Gümüş
Cıva
“Giordano Bruno”
Ay Sembolü ve Anlamı
Yavuz Çekirge
1.0 Giriş
2.0 Temel Kavramlar
3.0 Ay ve inanç tarihi
4.0 Ay’ın felsefe ile olan ilişkisi
5.0 Günümüzde Ay
6.0 Sonuç
7.0 Kaynakça
8.0 Kavramlar Dizin
1.0 Giriş
Sembolik düşüncenin,akıl ve hikmet le ortak bir eğilimi vardır ;ancak metodları farklıdır. Hikmet , gerçek olanı teke indirmek istediği halde, sembolik düşünce gerçek olanı çoğaltmak ister. Bu anlamda sembolik düşünce ve hikmet iki ayrı diyalektik kulvarda aynı yöne farklı hızlarda koşan atletler gibi düşünebileceğimiz gibi çift başlı kartal ,kadehi saran iki yılan simgelerinin paradoksu olarak da düşünebiliriz.
Bilimsel düşüncenin yol gösterici diyalektiği , aklın (Hikmetin ) ve sembolün birlikte ve bağımsız var olmalarına bağlıdır.Bu sembollerin büyüleyici dünyasının gizli ve kutsal anlamını, görünenin ötesindeki tekil ve çoğul gerçekleri ve bu dünyalara açılan yolların anahtarlarını arayabilmek çok önemli bir erdemdir.
Ay sembolünü ya da simgesini insanlık kültür tarihiyle ilişkilendirmek her halde yanlış olmaz.Bu çalışmamızda genel anlamda ay simgesinin tarihçesini ve günümüze kadar hangi değişiklikleri geçirdiği ve bu simgenin /sembolün taşıdığı anlam katmanlarını incelemeyi amaçlıyoruz.Ay kozmik özelliklerinin ötesinde çeşitli inanç grupları tarafından tanrılaştırılmış ,özellikle tarıma dayalı kültürlerde bu özelliklerinden dolayı insanüstü güçlerle donanmış bir kült olarak algılanmış ve giderek hemen hemen her kültür coğrafyasında rastlanılan kutsal olma özelliğini kazanmıştır.İnançların temelinde yer alan ay ve güneş “mucize” ve sırlarla dolu varlıklar gibi algılanmıştır.
Ay sembolünün tarifini Dinler Tarihcisi Mircea Eliade (1) şöyle yapıyor :
Ay ve zaman –Güneş her zaman olduğu gibi kalır ve asla bir “Oluşum “ içine girmez.oysa ay,büyür,küçülür,kaybolur,tüm evrene hükmeden oluşum,doğum ve ölüm yasasına boyun eğer.İnsan gibi ayın da duygusal bir “tarihi” vardır;çünkü insan gibi ayın da ölümle noktalanan çöküş dönemi vardır.ay üç gece boyunca yıldızlı gökte görünmez.ama bu “ölümün “ ardından yeniden doğuş gelir:”
Alpaslan Salt ‘ın Ansiklopedisinde (2) nde Ay maddesinde şunları okuyoruz :
“Hakikatler bütünü,kırık ve parçalara ayrılmış bir ayna gibidir;varlık parçaları birleştirdikçe mükemmeli görecektir.” (Antikcağ’da yaşamış bir bilge )
Hiç şüphesiz ay sembolünü güneşle birlikte bir ikili sembol olarak da değerlendirmek mümkündür. Ay’ın kendi ışığının olmaması, giderek güneşin ışıklarını yansıtması da bu ikilinin bir başka sembolik ilişkisini kurgulamaktadır.Giderek zamanın ölçümü aracı olarak da kullanılan bu ikilinin ezoterik anlamda evrensel bilgileri sembolize ettiği de üzerinde mutabık kalınan bir konudur.
Düalist felsefenin belirgin ikilisi güneş ve ayın sonsuz açılımlar yaratan ve hakikatlere açılan kapıları önümüze çıkardığını söyleyebiliriz.İnsanlık tarihinde tüm ortaya çıkan söylenceler dinler ve mitolojiler ay sembolünü şu ya da bu anlamda kullanmışlardır. Bu anlamda ay evrensel ortak bir sembol olarak karşımıza çıkmaktadır.Gökkubbede açılıp kapanan bir kapı olarak yorumlanabileceği gibi belirli zamanlarda ortaya çıkan bir haberci gibi de algılanabilmektedir.
Sembollerin çok katmanlı anlam yüklü olanları ile içi boşaltılmış olanları arasında belirgin bir fark vardır.
Bu çalışmamızda sembol olarak ay’ın nerelerde ve nasıl yer aldığını ve anlam katmanlarını inceleyeceğiz.Yöntem olarak bu konuda kayıtlı belgeleri ve yazılı kaynakları tarayacak dinler ve ezoterik akımlar nezdinde sembole yüklenen anlam katmanları üzerinde duracağız.
Bu bir anlamda bir ön çalışma olup ileriye dönük derinlemesine yapılacak çalışmalara bir referans teşkil etmesi amacıyla çalışmanın son bölümünde kaynakça ve kavramlar dizini oluşturacağız .
(1) Mircea Eliade : Dinler Tarihine Giriş 1949.Önde gelen din tarihçilerinden M. Eliade (1907-1986) Bükreş,Kalküta,Chicago üniversitelerinde dinler tarihi üzerine akadamik çalışmalar yaptı.1961 yılında History of Religions dergisini kurduDinler tarihi Hint felsefesi,Hiyerofani üzerinde otuzun üzerinde temel eseri vardır.Eserlerinin bir çoğu Kabalcı Yayınevi tarafından Türkçeye kazandırılmıştır.
(2) Ansiklopedi Semboller . Alpaslan Salt : Ruh ve Madde yayınları 2006
2.0 Temel Kavramlar
Temel kavramlar konusunun en önemli maddesi hiç şüphesiz “Sembol “ ya da “Simge “ olarak karşımıza çıkmaktadır . Bu konuda taradığımız kaynaklarda değişik yaklaşımlara rastlamamız bizi şaşırtmamalı.
Örneğin Murat Belge (3) sembol konusunda şunları söylüyor .
“Edebiyatta 'sembol' dediğimiz şey, kendinden başka nesneyi temsil eder. Ancak bunun nasıl bir 'temsil' olduğuna dikkat etmek gerekir. Günlük konuşmada 'sembol' kelimesini (ya da 'simge' diyelim) genellikle biraz yanlış kullanıyoruz. Örneğin bütün bulmacalarda karşımıza 'altının simgesi', 'gümüşün simgesi' gibi sorular çıkar.
'Au'yu görünce (Latince 'altın' demek olan 'aurum'un kısaltması) aklınıza yalnız 'altın' gelir. Nesne ile onu temsil eden şey arasındaki ilişki böylesine kesin bir hale gelince, buna 'simge' değil, dünkü yazıda anlattığım gibi, 'alegori' deriz.Alegori, bilinen bir şifreyle hemen çözeceğimiz bir mesaj verir; sembolün ne dediğini zamanın sonuna kadar tam olarak bilemezsiniz, ancak ona yaklaşabilirsiniz.”
Amblem :
Amblem (Fransızca: emblème) (imlek, belirtke), bir fikri veya bir kurumu temsil eden görsel simgedir.
Simge ile neredeyse eşanlamlı olarak kullanılsa da, daha kesin kurallarla belirlenmiş ve neyi temsil ettiği kesin olarak bilinir. 20. yy'ın sonlarından itibaren Türkçe'de görülen İngilizceleşme eğilimiyle, "logo" sözcüğü de amblem yerine sıklıkla kullanılır oldu.
“Amblem” Türkçe sözlüklerde yer almıyor , oysa Fransızca kökenli bu kelime konuşulan ve yazılı Türkçede” logo” gibi kullanılmaktadır .
Simge : simge :is. Duyularla ifade edilemeyen bir şeyi belirten somut nesne veya işaret, remiz, rumuz, timsal, sembol.TDK
Vikipedia’ya göre Sembol ya da simge en genel anlamda, görünmez ya da algılanamaz bir şeyi benzerlik, uygunluk, bütünlük gibi çeşitli yollarla temsil etmek üzere kullanılan bir maddi nesne ya da algılanan bir araçtır. Dolayısıyla sembol bir resim, bir şekil, bir ses, bir sayı, bir renk, bir olay, bir kişi vs. olabilir. Semboller fikirleri, kavramları ya da soyut şeyleri göstermeye yarayan işaretlerdir. Bir şeklin göründüğünden daha farklı bir anlam taşıması, ezoterik bakımdan, bir sembol olarak nitelendirilmesi için yeterli değildir; ezoterik geleneğe göre, herhangi bir şeyi ifade etmek üzere kullanılan her simgeye, her temsile, her işarete, her tasvire sembol denilmez.
Sembol : Başlangıçta sembol, ikiye bölünmüş, seramik, tahta veya metal bir nesnedir. İki kişi arasında bölünür: İki misafir, alacaklı-borçlu, hacca giden iki kişi, uzun bir süre için ayrılacak iki kişi... İlerde kendilerinde kalan parçayı tekrar bir araya getirdiklerinde onları bağlayan şeyi, misafirperverliği, borçları, dostlukları vs. anımsayacaklardır.
Freud ‘ a göre Simge .:Freudcu yaklaşıma göre ise simge, dolaylı bir şekilde, mecazlı ve çözülmesi çok kolay olmayan arzu ve çatışmanın ifadesidir. Simge, bir sözün, bir düşüncenin, bir davranışın gizli kalmış anlamıyla, açıkça belirlenmiş içeriğini bağlayan ilişkidir. Örneğin bir davranışa en az iki anlam verilebiliyorsa, anlamların bir tanesi diğerinin yerine -onu maskeleyerek- geçebiliyorsa ve onu ifade edebiliyorsa, aralarında simgesel bir ilişki vardır.
C.G. Jung ‘a göre simge, ne bir istiare ne de basit bir imgedir. Simge, ruhun varsayılan ve gizli kalmış doğasını en iyi ifade eden imgedir. Ona göre ruh, insanın bilinç ve bilinç altını kendi içinde; dinsel, ahlaki, yaratıcı ve estetik yapıtları ise bir noktada toplar; bireyin tüm entelektüel, düş kurucu, duyuşsal davranışlarına renk verip, biyolojik yapının karşısında yaratıcı (eğitici) ilke olarak yer alır. Simge, içine hiçbir şey almaz, açıklamaz: Bizi, henüz öteki dünyadan çıkmamış, anlaşılamayan ama karanlıkta sezilen, hiçbir kelimenin tam olarak ifade edemeyeceği bir anlama götürür.
Jung, Freud’un tersine, simgeleri başka bir şeyin maskelenmiş (örtülmüş) hali olarak görmez. Onun için simgeler, doğanın bir ürünüdür. Simgeler, anlamsız değildirler ama taşıdıkları anlam da mutlaka sansür konusu değildir.
İçinde saklanan gün açığa çıkarsa simge ölür. Canlı olduğu takdirde simge, bir olgunun olabileceği en iyi ifade şeklidir. Simge, anlamla dolup taştığı sürece canlıdır; sezilen, hissedilen fakat henüz tanımı yapılmamışlığın ifadesi olarak kaldığı takdirde canlıdır.
Yine Murat Belge ‘ye kulak verelim :
“Bir insan tipi vardır, durmadan simgeyi alegoriye çevirir -ya da çevirmek üzere uğraşır. O, hayatında kesinlik isteyen bir 'insan tipi'dir. Kesinlik tabii bir ölçü gerektiren bir şeydir: adına dünyayı sıraya, sisteme sokacağımız bir 'büyük değer' gerektirir; bir din, bir millet, bir dava! Bu 'büyüklük' de, kaçınılmaz olarak, kendine inananlara, her durumda kullanabilecekleri bir 'şifre' verir.Böylece, hayatı bu 'şifre'ye uydurursunuz. Şifreniz kesindir, çünkü tanım gereği her şifre kesin olmak zorundadır. O kesin şifreyi uygulaya uygulaya, hayatın kendisinin de böyle kesinliklerle dolu olduğuna inanmaya başlarsınız.. hayatın kesinliklerle dolu olduğuna ve sizin de bütün bunları bildiğinize.”
“Tüm dinler sisteminde sırra erişmiş bir liderin veya bedenleşmiş bir elçinin varlığı mutlaka vardır.”
SOKRATES ‘ in öğrencilerine şöyle seslendiği söyleniyor :
"Okuduklarınızı ve duyduklarınızı değil, kendi öz düşüncelerinizi, kendi içinizde olup bitenleri söyleyin. Başkalarının ağaçlarından meyve yeme alışkanlığından sıyrılarak, kendi bahçenizin fidanlarını yetiştirin. İşte o zaman, meyve yemenin zevkini tadacaksınız."
Öğrencilerinin iradelerini özgür düşünce ortamında geliştirmeye yönelen bu düşünce adamının ve çağının düşünürleri ,Eflatun,Aristoteles’in görüşleri çağımız Felsefe okulları tarafından determinist yaklaşımlar olarak dile getirilmiştir.Bu düşünürler ,her şeyin önceden belirlenmişve kararlaştırılmış olduğu gerekçesiyle insanın özgür bir irade sergileyemeyeceğini ileri sürmüşlerdir .
Spinoza ve diğer Orta Çağ din bilginleri ise aynı görüşler çerçevesinde hür ve özgür iradenin Tanrının buyrukları olduğunu, doğanın kurallarının ilahi bir kuramın senaryosu olduğunu savunmuşlardır . Orta Çağdan çıkarken Dekart ve diğer pozitivist düşünürler ,ilk kez hür ve özgür iradenin insana özgü bir güç olduğunu, din dışı bir açıklamayla savunmuşlardır .Bu açıklamalar çok büyük tepkilere yol açmıştır .Tüm Hıristiyan alemi bu kavramlarla sallanmıştır .
Ne istediğini bilmek önemlidir.. Ne istediğini anlamak ve bunun bilincine varmak ise uzun zaman alabilir . İçinde doğduğumuz, büyüdüğümüz şartlar, bir diğerininki ile eşit olmayabilir. Ne doğduğun aileyi, ne doğduğun ülkeyi seçmek senin elinde olmayabilir... Çok fakir bir ailenin çocuğu da olabilirsin, çok varlıklı bir ailenin de... Güzel de olabilirsin, çirkin de... Şişman da olabilirsin, zayıf da... Siyah da doğabilirsin, beyaz da... Normal de doğabilirsin özürlü de... Şartlar eşit olmayabilir... Şartlar hiç bir zaman eşit olmayacaktır da.
Bir tek şey eşit dağıtılmıştır. 'Hür ve serbest irade'.
3.0 Ay ve İnanç tarihi
Ay ve değişik dönemlerinde aldığı biçimler ve aktif etkileri ile tüm kültür tarihi boyunca insanların ilgisini çekmiştir.Bu ilgi doğal olarak ayın yansıttığı ışık,bitkiler ve sular üzerindeki etkisi gibi ana temalara bağlanabilirse de “pagan “ tabir edilen eski inançların temelindeki “çoğul tanrı “ kültünün içinde güneşten sonra çok önemli bir yere sahip olmuştur. Dinler tarihi konusunda araştırma yapan bilim adamları vahiy dinleri öncesinde ve hatta sonrasında (Sabîiler ) bile ay kültüne ait inançların varlığını teyid etmektedirler.
Ay kültünün binlerce yıllık Hint,Pers,Harran,Babil,Mısır,Helen ve Roma kültürleri inanç tarihinde iz bıraktığını biliyoruz.Bu anlamda ilginç olan “Ay tanrısı “ nı tarif etmek ve inanç tarihinde “Ay tanrısı “ kavramının nasıl bir kültürel etkileşime uğradığının izlerini sürmek araştırma konumuzun ana temasını oluşturmaktadır.
Öte yandan zaman içerisinde binlerce yıldır değişik kültürler tarafından amblem olarak kullanılan Ayın günümüzde en yaygın kullanıldığı yerlerin başında doğal olarak bayrağımız ve camilerin kubbeleri üzerinde yer alan amblemler gelmektedir.Giderek bugün hilâl ambleminin İslam dininin “sembolü” olarak kabul edildiği söylenmektedir. Nasıl haç Hıristiyanların, Davud yıldızı da yahudilerin “sembolü” olarak kabul ediliyorsa ,hilâl de İslam dininin “sembolü” ya da daha doğrusu “alegorisi” olarak kabul edilmektedir.Bu anlamda ay kültü bir dinin içinde en azından sembolik anlamda yaşatılmak istenmektedir.
Kimi dinlerde ayın tarifi farklı biçimlerde yapılabilmektedir.Örneğin Yahudi, dininin kutsal kitanı olan Torah ‘ın (Tevrat ) yaradılış bölümünde ay ve güneşin nasıl yaratıldığı şöyle anlatılmaktadır :
“Yar.1: 14-15 Tanrı şöyle buyurdu: "Gökkubbede gündüzü geceden ayıracak, yeryüzünü aydınlatacak ışıklar olsun. Belirtileri, mevsimleri, günleri, yılları göstersin." Ve öyle oldu.
Yar.1: 16 Tanrı büyüğü gündüze, küçüğü geceye egemen olacak iki büyük ışığı ve yıldızları yarattı.
Yar.1: 17-18 Yeryüzünü aydınlatmak, gündüze ve geceye egemen olmak, ışığı karanlıktan ayırmak için onları gökkubbeye yerleştirdi. Tanrı bunun iyi olduğunu gördü.
Yar.1: 19 Akşam oldu, sabah oldu ve dördüncü gün oluştu.”
Dört Kutsal Kitap ,Tevrat :Yaratılış bölümü
Ayın kutsallığı onun bir tanrı olarak kabul edilmesini ya da tanrı tarafından bir nedenle yaratılmış olduğu inancını doğurmuştur.Ay kutsaldır ve inananların kutsalıdır.
Nedir bu kutsallığın temeli ?
Eski Hint inançlarında ayın çok önemli bir yeri vardır. Ataların yolu ya da “pitri-yâna” adıyla anılan kavram . Sanskritce “baba” anlamına gelen “Pitri” ve yol anlamına gelen “yana “ bileşiminden oluşan kavram bir anlamda ruhun yücelip ataların yolundan geçip aya yükselmesi ritüeli esasına dayanır. “Pitris” güneş ya da ay
Ay simsiyah bir göğün üzerinde pırıldayan bir güzellik olarak da görülebilir.Ay dönemlerinde suların hareketini izleyen ve fark eden insanlar bereketle ilişkilendirerek onu kutsalın kutsalı mertebesine de yükseltmişlerdir.Kutsal olanın neden kutsal olduğu çok tartışılmış bir konudur .İnanç ve kutsallık aslında bir kağıdın iki yüzü gibidir ya da eskilerin değimiyle zarf ve maruf ilişkisi, kılıç ve kın işlişkisi ya da daha çağdaş bir eğretilemeyle yumurta ve tavuk paradoksunu çağrıştırmaktadır.
4.0 Ay’ın felsefe ile olan ilişkisi
“Doğuya üç basamakla çıkılır. Basamakların Kuzey tarafında bir Ham Taş, Güney tarafında bir Küp Taş, iki taşın arasında Çalışma Tabloları durur. Doğunun duvarında, tam ortada ve tepede eşkenar bir üçgen içinde bir Göz, Güney tarafında Ay, Kuzey tarafında Güneş vardır. Güneş ve Ay'ın ışıkları daima yanıktır. “ Tanju Koray
Bu soruya herkes değişik yanıtlar verebilir.Oysa bugünkü çalışma yapılan mabetlerimizde tefrişat ve sembollerin yerleştirilme biçimi ritüellerimizde son derece açık ve seçik bir biçimde belirlenmiş olup herhangi bir tereddüde mahal yoktur .
Geçmiş yıllarda kullanılan ritüellerimizde ay ve güneşin yerlerinin farklı olduğunu görmekteyiz .
1959 Yılı Ritüelimizden bir eskiz :
.
There is no more spectacular reminder of our Masonic historical and ritualistic heritage than the moon at its height of fullness. While astronomers view the moon with the analytical eye of science, the moon has been a focal point for cultures around the world throughout history and has inspired music, poetry and religion alike. However, for Masons, and particularly Vermont Masons, the moon has not just been a symbolic light in our ritualistic teaching but also a literal light to our brethren of long ago. It thus behooves us to take a moment to remember the moon and its long association with the Craft and its origins. Our direct Masonic tradition regarding the moon begins with the ancient Hebrews. In Genesis 1:14-19, we are told that on the fourth day of creation, "God made two great lights; the greater light to rule the day and the lesser light to rule the night." Despite the specific prohibitions against lunar worship in Deuteronomy and the Book of Kings, the moon was still regarded as a strong symbol of permanence and regularity associated with its usage to measure the passage of time. In fact, the monthly offerings to the moon found in Numbers 28:11-15 are still read in some Jewish synagogues.
It is from the medieval European science of Alchemy that the first uses of the moon in the graphic and ritualistic manner that Masons are accustomed to derive their meaning. The Alchemists were a group of mystics who first appeared in the 12th century and were the forerunners of our modern chemists. They believed that with the proper mixture of chemicals and methods base metals such as iron and lead could be turned into gold and silver. Beyond this however, the Alchemists were true philosophers who used symbols and drawings extensively in their teachings and who insisted on strict secrecy from their initiates. Much of the graphic symbolism used in Masonry, such as images of the plumb, square, level, rough ashlar and perfect ashlar, was taken from Alchemical texts.
To the Alchemists, the moon was a symbol of the metal silver and was used to depict that substance in the obscure writings which transmitted their secret formulae. One of the most prevalent images used by the Alchemists was the stylized drawing of the sun and the moon with human faces. These images are now associated with the Masonic tracing boards of England and monitors of such American Masonic ritualists as Jeremy Cross, who lectured in the lodges of Vermont in 1815.
It is in the Craft Ritual and the structure of the Masonic lodge itself that we must bring together all of the foregoing elements to give a true picture of the use of the moon in Masonry. In modern American ritual the primary reference to the moon is as the second of the "Lesser lights," of Masonry. This modern usage follows from the early 18th century English ritual reference to the Three lights of the Lodge being the "Sun, Moon and Master-Mason." In addition to these "moveable lights," there were also in these early English Lodge rooms three "fixed lights," which are described by some Masonic historians as three windows in the lodge room "to light men to, at and from their work." These three windows were later replaced with three candles located at the East, South and West corners of the lodge and situated before the Master, Junior Warden and Senior Warden, respectively. The reference to the Sun, Moon and Master of the Lodge as the three lesser lights of Masonry and their particular association with these three burning tapers and the associated officers was developed by the so-called Antient Grand Lodge which was active in England from the mid to late 18th century. The Antients, who apparently consisted of Mason hailing from Scotland and Ireland, were at odds with another faction of Masons in England, the so-called "Premier Grand Lodge." The ritual of the Premier Grand Lodge only referred to three "great" lights without the Antients' reference to the "lesser" lights. The fact that the Antients held to the above interpretation of the three lesser lights was particularly significant for American Masonry as was their use of deacons in their degree work, as we shall see.
In modern American Webb work ritual, the moon is referred to in the First Degree as one of the three lesser or moveable lights and is identified as the biblical ruler of the night and as a reference of regularity for the conduct of the Master of the Lodge. In the higher symbolism of the lodge, the moon has always been particularly identified with the Senior Warden in the West, thus following the Egyptian tradition associating the moon with this direction. This reference also corresponds to the recitation of the Senior Warden’s duties in the lodge (A t s i i t W a t c o t d...). Some Masonic philosophers have found this to be a fitting parallel for as the light of the moon is a mere reflection of the greater light of the sun, so the Senior Warden, the officer associated with the Doric pillar of Strength, is intended to be a reflection of the "light" of the Worshipful Master who is associated with the Ionic pillar of Wisdom. It is thus particularly significant that the messenger of the Senior Warden within the lodge is the Junior Deacon who, as his jewel, wears the square and compasses enclosing the moon.
There is one other strong association of the moon with Masonry which in many ways is more meaningful than all of the above. In the early eighteen hundreds when Masonry in Vermont was still a new venture, the Green Mountain State was a wild and unsettled place. It is difficult for us to imagine the thoughts and feelings of a nineteenth century Vermont Mason stepping into the bitter cold of a winter night after a lodge meeting to pursue his travel homeward. For him, a trip of several miles at night after a lodge meeting was a major undertaking where even the task of finding one’s way was formidable. For this reason, many of these early lodges in Vermont and other jurisdictions adopted the custom of holding their meetings during the week of the full moon. Hence, these lodges became referred to as "Moon Lodges."
Following the phases of the moon was no trouble at all for the agrarian folk of the nineteenth and early twentieth centuries and the brilliant "lesser light," provided a beacon that guided our elder brethren homeward along the dirt roads and beaten pathways of early Vermont. Thus, in 1817, 26 of the 40 lodges in Vermont were "moon Lodges," with the bulk of the others being located in areas of higher population and presumably better lighting.
But alas, as with so many customs of old the advent of modern society and its technology has slowly driven the Moon Lodge to the status of a quaint anachronism. The invention of the automobile and street lighting together with the general decline of agriculture made the setting of lodge meetings by the the phases of the moon, rather than on a fixed day, a nuisance without purpose. Thus by 1979, of the 98 lodges working in the State of Vermont, only 8 still set their meetings by the phase of the moon. Hopefully, the few Moon Lodges left in Vermont will not surrender this old custom to base convenience. They serve as a reminder to modern Masons travelling home by the light of the moon that they are in essence following in the footsteps of their elder brethren for whom the moon was a real as well as symbolic light.
(Many years ago the MSA had a digest entitled "Moon Lodges." It is now out of print but we thought an excerpt from the minutes of a "Moon Lodge" might be of interest. The following excerpt is also amusing and we hope you enjoy it!) --Editor--
Walter H. Amende, Secretary of Cassia Lodge, No. 14, writes: Cassia Lodge, No. 14, U.D., held its first meeting at Albion, Idago Territory, November 25, 1882, and received its charter in September, 1883.
Albion is one of the oldest towns in Idaho and in early days was a way station on the stage route from Kelton, Utah, to Boise. At the time Cassia Lodge was organized, its jurisdiction covered a wide territory extending from 80 to 100 miles in all directions. The members having to come such long distances by horseback or wagon, was the reason for setting the meeting Saturday nights on or before the full moon.
One of the lodge’s main social events each year in those early days was a dance or "Grand Ball." One such affair took place on February 14, 1887, and must have been quite an event, judging from the following Committees appointed: Arrangements, 3 members; Music, 3 members; Floor Committee, 4 members; Invitations, 6 members; Reception, 12 members. Entire families came to these dances. One time, as a joke, someone changed the coats and blankets on all the babies present. Most of the mothers picked up what they thought was their bundle and did not discover the mistake until they got home, possibly as far as 30 miles away. They all had to come back to Albion and find out whose youngster they had; quite a mix-up.
One time there was a candidate for the M.M. degree who did not have his F.C. proficiency. Rather than have him go to a long distance home and wait till the next meeting, the members voted to waive the test and give him his M.M. degree that evening.
Another time, in the long ago, a member joined under an assumed name and after a regular Masonic trial, it was voted by the lodge that he must take all of the degrees over again under his right name.
It did not state in the minutes of that meeting if he had to pay the fees again.
“Tüm dinler sisteminde sırra erişmiş bir liderin veya bedenleşmiş bir elçinin varlığı mutlaka vardır.”
SOKRATES ‘ in öğrencilerine şöyle seslendiği söyleniyor :
"Okuduklarınızı ve duyduklarınızı değil, kendi öz düşüncelerinizi, kendi içinizde olup bitenleri söyleyin. Başkalarının ağaçlarından meyve yeme alışkanlığından sıyrılarak, kendi bahçenizin fidanlarını yetiştirin. İşte o zaman, meyve yemenin zevkini tadacaksınız."
Öğrencilerinin iradelerini özgür düşünce ortamında geliştirmeye yönelen bu düşünce adamının ve çağının düşünürleri ,Eflatun,Aristoteles’in görüşleri çağımız Felsefe okulları tarafından determinist yaklaşımlar olarak dile getirilmiştir.Bu düşünürler ,her şeyin önceden belirlenmişve kararlaştırılmış olduğu gerekçesiyle insanın özgür bir irade sergileyemeyeceğini ileri sürmüşlerdir .
Spinoza ve diğer Orta Çağ din bilginleri ise aynı görüşler çerçevesinde hür ve özgür iradenin Tanrının buyrukları olduğunu, doğanın kurallarının ilahi bir kuramın senaryosu olduğunu savunmuşlardır . Orta Çağdan çıkarken Dekart ve diğer pozitivist düşünürler ,ilk kez hür ve özgür iradenin insana özgü bir güç olduğunu, din dışı bir açıklamayla savunmuşlardır .Bu açıklamalar çok büyük tepkilere yol açmıştır .Tüm Hıristiyan alemi bu kavramlarla sallanmıştır .
Ne istediğini bilmek önemlidir.. Ne istediğini anlamak ve bunun bilincine varmak ise uzun zaman alabilir . İçinde doğduğumuz, büyüdüğümüz şartlar, bir diğerininki ile eşit olmayabilir. Ne doğduğun aileyi, ne doğduğun ülkeyi seçmek senin elinde olmayabilir... Çok fakir bir ailenin çocuğu da olabilirsin, çok varlıklı bir ailenin de... Güzel de olabilirsin, çirkin de... Şişman da olabilirsin, zayıf da... Siyah da doğabilirsin, beyaz da... Normal de doğabilirsin özürlü de... Şartlar eşit olmayabilir... Şartlar hiç bir zaman eşit olmayacaktır da.
Bir tek şey eşit dağıtılmıştır. 'Hür ve serbest irade'.
Bir insanın düşüncede ve eylemde hür iradesi ve rızası, bireysel hürriyetinin ölçüsüdür.Hürriyetin günümüzdeki anlamı da zekâ, akıl, irade ve ruh hürriyetidir.
Bir masonun, mason olmak için verdiği karar da dâhil olmak üzere, tüm hayatı boyunca mason olarak her türlü düşüncesi ve yaptığı her hareket onun hür iradesine ve rızasına bağlıdır.
Aday, hür düşünen ve davranan hür bir insandır. Adayın masonluğa başvurusu gönül rızası ve hür isteği ile yani hiç kimsenin baskısından etkilenmemiş, gönüllü ve içten bir istekle yapılmış başvuru olmalıdır.
Semboller ,Simge ve İnsan
Başlangıçta simge, ikiye bölünmüş, seramik, tahta veya metal bir nesnedir. İki kişi arasında bölünür: İki misafir, alacaklı-borçlu, hacca giden iki kişi, uzun bir süre için ayrılacak iki kişi... İlerde kendilerinde kalan parçayı tekrar bir araya getirdiklerinde onları bağlayan şeyi, misafirperverliği, borçları, dostlukları vs. anımsayacaklardır.
Antik Yunan’da ana-babalar, simgeleri, çocuklarını tanıyabilmek, bulabilmek için kullanıyorlardı. Simge, görüldüğü gibi aynı zamanda ayırıyor ve kavuşturuyor. İki fikri bir arada taşıyor: Ayrılma ve kavuşma. Bölünmüş fakat yeniden bir araya gelebilecek bir topluluğu kastediyor.
Simgenin tarihine baktığımızda görülüyor ki her çeşit nesne simgesel bir değer taşıyabilir. Doğal ( taş, maden, ağaç, çiçek, hayvan, pınar, nehir, okyanus, tepe, vadi, gezegen, ateş, şimşek vs...) veya soyut ( geometrik şekil, sayı, ritim, fikir, vs...) şeyler olabilir. Burada söz konusu olan nesne sadece gerçek bir yaratık veya nesne değil fakat aynı zamanda bir akım, saplantılı bir imaj (görüntü), bir rüya, ayrıcalıklı bir postulat sistemi, alışılmış bir terminoloji vs. de olabilir. Sadece kendi çıkarları doğrultusunda ruhsal enerjiyi içinde tutup saklayan, farklı seslerle, değişik seviyelerde, farklı biçimlerde ve farklı aracılar sayesinde insanı çağrıştıran nesnedir simge.
Freudcu yaklaşıma göre ise simge, dolaylı bir şekilde, mecazlı ve çözülmesi çok kolay olmayan arzu ve çatışmanın ifadesidir. Simge, bir sözün, bir düşüncenin, bir davranışın gizli kalmış anlamıyla, açıkça belirlenmiş içeriğini bağlayan ilişkidir. Örneğin bir davranışa en az iki anlam verilebiliyorsa, anlamların bir tanesi diğerinin yerine -onu maskeleyerek- geçebiliyorsa ve onu ifade edebiliyorsa, aralarında simgesel bir ilişki vardır.
Simgeyi, aldığı ışığı, façetaya göre geri ve farklı yansıtan bir kristale benzetebiliriz. Canlı bir varlıktır o. Hareket halinde ve değişimde olan varlığımızın bir parçasıdır. Onu hayranlıkla seyrederken, düşünme konusu yaparken biz kendimiz de izleyeceğimiz yolu görmüş oluruz.
Simgeyi algılayıp kavramak için seyirci değil, oyuncu olmak gerekiyor. Öznel kavrayışlar ve davranışlar, kavramlaştırmaya değil, deneyime bağlıdır. Simgenin özünde telkin edici olma vardır: Herkes kendi görsel gücüne göre onu algılar.
Yapılan tarihsel araştırmalar, kültürler arası karşılaştırmalar, sözel ve yazılı gelenekler tarafından yapılmış simge yorumları incelemeleri ile psikanalitik araştırmalar, simgelerin anlamı hakkında bizlere ışık tutmaktadır. Fakat anlamı belli kalıplarda dondurmamak gerekir: Simgenin anlamı, onu belli kalıplara sokmak isteyen şemaların, mekanizmaların, kavramların, betimlemelerin dışına taşar. Asla sabit değilir, herkese farklı görünür fakat bu, onun belirsizlikle özdeşleştiği anlamına gelmez. Simge, sonsuza dek uzanan çeşitlemeleri olan bir tür temaya dayanmaktadır. Simge, varlığın ve biçimin yetersizliğini ortaya çıkartır.
Biçimlerin, yorumların çeşitliliğine rağmen, simgenin özelliklerinden biri de simgeleyenle simgeleştirilen arasındaki ilişkinin telkinindeki sürekliliktir. Örneğin, gökyüzünü simgeleyen, başı aşağıda olan kupa aynı zamanda bilinçaltında gökyüzünün ifade ettiğini de simgeler, yani güvenlik, koruma, üstün varlıkların bulundukları yer, mutluluk, refah, bilgelik vs... Bazilikaların, camilerin kubbesinin, göçebelerin çadırının biçimini de alsa, insanların bilinç düzeyleri ne olursa olsun, kupa ile gök yüzü arasındaki simgesel ilişki, süreklilik göstermektedir. Simgelerin diğer bir özelliği ise birbirleriyle iç içe geçmeleridir, birbirlerine karışmalarıdır. Onları ayıran su geçirmez bir bölme yoktur, aralarında bir ilişki olasılığı her zaman vardır. Simgeler çok- boyutludur. Tıpkı gökyüzüne veya yere doğru çevrilmiş kupanın, yeryüzü ile gökyüzü, zaman-mekan, içkin-aşkın vb.yi ifade etmesi gibi. İlk çift kutupluluk budur. İkincisi ise zıtlıkların sentezi olan simgenin bir yüzünün geceyi bir diğer yüzünün ise gündüzü ifade etmesidir. Fakat kavramsal mantığın aksine sözünü ettiğimiz bu çift-kutupluluk bir “üçüncü”nün varlığını reddetmez. Simge bilimi, varlıklar arasında olası bir tamamlayıcılığı, evrensel bir dayanışma olarak kabul eder. Çok-boyutlu bir simgenin sonsuz sayıda boyutları olabilir. Simgesel bir ilişkiyi algılayabilen kişi, evrenin merkezi konumundadır. Tek bir merkez oluşturmak amacıyla ve belli bir noktada özdeşleşen bir topluluğun bireyleri veya birey için var olmaktadır simge. Evren o zaman bu çekirgenin etrafında döner. Dolayısıyla bazı kimseler için son derece kutsal olan simgeler diğer kimseler için kutsal olmayabilir. Bir simgeyi algılamak, kavramak bizi belli bir tinsel dünyaya oturtur. O nedenle simgeleri, birlikte oldukları varoluşsal çevreden koparmamak gerekir. Simgenin anlamı, değeri ancak o zaman gerçekten anlaşılabilir. İmgeler bütün bir tinsel deneyimi, zamanları, mekanları, kişisel durumları vb. taşır. Simgeler, görünüşte çok karmaşık gibi gözüken gerçekleri, tek ve derin bir gerçekte birleştirir. Bu derin gerçek, simgenin anlamını keşfeden kişinin özdeşleştiği tinsel merkezdir.
İnsanın yaratıcı bilinçaltından ve çevresinden doğan simgenin, gerek kişisel gerekse sosyal hayatta çok önemli görevleri vardır. İlk görevi keşfedici olmaktır: İnsan ruhunun zaman ve mekandaki macerasının anlamını keşfedip ifade etmeyi çalışır. Bir tarafı bilinen, bir diğer tarafı ise bilinmeyen olduğundan, aklın bir türlü tanımlayamadığı ilişkiyi kavramamıza yardımcı olur. Simge, bizi, bilincimizi kesin bir şekilde ölçmenin mümkün olmadığı, girişi riskli ve bir çeşit meydan okuma olan bir alana sokar. Bir simgenin anlamını keşfetmeye çalışan düşünce gücü, mantığını aşan düşüncelerle karşılaşabilir. Örneğin, dönen çark figürü tanrısal bir güneş kavramını andırıyor ise mantığımız buna bir açıklama getiremez zira insan tanrısal varlığı tanımlayamaz! Belki de bundan ötürü, tam olarak anlayamadığımız veya tanımını yapamadığımız, mantığımızın sınırlarını aşan kavramları ifade etmenin bir yoludur simge. Simgesel düşünce, her şeyin hakkından gelir. Her zaman bir ilişki icat eder veya keşfeder. Bir bakıma o, aklın sivri ucudur. Fakat kesin açıklamalarla kendini yok edeceğinin farkındadır. Sorunlar veya sırlar kendilerinden fakat simge biçiminde cevap üretirler. İkinci görevi ilkine yakından bağlı olan vekalet etme (yerini alma) işlevidir: Simge, bilinçaltında askıda kalmış arzuların, çatışmaların ve sorunların şekil değiştirmiş cevabıdır, çözümüdür. Simge, sansür yüzünden bilincimize girememiş şeyleri kamufle ederek bilincimize girmelerini sağlar. Çevresiyle, durumuyla veya kendisiyle tam olarak bilinçli bir şekilde ilişki yürütemeyen “Ben”in ilişkisinin yerini alır. Simge, baskı altına alınanın telkini değildir sadece. Aynı zamanda kontrol edilemeyen bir sezginin cevabıdır, bir arayışın anlamıdır.
Simgenin üçüncü görevi ikincide saklıdır; simge bir arabulucudur: Köprü kurar, ayrılmış öğeleri bir araya getirir, gökle toprağı, madde ile ruhu, doğa ve kültürü, gerçek ve rüyayı, bilinçaltı ile bilinci birleştirir. İçgüdüsel bir ruhsallığın merkezkaç güçlerine karşı simge, merkezcil bir güç oluşturur. Zıt eğilimlerin karşılaşmalarının sonucudur o. Karmaşık bir libidonun ayrıştırma yapılarına, yönlendirilmiş bir libidonun birleştirme yapılarının telafisine olanak verir. Bu bakımdan simge, bir denge unsurudur. Ruhsallıkta canlı, hareketli yaşayabilen simge, yoğun ve sağlıklı, aynı zamanda da kurtarıcı, rahatlatıcı bir ruhsal etkinliği sağlar. Bilinç düzeyleri, bilinen ve bilinmeyen, anlamı açık olanla anlamı gizli olan, benlikle üst benlik arasındaki geçişleri kolaylaştırır. Arabuluculuğun amacı, birleştirmektir. Dördüncü görevi budur işte simgenin: Birleştirici olmak. Temel simgelerin görevi, insanın dini, kozmik ve sosyal deneyimini, ruhsal bilinçaltında, bilinçte ve bilinç ötesinde yoğun bir şekilde birleştirmektir. Alt, dünyevi ve göksel seviyelerdeki temel birliği, uzayın alt yönlerinin merkezini göstererek, yeniden bir araya toplanma eksenlerini ( Ay, su, ateş, vs...) ortaya çıkartarak dünyanın bir sentezini oluştururlar. İnsanı dünyayla birleştirirler. Ona, uçsuz bucaksız bir ilişki ağında yer veren simge sayesinde, insan, evrende yabancılık çekmez.
Birleştiren simgenin eğitimsel hatta tedavi edici bir işlevi vardır. İnsanlarda bir yere ait olma veya en azından birey-üstü bir güce ortak olma duygusu yaratır. Evrende ayrı bulunan öğeleri birbirlerine bağlayarak, insanlara evrende yalnız ve kaybolmuş durumunda olmadıklarını hissettirirler. Burada simgeyi aldatıcı olan ile karıştırmamak gerekir. Aynı şekilde gerçek dışı olana tapmanın savunmasını da yapmıyoruz. Ama simge, güven, şefkat, öğrenme ihtiyacımızın bir ifadesidir. İfade ettiği gerçek, tanımlanması zor, derinden hissedilen, tıpkı döl veren, büyüten, besleyen ruhsal ve fiziksel bir enerjinin varlığı gibidir. Simgelere karşı koymak, kendimizden bir parçayı kesip atmak gibidir, gerçeklik öne sürerek tüm doğayı fakirleştirmektir. Simgesiz bir dünyada nefes almak mümkün değildir.
C.G.Jung’a göre simge ne kadar arkaik ve derin olursa o kadar kollektif ve evrensel olur. Simgeler arasındaki bağı çözmek kavramsal mantığın (logique conceptuelle) işi değildir. Simgelerin mantığı herhangi bir bilimsel sınıflandırmaya girmeyen, iki terim ya da iki dizinin arasındaki ilişkinin algılanmasında yer almaktadır. Simgelerin mantığından kastettiğimiz, aslında onların arasındaki bağlar, ilişkiler, kendi içlerinde veya kendi aralarında oluşabilen simge zincirleridir ( örneğin boğa-ay-gece-doğurganlık-kurban verme-kan-tohum-ölüm-yeniden doğma-vs...) Oysa bu kümeler anarşik değildirler, öylesine yani gelişigüzel, rastgele kurulmamışlardır. Kendi aralarında henüz çok iyi anlamadığımız yasalar ve diyalektikler aracılığıyla iletişim kurarlar. Onun için simgenin mantıklı olduğu söylenemez. O yaşamsal bir “pülsiyon”dur, içgüdüsel bir tanınmadır. Kendi dramını oynayan öznenin deneyimidir. Öznenin ve evrenin geleceğini ören sayısız karmaşık ve dokunulamaz bağların oyunudur. Burada dışlanan mantık, kavramsal fikir yürütmenin mantığıdır. Simgeyi fazlasıyla çözümlemek, onu bir (tek) mantık birimine indirgemek onu yok etmek demektir. Onun mantığı ussal (rasyonel) değildir. Pierre Emmanuel’e göre simgeyi entelektüel açıdan çözümlemek tıpkı soğanı bulmak için soğanı soymaya benzer. Soğan onu soğan yapan anlaşılmazlar sayesinde var olmaktadır.
Simgesel düşüncenin, ussal (rasyonel) düşünceyle ortak bir eğilimi vardır ancak araçları farklıdır. Us, gerçek olanı teke indirmek istediği halde, simge, yaratılanı teke indirip çoğulculuğu yok etmek ister. Fakat hayal etmek, ispatlamak değildir. Us ve simgenin diyalektikleri farklıdır.
Bilimlerin ilerlemesi, özellikle beşeri bilimlerin ilerlemesi, aklın (usun) ve simgenin birlikte var olmalarına bağlıdır. Bir simge, bilimsel bir olgunun habercisi olabilir. Mesela dünyanın yuvarlak olduğu ispatlanmadan önce insanlar onu yuvarlak olarak tasavvur etmişler ve bu şekilde simgeleştirmişlerdi. Bunun aksine, bilimsel bir olgu, bir simgeye de dönüşebilir. Mesela Hiroşima’daki nükleer mantar gibi.
Hayatını araştırmaya adayan bir bilim adamı, akıl-dışı (irrasyonel) güçlere, bu dünyada önemli bir yer tutan, duygu yüklü simgeye boyun eğmek zorunda kalırsa, simgeler dünyasına açılmak isteyen kişi, aklın gerçeklerinden vazgeçmez. Kendi yollarında ilerleyip, varlıklarını sürdürebilmek için us ve simge, birbirlerini sürekli çağrıştırmak zorundadırlar.
Bu korkunç, büyüleyici dünyanın gizli ve kutsal anlamını, görünenin ötesindeki gerçeği, sevinci, güzel yolların anahtarlarını arayalım, durmadan…
Ay Sembolü ve Anlamı : Yavuz Çekirge
8