinde
oluşturulan “erkeklik”, kadını ezdiği gibi erkeği de ezmektedir. Burada söz konusu olan “bir
kimliğin başka bir kimliği değil, bir kimliğin
bir benliği ezmesidir” (Atay 2004: 22). Buna
karşın, “erkeklik” konusunda yapılan çalışmaların sayısı oldukça azdır.
Erkek benliğinin nasıl tanımlandığı ve kurulduğu üzerine yapılan çalışmalar (Connel 2002,
Türk Sinemasında Hegemonik Erkeklikten Erkeklik Krizine... (152-166)
Bourdieu ve Wacqant 2003, Frosh 1994,
Levant ve Richmond 2007, MacMullan 2001,
Pleck 1995, Segal 1992, Whannel 2002, Işık
1998) genel olarak, erkekliğin doğumla başlayan bir kendini gerçekleştirme mücadelesi
olduğuna dikkat çekmektedir. Kendini “öteki”
(kadınlar, eşcinseller, biseksüeller vb.) üzerinden tanımlayan bu kimlik, toplumdaki diğer
erkeklerin gözetimi ve denetimi altındaki bir
onaylanma ve yeniden onaylanma sürecidir.
Ancak, bir dizi ritüel ve zorluk aşılarak kazanılan erkekliğin sürekli olarak pekiştirilmesi
gerekmektedir. Aksi halde erkek erkekliğini
kaybetme tehlikesiyle karşı karşıyadır. Bu
durum erkek için ciddi bir gerilim nedenidir.
Son yıllarda yapılan çalışmalarda sıklıkla
(Horrocks 1994, Real 2004, Kassing ve ark.
2005, Levant ve Richmond 2007, Ulusay
2004), toplumsal alanda meydana gelen değişimlerin cinsiyet düzenini de etkilediğine vurgu
yapılmaktadır. Büyük ölçüde kadının iş yaşamına daha fazla katılması sonucunda hem iş
yaşamında hem de ailede giderek egemenliğini
kaybeden erkek, bu değişime ayak uydurma
konusunda zorluklar yaşamaktadır. Bir taraftan
geleneksel olarak kendisine atfedilen değer ve
rolleri sergilemeye, bu yolla erkekliğini yeniden üretmeye çabalarken, öte yandan toplumsal
dönüşümle gelen ve geleneksel erkeklik tanımlarına uymayan ev işleri, çocuk bakımı gibi
sorumlulukları yerine getirmesi ve empati,
hoşgörü, uzlaşım gibi kadınsı değerleri sergilemesi beklenmektedir. Buna bağlı olarak erkek kimliğini üzerinde taşıyan öznenin kimliği
ve benliği arasındaki gerilim daha da belirgin
bir biçimde edimlere yansımaktadır. Böylece,
sözü edilen gerilim günlük yaşamda, oldukça
sorunlu ve bunalımlı erkeklik biçimlerinin
görünür hale gelmesinin de gerekçesi haline
gelmektedir. Erkekliğin içinde bulunduğu bu
bunalımlı ruh halini bir “erkeklik bunalımı”
olarak kavramsallaştırmak mümkündür. Nitekim, son yıllarda erkekliğin bir “krizin” içine
düştüğü sıklıkla dile getirilmektedir (Horrocks
1994, Onur ve Koyuncu 2004, Kassing ve ark.
2005, Levant ve Richmond 2007). Ülkemizde
de tartışılmaya başlanan “erkeklik bunalımı”,
Türk sinemasına 1990’ların ikinci yarısından
itibaren erkekler arası dostluğu ve dayanışmayı
vurgulayan filmlerin yükselişe geçmesi şeklinde yansımıştır.
Bu çalışmada, sözü edilen “eril krizin” Türk
Sinemasına nasıl yansıdığı, sinemada erkekliğe
ilişkin ne tür temsillerin sunulduğu araştırılmaktadır. Bu çerçevede 2004 yılında çekilen ve
yönetmenliğini Uğur Yücel’in yaptığı Yazı
Tura adlı film örneklem olarak seçilmiştir.
Yukarıda da belirttiğimiz gibi, Türk Sineması
1990’ların ikinci yarısından itibaren erkeklerin
sorunlarını, bunalımlarını, dostluklarını, dayanışmalarını vb konu alan ve anlatıların merkezine erkeklerin yerleştirildiği hatta bazen kadınların anlatılardan tamamen uzaklaştırıldığı
filmlerin yükselişine sahne olmuştur. Ancak bu
filmlerde, Türk Sinemasında hep varolagelenin
tersine oldukça bunalımlı, kırılgan, başarısız,
iktidarsız erkekler sıklıkla görünür kılınmaktadır.
Sözü edilen filmlerin içerisinde en ilginç örneklerden birisi Yazı Tura’dır. Çünkü filmin
temel iki karakterinden birisi olan ve geleneksel yaşam biçimini tüm otantikliğiyle sürdüren
bir Anadolu kasabasında yaşayan ve mayın
patlaması nedeniyle bacağını kaybeden bir gazi
aracılığıyla, erkeklik tanımlarının erkeğin
günlük yaşamında nasıl bir gerilime yol açtığı
ve bu gerilimin nasıl bir bunalıma yol açabileceği çarpıcı bir biçimde işlenirken, filmin diğer
ana karakteri olan İstanbul’da yaşayan ve mayın patlamasında kulağını kaybeden bir başka
gazi aracığıyla da toplumsal dönüşüm sonucunda günlük yaşamda daha sık karşılaştığımız
eşcinsel erkeklerin geleneksel değerlerle yoğrulmuş erkekler üzerinde nasıl bir gerilime yol
açabileceği konu edilmektedir. Böylece film
zengin bir çözümlemeye olanak sağlamaktadır.
Bununla birlikte son yıllarda ülkemizin gündemine oturmuş farklı konularda da tartışmaların yürütüldüğü Yazı Tura’yı konu alan herhangi bir çalışma da henüz yayınlanmamıştır.
Bu çerçevede, çalışmada öncelikle “erkeklik”,
“hegemonik erkeklik” gibi kavramlar iktidar,
otorite gibi kavramlarla ilişkili olarak tartışılmakta ve bir kuramsal çerçeve kurulması amaçlanmaktadır. Çalışmanın ikinci bölümünde,
örneklem olarak seçtiğimiz filmde erkekliğe
ilişkin üretilen temsillerin bağlamının daha iyi
kavranabilmesi amacıyla özellikle 1990’ların
ikinci yarısından itibaren çekilen filmlerde
varlık kazanan erkeklik biçimleri sorgulanmaktadır. Çalışmanın inceleme bölümünde ise
örneklemi oluşturan Yazı Tura adlı film, ku-
153
Selçuk İletişim, 5, 2, 2008
ramsal bölümde yer verilen tartışmalar ışığında
incelenmektedir. Diğer sanatsal yaratımlarda
olduğu gibi, sinemasal eserlerin de bir biçimde
toplumsal belleğin, gündelik hayatın izlerini
taşıdığı, toplumsal yaşamı bir biçimde yansıttığı varsayımından hareketle, film çözümlemesinde sosyolojik film çözümleme yöntemi
benimsenmektedir.
Nitekim sosyolojik film çözümleme yaklaşımı
filmin üretilmiş olduğu dönemin ya da içeriğin
ele aldığı dönemin sosyal koşullarının incelenmesini öne çıkarmaktadır. Bu durumda bir
film hangi türe ya da tarihsel döneme ait olursa
olsun, sosyolojik veriler sağlayan bir belge gibi
ele alınmakta, sosyal değerlerin filmlerde nasıl
yansıdığı ve somutlaştırıldığı, filmlerin sosyal
değerler üzerindeki etkisi gibi konular film
çözümlemesinin odağını oluşturmaktadır. Bu
çözümleme yaklaşımında, filmler kültürün
ifade edildiği alanlardan birisidir. Bu nedenle
filmlere bireyin kendisini, sosyal rollerini,
içinde yer aldığı toplumun değerlerini anlama
ve edinme aracı olarak bakılmaktadır (Özden
2004: 156-161). Bu çerçevede ele aldığımız
filmde kurulan erkeklik imajları, toplumsal
alana ilişkin ipuçları veren birer gösterge olarak incelenmektedir.
1. İKTİDARIN TAŞIYICISI VE KURBANI
OLARAK “ERKEKLİK”
1.1. Erk ve Erkek
Ataerkil toplumsal düzenin egemen değerleri
erkekliği sarmalayan niteliklerle örtüşür. “Erkeklik, bir biyolojik cinsiyet olarak erkeğin
toplumsal yaşamda nasıl duyup, düşünüp, davranacağını belirleyen, ondan salt erkek olduğu
için beklenen rolleri ve tutum alışları içeren bir
pratikler toplamıdır” (Atay 2004: 14). Erkeği
çevreleyen pratikleri belirleme yolunda yaptığı
çalışmalarla dikkat çeken Brannon’a göre,
“erkekte mevcut olacak özellikler şunlardır:
tüm kadınsı davranış ve özelliklerden kaçınma;
başarı, statü kazanımı ve ekmeğini kazanma
yetkinliği; güç, güven ve bağımsızlık; saldırganlık, şiddet ve cesaret” (aktaran Atay 2004:
11-12). Pleck de Brannon’a benzer bir yaklaşımla, erkeğe ilişkin nitelikleri; duyguların
kontrolü, kadınsı olan her şeyden kaçınma,
homofobi ve başarı şeklinde sıralamaktadır
(Pleck 1995: 19).
154
O’neil ise erkekliği çevreleyen kavramları,
başarı, güç ve yarışma; duyguların kontrolü,
erkekler arası yakın ve sevecen davranışlardan
kaçınma; iş ve aile ilişkileri arasında çatışma
ve homofobi (aktaran Kassing 2005: 316) olarak belirlemektedir. O’neil’e göre başarı; bireysel başarı için mücadele, yetenekleri geliştirme
ve kariyer, güç; otoriteyi ele geçirme, diğerleri
üzerinde etki ve baskınlık kurma, yarışma; bir
şeyler kazanmak için diğerlerine karşı mücadele etme veya diğerlerine karşı üstünlük kurma gibi kavramlarla tanımlanmaktadır. Duyguların sınırlandırılması; duyguların açıkça
ifade edilişinde zorlanmayı ve duyguları kontrol altında tutmayı, erkekler arası yakın ilişkilerden kaçınma; kendini açıkça ifade eden
davranışlardan, erkekler arası yakın arkadaşlıktan ve dokunmaktan kaçınmayı ifade etmektedir. İş ve aile yaşamı arasındaki çatışma
ise iş veya okul ile aile ilişkileri arasındaki
dengeyi sağlamada zorluklar olarak karşımıza
çıkmaktadır. Son olarak homofobi, eşcinseller,
lezbiyenler, biseksüeller ve transseksüeller
hakkında olumsuz anlamlar taşıyan her türlü
tutum ve yargıyı içermektedir(aktaran Kassing
2005: 316).
Yer verilen görüşlerde de tartışıldığı üzere,
erkeklik daha çok kendisi olmayan aracılığıyla,
kadınlar ve heteroseksüel cinsiyet kurgusuna
uymayan diğer kimlikler üzerinden, tanımlanmaktadır. Nitekim Segal’e göre, “karşıtı olarak
tanımlanan bir şey olmadığı sürece, ‘katıksız’
bir erkeklik yaşanamaz” (Segal 1992: 42).
Dolayısıyla sertlik, dayanıklılık, fiziksel yeterlilik, üstünlük (MacMullan 2001: 9), başarı,
güç gibi kavramlarla ilişkilendirilen erkeklik,
ötekiler üzerinde hegemonyayı da içeren bir
iktidar biçimi olarak kurulmaktadır.
Eril modeli titizliğin ve seçmenin modeli olarak niteleyen Baudrillard’a göre ise (1997:
109), modern nitelikli erkek, kolay tatmin olmaz. Bu erkek hiçbir zayıflığa izin vermez.
Hiçbir ayrıntıyı küçümsemez. Edilgin bir biçimde ya da doğal zarafetle değil, daha çok
gösterdiği seçicilikle seçkindir. Seçmeyi bilmek ve yanılmamak erkeğe başkalarından ayırt
edilmeyi sağlar.
Erkek birey, neredeyse daha doğmadan belirlenmeye başlar ve erkek olmanın gereklerini
uzun bir süreçte, farkında olmadan içselleştirir.
Yürümekten kadeh tutmaya, çeşitli hareket
Türk Sinemasında Hegemonik Erkeklikten Erkeklik Krizine... (152-166)
biçimlerinden, parmak kaldırmaya, laf atmaktan direksiyon tutmaya, konuşmaktan omuz
atmaya uzanan bir aralıkta değişiklik gösteren
erkeksi davranışlar, erkekliğin inşası sürecinde
doğallaşır, tekrarlar yoluyla, üzerinde konuşulmasına gerek kalmayacak kadar “normal”
davranışlar haline gelir (Cengiz ve ark. 2004:
57).
Erkeği sarmalayan ve birçok araştırmacının da
farklı biçimlerde ifade ettiği pratikler bütünü,
erkeğin bedensel açıdan taşıması ve taşımaması
gereken nitelikleri de kapsayacak şekilde genişletilebilir. Örneğin erkekliğin toplumsal
olarak kurulduğuna vurgu yapan Connel’e göre
(1998: 123-124), iktidarı elinde bulunduranlar
olarak erkeklerin toplumsal tanımı, yalnızca
zihinsel beden imajlarına ve fantezilere değil,
kas gücü, duruş, beden duygusu ve dokusuna
da dönüştürülür. Bu çerçevede erkeklik, boy
pos ve şekli, tavır ve hareket alışkanlıklarını,
belirli fiziksel becerilere sahip olmayı ve belirli
becerilerin eksik kalmasını, kişinin kendi beden
imajını, bunun öteki insanlara sunuluş biçimini
ve bu insanların buna karşılık verme biçimlerini, kişinin bedeninin çalışma ve cinsel ilişkilerdeki işleyiş biçimini de içerir. Connell’e
göre, (2002:142), erkeğin bedeni erkekliğin tek
göstergesi değildir ancak erkekliği ifade etmede oldukça önemlidir. Çünkü günlük hayatta
cinsiyet rollerini uygulama biçimimiz deneyimlerimiz, zevklerimiz, zayıflıklarımız bedensel pratikler şeklinde açığa vurulmaktadır.
Yukarıda yer verdiğimiz görüşleri de temel
alarak, toplumsal alanda yaygın bir biçimde
görünür olan erkek kimliğini Connell’den
(1998) ödünç alacağımız, “hegemonik erkeklik” kavramıyla adlandıracağız. Connell’e göre
(2002:142), bir kültürde veya yapıda genellikle
farklı erkeklik biçimleri bir arada ve birbirine
alternatif yaşam biçimleri olmaktan çok, karşılıklı hiyerarşi ve mücadele gibi ilişki biçimleri
içerisinde varlık gösterir. Ancak çoğunlukla bu
erkeklik biçimlerinden birisi diğerleri üzerinde
egemenlik kuran, baskın bir yapıya sahiptir.
Connell, bu baskın erkeklik biçimini
“hegemonik erkeklik” olarak adlandırmaktadır.
Hegemonik erkeklik, kamusal bir uylaşıma
dayanan, kadınların ve sözü edilen erkeklik
tanımının dışında kalan erkeklerin tabii kılınmasını sağlayan, saldırganlık, şiddet gibi sosyal
ilişki biçimlerini de kullanarak sözün, eylemin
ve iktidarın sahibi olmayı tanımlayan
heteroseksüel bir kurgu, kültürel bir ifadedir.
Ataerkil toplumsal ilişkilerin sürdürülmesinde
başat bir rol üstlenen hegemonik erkeklik,
sadece erkekliği değil kadınlığı da kuşatabilen
bir söylemdir (Cengiz ve ark. 2004: 51).
Connell (1998: 118), ataerkil iktidarın geniş
ölçekte sürdürülebilmesini sertlik ve hükmetmeye ilişkin aşırı erkeksi bir idealin kurulmasına bağlarken, bu idealin ürettiği fiziksel erkeklik imajının, çoğu erkeğin gerçek vücut yapısına benzemediğine vurgu yapar. Dolayısıyla
“erkeklik” bedensel bir varlığın ötesinde, bir
fanteziyi ifade eder. Bu noktada, hegemonik
erkeklik, bir cinsiyetten çok bir kimlik biçimidir ve kadının da eril bir rol üstlenebileceği
anlamını içerir.
Daha önce de belirttiğimiz gibi, heteroseksüel
nitelikte ve bir iktidar pratiği olarak kurulan
erkeklik, kadınlığı ve erkekliği tanımlarken,
oluşturulan hakim değerler olan erkeklik değerlerine uymayanları öteki olarak belirlemektedir. Bu açıdan bakıldığında öteki olarak nitelendirilenler kadınlar ve eşcinsellerdir. Bu
çerçevede erkeğin iktidarına nesne olanlar da
ötekileştirilenlerdir.
Öte yandan, erkek kimliğinin şiddetine en çok
maruz kalanlar ironik bir biçimde belki de yine
erkeklerdir. Erkek kimliği ile taşıyıcısı arasında, erkekliğin toplumsal alanda inşa edilen
anlamından kaynaklanan bir gerilim söz konusudur. Çünkü erkek kimliği, doğuştan gelen bir
nitelikten çok, edinilen bir anlamdır. Bireyin
kültürel alana adım atmasıyla başlayan erkek
olma girişimi, yaşam boyu sürecek olan bir
sürecin de başlangıcıdır. Çeşitli ritüeller gerçekleştirilerek, acılar, zorluklar aşılarak ve
ataerkil yeniden üretim organlarınca gözetlenerek ve biçimlendirilerek onaylanan erkeklik,
hep korunması, yeniden onaylanması gereken
bir kimliklenme sürecidir. Erkeklik, dişiliğin
tersine verilir. Bağışlanan bir şey olduğu için
geri de alınabilir (Real 2004: 176). Bu anlamda
bir erkeğin erkekliği her an diğer erkekler tarafından gelebilecek olan tehditlere açıktır. “Yaşayan’ hiçbir erkek tam erkek değildir… erkeğin erkekliği hep başka erkeklikler nezdindeki
bir erkekliktir. Bu yüzden hep eksik gibidir –
yetemez, yatışamaz, doyamaz” (Sökmen 2004:
3). Dolayısıyla erkeğin hep taşıması ve koru-
155
Selçuk İletişim, 5, 2, 2008
ması gereken erkekliği erkek üzerinde ciddi bir
baskı yaratmakta ve onu ezmektedir. Sonuçta,
bir iktidar odağı olarak tanımlanan erkeklik,
aynı zamanda iktidarın uygulanım alanıdır ve
oldukça kırılgan bir yapıdır.
1.2. Erkeklik Krizine Doğru mu?
Günümüzde, ataerkil erkeklik kurgusunun ve
erkeğin egemenliğinin dayanak noktasını oluşturan ekonomik gücü tehdit altındadır. Çalışma koşullarındaki kısa dönemli kontratlar,
part-time ve esnek zamanlı çalışma, sendikal
gücün zayıflaması gibi gelişmeler (Whannel
2002: 21), ekonomik krizler, teknolojinin giderek emek gücünün yerini alıyor olması gibi
nedenlerle, çalışma yaşamının egemenliğini
elinde bulunduran erkeklerin toplumsal konumlarında gerilemeler ortaya çıkmıştır. Bununla birlikte sözü edilen gerilemenin belki de
en önemli nedeni kadınların iş yaşamında giderek daha aktif rol almaları ve erkeğin karşısında beliren bir rakip haline gelmeleridir. Bu
durum, erkeğin hegemonyasını kuran, ataerkil
sistemin devamlılığını sağlayan ve aynı zamanda erkeğe gücünü veren “para kazanma”
rolündeki tekelinin yıkılmasına yol açmıştır
(Onur ve Koyuncu 2004:36).
Çalışma yaşamında kadınların bir rakip olarak
var olmaları, erkeklerden gerek toplumsal yaşamda, gerekse çalışma ilişkilerinde farklı
beklentilerin doğmasına yol açmıştır. Bu yeni
koşullarda, evlilikteki iş bölümünde erkeğe
daha fazla görev düşerken, çalışma yaşamında
geleneksel anlamda erkeğe yüklenen girişimcilik, bağımsızlık, hırs gibi değerler kadınlarda
da görülebilen özellikler haline gelmektedir.
Erkek ve kadın rollerindeki bu dönüşüm, toplumsal cinsiyet anlamında giderek birbirine
benzeyen cinsel kimlikleri ortaya çıkarırken
(Demez 2005: 39-40), kendisini kadınsı olan
her şeyden kaçınma biçiminde kurgulayan
hegemonik erkeklik için bir bunalıma yol açmaktadır.
Geleneksel anlamda kurulan erkekliğin krize
sürüklenmesini sağlayan diğer bir önemli etmen de, son otuz yıl içerisinde toplumsal alanda meydana gelen değişimlerdir. Bazı yazarların postmodern dönem olarak adlandırdığı bu
süreçte, cinsel, ırksal, etnik, vb kimlikler, modernliğin ana anlatısından, evrensel yurttaş
156
kimliğinden kopmuş, kendi grup kimliklerini
oluşturmaya yönelmişlerdir. Artık çeşitliliğin,
çokluğun, farklılığın bir arada var olduğu bir
dünya imgesi yüceltilmektedir (Lyotard 1997,
Benhabib 1999, Loo ve Reijen 2003). Bu dönüşüm, toplumsal cinsiyet alanını da etkilemiştir. Özellikle eskisine oranla kendine daha
güvenli bir şekilde giderek daha görünür bir
kamusal kimlik haline gelen gay alt kültürü
(Whannel 2002: 19), biyolojik niteliklerle de
bağlantılı olarak, kendisine gücü, özgüveni
yakıştıran erkekliğin, kendi cinsiyetinden, bir
anlamda kendi kendisinden korkmasına yol
açmıştır. Bu durum, kendisini ötekiler üzerinden kuran erkeklik temsillerini yerinden etmekte, erkekliğin kendini yeniden tanımlaması
ihtiyacını doğurmaktadır.
2.1. Sinemada Erkek İmgesi
Sinema, toplumsal alandaki erkek iktidarının
etkin bir biçimde varlık gösterdiği uygulama
alanlarından birisidir. Sinema sanatı, seyirci ile
perdeye yansıtılan eser arasında kurulan hazza
dayalı bir iktidar ilişkisini temel alır. Başkalarına ait görüntü ve öykülerin dikizlenmesinden
doğan haz, seyirciye aynı zamanda bir iktidar
duygusu
da
tatma
olanağı
sunar
(Behçetoğulları 1993: 183). Bakışın öznesi
seyircidir. Seyircinin perdedeki haz nesnesine
yönelimi bir yandan kameranın sunduğu çerçeveyle gerçekleşirken, bir yandan da erkek kahramanla özdeşleşerek kendi bakışını benzerine,
perdedeki vekiline aktarmakta ve böylelikle
erkek kahramanın olayları denetlemedeki gücüyle, erotik bakışın aktif gücü buluşarak iktidar sahibi olmanın tatmin edici duygusu ortaya
çıkmaktadır (Mulvey 1993: 43). Bakışın yöneldiği nesneyse çoğunlukla kadındır. Mulvey
(1993: 43), kadının hem perdedeki öykü içindeki karakterler hem de izleyiciler için erotik
nesne olarak sunulduğuna dikkat çekmektedir.
Mulvey’in, anlatı sinemasında kadına dair
oluşturulan imgeler üzerinden vardığı yargının
bir benzerini Michael Ryan ve Douglas
Kellner, Hollywood filmlerindeki erkeklik
sunumlarını inceleyerek ortaya koymaktadırlar.
Ryan ve Kellner (1996: 236), Hollywood
filmlerinin çoğunun şu ya da bu anlamda “erkek” filmleri olduğunu ve geleneksel anlatı
sinemasının “kadın filmleri” kategorisinin de
sinemasal dünyada merkezi konumu erkeğin
Türk Sinemasında Hegemonik Erkeklikten Erkeklik Krizine... (152-166)
işgal ettiğinin bir kanıtı olduğunu söylemektedirler. Dolayısıyla erkek dünyasının bir ürünü
olarak değerlendirebileceğimiz filmlerde üretilen imgeler çoğunlukla erkeklik idealini pekiştirmekte ve yeniden üretmektedir.
Hollywood filmlerinde, John Wayne, Slvester
Stollone, Arnold Schwardzenegger gibi oyuncuların bedenlerinde görünür kılınan, dayanıklılık, saldırganlık, başarı, duyguların gizlenmesi, şiddet gibi erkeksi niteliklerin benzerleri
Yeşilçam filmlerinde de varlık göstermektedir.
Cüneyt Arkın, Ayhan Işık, Kartal Tibet, Kadir
İnanır gibi oyuncuların bedenlerinde varlık
kazanan bu her şeye gücü yeten erkek imgesi,
Türk Sinemasında önemli bir ağırlığa sahiptir.
Canan Uluyağcı, “namus”, “otorite”, “dostluk”,
“şiddet” ve “cinsellik” kavramları çerçevesinde
Türk sinemasında erkeklik söylemini incelediği
doktora tezinde, filmlerde üretilen imgeler
aracılığıyla toplumda var olan erkeklik tanımlarının desteklendiği ve pekiştirildiği sonucuna
ulaşmaktadır. Uluyağcı (1993: 227) incelediği
filmlerde genel olarak koruyucu, ciddi, acı
çekmeyen, aileye önem veren ve her durumda
ailesini koruyan, sağlıklı, kadını seyirlik bir
nesne olarak gören, tüm kadınca davranışlardan
kaçınan ve erkeksi davranışlardan ödün vermeyen bir erkek imgesinin üretildiği tespitini
yapmaktadır.
Nejat Ulusay’a göre (2004: 147) ise Türk sinemasında tek bir erkek tipinin var olduğunu
söylemektense, farklı ama benzer erkeklik
temsillerinden söz etmek daha doğru bir tespit
olur. Örneğin, suçun ve mafya mücadelelerinin
konu edildiği, şiddet gösterilerinin doruğa
ulaştığı vurdulu kırdılı filmlerde kendinden
emin, ödün vermez, kesin doğruları olan ve bu
doğrular için cinayet bile işleyebilen erkek
özneler resmedilirken, melodramlarda; hastalıklı, çaresizlik içinde, kusurlu erkeklere rastlanmaktadır. Yine, Cüneyt Arkın’la özdeşleşen
tarihi filmlerde aşırı abartılmış, insanüstü erkekler kurgulanırken, romantizmin ön planda
olduğu güldürülerde, erkek daha ince ruhlu,
hoşgörülü ve duyarlı bir karakter sergilemektedir.
Sözünü ettiğimiz farklı erkek tipleri, belli oyuncularla özdeşleşmiştir. Ayhan Işık, Yılmaz
Güney, Kadir İnanır, Cüneyt Arkın, Kartal
Tibet gibi isimler “sert erkek” imgesini canlandırırlar. Sert erkek imgesine uyan tipler, çok
seven ama sevdiğine duygularını belli edemeyen, çocuklarını seven ama sevgisini göstermeyen, namuslu, ailesini dışarıdan gelecek tehlikelere karşı koruyan, güçlü, doğrularından
ödün vermeyen, haklı olduğu noktada şiddete
başvurabilen kişilerdir. Ediz Hun, Göksel
Arsoy, İzzet Günay gibi oyuncuların rollerinde
ise “romantik delikanlı” imgesi yaratılır
(Uluyağcı 2001: 35-36). “Romantik delikanlı”lar daha uzlaşmacı, duygularını daha kolay
belli edebilen, hatta sevgisini süslü cümlelerle
ifade edebilen tiplerdir.
Türk sinemasında, ekonomik, toplumsal ve
siyasal gelişmelere de bağlı olarak farklı dönemlerde farklı erkeklik imgelerinin yükselişe
geçtiğini söylemek mümkündür. Örneğin
1960’ların “kadın melodramları”nda daha çok
“romantik delikanlı” imgesine yakın erkeklikler sergilenirken, 1970’li yıllar “sert erkek”
imgesinin doruğa ulaştığı filmlere sahne olur.
Büyük kentte tutunabilmenin güçlükleriyle yüz
yüze gelen ve gerekirse yakınları için kendilerini feda eden erkek temsilleriyle dolu olan bu
filmlerde genellikle iç göç ve çarpık kentleşme
sonucu ortaya çıkan gecekondular ve yol açtıkları sorunlar üzerinde durulmaktadır.
“1950’lerde başlayan iç göç sonucu kentlerin
kenar bölgelerinde oluşan çarpık yerleşimler
1970’lere gelindiğinde önemli sorunların merkezleridir artık. Bu durum sinemaya suç ve
suçluluk üzerine yapılan filmlerin yükselişi
şeklinde yansır” (Ulusay 2004: 147). Bu filmlerdeki abartılı şiddeti ve metaforik erkeklik
temsillerini, erkeklerin şehir hayatında yaşadıkları ezilmeye ve edilgenlik hissine bağlayan
Umut Tümay Arslan’a göre (2005: 204-207),
güvensizlik ve kontrolsüzlük duygusunun yatıştırılması talebini seslendiren bu filmler bir
yandan da sözü edilen koşulların yol açtığı eril
kaygıları, erkek benliğindeki sarsılmaları açığa
vurmaktadırlar.
1980’li yıllarda Türk sineması, ağırlıklı olarak
kadın sorunlarına değinen filmlerin çekildiği,
kadının geleneksel rollerinden sıyrılmasını,
daha özgür bir kadın imgesini öneren filmlerin
yükselişine sahne oldu. Bu dönemde, Yeşilçam
sinemasının “namus”, “ölümü pahasına bekaretini koruma”, “mazbut bir yaşam sürme” gibi
geleneksel niteliklerle sarmalanmış yıldızlarının da uzun yıllar taviz vermedikleri kuralları
terk etmeye başladıkları ve yeni arayışlara
yöneldikleri de gözlenmektedir. Örneğin, ö-
157
Selçuk İletişim, 5, 2, 2008
püşmemek, sevişme sahnesinde oynamamak
gibi kesin kurallar benimsemiş olan Türkan
Şoray, 1982 yılında oynadığı Mine’de, tüm bu
kuralları bir yana bırakıp, kocasını aldatan,
toplumsal baskıları önemsemeyen bir karakteri
canlandırarak, “Sultan” karakteriyle yaratmış
olduğu ve ismiyle özdeşleşen kadın imgesini
yerle bir etmektedir.
Kadın sorunlarının beyaz perdedeki bu yükselişi bir bakıma, feminist hareketin toplumsal
alanda yürüttüğü mücadelenin yansımasıdır.
Bu mücadelenin sonucunda, ev-içine sıkıştırılmış olan kadınların kamusal alana daha fazla
açılmaları, çalışma ilişkilerinde erkeğe bir
rakip haline gelmeleri, bu arada ev işlerinde ve
çocuk bakımında erkeklere de görevler düşmesi sonucunu doğurur. Bu yeni rol bölüşümünün
toplumsal alanda erkekler açısından yol açtığı
bunalımın izlerine, özellikle 1990’ların ikinci
yarısından itibaren çekilen filmlerde rastlamak
mümkündür.
2.2. 1990’ların İkinci Yarısından Günümüze
Türk Sinemasında Erkeklik temsilleri
Türk sineması, 1990’ların ikinci yarısından
başlayarak erkek sorunlarının ve erkek erkeğe
dostlukların konu edildiği bir dizi filmin yükselişine sahne oldu (1). 1980’lerden itibaren
hem gündelik hayatta hem de sinemada eskiden
beri sahip oldukları egemenliği kadınlarla daha
fazla paylaşmak zorunda kalan ve konumlarında gerilemeler yaşayan erkeklerin, içinde bulundukları duruma bir tepki olarak algılayabileceğimiz bu filmlerde, erkeklik tartışması ya
filmin omurgasını oluşturmakta ya da dolaylı
olarak bu konuya yer verilmektedir. Değişen
toplumsal ilişki biçimlerinin, geleneksel değer
sistemlerince şekillendirilmiş erkeklerin dünyasında yol açtığı gerilim ve dönüşümün, çoğunlukla, bir grup erkeğin dayanışması ve
omuz omuza yaşam mücadelesi şeklinde kurgulandığı bu filmlerde erkekler adına oldukça
karamsar bir dünya resmedilmektedir. Toplumsal alandan beslenen bu karamsar tablo, problemleriyle başedemeyen, güçsüz, otoritesini
kaybetmiş, başarısız, kendini gerçekleştirememiş erkeklik temsillerini de beraberinde getirmektedir.
Sözü edilen bu problemli erkeklik biçimlerine,
1990’ların ikinci yarısından bugüne çekilen
158
oldukça fazla sayıda filmde rastlamak mümkündür. Örneğin, Neredesin Firuze’de (Ezel
Akay 2003) başarısız bir plak şirketi işleten bir
grup erkeğin, aralarına katılan yeni bir sanatçı
adayını meşhur etme ve bu yolla maddi sorunlarını çözme çabaları konu alınır. Her Şey Çok
Güzel Olacak’ta (Ömer Vargı 1998) ağır, aklı
başında bir abiyle, düzenbaz bir kardeşin ilişkileri bir yol öyküsü şeklinde işlenir. Eşkiya’da
(Yavuz Turgul 1996) hapishaneden yeni çıkmış
eski bir eşkiya ile, suça ve mafyaya bulaşmış
bir gencin öyküsü bir baba oğul ilişkine dönüştürülür. Nihavent Mucize’de (Atıf Yılmaz
1997), bir tür oidipal takıntı içerisinde olan ve
bu nedenle de iktidarsızlık yaşayan bir erkeğin
tekrar “tam bir erkek” olma öyküsü anlatılmaktadır. Hemşo’da (Ömer Uğur 2000) töre
gereği babasının katilini öldürmek üzere İstanbul’a gelen Cebrail ile üçkağıtçı bir lümpeni
canlandıran kanlısı Çavuş’un düşmanlıkdostluk arasında salınan ilişkileri karikatürize
edilir. Dar Alanda Kısa Paslaşmalar’da (Serdar Akar 2000) küçük bir kasabanın futbol
takımının oyuncuları ve yöneticilerinden oluşan bir grup erkeğin, bir takım ruhuyla zorluklara nasıl göğüs gerdikleri, futbol ve yaşam
arasında bağlar kurularak anlatılmaktadır. Laleli’de Bir Azize’de, (Kudret Sabancı 1998)
hayat kadınlarının, kadın tacirlerinin ve mafyanın hüküm sürdüğü İstanbul gecelerinde, yaşamlarını kadın ticareti yaparak kazanmaya
çalışan üç arkadaşın yaşadığı kıstırılmışlık
konu edilir. Gemide’de (Serdar Akar 1998),
kaptan ve üç tayfadan oluşan, yersiz yurtsuz
erkeklerin arkadaşlıkları ve bunalımları üzerinde durulur. Güle Güle’de (Zeki Ökten 1999),
biri kadın dördü erkek olmak üzere bir grup
insanın özveri ve sadakatle kurulmuş dostlukları anlatılır. Duruşma’da (Yalçın Yelence 1999)
iki erkek arasında, aynı kadına aşık olmaları
üzerine, arzunun nesnesi olan kadını elde etmek için mücadele şeklinde kurulan bağ, kadının aradan çekilmesiyle doğrudanlaşır. Ağır
Roman’da (Mustafa Altıoklar 1996), Kolera
sokağının bitirim delikanlısı Salih’in kabadayı
olma süreci, diğer kabadayılar ve çete üyeleriyle ilişkileri ve mücadeleleri sergilenmektedir. Deli Yürek: Bumerang Cehennemi’nde
(Osman Sınav 2001) asker arkadaşını öldürenleri bulmak üzere yola çıkan ve devlet düşmanlarıyla amansız bir mücadeleye girişen
korkusuz, güçlü ve vatansever bir erkek anlatılmaktadır. Kolay Para’da (Hakan Haksun-
Türk Sinemasında Hegemonik Erkeklikten Erkeklik Krizine... (152-166)
Ercan Durmuş 2002) maddi sıkıntılar içerisindeki üç arkadaş arasındaki bağ, çeşitli olaylarla
sınanır ve yeniden onaylanır. Mustafa Hakkında Herşey’de (Çağan Irmak 2004) zengin bir
reklam ajansı sahibi olan Mustafa, trafik kazasında ölen eşinin sevgilisi olduğunu öğrendiği
Fikret’i kaçırıp karısıyla olan ilişkilerini sorgularken, bir yandan da çocukluğunda yaşadığı
ve yaşamındaki bir çok olumsuzluğun kaynağı
olarak gördüğü bir travmayla yüzleşme sürecini yaşar. Fikret’i sorgulama biçimi ve uyguladığı şiddet, ailesini terk edip bir daha geri
dönmeyen babasına duyduğu nefreti de gün
ışığına çıkarmakta, öykü bir babalık bunalımına doğru evrilmektedir. Hababam Sınıfı Merhaba (Kartal Tibet 2003), Hababam Sınıfı
Askerde (Ferdi Eğilmez 2004), Hababam Sınıfı
Üç Buçuk (Ferdi Eğilmez 2005), Maskeli Beşler (Murat Aslan 2005) gibi filmlerde ise, gülmece unsuru da katılarak, çeşitli şekillerde
sınamalardan geçirilen bir grup erkek aracılığıyla dayanışma, bağlılık ve birlikte başarma
gibi erkeksi değerler yeniden üretilmektedir.
Babam ve Oğlum’da (Çağan Irmak 2005) yıllar
önce babanın ve devletin yasasına başkaldırmış
olan oğul ile anlayışsız, otoriter baba arasındaki gerilimler; melodramatik unsurlarla da bezenerek ağdalı bir dil kurulmakta ve fedakar,
birbirine gönülden bağlı bireylerden oluştuğu
varsayılan aile kurumunun idealleştirilmesiyle
bir ortayol da bulunmaktadır. Takva’da (Özer
Kızıltan 2005) kendi halinde bir cemaat üyesiyken, cemaatin yönetimiyle ilgili sorumluluklar verilmesiyle güç, başarı, hırs gibi erkeksi
değerlerle tanışan bir karakter aracılığıyla,
tümüyle erkeklerden oluşan bir cemaatin kendi
içerisindeki dayanışma ve çelişkiler konu edilmektedir. Kurtlar Vadisi Irak’ta (Serdar Akar
2006) intikam, onur gibi erkek dünyasının bir
bakıma özünü oluşturan prensipler, koyu milliyetçi bir atmosferle birleştirilmekte ve bu değerleri üzerinde taşıyan ana karakterler aşırı
erkeksi, mitsel bir kimliğe kavuşturulmaktadır.
Unutulmayanlar’da (Ayhan Sonyürek 2006)
bir grup erkek, dayanışma ve sadakatle bir
araya gelerek, tüm olanaksızlıklara ve sorunlara rağmen, hep çekmeyi hedefledikleri filmi
gerçekleştirmeyi başarırlar. Barda’da (Serdar
Akar 2006) kendisini sertlik ve tam bir iktidar
sahibi olma gibi kavramlar üzerinden kuran beş
erkek, kendisi gibi olmayana yönelik tepkilerini, bir tür mazlumluk anlatısıyla da birleştirerek, sadistçe bir şiddet gösterisi şeklinde dışa
vururlar. Örnekleri ana akım Türk Sineması
içerisinde daha da çoğaltmak mümkündür.
Hatta Masumiyet (Zeki Demirkubuz 1997) gibi
bağımsız sinema örneklerinde de benzer temalara rastlanmaktadır.
Bu filmlerde sıklıkla bir türlü yerine konulamayan erkeklik yitimleri, kanıtlanamayan erkeklikler, iktidarsızlığın üstesinden gelemeyen
erkekler sözkonusudur. İktidarsız karakterler,
bir taraftan durumlarını gizlemeye bir taraftan
da erkeklik yitimini telafi edebilmek adına
kaba ve vulgar bir erkek imajı çizmeye çalışırlar.
Bu dönemde çekilen filmlerde sıkça yerleşik
erkeklik biçimlerine hiç uymayan, Türk sinemasında daha önceki dönemlerde bir utanç
oluşturabilecek görünüm ve karakterlerde bazı
erkekler de görünür kılınmaktadır. Kadınsı
davranışlar sergileyen, kırmızı, pembe turuncu
kıyafetler
giymiş
erkekler,
eşcinseller,
transseksüeller, yardımcı rollerde de olsa perdedeki yerlerini almaktadırlar. Öte yandan bazı
filmlerde, Türk sinemasında bir tabu olarak hep
gizlenegelen erkek bedeni teşhir edilmekte,
hazzın nesnesi haline getirilmektedir.
Sinemada erkek bedenlerinin bu şekilde sergilenişi tüketim ve beden politikaları çerçevesinde değerlendirilebilir. Yirminci yüzyılın sonlarında bir yandan sanal ortam yaygınlaştıkça
tenin gerekliliği neredeyse yok olurken; öte
yandan beden, ticari göstergelerle donatılarak
yüceltilmektedir. Artık beden ve yüzeyi, çoklu
piyasa kimliklerini yansıtan bir metne, sayfaya,
ekrana, göstergeler toplamına dönüşmüştür.
Deri dövmelerle, piercing ile, bronzlaşmayla,
makyajla, kozmetikle sürekli olarak bireyselleştirilmenin, ticarileştirilmenin alanı haline
getirilmiştir (Cabuklu 2004: 102). Foucault
(2003: 40) erkek bedenlerinin de hazzın nesnesi haline getirildiği bu dönemin beden söylemini; “çırılçıplak soyun… ama zayıf, güzel, bronz
tenli ol” şeklinde özetlemektedir.
Sözü edilen filmlerde de parçalar halinde izleyiciye sunulan ya da bir kadını andırır şekilde
kıvrılan erkek bedenleri boy göstermekte ve
sadece kadın bedeni değil, erkek bedeni de bir
metaya dönüştürülmektedir. Öte yandan önceki
dönemlerde çoğunlukla kadınlara yönelen eril
şiddete artık, yüceltilen erkek modeline uymayan, bu yeni erkek tipleri de maruz kalmaktadır.
159
Selçuk İletişim, 5, 2, 2008
Değinilen filmlerde çizilen erkek karakterler,
güvenliksiz bir dünyanın aktörleridir ve anlatı
boyunca güvenlikli bir dünya algısına kavuşmanın mücadelesini vermektedirler. Bir yersiz
yurtsuzluk, garibanlık söylemini de beraberinde çağıran güvensizlik duygusu özünde ailede
meydana gelen aksamalardan kaynaklanmaktadır. Erkeğin otoritesinin de yeniden üretim
alanı olan aile büyük ölçüde bütünlüğünü kaybetmiş, geleneksel işlevlerini yerine getiremez
hale gelmiştir. Ailedeki aksamaların birincil
sorumlusu olarak kadınlar gösterilmektedir.
Öyle ki bu filmlerde sadakatsiz, ailesini
terkeden, tehlikeli, düzenbaz, erkekleri oyuna
getiren, iktidarlarını ellerinden alan, şeytani
kadınlar resmedilmektedir. Karışık Pizza (Umur Turagay 1998), Asansör (Mustafa
Altıoklar 1999), Duruşma gibi filmlerde cinselliğiyle erkeğin iktidarını dizginleyen, onu
tutsak alan tehlikeli kadınlar perdeye yansımaktadır. Filmlerde yer alan bu tehlikeli kadın
imgesi kadınlara yönelik ağır bir güven bunalımının göstergesidir.
Aile düzeninin sarsılmasında sorumluluğu
bulunan ikinci önemli unsur da, iktidarını kaybeden, pasif, pısırık, babalık sorumluluklarını
yerine getirmeyen ya da tam tersine, fazla otoriter, huysuz babalardır. Filmlerin bazılarında
gerçek babanın yerine getiremediği işlevleri
yaşça büyük olan başka bir erkek yüklenmekte
ve erkekler arasındaki ilişki baba oğul ilişkisine
dönüşmektedir.
Filmlere yansıyan ve erkekleri bunalımlı bir
ruh haline sürükleyen güvenliksiz dünya imgesi ailenin ötesinde tüm toplumsal kurumları da
kapsayan bir tasarımdır. Küfürlü konuşan, fazla
miktarda alkol ve uyuşturucu kullanan, suça ve
mafyaya bulaşmış olan erkekler bir taraftan da
bir mazlumluk anlatısının da özneleridir. Çizilen bu karamsar dünya içerisinde ayakta kalmanın yolu olarak ise erkekler arası dayanışma
ve güç birliği önerilmektedir.
3. BULGULAR VE YORUM: YAZI TURA
VE “ERKEKLİK KRİZİ”NİN SINIRLARI
2004 yılında çekilen ve yönetmenliğini Uğur
Yücel’in yaptığı Yazı Tura’da, Türkiye’nin
Güneydoğu bölgesinde yıllardır yaşanan terörle
mücadeleden gazi olarak evlerine dönen gençlerin tekrar yaşama uyum sağlamada ne gibi
160
sorunlarla karşı karşıya kaldıkları, 1999 yılında
Marmara Bölgesinde yaşanan ve binlerce insanın yaşamını yitirmesine, yaralanmasına, evsiz
kalmasına neden olan deprem, Kürt Sorunu
gibi birbirinden farklı konularda sorgulamalar
yapılmaktadır. Filmde ayrıca toplumun büyük
bölümünü oluşturan bireylerin bedenlerinde
varlık kazanan geleneksel erkeksi değerler, bu
değerler bütününün kendi içindeki çelişkileri
ve erkeksi değerlerin taşıyıcısı durumundaki
erkeğin yaşadığı bunalımlar da çarpıcı bir üslupla tartışmaya açılmaktadır. Çalışmamız
erkeklik temsilleri üzerine bir çözümlemeyi
amaçladığından filmde erkek imgesi üzerine
üretilen anlamlar üzerinde durulacak, filme
konu olan diğer toplumsal fenomenlere değinilmeyecektir.
Epizodik bir anlatı yapısına sahip olan film,
birbirinden büyük ölçüde bağımsız iki öyküden
oluşmaktadır. Filmin ilk yarısında, 1999 yılında Güneydoğu Bölgesinde askerlik yaparken
bir mayın patlamasında bacağını kaybetmiş
olan Göreme’li amatör futbolcu Rıdvan’ın sivil
yaşama tekrar uyum sağlama mücadelesi konu
edilmektedir. Filmin ikinci yarısında ise İstanbul’da babası ile birlikte yaşayan ve Rıdvan’ın
bacağını kaybettiği patlamada kulağından yaralanan Cevher’in öyküsüne yer verilmektedir.
3.1. Yazı Tura’da Erkek Karakterlerin Kuruluşu
Yazı Tura’da, erkekler arası güç ve iktidar
mücadelelerinin, acımasız rekabet ilişkilerinin
biçimlendirdiği, erkekliğin yeniden üretim
organlarınca kendini şekillendiremeyen erkeklerin “oyun”un dışına itildiği bir dünya konu
edilmektedir. Filmin ana erkek karakterleri
olan Rıdvan ve Cevher’in kişiliklerinde ve
beden imajlarında kendini gösteren geleneksel
erkek kimliği de filmde tasvir edilen erkek
dünyasının kurulmasına katkı sağlamaktadır.
Bu noktada, filmin, birlikte askerlik yapmış,
savaşmış ve mayın patlaması sonucu gazi olmuş iki genç üzerine kurulu olması erkeklik
tartışması açısından oldukça anlamlıdır. Çünkü
askerlik,
çatışma,
savaş
erkeklikle
ilişkilendirilen ritüelleridir. Zorlu bir dayanıklılık mücadelesi ve cesaret göstergesi olarak da
algılayabileceğimiz savaş, erkeğin kendi erkekliğini ispat etmesini, başkalarının gözünde
de keskin bir erkeklik imgesinin kurulmasını
sağlar.
Türk Sinemasında Hegemonik Erkeklikten Erkeklik Krizine... (152-166)
Rıdvan’ın futbolcu olması da güçlü bir erkek
imgesinin kurulmasında başvurulan başka bir
pekiştireç görevi yüklenmektedir. Nitekim
“spor, eril bedenleri disipline etmekte, ‘normalleştirmekte’, yurttaşların asker olarak yetiştirilmesine katkıda bulunmaktadır. İtaat ve
öz kontrolü öğrenen sportif bedenler modern
ulus devletin disipliner pratikleri için uysal
özneler haline getirilmektedir” (Çabuklu 2004:
136). Dolayısıyla film kişileri spor, askerlik
gibi ritüeller aracılığıyla bir yandan dayanıklılık testine tabi tutulurken, bir taraftan da vatanına sadakatle hizmet etme ve bu yolda canını
bile ortaya koyabilme gibi niteliklerle donatılarak, milliyetçi bir anlatıyla harmanlanmış birer
erkek modeli haline getirilmektedir.
Erkeksi nitelikler çoğunlukla gündelik hayat
içerisinde dışavurulur ve pekiştirilme imkanı
bulur. Bu anlamda erkek karakterlerin gündelik
ilişkiler içerisinde edimlerine yansıyan çelişkiler, tutarsızlıklar, takıntılar, benliklerinin bir
parçasını oluşturan erkeklik tasarımlarını anlamada da ipuçları sunar. Rıdvan ve Cevher’in
gündelik ilişkileri gözlemlendiğinde, erkeklik
tartışması açısında oldukça ilginç veriler ortaya
çıkmaktadır. Fiziksel, cinsel, ekonomik ve
ruhsal olarak güçlü, yenilmez, koruyucu, iktidar ve yetke sahibi, duygularını belli etmeyecek kadar irade sahibi olma (Yüksel 2001: 44)
gibi geleneksel erkeksi norm ve değerleri içselleştirmiş olan her iki karakter de bu niteliklerin davranışlara aktarılması konusunda zorluklarla karşılaşmaktadırlar. Özellikle Rıdvan,
erkeksi niteliklerin sergilenmesinde ve erkekliğin yeniden üretilmesinde oldukça başarısızdır.
Başarısızlığın nedeniyse, ironik bir biçimde,
yine bir erkek ritüeli olan savaştır. Öyle ki
askerlikte alınan yaralar hem Rıdvan’ın hem de
Cevher’in olağan toplumsal rollerini sorunsuz
bir biçimde yürütebilmelerinde sorunlara yol
açmaktadır.
Mayın patlamasında ayağını kaybeden Rıdvan,
hem fiziksel açıdan, hem de toplumsal statü
açısından “tam”lığı kaybetmiştir. Bütünlüklü
bir beden imajının korunamamış olması erkeklik bunalımının da temel gerekçesini oluşturmaktadır. Nitekim kuramsal bölümde de değinildiği üzere, erkeksi nitelikler büyük ölçüde
bedensel pratikler aracılığıyla görünür kılınmaktadır. Erkeğin bedeniyle ilgili zayıflıkları,
güçlü bir ben algısı kurmasında ve taşıdığı
kimlikle bağdaşan davranışlar sergilemesinde
aksaklıkları da beraberinde getirmektedir.
Rıdvan’ın erkek kimliğiyle ilgili yaşadığı aksaklıkları büyük ölçüde “otorite” kavramıyla
ilişkilendirmek mümkündür. Sertlik, güç, irade,
tutarlılık gibi kodları içeren otorite, erkeğin
ailede tartışmasız bir egemenlik kurmasını,
erkekler arası ilişkilerde de kabul ve saygı
görmesini sağlar. Bu çerçevede bakıldığında
Rıdvan, hem ev içi hem de toplumsal ilişkilerde gerilemeler yaşamaktadır. Örneğin, kahvehanede geçen bir sahnede bir grup genç, Rıdvan’la alay eder ve yeterince cesur bir asker
olmadığını ima ederler. Yine farklı sahnelerde
duygularını kontrol edemez ve küfürlü ve saldırgan davranışlar sergiler.
Öte yandan fazla miktarda alkol ve uyuşturucu
kullanan Rıdvan, gösterdiği abartılı ve çelişkili
tepkiler nedeniyle sık sık pişmanlık hisseder ve
yine duygusal patlamalar halinde kendini affettirmeye çalışır. Çabuklu’ya (2004: 88-89)
göre, doğal, kaotik, sübjektif olana göndermede
bulunan duygular, disiplinsiz, irrasyonel güçler
olarak
algılanmakta
ve
kadınlıkla
ilişkilendirilmektedir. Dolayısıyla, bedenin
kırılganlığını ve çözülüşünü çağrıştıran duyguların kolaylıkla ifade edilmesi, sert, sıkı,
bükülmez bir kimlik olarak kurgulanan erkeklikle örtüşmemektedir.
Rıdvan ev içi ilişkilerde de kendine yeterli,
sorunlarıyla baş edebilen bir erkek imajı sunamamaktadır. Her an iktidarını yeniden kurma
zorunluluğuyla karşı karşıya olduğu ve sert bir
erkek görünümü sergilemeye çabaladığı toplumsal ilişkilerin aksine evde, zayıf, kırılgan,
bir erkek görünümü sunmaktadır. Öznel kamera, hızlı kamera hareketleri, düşük aydınlatma,
sıcak renklerin yoğun bir biçimde kullanımı
gibi görsel kodlar yardımıyla da pekiştirilen ve
sık sık kabuslar şeklinde açığa vurulan bunalımlı ruh hali, Rıdvan’ı adeta ürkek bir çocuğa
dönüştürmektedir. Örneğin filmin bir sahnesinde, yatağına uzanmış uyumaya çalışan karakter, garip sesler duyar ve çok korkarak annesine
seslenir. Annesinin kucağına sokulmuş haldeki
görüntüsü yetişkin bir erkekten çok bir çocuğu
anımsatmaktadır. Bu sahneyi, erkekliği çevreleyen bir çok kavram gibi, psikanalitik açıdan
erkek olmanın ilk aşaması olan anneden kopuşun (Frosh 1994: 106) da aslında yapay bir
161
Selçuk İletişim, 5, 2, 2008
adım olduğu ve tehdit anında, anneyle aslında
hiçbir zaman koparılmamış olan bağın güçlü
bir biçimde yeniden ortaya çıkacağına bir gönderme şeklinde okumak mümkündür.
Rıdvan Türk toplumunda erkek kimliğini belirleyen ve “otorite”yle de ilişkili olan “namus”
kavramıyla ilgili olarak da başarısızlıkla karşı
karşıyadır. Namus, Türk toplumunda otoritenin
kaynağı durumundaki babanın ya da erkeğin,
egemenlik alanı olarak belirlediği aile içerisinde, kontrol ve şiddet uygulamasını meşru hale
getiren temel dayanaklardan birisidir. Namus
kadın üzerinden tanımlanır. Kadın evlenene
kadar bakireliğini korumak zorundadır. Başta
baba olmak üzere ailedeki tüm erkekler kadının
namusunun korunmasından kendilerini sorumlu hissetmektedirler. Namus kavramı erkeğin kendisini yeniden üretmesinin de yollarından birisidir çünkü başkaları üzerinde iktidar
ve egemenlik kurma ve bu alanları başkalarına
karşı savunma (Onur ve Koyuncu 2004: 45)
erkeğin otoritesini meşrulaştırır ve pekiştirir.
Evlilik, kadın için genellikle babanın “yasa”sından çıkışı ve kocanın “yasa”sına boyun
eğişi getirmektedir. Nitekim erkeğin kadınını
sahiplenmesi ve koruması beklenmekte bunun
yanında bir bakıma namus bekçiliği görevini
devralması istenmektedir. Bu durum erkeğin
kadın üzerinde bir otorite kurmasının da dayanağını oluşturmaktadır. Bu çerçevede, nişanlısının davranışları üzerinde denetim kurma
hakkını kendinde gören Rıdvan, onu egemenlik
alanı içerisine dahil ederek, özellikle diğer
erkeklerden gelebilecek tehditlere karşı güvenlikli bir alan oluşturmaya çalışmaktadır. Hatta
böyle bir tehdit algısı söz konusu olduğunda
kolaylıkla şiddete başvurabilmektedir. Bununla
birlikte sevdiği kadının en yakın arkadaşıyla
kaçmasına engel olamayarak iktidar alanını
koruma, namusuna sahip çıkma sorumluluklarını yerine getiremez.
Filmin diğer ana karakteri olan Cevher ise,
“sert erkek” imgesinin sertlik, bağımsızlık, söz
dinlememe, erkeksi olmayan tüm davranışlardan kaçınma, otoriter kişilik gibi birçok niteliğini özümsemiş bir karakterdir. Mayın patlamasından dolayı oluşan travmanın da etkisiyle
–sözü edilen travma filmde, hızlı çevrinmeler,
eriyen, birbirine karışan insan yüzleri, hızla
geçen tren görüntüleri, gürültü gibi unsurlar da
kullanılarak sıklıkla vurgulanmaktadır - sos-
162
yalleşme sürecinde edindiği erkeksi nitelikleri
abartılı bir biçimde edimlerine yansıtmaktadır.
Otorite kavramıyla ilişkili olarak bakıldığında,
Cevher’in kişiliğinin temelinde bir tür çift
değerlilikten sözetmek mümkündür. Öyle ki
Cevher, babasına, arkadaşlarına, rakiplerine ve
eşcinsel abisine karşı abartılı erkeksi tavırlar ve
bazen şiddet sergilerken, yanında çalıştığı çete
reisine tam bir uysallık ve sadakatle bağlıdır.
Cevher’in kişiliğinde belirlenen, kendisinden
daha güçlü bir otoriteye koşulsuz boyun eğme
ve daha zayıf olanı ezme şeklindeki çift değerlilik özelliğini Adorno (2003: 300-306), otoriter kişiliğin temel niteliği olarak belirlemektedir. Adorno’ya göre, otoritaryen karakterin
kuvvetle özdeşleşmesi, “aşağı” olan her şeyin
yadsınmasıyla birlikte gider. Otoritaryen karakter, bütün iç grupla ve aileyle özdeşleşerek
otoriter disiplini kendi kendine dayatabilmektedir. Öte yandan aile ve iç grup aynı zamanda,
özümsenen otoritenin diğer bireylere de en
yoğun biçimde yansıtıldığı alandır.
Cevher, sunduğu beden imgesi ve bedensel
pratikleri aracılığıyla da sert, bükülmez, güçlü
bir karakter görünümü çizmektedir. Kirli sakal,
asker künyesi, gümüş yüzük, koyu renk takım
elbise, argo ifadeler gibi göstergeler yardımıyla
da pekiştirilen maço erkek imajı, şiddet gösterilerini de beraberinde getirmektedir. Filmde,
Cevher’in askeri disiplin ve çatışmalara katılmış olmasıyla ve mayın patlamasından kaynaklanan ruhsal travmayla gerekçelendirilen
şiddet eğilimi, aslında heteroseksüel bir iktidar
biçimi olarak kurgulanan erkek kimliğinden
kaynaklanmaktadır. Cevher şiddeti, iktidarını
yansıtma yolu olarak kullanmakta, bir bakıma
bedeni üzerinde, kurulan iktidarı başka bedenlere yönlendirmekte ve böylece iktidarın devamlılığını sağlamaktadır. Nitekim, “Modern
iktidar, erkek bedenini bir yandan araçsallaştırır, itaatkarlaştırır ve erilleştirirken, bir yandan
da ona başka bedenlere aynı işlemi yapma
imkanı sağlar”(Cengiz ve ark. 2004: 56). Bu
anlamda erkek bedeni modern iktidarın üzerinde uygulandığı dolayım alanını oluşturur. Erkek bedeni, iktidarın hem nesnesi, hem de
uygulayıcısıdır.
Cevher, geleneksel erkeklik idealinin bir gereği
olarak dürüstlük, yardımseverlik, dostuna bağlılık, ezilenin yardımına koşmak gibi niteliklerle de donatılarak abartılı bir erkek imgesi
Türk Sinemasında Hegemonik Erkeklikten Erkeklik Krizine... (152-166)
oluşturmaktadır. Ancak Cevher karakterinde
bir araya gelen tüm bu abartılı erkeksi nitelikler, erkeklik konusunda bir kuşku mu söz konusu olduğu sorusunu akla getirmektedir.
Horrocks’un da belirttiği gibi (1994: 160),
erkekliğin abartılı hallerini, onun tehdit altında
olduğunun bir göstergesi ve eril olmama korkusu olarak da yorumlamak mümkündür. Nitekim deprem sonrasında Yunanistan’dan ziyaret
için gelen eşcinsel kardeş, Cevher için köklü
bir homofobinin de gün yüzüne çıkması anlamına gelmektedir. Filmin çeşitli sahnelerinde
iki kardeş arasındaki gerilimlere, karşılaştırmalara yer verilerek, Cevher karakteri aracılığıyla, eşcinselliğin geleneksel erkeklik tanımlarında yol açacağı kaygı -hatta histeri- karikatürize edilmektedir.
Segal, erkek olma sürecinde erkeklerin çocuklardan ayırt edilmelerinin önemli bir adım
olduğunu ancak bunun onlar için yeterli olmadığını, kadınlardan da ayırt edilmeleri gerektiğini söyler (1992: 49). Ancak homofobiyle
karşı karşıya olan erkek için en az çocuk ve
kadından ayırt edilmek kadar eşcinsellerden de
ayırt edilme ihtiyacı vardır. Homofobi, erkeğin
davranışlarına aşırı erkeksi bir ben imgesi kurma çabası ve erkeklik tanımına uymayanları
reddetme şeklinde yansımaktadır. Eşcinsel
erkekler, korkuya, nefrete ve hatta şiddete
hedef olmaktadırlar. Çünkü, “hegemonik erkeklik
tanımlarına
zarar
vermektedirler”(Connel 1998: 152).
Bu çerçevede Cevher’in kardeşiyle ilişkilerinde
gözlenen abartılı ve zaman zaman da şiddet
gösterilerine dönüşen tepkileri, eşcinsellik
karşısında içine düştüğü güvensizlik duygusunu ele vermektedir.
Öte yandan filmde, Cevher’in eşcinsellik karşısında yaşadığı güvensizliğin çok ötesinde hem
Cevher hem de Rıdvan için her yönüyle güvensiz bir dünya resmedilmektedir. Bu anlamda
erkek karakterler ciddi bir güven bunalımı
içerisindedirler. Filmde her iki karakter de
genel olarak olumlanmakta, zaman zaman
haksız tepkiler verseler de hataları mazur görülmektedirler. Bununla birlikte onları kötücül
bir dünya çevrelemektedir. Toplumsal değişimle de paralel giden bu güvenliksiz dünya
imgesi geleneksel erkek kimliğinin kendini
yeniden üretme alanlarını dönüştürmekte ve
erkekliğin kendini yeniden tanımlayarak yeni
koşullara ayak uydurmasını gerekli kılmaktadır. Ancak bu dönüşüm kolaylıkla üstesinden
gelinebilecek bir süreç değildir. Kendini yenileyemeyen ve Cevher’in karakterize ettiği
geleneksel erkek kimliği, bir bunalımın içine
sürüklenmektedir. Sözü edilen bunalım aynı
dönemde çekilen diğer birçok filmde olduğu
gibi Yazı Tura’da da, zaman zaman bir mazlumluk anlatısına dönüşmektedir. Cevher’in
“hay kaderime... ya, ulan git askerde savaş
kulağın sağır olsun, dön tam büfe açacakken
deprem olsun amcan ölsün, şu olsun bu olsun,
derken bir de Yunanistan’dan abin gelsin, o da
erkek mi karı mı belli değil ya...” şeklindeki
sözleriyle örnekleyebileceğimiz mazlumluk
anlatısı, başedilemeyecek kadar kötü bir dünya,
kötü kader gibi melodramatik ögelerle de harmanlanarak, erkeklerin edimlerini meşrulaştırmanın da yolu haline getirilmektedir.
Bu dönemde çekilen diğer bazı filmlerde de
gözlendiği üzere, Yazı Tura’da ailedeki aksamalar özellikle de güçlü bir baba imgesinin
olmaması, güvenliksiz dünya algısının oluşmasında birincil rol oynamaktadır. Yazı Tura’da
öykünün merkezini oluşturan her iki ana karakterin de ailesi bütünlüğünü kaybetmiştir.
Rıdvan annesiyle birlikte yaşamaktadır, babanın nerede olduğu ise bilinmez. Cevher de
annesini kaybetmiştir, babası ise ailesini bir
arada tutamamış, oğullarını sorunsuz birer
erkek olarak yetiştirme görevini başarıyla yerine getirememiştir. Teoman’ın eşcinsel olmasının nedeni olarak da babanın yokluğu ve babaya duyulan özlemin başkaları tarafından istismar edilmesi gösterilmektedir. Çocuklarının
durumlarından dolayı memnuniyetsizliğini dile
getiren baba hatasını kabullenmekte ve “arızaları ben yaptım, ben adam değilim ki oğlum,
babalığımı yapamadım ikisine de” şeklinde
hayıflanmaktadır.
Babanın yokluğu ya da sorumluluklarını yerine
getiremiyor olması, erkeklik tartışması açısından oldukça önemlidir. Çünkü baba, erkek
çocuğun, bir erkek olarak yetişmesi ve erkeklerin dünyasına kabul edilmesinde vazgeçilmez
bir sorumluluğa sahiptir (Horrocks 1994: 77).
Öte yandan aile bütünlüğünün korunamamış
olması da erkeğin sahip olduğu yetkenin sarsılması anlamına gelmektedir. Öyle ki aile,
erkeğin ataerkil toplumsal kodları içselleştire-
163
Selçuk İletişim, 5, 2, 2008
rek cinsiyetine uygun bir kimlik kazandığı ve
yetişkin bir erkek olduğunda da otoritesini
uygulama alanı olarak belirleyerek, kimliğini
yeniden ürettiği en önemli alandır. Filmde,
baba imgesine ve aile kurumuna duyulan güven
bunalımını, siyaset, adalet, güvenlik gibi toplumsal alanda otoriteyi temsil eden çeşitli kurumları da içine alacak biçimde genişletmek
mümkündür. Ekonomik açıdan da karamsar bir
dünya tasarımının sunulduğu filmde erkek
karakterler, para kazanmak için sıklıkla suça
bulaşmaktadırlar.
3. 2. Bir Direnme Pratiği Olarak “Delikanlılık”
Yazı Tura’da gerek Rıdvan’ın, gerekse Cevher’in söz ve davranışlarında sıklıkla bir “delikanlılık” vurgusu dikkati çekmektedir. Delikanlılığın, otoriter zihniyetten beslenerek kendi
kimliğini ahlak ve dürüstlük temelinde tanımladığını söyleyen Nuran Erol (2001: 135),
popüler kültürel metinlerden hareketle delikanlılığı çevreleyen imajları; tam bir iktidar sahibi
olmak ve ne olursa olsun iktidar sahipliği imajının zedelenmesine engel olmak, gerektiğinde
şiddet gösterilerinde bulunmak, dürüstlük,
yüreklilik, yaşlılara saygı, paylaşmayı bilmek,
aşkı yüceltmek ve aşıkları korumak, mazlumdan yana olmak, haksızlığa boyun eğmemek,
erkekliği ve erkekliğe ait nitelikleri her koşulda
korumak için mücadele etmek, gerekirse canını
bile verebilmek şeklinde sıralamaktadır.
Abartılı bir erkeklik vurgusu içeren delikanlılık
söylemini toplumsal alanda kendini güvende
hissetmeyen erkeklerin bir tür direnme pratiği
olarak değerlendirebiliriz. Daha önce değindiğimiz gibi, erkekler, ideal olarak sahip oldukları farklı iktidar biçimleri içinde -kadınlar üzerinde, diğer erkekler üzerinde, kendi bedenleri
üzerinde, makineler ve teknoloji üzerinde kurdukları iktidarlar içinde- var olurlar (Segal
1992:48). Öte yandan kadın ve eşcinsel hareketleri, ailede ve erkeğin iktidarını kuran diğer
toplumsal örgütlenmelerdeki gerilemeler, geleneksel erkeklik biçimini kolaylıkla üstesinden
gelinemeyecek bir gerilime sürüklemektedir.
Bu noktada delikanlılık söylemi bir tür savunma mekanizması olarak değerlendirilebilir.
Yaratılan delikanlılık imgesiyle de ilişkili olarak ele aldığımız filmde, abartılı bir biçimde
164
argo ve küfürlü konuşma eğilimine rastlanmaktadır. Gerçekmiş gibilik izlenimi oluşturmada (Ulusay 2004: 156) da etkili bir yöntem
olan küfür, bir yandan içerdiği otorite hissi ve
şiddet aracılığıyla erkeksiliği arttırırken, erkekler arasındaki bağı da pekiştiren bir araç
olarak varlık göstermektedir. Küfrün yanında,
kadınları aşağılamaya ve kaba bir erkeklik
tasvirine olanak sağlayan argo ifadelere de
bolca başvurulmaktadır.
Bu dönemde çekilen diğer bazı filmlerde olduğu gibi Yazı Tura’da da, erkeklerin aile, ekonomi, siyaset, adalet, güvenlik gibi kurumlara
karşı yaşadıkları güven bunalımı öylesine ileri
boyutlara ulaşmıştır ki, anlatılar sıklıkla belirsiz, mutsuz sonlarla noktalanmakta hatta üstesinden gelinemeyen sorunlar karşısında ölüm
sıkça başvurulan bir son haline getirilmektedir.
Yazı Tura’nın sonunda Cevher, cinayet işlediğini için tutuklanır. Sorunlarıyla baş edemeyen
Rıdvan ise beylik tabancasını kullanarak intihar
eder. Ancak intihar, Rıdvan’ın bedeninde cisimleşen erkek için yenilgi değil tam aksine
oldukça erkeksi bir davranıştır. Çünkü intihar
ederek “erkeklik onuru”nu kurtarmaktadır. Öte
yandan erkek çocuğunu her açıdan yetişkin bir
erkek olarak topluma hazırlamakla görevli olan
anne, yaşamına son veren oğlunun yere düşmüş
olan protez bacağını kucağına alıp uzaklaşarak
bir anlamda, “tam”lığı kaybetmesi nedeniyle
erkeklikle ilgili gerilemeler yaşayan oğlunun
erkekliğini simgesel düzeyde iade etmektedir.
SONUÇ
Türkiye’de, diğer popüler kültür ürünlerinde
olduğu gibi, sinemada da merkezi konumu
erkek özneler işgal etmektedir. Öte yandan,
sertlik, anlaşmazlık, başarı, kendini her daim
yeniden onaylatma, erkeksi bir bedene sahip
olma, kadınsı olan tüm görünüm ve davranışlardan kaçınma gibi niteliklerle donatılan “erkeklik”, gerek ailede gerekse kamusal alanda
diğer kimlikler üzerinde iktidar ve şiddet uygulama hakkını kendinde görmektedir. Bununla birlikte bir otorite odağı olarak yapılanan erkek kimliği erkek için de bir baskı ve
şiddet kaynağı konumundadır. Bu durum erkek
için yaşamı boyunca sürecek bir gerilim oluşturmaktadır. Erkeklik ritüellerinin yaşama
geçirilmesinde aksaklıklar ortaya çıktığında ya
da başka kimliklerden gelebilecek bir tehdit
Türk Sinemasında Hegemonik Erkeklikten Erkeklik Krizine... (152-166)
karşısında sözü edilen gerilim kolaylıkla bir
histeriye hatta paranoyaya dönüşebilmektedir.
Buradan
hareketle,
Türk
sinemasında
1990’ların ikinci yarısından itibaren yapılan
filmlerin önemli bir bölümünde sunulan erkeklik temsillerini, erkeklik açısından bir tehdit
algısının var olduğunun göstergeleri olarak
okumak mümkündür. Birçoğunda erkek erkeğe
dostluğun konu alındığı bu filmlerde Türk
sinemasında genel olarak ağırlığını hep koruyan erkek egemenliği, hayli baskın bir biçimde
varlık göstermektedir. Ancak bu dönemde
çekilen filmlerde sergilenen erkeklikler hep
olduğunun tersine oldukça sorunlu, bunalımlı,
kırılgan, hastalıklı, aşırı şiddet eğilimli, sürekli
olarak kadınları ve eşcinselleri aşağılayan,
karamsar, suçluluk hisseden, güvensiz vb niteliklere sahiptir.
Örneklem olarak incelediğimiz Yazı-Tura’da
ise erkeklik tartışması, aile-kamusal alan, iyikötü, delikanlı-delikanlı olmayan, geleneksel
erkek-eşcinsel, dürüst erkekler-kötücül dünya
gibi bir dizi karşıtlık üzerinden yürütülmektedir. Oldukça kırılgan, sorunlu, hastalıklı, erkekliklerin tasvir edildiği film, çalışmanın
kuramsal bölümünde öne sürdüğümüz, erkekliğin, ödün vermez bir otorite sahibi, sert, uzlaşmaz bir kimlik görünümü arz etmesine karşın
aslında oldukça kırılgan bir toplumsal kurgu
olduğu iddiasını, özellikle Rıdvan’ın deneyimleri aracılığıyla, destekler niteliktedir. Filmde
Rıdvan’a bedensel bir özür verilerek, taşıdığı
kimliğin yol açtığı gerilim oldukça çarpıcı bir
biçimde perdeye yansıtılmaktadır.
Cevher’in yaşadığı bunalımlar ve diğer film
kişileriyle olan ilişkileri çerçevesinde ise,
hegemonik erkekliğin ciddi bir krizin içinde
olduğu önerisi tartışılmaktadır. Öyle ki, filmde
sunulan erkeklik temsillerini, ailenin, kötüye
giden ekonomik koşulların, istikrar ve güven
vaat etmeyen siyaset kurumunun hatta diğer
bütün toplumsal kurumların içine düştüğü
sorunlar nedeniyle ataerkil erkek kimliğinin bir
gerileme yaşadığının, dahası postmodern dönem olarak adlandırılan yeni dönemde kendisine daha rahat bir savaşım alanı bulan kadın ve
eşcinsel hareketlerin yükselişine bağlı olarak,
bir bunalıma sürüklendiğinin örnekleri olarak
değerlendirmek mümkündür.
Öte yandan filmde geleneksel erkeklik kurgusu
tartışmaya açılıyor olsa da, bu konuda köklü bir
eleştiri öne sürülmemekte hatta ataerkil kodlar
yeniden üretilmektedir. Nitekim filmi oluşturan
her iki öykü de ataerkil idealleri pekiştiren
mesajlarla sonuçlanmaktadır. Rıdvan beylik
tabancasıyla intihar edip “onurunu kurtararak”,
tam da erkeksi bir değer üretmektedir. Cevher
ise baştan beri reddettiği eşcinsel kardeşini
cinayet işleme pahasına kurtararak onu ailesinden birisi olarak benimsemekte ve egemenlik
alanına dahil etmektedir. Böylece her ne olursa
olsun bütünlüğü korunması gereken aile bir
biçimde yeniden kutsanmakta, aile bireyleri
arasında dayanışma ve aileyi bir arada tutacak
güçlü ama koruyucu bir ataerki önerilmektedir.
NOTLAR
(1) Konuyla ilgili bir başka çözümleme için
bkz. Ulusay, 2004
KAYNAKLAR
Adorno T (2003) Otoritaryen Kişilik Üstüne,
Doğan Şahiner (çev), Om Yayınları, İstanbul
Arslan U T (2005) Bu Kabuslar Neden Cemil?
Yeşilçam’da Erkeklik ve Mazlumluk, Metis
Yayınları, İstanbul.
Atay T (2004) Erkeklik En Çok Erkeği Ezer,
Toplum ve Bilim, 101: 11-31.
Baudrillard J (1997) Tüketim Toplumu Hazal
Deliceçaylı ve Ferda Keskin (çev), Ayrıntı
Yayınları, İstanbul.
Behçetoğulları P (1993) Kadının Adı Yok:
Erkek Bakışı ve Otorite, A.Ü.BYYO Yıllık,
180-192.
Benhabib Ş (1999) Modernizm, Evrensellik ve
Birey, Mehmet Küçük (çev), Ayrıntı Yayınları,
İstanbul.
Bourdieu P ve Wacqant L J D (2003)
Düşünümsel Bir Antropoloji İçin Cevaplar,
Nazlı Ökten (çev), İletişim Yayınları, İstanbul.
Cengiz K, Tol U U ve Küçükural Ö (2004)
Hegemonik Erkekliğin Peşinden, Toplum ve
Bilim, 101: 50-71.
Connell R. W. (1998) Toplumsal Cinsiyet ve
İktidar, Cem Soydemir (çev), Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
165
Selçuk İletişim, 5, 2, 2008
Connell R W (2002) Masculinities and men’s
health, B Baron (eds), Gender in Interaction.
Perspectives on femininity and masculinity in
ethnography and discourse, John Benjamins
Publishing Company, Philadelphia.
Çabuklu Y (2004) Toplumsalın Sınırında Beden, Kanat Yayınları, İstanbul.
Demez G (2005) Değişen Erkek İmgesi: Kabadayıdan Sanal Delikanlıya, Babil Yayınları,
İstanbul.
Erol N (2001) Kültürel Bir Kimlik Olarak
Delikanlılığın Yükselişi, Doğu-Batı, Haziran
2001: 129-140.
Foucault M (1993) Cinselliğin Tarihi-1, Hülya
Tufan (çev), AFA Yayınları, İstanbul.
Üzerine Düşünceler, Toplum ve Bilim, 101:
31-50.
Özden Z (2004) Film Eleştirisi: Film Eleştirisinden Temel Yaklaşımlar ve Tür Filmi Eleştirisi, İmge Kitabevi, Ankara.
Pleck J H (1995) The Gender Role Strain
Paradigm: An Update, R. F. Levant & W. S.
Pollack (eds), A New Psychology of Men,
Basic Boks, New York.
Real T (2004) Erkekler Ağlamaz, Z.
Koltukçuoğlu (çev), Kuraldışı Yayıncılık, İstanbul.
Ryan M ve Kellner D (1997) Politik Kamera,
Elif Özsayar (çev), Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Foucault M (2003) İktidarın Gözü, Işık
Ergüden (çev), Ayrıntı Yayınları, İstanbul.
Segal L (1992) Yarışan Erkeklikler: ErkeklikErkek İdeali, Volkan Ersoy (çev), Birikim, 35:
38-49.
Frosh S (1994) Sexual Difference : Masculinity
and Psychoanalysis, GBR: Routledge, London.
Sökmen S (2004) Bu Sayıda…, Toplum ve
Bilim, 101: 3-7.
Horrocks R (1994) Masculinity in Crisis, St.
Martin’s Pres, New York.
Ulusay N (2004) Günümüz Türk Sinemasında
‘Erkek Filmleri’nin Yükselişi ve Erkeklik Krizi, Toplum ve Bilim, 101: 144-162
Işık E (1998) Beden ve Toplum Kuramı, Bağlam Yayınları, İstanbul.
Kassing L R, Beesley D ve Frey L L (2005)
Gender Role Conflict. Homophobia, Age, and
Education as Predictors of Male Rape Myth
Acceptance, Journal of Mental Health
Counseling, 27 (4): 311-328.
Levant R F ve Richmond K (2007) A Review
of Research on Masculinity Ideologies Using
the Male Role Norms Inventory, Journal of
Men's Studies, 15 (2): 130-146.
Loo H V D ve Reijen W V (2003) Modernleşmenin Paradoksları, Kadir Canatan (çev), İnsan
Yayınları, İstanbul.
Lyotard J F (1997) Postmodern Durum, Ahmet
Çiğdem (çev), Vadi Yayınları, Ankara.
MacMullan T (2001) What Is Male
Embodiment?, N Tauna (eds), Revealing Male
Bodies, Indiana University Pres, Bloomington.
Mulvey L (1993) Görsel Haz ve Anlatı Sineması, Nilgün Abisel (çev), 25. Kare, 3: 18-24.
Onur H ve Koyuncu B (2004) Hegemonik’
Erkekliğin Görünmeyen Yüzü: Sosyalizasyon
Sürecinde Erkeklik Oluşumları ve Krizleri
166
Uluyağcı C (1993) Türk Sinemasında Erkek
Söylemi, Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi
Sos. Bil. Enst. Ankara.
Uluyağcı C (2001) Sinemada Erkek İmgesi:
Farklı Sinemalarda Aynı Bakış, Kurgu, 18: 2939.
Whannel G (2002) Media Sport Stars :
Masculinities and Moralities. Florence. KY,
USA: Routledge.
Yüksel N A (2001) Tarkan Yıldız Olgusu,
Çiviyazıları, İstanbul.