KARAMAN
ARAŞTIRMALARI
II
Coğrafya
Dil ve Edebiyat
Gastronomi
Güzel Sanatlar ve İletişim
İlahiyat – Felsefe – Sosyoloji
İktisat - İşletme
Kamu Yönetimi– Siyaset Bilimi – Uluslararası İlişkiler
EDİTÖRLER
Prof. Dr. Hüseyin MUŞMAL
Dr. Öğr. Üyesi Erol YÜKSEL
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Ali KAPAR
KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II
Editörler
Prof. Dr. Hüseyin MUŞMAL
Dr. Öğr. Üyesi Erol YÜKSEL
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Ali KAPAR
Editör Yardımcıları
Arş. Gör. Emre KOÇ
Arş. Gör. İsmail AKKAŞ
© Bu kitapta yayınlanan bildirilerin yayım hakkı saklıdır. Bu kitabın tamamı ya da bir kısmı, yazarının izni
olmaksızın, elektronik, mekanik, fotokopi ya da herhangi bir kayıt sistemi ile çoğaltılamaz, yayınlanamaz,
depolanamaz. Bildiri metinleriyle ilgili her türlü sorumluluk yazarlarına aittir.
ISBN: 978-605-7600-88-2
ŞELÂLE OFSET
Fevzi Çakmak Mah. Hacı Bayram Cad. No: 22 Karatay / Konya
MATBAA SERTİFİKASI: 13361
Konya, Aralık 2019
PALET YAYINLARI
Mimar Muzaffer Cad. Rampalı Çarşı No: 42 Meram / Konya
Tel. 0332 353 62 27
T.C. KÜLTÜR BAKANLIĞI YAYINCI SERTİFİKASI: 44040
KARAMAN
ARAŞTIRMALARI
II
Coğrafya
Dil ve Edebiyat
Gastronomi
Güzel Sanatlar ve İletişim
İlahiyat – Felsefe – Sosyoloji
İktisat - İşletme
Kamu Yönetimi– Siyaset Bilimi – Uluslararası İlişkiler
EDİTÖRLER
Prof. Dr. Hüseyin MUŞMAL
Dr. Öğr. Üyesi Erol YÜKSEL
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet Ali KAPAR
Editör Yardımcıları
Arş. Gör. Emre KOÇ
Arş. Gör. İsmail AKKAŞ
4 ■ KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II
Hakem Kurulu
Prof. Dr. Ahmet AY
Prof. Dr. Ali TEMİZEL
Prof. Dr. Ayla EFE
Prof. Dr. Bayram DALKILIÇ
Prof. Dr. Birol MERCAN
Prof. Dr. Bünyamin AYHAN
Prof. Dr. Gülay MİRZAOĞLU
Prof. Dr. Hacı KURT
Prof. Dr. Mehmet AKGÜL
Prof. Dr. Orhan YAVUZ
Prof. Dr. Osman ÇEVİK
Prof. Dr. Selçuk PEKER
Doç. Dr. Ahmet Burhan ÇAKICI
Doç. Dr. Bekir DİREKÇİ
Doç. Dr. Bülent DARICI
Doç. Dr. Erkan AKGÖZ
Doç. Dr. Hilmi Rafet YÜNCÜ
Doç. Dr. İbrahim KUNT
Doç. Dr. İdris Nebi UYSAL
Doç. Dr. Mehmet YASTI
Doç. Dr. Murat BAY
Doç. Dr. Mustafa DİĞLER
Doç. Dr. Rabia ÖZPEYNİRCİ
Doç. Dr. Sefa USTA
Dr. Öğr. Üyesi Ahmet Hakan YILMAZ
Dr. Öğr. Üyesi Ali BAYER
Dr. Öğr. Üyesi Aziz AYVA
Dr. Öğr. Üyesi Onur AYKAÇ
Dr. Öğr. Üyesi Sibel ÖNÇEL
Dr. Öğr. Üyesi Vesile ALBAYRAK SAK
Dr. Öğr. Üyesi Ziyaeddin KIRBOĞA
Öğr. Gör. Dr. Ahmet AYTAÇ
Öğr. Gör. Dr. Osman GÜLDEMİR
Dr. Hüseyin AKSOY
KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II ■ 11
Abdullah B. Durmuş Fâkih Karamânî’nin “El-Meslekü Bi-Mi’râcü’l-Müştâkîn ve Minhâcü’l-Müttakîn” Adlı Eserindeki Tasavvufî
Düşünceler
Birol YILDIRIM ........................................................................................................................................................................................ 429
Molla Fenari’nin Tefsir İlmine Yaklaşımı
Duran Ali YILDIRIM ................................................................................................................................................................................ 449
Arabiçim Olarak Ziyaret Fenomeni ve Türbe Ziyareti: Karaman Ali Beke Türbesi
Ali BAYER ................................................................................................................................................................................................ 461
İKTİSAT
Karaman İli’nin Girişimci Tipoloji Sınıflandırmasına Yönelik Bir Araştırma
Enes ATAEL - Bülent DARICI .................................................................................................................................................................. 469
2008 – 2018 Dönemi Karaman İlinin İhracat Rakamlarının Analizi
İclal ÇÖĞÜRCÜ - Ahmet KIZILAY ........................................................................................................................................................... 481
Karaman İhracatı ve Bisküvi Sektörü
İclal ÇÖĞÜRCÜ - Erkan BALAOĞLU ...................................................................................................................................................... 489
2008-2017 Yılları Arasında Karaman İlinin GSYİH’sının Sektörel Dağılımı
İclal ÇÖĞÜRCÜ - Enes ATAEL ................................................................................................................................................................ 495
İŞLETME
Karaman’da Meydana Gelen İş Kazaları ve Meslek Hastalıklarının 6331 Sayılı İş Sağlığı ve Güvenliği Mevzuatı Çerçevesinde
Değerlendirilmesi
Ali BİLGİÇ - Aysel ÇİMEN ....................................................................................................................................................................... 505
Kamu ve Özel Örgütler Arasındaki Stratejik Bakış Açısı Uyumu: Karaman İli Örneği
Tuba GÜLER - Oğuzhan AYTAR............................................................................................................................................................. 515
Karamanoğlu Mehmetbey Üniversitesi Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi (KMUSEKAD) Üzerine Kavramsal Bir
Bibliyometrik Analiz
Gülşah KAZAK - Oğuzhan AYTAR .......................................................................................................................................................... 525
Festival Turizminin Karaman Açısından Değerlendirilmesi
Erhan Nuh ÖZTÜRK ............................................................................................................................................................................... 543
Karaman İlinde İşletme Performansının Ölçülmesine Yönelik Bir Uygulama
Erhan Nuh ÖZTÜRK ............................................................................................................................................................................... 551
Mevlana Kalkınma Ajansı Rapor ve Analizlerinde Karaman
Adnan SÖYLEMEZ .................................................................................................................................................................................. 557
Ege’de Yaşayan Karamanlı Girişimci Bir Çelik İnsan: Fettah Güventürk
Hilmi TÜRKYILMAZ ................................................................................................................................................................................ 561
İş Yaşam Kalitesinin Ermenek Özel İşletme Çalışanları Üzerinde Değerlendirilmesi
Feride YILMAZ - Esra AKPINAR KILINÇ.................................................................................................................................................. 571
KAMU YÖNETİMİ – SİYASET BİLİMİ – ULUSLARARASI İLİŞKİLER
Karaman’da Cumhur Millet İttifakının 31 Mart Seçimler Yansımasının Etkileri
Ali ACAR.................................................................................................................................................................................................. 579
Yerel Seçimlerde Politik Pazarlama Yöntemlerine İlişkin Bir Değerlendirme
Ali ACAR.................................................................................................................................................................................................. 587
Sıfır Atık Projesi” Kapsamında Yerel Yönetimlerin Atık Yönetimi Uygulamaları: Pilot İl Karaman Örneği
Sibel ÇALIŞKAN....................................................................................................................................................................................... 593
Karaman İlinin İlk Milletvekilleri ve Siyasi Çalışmaları (TBMM XIX. Dönem)
Özkan DEMİR ......................................................................................................................................................................................... 603
Karamanlı ve Konyalılar’ın İzmir’de Kurduğu Hemşehri Dernekleri
Enes HANÇER ......................................................................................................................................................................................... 615
Nikâh, Talak, Servet ve Şiddet Bağlamında Karamanlı Kadınlar (1905-1912)
Cem KARAKILIÇ ...................................................................................................................................................................................... 621
Karaman İlinde Biyolojik Çeşitlilik Üzerinde Tehditler ve Simgesel Bir Örnek Olarak Geyicek Ağacı
Hacı KURT .............................................................................................................................................................................................. 647
Abdullah B. Durmuş Fâkih Karamânî’nin
“El-Meslekü Bi-Mi’râcü’l-Müştâkîn ve Minhâcü’l-Müttakîn”
Adlı Eserindeki Tasavvufî Düşünceler
Birol YILDIRIM*
Hayatı ve Eserleri
Abdüllatîf Karamânî Karamanlı olup Fakîh Karamânî, Kara Abdüllâtif ve siyahser (siyah başlı) gibi lakaplarla anılan âhlak yazarı mutasavvıf ve alim bir kişiliktir. Hayatı hakkında kaynaklarda fazla bir bilgi olmayıp, birçok zât gibi
hayat serüveninin ayrıntıları karanlıkta kalmıştır. Teracim kitaplarında detaylı bilgi olmadığı gibi, kendi eserlerinde de
fazla bir bilgi yoktur. Baba adı Derviş Fakih (Tatar, İstanbul 2017, s.1.) Osmanlı Müellifleri’ne göre ise Durmuş Fakih’tir. (Bursalı Mehmet Tahir, c. I, s. 39; Cunbur, 1, 81.) Türkçe eseri Âdâbü’l-menâzil’in 985/ 1577 tarihini gösteren
ketebe kayıtlarına dayanarak onun XVI. yüzyılda yaşamış olduğunu söylemek mümkündür. (Erdem, 1988, DİA, I,
256.)
Müellifin seyr ü sülûku ile ilgili verdiği bilgiler bir nebzecik de olsa hayat öyküsüne ışık tutmaktadır. Talebelik
döneminde meşayih indinde gayet ehl-i cihad ve kalp temizliği ile temayüz etmiştir. Fakat kendisinde bir gevşeklik
başlar. Nefsi melamete girer, bedeninde zaaf oluşur. Tasavvuf yolundan vaz geçme eğilimine girer. Nefisle mücadelesini terkeder. Yanını yere, sırtını duvarlara dayayamaz olur. Birkaç yıl böyle geçer. Birgün başını yastığa koyar. Ayağını uzatır. Daha önce hiç abdestsiz yatağa girmediği halde o anda abdesti yoktur. Uyku ile uyanıklık halde iken gökten gelen dehşetli bir ses duyar. O kadar şiddetlidir ki bu sesin karşısında kalpler ve bedenler titrer. Bir de bakar ki
sema parça parça yere düşmektedir. Bu dehşetli durum insanları telaş ve sarhoşluk içine düşürmektedir. Bu hal Karamânî’yi de sarar. Müellif nezdinde Allah’tan başka her şey yok olur. Sadece Zât-ı Zül-Celâl kalır. Düşen gök parçalarının üzerinde İsm-i Âzam’ın yazılı olduğunu görür. Herbiri telaşla o ism-i şerîfi zikretmektedir. Zikrullahın sesi her
türlü sesten daha acayip ve daha lezzetlidir. Müellif bir müddet sonra sekr, vecd ve bu fena halinden uyanır. Dilinde
Allah Teâlâ’nın zikri vardır. Fakat o telaş hali geçmiştir. Bundan sonra ne zaman Cenab-ı Zül-Celal’e yönelse yıldırım
sesi gibi bir ses onu göklere savurur, doğudan batıya, kuzeyden güneye atar. Karamânî’nin değişik zamanlardaki hali
budur. Allah’tan kendisine Hz. Süleyman’ın kuşu gibi bir kuş gelir, o da onunla istemeyerek de olsa uçmaktadır. Göklere kadar çıkar. En büyük cisimleri görür. Önceki duyduğu sesten bin katı daha şiddetli bir ses duyar. Müellif bütün bu
olup bitenlerden dolayı öyle bir hissiyata kapılır ki ifade etmekten aciz kaldığını belirtir. Bir defasında da kendisinde
bir heybet belirir. Arştan yere kadar ne kadar somut cisim varsa soyut ve ruhani varlıklara, karanlıklar ise aydınlığa
dönüşür. O anda müellif “Veş şef’i vel-vetr” “Çiftlere ve teklere yemin olsun ki” âyet-i kerîmesinin okunduğunu duyar, buyurulmaktadır. Bunun anlamı “Makam-ı isneyniyete yemin olsun ki” demektedir. Bundan sonra şiddetli ve daha
korkunç bir ses duyar. Önceki ses duyuşunda başına ne geldi ise bu sefer öncekilerin iki katı bir dehşete uğrar. Müellifin ifadesi ile ( )غĞayn ortadan kalkar ( )عAyn kalır.
Müellife göre yaşadığı bu halleri beyan etmekten diller yorulur, gözler görmekten kör, akıl ise idrakten aciz kalır.
Karamânî bütün bu görüntüleri buz haline gelmiş deniz gibi tasvif eder. Buz tabakalarında bütün şekiller mevcuttur.
Sonra güneş doğar. Buz erir, şekiller kaybolur. Geriye kalan tek şey vardır. O da vahdet nurudur. Müellif bütün bunların sonucunda “Veş şef’ı vel vetr(vetri)” “Ve çift olana ve tek olana” (Fecr, 89/4) âyet-i kerîmesinin ifade ettiği mananın hakîkatine erer. Böylelikle vahdet-i zâtîde tecellî eden fenâya erer. O’nun bekâsı ile bâkî olanın bu olduğu sırrına
erer. Sonra o ferdaniyet makamından çokluk makamına yürür. Zekasını toplayarak uyanır. “Vel leyli izâ
yesr(yesri)”“Ve geçip gideceği zaman geceye (andolsun)” (Fecr, 89/5) âyet-i kerîmesinin sırrına erer.
Sonra vahdet gittiğinde çokluk ortaya çıkar. Aydınlık bir gece görür. O aydınlık gece yerini nurlu bir geceye bırakır. Her şey apaçık görülmeye başlanır. Bu evirip çevirmeden “Doğu da, batı da Allah’ındır. Nereye yönelirseniz Allah’ın yüzü oradadır. Allah(‘ın gücü) geniştir ve O, her şeyi bilendir” (Bakara, 2/115) manasını anlar. Müellif bu andaki durumunu “Ben şu anda iki kavim arasında durmaktayım. Yani İbnü’l-Arabî Hazretleri’nin dile getirdiği “tevakkuf” halindeyim. Herhangi birinin hakkında hüküm vermeden taraf tutmayan bir kişi konumundayım. Her ne kadar
ikisini seven ve davacıları olmamama rağmen zevk ve vecde gelince beyan ettiğim gibidir” şeklinde açıklar. (Karamânî, vr. 131a-133b)
Ulaşabildiğimiz bu bilgilerden ibaret olan Karamânî’nin biri Türkçe biri de Arapça olmak üzere iki eser meydana
getirmiştir. Bunlar; Âdâb-ı Menâzil ve Miracü’l-Müştakin ve Minhâcü’l-Müttakîn adlı eserlerdir. (Bursalı Mehmet
Tahir Efendi, t.y., s. 39.) Türkçe bir ahlak kitabı olan Âdâb-ı Menâzil’in mukaddimesinde eseri ile ilgili şu bilgileri
*
Dr. Öğr. Üyesi, Kastamonu Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Tasavvuf Bölümü,
[email protected]
Bu çalışma 20-22 Haziran 2019 tarihleri arasında Karaman’da gerçekleştirilen Karaman Sempozyumu “Sosyal ve Beşeri Bilimler” isimli sempozyumda tebliğ olarak sunulmuştur.
430 ■ KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II
vermiştir. Kendisine hayırlı bir eş ve sâlih evlât nasip etmesi için Allah’a ettiği duası kabul olan müellifin ulemâ ailesine mensup olan eşi evine gelen misafir hanımları irşada çalışmaktadır. Hayat öyküsünden anladığımız kadarı ile Abdüllâtif Efendi’nin hanımı adeta Râbiatü’l-Adeviyye ve Bâciyân-ı Rûm hassasiyetinde bir portre ortaya koymaktadır.
Eşi ile birlikte irşad faaliyeti içindedir. Fakat elinde bu hususlara ait bir eserin olmayışından şikayetçidir. Bu yakınmalardan etkilenen Abdüllatif Efendi daha önce yazılmış eserlerden de istifade ederek bu konudaki boşluğu doldurmak
amacıyla Âdâbü’l-menâzil’i te’lif eder. Bu eserde seçkin bir ev kadınının vasıfları, eşler arasındaki karşılıklı hak ve
vazifeler, aile fertlerinin rahatlıkla barınabilmeleri, ayrıca ailede ahlâk ve edep kurallarının yaşatılabilmesi için bir evde
bulunması gerekli maddî şartlar ile ebeveyn-evlât münasebetleri ve hocalara saygı gibi pedagojik konular işlenmektedir. Eserin bilinen yazma nüshaları, İstanbul Üniversitesi (TY, nr. 199, 2717, 7161, 7181, 7201), Süleymaniye (Hacı
Mahmud Efendi, nr. 1564; Pertevniyal, nr. 449) ve Nuruosmaniye (nr. 2269) kütüphanelerindedir. (Erdem, 1988, DİA,
I, 256.)
Hakkında yapılan çalışmalar oldukça az olan Karamânî hakkında birkaç ansiklopedi maddesi yazılmış (Erdem,
1988; Cunbur, M. (t.y.) bir de bahse konu olan eseri üzerine bir yüksek lisans tezi yapılmıştır. “Abdüllatîf Karamani’nin Adâb-ı Menâzil’ine Göre Menzil Kavramının Değerlendirilmesi” adı altıda yapılan bu çalışma 2017 yılında
İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü / Tarih Anabilim Dalında o zamanki kadrosuna göre Yrd.
Doç. Dr. Ertuğrul İsmail Ökten danışmanlığında Tuba Dalar tarafından yapılmıştır. Tez, 111 sayfadan oluşmaktadır.
Yazar söz konusu eserinin menzil kavramının değerlendirme bölümünde “Adâb-ı Menâzil”in o güne kadar yazılmış
âdâb kitaplarından farkını ortaya koyarak işe başlar. Zira İbn Miskeveyh, Tûsi, Gülşenî, Kınalızâde, Îcî ve Amâsî gibi
ahlâk kitabı yazarları menzil konusunu eserlerinin içerisinde bir bölüm olarak ele alırken Karamânî ise bütün bir eseri
bu konuya hasretmiştir. Eser kadınların medrese eğitimi görmediği Osmanlının klasik döneminde yaygın eğitim diyebileceğimiz samimi bir sohbet halkasında bir hemcinslerinden nasıl eğitildiklerini göstermesi açısından daha bir önem
arzetmektedir. Bu eğitim sıradan olmayıp tefsir ve hadis gibi ilimleri de içermektedir. Bu tez çalışması Osmanlı toplumunda kadınların eğitim durumunu ortaya koyması açısından önemlidir. Yazar diğer ahlâk kitaplarını da inceleyerek
tarihin içinde “menzil” kavramının izini sürmüştür. Diğer ahlakçılar ile Karamânî arasında mukayeseler yapmıştır.
(Tatar, 2017),
Abdüllâtif Efendi’nin toplumsal duyarlılığını ortaya koyan Âdâb-ı Menâzil adlı türlü bunalımlar içinde yaşayan
günümüz dünyasına önemli mesajlar vereceği kanaatindeyiz. Zira aile müessesesi ağır yara almıştır. Bu ve benzeri
eserlerden alacağımız ilhamla evleri yeniden mektep haline getirmek zor olmayacaktır.
Müellifin bir diğer eseri ise yaptığımız bu çalışmanın ana kaynağı olan “el-meslekübi-mi’râcü’l-müştâkîn ve minhâcü’l-müttakîn”1 adını taşıyan Arapça eseridir. Bizim kullandığımız nüsha budur. Karamânî hamdele ve salveleden
sonra eserin telif sebebini izah ederek işe başlar. Asıl amacı, bir şeyh-i kâmilin hizmetine girme saadetine eremeyerek
bir türlü bu yolun âdâb ve tariklerine bağlanma imkanı bulamayanlara rehberlik yapmak olarak açıklar. Kişinin bir
mürşidi var ise, kasd ve maksudu için kafi gelir. Meslek isimli kitapları yani tasavvuf yolunu açıklayan mütalaa etmesine gerek kalmaz. Fakat Karamânî’ye göre yaşadığı dönemde çok azı müstesna, şeyhlik müessesinin sadece ismi
kalmıştır, Yol ve yöntemler tahrip olmuştur. Müteşeyyihler/sahte şeyhler irşad ve ıslahı bırakın ifsad etmeseler, zarar
vermeseler yeterlidir. O az kalmış olanların mekanları çoğunluk olan taklitçilerden dolayı bilinmez. Halleri gizli kalmıştır. Bundan dolayı şüphe bela ve musibet genel hale gelmiştir. Bütün bu meseleleri ale almak isteyen müellif eserinin misyonunu “Bilki ey kardeşim benim bu kitabım Allah’a giden kimsenin yoludur. Bu eserle Allah’a vasıl olmaya
susamış O’nunla ünsiyet kurmaya susamış, dünyadan yüz çeviren için gidilen tecellî, tasfiye, tahliye sıfatları ile âlem-i
zulmânîden âlem-i meânîye/ulvî mâna âlemlerine giden bir yoldur” şeklinde ifade eder. (Karamânî, vr. 2a)
Müellife göre yaşadığı dönem kaht-ı rical/kâmil insan yoksunluğu hissedilen bir dönemdir. Böyle bir ortamda söz
konusu bu eser, manevî yolculuğa çıkma azminde olan fakat yetkin bir mürşid bulamayan âşık ve sâdıklar için rehberlik edecek bir içeriğe sahiptir. Eserini faydalanmak ve irşad için inceleyen herkese ve sıdk ile yaklaşan çocuklarına,
arkadaşlarına şu vasiyette bulunur. Müellif mütevazi bir eda ile onlara adeta yalvararak, kitapta geçen makamlara baktıklarında bir makamı özümsemeden diğer makama geçmemelerini, her bir mertebeyi derinlemesine tahkik etmelerini,
ihlâs ve samimiyetle bu bilgileri hayatlarına tatbik etmelerini salık verir. İnayet, fazl ve tevfîki veren Allah Teâlâ’dır.
(Karamânî, vr. 2b-3a) Müellif eseri ile ilgili şu uyarıyı da yapmaktan geri kalmaz. Eserin başka bir yerinde benzer bir
uyarıda daha bulunur: “Bu rumuzatlara girmeden vasiyet edelim ki, bu tahrirat/dokümanları inceleyen nazar eden
unutan ve katı olan bir kalpten gelen düzgün olmayan mânalara bakan bu makamın ilkinden sonuna mütaalasını tamamlamadan kalbi mutmain olmasın ve bu eseri tetkik etmekten usanmasın.” (Karamânî, vr. 112b-113a)
Müellif eserini telif ederken âyet-i kerîme ve hadîs-i şerîflerden sonra birçok Peygamber, sahabe, sûfî ve İslam
aliminden alıntılar yapar.2 Eserinde, seyr ü sülûk sürecinde aşılması gereken mânevî menzil ve makamları, klasik ta1
2
Abdüllatif Karamânî, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi, nr. 1722/297.3
Bkz., Hz. İsa (a.s.) (Karamânî, vr. 34a), Hz. Hasan (r.a) (Karamânî, vr. 32a) Veysel Karanî (Karamani, vr. 34a), Hasan Basri (Karamânî, vr. 35a-35b ) Süfyani Servi
Hz. Fudayl b. İyaz (r.a.) İmam Şarani (Karamânî, vr. 13a), Hüccetü’l-İslam İmam Gazzalî, (Karamânî, vr. 14a, 30a 33a), Malik bin Dinar (Karamânî, vr. 28b.) Meymun İbni Şah (Karamânî, vr.31a), Abdullah İbnül Mübarek, Hâtem-i Tai (Karamânî, vr. 32a), Mücahit (Karamânî, vr. 34a), Cüneyd-i Bağdadî (k.s.) (Karamânî, vr.
76b, 80b), Şiblî (k.s.) (Karamânî, vr. 80b), Fudayl bin İyad Bişr-i Hafi (Karamânî, vr. 81a), Şerhul Mekasıda (Karamânî, vr. 105a), Hallac-i Mansur (Karamânî, vr.
KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II ■ 431
savvuf kaynaklarında yer alan usûl-i aşere tasnifi içinde nazara vermiştir. Müellif bu eserinde, seyr ü sülûk esnasında
geçilmesi gereken menzil ve makamları, temel tasavvuf kaynaklarında yer alan usûl-i aşere/on usul tasnifine bağlı
kalarak ele almaktadır. Müellif eserini inşa ederken yaşadığı zamâna ve manevi tecrübelerine göre kendi değerlendirmelerini de katarak ilgili literatürü adeta yenilemiş ve yeni perspektif katmıştır. (Karamânî, 3a-3b)
Öncelikle on temel makamı ana başlıkları ile ele almıştır. Bunlardan birinci makam ilim ve ibadettir. İkinci makam
tövbe ve evbedir. Üçüncü makam takvâ ve verâ’dır. Dördüncü makam tevekkül ve tefvîzdir. Beşinci makam sabır ve
rızâdır. Altıncı makam havf u recâdır. Yedinci makam sıdk u ihlâsdır. Sekizinci makam hamd ve şükürdür. Dokuzuncu
makam muhabbet ve şevkdir. Onuncu makam tevhîddir. (Karamânî, 3a-3b) Şimdi bu makamları ele alalım:
1. İlim ve İbadet: Doğal olarak birinci makam olarak ilim makamıdır. Sâlikin manevî yolculuğunda ihtiyaç duyduğu ilim çeşitlerini akaid ilmi, ibadet ilmi, ahlak ilmi, ilmü’l-esrâr ilm-i mükaşefe olarak ele alır. Akâid ilmi, sâlikin
Allah Teâlâ’yı isim, sıfat ve fiilleri ile bilmektir. Onun için caiz olanı ve muhal olanı bilmektir. Doğal olarak sâlik ilk
olarak ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadı doğrultusunda itikadî esasları bilmesi gerekir. Bu esasların akâid ve kelâm kitaplarından öğrenilmesi vaciptir. Bu bağlamda imanın altı şartını sayar. Bu esasları benimsemeyen kişinin amelleri âyet-i
kerîmesinde “Onların yaptıkları bütün amellerine yöneldik ve onları dağılmış zerreciklere çevirdik” (Furkân, 77/23.)
şeklinde ifade edildiği şekli ile hebaen mensûra yani boşuna olur. Çünkü yaratan mabudunu tanımayan kişi ona nasıl
ibadet eder? O’nun zâtını ve sıfatlarını bilmediğinden dolayı Allah Teâlâ’yı yanlış tanır. (Karamânî, vr. 3b-3a.)
Müellif, sûfî perspektifi ile ibadet kavramını sûrî/zâhirî ve manevî/bâtınî olmak üzere ikiye ayırır. Her iki tür de iktisâbî/kazanılan ya da içtinâbî olmak üzere iki kısma ayrılır: Zâhirî ibadetlerin iktisâbî kısmı insan bedeni ile kazanılır.
Abdest, gusül, oruç, namaz gibileri bu türdendir. Hac ve umre gibi olanlar, hem mal hem bedenle yapılır. Sadece mal
ile olan türüne ise zekat ibadeti örnek verilebilir. Zâhirî ibadetlerin içtinâbî kısmı onunla Allah arasında ya da halk
arasında olan günahlardan kaçınmaktır. Bu kaçınma mal ile, beden ile yeri geldiğinde hem mal hem beden ikilisi ile
gerçekleşir.
Bâtınî ibadetin iktisâbî kısmı ahlâk-ı hamîde türünden tevekkül, kanaat, sabır gibi güzel hasletlerle müzeyyen olmak gerekir. Manevî ibadetlerin ictinâbî kısmına gelince, kalbi ahlâk-ı zemîme/kötü ahlak türünden cimrilik, hased,
kibir gibi büyük günahlardan tathîr etmek yani temizlemek gerekir. İlk yapılması gereken iş vacibât-ı şeriyyeyi ve
mezmûm/kötülenmiş ve mahmud/övülmüş sıfatları bilmesi vaciptir.
Müellif insanların zâhirî ibadetlere önem verirken, ahlâk-ı hamide/güzel ahlak ve ahlak-ı zemime/kötü ahlak türünden bilgilerin sırrına ermekten içtinab etmelerine şaşmaktadır. Halbuki ahlaka taalluk eden emirler de vâhid olan
Allah’tan gelmiştir. Müellife göre bunun temel nedeni gaflettir. Her kim Allah’ın nur, hikmet ve hidayet olarak nitelendirdiği ilimleri terkederek, dünyevî birikimler sağlayacak felsefe, mantık gibi ilimlere yönelirse yukarıda bahse
konu olan vecîbeleri zayi etmiş olur. Farzları terkedip nâfile ibadetleri yapması boşunadır. Bu bilince sahip olmayanlar
utandırıcı bir musibetten ibaret olan büyük bir gaflet içine düşerler. Zâhir ve bâtın birbirini derinden etkiler ya ifsad
eder, ya ıslah eder. Kötü amellerden içtinab etmeyi/kaçınmayı bilmeyenler ve salih amellerini muhafaza edemeyenler
manevî kazanımlarını kaybederek hüsrana uğrarlar.
Bundan sonra mükaşefe ilmi gelir. Mükaşefe ilmi kalp nurundan ibarettir. Kalbi kötü duygulardan temizledikten
sonra gerçekleşir. Salikin önceden duyduğu mânalar açık bir şekilde kalbinde inkişaf eder. Ve böylece gerçek bilgi
olan mârifet /mârifetullah hasıl olmuş olur. İlk yapılması gereken günahlardan rücû’/tövbe etmek, daha sonra tâate
başlayarak kalbin tasfiyesini gerçekleştirmek gerekir. (Karamânî, vr. 4a-6a.)
2.Tövbe ve Evbe: Abdullah Herevî’nin Menâzilü’s-Sâirîn, adlı eserindeki tasnifine göre bidâyet/ibadetlerin başı
(Kâşânî, 2004, 105-106) kısmında değerlendirilen tövbe (Herevî, 1962, s. 9-11) pişmanlık duymak, evbe ise günahlardan ve gafletten Allah Teâlâ’ya kesretü’l-rücûdur. Günahtan tâate, gafletten uyanışa, makâm-ı ednâdan makâm-ı âlaya
yükselmektir. Günah ayaklara takılan ağır bir prangaya benzer. Tâat ise Alllah Teâlâ’ya doğru yürümektir. Bilindiği
üzere ayaklardaki ağırlık yürüme hızını düşürür. Günahlar kalp ve ruh açısından bedendeki kir ve necaset gibidir. Nasıl
ki üzerine necaset bulaşan bir kişinin padişahın huzuruna temizlenmeden çıkması münasip olmaz ise, bedeni günah
kiri ile kirlenmiş kişilerin de Alllah Teâlâ’nın kapısına gitmesi yakışık almaz. Bunun için gündüzleri oruç tutarak, geceleri namaz kılarak geçiremiyor isek, ayaklarımızın manevî prangalar ile prangalı olduğunu bilmek gerekir. Bunun
nedeni yapılan hatalar ve nefsin hevasından gelen kötü itikaddan bozuk akideden bir kayıtla ayaklarımızın manen kilitli olduğunu bilmemiz gerekir.
Birinci vecihteki tövbeden kasıt, teslimiyet ve hulûsiyettir. İkinci tövbe ise bid’adlar ve heva-i nefsaniden dönüp
ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadında ve sahabe yolunda bulunmak ile müyesser olur. Tövbenin üçüncü boyutu ise diğer
günahlardan tövbe etmektir. Müellif bu günahları üç boyutta ele alır. Bu vecihleri de kendi içinde derin analizlere tabi
tutar. Bu da mümkün değil ise, Allah Teâlâ’nın affına mazhar olmak için hayır hasenatı artırmak gerekir. Mal sahibinin
kendisinden memnun etmesi için Allah’a yalvarması gerekir. Bir cana kıyılmış ise kısasa razı olmak ya da vereselerin
101b, 103b), M.Celaleddîn-i Rûmî, (Karamânî, vr. 101b) Muhyiddin, İbnül-Arabî (k.s.) (Karamânî, vr. 103b), Şeyh Zeynûddin Hafi, Şerifi Cürcani, Abdurrahman
Erzincanî ve müellifin hemşehrisi Mevlana Celaleddîn-i Rûmî (k.s.) ve Mişkatül Envar, Vesaa-yı Kutsiye (Karamânî, vr. 123b-124a), Şerhu’l Mekasıda, (Karamânî,
vr. 105a).
432 ■ KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II
affını sağlamak gerekir. Bunlar mümkün değil ise, Hak sahibini memnun etmek için Allah’a yalvarmak gerekir. Bu
yakarışların ihmal edilmemesi gerekir. (Karamânî, vr. 6b-7a)
Müellife göre günahlardan tövbe etmenin birtakım yolları vardır: Hak ihlallerinde hasımlarla helalleşmek mümkün
ise helalleşmek gerekir. Mümkün değil ise sıdk ve ihlâsla Allah’a yalvarmak gerekir. Allah dilerse hak sahibini razı
eder. Allah Teâlâ kulun kalbinde ihlâsı görünce hasımlarını fazlından ve lütfundan ondan razı eder. Allah rahim, rauf
ve kerimdir.
Karamânî ehl-i tövbeyi de üç mertebeye ayırır: Bunlar avamın, havasın ehassu’l-havassın tövbesidir. Kulun tâatlerin terkinden tövbe etmesi, zâhirî günahları işlememesi avamın has bir tövbedir. Kötü huylardan arınması havassın
tövbesi, masivadan/sivallah arınmak ise, ehassu’l-havassın makamıdır. Masivallah demek olan her iki dünyadan da
yüz çevirmektir. Tâat ve ibadet açısından her kim birinci makamda olursa hemen ikinci makama yükselemez. Çünkü
daha yüksek bir makama çıkmak isteyen öncelikle bulunduğu makamda sabit kadem olmalı, oradaki konumunu sağlamlaştırmalıdır. İkinci makamdan üçüncü makama geçmek isteyenler için de aynı durum söz konusudur. İllaki bulunduğu konumu güçlendirip tövbesini tecdit etmelidir.
Tövbenin en zor basamağı üçüncü basamağıdır. Bu mertebeye çıkmada sâlikin yardımcısı Allah Teâlâ’dır. Müellif
tövbenin nasıl yapılacağını da uzun uzun anlattıktan sonra Allah Resulünün tövbekârlar hakkındaki şu müjdesini verir:
“Kulunun tövbe etmesinden dolayı Allah Teâlâ’nın duyduğu memnuniyet, sizden birinin ıssız çölde kaybettiği
devesini bulduğu zamanki sevincinden çok daha fazladır.” (Buhârî, Daavât 4; Müslim, Tövbe 1, 7, 8; Müslim, Tövbe 7. Ayrıca bk. Tirmizî, Kıyâmet 49, Daavât 99; İbni Mâce, Zühd 30; Bkz., Karamânî, vr. 6a-11a.)
3. Takvâ ve Verâ: Öncelikle şunu belirtelim ki, müellif bu bölümü oldukça geniş olarak ele almış, nefis, nefis ve
şeytanla mücadele, şeytanın hile ve dürtüleri uzlet, havâtır, acele ve korku, takvânın merkezi olarak kalp gibi hususları
da bu başlık altında insicamlı bir şekilde değerlendirmiştir. Karamânî’ye öncelikle kavramı Kur’ân-ı Kerîm açısından
ele alır. Takvâ kavramı Kur’ân-ı Kerim’de üç boyutu ile ele alınmıştır. Bunlardan birincisi, haşyet ve heybettir. İkincisi
tâat boyun eymek anlamına gelen takvâdır. Üçüncüsü ise kalbi günahlardan arındırmaktır. Gerçek takvâ budur.
Ona göre takvâ bazı gereklilikleri karşılamayı şart kılar. Bunlardan birincisi uzlet yani insanlardan uzaklaşmayı gerekli kılar. İkincisi şeytanın vesvese ve iğvalarından korunmayı gerekli kılar. Üçüncüsü nefse karşı cihadı öngörür.
Dördüncüsü dünyadan yüz çevirmeyi icap ettirir. Halktan uzaklaşmanın anlamına gelince bu hususta insanlar iki kısımdır. Birincisi beyan ve hüküm açısından halka ihtiyacı olmayandır. Cuma ve bayram namazları gibi cemaate katılmayı şart kılan haller hariç insanlardan uzlete çekilmesi gerekir. Zira insanlara katılırsa onun için iki olumsuz durum
ortaya çıkar: Onlara uymaya çalışsa, ahireti elden gider. Muhalefet etse dünya hayatında sorunlar çıkacaktır. Bu kişinin
çevresindekiler ya onu methederek şişirip kibre sevkedecekler ya da onu zemmederek yermeye çalışacaklardır. Her iki
durumda olumlu değildir. İmam Şa’rânî, uzletin kişiyi kötü arkadaşlardan koruduğunu söyler. Fudayl b. İyaz (r.a.)
Hazretleri de “İçinde yaşadığımız zaman dilini muhafaza etmen, mekanını gizlemen, kalbini tedavi etmenin tam zamanıdır” buyurur. Süfyâni Servî ise “Zaman sükut, eve kapanma ve ölünceye kadar aza tamah etme zamanıdır”. Bir
şiirde ise şair, “Ben insanları tanıdıkça onların gıybetini yapmıştım. Tanımadıklarımdan Allah razı olsun” der. Yine
başka bir sözde “Aslandan kaçar gibi insanlardan kaç” buyurulmuştur. Veysel Karanî Hazretleri de “Ziyaret etmek,
karşılaşmak, süs ve riyânın göstergesidir”
Uzlet açısından bir diğer insana gelince bu kişi dinde ilimde mukteda bir kişi ise toplumdan uzaklaşması yanlış
olur. Zira Allah Resulü (s.a.v.) “Bid’atler baş gösterdiğinde âlimler sükut ederse, Allah’ın laneti onun üzerine olsun”
buyurmuştur. Eğer sözleri kabul ediliyorsa insanları hak yola çekmeye çalışmalıdır. Batıl işlerinde onlara muhalefet
etmelidir. Hz. Ömer Efendimiz bu durumu kaynağına ulaşamadığımız bir sözünde şöyle dile getirmiştir: “Geceleyin
uyusam nefsimi, gündüzleyin uyusam raiyet mesuliyet veya rağbetimi kaybedeceğim. Hangi zamanımı uykuya ayıracağımı bilemiyorum” (Karamânî, vr. 11a-14b).
Müellife göre insanoğlunun baş düşmanı şeytan ile mücadeleyi bilmesi çok mühimdir. “Ve de ki: Ey Rabbim! Onların benim yanımda bulunmalarından da sana sığınırım!” (Mü’minûn, 23/97) âyet-i kerîmesini bu minvalde değerlendirerek bizlere “Bu sözleri söyleyen Hz. Muhammed (s.a.v.) olduktan sonra sen nicesin şeytanın hileleri karşısında
konumun nedir” diye sorar. “Ey Ademoğulları! Size, şeytana kulluk etmeyin; çünkü o sizin için apaçık bir düşmandır
diye bir and vermedim mi?” (Yasin, 36/60) âyet-i kerîmesinde belirtildiğine göre şeytan zorlu bir düşmandır. Onunla
arkadaşlık söz konusu olamaz. Şeytan durup dinlenmeksizin seni sürekli bozmak ve yoldan sapıtmak ister. Nitekim
âyet-i kerîmede “Dedi ki: ‘Madem öyle, beni azdırdığından dolayı onlar(ı insanları saptırmak) için mutlaka senin
dosdoğru yolunda (pusu kurup) oturacağım.” Sonra onlara önlerinden, arkalarından, sağlarından ve sollarından
sokulacağım. Böylece sen onların çoğunu şükredenlerden bulmayacaksın” (A’râf, 7/17) buyurulur. Karamânî âyet-i
kerîmeden aldığı ilhamla ‘Hal böyle iken durumun ne olur?’ diye sorar. İnsanın meşgaleleri çoktur, şeytan bizi gördüğü halde biz onu göremeyiz. Biz onu unuturuz o bizi unutmaz. Üstelik içimizde şeytanın yardımcıları vardır. Bu unsurlar şeytana düşmanlık etmez. Aksine şeytanı tasdik ederler. Şeytanın amacı bütün insanları yoldan saptırmaktır. Şeytanın silahlarını kuşanıp mücadeleye hazırlandığı gibi, bizim de silahları kuşanıp şeytanla mücadeleye hazırlanmamız
KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II ■ 433
gerekir. Karamânî’ye göre çare istiâzedir.3 Zikre devam etmektir. Şeytan sırt çevirip gitti ise “elhamdülillah” demek
gerekir. Gitmedi ise bilelim ki Allah’tandır “minallah” demek gerekir. Allah kendi yolunda sabr u sadakatimizi ölçmek
ister. Şeytanla olan imtihanımız bu imtihanın ta kendisidir.
Müellife göre şeytanla savaşmanın üç yolu vardır. Birincisi onun hilelerini bilmektir. İkincisi şeytanın davetine kulak asmamaktır. Bu anlamda şeytan havlayan bir köpek gibidir. Üzerine gidersen saldırır. Yüz çevirirsen sükût eder.
Üçüncü yol zikre devam etmektir. Allah Resulü (s.a.v.) “Allah’ı zikretmek şeytanın bedeninde insanın bedenindeki
kanser gibi amansız bir hastalık etkisi yapar” buyurur.
Müellif bu meyanda genel olarak havâtır olarak isimlendirilen sâliki çokca meşgul eden düşünce hususunu ele alır.
Ona göre dört çeşit düşünce vardır: Bunlardan bir kısmı mutlak düşünce ki bu Allah’tandır. İlham gibi olan düşünceler
vardır. Bu da meleklerdendir. Vesvese türü düşünceler şeytandandır. Heva u heves türü arzular vardır. Bunlar nefis
kaynaklıdır. Nefis lezzetlere meyleder. Nefisten gelen sadece şer olup içinde en küçük bir hayır yoktur. Vesvesenin bir
diğer kaynağı şeytan olup, başlangıçta kişiyi kandırmak maksadı ile hayır gibi görünse de ondan da sadece şer sudur
eder. Melek kaynaklı ilhamlar mahza hayırdır. Melekler insanın hayrını isterler. Nasihat amacı ile ilham getirirler.
Allah’tan gelen düşünce ise bazen izzet ve ikram olarak hayır sonuçlu, bazen de imtihan amaçlı şer sonuçludur. Ama
unutmayalım ki, imtihanı kazanmanın sonucunda Allah’ın muhabbeti vardır.
Bir düşüncenin hayır mı şer mi olduğunu anlamak için üç kıstasa ihtiyaç vardır. Birinci fasıl hayır ve şer düşüncelerin arasındaki dört ölçütle belli olur. Öncelikle kalbindeki düşünceyi şerîata arz etmektir. Eğer şerîata uygunsa o hayırlıdır. Eğer açık bir şekilde şerîata aykırı ise (içinde ruhsat, fetva veya şüpheli bir şey) o şer bir düşüncedir. Bu ölçütlerle düşüncenin niteliğini tespit edemeyen kişi meseleyi bir mürşîd-i kâmil ya da âhiret alimlerinden birine arz etmelidir. O hayır derse hayırdır şer derse şerdir. Bu ölçütle de belli olmaz ise Allah’ın salih kullarına iktida etmek gerekir.
İktida da bir hayır var ise hayırlıdır. Yoksa şerlidir. Bununla belli olmaz ise bu sefer nefse ve hevaya göstermek gerekir. Eğer nefis ondan çekiniyor ve tiksiniyor ise o düşünce hayırdır. Israrla ve sevgi ile isterse ve hileli bir meyille isterse bil ki şerlidir. Bu dört ölçütten biri ile hayır ve şer olan düşünceler birbirinden ayırt edilebilir. Hidayeti veren Allah’tır. (Karamânî, vr. 16a-19a)
Bir başka husus da, şeytandan gelen şer düşünceyi ve nefisten veya başlangıç olarak imtihan amaçlı Allah’tan gelen şerli düşüncenin nasıl ayırt edileceğidir. Bunlar arasındaki ayrım, üç açıdan tefrik edilebilir. Eğer o şer, sağlam
muhkem ve tek durumda ise,Allah’tan gelmiş olup, imtihan içindir. Gelen düşünce titrek ve tereddütlü olarak görürsen
o şer düşence bil ki şeytandandır. Bazı bilginler demiştir ki heva u nefsin meselesi asabi olarak savaşan savaşçı gibidir.
Kanını akıtmadıkça dönmeye niyeti yoktur. Şeytanı da kurta benzetmiştir. Bir taraftan sürüden uzaklaştırmaya çalışırsan başka taraftan yaklaşmaya çalışır. Böylece heva u nefis, bir düşünceye odaklandığı zaman illa ki onu şere dönüştürmek ister. Şeytan da girdiği zaman, zarar vermek ister.
İkinci açıdan o şerli düşünce bir günah işledikten sonra kişinin kalbine gelirse o Allah’tandır. Ya bir imtihan içindir ya da o günahın çirkefliğini göstermek içindir. Âyet-i kerîmede “Yaptıkları onların kalplerine kir oluverir. İşte o
günah kirinden kaynaklanan bir düşüncedir” (Mutaffifin, 83/14) buyrulur. Eğer bu şerli fikir bir günahın işlenmesinden sonra değil de bir başlangıç ise bil ki bu şeytandandır. Seni günaha sokmak ister. Üçüncü açıdan o iki şerli fikir
arasındaki fark, eğer o kötü fikrin Allah’ın zikri ile azaldığını görürsen bilki heva u nefistendir. Allah’ı zikirle azalmaz
ise bil ki kesin olarak şeytandandır. (Karamânî, vr. 19a-19b)
Bir başka hususta Allah’tan gelen hayır düşünce ve fikri ve melekten gelen hayır düşünce arasındaki fark arasındadır. Bu iki hayır kaynaklı düşüncenin arasındaki fark, üç vecihle mümkündür. İlk vecih eğer o hayırlı düşünce, kuvvetli ve samimi ise kaynağı Allah’tır. Eğer tereddütlü olup git gel yaşanıyor ise, melek kaynaklıdır. O melek bir nasihatçı konumundadır. Hayırlı düşünceyi belki yaparsın diye telkin eder. Kalbe gelen hayırlı düşünce Allah’tan mı melekten mi olduğunu bilmenin ikinci yolu, eğer bir cihad arkasında ise, kaynağı Allah’tır. Âyet-i kerîmede “Bizim hakkımızda (bize doğru) çabalama gösterene hidayet edeceğiz” (Ankebût, 29/69) buyrulmaktadır. Sonuç olarak, bir çabalama sonucunda gelen bir hayırlı düşüncenin kaynağı Allah’tır. Çabalama olmadan gelirse melektendir.
Üçüncü açıdan hayırlı düşüncenin kaynağını bilmek ise, eğer o düşünce, usul amellerden ise, kaynak Allah
Teâlâ’dır. Furu’ amellerden ise kaynak meleklerdir. Çünkü melek bir çok alimin dediğine göre, insanın gizli saklı hallerini sırlarını bilemez. Şeytanın dürtüleri ise şöyle anlaşılır. O düşünce içinde iken kalbin korkusu yok ise, acele var
ise, sabır yok, güven yok, basiret yok ise, o düşünce şeytandandır. Ondan uzak kaçmak gerekir. Eğer nefis, vicdan
rahat değil ise, korkuyor, sevmiyor ise bilinmelidir ki, bu düşünce nefsin hoşuna gitmese bile Allah’tan gelen bir düşüncedir. Sonucunda imtihanı kazanmak ve kaybetmek vardır.
İnsan hayatını etkileyen ve nefis ve şeytanın insanları aldatmada kullandığı önemli unsurlardan biri de “acele” ve
“korku”dur. Acele-i memdûha ve acele-i mezmûme olmak üzere acele iki çeşittir. Allah Resulü (s.a.v.) farklı iki versiyonunu verdiğim şu hadisde “Acele şeytandandır. Kaynağı şeytandır mezmûmdur” “el-Enâtü minallâh vel ʿaceletü
3
Sözlükte “sığınmak, korunmak” anlamındaki avz (ıyâz, meâz) ile bu kökten türeyen istiâze aynı mânaya gelir. Terim olarak her türlü kötülükten korunabilmek
için sözle Allah’ın yardım ve himayesini istemeyi ifade eder ve bunun için “eûzü, maazallah” (Allah’a sığınırım), “neûzübillâh” (Allah’a sığınırız) ibareleri kullanılır.
Aynı kökten türeyen taavvüz de istiâze anlamındadır. (Bkz., Muhsin Demirci “İstiaze”, DİA., 23, 2013, ss. 318-319.)
434 ■ KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II
mineş-şeytân” “Acele etmek şeytandan, teenni (ile hareket etmek) Rahmandandır.) (Tirmizi, Birr ve Sıla, 64) buyurmuştur. Beş yer hariç acele memdûh bir durumdur: Ergenliğe ulaşmış kızı evlendirmekte, borçları ödemekte, ölüleri
techiz etmekte, misafirleri ağırlamakta, günah işler iken tövbe etmekte acele etmek Rahmanî olup şeytani yani
mezmûm değildir. Havf yani korkuya gelince ya amelleri tamamlamadaki düşünce ya da Allah’ın kabulü anlamındaki
endişedir. Basiret ise yapılan işlerin akibetini kalben görmektir. İleri görüş o işin gerçek olmasını ya da ahirette onun
sevabını beklemektedir.
Şeytan hile ve dürtüleri ile yedi yönden insana yanaşmak ister: İbadete engel olmak, tövbeyi geciktirmek. Kişi
bunları önleyebilir. “Dünyaya ahiret azığını temin için geldim. Ne için tövbemi geciktereyim. Ecel benim elimde değildir” diye karşılık verir. Acele etmeye çağırdığında sabır ile karşılık verir. İnsanlara gösteriş yapmaya çağırdığında
“Allah’ın görüp bilmesi yeterlidir”der. Böbürlenmeye çağırdığında “Hamd ü minnet ve tevfik Allah’tandır” der. Onu
gizli amel yapmaya çağırdığında “Yani gizli amel yap da Allah sana kapı açsın” dediğinde “Ey mel’un! Şu ana kadar
amelimi ifsad etmeye çalıştığın yetmiyormuş gibi şimdi de hulûsiyetime mi karışmaya çalışıyorsun. Ben Rabbimin
kuluyum. Efendim nasıl ister ise öyle yapsın” karşılık verir. Sonra şeytan ona der ki: “Bu kadar zahmet çekmene gerek
Rabbinin ihtiyacı yoktur. Zira eğer said/ salih olanlardan isen ibadeti bıraksan da bir zararı olmaz. Eğer şakî olanlardan isen bu kadar tâat yapmanın bir anlamı yoktur.” Kişi burada şeytana şöyle cevap vermelidir: “Ben Rabbimin
kuluyum emrine ve ubudiyyetine imtisal ediyorum,menfaatim, zararım onun elinde ve saadet ve şekavetim ona bağlıdır. Ben ona muhtacım. O bana muhtaç değildir. Ben günah işler isem azaba düşer kalırım. Ama ben ibadet eder isem
dilerse cennetini, diler ise cehennemini verir. İtâatkar olarak cehennemine girmeyi, isyankar olarak girmeye tercih
ederim. Ve vaad etmiş ki imanla kendisi ile karşılaşanın tâati zere miktarı kadar zayi olmayacak. O vaadinden hulf
etmez. Vaadine sadıktır” diye şeytana karşılık verir. (Karamânî, vr. 21a-22b).
Müellife göre takvâ kalbe ve ahlaka matuftur. Reziletleri terketmek, faziletlere yapışmak demektir. Bu da kalbin
manevi işidir. Kalp padişah konumundadır. Diğer organlar kalbin hizmetçileridir. O ıslah olursa diğer organlar da ıslah
olur. Islah olmayıp ifsad olursa diğer organlar da ifsad olur. Kalp; akıl, halis niyet, güzel ahlak, sıfat-ı mahmude, sağlam akide, ilim çeşitlerine, tevhîd makamlarına bir define konumundadır. Muhafazayı hak eden bir definedir. Hırsızlara karşı korumayı gerektirir. Kalp definesinin hırsızı olan şeytana karşı muhafaza edilmelidir. Zira şeytan sürekli ondan
bir şeyi çalma peşindedir. Gerçekte kalp; göz, kulak, dil ve diğer organlar gibi değildir. Bütün bu organlar istirahate
geçer Ama kalbin düşüncelerden dolayı istirahate çekilmesi mümkün değildir. Bu fikir ve düşünceler şeytanın okları
mesabesindedir. Şeytan kalbi öldürmek için onu ok/düşünce yağmuruna tutar. Kalbi özellikle kibir ve gururdan korumak gerekir. Şeytan kibirle serkeşlik etmiş, Bel’am, ‘Ben kendi bilgimle kazandım’ demek sureti ile kibirli davrandıklarından helak olmuşlardır. Çeşitli faziha/kir ve kabahatlar ile içlerini kirleterek Allah’ın yüce dergahından kovulmuşturlar.
Kalbin bu durumda olduğunu anladıktan sonra kalbin ıslahına çalışmak gerekir. Bilinmelidir ki kalbin doksan hastalığı, doksan tane tedavisi vardır. Müeelif bunların tamamını eserine alamamaktadır. Fakat dört önemli husustan bahseder. Bunlar: Tul-i emel, acele etmek, haset ve kibirdir. Bu dört hastalığın tedavisi kasr-ı emel, teennî, sabır, nasihat
ve tevazudur.
Acele kalplerde olan bir husustur. Onun zıddı olan teennî ise işleri sabırla yavaş yavaş yapmaktır. Teennî ile tevfik
arasında fark vardır. Teennî sabırdır. Tevfik ise Allah Teâlâ’nın kuluna vermiş olduğu bir muvaffakiyettir. Acelenin
her çeşidi olumlu değildir. Onun için ifrat ve tefritten uzak durmak gerekir. Allah Resulü (s.a.v.): “Bu dîn-i mübîn-i
İslâm sağlam temellere sahiptir. Yavaş yavaş temeline inmeye çalış. Zira çok acele eden binek ne yol katedebilir, ne de
yükünün altında kendine sırt bırakır”4 buyurmaktadır. İnsan bazen bir ihtiyacının giderilmesi için dua eder. Fakat duasında acele eder. Ya da bir insanın zulmüne uğrar. Onun helaki için dua eder. Bu sefer haddini aşmış olur. Bunlar doğru davranışlar değildir. İbadet yaparken bazen çok yapayım diye acelesinden verâ ve takvâyı kaçırmıştır. Müellife göre
acele etmek çoğunlukla pişmanlık ve kınama getirmiştir. (Bkz., Karamânî, vr. 50a- 53b)
Müellife göre nefis en zararlı düşmanlarından biridir. Belası büyük, çaresi zor, derdi tehlikeli, tedavisi müşkil bir
durumdur. Nefsin bazı özellikleri şunlardır: Nefis evin iç düşmanıdır. Hırsız evin içinde ise çaresi çok daha zordur.
Nefis sevilendir. İnsan sevdiği şeyin ayıbını göremez. İnsan nefsinden gelen çirkefleri güzel görür. Nerede ise ayıbını
göremez. Halbuki o nefis insanın zararına çalışır. Fakat kişinin haberi yoktur. Her fitne ve afetin başı nefistir. İşin içinde mutlaka nefis vardır. Ya şeytanla beraber ya da tek başına nefis insanı felakete sürükler. Nefis ve şeytanın kullandığı
iki ana silah kıskançlık ve şehvettir. Hz. Adem ile olan meselesinde Şeytan kibirle Allah’a karşılık verip sapıtmıştır.
Habil Kabil, Harut ve Marut olaylarını da akıldan çıkarmamak gerekir. Bunlar hep kıskançlık ve şehvet ile yoldan
çıkmıştır. Bu yolla aldatmalar kıyamet gününe kadar halkın arasında devam edecektir.
Bu yolun yolcularına göre, nefsin hevası üç şey ile kırılabilir. Bunlar: Nefsi isteklerinden alıkoymak, ibadete ağırlık vermek, Allah’tan yardım istemektir. Nefse karşı bu yöntemlerle mücadele edilir ise nefis teslim olur. Şerrinden
emin olunur. Ağzına takvâ gemi vurulmuş olur. Müellif bu cümleden hareketle uzun uzaduya takvâ kavramı üzerinde
durur. Takvânın üç derecesi vardır. Ona göre bunlar; şirkten bid’atten ve günahlardan uzak durmaktır. Takvâ kavramı4
Kaynağına ulaşamadım
KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II ■ 435
nı âmi/avamların, havvassın, ehassu’l-havassın takvâsı olarak derecelendirmek mümkündür. Bu dereceleri kendisinde
toplayan ise, takvânın mükemmelliğine kavuşmuş olur. Takvâ içsel ve dışsal olmak üzere ikiye ayrılır: Dışsal olan
takvâ; günahı işlememek, nefsini fuzuli şeylerden muhafaza etmek olup, bu da, göz kulak, dil, avret, elleri ayaklar,
karından oluşan atâ-i seb’anın/yedi uzuv muhafazası ile mümkündür. İçsel olan takvâ ise, ahlakı temizlemek ile mümkündür. Reziletlerden uzak durmak, faziletleri işlemektir. Dışsal/sûrî takvâ: Yedi uzva bağlı olarak yedi babda açıklanır.
İnsan vücudundaki tüm uzuvları yaratan Allah (cc.), gözü önce kendisini görmek için, sonra cennetteki huri, vildan ve nimetleri görmek için yaratmıştır. Allah (c.c.) haramlara bakmayı yasaklamış, hor bakmayı, pisliğe bakmayı,
avret mahalline bakmayı mekruh etmiştir. Zira böyle şeylere bakmak insanın kalbinde kötü fikir ve vesveselerin doğmasına neden olur. Nitekim âyet-i kerîmede “Müminlere de ki gözlerini kapatsınlar, avret mahallerini kapatsınlar. Bu
onlar için daha temiz bir yoldur” (Nûr, 24/30) buyurulmuştur. İnsanların mallarına göz dikmek de olumsuz bir bakıştır. Hz. İsa (a.s.)’a atfedilen bir sözde “Dünya ehlinin mallarına bakmayın. O malın parlaklığı imanınızın gitmesine
neden olur” buyurulur. Gözünü haramdan sakınan kalbini korumuş olur. Gönül vesvese ve fitnelerden asude olarak
rahat etmiş olur.
Allah kulağı; kelamını, selamını ve cennetteki meleklerin kelamını işittirmek için yaratmıştır. Dünyada ise Kur’ânı Kerîm’i, peygamberlerin, velilerin kelamını işittirmek için yaratmıştır. Meşru işlerini onunla yapabilmemiz için yaratmıştır. Kulağını bid’at ehlinin konuşmasından ve gıybeti dinlemekten, çalgı seslerinden ez cümle bütün malayani
işlerden muhafaza eylemek şarttır. Zira dinleyen ortaktır. Her sesin zararlısı vardır, faydalısı vardır. Zararlısı adeta
zehir gibidir. Elem ve acısı daha fazladır. Zehirli sözler, zehirli yemekten daha tesirlidir. Çünkü kalbe tesir eder. Kötü
düşünce, fikir ve vesveseleri kalbe doldurur. Bu bağlamda “Ok yaralarının iyileşmesi mümkündür, dil yarasının iyileşmesi mümkün değildir” denilmiştir. İşin özü kulağını boş sözlerden koruyan rahat eder.
En muhafaza edilmesi gereken uzuv ise dildir. İnsanın uzuvlarından en serkeş ve yaramaz olan dildir denebilir. Allah Resulü (s.a.v.): “İnsanları yüz üstü cehenneme sürüklemeye sebebiyet veren şey dilidir” (Hâkim, IV, 319/7774)
buyurmuştur. Bir adam Resulullah (s.a.v.)’e giderek vücudumdan en korkulanı hangisidir? diye sorduğunda Allah
Resulü (s.a.v.) iki mübarek parmağı ile dilini tutarak, ‘Bunu muhafaza eyle’ buyurmuştur. Bir başka rivayete göre ise:
“Beni âdem sabahlayınca bütün uzuvlar dile şöyle yalvarırlar: ‘Eğer sen düzelir isen biz de düzelmiş oluruz. Eğer sen
bozulursan biz de bozulmuş oluruz. Onun için kendini düzelt’ derler.” (Tirmizi, Zühd 61) Malik bin Dinar da bu hususta şöyle buyurur: “Kalbindeki katılığı, bedenindeki gevşekliği, rızkındaki darlığı görürsen bil ki sen malayanilere
dalmışsın.”
Allah (c.c.) lisanı zikir kitabını okumak ve irşad için yaratmıştır. Dil, kalbin tercümanı, dünyevî ve uhrevî işlerini
görebilmenin aracı olarak Allah’ın kula bahşettiği bir nimettir. Gayri yolunda kullandığında küfrân-i nimet olur. Dili
fuzuli olan mübahlardan bile muhafaza etmek gerekir. Kiramen katibin gereksiz yere meşgul edilmiş olur. Amel defterimiz gereksiz şeylerle doldurulmuş olur. Bu fuzuli şeyleri kıyamet gününde Allah’ın huzurunda okutmuş oluruz.
Karamânî boş konuşmalara bir örnek olarak uzun uzadıya anlatılan yolculuk hikayelerini örnek vermiştir. Bu tür
anlatımlara bir de yalan katılır ise zararı büyük olur. Allah Resulü (s.a.v.): “Kendisini (doğrudan) ilgilendirmeyen şeyi
terk etmesi, kişinin iyi Müslüman oluşundandır.” (Tirmizî, Zühd 11; İbni Mâce, Fiten 12) Yine başka bir başka hadîsi şerîfte ise “Fuzuli konuşmaktan kendini sakındırıp, fuzuli malını verene müjdeler olsun” buyurmuştur. Öyle ise
dilimize sahip olmamız gerekir. Örneğin kul ‘Allah (c.c.) ve ben dilersem bu iş olur’ diyemez. Ancak ‘Allah diler ise
(ben de/cüz’i irademi kullanır) diler isem bu iş olur’ diyebilir.
Yalan, gıybet, alay etmek gibi haram konuşmalar ise büyük günahlardandır. Allah Resulü “Yalan konuşup da insanları güldürene azap olsun” buyurmuştur. Başka bir hadîs-i şerîfte, yalan munafıklığın vasıflarından biri olarak
kabul edilmiştir. Başka bir hadîs-i şerîfte “Bir insan yalan söylediği zaman yalancının kötü kokusundan melekler bir
mil kadar yalancıdan uzak dururlar” buyurulmuştur. Bazı yerlerde yalana cevaz verilmiş ise de bu işin fetvâ boyutu
olup, takvâ sahipleri için geçerli değildir. (Karamânî, vr. 22b-30b)
Dilin afetlerinden biri de gıybettir. El işaretiyle göz ve yüz mimikleri ile veya herhangi bir ima ile itham etmek de
gıybete girer. Yine gıybetten hoşlanmak da gıybet gibidir. Alayın haramlığının delili ise Hümeze suresinin ilk ayetidir: “Veyl o insanları çekiştirip kaş göz işaretleriyle alay edenlerin bütününe” (Hümeze, 32/1) ve daha başka bir çok
âyet vardır. “Gıybet zinadan beterdir” hadîs-i şerîfi ise bir başka delildir. Çünkü zina eden tövbe eder. Allah (c.c)
onun tövbesini kabul edebilir. Gıybete gelince; gıybeti yapılan kişiden helallik dilemek lazımdır. Gıybet eden elinde
bir sapan tutup iyiliklerini sağa sola dağıtan kişi gibidir. Allah (c.c.) Musa (a.s.)’a: “Gıybet üzerine ölen, ilk cehenneme girendir. Gıybetten tövbe eden ise cennete girenlerin sonuncusudur” şeklinde vahyetmiştir. Yine “Üç şey bir
mecliste bulunduğunda Allah (c.c)’ın rahmeti o meclise inmez: Dünyayı zikretmek, kahkaha atmak ve gıybet yapmak” buyrulmuştur. Gıybetin en kötüsü ise riyâkar olan insanların gıybetini yapmaktır. Rasulullah (s.a.v) buyuruyor
ki; “Her kim müslüman kardeşinin mahremiyeti hakkında gıybette bulunursa; Allah tarafından kıyamet gününde o
şahıs utandırılmayı haketmiştir” buyurulmuş, başka bir hadîs-i şerîfte ise gıybetin yetmiş kadar kapısı olduğu dile
getirilmiştir. Gazzali; “Gıybeti dinleyen halkın o meclisi terk etmediği müddetçe gıybetin vebalinden kurtulamaz.
Kalkmaya gücü yetmiyorsa kalben tiksinmelidir. Kalkabiliyorsa kalkmalı, Konuşmayı kesebiliyorsa başka bir ko-
436 ■ KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II
nuşmayla kesmelidir” buyurmuştur. Bazı yerlerde gıybete ruhsat verilmiştir. Bir kul hakkı ihlali olan gıybet mutlaka
telafi edilmeli, gıybete konu olan kişi ile helalleşilmelidir. (Karamânî, vr.30b- 34a)
Diğer bir dil afeti olan nemime, saklı olması istenen sözü başkasına taşımaktır. Velev işaret ve mimiklerde de olsa, söz veya fiil, eksiklik, alay şeklinde de olsa haramdır. Bu kavram değişik kitaplarda “kettat ve seâye” gibi tabirler
ile dile getirilmiştir. Bazıları nemime ile kettat arasında fark görmüşlerdir. Nemmamlığa söz taşıma, kettata kulak
misafirliği yapıp sözü taşımak demişlerdir. Seâye ise ondan korkulan kimseye iletmek ihbar etmek olarak tanımlanmıştır. Böylece mâna bakımından aralarında fark dile getirmişlerdir. Allah Rasulü (s.a.v)’den bu hususta: “Nemmam
cennete giremez” (Buhari, Edeb, 50; Müslim, İman, 169, 170) “Ancak zina evladı veya onun konumunda olan söz
taşıyabilir”, “Nemmamlar maymun suretinde kıyamete (mahşere) geleceklerdir”, “Kabir azabının üçte biri nemimedendir” gibi birçok hadîs-i şerîf varid olmuştur. (Karamânî, vr.34a- 35a)
Dil afetlerinden mira’ ve cidal de çok tehlikelidir. Mira’, başkasının lafına itiraz etmek, onu ve konuştuğu şeyi
yermek, cidal ise münakaşa edip onu düşük bir hale getirmektir. Onun konuşmasını tamamen bir cehalet eseri olduğunu göstermektir. Mira’ ile cidal arasında kaynak bakımından fark vardır. Mira’ böbürlenmekten, gururdan gelir.
Yani kendisinin karşısındakinden daha üstün olduğu iddiasına dayanır. Cidal ise karşısındakini yıpratmak istemektir.
Allah Rasulü (s.a.v)’den bu hususta birçok hadîs-i şerîf sadır olmuştur: “Haklı olduğu halde mira’ı terkeden kişi cennetin üst makamlarında bir evi hak etmiştir. Haksız olduğu halde de mira’ı terkedene de cennetin içinde bir evi hak
etmiştir” (Tirmizi, Birr 58), “Mira’ı terketmedikçe imanın hakîkatına (kemaline) erişemez”, “Kardeşinle mizah ve
mira’ etme” bunlardan bazılarıdır. (Karamânî, vr.35b- 36a)
Bir başka dil afeti olan mizah ise, güldürücü konuşmalar yapmak olup, vakaret ve muhabbeti azaltır. Hz. Ömer
(r.a): “Mizahçı insan gözlerde hafiftir. Yalancının hayası az takvâsı az, kalbi ölü konumdadır” buyurmuştur. Hadîs-i
şerîfte, “Adam etrafındakileri güldürmek için bir konuşma yapıyor ve onunla cehenneme düşüyor” buyurulmuştur.
“Herşeyin bir tohumu vardır. Düşmanlığın tohumu ise mizahtır” buyurulmuştur. Mizah güzellik ve takvâyı giderir.
Kalpleri katılaştırır. Dostluğu keser (bitirir) denilmiştir. Velakin içinde gıybet, yalan, başkasının eziyeti olmaması
şartıyla bazen çocuk ve kadınların gönlünü ve sohbetinde oturanların gönlünü almak için mizah caiz kabul edilmiştir.
(Karamânî, vr.36a- 36b.)
Medhetmede altı tane âfet (musibet) bulunmaktadır. Bunlardan dört tanesi meth edene iki tanesi de methi yapılana aittir. Bu âfetler şunlardır: Metheden çoğu zaman övülende bulunmayan bir niteliği söyler. Bununla kezzap olur.
Onun methinde yapmacık bir sevgi sergiler. Bu ise, münafıklığın alametidir. Methedilende olmayan bir özelliği abartarak söyler. Örneğin “Âdil’dir,” “takvâ sahibidir.” Bu övgüler methedileni sevindirir. Ama çoğu zaman methedilen
fâsık veya zalim olabilir. Allah Rasulü (s.a.v): “Fasık ve zalimi metheden kişi onlara katıldığı için gıybeti hak eder.
Zira zalim ve fasıkın gıybetini yapmak caizdir”5 buyurmuştur. (Karamânî, vr.36b- 37a)
Hiciv, suhriyye ve istihza da dil afetlerindendir. Hiciv methin zıddıdır. İstihza ve Suhriyye ise karşı tarafı gülünç
bir hale getirmektir. Buna teşebbüs edenler için büyük azap vardır. (Karamânî, a.g.e., vr. 37b-38b.)
Dil afetlerinden iftiranın hükmü ise şöyledir. Her kim günahsız/beri olan bir kişiye iftira atarsa cehennemliklerin
çöplükleri içerisinde cehenneme hapsedilir. Allah (c.c)’ın lanetine maruz kalır. Küfür ve her türlü dil aşırılıkları haramdır. Hadîs-i şerîfte fuhşiyyat ve küfür söylemenin münafıklığın şubelerinden olduğu dile getirilmiştir. Öyle ise
sırları ifşa etmek ve lanetten dili korumak gerekir. Lanet eden kişi dünyada şehadet, ahirette de şefaatçi mertebelerine
ulaşamaz. (Karamânî, vr.38b- 39a)
Sirsar/gevezelik etmek kendini batırmak ve yapmacık, boş sözlere katılmak, kadın ve fasıkların hikayelerini anlatmak, kibirli konuşmak gibi şeyler bu vecihdendir. Âyet-i kerîmede belirtildiği üzere bu tür kişilere cehenneme
niçin atıldıkları sorulduğunda “Batıl inançlara dalanlarla beraber biz de dalardık” (Müddessir, 74/45) diyeceklerdir.
Konu ile ilgili hadîs-i şerîf ise şöyledir: “Ümmetimin en şerlisi her türlü nimet içerisinde yüzen, istediğini giyen, kibirli olarak konuşanlardır.” “Sirsar” kelimesinin karşılığı ise tam olarak gevezeliktir. Hadîs-i şerîfte: “Allah’ın en fazla
sevmediği grup olarak gevezelik (sirsar) yapanlardır” diye buyrulmuştur. “Çok konuşan çok yanılır” denilmiştir.
(Karamânî, vr.39a- 39b).
Hülasa dili afetleri, lisanı muhafaza etmek için edeb ve inceliklerine riayet etmemenin sonucu ortaya çıkar. Örneğin: bir adama “Allah’a ve sana güvendim” demek yanıltır. Doğrusu “Önce Allah’a güvendim sonra sana” şeklindedir. Halk arasında yaygın olan “Felek şunu yaptı, zaman şunu yaptı” ifadeler yanlıştır. (Bir kader unsuru olarak
felek kavramına bkz., Yüceer, 2001: ss. 127-161) Ya da bir fasıka veya bir zalime dua eder mahiyette “Allah sana
uzun ömür versin.”demek yanlıştır. Meşayih ve salih kullarının konuşma üslubuna dikkat ederek dikkatli bir uslup
geliştirmek gerekir. (Karamânî, vr.39a- 39b)
Korunması gereken diğer bir önemli husus avret/namustur. Allah cennete özgü huri adı verilen hanımlar yaratmıştır. Hakeza dünyada da neslin devamı için hanımlar yaratmıştır. Nikahı helal sefahı haram kılmıştır. Âyet-i
kerîmede,“Avret yerlerini muhafaza ederler. Helalleri müstesna. Her kim bundan haddini aşarsa zalimin ta kendisidir” (Mü’minûn, 23/5) buyurulmuş, şerîat meşru hudutları belirlemiştir. Hayvana tecavüz etmek, homoseksüellik
5
Kaynağına ulaşamadım.
KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II ■ 437
yapmak haramdır. Tüm bunlar itab ve azaba duçar/maruz kalma sebebidir. Akıllı kimse azabdan uzak durmalıdır.
Allah Rasulü (s.a.v): “Her kim iki şeyin kefaletini verirse (kefili olursa)… iki çene arasındaki dile ve iki bacak arasındaki avretine” ben kendisi için cennetin kefiliyim” (Buhârî, Rikak 23) buyurmuştur. Fakat bu ikisinin muhafazası,
kulakları, gözleri, karnı ve kalbi muhafaza etmekle mümkündür.(Karamânî, vr. 40b-41b)
Ellerin ve ayakların da korunması gerekir. Allah (c.c.) elleri ahirette cennet taamları yemek için ve hurilere sarılmak için yaratmıştır. Dünyada ise ellerle hizmet ve maişetleri temin, onları vurma ve hırsızlıktan muhafaza etmek ve
onlarla meşru olan yazıyı yazmak için yaratmış, kullarına bahşetmiştir. Allah (c.c.) ayakları ahirette cennete yürümek,
enbiya ve evliyaları ziyaret etmek için bahşetmiştir. Dünyada ise hac, cuma gibi ibadetler için yürümek,ve meşru
ölçüler içinde maişetleri kazanmak için yaratmıştır. Onları haramlardan muhafaza etmek gerekir. Çalımlı çalımlı/kibirli yürüyerek günaha sokmamak gerekir. (Karamânî, vr. 41b-42a)
Mide dürtülerinden sakınma açısından uzuvların en zorlusudur. Çünkü mide birçok hususta kaynak başıdır. Müellif kardeşim diye hitap ettiği taliplerine ondan gelen kuvvetin diğer uzuvlara enerji verdiğini dile getirdikten sonra
mideyi haramlardan muhafaza etmede titizlik göstermelerini salık verir. Haram ve şüpheli şeylerden sakınmayı üç
şekilde izah eder: Âyet-i kerîmede ise “Yetimlerin mallarını haksız (ve haram) olarak yiyenler karınlarına ancak bir
ateş yemiş olurlar. Onlar çılgın bir ateşe gireceklerdir” (Nisa, 4/10) denilmiştir. Hadîs-i şerîfte ise haram gıdalar ile
oluşan vücut yapısı cehenneme layık olduğu buyurulmaktadır. Haram yiyen kişi Allah yolunda hizmete layık değildir.
Zira Allah temiz/temizlenmiş olanları sever. Büyükler “İbadetler define gibidir. Anahtarı dua, anahtarın dişleri ise
helal gıdalardır” buyurmuşlardır. Bilindiği üzere anahtarın dişleri yoksa o bir anahtar bile olmayıp, definenin kapısını
açması mümkün değildir.
Haram yiyen kişi tâatin hakîkat ve lezzetinden mahrum kalır. Boş bir ibadet sayılır. Hadîs-i şerîfte bunların ibadetinin boşa emek sarf etmekten ibaret olduğu belirtilir. Bir lokma haram yiyenin kırk gün ve gece duasının kabul edilmeyeceği bilinen bir gerçektir. Yine bir elbisenin onda biri haram ise o elbise içinde yapılan ibadetin kabul edilmeyeceği dile getirilmiştir. Hadîs-i şerîfte müminin alametinin dört tür temizlik olduğu dile getirilir. Bunlar: kalbini kibirden, dilini yalandan, ilmini gösterişten, içini haramdan temizlemektir. Hz. Ali Efendimiz haramdan kaçınan kişinin
ancak ibadetin tadını hissedebileceğini buyurmaktadır. Öylese haramdan çekinmek, hatta helallerin fuzulisinden çekinmek gerekir. Zira onlarda ibadete engel olacak hususlar vardır. Haramlar kalbi katılaştırır. Nurunu izale eder. Hadîsi şerîfte “Kalbinizin ölmemesi için fazla yemeyiniz” buyurulmaktadır. Uzuvların birçok afeti çok yemek kaynaklıdır.
Hz. Âişe: “Melekût kapılarını aç kalarak çalmaya devam edin” buyurur. Öyle ise, haram mideye girince bütün uzuvları olumsuz etkiler. Gereksiz yere yenen helal gıdaların bile olumsuz etkisi vardır. Bedeni ağırlaştır. Yorar. İbadeti
azaltır. Kişinin anlayışını azaltır. Uykuyu artırır. İbadetin tadını kaçırır.
İnsanın gereğinden fazla dünyalık toplaması üç açıdan iyi değildir. Günaha davet eder. Hadîs-i şerîfte “Kim dünyada kifayetinden fazla yerse haberi olmadan onun sıkıntısını çekecektir. Aynı şekilde yolcu sefere çıktığı zaman ihtiyacından fazla azık götürür ise, taşırken zorluk çeker, umduğuna kavuşamaz” buyurulur. Nimetlerin içindeki refaha
meylettirir. Kalbi Allah’ın zikrinden alıkor. Meşru olmayan herhangi bir tekâsür kalbi karartır. Âyet-i kerîmede bedende, malda ve her hususta artış/tekasür sizi Allah’tan uzaklaştırdı buyurulur. Bu bağlamda zaruret dışı yemek yeme de
hoş değildir. İnsanın zaruri ihtiyacı karnını doyuracak kadar yemek, örtünecek kadar elbise bulmasıdır. Eğer insan
aşırıya kaçmaz ise senede iki dinar yeterlidir. Bir dinarla yazın ihtiyacını, bir dinarla da kışın ihtiyacını karşılar. Eğer
nimetler içinde yüzmeyi bir kenara bırakır isen, her günün için sana bir avuç yeter. Toplam beş rıtıl eder. Hülasa az ile
yetinmek isteyene üç dinar yeter. Denir ki, çalışma gücün varsa bir günlük çalışman birkaç güne yetiyor ise nefsini
tamamen ibadete ver. Mal biriktirme. Fakat müellife göre zaman değişmiştir. Özellikle zamanımızda kalpler değişmiş,
cimrilik artmıştır. Öyle ise başkasına muhtaç olunmayacak kadar biriktirmek gerekir. Hz. Ebu Bekir Efendimiz ümmetin en efdali olmasına neden olan fazileti ibadetleri değil, kalbinin içindeki vakar, sabır, azimle hakîkati müşahede etmekle elde etmiştir. Elindeki tüm mal varlığını infak etmiş, bunun sonucunda halis bir imâna nail olmuştur. Ümmetin
imanca en efdali olmuştur. Çok yemede harama düşme tehlikesi vardır. Allah Resulü (s.a.v.): “Helal sana kuvvet kazandırır. Haram ise bol gelir ama tembelliğe neden olur. Ayrıca kalbi meşgul eder. İnsanın selametine engel olur.
Hastalık artar. Tâat terkedilir.” Allah Resulü (s.a.v.): “Ademoğlu, karnından daha şerli bir kap doldurmamıştır”
(Tirmizi, Zühd, 47.) Her hastalığın başı mideyi tam doldurmaktır. Karnını tıka basa dolduranların üzerinde sekerati’lmevt daha etkili olacağı söylenmiştir. Ahiretteki lezzet payı azalır. Bir ziyafete davet edilen Hz. Ömer (r.a.): “Eğer
ahiret korkusu olmasa idi size katılırdım” buyurmuştur. Aktablar, abdallar bu makamlara aç karın, sükut eden bir dil,
halktan uzaklaşma, geceleyin uyanık kalmakla dört şey ile ulaşmışlardır. (Bkz., Karamânî, vr. 42a-49b
İnsanın önemli bir sorunu da tûl-i emeldir. Müellif bu konuyu da ele alır. Bizler uzunca bir istikbal beklentisinden
ölümü aklımıza getirmeye fırsat bulamayız. Allah Resulü (s.a.v.) yaşama tamah etmeden “Hayat hayırlı olduğu müddetçe hayatı, vefat hayırlı olduğu müddetçe vefatı bizlere nasip eyle” (Buhari, Merda, 19) diye dua ettiği bildirilmiştir.
Emel, âmilerin ve havasların emeli olmak üzere emel iki kısma ayrılır: Avamın emeli dünya lezzetlerine odaklıdır.
Âyet-i kerîmede bunlar hakkında “Bırakın yesinler, yararlansınlar, emelin onları aldattığını anlayacaklar” (15,
Hicr/3) buyurulmuştur. Havasların emeli ise onları salih amellerini tamamlamak yönünde hayatı sevmelerinden ibarettir. Bir sünneti yaparken bir farzı kaçırmak gibi onda da kendisi için bir tehdit vardır. O zaman kul bir sünnet ibadetin
438 ■ KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II
peşine düşüp farzı kaçırmamalıdır. Hasılı tûl-i emel bütün hayır ve ibadete engeldir. Kötülükleri celbeden kötü bir
haslettir.
Tûl-i emel, gerçekleştirilmesi uzun zamâna bağlı ümit ve arzular için kullanılan bir terim olan emelden üretilmiştir.
İnsanın uzun vadeli ve sınırsız arzular taşıması ve bütün enerjisini bu yolda harcamasına tûl-i emel denir. İstek ve arzularına sınır koyarak özellikle âhiret hayatı için yararlı olacak işlere önem vermesine ise kasr-ı emel denilir.( M. Zeki
Duman, 1995, c.XI, s. 87). Karamânî’ye göre tûl-i emelden dört kötülük hasıl olur: İbadette gevşeklik, ibadeti terketmek, tövbeyi ertelemek ve terketmek, dünyaya düşkün olup, ahiretin rağbet etmemek, kalp katılaşması ve nihayetinde
ahireti unutmasıdır. Nitekim Hz. Ali Efendimiz bu hususta: “Sizin hakkınızda en fazla korktuğum iki şey vardır. Biri
tûl-i emel diğeri ittiba-i hevadır.” Tûl-i emel ahireti unutturur. İttiba-i heva ise, hakka tabi olmayı engeller. Âyet-i
kerîmede “Emelleri uzun olmasından dolayı kalpleri katılaşan bir kavim”den söz edilir. Çare emelleri kısaltmaktan
geçer. Bu ise ölümü hatırlamakla mümkün olur. Allah Resulü (s.a.v.): “Dünya üç günden ibarettir. Dündür elinden
gitti. Yarındır kavuşup kavuşamayacağını bilemezsin. Bugündür değerlendirmesini bil” buyurarak bu hakîkate dikkat
çekmiştir. Bu hadîs-i şerîften mülhem olarak “Üç saattir, üç nefestir” diyenler de olmuştur. (Karamânî, vr. 53b-55b)
Kalbî hastalıklardan hasede gelince, başkasındaki nimetin elden çıkmasını şiddetle arzulamak, başkalarının içine
düştüğü zor durumlardan derin bir zevk duymasıdır. Fakat nimetin o kişide devam etmekle birlikte, misli ile kendisine
de verilmesini istemeye “gıpta” denir. Gıpta caiz, hased haramdır. Hasedin kaynağının kin ve gazap olduğu, gazabın
kaynağının ise böbürlenmek olduğu söylenmiştir. (Karamânî, vr. 56a)
İnsandaki kuvve-i gazap bir ateş gibidir. Öfkeli kişi kendisinin sevmediği bir şeyle karşılaşınca kalpte bir hararet
ortaya çıkar. Bundan kibir ve gurur doğar. Belki de şeytanın ateşten yaratılmasına işaretle “Gazap şeytandandır” denilmiştir. Gazap, intikam maksadı ile kalp damarlarındaki kanın kaynamasından ibarettir. Bu gazap gücü yettiği bir
kişiye karşı ortaya çıkarsa insanın simasında kızdığını belli eden bir hal ortaya çıkar. Gazaplandığı kişiye gücü yetmiyor ise, bu öfke hüzne dönüşür, benzi sararır. Öfkelendiği kişi dengi ise, bazen yüzü kızarır, bazen sararıp solar.
Müellife göre kuvva-i gazabiyenin üç hali vardır: Birincisi tefrid derecesi olup, kişiyi hamiyetsizliğe sevkeder.
Gayretsizlik olarak değerlendirilir. Hoş karşılanmamıştır. İmam Şafi Hazretleri “Küstürülmeye çalışılıp da küsmeyen
kişi merkepten farksızdır” buyurmuştur. İkincisi ifrad derecesidir. Haddi aşarak karşısındakine galebe çalmaktır. Hoş
karşılanmamıştır. Bunlardan birincisine “cübn”, ikincisine de “tehevvür” denilmiştir. Aslolan itidal üzere vasat halde
bulunmaktır. Şerîat doğrultusunda gazaplanmaya ise “şecaat” denir. Bu ise memdûh bir davranıştır. Nitekim Allah
(c.c.) Peygamber Efendimiz’in çevresinde bulunan ashabdan bahsederken: “Kafirlere karşı katı, kendi aralarında
merhametlidirler” (Fetih, 48/29) buyurmaktadır.
Gazabı yenmenin bazı yolları vardır. Bunlardan birisi öfkeyi yenmektir. Allah Resulü (s.a.v.): “İnfaz edebildiği bir
öfkeyi yenen kişinin kalbini Allah (c.c.) imanla doldurur” buyurur. İkinci yöntem ise kişinin: “Ben öfkemi yenersem
enbiya, evliya ve meleklere benzemiş olurum. Öfkeme yenilir isem ise vahşi hayvanlara benzemiş olurum” düşüncesine
sahip olmasıdır. Üçüncüsü ise bu öfkenin Allah’ın emrine muvafık olmadığını, kendi nefsinin arzusu olduğunu düşünmesidir. Dördüncüsü ise öfke patlaması sonucunda meydana gelen zararları düşünmesidir. Peygamber Efendimiz
(s.a.v.): “Öfkelenen ayakta ise otursun. Yerini değiştirsin. Abdest alsın” (Ebû Dâvud, Edeb 4, (4782) buyurmuştur.
Gazap yüksek makamlı insanlardan gelirse buna “ünf ve hiddet” denir. Bu zalim cebbarların hasletidir. Bunun “rıfk”
ile güzel ahlak ile normal hale getirilmesi mümkündür.(Karamânî, vr. 56b-59b)
Hilm, gazabın zıddıdır. İnsan öfkesini hilimle tahallüm ederek yavaş yavaş yener. Hilm kişinin aklının kemaline
dalalet eder. Akıl öne geçerek kontrolü sağlar. Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “İlim tallümle, hilm tahallümle elde
edilir” buyurmuştur. İlim ancak hilm ile kemale erer. Hilm duygusundan yoksun bir alim müellifin ifadesi ile âlim-i
cebbarlardan sayılır. Bunlarda cehalet galip olur. İnsan hilm duygusu ile oruç tutan, geceleyin ibadete kalkan kişi derecesine ermiş olur. Fakat kibirlenene karşı mütevazi davranmak hoş görülmemiş olup, kibirliye karşı tavrını değiştirene
kadar kibirli davranmak sadaka kabul edilmiştir. (Karamânî, vr. 58a-58b)
Gazap kalpde devam edince hıkd/kine dönüşür. Dışa vurulur ise adavet ve husumet adını alır. Bu ise şeytanın hasletlerindendir. Ehl-i islam için dine zarar verir. Bütün bu kötü düşüncelerin toplamına kalbin gıll u gışş denir.
Hıkd/kinin zıddı “af”dır. Affetmek sıddıkların mertebesi olarak vasıflandırılmıştır.
Diğer bir kötü huy olan hased ise beş şeye sebep olur: İbadetleri bozar. Günah işletir. Eziyet ve üzüntüye neden
olur. Kalbi köreltir. Utandırmayı ve mahrumiyeti getirir. Sükutun fazlası takvâyı getirir. Dünya hırsının terki hafızayı
güçlendirir. Eleştiriyi terk insanların dilinden kurtarır. Kıskançlık yapmamak anlayışı güçlendirir. Buyurulduğuna göre;
çok eleştirenin din sağlamlığı, ayıplayanın ibadeti, laf taşıyanın güveni, kıskanç olanın nusreti yoktur. Öyleyse bir
hastalık insanın dinine zarar veriyor ise ondan uzak durmalıdır.
Hasetten uzak durmak nasihatle olur. Nasihat yani Allah’ın nimetinin devam etmesine dua etmektir.Böylece dostluk meydana gelir. Allah Resulü (s.a.v.): “Dostları artırın” buyurmaktadır. Zira kıyamet gününde her müslümanın
ayrı bir şefaat fonksiyonu vardır. Allah (c.c.) birine dostları yanında azap etmekten haya eder.
Hasılı insan nefsini büyük görüp başkalarını kendinden farklı görür ise, küser. Gücü yeter ise intikam alır, yetmez
kin güder. Nimetleri kıskanır. Allah’ın taksimatına rızâ göstermez. “Ben bu nimete daha layığım” düşüncesinde olur.
Allah (c.c.)’ı adaletsizlik ile itham eder. Allah muhafaza böylelikle helak olur. Haset tedavisi zor bir hastalıktır. Allah
KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II ■ 439
Resulü (s.a.v.): “Umera/amirler zulümle, Araplar taasupla, dehâkin/ağalar siyasi liderler kibirle, tüccarlar hıyanet ile,
yapıcılar/ehl-i resatik cehalet ile, ulema ise hased ile helak olur” buyurmuştur. Bir haslet alimleri cehenneme sürükleyecek ise ondan şiddetle uzak durmak gerekir. (Karamânî, vr. 59a-60b)
Kibir kendini büyük görmekten ibarettir. (Bkz., Akay, 1995, 263) Zıddı tevazudur. Kibir ve tevazu avam ve havasa göre değişir. Avamın tevazusu giyside ve meskende düşüklüğe razı olmaktır. Hakeza avamın tekebbürü ise bu iki
şeyde yükselmeyi istemektir. Havassın tevazuu ise, hakkın kabulüne karşı nefsin teslimiyetidir.
Müellife göre tekebbürün dört afeti beraberinde getirdiğini dile getirir. Kalp körlüğü ve mahrumiyete neden olur..
Kindarlığa neden olur. Dünyada utanç ve sıkıntıya, âhirette ise ağır azaba neden olur. Hz. Musa (a.s.) Rabbi ile tekellüm ederken, “Rabbim en fazla kimden nefret ediyorsun” der. Allah Teâlâ cevaben “Kaba dilli, kibirli kalpli, kötü
ahlaklı, cimri elli, göz çapkınından” diye cevap verir. “Allah muhtallardan hoşlanmaz. Onları hakir düşürmeden canlarını almaz” buyurmuşlardır. Yine Cenâb-ı Hak bir kudsî hadîs-i şerîfte “Kibriyâ paltom, azamet ise eteğimdir” buyurmuştur. Yani bu vasıfların kendine has olduğunu, bu hususlarda kendisi ile hasımlaşanları cehenneme atacağını
belirtmektedir. Yine meşhur bir hadîs-i şerîfte “Kalbinde zerre miktar kibir bulunan kimse asla cennete girmeyecektir”
(Müslim, İman 147; Ebu Davud, Edeb 29, (4091); Tirmizî, Birr 61, (1999), buyurmuştur.
Müellife göre kibirden kurtulmanın yolu kişinin mebde ve meadını yani bir damla murdar sudan yaratıldığını, sonunda da çürüyüp gideceğini varacağı yerin kıyamet günü olduğunu sürekli düşünmesidir. Akibetini düşünmeyen
İblis, Bel’am b. Bavura gibileridir. Sonra şu kıstaslara bakarak nefsi kontrol etmeye çalışmak gerekir. Mücadelede
haktan yana mı, başkasının seni geçmesine razı olur mu, ihtiyacını çarşıdan eve kadar taşıyabilir mi, eski elbiseleri
giymeye razı mı? Bu soruların cevabı olumlu ise nefis kontrol altında demektir. Kibir ve ucup arasında fark olduğunu
söyleyenler olmuştur. Kibir nefsini üstün görmek iken, ucup ise ahlak ve hasletlerini herkesten üstün görmektir.
Kibrin temel sebepleri şunlardır: Birincisi ilim olup, alim ilmiyle kendisini diğer insanlardan üstün görmeye çalışır.
Böyle bir ilim sahibinde Allah korkusu olmazsa akibeti kötü olur. Şeytan, Bel’am’ın yolunda giden Yahudi din bilginleri bilgileri ile mağrur olarak üstünlük taslamışlardır. Halbuki “…Kulları içinde Allah’tan ancak alimler korkar.”
(Fâtır, 35/ 28) gereği alimin temel vasfı Allah korkusu olmalıdır.
İkincisi ibadetten gelen kibirdir. Bu da çoğunlukla bid’atçıların işidir. Zâhiren kendilerini insanların dertleri ile ilgileniyormuş gibi, keramet sahibi gibi gösterirler. Çoğu kez insanları “Muhalefetimden dolayı başınıza neler gelecek
göreceksiniz” diye tehdit ederler. Bu ahmak gurup kafirlerin Peygamberlerini dövüp eziyet ettiklerini yine de dünya
nimetleri içinde yüzdüklerini unutmuşlardır. Anlaşılan o ki bu tür kesimler kendilerini Peygamberlerden bile değerli
görmektedirler. Ona karşı eziyetin şerîata muhalif davranışlarından neşet etmiş olduğunu unutmuşa benzemektedirler.
Namazları ile insanlara minnet edercesine asık surat gösterirler. Cehennemden azad, cennetle müjdelenmiş gibi hareket
ederler. Müellife göre bu sapkın tavır şekavetin ta kendisidir.
Bu tür insanların elbisesine bakılırsa mütevazi, kalbine bakarsan mütekebbirdir. İşte bu şekavettir. Keşke ibadetle
gururlanan bu kişiler cahil olsalardı. Müellife göre yaşadığı dönemin abidlerin çoğu maalesef bu türdendir. Ya bilmediği hususlarda neyi kasteddiğini bilmeden ahkam keserler. Gereksiz şeylere önem verirler. Ehemmiyetli olanı ihmal
ederler.
Üçüncüsü neseptir. İki adam Peygamber Efendimiz (s.a.v.)’in huzurunda soyları ile övünerek ben filan filan insanın oğluyum sen kimsin der. Bunun üzerine Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “İki adam Musa (a.s.)’ın huzurunda sizin
yaptığınız gibi soylarıyla iftihar etmeye çalıştılar. Biri ‘ben filan filan insanın oğluyum’ dokuzuncu kişiye kadar saydı.
Allah (c.c.) Musa (a.s.)’a buyurdu ki: ‘Ona de ki saydığın dokuz baban da cehennemliktir. Sen ise onuncususun”. Müellife göre dindar bir soyla bile iftihar etmek caiz değilken insanın cehennemliklerle iftihar etmesi akıl alır gibi değildir.
Kibrin dördüncü nedeni mal ile övünmektir. Salt bir cehaletten ibaret olan bu davranış yani geçici dünya malı ile
iftihar etmek doğru değildir. (Karamânî, vr. 61a-65b) Mühlikattan olup, helak edici olan bu kötü haslet, insanı amelsiz
sevindirmeye sevkeder. Rasulullah (s.a.v)’ın huzurunda biri diğerini methederken; buyurdu ki Efendimiz (s.a.v) “Yavaş! Sen onun boynunu kopardın”. Ve yine; “Hristiyanlar peygamberlerini (Hz. İsa (a.s.) abarttığı gibi, siz beni
abartmayın. Ben Allah (c.c)’ın kuluyum” buyurmuştur. (Buharî, Sahih, İV/204, VIII/210; Müslim, Sahih, kitabu’lkader, bab: 7; Karamânî, vr. 37b.)
Herevî’nin sisteminde “ebvâb” kısmında ele alınan zühd, (Herevî, 1962,, s. 23-24; Kâşânî, 2004, 282-283.)
lügatte, isteksizlik, rağbetsizlik, önemsizlik anlamlarına gelir. (İsfahânî, 674.) Karamânî sistematiğinde takvânın dördüncü faslı zühde tekabül eder. Müellif konuyu dünya mefhumu üzerinden âyet ve hadîs-i şerîfleri izah ederek ele alır.
“Oysa onların tek gerçek kabul ettikleri) bu dünya hayatı hakîkatte sadece bir oyun ve eğlenceden ibarettir; âhiret
yurduna gelince işte asıl hayat odur; keşke bunu bilselerdi!” (Ankebût, 29/64) âyet-i kerîmesinde dile getirilen dünyadan kasıt, Allah’tan meşgul eden her şeydir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.):“Dünya melundur. Zikrullahtan, Allah’ın
beğendiği amelden, âlimden ve ilim öğrenenden başka dünyada bulunan her şey melundur” (Tirmizi, Zühd, 14, 2424.)
Hz. İsa (a.s.) Havarilerine: “Dininizin selameti için dünyanın az kısmına razı olun. Ehl-i dünyanın dünyalarının selameti için az dindarlığı seçtiği gibi. Sevgi ile dünya malına bakmayın. Yoksa kalbinizdeki imanın tadını söndörür” buyurmuştur.
440 ■ KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II
Ateş ve suyun aynı kapta bulunması mümkün olmadığı gibi din ve dünya sevgisinin de bir kalpte toplanması
mümkün değildir. Resul (s.a.v) Efendimiz’e göre, doğu ve batı kutupları gibi dünya ve ahiret sevgisi birbirinden uzaktır. Kişi hangisine yönelir ise diğerinden uzaklaşır. O zaman baki olanı fani olana tercih etmek gerekir. Yine bir hadîs-i
şerîfte buyrulduğuna göre Efendimiz (s.a.v) “Kıyamet gününe dağ kadar sevaplarla bir kavim gelecek ki akıbetleri
ateş olacak” buyurur. Orada bulunanlar “Ya Rasulullah namaz mı kılmıyorlardı? Oruç mu tutmuyorlardı?” diye sorduklarında Rasulullah (s.a.v): “Bunları yaparlardı. Lakin dünyalık bir şeyi gördüklerinde ahireti tamamen unutuyorlardı” buyurur.
Zühd, zühd-i makdur ve zühd-i gayri makdur olmak üzere ikiye ayrılır: Zühd-i makdur üç unsuru içerir: Olmayanı
talep etmemek, var ise dağıtmak, dünyayı kastetmemektir. Zühd-i gayri makdur, kalbi dünyadan soğutmaktır. Zühd-i
makdura sahip olan kişi aynı zamanda zühd-i gayri makdura da sahip olur. İbn-i Abbas (r.a.) buyurmuştur ki: “Dünya
üç paydan ibarettir. Birincisi müminin payı, ikincisi münafığın payı, üçüncüsü kafirin payıdır. Mümin payını azık yapar, münafık azık yapar, kafir ise yararlanma ve lezzet yapar.” Allah Resulü (s.a.v.), ölü bir koyunu görünce “Bu
koyunun sahibi buna değer verir mi?” diye sorar. Yanındakiler “Değer vermez” diye cevap verirler.
Mala rağbet etmemek, dünyayı ne sevmek, ne de ondan nefret etmek, Allah’ı unutmamak zühddendir. Allah Hz.
İsmail’e kullarımdan kalpleri kırık olanların yanında olduğunu bunların da sadıklar olduğunu bildirmiştir. Bazılarına
göre üç çeşit fakir vardır. Birincisi hem dilenmez hem de kendilerine bir şey verilir ise almazlar. Bunlar ruhaniler ile
beraberdir. Dilenmeksizin verileni alanlar mukarrebinler ile beraberdir. İhtiyacından dolayı dilenenler ise sâdıkînler ile
beraberdir. Avamın zühdü haramlardan çekinmek uzak durmaktır. Havassın zühdü haramlara ilaveten fuzulî helallerden bile çekinmektir. Ahassü’l-havassın zühdü ise masivallahtan el çekmektir. (Karamânî, vr. 65b-69b)
4. Tevekkül ve Tefvîz
Lügatte, güvenme, bel bağlama, vekil tayin etme, havâle etme anlamlarına gelir. Allah katında olana güvenmek,
insanların elindekinden ümîd kesmek6 demek olan tevekkül rızka yöneliktir. Tevfiz ise, fikir ve düşüncelere yöneliktir.
Dört çeşit rızık vardır: Memlük olunan, maksum yani taksim olunan, mev’ud vaad edilen, madmun kefil olunandır.
Rızk-ı memlukta malın hukukları mevcuttur. Maksum rızıkta ise insan ömründe yediği, içtiği, giydiği ve yararlandığı
şeylerdir. Bu her ikisine karşı kıyamet gününde mesuliyet vardır. Rızk-ı mev’uda gelince Allah’ın vadettiği ve helal
olan rızıktır. Rızk-ı madmunun ise hesabı yoktur. Bedeni ayakta tutacak kadardır. Bunda Allah (c.c.)’a tevekkül etmek
gerekir. Kefalete gelince, aklî ve şer’î kefalet olarak ikiye ayrılır: Aklî olan kefalet Allah’ın kullarına yüklemiş olduğu
farz, vacip türünden olan mükellefiyetlerdir. Şer’î kefalet ise Allah’a tevekkül etmekle olur. Bu bağlamda Allah Resulü: “Eğer siz Allah’a hakkı ile tevekkül etseniz kuşlar gibi rızıklanırdınız. Onlar aç gider, tok dönerler” (Tirmizi, Zühd,
33; İbn Mace, Zühd, 14; İbn Hanbel,1/332) buyurmuştur. Kulun tevekkülü vaciptir. İbadet fırsatı tevekkül ehline mahsustur. Çünkü kalp sürekli iniş çıkışlar, açılıp kapanmalar yaşar.
Tevekkül etmeyenin yüksek işlerden himmeti kesilmiş olur. Rızkından korkmaya başlar. Kalp ızdıraba uğrar.
Dünya ehlinin bu husustaki durumu değişiktir. Üst kademedeki ümera takımı küresel çapta kazanımlar elde etme peşindedirler. Tüccarlar mallarını satmak için çabalarlar. Doğudan batıya, batıdan doğuya hayatlarını çoğunlukla göz
önüne alırlar. “Ya ervâh ya erbâh”7 derler. Çarşı tabakası üç beş kuruşu kazanma peşindedirler. Dünya çocuklarının
halleri bundan ibarettir. Ahiret çocuklarının hallerine gelince, dünyadan alakalarını kesmişler, kalplerini tevekkülde
sağlamlaştırmışlar bu şekilde insanların en özgürü ve en güçlüsü haline gelmişleridir. Yeryüzü melikleri onlara saygı
gösterir dualarını beklerler. Emirlerini yerine getirirler. Bunlar da kendilerini Allah’a vermişleridir. Şeytanın vesveselerine kulak asmazlar. Sem’i tevekküle gelince hadîs-i şerîfe göre dört şeyin meselesi bitmiştir: Bunlar; hâlık-mahlûk,
rızık ve eceldir.
İnsanların en güçlüsü olmak isteyen hakkıyla Allah’a müttaki olmalıdır. İnsanların en zengini olmak isteyen Allah’ın yanındakine güvenmeli tevekkül etmelidir. Beyazid-i Bestami’nin elinde bir kefen hırsızı tövbe eder ve tövbe
nedeni olarak: “Müslümanların kabirlerinden binden fazlasını açtım. Sadece iki kişinin yüzünü kıbleye karşı olduğunu
gördüm” deyince Beyazid-i Bestami Hazretleri ‘Rablerine güvenmeyip rızık ithamından dolayı çevrilmişlerdir’ buyurur.
Tevekkül açısından insanlar mütehevvir/pervasız aceleci çöküşte olan ve mütevekkil olan Allah’a tevekkül edenler
olmak üzere iki guruptur. Mütehevvir kendi güç kuvveti ile elindeki imkanlarla dünyaya yönelir. Mütevekkil olan
iman basiret ile mükemmel bir yakinle ilmin gücü ile Rabbinin kefaletinin güveni ile dünyaya yönelmesidir. Dünya
mütehevvirlerin, ahiret ise mütevekkil olanlarındır. Tevekkül her şeyin Allah’tan olduğunu kalbe tam anlamı ile yerleştirmektir. Bu durumda sebepler dünya araç ve gereçleri ortadan kalkar. Allah dilerse sebepler üzerinden verir, dilerse
sebepsiz verir.
Tevekkülün üç derecesi vardır. Bunlardan birincisi Allah’a güvenmek olup, alameti kimseden bir şey istememek,
gücü yeterse isteyeni reddetmemek, kırk günden fazla rızık biriktirmemektir. İkincisi çocuğun annesinin sütünden
başka bir şey bilmeyen çocuk gibi olmaktır. Yani kulun Allah’a sığınmaktan başka aklına bir şey getirmemesi, isteye6
7
Cürcanî, Tarifat, 67.
Ervâh: ruhlar, erbah: kazanç, kar.
KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II ■ 441
cekse sadece Allah’tan istemesidir. Üçüncüsü ölünün gasaalın eline teslim olması gibi kulun Allah’a teslim olmasıdır.
Bu mertebe ehli Allah’tan hiçbir şey istemez. Fikir ve hareketleri işaretledir. Gerçek tevekkül budur.
Tevekkül avam müminlerin, teslim hâs zâtların, tefvîz ise hassın da hassı olan zâtlara aittir. (Abdulkâdir Geylânî,
2009, 1128). Tefvîz, kişinin işlerini Allah’a havale etmesidir. Tefvîz makamında sadece hayırlısı istenir. Şerlerden
Allah Teâlâ’nın muhafaza etmesi istenir. Bu durumda “Olabilir ki siz, bir şeyden hoşlanmazsınız; oysa ki o sizin için
bir hayırdır. Yine olabilir ki, siz bir şeyi seversiniz, oysaki o sizin için bir kötülüktür. Allah bilir, siz bilmezsiniz” (Bakara, 2/216) âyet-i kerîmesinin sırrı zâhir olur.8
Allah kula hayır ve salahı verdiğinde yakîn hasıl olduktan sonra kalp mutmain olur. Kalp müsterih olur. Bir de kul
istikbalde gelecek hayrın peşine düşer. Bir âbid bir gün ‘Rabbim bana İblis’i göster’ diye dua eder. Bunu üzerine kendisine ‘Allah’tan sıhhat ve afiyet iste. İblis ile ne işin olur senin’ cevap gelir. Âbid “Yok ben illaki İblis’i görmek istiyorum” diye ısrar eder. Bunun üzerine İblis kendisine görünerek “Allah sana yüz yıl ömür vermese idi seni aldatacakdım. Fakat senin işini sonraya bıraktım”der. Âbid bu söze aldanarak yani yüz yıllık ömrü olduğu zehabına kapılarak
fısk u fücura düşer ve bu şekilde ölür. Öyle ise illa ihtiyarım elimde olsun ısrarından vaz geçmek gerekir. İşin doğrusu
işleri Allah’a tefvîz etmektir. Müellif şöyle bir soru sorarak cevaplar: “Salih ve olgun bir insan sana derse ki ‘Tüm
işlerini bana bırak, sen işinle uğraş. Bunu bir fırsat olarak görmez misin? Senin için hayrı tercih ederse sevinirsin.”
Öyle ise şerri görünce mutmain olmak, ve onun arkasında hayır olduğunu bilmek lazımdır.
Tefvîzin zıddı ise tama’dır. Tama’ kalbin bir menfaate bağlanmasıdır. Ya da fikirleri üst üste koymasıdır. Peygamber Efendimiz (s.a.v.): “Tama’ı bırak zira o kalbin fakirliğidir” buyurmuştur. Dinin bozulmasına neden olan tama’dır denilmiştir. (Karamânî, a.g.e., vr. 70a-76a.)
5. Sabır ve Rızâ: Sabrın zıddı cezadır. Ceza şiddetten çıkma azmidir. Bunu terketmek sabırdır. Cüneyd-i Bağdadî
(k.s.): “Sabır acıları yutturandır. İbadet yerleşkesinde ve musibetlerde sabra kapıl kardeşim. Çünkü her ibadette meşakkatler vardır. İbadetleri nefis zorla yapar.” Hadîs-i Kutsîde “Ben kuluma bir hastalık veya musibet verdiğimde,
etinden kanından daha hayırlısını veririm. Vefat ettiğinde rahmetime garkedeceğim. Kulumun malında, evladında ve
bedeninde bir musibetle karşı karşıya bıraktığımda sabr-ı cemille karşılık verirse kıyamet gününde onu hesaba çekmekten utanırım” buyurulur. Sabırdan sonra feracı beklemek ibadettir. Ferac ise, ferahı beklemektir. Peygamber Efendimiz (s.a.v.) “İmanın yarısı sabır, yarısı şükürdür” ( Camius Sağir 3:188) buyurmuştur. Sabır insan için zor işlerden
biridir. Kul bir amel işlediği zaman, şeytanın onu sabırsızlıkla bozmamasına dikkat etmesi gerekir. Çünkü insan bu
dünyada ehl ü evlad, nefs ü mal musibetleri ile karşı karşıyadır. Allah (c.c.) “Ben dostlarımı merhametli bir çobanın
develerini kötü bir ağıldan koruduğu gibi, dünya nimetinden engellerim” buyurmuştur.
Tüm musîbetler yani belalar sabrı gerektirir. Nefis kötülüğü çokça emredendir. Ona karşı sabır gerekir. Allah (c.c.)
dostlarını bela ve musibetlerle imtihan eder. “Eşeddü’l bela ala enbiya, sümme’l evliya, sümme’l emselü fe’l emselü”
(el-Münâvî, Feyzü’l-Kadîr, 1:519, no: 1056; el-Hâkim, el-Müstedrek, 3:343; Buharî, Merdâ: 3) gereği belanın şiddetlisi enbiya, evliya ve şehitlerdir. Daha sonra daha faziletli olanlar, daha faziletli olanlar sıralanır. Ashab-ı kirâm: “Adam
musibetlere sabretmedikçe, biz onu kamil imanlı saymazdık” buyururlar.
Sûfîler sabrı bir de renklerle anlatmışlardır. Beyaz sabır açlığı, siyah sabır insanın gıybeti, kırmızı sabır şeytanın
muhalefeti, yeşil sabır şiddetlerin üzerindeki sabırdır. Buyurulduğuna göre sabrın birinci mertebesi dile sahip olmak,
ikincisi müslümanların yükünü üstlenmek, üçüncüsü şiddetlere sabretmektir. Hz. Eyyub (a.s.) hakkında “Onu sabırlı
bulduk. Ne hoş bir insandı” (Sad, 38/44) denilmiştir. Kur’ân-ı Kerim’de 500 defa geçer. Sabır acı ama mübarek bir
ilaçtır. Bütün menfaatleri celbederken, tüm zararları defeder. Celb-i menfaate örnek olarak ibadeti tahsil ve muhafaza
etme, günahları işlemekten muhafaza, musibetlere karşısabırsızlığı yok etme gibi hasletler verilebilir. Bunların sonucunda büyük bir mükafaat vardır. Allah Resulü (s.a.v.) “Hiç kimseye sabırdan daha hayırlı ve daha geniş hediye verilmemiştir” (Müslim, Zekât, 124) buyurmuştur.
Zararların define gelince, dünyada meşakkatleri atlatma, ahirette ise vebalinden kurtulma örnekleri verilebilir. Hz.
Ali (k.v.) “Sabredersen kaderinle karşılaşır sevap kazanırsın. Sabretmezsen yine kaderinle karşılaşır ve günah kazanırsın” buyurur. İnsan sabırsızlık gösterirse musibet iki katına çıkar. Biri musibetin kendisi diğeri ise sevabın kaçırılması olup bu daha fena bir durumdur. Kutsî bir hadîs-i şerîfte ise, “Kim de Benim hükmüme teslimiyet göstermez,
belâlarıma sabretmez ve nimetlerime şükretmezse, kendisine benden başka bir Rab arayıversin” buyurulmuştur.
Sabır ikiye ayrılır: Birincisi günah işlemekten kendini tutma, ikincisi ise tâatlerin zorluklarına tahammül edip ibadet yapmaktır. Bu iki sabır türünden mahrum olanların akıbeti ya isyan, ya tuğyan ya da hüsrandır. Kendini fuzuli
şeyleri yapmaktan alıkoyamamanın sonu da hızlan yani iflas etmektir. Özetle gerçek anlamda bir sabır Allah dostlarına
has bir vasıftır.
Rızâ, suhtu terketmektir. Suht Allah’ın hükmünün dışındaki düşünceye kapılmaktır. Rızânın üç derecesi vardır.
Birincisi kendi tercihini Allah’ın tercihinin önüne geçirmemektir. Allah kendisine neyi tercih ettiyse ona razı olmaktır.
8
İbrahim Hakkı Hazretleri’nin “Hak şeyleri hayreyler
Zannetme ki gayreyler / Ârif anı seyreyler
Mevlâ görelim neyler. Neylerse güzel eyler” dizeleri ile başlayan “Tefvîznâme” isimli uzun şiiri meşhurdur. (Bkz., Âmil Çelebioğlu, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları Ankara 1998, s. 131-132.)
442 ■ KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II
Allah’ın kendisi için takdir ettiklerinden başkasını da isteyebilir. Fakat bu onun için hüzün, hasret ve teessüf getirir.
Büyük alimlerden Şiblî (k.s.) Cüneyd-i Bağdadi’nin huzurunda “La havle vela kuvvete illa billah” der. Bunun üzerine
Cüneyd (k.s.) ‘Bu can sıkıntısıdır. Can sıkıntısı ise Allah’ın rızâsını devre dışı bırakmaktır. Kazasına rızâ göstermemektir’ buyurur. İkinci derecesi, kalbi Allah’a teslim etmek yani Allah’ın verdiğinden fazlasını istememek olup, tam
rızâ budur.
Üçüncü derecesi, rızâ kalpte sevince dönüşür ve kalp ferahlar. Allah yolunda yürüyene kazaya rızâ göstermek gerekir. Bunu yapabilen iki hususiyet kazanır: Bunlardan birincisi, kedersiz, rahat bir kalp ile kendini ibadete vermektir.
Zira kalbin düşünceleri olduğu müddetçe ibadete odaklanamayacaktır. İkincisi ise rızâ olmaz ise yerini suht alır. Büyük
manevi zararlara hatta küfür ve nifaka neden olur. Rivayete göre bir Peygamber şikayetlerini Allah Teâlâ’ya iletir.
Allah ona vahyederek: “Beni şikayet ediyorsun. Fakat ben gıybet ehli değilim. Kazama rızâ göster. Senin için dünyayı
değiştirmemi mi istiyorsun? Değiştirir isem o zaman senin dediğin gibi olur. İzzetime yemin ederim ki, sen bir daha
rızâma karşı suht yapıp rızâ göstermezsen Peygamberlik gömleğini senden çıkaracağım” buyurur. Müellif, ‘İnsanların
en azizlerinden birinin durumu bu ise bizlerin hali ne olur’ diye sorarak bizleri tefekküre davet eder. Bir hadîs-i şerîfte:
“Rızâ gösterenden Allah razı olur. Suht gösterene Allah suhtunu/gazabını gösterir” buyurulur. Bu noktada dört unsur
devreye girer. Bunlar, nimet, şiddet, hayır ve şerdir. Nimet halinde kulun rızâ göstermesi vaciptir. Hakeza nimetin
şükrü de vaciptir. Şiddet halinde ise kulun rızâ göstermesi ve sabretmesi vaciptir. Hayır bir işte de kadının kararına rızâ
göstermek vaciptir. Bir de kulun hayrı verene minnet duyup, şerre karşı da kadı-yı zü’l-celâlin kazasına rızâ göstermek
yine vaciptir. Allah’tan geldiği için gönül hoşnutluğu ile kabul etmeli, şer olması onu etkilememelidir. (Karamânî, vr.
76a-82b)
6. Havf u Recâ: Havf, istenmeyen bir durumun başa geleceğinden ya da sevilen bir şeyin kaybedileceğinden
dolayı insanda oluşan korkudur. (Kâşânî, 2004. 238-239; Cürcanî, (t.y.), 99). Recâ ise lügatte, emel yani umma
anlamına gelir. Istılâhta ise sevilen bir şeyin gelecekte hâsıl olmasına kalbin umut bağlamasıdır. (Kâşânî, 2004, 261262; Cürcanî, (t.y.), 110). Müellifimiz öncelikle havf ile haşyet arasındaki farkı gösterir. Haşyet karşı tarafı muazzam
görmek, ondan ürpermektir. Melekler Allah Teâlâ’ya haşyet/heybet duygusu ile yaklaşırlar. Havf ise kişinin bir zararın
kendisine ulaşmasından korkmasıdır. Havfın zıddı ise, cür’et/ kendine güven kavramı ile açıklanır.
Havfın öncülleri dört tanedir: Geçmiş günahları aklına getirmek, Allah Teâlâ’nın azabının çetinliğini düşünmek,
bu azabın büyüklüğü karşısında kendi zayıflığını düşünmek, Allah Teâlâ’nın meşiyeti taht-ı tasarrufu altında bir hayat
sürdürdüğü bilincinde olmaktır. Allah Resulü (s.a.v.): “Sizden en fazla Allah’ı bilen ve ondan korkanınızım” buyurmuştur. Bu yolun yolcusunun iki hususa dikkat etmesi gerekir. Bunlardan birincisi günahtan çekinmektir. Zira nefis
kötülüğe ve fitneye meyilli olarak yaratılmıştır. Böyle bir nefsin şerrinden korunmak bu nefsi korkutmakla mümkün
olur. Allah Teâlâ Kur’ân-ı Kerîm’de nefsin korkutulmasından bahseder. Zira Peygamberler bile “Ben nefsimi temize
çıkarma peşinde değilim” demişlerdir. Hatta peygamberlerden bir zelle meydana gelmiş ise Allah hemen onları uyarıvermiştir. Allah İblis ve Bel’am b. Baura’dan imanı almış, sonları hüsranla bitmiştir. Hz. Adem’den bir şekilde sadır
olan zelleye tövbe ve istiğfar etmesi sonucunda Allah Teâlâ katında yeniden hüsnü kabul görmüştür. Peygamberlerin
hali bu ise, günah işleyenlerin hali ne olacaktır. Düşünmek gerekir. İnsan önündeki kabri, suali ve azabı, haşr u neşr,
mizan ve hesabı düşünerek nefsi yola getirme çabasında olmalıdır. Müellife göre kul bunları hatırına getirdiği zaman,
kolay kolay günaha yaklaşamaz. İkinci husus, kendi yaptığı ibadet ve tâatle gurura kapılmamalıdır. Müellif, Sözde
Allah’tan bahsetmekle birlikte, işlere gelince münafıkların amelleri ile meşgul olmasına şaşırmaktadır. Buna rağmen
nefiste cennet beklentisi vardır. Müellife göre bunun gibi hatıra ve düşünceler nefsi tâate yöneltip, günahlardan çekinmeye vesîle olurlar.
Recâ, güzel beklentiye kapılıp, kalbin rahata alışmasıdır. Bu recâ güzel bir şeydir. Ama böyle bir beklentiye sahip
olan bütün sebeplere sarılıp yerine getirmiş ise güzeldir. Bunlardan en önemli sebep, sâlih ameldir. Bu şartları yerine
getirmemiş ise beklentileri gurura dönüşür. Esbaba tevessül etmeden geleceğin güzel olacağı beklentisi, gururun ta
kendisidir. Bazı sebeplere sarılıp, bazılarını ihmal eden kişiye gelince, bu sefer recâ temenniye dönüşür. Temenninin
temel kuralı ise, muhal olan şeylerdir.
Müellif ey kardeş diye hitap ettiği taliplerine imanın insanın kalbinde yere gömülen tohum gibi olduğunu söyler.
İnsanın kalbi ise yeryüzü gibidir. Bir tohum yere gömüldüğünde yüzeye doğru çıktığı gibi, imanda maneviyat ikliminin geliştiği bir kalpte yeşerir. Sonra o filizin damarları vardır. Damarları ise güzel ahlaktır. Güzel ahlak sağlam olursa
filiz de sağlam olur. Ahlak zayıflarsa iman filizi de zayıflar. Yerin bütün şartları elverişli değilse, filizin yeşermesi
mümkün değildir. Kalp ve kalbin maneviyatının yerine getirilmesinin şartı tövbe ve zühddür. İlim ve hikmetleri dinlemektir. Kıyamet günü bu filizlerin hasat mevsimidir. Hak ve hukukları elde etme mevsimidir. Dünyada işlemiş olduğu
hased, gıybet ve nemimeye gelince, o haset için yakıp yıkan bir rüzgar veya şimşek gibidir. Bu durum bir çiftçinin
tarlasında çalışmasına benzer. Kalp dünyasının işlenmesi için yapılması gereken çalışma ve recâ ihmal edilmemelidir.
Tohumu ekip ondan sonra hiçbir işlem yapmayan kişi her ne kadar ürün elde etmeyi temenni etse de hiçbir şey elde
edemez. Bu recâ kalp rahatlığı gayr-i maktur olan kalbin düşüncesidir.
Bazen insanın iradesi ile, bazen de iradesinin dışında gerçekleşir. İnsanın iradesi ile olan recâ, Allah’ın geniş rahmet ve sonsuz fazlını söz, fiil ve düşüncede meydana getirir. Bu recâ olmadığı zaman ye’s/ümitsizlik meydana gelir.
KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II ■ 443
Ye’sin sonu küfürdür. Ye’se düşenin recâya geçmesi farzdır. Recânın dört öncülü vardır. Bunlardan birincisi, kişinin
geçmişte uğradığı fazl-ı ilahiyi düşünmesidir. İkincisi, Allah’ın fazl u keremi ile gelecekte vadettiği nimetleri hatırlamalıdır. Üçüncüsü ise, Allah’ın nimetini din ve dünya nimetleri açısından kendisi hak etmediği halde aklına getirmesidir. Dördüncüsü ise, Allah’ın rahmetinin genişliğini hatırlamasıdır.
Bu yolun yolcusu sağlıklı bir seyr ü sülûk yapabilmesi için recâ iki husus açısından gereklidir. Birincisi, tâate gayret göstermek içindir. Zira hayır nefse ağır gelir. Sebebi de nefis elde edeceği sevabı göremez ve kolay kolay hayra
yaklaşmaz. İkinci husus ise, sıkıntılara tahammül etmek kendisine kolay gelmesi için önemlidir. Çünkü neyi talep
ettiğinin bilincinde olan için ne kadar harcadığı kendisine kolay gelir. Seven hakkıyla sevdiği kişiden gelen sıkıntılara
katlanır. Bal alan arının iğnesine katlanır. Gülü seven dikenine katlanır. Çalışanlar iş koşullarının zorluğuna katlanır.
Kullara da eşsiz cennet nimetlerini elde etmek istiyorlar ise ibadetlerin zahmet ve eziyetleri kendilerine kolay gelir.
İbadetin emri- tâati yapmak, günahdan çekinmek, nefs-i emareyle itmam etmesi ancak havf u recâ ile mümkündür.
Huysuz bir hayvan bir kişi onun yularını önden çekmeyle birisinin de arkadan sopayla onu sürmeye muhtaç olduğu
gibi o haldeyken de fırsat bulduğunda sağa sola kaçar, huysuzluk yapar. Nefs-i emmare buna benzer. Kul isyanda ise
havfa sarılmalı, sağlıklı ya da hasta olduğunda recâdan ayrılmamalıdır. Karamânî’nin tespitine göre havf u recâ ehl-i
visal olmayanlar/kavuşamayanlar için geçerlidir. Ama insan vuslata kavuşunca sadece recâ yeterli olur. (Karamânî, vr.
83a-87b)
7. Sıdk u ihlâs: Cürcânî’ye göre sıdk asıl, ihlas ferdir ve sıdka tâbidir. İkisi arasındaki fark ihlâs ibadet başladıktan
sonra ortaya çıkar. Sıdk ise, ibadetin temelinde vardır. (Cürcanî, (t.y.), 15.) Sıdk ve onun zıddı olan kizb, sözde (niyette), azimde, vefada ve amelde, makamları gerçekleştirmekte kullanılır. Bütün bunlardan sadakati gösteren kimse Ebubekir Sıddîk Efendimiz gibi “sadık” olur. Bu altı hususta sıdk gösteren gösterdiği dereceda sâdık olur. Her şey başka
bir şeyi karıştırmakla bulanık olabilir. Olmadığı zaman ise halistir Salih amelde riyâdan uzak olduğunda, halis olur.
İhlas denilen budur.
İhlâs amelde ve ücret talebinde olmak ikiye ayrılır: Ameldeki ihlâs, Allah’a yaklaşmak maksadıyla onun davetine
icabettir. Zıddı ise nifaktır. Başkasına yaklaşmaktır. Amelleri yok eder. Ücret talebindeki ihlâsa gelince; sadece ahiretteki yararı istemektir. Zıddı ise riyâdır. Dünyada da bir ücret talep etmektir. Amelleri yakıp yıkmaktır. Her iki ihlâs
çeşidi zâhir ve bâtın olan ibadetin içinde olması şarttır. Mübah fiile gelince: ücret talebinde olunan hulusiyet gereklidir.
Diğeri gerekmez. Ameldeki ihlâs ameli yapmakla berber olmalıdır. Sonradan olmaz. Nâfile amellere gelince yolu biraz
daha geniştir. Bazıları nâfileleri de hulusiyet açısından farzların seviyesinde saymışlardır. Keramiye tarîkatının meşayihlerinden Abdan’a göre, riyâ amelin içine sokulmadıkça halis niyete sahip olmak mümkündür. Yani kul ibadetten
dünya menfaatini kastettikçe bu açık bir gösteriş olur. Eğer kul iffet için veya normal olarak insanlar görürlerse riyâ
değildir. Hakeza haklı olanların yolunu irdeleyip, ehl-i bidat’ın batıl yolunu göstermek ise bu riyâ sayılmaz. Çünkü
amaç ahirettir.
Mâsiyet, tâat, mübah olmak üzere ameller üçe ayrılır: Masiyet; güzel niyetle ibadete dönüşmez. Tâat ise; niyet olmazsa ibadete dönüşmez. Ama niyet işin içine girerse, iyi niyetle camiye giren kişinin durumu gibi, niyete göre de bir
çok hayır ve hayrata dönüş olabilir. Kur’ân okumak, namaz kılmak bunlardandır. Mübah amel ise; yemek, içmek,
giymek gibi amellerdir. İyi niyetle ibadete dönüşebilirler. Mesela kendi ihtiyacı için evlenen bir insan hayrı niyet ettiğinde nefs-i muhafaza, salih evlat, yuva kurma vs. gibi çeşit çeşit sevaplara nail olabilir.
İhlas ve riyânın üç alameti vardır: Muhlis insanın yanında methini veya yapmak, zemmini yapmak aynı seviyededir. Allah Rasulü (s.a.v) bu hususta: “Bir insana şer olarak methi veya zemmi yapma açısından insanların onu parmakla işaret etmeleri yeterlidir” buyurmuştur. İbrahim Ethem Hazretleri: “Şöhreti isteyen, Allah’ı tasdik etmemiştir”
buyurmuştur. Sıddık olanlar riyâset/reisliğin sevgisini akıllardan attıkça sıddık olurlar. Hulusiyetin ikinci nişanesi;
geçmişteki amelleri aklına getirmemektir. Aklına gelirse kabul olunmamış olabilir diye düşünmelidir. İhlasın üçüncü
nişanesi; mükafatını Allah’tan istemektir. Riyâda bunun gibi övülmeyi sevmek, dünya mükafatını sevmek, ibadetleri
aklına getirip günahları unutmak gibi alametleri vardır. Müellif bu hususları “Âdabül- menazil” adlı eserinde de ele
aldığını dile getirerek oraya bakılmasını salık verir.
“Her zaman minnet ve fazıl Allah’tandır” diye düşünmek halisane düşüncesi fikridir. Böbürlenip kendini üstün
görme düşüncesi ise bir riyâ fikridir. “Allah’ın fazlu rahmeti olmasaydı kendinizi temize çıkaramazdınız. Allah kimi
dilerse onu temize çıkarır” âyet-i kerîmesi buna işaret eder. Burada Ashab-ı Kiram Efendimiz (s.a.v.)’e “Sen de mi
çıkamazdın Ya Rasulallah (s.a.v)?” diye sorduklarında Efendimiz (s.a.v.) “Ben de çıkamazdım” buyurur. Öyle ise her
halde kul kendini kibirden geri çekmelidir. Yoksa kendini görme hastalığına düşerse bu duygu, Allah ile arasında perde olur. Bir diğer husus ise salih amelleri bozulur. Bu meyanda Hz. İsa (a.s.) havarilerine; “Rüzgarın söndürdüğü nice
kandiller ve nice âbidler vardır ki ucb onları bozup yoldan çıkarmıştır” buyurmuştur.
Amellere zarar veren on husus tespit edilmiştir. Bunlar nifak, riyâ, minnet (başa kakma), eza, ucb, izlal, nedamet,
hasret, tehavün yani insanların eleştirisinden korkmaktır. Bütün bu kavramların karşıt anlamları da mevcuttur. Örneğin; nifakın zıddı ihlâs, riyânın zıddı talepte ihlâstır. Minnetin zıddı ameli Allah’a teslim emek, ezânın zıddı tahsinu’lamel (ameli muhafaza etmek) ucb(kibir)un zıddı Allah’ın nimetini hatırlama, izlalın zıddı nefsini hor görmek, nedame-
444 ■ KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II
tin zıddı nefsin ayaklarını yerinde sabitlemek, hasretin zıddı hayrı kazanmak, tehâvünün zıddı tevfiki (muvaffakiyet)
büyük görmek, insanların eleştirisinin zıddı da haşyetullah yani Allah korkusudur.
Kibir, kendini büyük görmektir. Ucb, kendi faaliyet ve hasletlerini, yol yöntemini en üstün görmektir. İzlal ise
başkasını zelil ve değersiz görmektir: Bu sözle olabilir, kalben düşünceyle de olabilir. Bu durumda olanların namazının
başından yukarı geçmediğine dair (s.a.v) hadîs-i şerîf vardır. Allah Rasulü (s.a.v) Ebu Zer Gıfari’ye: “Vapurunu tazele
çünkü derya geniştir. Azığını tastamam yap çünkü sefer çok uzundur. Yükünü azalt çünkü sarp bir kaya vardır. Amelini
halis yap çünkü nöbetçi görmektedir”9 buyurur.
Bir çok amel, içinde ihlas olmadığı için reddedilir. Müellif bu hususu Hz. Musa (a.s)’ın başından geçen uzun bir
olayı anlatarak izah eder. Sonra da “Bak ey kardeşim Ahassu’l- havassın hali buysa diğer kulların hali nice olur bir
düşün” buyurur. (Bkz., Karamânî, vr. 88a-93b.)
8. Hamd ve Şükür: Hamd şükürden biraz daha geniş mânalıdır. Güzellikler üzere Allah’ı dil ile sena etmektir.
Hamd zâtî sıfatlardandır. Şükre gelince nimeti vereni muazzam görmek, nimet verenin en az hakkı onunla isyan yapmamaktır. Sonra o nimetle Allah’ın itâatinde bulunmaktır. Nimet üç çeşittir: Bedeni nimet, dini nimet, dünyevi nimet.
Bedeni nimet; düzgün yaratılıştır. Cinlerden, insanlardan, hayvanlardan, haşeratlardan, yangından, muhafaza etmesi
ayrı bir nimettir. Mün’im (nimet veren)in lütfunu idrak ettikten sonra her mahluk kendi yaratılışına göre Mün’im’in
şükründe bulunmalıdır. Dünyevi nimete gelince; evvela İslam dinine muvaffakiyettir. Önünde ilmin ve tâatin yolunu
açması, küfürden, bid’atten, delaletten seni uzak tutmasıdır. Kul bunu düşündüğünde iman ve hulusiyeti kadar Rabbi
ile bir dostluk kurduğunun farkına varmalı ve o dostluğa riayet etmesi gerekir. Her zaman bu nimetin elden gitmesinden korkmak havfın gerekliliğidir. Kul onu bir gevşeklikle, gafletle karşı karşıya bırakmaması için Allah’a yalvarıp
yakarmalıdır. Müellif şöyle bir temsil getirmektedir. Farzedelim ki öyle bir padişah var ki; bütün padişahlar, umera ve
hukemalar, ukalâ/âkiller ve ulema onun önünde baş eğerler. Âmi/avam olan bir insana görüşme müsaadesi verdiğinde
bu adam ne kadar fazla sevinç duyup şükreder. Kul da Rabbi huzurunda bu duygu içinde olmalıdır.
Şükür iki husus için gereklidir. Birincisi nimetin devamı için gereklidir. Çünkü şükür, nimetin bağlanmasıdır. Terk
edildiğinde nimet, nikmete/ceza dönüşür. Âyet-i Kerîme, Allah’ın nimetini inkâr edenin, onların başına nasıl döndürdüğünü, şükredenin de nasıl artırdığını apaçık bir şekilde anlatmaktadır. Şükredenleri Allah bilir. Bunlar; Allah kendilerine ilim vermiş olup, ilmine âmâdedirler. Allah’ın şükrünü ifa etmesini bilenlerdir. Şükürden mahrum olanlara gelince nimetin kıymetini hakkıyla bilmediği için ilme de amele de değer vermezler.
İlim ve amelin değerini gerçek manada alimler bilir. Örneğin esnaflar doğal olarak sanat ve ticaretlerini birçok defa ilim ve amele tercih ederler. Bir dirhemlerinden küçücük bir karlarından bile vazgeçmezler. Hâlbuki ilim ehli mallarını, vatanlarını ve bütün lezzetlerini terk edip ilim ve ibadetin peşine düşmüşlerdir. Çoğu defa lüks yemeklerinden,
yeni elbiselerinden vazgeçmişlerdir. Herkes kendi yönelimine göre bir değer ölçüsüne sahiptir. Âyet-i kerîmede “Nimetlerimizi kendilerine verdiğimizi, sonra şeytana muhabbet gösterenlerin haberini onlara oku. Dileseydik ona vermiş
olduğumuz ayetlerle şanını yüceltirdik. Ama dünyada ebediyeti aklına getirince onu helak ettik” (A’raf, 7/175-176)
buyurulmaktadır. Bu âyette işaret edilen kişi, Allah (c.c) kendisine ilim verdiği ve değerlendirmeyen Bel’am’dır. Haberlerde geçtiğine göre, Bel’am bin Bâurâ Allah’ın (c.c) arşını ve dünyanın tamamını ilmiyle görebiliyordu. Altmış bin
talebesi havada uçuyordu. Günde on iki bin mürekkep kutusunu yazmak için harcarlardı. Kadrini bilmeyip cehalete,
şehvete ve dünya peşine düşünce bir gün bütün bildikleri ve ilmi kafasından silinir. Nimetleri hatırlayıp kadrini bilmeyince Allah (c.c.) verdiği ilim nimetini geri alır.
Bu meyanda ‘Allah (c.c.) hepimizi gazabından muhafaza eylesin’ diye dua eden müellif bu durumu şuna benzetir;
Bir padişah hizmetçilerinden birini giydirip özel bir duruma getirip kendisine komuta verse, herkes ona boyun eğer,
sever sayar. Fakat hizmetçi, bir padişahın onu bu duruma getirdiğini unutur. Başka bir bakışla nefsine bakar. Padişahın
kapısında bir ekmekle yetinen bir hayvan tımarcıyı (besleyici) görür ya da bir kemikle yetinen bir köpeği görür. Bu
ikisinin haline gıpta eder, büyük padişah ikram ettiği kişiyi böyle görünce “Bu ahmaktır. keramet ve nimetlerimin
hakkını bilmez” diyebilir. Âlim böyle dünya malına meylederse, âbid, heva-i nefse tabi olursa onların durumları bu
adamın durumu gibi olur. O Padişah (Allah (c.c), evliya ve enbiyalarına verdiği kerametiyle bunları seçip vermiştir.
Nitekim, “Biz sana Kur’ânı seb’ül mesânîyi verdik. Bir kısım insan değerini bilmeden dünyaya meylediyorlar” buyurmaktadır. Bir başka âyette ise “Onları denemek için, dünya süslerinden vermiş olduklarımıza göz dikme” (Hicr,
15/88) denir. Ebu Leys Es-Semerkandî: “İmanın kaybedilmesine sebep olan üç şey vardır: Bunlar, şükürsüzlük, korkusuzluk ve zulümdür” buyurmaktadır. Hatta şiddet ve musibetler ile gelen nimetlerin üzerine de şükür lazımdır. Musibet
geldiği zaman, dinde olmadığından ve daha büyük olmadığından ve sevapsız ve mükafatsız da olmadığından dolayı
şükretmek gerekir. (Karamânî, vr.94a -100a)
9. Muhabbet ve Şevk: Herevî’nin sistematiğinde “ahvâl” olarak değerlendirilen muhabbet, (Herevî, 1962, 61-62)
kavramını müellifimiz de ele almıştır. Ona göre Allah’a doğru giden yol üçe ayrılır: Bunlar, zühdün yolu, şükrün yolu,
şevk ve muhabbetin yoludur. Zühdün yol ve yöntemi, sevabını umarak, azabından korkarak günahlardan çekilip itâati
yapmaktır. Şükrün yol ve yöntemi: Allah’a (c.c) tazim duyarak ibadeti yapmaktır. cennet ve cehennem olmazsa bile,
9
Kaynağını bulamadım.
KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II ■ 445
bu yolda olanın itâatını tastamam yerine getirmesidir. Aynı şekilde muhabbetin yol ve yöntemi de üçe ayrılır: Bunlardan birincisi kalp bilgisiyle fazilet ve ihsanları bilmek ve fark etmek olup, bundan muhabbet doğar. Bu muhabbet makamlarından bir makamdır. Bu makamda olan Allah’ın (c.c) sevdiğini sever, sevmediğini sevmez. İkincisi kalp ilmiyle
Allah Teâlâ’daki bilgi, güzellik gibi tüm sıfatları anlatmaktır. Bu muhip araçlara ve vasıtalara bakmaksızın kahr ve
lütfu eşit görmektedir. Her ikisiyle lezzet duyar. Üçüncü kısım: Allah’ın kendisini sevdiği için Allah’ı sevmektir. Âyeti kerîmede: “Allah’ı (c.c) seviyorsanız bana ittiba’ edin, Allah’da sizi sevsin” (Âli İmrân, 3/31) buyurur.
Allah Teâlâ’yı sevmenin yolu, Peygamberi sevmekten geçer. Peygamberi sevmeden Allah’ı (c.c) sevme uğraşısı,
şerîatın bazı unsurlarını ihmale sebebiyet verebilir. Meşhur uşşak/ muhibbine Hallâc-ı Mansur, Mevlana Celaleddin-i
Rumi ve başkaları örnek verilebilir. Nasıl ki padişahın köşküne çıkmak isteyenler ister-istemez aracılara ve özel âdablara riayet etmeye ihtiyaç duyarlarsa Hz. Muhammed (s.a.v) de bu konuda en önde gelen aracıdır. Allah’ın (c.c) habibi
ve safiyyidir. Yemesinde, içmesinde, giyiminde bütün hallerinde ahlak O’na (s.a.v) ittiba edenlerin, Cevvâd-ı Kerîm’in
yanına çıkması kolay olur. Çünkü bir dost, dostunun bütün müştemilatlarını sever. Hatta dostunun mahallesindeki
köpekleri de sever. Bu makam sahibi Allah’ı (c.c) ve Allah’tan (c.c.) gelen her şeyi, olumlu ve olumsuz yönleri tümü
ile sever. Olumlusu bellidir. Olumsuz olanı da Allah’tan (c.c) geldiği için sever. Hasılı Muhammedi ahlakla ahlaklanan, Allah’ın sevdiği ahlakla ahlaklanan kişidir. Zebur’da: “Dostlarım beni, ben de dostlarımı çok özlemişim” buyurulur.
Allah (c.c) sevgisi elde edilince kul ondan lezzet ve sevinç duyar. Bunun için kursağına kadar her hale riayet ederek şerîatın hudutlarını çiğnememelidir. Bu makamın ilkine şevk denir. Sonuna da aşk aşk-ı memdûh denir. Şerîata
riayet etmek aşk ile olmalıdır. Değilse hiçbir tadı ve hüneri yoktur. Bu üç makam farklı anlamlar ifade eder. Şevk makamı, aşk makamı, muahabbet makamı birbirinden ayrıdır. Muhabbet ve şevk makamı şerîatın hududları içindedir.
Hallâc-ı Mansur, Muhyiddin, İbnü’l-Arabî gibi zatlarda görüldüğü gibi aşk makamı sınırları aşabilir. (Karamânî, vr.
100a-103b)
10. Tevhîd
Köstendilli Süleyman Şeyhî Efendi tarafından “Tevhîd, izâfetlerin ortadan kalkmasıdır” (Şeyhî, (t.y.), vr. 63a)
şeklinde tanımlanan tevhîd kavramını müellif, tevhîd-i ef’âl, tevhîd-i sıfat ve tevhîd-i zat olmak üzere üç tabakada ele
alır. Meseleyi ilm-i kelam, tasavvuf ve felsefe perspektifinden şerîat, tarîkat, mârifet, hakîkat, akıl, gönül, zâhir bâtın
bütünlüğü içinden geniş bir şekilde açıklar. Bu arada ehl-i zâhir ve ehl-i bâtın arasındaki tartışmlalara değinir. Zâhir
ehlinin tasavvuf ehline yönelttiği suçlamalara değinir.
Karamânî’ye göre keşf ehli şerîatın kasdını anladıktan sonra, işin hakîkatine de varmıştır. Elbisenin kılıfı elbiseden
sayıldığı gibi o hakîkatler de şerîatın sırrıdır. Şerîattan sayılır. Fakat anlayışı kıt olanlar bu kelimelerin gerçekle ilgisinin olmadığını zannederler. Bu zanla ehl-i tasavvufu deliliğe, inkara, zındıklığa nispet etmişleridir. Fakat ehl-i zevk,
“Ârif-i âgâh olanlar, mağrur cahillerin yanında gülünç olmaları şarttır” demişlerdir. Allah’ın nur vermediğinin nuru
yoktur.
Müellife göre elbetteki bâtınla iştigal eden ehl-i tasavvuftan ilhad, inkar ve zındıklığa düşenler vardır. Bunun sebebi ya sağlam bir rehberleri ya da tefrik gücü olmadıklarından sapıtmışlardır. Bir kısmı helaller ile ittihadı, bir kısmı
şerîata aldırmadığından, bir kısmı ise vahdet-i vücudu “Bâtınî bir iştir” deyip bu hususta çirkin tahminlerde bulunmalardandır. Bir kısmı tamamen cebriyyeye bir kısmı ise ta’tîl ve bugünkü tabirle deizme kaymıştır. Bu şekilde delalete
düşen gurup çoktur. Fakat ehli imanın özü olan muhakkikinler şerîata ittiba etmeye son derece özen gösterirler. Bu
anlayışla fetva ve takvâyı birleştirmişlerdir. Nitekim âyet-i kerîmede “Sizin en değerli olanınız, Allah katında en muttakî olanınızdır” (Hucurât, 49/13) buyurulmuştur. (Karamânî, vr. 115a-115b)
Zâhir-Bâtın Ehli Arasındaki Meseleler
Müellif geçmişten günümüze güncelliğini koruyan zâhir-bâtın ehli arasındaki çekişme ve çatışmaları da ele almıştır. Bu çatışma ve çekişme zaman zaman tekfir etme derecesine kadar varmıştır. Bâtın ehli yani sufiler zâhir ehli olan
ülemayı kabukta kalarak ilmin özünü kavrayamamakla suçlamışlardır. Örneğin Osmanlı döneminde “Kadızâdelîler ve
Sivâsîler” çekişmesi bunun bariz örneğidir. Tekfirciliğe varan bir dil kullanan Kadızâdelîler sûfîler ve geleneksel bir
dini yaşantıya sahip halk kitlelerine büyük baskılar yapmışlar, bunu yaparken büyük ölçüde etkili oldukları devlet
erkini bir baskı unsuru olarak kullanmışlardır. (Bkz., Nâimâ, 1280, VI, 228-241; Şeyhî, vr.4b-11a; Uludağ, 2013, 111155; Gündoğdu, 2000, 85-89; Tonga, (t.y.) Karamânî de benzer bir yaklaşım içindedir. Meseleyi Kur’an ayetlerinin
tefsiri üzerinden ele almıştır. Allah Kur’ân-ı Kerim’de kendisini anlatırken “O ilktir, O sondur, O zâhirdir, O bâtındır”
(Hadid, 57/ 3) buyurmaktadır.
Allah Resulü (s.a.v.) ise “Kur’ânın zâhirî var bâtını var, sınırı da var, doğuş yeri de var. Her bir harfin farklı bir
hakîkati var” (Süyûti, el- Itkan, II, 1220; Zerkeşi, II, 154) buyurmaktadır. Kur’anın zâhirî sınırı ve hakkı ehl-i ilim
müfessirlerin zâhirî tefsir ettiği gibi ayetin bâtınî manasının olduğunu da itiraf ve ikra etmektedirler. Fakat o müfessirler Kur’an’ın sırlarını keşfetmek için gayret göstermemişlerdir. Kur’an deryasının kıyısından bir takım manalar çıkarmakla yetinmişlerdir. Bunlar kabukçu ve müncidi/laf düzelticidirler. Kur’an’ın esrar-ı hafisinden nasipsizdirler.
Kur’anın bâtınî kısmını inkar kolaycılığına kaçmışlardır. Batniyyun mezhebi ise Kur’ân’ın zâhirî manasını inkar etmiş-
446 ■ KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II
lerdir. Kur’an’da kastedilen mananın sadece bâtınî olandan ibaret kabul etmişlerdir. Ama kâmilîn olanlar/kâmiller her
iki manayı derleyip toplamışlar, zâhir-bâtın bütünlüğünü sağlamışlardır.
Müellif iş’ari/bâtınî tefsire âyet ve hadîs-i şerîf örnekleri vermiştir. Hz. Musa (a.s.) münacaatta “Fahla naleyk”
(Tahâ, 20/12) nidasını aldıktan sonra, zâhiren ayakkabılarını çıkartır. Fakat ayetin sırr-ı hakîkatine muttali olduktan
sonra meseleyi anlayarak kevneyn/iki cihanı/dünya ve ahireti kalbinden çıkarıp atar. (Bkz., Şâtıbî, 1997, III. 346-367)
Peygamber Efendimiz “Melekler içinde köpek bulunan eve girmezler. Öyle ise ey insanlar kalp evlerinizi köpek anlamına gelen yırtıcılıktan ve necasetten temizleyiniz” (Buhari, “Libas”, 88). buyurmuştur. Ashab hadîs-i şerîfin zâhirî
anlatımından bâtınî manasını da anlamışlardır. Ehl-i tevhîd de bu minval üzere meseleleri ele almışlardır. (Karamânî,
vr. 113a-113b).
Sonuç
Yaptığımız bu çalışmanın bize gösterdiği hakîkat şudur. Anadolu irfanının ana menbaı konumundaki Karaman’da
yaşamış olan Durmus Karamanî Hazretleri geçmişten günümüze bize ışık saçan altın zincirin önemli bir halkası olarak
tarihteki yerini almıştır. Bugünkü bilgilerimize göre iki mühim eserden oluşan ilim terekesi bize kalan önemli bir mirastır. Böylesi velûd bir zatın başka eserleri de olabilir. Birinci dereceden tasavvufî ıstılahlar üzerine inşa ettiği “elMeslekü bi-mi’râcü’l-müştâkîn ve minhâcü’l-müttakîn” adlı eser belki en önemli mesajını isminde vermektedir. Eser
isminden de anlaşıldığı üzere gönülden âşıklara nefis mertebelerinde, ruh mertebelerinde yapacakları manevî miraç
mesabesinde olan yolculuklarında onlara ışık tutacak bir mahiyete sahiptir. Aynı zamanda muttakîler için gidilecek
sağlam ve emniyetli bir seyr ü sülûk yolu göstermektedir.
Müellife göre yaşadığı dönem kaht-ı ricâl/kâmil insan yoksunluğu hissedilen bir dönemdir. Böyle bir ortamda söz
konusu bu eser, manevî yolculuğa çıkma azminde olan fakat yetkin bir mürşid bulamayan âşık ve sâdıklar için rehberlik edecek bir içeriğe sahiptir.
Eserin içeriğine baktığımızda Karamanî sağlam referanslara sahiptir. Ortaya koyduğu görüşler başta âyet-i kerîme
ve hadîs-i şerîfler ve Hz. İsa (a.s.) gibi diğer Peygamber-i İzâm Efendilerimizin görüş ve düşünceleri ile desteklenmiştir. Akabinde sahâbe-i kiram, tâbiîn ve tebeü’t tâbiîn ve müellifin yaşadığı döneme kadar etkileri ulaşmış Allah dostlarının kelâm-ı kibar ve derin tahlil, tedavi ve teşhis ve tavsiyeleri ile süslenmiştir.
Eserin “usûl-i aşere” tertibi üzerine ortaya koyduğu sistematik, ehl-i sünnet ve’l-cemaat itikadı üzere şerîat-tarîkat,
zâhir-bâtın bütünlüğü ve Cibril hadîs-i şerîfinin vaz’ ettiği inanç-ibadet-ahlak (Tatlı, 2005) umdelerini tekmil etmek
gayesini güden, verdiği mesajla bugünde güncelliğini koruyan sağlam bir yol haritası mesabesindedir. Müellifin yaşadığı döneme yönelttiği zamane eleştirisi de günümüzde karşılığını bulmaktadır.
Karamânî’nin telif ettiği diğer eseri Âdâb-ı Menâzil günümüz açısından oldukça önemli olsa gerektir. Aile müessesinin sorunlarına bütünlüklü bir bakış açısı verebilecek menzil kavramı nerede ise unutulmuş bir kavramdır. Bu yaklaşımla evleri şefkat dolu bir yuva ve irşad eden yetiştiren, gelecek nesilleri koruyan bir mektep haline getirebiliriz.
Kaynakça
Abdulkâdir Geylânî, (2009), el-Gunye li Tâlibî Tarîki’l-Hak: Hakkı Arayanların Kitabı, (Çev. Abdülkâdir Akçiçek,
Çev.), İstanbul, Sağlam Yayınları.
Abdullatif bin Durmus Fakih-Karamânî Kimdir Hayati ve-eserleri, (t.y.), 9 Ağustos 2019
http://sosyolojisi.com adresinden erişildi.
Akay, Hasan, (1995), İslâmî Terimler Sözlüğü, İstanbul, İşaret Yayınları.
Aynî, Mehmet Ali, (1993), Türk Ahlakçıları, İstanbul, Kitabevi Yayınları.
Cunbur, M. (t.y.). “Abdüllâtif Karamânî”, Türk Dünyası Edebiyatçıları Ansiklopedisi (TDVİA), 1, 81.
Bursalı Mehmet Tahir Efendi, (t.y.), Osmanlı Müellifleri, c. 1. haz. Fikri Yavuz, İsmail Özen, İstanbul, Meral Yayınevi.
Çelebioğlu, Âmil, (1998), Erzurumlu İbrahim Hakkı, Ankara Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları.
Demirci, Muhsin, (2013), “İstiaze”, DİA., XXIII., , ss. 318-319.
Duman M. Zeki, (1995), “Emel”, DİA., c. XI, s. 87, İstanbul.
Erdem, Hüsameddin, (1988), “Abdüllâtif Karamânî”. İstanbul, DİA, I, 256. Cunbur, M. (t.y.).
Fakih Karamânî Hazretleri, (t.y.), 30 Temmuz 2019 http://www.evliyalarimiz.com adresinden erişildi.
Gündoğdu, Cengiz, (2000), Bir Türk Mutasavvıfı Abdülmecîd Sivâsî (971/1563-1049/1639), Hayatı Eserleri ve Tasavvufî Görüşleri, Ankara, Kültür Bakanlığı Yayınları.
el-Herevî, Abdullah el-Ensarî, Menazillu’s-Sâirîn, Kahire 1962.
İsfahânî, (2007), el-Müfredât, Kur’ân Kavramları Sözlüğü, (Çev. Yusuf Türker), İstanbul,
Pınar Yayınları.
el-Karamânî, Abdüllâtif bin Durmuş, (t.y.), Âdâb-ı Menâzil, Süleymaniye Yazma Eserler Kütüphanesi, Âtıf Efendi, nr.
1725.
________,(t.y.), el-Meslekü bi-mi’râcü’l-müştâkîn ve minhâcü’l-müttakîn, Süleymaniye Kütüphanesi, Esad Efendi, nr.
1722/297.3.
KARAMAN ARAŞTIRMALARI - II ■ 447
el-Kâşânî, Abdürrezzâk, (1992), Istılâhati’s-Sûfiyye, Kahire.
________, (2004), Tasavvuf Sözlüğü, (Ekrem Demirli. Çev.), İstanbul, İz Yayıncılık.
Köstendilli Süleyman Şeyhî Efendi, (t.y.), Kûtü’l-Uşşâk (Yazma), İstanbul Sül. Ktp. Hacı Mahmud Efendi Bl. Nu:
2462.
________,(t.y.), Sübhatü’l-Levâyih, (Yazma) İBB Atatürk Ktp., Osman Ergin Türkçe Yazmaları Bl., Nu: 461.
Levend, A. Sırrı, (1964), “Ümmet Çağında Ahlâk Kitaplarımız”, TDAY Belleten, Ankara.
Nâimâ Mustafa Efendi, (1280), Ravdatü’l-Hüseyin fî Hulâsati’l-Ahbâri’l-Hafikayn, Târih-i Nâimâ, I-VI, İstanbul.
eş-Şâtıbî, Ebû İshâk, (1997), el-Muvâfakât fî Usûli’ş-Şerîa, Beyrut.
Tatar, Tuba, (2017), Abdüllatîf Karamânî’nin Adâb-ı Menâzil’ine Göre Menzil Kavramının Değerlendirilmesi, Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul 29 Mayıs Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü / Tarih Anabilim Dalı İstanbul.
Tatlı, Bekir, Hadîs Tekniği Açısından Cibrîl Hadîsi ve İslâm Düşüncesine Yansımaları, Ankara Üniversitesi / Sosyal Bilimler Enstitüsü / Temel İslam Bilimleri Anabilim Dalı / Hadis Bilim Dalı, Ankara 2005.
Tonga, Aydın, (t.y.), Osmanlı’nın Paralel Devleti Kadızadeliler, Doğu Kitabevi.
Uludağ, Süleyman, (2013), İslam Düşüncesinin Yapısı Selef, Kelam, Tasavvuf, Felsefe, İstanbul.
Yüceer, İsa, (2001), “İnanç Problemlerinden (Halk İnançlarına) Yansımalar”, Günümüz İnanç Problemleri İlahiyat Fakülteleri Kelam Anabilim Dalı Sempozyumu, 7-9 Eylül, Erzurum, ss. 127-161.
Ocak, Hasan, (t.y.), İslam Ahlak Felsefesinde et-Tedbiru’l-Menzil/Ev İdaresi Kavramı, (6). 85-118, 11.09.1919
http://isamveri.org/pdfdrg/D03844/2014_6/2014_6_OCAKH.pdf, http://www.evliyalarimiz.com adresinden erişildi.
Mimar Muzaffer Cad. Rampalı Çarşı No: 42
Meram / Konya Tel. 0332 353 62 27
Email:
[email protected]
www.paletyayinlari.com.tr
21/01/2020
İLGİLİ MAKAMA
1- 978-625-7057-04-2
2- 978-605-7600-98-1
3- 978-605-7600-99-8
4- 978-605-9269-85-8
5- 978-625-7057-00-4
6- 978-625-7057-01-1
7- 978-625-7057-02-8
8- 978-625-7057-03-5
9- 978-605-2338-82-7
10- 978-605-2338-59-9
11- 978-605-2338-55-1
12- 978-605-9269-82-7
13- 978-605-5262-76-1
14- 978-605-5262-38-9
15- 978-605-5583-53-8
16- 978-605-9269-66-7
17- 978-625-7057-05-9
18- 978-625-7057-06-6
19- 978-625-7057-07-3
20- 978-625-7057-08-0
21- 978-625-7057-09-7
978-605-7600-26-4
978-605-7600-25-7
978-605-2338-02-5
978-605-2338-04-9
978-605-2338-06-3
978-605-9269-51-3
978-605-9269-52-0
978-605-9269-55-1
978-605-9269-53-7
978-605-5583-68-2
978-605-5583-69-9
Amerigo. Die Geschichte eines historischen Irrtums (ALMANCA)
Briefe aus dem Orient (almanca)
1926 Baku 1. Türkologischer Kongress (almanca)
Vocabulary & grammar ( ingilizce)
Türkische Spuren in Wien (almanca)
pılote de guerre (FRANSIZCA)
Österreichische Sefire in Dersaadet (almanca)
josep fouche bildnis eines politischen menschen (almanca)
Ġalaṭâtu’L-‘Avâm
(arapça)
top score (ingilizce)
İbn hicce el-hamevî ve dîvânı ( arapça )
Internatıonal conference on modern educatıon studıes proceedıng book (ingilizce)
social medıa ın polıcıng (ingilizce)
Stefan Zweıg
Mary Wortley Montague
Theodor Menzel
Bünyamin Aksoy
Rubina Möhring herold
Antoine de Saint-Exupery
Karl Tebly
Stefan Zweıg
doç.dr. celal turgut koç
Bünyamin Aksoy
DOÇ.DR.Mücahit Küçüksarı
dr.mevlüt aydoğmuş
editör:prof.dr.Hamza Çakır,prof.dr.Hakan Aydın
BEITRÄGE ZUR INTERKULTURELLEN GERMANISTIK Festschrift für Selçuk Ünlü zum 70. Geburtstag (ALMANCA)
PROF.DR.Kuthan KAHRAMANTÜRK
Yabancılar için ingilizce‐rusça‐gürcüce
The fırst turkısh voıce ın sufı tradıtıon: aḥmad yasawī and the dīwān-ı ḥıkmat (ingilizce)
Michael Kohlhaas ALMANCA
COURRIER SUD (FRANSIZCA)
Betrügerische Skala (ALMANCA)
Triumph und Tragik des Erasmus von Rotterdam (ALMANCA)
der einsamste der einsamen (almanca)
Günvar, Cemil
prof.dr.İsmail Taş,prof.dr.Tahir Uluç,Kemal Argon
Heinrich Von Kleist
Antoine de Saint-Exupery--prof.dr.mehmet aydın
Joseph Roth
Stefan Zweıg--prof.dr.selçuk ünlü
Frıedrıch Nıetzsche--Haz. prof.dr. yüksel kocadoru
INTERNATIONAL CONGRESS OF CLIMATE CHANGE: SUSTAINABILITY ON HEALTH, AGRICULTURE,
FOOD AND LIVESTOCK POLICIES (ICSAFL’2018)- PROCEEDINGS BOOK
3rd INTERNATIONAL CONFERENCE ON STUDIES IN TURKOLOGY (ICOSTURK’2018)- PROCEEDINGS BOOK
2Nd ınternatıonal conference on studıes ın turkology proceedıngs book
3Rd ınternatıonal conference on scıence, ecology and technology proceedıngs book
3Rd ınternatıonal conference on the changıng world and socıal research proceedıngs book
1St ınternatıonal conference on studıes ın educatıon (barcelona’2016 Proceedings Book
1’St ınternational conference on studies in turkology-2016 (ıcosturk-2016, barcelona) proceedings book
2Nd ınternatıonal conference on scıence, ecology and technology-2016 (ICONSETE-2016,
Barcelona 2016) Proceedings Book
2Nd ınternatıonal conference on the changıng world and socıal research-2016 (ICWSR-2016,
Barcelona) Proceedings Book
Proceedings book of ınternational conference on the changing world and social research ı, ıcwsr vienna 2015.
Proceedings book of ınternational conference on science, ecology and technology ı, ıconsete vienna 2015.
Prof.Dr.UĞUR USLU--dr.deniz ulukuş
Prof.Dr.Ufuk deniz Aşçı
Edi: prof.dr.Ufuk Deniz Aşçı-prof.dr. necmi uyanık
Editör:prof.dr.uğur uslu--dr-deniz ulukuş
Editör: prof.dr.Necmi Uyanık
Editör: prof.dr.Ufuk deniz Aşçı
Edi: Prof.Dr.necmi uyanık prof.dr.Ufuk deniz Aşçı
Edi:Prof.Dr.necmi uyanık prof.dr.Ufuk deniz Aşçı
Editör:prof.dr.Ufuk deniz Aşçı
Editör:Ufuk deniz Aşçı
Editör:Ufuk deniz Aşçı