SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı
TÜRK ROMANINDA METE HAN, ATTİLÂ VE CENGİZ HAN
Yüksek Lisans Tezi
Volkan ÇİL
SİVAS
Mayıs 2019
SİVAS CUMHURİYET ÜNİVERSİTESİ
Sosyal Bilimler Enstitüsü
Türk Dili ve Edebiyatı Ana Bilim Dalı
TÜRK ROMANINDA METE HAN, ATTİLÂ VE CENGİZ HAN
Yüksek Lisans Tezi
Volkan ÇİL
Tez Danışmanı
Prof. Dr. Ahmet BOZDOĞAN
SİVAS
Mayıs 2019
ÖN SÖZ
Ulus devlet bilincinin ortaya çıkmasından sonra milletler kendi tarihleri ve
millî kimliklerini daha derin bir bakış açısıyla ele almaya başlamış ve
imparatorluklar yerini ulus devletlere bırakmıştır. Ulus devlet bilincinin getirdiği
etkiyle Osmanlı Devleti’nden bir zorunluluğun sonucu olarak en son ayrılan ulus
Türkler olmuştur. Osmanlının son döneminde Türkçülüğe karşı çıkan aydınlar
dahi Türkçülük akımının son çözüm ve çare olduğunu görmüşlerdir. İlk kez
Türkçülük akımı ile “Bu devlet nasıl kurtulur?” sorusuna bir cevap verilmiştir ve
Türkler Türkçülük fikir akımının etkisiyle Türkiye Cumhuriyeti’ni kurarak
binlerce yıllık devlet geleneklerinin devamlılığını sağlamışlardır. Türkiye
Cumhuriyeti Devleti ile birlikte Türk tarihine ve Türklük kavramına duyulan ilgi
de artmıştır. Bu ilgi Türk tarihçileri ile birlikte tarihe ilgi duyan Türk
romancılarında da etkisini hissettirmiş ve Türk tarihçileri ve romancıları yeni bir
tarih anlayışıyla birlikte hareket etmeye başlamıştır. Bu yeni tarih anlayışına göre
Türk tarihi bir bütün olarak değerlendirilmiş daha önce İslamiyet öncesi
dönemler Türk tarihinin bir parçası değilmiş gibi görülürken Cumhuriyet’in
getirdiği değişim rüzgârıyla birlikte bu algı da değişmiştir. Böylece Türk
tarihinin uzak dönemleri de incelenmeye ve edebî eserlere konu olmaya
başlamıştır. Bu doğrultuda özellikle 1930’lu yıllardan itibaren Atatürk’ün de
etkisiyle İslamiyet öncesi dönem Türk tarihçilerinin ilgisine daha fazla mazhar
olmuştur
Türk tarihiyle ilgili bulunan yeni bilgilerin ışığında Türk tarihinin uzak
dönemlerine duyulan ilgi tarih araştırmalarında etkisini güçlü bir şekilde hissettirse
de bu etkinin Türk romancıları üzerinde benzer bir tesir yaratması hemen
gerçekleşmemiştir. Türk tarihinin İslamiyet öncesi dönemlerini ele alan romancılar
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han gibi isimleri Cumhuriyet’in ilk dönemlerinde yok
denecek kadar az ele almıştır. İslamiyet öncesi döneme ait bir şahsiyeti ilk kez
romanına konu alan yazar Peyami Safa olmuştur. Peyami Safa büyük olasılıkla
Atatürk’ün de desteklediği tarih tezinden etkilenerek Attilâ (1931) isimli tek tarihi
romanını kaleme almıştır.
i
Daha sonra Turhan Tan Timurlenk (1935) ve Cengiz Han (1939) eserleriyle
bu teze uygun eserler vermiştir. Turhan Tan’ın eserinden sonra Cengiz Dağcı
Genç Temuçin (1969) isimli eseriyle Cengiz Han ile ilgili bir eser yayımlamıştır.
Bu eserden sonra ise uzun bir süre Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han ile ilgili
eserler yayımlanmamıştır. Bu üç isimle ilgili eserler özellikle 2010 yılından sonra
yayımlanmaya başlamıştır.
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han ile ilgili üretilen romanlar edebî metinler
olmalarının yanında başka anlamlar da taşımaktadır.
“Roman bir tarih kitabı değildir; ama romanlardan yola çıkılarak bir
milletin belli tarihsel süreçteki sosyolojik yapısı, toplumsal kabulleri veya retleri,
değer yargıları, dünyayı algılayış biçimi, başka milletlerle ilişkileri ve onlara
bakışı, başka milletlerin onlar hakkındaki düşünce perspektifleri vb. hakkında
birtakım verilere ulaşmak mümkündür” (Bozdoğan 2009: 8).
Bu veriler tarihi yorumlamak ve anlamak bakımından dikkate değer
malzemeler sunmaktadır. Bu romanlardan hareketle Mete Han, Attilâ ve Cengiz
Han’ın askerî kişilikleri, devlet adamlıkları, dünya görüşleri, inanç sistemleri,
yaşantıları, kurdukları devletlerin yapısı ve başarılarının altında yatan sırlar gibi
birçok bilgiye ulaşmak ve bunlarla ilgili bir takım çıkarımlar yapmak
mümkündür. Ayrıca bu eserler aracılığı ile Türk romancılarının bu isimlere
yaklaşım tarzları ve onları nasıl bir tez dâhilinde ele aldıklarını görmek de
mümkündür.
Tüm bu gerekçeler ile birlikte Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ı konu alan
romanlar
bu
çalışmada
edebiyat
biliminin
kabulleri
doğrultusunda
değerlendirilmiştir. Bu çalışmada önce, bu üç hükümdarı konu alan romanların
bir listesi çıkarılmış. Bu listede yer alan eserlerin sunduğu malzemelerden yola
çıkılarak da Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın hayatı algılayış biçimleri, askerî
kişilikleri, devlet adamlıkları, yaşadıkları ortam, inanç sistemleri ve değer
yargıları, toplumsal ve bireysel ilişkileri, liderlik sırları gibi hususlar anlaşılmaya
çalışılmıştır.
ii
Çalışmanın “Giriş” bölümünde Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın konu
alınmasına sebep olan etmenlere ve hangi bakış açısı ile roman türünün
malzemesi hâline geldiklerine değinilmiş daha sonra çalışmada yer alacak
eserlerin seçimiyle ilgili ölçütler anlatılmıştır. Giriş kısmından sonra açılan “Türk
Tarihî ve Dünya Tarihi İçerisinde Mete Han Attilâ ve Cengiz Han’ın Yeri”
başlığı altında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın yaşam öykülerine ve
yaşadıkları döneme değinilmiş; ayrıca Türk romanındaki yerleri hakkında genel
değerlendirmeler yapılmıştır. Giriş kısmında açılan “Çalışmanın Evreni” isimli
ikinci başlıkta da çalışmaya malzeme olan eserlerin seçilme ve çalışma dışı
bırakılan eserlerin seçilmeme sebepleri detaylı bir biçimde ele alınmıştır.
Çalışmanın “Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han” başlığını
taşıyan “1. Bölüm”de ise tarihçilerin çalışmaları referans alınarak bilgi verilmiş
ve bu çalışmanın oluşmasına sebep olan eserlerin Türkiye’deki kronolojisi
üzerinde durularak Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ı konu alan Türk romanları
hakkında genel bir değerlendirme yapılmış; bu romanların dikkat çeken noktaları,
benzerlikleri ve farklılıkları üzerinde durulmuştur. Bu kısımda yazar ve eser
merkezli
nitel
eleştiri
yapılarak
eserler
roman
tekniği
bakımından
değerlendirmeye tabi tutulmuştur. Daha sonra ise “Mete Han, Attilâ ve Cengiz
Han’ı Konu Alan Eserler Üzerine Bazı Dikkatler” başlığı altında çalışmaya dâhil
edilen eserler ile ilgili bazı noktalara dikkat çekilmiştir. Bu kısımda özellikle
çalışmaya konu olan eserlerin Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ı ele alış
biçimlerindeki farklılıklar göz önünde bulundurulmuş ve eserlerin genel
muhtevası hakkında kısa değerlendirmeler yapılmıştır.
“1. Bölüm”ün devamında ise bu çalışmaya konu olan romanların olay
örgüleri verilmiştir. “1. Bölüm”ün sonunda “Eserlerde Tarihsel Gerçeklik
Üzerine Vurgular” başlığı altında ele alınan romanlar tarihî gerçeklerin birer
yorumu olduklarından dolayı bazı yazarların (veya yayınevlerinin) kendi
eserlerinde işlenen konunun tarihsel gerçekliğine dair yaptıkları vurgular üzerine
birtakım değerlendirmeler yapılmıştır.
Çalışmanın büyük bir bölümü, “Tematik İnceleme” başlıklı “2. Bölüm”den
oluşmaktadır. “Çalışmanın “2. Bölüm”ünde Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han
iii
romanlarında tespit edilen ortak temalar; Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın
hüküm sürdükleri dönemlerin kronolojisi göz önünde bulundurularak sıralı bir
şekilde ele alınmıştır. Benzer şekilde romanların tematik olarak incelenmesi ve
değerlendirilmesi esnasında romanların ilk baskılarının yapıldığı tarihler göz
önünde bulundurularak bir sıralama yapılmıştır. Bu bölümde, çalışmanın
malzemesi olan eserlerde yer alan Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Türklüğe
bakış açıları, askerî yönleri, devlet adamlıkları, kadına bakışları, esaret hayatları,
töre ve âdetlere bakışları, dinî inançları, yaşam tarzları, aile fertlerinden birisini
öldürmeleri gibi veriler ele alınıp değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmeler
sonucunda ulaşılan yargılar, her bir bölümün sonunda kısaca verilmenin yanında
daha sonra bu yargıların tamamı “Sonuç” kısmında toplu bir şekilde dile
getirilmiştir. Sonuç kısmından sonra da “Kaynakça”ya yer verilmiştir.
Çalışmaya konu olan eserlerin belirlenmesinde esas alınan birincil kıstas
eserlerin isimlerinin Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han isimlerini taşıması
olmuştur. Çalışmada kullanılan eserlerin belirlenmesinde kullanılan diğer
kıstaslar da “Çalışmanın Evreni” başlığı altında verilmiştir. Buna karşın
çalışmaya konu olması gerekirken çalışma dışı bırakılmış eserler olabileceği
gerçeği kabul edilmektedir. Bu bakımdan çalışmaya dâhil edilen eserlerle ilgili
kullanılan ölçütler eleştiriye açıktır.
Çalışma sırasında ayrıca çalışmaya konu olan eserlerde bahsi geçen birçok
tarihî karakterin farklı isimlerle verilmesi çalışma içerisinde isimler konusunda
bir karmaşaya yol açacağından kendi tespitlerimizin olduğu kısımlarda çalışmaya
konu olan isimlerin ve bu isimlerin çevresinde yer alan şahsiyetlerin isimlerinde
en yaygın kabul edilen isim tercih edilmiştir; ancak romanlardan yapılan
alıntılarda ve ilgili bölümlerde bu isimler romanlarda olduğu şekliyle
değiştirilmeden nakledilmiştir. Bu uygulamanın gerekçesi ise romanlar
arasındaki farklılığı göstermek ve korumak niyetinden kaynaklanmıştır. Bu
hususun yanında ayrıca kaynaklardan yapılan alıntılardaki yazım konusundaki
diğer farklılıklar da tüm çelişkilerine rağmen orijinal metinlere sadık kalınarak
aktarılmıştır. Bunun dışında çalışmanın muhtevasını oluşturan diğer kısımlarda
TDK’nin Yazım Kılavuzu esas alınmıştır.
iv
Tezin hazırlanma sürecinde desteğini hiç eksik etmeyen şahsım için çok
kıymetli ve değerli isimler var. Bunlar içerisinde başta bu çalışmanın
şekillenmesinde ve fikri alt yapısının doldurulmasında bana rehberlik eden
yardım ve desteğiyle her daim ilerlememde en büyük vesile olan hocam Sayın
Prof. Dr. Ahmet Bozdağan’a akademik anlamda sunduğu katkılardan çalışma
disiplini ve özverisiyle gösterdiği ilgiden dolayı müteşekkirim. Yüksek Lisans
eğitimime başladığım ilk günden itibaren bir baba, abi ve hami sıfatıyla her
zaman yanımda olan ve bir an olsun desteğini, emeğini, vaktini, esirgemeyen
engin birikimi ve dünya görüşüyle bana rol model olan çok kıymetli ve bir o
kadar da sevecen Mehmet Şarkışla Hocam’a yardımlarından ötürü en içten ve
kalbi teşekkürlerimi sunarım. Ayrıca çalışmanın ilerlemesinde desteğini ve
yardımını esirgemeyen kıymetli meslektaşım Mustafa Kılıç’a ve değerli
arkadaşım Serhat Yılmaz’a yardımlarından dolayı çok teşekkür ederim. Bu özel
isimlerin yanında bana her zaman inanan maddi ve manevi desteğini esirgemeyen
dünyaya gözlerimi açtığım ilk andan itibaren elimden tutan biricik anneme ve
diğer aile fertlerime teşekkür ve sevgilerimi sunarım.
v
vi
İÇİNDEKİLER
ÖN SÖZ ........................................................................................................................ i
İÇİNDEKİLER ........................................................................................................ vii
ÖZET.......................................................................................................................... ix
ABSTRACT ............................................................................................................... xi
0.GİRİŞ ....................................................................................................................... 1
0.1. Çalışmanın Evreni ............................................................................................. 5
0.2. Türk Tarihi ve Dünya Tarihi İçerisinde Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın
Yeri ................................................................................................................. 12
0.2.1. Mete Han ve Hunlar (M.Ö. 234-174) ....................................................... 12
0.2.2. Attilâ (395-453) ........................................................................................ 28
0.2.3. Cengiz Han (1162-1227) .......................................................................... 41
1. BÖLÜM: TÜRK ROMANINDA METE HAN, ATTİLÂ VE CENGİZ HAN .... 67
1.1. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ı Konu Alan Eserlerin
Serüveni .......................................................................................................... 67
1.2. Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ı Konu Alan Eserler Üzerine Bazı
Dikkatler ......................................................................................................... 74
1.3. Mete Han’ı Konu Alan Romanların Olay Örgüsü......................................... 113
1.4. Attilâ’yı Konu Alan Romanların Olay Örgüsü ............................................. 122
1.5. Cengiz Han’ı Konu Alan Romanların Olay Örgüsü...................................... 144
1.6. Eserlerde Tarihsel Gerçeklik Üzerine Vurgular ............................................ 166
2. BÖLÜM: TEMATİK İNCELEME .................................................................. 175
2.1. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Türklük Bilinci ve
Türklük Kavramına Yaklaşımları................................................................. 176
2.2. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Dinî İnançları ve Din
Olgusu .......................................................................................................... 196
2.3. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Aile ve Kadına
Bakışı ............................................................................................................ 220
2.4. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Askerî Karakterleri ... 246
2.5. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Devlet Adamlığı ....... 272
vii
2.6. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Yaşam Tarzı, Bozkır
Hayatı ve Atlı Göçebe Kültür ....................................................................... 301
2.7. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Töreler ve Âdetlere
Bakışı ............................................................................................................ 322
2.8. Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ı Ele Alan Eserlerde Barbarlık, Acımasızlık,
Katliam ve Aile Mensuplarının Öldürülmesi ............................................... 344
2.9. Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Hayatında Sürgünün Esaretin Yeri ....... 366
SONUÇ .................................................................................................................... 381
KAYNAKÇA .......................................................................................................... 391
ÖZ GEÇMİŞ ........................................................................................................... 399
viii
ÖZET
Türk tarihini yakından ilgilendiren Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han ile ilgili
2000’li yıllara kadar çok az sayıda roman yayımlanmıştır. İslamiyet öncesi dönem
hakkındaki romanların ilk örneklerinden birisi Peyami Safa’nın Attilâ’sı olmuştur.
Bu romandan sonra İslamiyet öncesi Türk tarihini ele alan romanların sayısında
giderek bir artış meydana gelmiştir. Özellikle 2000’li yıllardan sonra Türk
romancıları tarafından Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han gibi Türk tarihini yakından
ilgilendiren hükümdarlar hakkında yazılan romanların sayısında bir artış meydana
gelmiştir.
Bu çalışma kapsamında özellikle Türklüğü konusunda tartışmalar bulunan
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han hakkındaki romanlar ele alınmıştır. Bu isimlerin bir
arada ele alınmasının temel sebebi olarak Türklük meselesi göz önünde
bulunduruluştur. Çalışmanın malzemesi toplandıktan sonra bu üç isim arasında dinî
inanç, yaşam biçimi, askerî ve siyasi karakter bakımından da benzerlikler olduğu ve
Türk romancılarının bu üç ismi benzer bir yaklaşım ile ele aldıkları görülmüştür.
Bu çalışmada öncelikle Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın yaşam öyküleri ve
yaşadıkları dönem hakkında bilgi verilmiş, daha sonra Türk romanında Mete Han
Attilâ ve Cengiz Han’ı ele alan eserlerin serüvenine değinilmiştir. Ayrıca çalışmada
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ı başarılı kılan liderlik vasıflarının sırları üzerinde
durulmuş ve onların aralarındaki ortaklıkların Türk romancıları tarafından nasıl ele
alındığına yönelik bir tematik inceleme yapılmıştır ve incelemelerden elde edilen
veriler yorumlanmaya çalışılmıştır.
Bu doğrultuda belirlenen temalar ile yapılan incelemeler sonucunda Türk
romancılarının Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han karakterlerini genel anlamda
Türklüğe hizmet eden, Gök Tanrı inancına bağlı ve göçebe kültürün etkisinde
yetişmiş, kadına karşı saygılı, törelerine ve geleneklerine bağlı yüksek askerî ve
siyasi karaktere sahip liderler olarak ele aldıkları görülmüştür.
Anahtar Kelimeler: Mete Han, Attilâ, Cengiz Han, Türklük, Türk Romanı,
Töre, Askerî Deha
ix
x
ABSTRACT
Mete Han, Attilâ, and Genghis Khan, who closely related in Turkish
history, very few novels have been published until the 2000s. One of the first
examples of novels about pre-Islamic period was Peyami Safa's Attila. After this
novel, there has been an increase in the number of novels dealing with preIslamic Turkish history. Especially after 2000s, the rulers such as Mete Khan,
Attilâ and Genghis Khan who are of particular concern to Turkish history there
has been an increase in the number of novels written by Turkish novelists.
Within the scope of this study, have addressed novels which is about
Mete Han, Attilâ and Genghis Khan, which have debated about Turkishness in
particular. Turkishness issue was taken into consideration as the main reason
why these names are addressed together. After the material of the study was
collected, it was found that there were similarities between religious beliefs, life
style, military and political character among these three names and it was seen
that Turkish novelists have treated these three names with a similar approach.
In this study, first of all, information about the life stories of Mete Khan,
Attilâ and Genghis Khan and the period in which they lived has been given, and
then the adventure of the works in Turkish novel that deal with Mete Khan Attilâ
and Genghis Khan has been touched on.
In addition, the secrets of leadership qualities that made Mete Khan,
Attilâ and Genghis Khan successful were studied and a thematic study was
conducted about how the partnerships between them were handled by Turkish
novelists, and the data obtained from the studies are tried to be interpreted.
As a result of investigations made with the themes determined in this
direction it was seen that Turkish novelists consider Mete Han, Attila and Cengiz
Khan characters as the leaders with high military and political characteristics
who are dependent on their respectful customs and traditions against women who
have grown under the influence of nomadic culture and depending on the
tengrism who serve the Turkishness in general.
Key Words: Mete Khan, Attilâ, Genghis Khan, Turkishness, Turkish
Novel, Custom, Military Genius
xi
xii
0.GİRİŞ
Türk tarihinde önemli bir yer edinmiş olan Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han
uzun bir süre Türk romancıları tarafından ihmâl edilmiş; bu şahsiyetlerin
hayatlarını konu alan eserler iki binli yıllara kadar birkaç tane ile sınırlı kalmıştır.
Bu şahsiyetlerin hayatlarının özellikle Türkiye Cumhuriyeti kurulduktan sonra
Türk romancılarının ilgisini çekmemiş olması ilginç bir durumdur. Karizmatik
kişilikleri ve kurdukları devletlerle dünya tarihinde unutulmaz bir yer etmiş bu
isimler uzun bir süre edebiyat alanında efsanelere ve destanlara konu olarak
isimlerinden söz ettirmiş olsa da Türk edebiyatında yazılı edebiyatın malzemesi
olarak kullanılmaları son beş on yıl öncesine kadar çok sınırlı kalmıştır. Bu
durumun altında yatan başlıca sebeplerden birisi muhtemelen bu üç ismin de
Türklüğü üzerinde tartışmalar olmasıdır. Yine muhtemel bir diğer sebep de bu üç
hükümdarın da İslam dini dışında Eski Türklerin kadim inanışlarından olan Gök
Tanrı inancına inanıyor olmalarından ileri gelmektedir. Ayrıca bu üç ünlü ismin
Türk tarihinin uzak dönemlerinde yaşamış olmaları da bu durumda bir etken
olarak değerlendirilebilir.
Tarihî romanların ele aldıkları dönemlere göre yayımlanış sıralamasına
bakıldığında Türk romancılarının Türk tarihini yakın dönemden uzak döneme
doğru eserlerinde konu aldıkları görülmektedir. Bu durumun bilinçli bir tercih
sonucu olmadığı aşikârdır, ancak yazarlar günün eğilimlerine göre hareket
ettiklerinden dolayı uzun bir süre yakın dönem Türk tarihi üzerinde yoğunlaşmış
ve uzak dönem Türk tarihini ihmal etmiştir.
İçinde bulunduğumuz zamana yaklaşıldıkça Türk romancılarının daha bakir
olan dönemlere yani Türk tarihinin daha eski dönemlerine ve Türk tarihini
yakından ilgilendiren şahsiyetlere doğru yöneldiği görülmektedir. Özellikle Türk
edebiyatında tarihî roman yazarlığının yakından uzağa doğru sürdürdüğü keşif
macerasının bir sonucu olarak Mete, Attilâ ve Cengiz ile ilgili romanların sayısı
günümüze yaklaşıldıkça büyük bir hızla artmaktadır. Bu durumun altında yatan
sebeplerden birisi muhtemelen son dönemlerde Türk tarihinin eski dönemlerine
olan ilginin artması ve dünya genelinde yükselen bir milliyetçilik fikrinin
1
oluşudur. Aynı zamanda bir diğer muhtemel etken bu tür konuların toplum
psikolojisinde kaybolan değerleri yeni nesillere kazandırmanın bir aracı olarak
görülmesidir. Çünkü “Tarih, bir milletin hafızasıdır ve bundan dolayı milletin
bütünü tarafından bilinmesi ve üzerinde düşünülmesi gerekir” (Argunşah 1990:
1). Günümüzde toplumun, kültürel değerlerimizin kaybolmasına karşı gösterdiği
tepkinin ve refleksin bir sonucu olarak çözümü tarihte bulan Türk romancıları da
yeni bir bilinç tesis etmek mahiyetinde Türk tarihinin kadim dönemlerine
yönelmiş olabilir. Türk kültürünün gelecek nesillere aktarılmasında ve
yaşatılmasında tarih şuurunun önemi büyüktür. Bu sebepten milli kültürün
yaşanıp yaşatılması için Türk romancılarının Türk tarihinin çok fazla ele
alınmamış dönemlerini işlemeye başlaması bir bakıma normal bir sürecin
tezahürüdür. Bir başka muhtemel etken de son dönemde dizi ve filmlerle birlikte
işlenen bozkır yaşantısına ve atlı göçebe kültüre dair örneklerin toplum nezdinde
ilgi uyandırması olabilir.
Türk edebiyatında Namık Kemal’in Cezmi’si ile başlayan tarihî roman
yazarlığı güçlü köklere sahiptir. Türk romancıları birçok tarihî dönem hakkında
eserler üretmiştir; ancak Türk tarihine olan büyük ilgiye rağmen Türk tarihinin
eski dönemleri uzun bir süre tarihî roman yazarlarının ilgisini çekmemiştir. Türk
tarihini konu alan eserlerin ilk üretilmeye başlandığı günden itibaren daha çok
Osmanlı tarihini ve İslamiyet sonrası dönemi konu alan eserler üretildiği
görülmektedir. Ulus devlet bilincinin tüm toplumları derinden etkilediği ve bu
etkinin bir sonucu olarak kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti ile birlikte Türk
tarihine duyulan ilgi ve Türklük bilinci ile oluşturulan bir romancılık geleneği de
ortaya çıkmıştır. Bunun sonucunda da Türk tarihî romancılığında yeni bir
gelenek ortaya çıkmıştır. Bu gelenek doğrultusunda Türk tarihinin birçok dönemi
Türk romanına konu edilmiştir. Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatının erken
dönemlerinde keşfedilen ve tarihî romanlara malzeme oluşturan konuların aksine
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han gibi tarihî romanın konusu içerisine giren
isimlerin son beş on yılda Türk romancıları tarafından malzeme olarak
kullanıldığı görülmektir.
Roman kurmacanın gücünden faydalanan bir edebî türken tarih bir bilim
dalıdır. Tarih bilimi, bilgi ve belgeleri nesnel bir yaklaşımla tasnif edip bilimsel
2
yöntemler ışığında aktarır. Yani tarihçi bir bilim adamıdır ve onun asıl
malzemesi belgelerdir. Belgelerle ve kanıtlarla tarihî olayları aktaran tarihçinin
tarihî vakaları ya da durumları aktarırken kendi hayal gücünden, fantezi
dünyasından yararlanması mümkün değildir. Buna karşın tarihî romanlar temel
olarak yazarın hayal gücü ve fantezi dünyasının tarihî gerçekleri yeniden
yorumlamasıyla oluşturulmuş hâlidir. Tarihî roman 1 yazarının tarih yazıcısı gibi
bilimsel verilerden hareketle eser oluşturmak gibi bir zorunluluğu yoktur. Onun
asli görevi tarih yazarının dolduramayacağı boşlukları hayal gücüyle insan
gerçeğinden yola çıkarak doldurmaktır.
Ayrıca tarihî roman yazarı yazmış
olduğu esere edebî bir nitelik kazandırmak zorundadır. Bu doğrultuda yazmış
olduğu eserde bir takım entrika unsurları kullanmalıdır; çünkü başı sonu belli bir
konuyu okur için zevkli ve sürükleyici bir hâle getirmesi gerekmektedir. Bu
gereklilikten yola çıkarak özellikle popüler tarihî roman yazarları kurmacanın
kendilerine sağladığı özgürlük dâhilinde aşk, macera,
gizem gibi entrika
unsurlarından faydalanır. Anlaşıldığı üzere tarihî roman yazarı işleyeceği konuyu
seçme özgürlüğüne sahiptir.
Bununla birlikte tarihî roman yazarının topluma karşı üstlendiği ya da
farkında olmadan yerine getirdiği önemli bir görevi vardır. Bu görev,
okuyucusuna tarih şuuru aşılamak, geçmişin değerlerini hatırlatarak geçmişi
değerlendirmesini sağlamak ve bu doğrultuda okuyucunun geleceğe yönelik
isabetli kararlar vermesine katkıda bulunmaktır. Tarihî roman yazarı yazdığı
roman ile birlikte okuyucusuna olumlu yönde bir etkide bulunabileceği gibi tam
tersi yönde olumsuz bir yaklaşımla hareket ederek yıkıcı bir etkide de bulunabilir
(Argunşah 1990: 8).
Bu bakımdan tarihî roman yazarının tarih biliminin mensuplarına kıyasla
tamamen serbest olduğu; tarihî, tarihe ait bilgi ve belgelere aldırış etmeden
istediği gibi yorumlama hakkı yoktur. Tarihî roman yazarının kurgu meydana
getirmekle ilgili hareket alanı tarihe ait belgelerle çelişmeyecek çerçeve
içindedir.
1
Tarihî roman, temelleri maziye dayanan, yani başlangıcı ve sonucu geçmiş zaman içinde
gerçekleşmiş olan hadiselerin, devirlerin ve bu devirlerde yaşamış kahramanların hayat
hikâyelerinin edebi ölçüler içerisinde yeniden inşa edilmesidir.” (Argunşah 1990: 7)
3
Yukarıda belirtilen gerçekten hareketle bu çalışmaya konu olan tarihî
şahsiyetlerin Türk romancıları tarafından kurmacanın imkânları dâhilinde nasıl
ele alındığı hususu da ciddi bir önem arz etmektedir. Mete, Attilâ ve Cengiz
Han’ın Türk yazarları tarafından bir tarih şuuruyla mı yoksa tarihî gerçekleri
çarpıtacak bir şekilde mi ele alındığı konusu bu çalışmanın Mete Han, Attilâ ve
Cengiz Han romanları üzerine bazı dikkatler ve tematik inceleme bölümünde
detaylı bir şekilde ele alınacak ve yazarların belirlenen temalar dâhilinde bu
şahsiyetleri nasıl ele aldıkları ifade edilecektir. Örneğin: bazı romancılar Mete,
Attilâ ve Cengiz’i acımasız liderler olarak ifade ederken bazıları onları
merhametli liderler olarak ifade etmiştir. Ayrıca bu çalışmada romancılardan
hangilerinin tarihî gerçekleri yeniden yaratıma tabi tutarken doğru ya da yanlış
bir tutum sergilediği konusu üzerinde durulmamış sadece durum tespiti yapılıp
bu üç hükümdarı nasıl ele aldıkları analiz edilmiştir.
Türk tarihinin mihenk taşı olarak kabul edilebilecek bir isim olan Mete’nin
ve onun kurduğu yapının Avrupa’daki uzantısını oluşturan Attilâ’nın maceralarla
dolu yaşantıları ve Türk tarihinin devamlılığında sağladıkları katkı kuşkusuz
yadsınamaz derecede büyüktür. Bu isimlerle birlikte Türk tarihine damga vurmuş
bir diğer isim de Türk olmayıp Moğolların hükümdarı olan; ancak Türk
tarihinden ve Türk geleneğinden beslenerek Mete’nin Attilâ’nın kurduğu düzene
benzer bir yapı oluşturan Cengiz Han’dır.
Mete Han, tarihte bilinen ilk Türk devletini kurmuş ve Türklerin teşkilatlı
bir yapıya kavuşmalarında büyük rol oynamıştır. Mete’nin izinden giden Attilâ
da atasının yaptığının bir benzerini Avrupa’da yaparak ses getirmiştir. Yaklaşık
yedi yüzer yıllık arayla yaşayan bu liderlerden sonra gelen Moğol
İmparatorluğu’nun kurucusu Cengiz Han da Mete ve Attilâ’nın yaptıklarına
benzer bir takım icraatlar yaparak tüm dünyayı dehşete düşüren bir imparatorluk
vücuda getirmiştir.
Bu üç hükümdarın birçok ortak noktası vardır. Üçü de bozkırın çetin
şartlarında yetişmiştir ve üçü de atlı göçebe kültürün birer mensubudur. Bu üç
hükümdar aynı inanca inanmış; benzer töre ve âdetlere, ordu ve millet
teşkilatlanmasına sahip olmuştur. Mete, Attilâ ve Cengiz Han daha çocuk
4
yaşlarında esaretin korkunç yüzüyle karşılaşmış hükümdarlık yolunda aile
fertleriden birilerini öldürmek zorunda kalmıştır. Üçü de cömertlikleriyle,
adaletleriyle ve disiplinleriyle düzensiz ve dağınık hâlde yaşayan uluslarını bir
araya getirmiştir. Üç hükümdarın da fırtınalı aşk hikâyeleri olmuş, üçü de kadına
karşı duyarlılık göstermiştir. Tüm bu benzerlikler bu üç hükümdarın farklı
dönemlerde yaşasalar da bir zincirin halkaları gibi birbiriyle bağlantılı olduğunu
gösterir. Üçünün de başarısının altında yatan sır, yaşam öykülerinde görülen bu
benzerliklerdir. Bu üç ismin Türk romanında nasıl ele alındıkları da işte bu
dikkatler üzerinden yola çıkılarak işlenmiştir.
0.1. Çalışmanın Evreni
Türk Edebiyatındaki Tarihî Romanlar İçerisinde Mete Han, Attilâ ve
Cengiz Han’ı konu olan romanlar özellikle son on yıl içersinde üretime tabi
tutulduğu için bu alanda bir çalışma yapılması gerekliliğinin oluştuğu
düşünülmüştür.
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın bir arada değerlendirilmesi ve onları
konu alan eserlerin hangi kriterler doğrultusunda seçileceği bir takım
belirsizlikleri
beraberinde
getirse
de
çalışmayla
ilgili
ilk
malzemeler
toplandığından bu belirsizlik ortadan kalkmıştır. Türklükleri tartışılan bu üç
ismin Türk romanında nasıl ele alındığı sorusu bu isimleri konu alan eserlerin bir
arada değerlendirilmesinin uygun olacağı fikrini vermiştir. Ayrıca bu üç ismin
göçebe kültürden gelmeleri, Gök Tanrı inancına mensup olmaları, devraldıkları
devletleri imparatorluklara dönüştürmeleri, özellikle bazı kaynaklarda acımasız
liderler olarak ifade edilmeleri, Türk ve dünya tarihine yön vermeleri, liderlik
koltuğuna otururken aile fertleri ile giriştikleri kanlı mücadeleler, kurdukları
orduların yapısı, fetih politikalarının benzerlikleri, esaretten devlet yöneticiliğine
giden maceraları gibi birçok ortak noktalarının oluşu da bu üç hükümdarın aynı
çalışma altında değerlendirmesi hususunda fikir vermiştir.
Bu isimler ile ilgili romanların tespit edilmesi sonucunda onlarla ilgili
yapılacak bir çalışma için yeterli malzeme olduğu görülmüştür. Ayrıca bu üç
ismin özellikle Türk tarihi ile bağlantılarının belli tartışmalara malzeme iken
popülaritesi artarak Türk romancıları tarafından ele alınmaları da çalışmanın
5
ortaya çıkmasında etkili olmuştur. Ayrıca uzun yıllar boyunca sadece birkaç
romanda bahsi geçen bu üç ismin Türk romancıları tarafından yeniden
keşfedildiği bir dönemde bu keşfin dayanak noktalarından hareketle bir çerçeve
çizilmeye çalışmıştır. Tüm dünyada milliyetçilik fikrinin yeniden yükselişe
geçtiğinin söylendiği bir dönemde ele alınan bu isimlerin millî bir duyarlılık ve
şuur dâhilinde ele alınıp alınmadığı konusu da çalışmanın merak konularından
birisi olmuştur.
Çalışmaya konu olan eserlerin tespitinde ilk olarak bu üç ismi doğrudan ve
başkahraman olarak konu olan romanların değerlendirilmesi gerektiğine karar
verilmiştir. Çalışmaya konu olacak eserlerin Mete, Attilâ ve Cengiz Han’ın
otobiyografilerinden hareketle oluşturulmuş Türkiye’de yayımlanmış Türkçe
eserlerden teşekkül etmesi gerektiği düşüncesi çalışmanın çerçevesinin
çizilmesinde temel kıstas olarak kabul edilmiştir.
Çalışmaya dâhil edilecek eserlerin seçimindeki ilk ölçüt, vakanın
başkahramanlarının Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han olmasıdır. Bunun yanında
eserlerin –romanların- seçimindeki ikinci ölçüt eserlerin isimlerinin Mete Han,
Attilâ ve Cengiz Han’ın isimlerinden yola çıkılarak oluşturulmuş olmasıdır.
Bununla birlikte eserler toplanırken Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han ismiyle
yayımlanmış romanlar dışındaki diğer edebî eserler çalışma dışı bırakılmıştır.
Örneğin Serdar Demircan’ın yazıp çizdiği Mete Han (2013) isimli çizgi roman
çalışmaya dâhil edilmemiştir. Aynı zamanda çalışma için eser toplanırken M.
Turhan Tan adına yayımlanan Cengiz Han Bozkırın Mavi İmparatoru isimli eser
ile M. Samih Fethi’nin Cengiz Han isimli eserinin aynı eser olduğu, Turhan Tan
isminin yazarın müstear adı olması sebebiyle piyasada iki farklı isimle aynı
eserin mevcut olduğu tespit edilmiştir. Bundan dolayı yazarın gerçek adıyla
yayımlanmış eseri ile müstear adla yayımlanmış eseri arasında herhangi bir fark
bulunmadığı ve yazarın müstear adı literatürde kullanıldığı için M. Turhan Tan
adına yayımlanmış eser çalışmaya dâhil edilmiş yazarın gerçek adıyla
yayımlanan baskı çalışma dışı bırakılmıştır.
Üçüncü olarak olay örgüsü içinde Mete, Attilâ ve Cengiz’i fonda da olsa
konu alan eserler değil, bu isimlerin vakanın ilerleyişine önemli derecede katkıda
6
bulunduğu eserler çalışmaya dâhil edilmiştir. Örneğin Hasan Erdem’in Attila’nın
Kalkanı ve Attila’nın Kargısı isimli eserleri Attilâ’yı doğrudan başkahraman
olarak işleyen eserler olmasa da bu eserlerde Attilâ vakanın ilerleyişine önemli
katkıda bulunduğu için çalışmaya dâhil edilmiştir. Bu eserlerle birlikte Aptullah
Ziya Kozanoğlu’nun Atlı Han isimli eseri de Attilâ’yı fonda işleyen eserlerden
birisidir. Ancak bu eserin adının Attilâ olmayışı ve eserde Attilâ ile ilgili yeterli
tematik malze bulunmaması sebebiyle eser çalışmaya dâhil edilmemiştir. Bunun
yanında Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Mete Han’ın Oğlu Kiok Han isimli
eserinin adında Mete Han var olsada eserin muhtevasında ve olayların
ilerleyişinde Mete Han, bir karakter olarak katkıda bulunmadığı ve eserde Mete
Han’ın ölümünden sonraki dönem ele alındığı için bu eser de çalışmaya dâhil
edilmemiştir.
“Uzun geçmişe sahip Türk tarihi, romancılar için sınırsınz malzeme sunar.
Tarihsel süreç içerisinde yöneticilerin ikidar mücadelesi, saraylarda çevrilen
entrikalar; milletler ve devletlerarası ilişkiler, bu ilişkilerle bağlantılı büyük
aşklar; savaşlar, savaşlarda kazanılan zaferler veya karşılaşılan yenilgiler,
göçler, ölümler vb. durumlar etnik yapı için ihtiyaç duyulan malzemeyi
zenginleştiren unsurladır. Türkiye’de de bunlardan bir hayli faydalanılmış ve
nicelik bakımından küçümsenemeyecek bir ‘tarihî roman’ külliyatı meydana
getirilmiştir. Bu romanlar, vakalarının tarihsel zamanı bakımından genellikle ya
uzak geçmişteki Türk tarihini ya da Osmanlı’nın ihtişamlı dönemlerini tercih
etmiştir” (Bozdoğan 2008: 31-32).
Bu bağlamda Mete, Attilâ ve Cengiz ile ilgili romanlar uzak geçmişteki
Türk tarihini ele alan romanlardır ve bu romanların sayısının özellikle son
dönemde arttığı görülmüştür. Bu şahsiyetleri konu alan roman sayısı iki binli
yıllara kadar bir elin parmaklarını geçmezken günümüzde bu isimlerle ilgili
yirmiye yakın eser yayımlanmıştır ve yayımlanmaya devam etmektedir.
Eserler seçilirken dikkat edilen bir diğer husus da eserlerin Türkiye Tükçesi
ile kaleme alınmış ve Türkiye’de yayımlanmış olmasıdır. Bu bakımdan Türkiye
Dışındaki Türk Dünyası’nın bir mensubu olmasına karşın Cengiz Dağcı’nın
7
eserlerini Türkiye Türkçesiyle kaleme alıdığı ve ilk baskısını Türkiye’de yaptığı
için onun Genç Temuçin isimli eseri de çalışmaya dâhil edilmiştir.
Eserlerin seçiminde kullanılan bir diğer ölçüt de romanların yayımlanarak
kitap hâline getirilmiş olmasıdır.
Çalışmada kullanılan eserlerin sundukları malzeme bakımından Türklük
konusunu işlemeleri de eser seçiminde kullanılan bir diğer ölçüttür. Çalışmaya
konu olan eserlerler seçilirken Türk, Türkçe, Türklük, Türk Birliği gibi
kelimeleri eserin merkezinde ya da fonunda kullanan bir şekilde Türklüğe temas
eden eserler çalışmada yer almıştır. Ayrıca doğrudan Türk ismi geçmemekle
birlikte Türklüğü konusunda tarihçiler tarafından herhangi bir şüphe duyulmayan
Türk kavimlerinin isimlerinin geçtiği eserler de Türk, Tükçe, Türklük ve Türk
Birliği gibi kelimelerle ilişkili olarak düşünülmüştür. Örneğin Cengiz Han’ın
annesinin Merkit Türklerine mensup olduğu bilinmektedir ve Merkitler de
tarihçiler tarafından Türk olarak kabul edilmektedir. Bu bakımdan Cengiz Han
ile ilgili ya da benzer şekilde Mete ile ilgili yayımlanmış bazı romanlarda
doğrudan Türk adı geçmese de Merkit ve Hun isimleri ile kastedilenin Türkler
olduğu düşünüldüğünde bu isimlerin geçtiği kısımlarda Türk varlığınına, Türk
gelenek göreneklerine, Türk yaşantısına, Türk diline vurgu yapıldığı göz önünde
bulundurulmuştur.
Çalışma esas olarak roman türündeki eserleri ihtiva etmektedir. “Fakat
edebiyat biliminin genel kabullerinden hareketle bir eserin roman olup
olmadığını tespit etmek, her zaman mümkün değildir. Çünkü ‘Hangi eserler
romandır?’ ya da ‘Roman nedir?’ sorusunun cevabı ilk anda düşünüldüğü kadar
kolay değildir” (Bozdoğan 2008: 36-37).
Roman kavramının ne olduğuyla ilgili birçok fikir ve teorik tanım ortaya
konmuştur. Batı’da ve Türkiye’de “roman” kavramıyla ve “Roman nedir?”
sorusuyla ilgili birçok fikir ortaya atılmıştır. Bunlar içerisinde şüphesiz herkesin
zihninde yer etmiş olan Namık Kemal’in şu tanımı ilk olmak bakımından bir
önem arz eder: “Romandan maksat güzerân (geçici, geçen) etmemişse bile
güzerânı imkân dâhilinde olan bir vakayı, ahlâk ve âdât ve hissiyât ve ihtimâlâta
8
mütaallik (ilgili) her türlü tafsîlâtıyla beraber tasvîr etmektir” (Namık Kemal,
2005: 39).
Bu tanım Tanzimat Dönemi’nde verildiği için doğal bir kanının ışığında
verilmiştir. Dolayısıyla romanın olduğu gibi hikâye türünün de tanımı olarak
kabul edilebilir. “Tanzimat yazarlarına göre ‘roman’ ve ‘hikâye’ aynı
anlamdaydı. Bazen romana büyük hikâye, hikâyeye de küçük hikâye dedikleri
görülürse de, hiçbir zaman bu iki türün farklı şeyler olabileceğini
düşünmemişlerdir”(Yılmaz, 2002: 37). Tanzimat Dönemi’nde yaşamış ve yazın
hayatına girmiş yazarlar Batılı anlamda hikâyenin ve romanın arasındaki farkı
pek anlayamamakla birlikte roman hususunda edebiyatımızı baştan sona
etkileyecek ilklere imza atmışlar ve Türk edebiyatına roman türünün
kazandırılmasında çok önemli bir rol oynamışlardır.
“Tanzimat yazarlarına göre roman, toplumun aynasıdır ama bu ayna asla
kötülüğe özendirmemeli, millî terbiye ve genel ahlakı zedelemeli; daima millî
hisleri tahrik etmelidir. Roman aynı zamanda edebî bir seviye göstermeli,
lüzumsuz gevezeliklerden arınmış olmalıdır”(Yılmaz, 2002: 39).
Türk edebiyatına Batı’dan geçen romanla ilgili yapılan ilk tanımlar kendi
zamanlarında mevcut ihityacı karşılasa da daha sonra bu tanımların yanında
yenilerine ihtiyaç duyulmuştur. Bu doğrultuda da yapılan yeni tanımlarda Batı’da
roman ile ilgili söylenenlerden istifade edilmiştir.
Roma türüyle ilgili yazdığı teorik kitaplarıyla da ünlenen Milan Kundera’ya
göre roman: “Roman(roman) yazarın deneysel egolar(kişiler)üzerinde varoluşa
dair birtakım temaları sonuna kadar incelediği büyük düzyazı biçimi” ( 2012:
137). dir. Kundera’nın yapmış olduğu bu tanımda kişiler ve temalar üzerinde
durulur. Elbette roman türü için vazgeçilmez unsurların başında kişiler ve tema
gelmektedir; ancak bir eserin sadece kişi ve tema ihtiva etmesi o eseri roman
kılmaya yetmeyecektir. Bununla birlikte kişilerin ve temaların olmadığı bir eserin
de roman olması mümkün değildir.
Milan Kundera gibi roman hakkında tanım yapan önemli edebiyat
teorisyenlerinden birisi de Philip Stevic’tir. Stevick “Roman nedir?” sorusuna şu
şekilde cevap vermiştir:
9
“Romanı diğer mensur eserlerden ayırt etmemize yarayan öteki özellik,
romanda bulunan, fakat roman öncesi mensur eserlerde bulunmayan
bütünlüktür. Romanda bir giriş(beginning), bir gelişme (middle) ve bir sonuç
(end) bölümünden oluşan, kendi içinde tutarlı organik bir bütünlük vardır”
(2010: 10).
Stevick’in bu tespitine göre romanın içinde yakaladığı bütünlük diğer
mensur eserlerde yoktur ve romanın tanımlanması konusunda bu husus bir kıstas
olarak kullanılmaktadır. Özetle roman türünün, bir binanın oluştuğu yapı
malzemeleri gibi malzemelerden oluştuğu ve bu malzemelerin de onu, diğer
mensur türlerden ayırdığı söylenebilir.
Yukarıda yapılan roman tanımlarının yanında Türk edebiyat bilimcileri
tarafından son yıllarda daha önceki tanımlardan da yola çıkılarak farklı tanımlar
yapılmıştır:
“Roman, modern zamanların anlatım türüdür. Diğer anlatım türlerinin
olduğu gibi, romanın da kendine özgü bir mantığı, bir yapısı ve bir kuruluşu
vardır. Ancak, romanın diğer türlerden ayrılan yanları da vardır kuşkusuz. Her
şeyden evvel roman, kendi mantığı içinde bağımsız bir özellik taşır. Onun
destana, masala, şiire, tiyatroya; tarihe, felsefeye, psikolojiye, sosyolojiye, hatta
matematiğe borçlu olduğu doğrudur. Ancak roman, bu kaynaklardan gelen
gıdayı kendine mal etmeyi başarabilmiş hayli yetenekli bir türdür” (Tekin, 2008:
7).
[Roman] romancının beş duyusu yoluyla doğrudan veya dolaylı olarak
hayatında yankı bulmuş yaşantı, bilinç, zekâ, hayal düşünce, duygu gibi ögeleri
sanatsal bir bağlam içinde yeniden kurduğu yapay bir âlem[dir]”(Çetin, 2009:
65).
Çetin’in ve Tekin’in yapmış olduğu tanımlar roman denildiğinde ne
anlaşılması gerektiğini edebiyat bilimindeki son gelişmeler ışığında ortaya koyan
kapsamlı tanımlar olmasına karşın “Roman nedir?” sorusunun cevabı uzun yıllar
daha tartışılacak ve ortaya yeni fikirler konulacak gibi görülmektedir. Bu konuda
Prof. Dr. Ahmet Bozdoğan şu şekilde bir tespitte bulunmuştur:
10
“Bir metnin kurmaca olup olmadığını, dolayısıyla ona ‘roman’ denip
denmeyeceğini tespitte en doğru değilse bile en makul yöntemlerden biri, yazarın
beyanına itibar etmektir. Çünkü eserde, gerçek hayattan yansımaların yanında
veya dışında, kurgulanmış kısımların da bulunup bulunmayacağını en iyi bilecek
kişi, metni telif edendir” (2008: 37).
Bundan mütevellelit bu çalışmada roman olduğu hususunda şüpheye
düşülen eserler olsa dahi yazarı veya yayıncısının roman olarak nitelendirdiği
eserler de çalışmaya dâhil edilmiştir. Bu kapsamda Bülent Bengisu’nun
Savaşçıların Efendisi isimli eserin belli bölümleri biyografik bir eser olmaya
namzet olmasına karşın yayımcısı ve yazarı eseri roman olarak nitelendirdiği ve
eserin içerisinde kurmaca kısımlar bulunduğu için eser roman olarak
değerlendirmeye alınmış ve çalışmaya dâhil edilmiştir. Bu esere karşın Lokman
Aydoğan ve Murat Utku’nun birlikte yazmış olduğu Mete Küçük Alp (2017),
Mete Gizem Avcısı (2018), Mete Börü Birliği (2019) isimli eserler çocuk öykü
kitabı olduğu için çalışmaya dâhil edilmemiştir.
Yukarıda sıralanan ölçütler doğrultusunda da aşağıda ele alınan şu eserler
“Tematik İnceleme”nin malzemesi olarak seçilmiştir 1:
Peyami Safa, Attilâ (1931)
M Turhan Tan, Cengiz Han (1939)
Cengiz Dağcı, Genç Temuçin (1969)
Ahmet Haldun Terzioğlu, Büyük Hun Hakanı Mete Han (2010)
Ahmet Haldun Terzioğlu, Gök Moğolların Başbuğu Cengiz Han (2012)
Hayrani İlgar, Mete Han (2013)
Muharrem Eryılmaz, Büyük Hun Hükümdarı Attila (2013)
A. Hakan Bayrakçı, Bozkırın Oğlu Cengiz Han (2013)
İbrahim Karahan, Galya Fatihi Atilla (2014)
Hüseyin Adıgüzel, Başbuğ Attila (2015)
1
Bu listede çalışmanın malzemesi olan romanların künyeleri değil, yalnızca kronolojik listesi
verilmiştir. Eserlerin bu çalışmada kullanılan baskılarının künyeleri için “Kaynakça” listesine bk.
11
Okay Tiryakioğlu, Cengiz Han Rüzgâr ve Ateş İmparatorluğu (2016)
Mehmet Kemal Erdoğan, Attila Tanrının Kırbacı (2016)
Bülent Bengisu, Savaşçıların Efendisi Cengiz Han (2016)
Mehmet Kemal Erdoğan, Cengiz Han (2016)
Hasan Erdem, Atilla’nın Kalkanı (2017)
Mehmet Kemal Erdoğan, Mete Han (2018)
Hasan Erdem, Attila’nın Kargısı (2018)
Yiğit Recep Efe, Kumandan Mete (2018)
Okay Tiryakioğlu, Attila Avrupayı Dize Getiren Türk (2018)
Yiğit Recep Efe, Kumandan Attila (2018)
Coşkun Mutlu, Cengiz Han Bozkırın Hükümdarı (2019)
0.2. Türk Tarihi ve Dünya Tarihi İçerisinde Mete Han, Attilâ ve Cengiz
Han’ın Yeri
0.2.1. Mete Han ve Hunlar (M.Ö. 234-174)
İlk Türk devleti olarak kabul edilen Hun devletinin en önemli lideri olan ve
babasından aldığı bu devleti imparatorluk hâline getirerek Türk boylarını ilk kez
bir çatı altında toplamayı başaran Mete M.Ö. 234 yılında doğmuş M.Ö. 174
yılında ölmüştür. Kendisine ihanet ettiğine inandığı babası Teoman Han’ı
öldürerek 25 yaşında tahta geçen Mete Han, altmış yıllık ömründe 35 yıl
hükümdarlık yapmıştır (Tekin 2014: 13). Mete Han’ın çocukluk ve gençlik
dönemi ile ilgili çok fazla bilgi yoktur.
“Bu hususta ilk bilgiye Mete’nin M.Ö. 187 tarihinde Çin İmparatoriçesi’ne
yazdığı mektupta rast gelinmektedir. Bu mektubun bir yerinde Mete kendi
hayatının ilk dönemine dair şöyle demektedir: ‘Irmaklar ve göller arasında
doğdum; geniş yaylalarda sığırlar ve atlar arasında büyüdüm; kendimi sık sık
sınır boylarında buldum’. Bu ifadeden de anlaşılacağı üzere Mete,
12
geniş
yaylalarda yaşayan, hayvancılıkla geçinen ve akıncılık yapan göçebe bir
topluluğun çocuğudur” (Tekinoğlu 2017: 148).
Mete
Han’ın
babasının
kurduğu
devletin
konumu
göz
önünde
bulundurulursa onun Orhun Irmağı yakınlarında bir yerlerde dünyaya gelmiş
olduğu söylenebilir.
Mete Han’ın hayatı ile ilgili elde bulunan kaynakların tamamı Çin
kaynaklarıdır. Bu kaynaklar onunla ilgili değerli bilgiler vermektedir; ancak
Çinliler
bu
kaynakları
oluştururken
halkın
anlattıklarını
derleyerek
oluşturmuşlardır. Mete Han ile ilgili anlatılanlar efsanelerle iç içe olduğundan bu
kaynaklarda birtakım abartıların ve gerçek dışı unsurların olabileceği göz önünde
bulundurulmalıdır.
Mete Han’ı ve onun kişiliğini oluşturan etkenleri anlayabilmek ve
çalışmanın ikinci bölümünde yer alan tematik incemelerin ne doğrultuda
yapıldığını görebilmek için öncelikle Hunların nerede yaşadıkları, kökenleri,
yaşam tarzları, askerî özelikleri gibi konularda bilgi vermekte fayda vardır.
“Hunlar Ötüken’i de içine alan bir sahada hüküm sürmüşlerdir. Ötüken’in
Hunların başşehri olduğuna dair görüşler de bulunmaktadır” (Tekinoğlu 2017:
29). Ötüken sadece Hun devletine ev sahipliği yapmamıştır. Türklerin yaşadığı
en kadim ve kutsal yer olan Ötüken Yiş büyük olasılıkla Mete’den sonra yaşayan
nice Türk büyüğüne de ev sahipliği yaptığı gibi Mete Han’a da ev sahipliği
yapmıştır.
Hun isminin kökeni ile ilgili de bilim dünyasında birçok tartışma vardır.
Eski Türk tarihiyle ilgili birçok veriye Çin kaynaklarından ulaşıldığı gibi Hun
ismi hakkındaki en önemli bilgilere de yine sadece Çin kaynaklarından
ulaşılmaktadır. Ancak Çinlilerin Hun isminin karşılığı olarak kullandıkları pis
kokulu ya da bulgur yiyen manalarına gelen Hiung-nu ismi onların Hunları hakir
görmek ve küçümsemek için kullandıkları bir sözcüktür (Cengiz 2016c: 10). Bu
sözcük Hun isminin gerçek anlamını yansıtmamaktadır. Hun isminin anlamıyla
ilgili birçok görüş vardır. Bu görüşlere bakıldığında ise Hun isminin Çinlilerin
onlara hakaret etmek amacıyla kullandıkları sözcüklerle alakası olmadığı
aşikârdır. “Türkçe kung sözünün esas manası ‘sert, katı, sağlam, pek’tir. Anlam
13
genişliğine uğrayarak ‘güçlü, kuvvetli, kudretli’ olmuştur” (Aktaran Tekinoğlu
2017: 24).
Dünya tarihine hızlı bir giriş yaparak özellikle Mete döneminde Asya’dan
başlayarak tüm dengeleri altüst eden Hunların etnik kökeni ile ilgili olarak da
birçok tartışma vardır. Elbette bu tartışmalar doğrudan Mete Han’ın etnik
kökenini de ilgilendirmektedir.
“Batılı ve Çinli ilim adamları, Hsiung-nuların etnik bakımdan Türk,
Moğol, Fin-Uygur ve Hint-Avrupalı olduklarını tartışmışlar ama bir ortak
görüşe varamamışlardır.
Bununla beraber bu ilim adamlarının çoğunluğu, Moğol oldukları
kanaatini taşımışlardır. Çinli tarihçi Lin Kan, ‘Hsiung-nuların büyük ölçüde
karma bir dil konuştuğunu; bunların Hsiung-nu konfederasyonu içinde Türk
dilini konuşan Ting-lingler, Moğol dilini konuşan Tung-hular ve diğer etnik
gruplarla (Hint-Avrupa, Yüeh-chih we Wu-sun) birleşmesi sonucunda, fertlerin
aynı budundan olmayan bir toplum yarattıklarını iddia etmiştir (Cengiz 2016c:
14).
Bu tarzda görüşler olmakla birlikte elbette Hunların kökeni ile ilgili daha
farklı görüşler de vardır.
“Japon tarihçi Uchida Gimpu ise, Hsiung-nuların Mongoloid olduğu tezine
karşı, Caucosoid ırktan oldukları savını ileri sürenleri desteklediğini
açıklamakta, bu savı desteklemek amacıyla, önce Çin kaynaklarındaki
betimlemeleri ele almakta, bütün bunlardan Hsiung-nuların Caucas tipinde
olduğu sonucuna varılacağını belirtmekte, bu tipin İskitlerle ilişkisini
vurgulamaktadır” (Çakmak 2003: 3).
Uchida Gimpu gibi Hunların Türk kökenli olduğunu öne süren birçok
bilim adamı daha vardır. Bunlardan birisi de Wolfram Eberhar’dır. Türk tarihi ve
Çin tarihi ile ilgili çalışmaları bulunan ünlü Alman sinoloji uzmanı Wolfram
Eberhard da Hunların kökeni ile ilgili olarak şunları söyler:
“M.Ö. 2500 de Doğu Asya’da müteakip devirlerde hakiki ‘Çin,
kültürünün teşekkülünde büyük bir tesiri olan bir ilk Türk kültürünün
14
mevcudiyetinden bahsedilebileceğini söylemiştik. Türklerin Çin kültürünü vücuda
getirdiklerini söylemek yanlış olacaktır. Fakat Türklerin ve kültürlerinin tesiri
olmadan hiçbir zaman bir Çin kültürünün meydana gelemeyeceğini söylemek
doğru olabilir. Türk kültürünün, teşekkül etmekte olan Çin kültürünün üzerine
çok müessir olduğunu tebarüz ettirmek zorundayız” (1941: 27).
Hunların kökeni ile ilgili olarak ortaya atılan görüşlerin her birinin kendi
içerisinde geçerlilik payı vardır; ancak bu çalışmanın ilerleyen sayfalarında da
belirtileceği üzere Hunların kökenin Türk olma ihtimali daha fazla ağırlık
taşımaktadır. Onların kökenleriyle ilgili tartışmalar olduğu gibi Hunların tarih
sahnesine çıkışlarıyla ilgili olarak da farklı görüşler vardır. Örneğin Ziya Gökalp
Hunların tarih sahnesine çıkışlarıyla ilgili olarak şu ifadeleri kullanır: “Kunlar da
Çinliler kadar eskiydi. Çinliler Milattan 2207 sene evvel, tahta geçen Hiya
(Hsia) sülalesi zamanından beri bunları tanıyordu” (Ziya Gökalp 2015: 240).
Prof. Dr. Ahmet Taşağıl ise “Hunların tarih sahnesine kesin çıkışlarının
tarihi belli olmamasına rağmen efsanevi Çin kayıtlarına göre MÖ 2255’lere
kadar götürülebilir” (2017: 51) der.
Prof. Dr. Sadettin Gömeç de Türk-Hun Tarihi isimli eserinde Hunların
tarih sahnesine çıkışlarına ilişkin şu ifadelere yer verir:
“Çinlilerin kaynaklarında, kendi tarihleriyle birlikte başlattıkları
Hunlarla alakalı ilk bilgilere baktığımızda, onların atasının Hsia Hou ailesinden
ve Ch’ung Wei adlı birisinden geldiğini görürüz. M. önce 2200’lerde yaşayan bu
efsanevi sülalenin ilk hükümdarı T’ang ve Yü (Ta-yü) çağlarında, Türk-Hunlar
da Çin’in kuzeyinde ömürlerini geçiriyorlardı” (2012: 34).
Dr. Arslan Tekin ise Hunların tarih sahnesinde görülmeye başlamasıyla
ilgili olarak: “Çin tarihi kaynaklarında Hiung-nular ilk önce M.Ö. 1764’lerde,
daha sonra ise yine M.Ö. 822 ve 304 yıllarında karşımıza çıkar ( 2014: 50)
demektedir.
Tüm bu isimlerin yanında Hunların tarih sahnesine çıkışlarıyla ilgili
olarak Çin tarihini esas alan ve Hunlar üzerine çalışma yapan önemli isimlerden
birisi olan Lev Nikolayeviç Gumilev ise Hunların 1797 tarihi civarında Gobi’nin
güney uçlarında yüzeye geldiğini söyler (Gumilev 2005: 3-4).
15
Gumilev’in dediğinden yola çıkarak Hun tarihinin Çin kaynaklarına göre
M.Ö. 1700’lere kadar götürülebileceği tarihî belgelerle ortadadır. Ancak bu
verilerin yanında arkeolojik ve antropolojik veriler kullanıldığında Hunların
belirtilen bu tarihten daha önce var oldukları bilinmektedir. Ayrıca farklı
araştırmacılar Çin belgelerinde Hun ismine daha önceleri rastlandığını da
belirtmektedir. Bunlardan Ahmet Taşağıl’ın belirttiği üzere efsanevi Çin
kaynakları temel alınırsa M.Ö 2255’lere kadar Hunların adını Çin kaynaklarında
görmek ve belgelemek mümkündür.
Bütün bu veriler doğrultusunda denilebilir ki Mete Han’a kadar gelinen
dönemde Hunların binlerce yıllık köklü bir geçmişi vardır ve bu geçmişte Hun
kültürü Çin ve Moğol kültürüyle de yakın etkileşim içerisindedir. Hunların Türk
olup olmadığı konusunda ciddi tartışmalar olsa da günümüzde var olan veriler
doğrultusunda onların Türk tarihinin önemli bir noktasında yer aldığı,
konuştukları dilin de elde edilen son veriler doğrultusunda Türk dili olduğu
büyük oranda kabul gören görüşler arasındadır. Hüseyin Tekinoğlu Hun Türkleri
isimli eserinde farklı görüşlere yer verdikten sonra “Hunların Türkçe konuşan bir
halk olduğu konusundaki görüşler doğrudur” (Tekinoğlu 2017: 76) der.
Hun dilinin Türk dili olduğunu söyleyen Talat Tekin, Mehmet Ölmez ile
birlikte yazdığı Türk Dilleri Giriş isimli kitapta eski yazı çevrimini
Pulleyblank’ın yaptığı Hunca bir beyiti şu şekilde yorumlar: “Sǖkē tılıkang /
Bukuk-gu tutang: ‘(Düşman) ordusuna karşı çıkın, Bukuk’u (lideri) tutsak alın’”
(2003: 13). Talat Tekin’in yorumladığı bu beyit gibi Hun dilinden günümüze
kalmış birçok dil malzemesinin Türkçe olduğu bilinmektedir. Gyula Nemeth’de
Hun dili ile ilgili “Şu kadarını belirtelim ki, Hiung-nu dili, günümüze kadar
ulaşan örneklerden yola çıkılarak denilebilir ki, büyük bir ihtimalle Türk, veya
(daha az ihtimalle de) Moğol dili olabilir” (2014: 42) der.
Tüm söylenenlerle birlikte Hunların yaşam tarzı hakkındaki veriler de
onların Türk tarihi ile olan bağlarını güçlendirmektedir. Lajos Ligetti Hunların
yaşam tarzıyla ilgili olarak şu verileri aktarmaktadır:
“Hiung-nular hayvancılıkla uğraşan göçebe bir halktı. Çin kaynakları
Hiung-nuların yetiştirdikleri hayvanların genellikle at, inek ve koyun olduğunu,
16
bazen eşek, katır ve bir tür deveye de rastlandığını belirtiyor ve bugün artık
cinsini çıkaramadığımız at veya eşek türü üç hayvandan daha bahsediyorlar.
Hunlar ovadan ovaya, yayladan yaylaya hayvan sürüleriyle birlikte
göçerlerdi. Ama bu yolculuklar sırasında avcılık da yaparlardı. Etrafı duvarlarla
çevrili şehirleri hiç olmadı. Tarımla uğraşmıyor, ticaret yapmıyorlardı.
Besledikleri
hayvanların
ve
av
hayvanlarının
etleriyle besleniyorlardı.
Yiyeceklerin önemli bir kısmı gençlere düşerdi. İhtiyarlar ve güçsüzler geri
planda kalırdı” (Aktaran Németh 2014: 34).
Bu ifadeleri kullandıktan sonra Lajos Ligetti Hunların asıl yaşam
faaliyetlerinin ve gelir kaynaklarının barış zamanlarında yaptıkları hayvancılık
olmadığını, savaşlarda elde ettikleri ganimetler olduğunu belirtir. Ayrıca bu
savaşlarda kullanılan yöntemler içerisinde de atın Hunlar için çok önemli bir yer
tuttuğunu söyleyerek at sırtında yolculuğun, hızlı hareket etmenin ve savaş
yöntemlerinin geliştirilmesinin Hunların kültürünün bir eseri olduğunu belirtir.
Çin tarihinden ulaşılan bu verilere ek olarak Nejat Diyarbekirli Hun
Sanatı isimli kitabında onların yaşam tarzları ve askerî hayatı ile ilgili olarak şu
bilgilere yer vermiştir:
“Hun toplumu, profesyonel bir savaşçı grubunda ve bir orduda olduğu
gibi teşkilatlanmıştı. Bu dinamik toplulukta herkes savaşçı idi, başlıca
maharetleri ise sert yaylarını germekteki ustalıklarında aranırdı. Özel işlerde
kullanılmak üzere ‘Kartal nişancı, tabir edilen keskin nişancılar vardı. Ok ve
yaydan başka yakın döğüş için kargı (mızrak), kılıç ve bıçak kullanırlardı.
Hunların savaş tekniği bunların avcılık ve hayvancılığa dayalı hayatlarının
hususiyetlerinden doğmuştu” (1972: 11).
Tüm Türk toplumlarında olduğu gibi Hunlarda da aile çok önemli bir rol
oynamaktaydı. Hunlar içinde toplumun en küçük birimi aileydi. Bu aile yapısı da
töreler ve âdetlere göre şekillenmişti.
“Hunlarda aile kan akrabalığına dayanıyordu. Türk ailesi birlik ve
dayanışma içinde yaşıyordu. Ailenin reisi baba idi. Türk ailesinde otorite
babanın şahsında toplanmaktaydı.(…) Hun ailesinde babanın yanında annenin
de söz hakkı vardı. O, her şeyden önce erkeğin ‘evdeş’i, yani ev arkadaşı idi.
17
Başta ev olmak üzere ailenin bütün maddi varlığı, eşlerin ortak malı idi. Ailenin
her türlü etkinliğinde de iş bölümü anlayışı hâkimdi. Örneğin, erkek evladı
yetiştirmek babanın, kız evladı yetiştirmek de annenin görevi idi. Hunlarda
‘babasız oğul, anasız kız’ bakımsız sayılırdı” (Balaban 2006: 39-40).
Dil, sosyal-kültürel yaşam ve askerî hayat bakımından Türk toplumunun
tüm özelliklerini gösteren Hunların ekonomik etkinlikleri de eski Türk
yaşantısına uygundur.
Lajos Ligetti’nin söylediklerinin aksine “Türklerde
hayvancılık ağırlıkta olmakla birlikte, belirli ölçülerde tarım, ticaret, zanaat ve
sanayi de vardı. Bu durum Hunlarda da böyle olmuştur” ( Balaban 2006: 71). Bu
ifade ve birçok delil de göstermektedir ki birçok Batılı söylemin aksine Türkler
sadece at üstünde sürekli bir yerlere göçen bir millet değildi. Onların göçerliği
yarı göçebelikti. Bir bakıma yılın belli bir dönemini yaylak adını verdikleri belli
bir yerleşim yerinde diğer dönemini de kışlak adını verdikleri yerleşim yerinde
geçiriyorladı. Bu bakımdan tarımla, zanaat ve sanayi ile uğraşmaları da mümkün
olabiliyordu.
Tüm bu verilerin yanında Hunların inanç sistemleri de kendilerinden
sonra yaşamış ve Türk olduklarına şüphe olmayan Göktürkler gibi Gök Tanrı
inancıdır.
“Çin’in kuzeyinde yaşayan ve göçebe bir topluluk olan Hsiung-nular
(Hunlar), güneş ve ayı kutsal sayarlardı ve tapınırlardı. Hükümdarlar (hükümdar
Şen-yu) kampın dışında sabah (şafak vakti güneş yükselirken) güneşe, akşam aya
saygı gösterir ve tapınırdı. Bir girişimde bulunmadan veya askerî bir karar
alınmadan önce aya ve yıldızlara bakılırdı. Eğer ay dolunaya yakınsa savaşa
girilirdi. Fakat ay az görünüyorsa savaşa girilmezdi veya geri çekilirdi. Ayrıca
Hsiung-nular hükümdarların ay ve güneşin emriyle yer ve gök tarafından
yaratıldığına inanırlardı” (Çeşmeli 2016: 46).
Hunların hükümdarlarıyla ilgili bu inanca “kut” inancı denirdi ve
Hunlardan sonra gelen Türk devletlerinde de bu inanç devam etmişti. Hatta
Göktürk Devleti’nin ünlü hükümdarlarından Bilge Kağan kendisi adına dikilen
ve Türk edebiyatının ilk yazılı metinlerinden olan anıtın hemen başında “Tengri
teg tengride bolmuş Türk Bilge Kagan bu ödke olurtum” (Ergin 2009: 2) diyerek
18
yönetme yetkisini Gök Tanrı’dan aldığını belirtmiştir. Buradan da anlaşılacağı
üzere Hunların ve Göktürklerin inanç sistemleri aynıdır. Bu veriler ışığında
düşünüldüğünde hemen her bakımdan Türk kültürünün her türlü nüvesini taşıyan
Hunların Türk olduğunu kabul etmek kadar doğal bir sonuç olamaz. Bu
doğrultuda yapılan değerlendirmeler sonucunda denilebilir ki Mete Han’dan önce
Hun toplumunun içinde bulunduğu duruma bakılırken aslında Türk tarihinin
erken dönemlerine bakılmış olur. Prof. Dr. Ahmet Taşağıl bu belirttiğimiz
ifadelerin benzerlerinin Çin kaynaklarında da mevcut olduğunu şu şekilde izah
eder:
“Gök Türkleri anlatan Çin kaynakları açıkça onların Hunların devamı
olduğunu bildirirler. Devletlerinin yapı özellikleri, hükümdarlarının hatta eşinin
konumu, sosyal hayatları, inançları ve dünyayı algılamalarının benzer olduğu
vurgulanmıştır” (2017: 51).
Tarihin belgelerle takip edilebilen dönemlerinden başlayarak Çinlilerle
sürekli olarak etkileşim içerisinde olan Hunların en büyük düşmanı da yine
Çinliler olmuştur. Hunlar sınır komşusu olmanın doğal bir sonucu olarak
Çinlilerle sürekli olarak mücadele etmişlerdir. “Çin, bereket ve servetiyle, Türkler
için bitmez tükenmez bir ganimetler hazinesiydi.” (Ziya Gökalp 2015: 239).
Hunlar da hemen yanı başlarında bulunan bu hazineyi hiç rahat bırakmamışlardı.
“Çin üzerine düzenlenen Hun akınları asırlarca durmak bilmemiş, bu akınları
durdurmak için M.Ö. 780’li yıllarda Çin Seddi’nin ilk temelleri atılmıştır”
(Kanlıdere vd. 2013: 6). Mete Han da atalarının kendisinden önce yürüttüğü bu
mücadeleyi çok üst bir noktaya çekmeyi başarmış kendisinden önce atalarını
sürekli olarak cezbeden Çin üzerine daha önce kimsenin yapamadığı kadar
başarılı akınlar gerçekleştirmişti.
Bu dönemde Hunların tek komşusu ve savaştıkları tek topluluk Çinliler
değildi. “Hunların ilk döneminde etraflarında devlet olarak güney-batıda Yüeçiler, doğuda Tung-hular, güneyde ise Çin bulunmaktaydı” (Alpargu vd. 2008:
1-2).
Hunlar binlerce yıl boyunca çevrelerinde bulunan önemli düşmanlara
rağmen varlıklarını devam ettirebilmişlerdir. Bu durum aynı zamanda onların çok
19
eski dönemlerden itibaren ciddi bir devlet geleneğine ve güçlü bir askerî yapıya
sahip olduklarına dair de bir göstergedir. Birçok kaynak Hun devletini Mete’nin
babası Teoman’ın kurduğunu söylese de Hüseyin Tekinoğlu Hun Türkleri isimli
eserinde Hunların milattan önce 1500’lü yıllarda birleşik bir devlet kurduğunu ve
Ying Hanedanlığı ile mücadele içerisine girdiğini söyler (2017: 92). Onun bu
görüşüne göre Hunların milattan on beş asır önce bir devleti vardır. Hunların
Teoman Han’dan önce bir devlet çatısı altında yaşayıp yaşamadıkları konusunda
kesin bir şey söylemek tam anlamıyla mümkün olmasa da onların çevrelerindeki
güçlü devletler karşısında dağınık kabileler hâlinde ayakta kalmış olması da çok
mümkün görünmemektedir. Çin kaynaklarına göre de Hunların Teoman’dan
daha önce bir devleti olması mümkündür. Ancak Teoman’a kadar bu devletin
yeterince güçlü olmayışı Çin kaynaklarında daha önce hiçbir Hun hükümdarının
ismine yer verilmemiş olmasına da yol açmış olabilir. Bu bakımdan Hunların
Teoman devrine kadar bir devleti olduğu; ancak çok güçlü bir devlet olmadığı ya
da büyüyüp gelişmekte olan bir devlet olduğu düşünülebilir.
Hunların çevrelerinde bulunan ülkelerle olan mücadeleleri yüzyıllar
boyunca sürdü ve bu süre zarfında Çin topraklarına yapılan akınların da ardı
arkası kesilmedi. İşte tam bu sıralarda M.Ö. 221’de ilk olarak bir Hun hükümdarı
olan Teoman Han, tarihî kaynaklarda yer etmiştir ve ölüm tarihi olan M.Ö. 209
yılına kadar Çinlilerle önemli mücadelelerde bulunmuştur. Mete’nin babası olan
Teoman zamanında Çinliler Hunların Ötüken’e çekilmesini sağlayarak bir
bakıma onların güçlenmesine neden olmuştur (Taşağıl 2017: 55). Teoman Han,
Hunları bir araya getirerek yeni bir devlet inşa ederken eşi Ulun Hatun’dan M.Ö.
234 yılında oğlu Mete dünyaya gelir ve Mete, Teoman’ın ilk çocuğu olduğu için
tahtın en güçlü varisi olarak tarih sahnesindeki yerini alır.
Mete Han ile bu çalışmaya konu olan Attilâ ve Cengiz Han arasında
birtakım ortak noktalar vardır. Bu çalışmada özellikle bu üç hükümdarın
seçilmesinin sebeplerinin başında bu ortak noktalar yatar. Çalışmanın ilerleyen
bölümlerinde de izah edileceği üzere Mete, Attilâ ve Cengiz Han’ın özel
yaşantılarındaki benzerliklerin yanında sosyal yaşantıları ve kültürel hayatlarında
da birçok ortak nokta vardır. Bunlardan birisi de Mete Han’ın ve diğer iki
imparatorun çok zor bir çocukluk dönemi geçirmiş olması ve bu üç hükümdarın
20
da esaret hayatı yaşamış olmasıdır. Onların daha gençlik dönemlerinde
yaşadıkları bu esaret hayatı olumsuz gibi görünse de onların kişiliklerini
sağlamlaştırmak bakımından derin tesirler uyandırmıştır. Mete Han gibi Attilâ ve
Cengiz Han da iktidar basamaklarını çıkarken ailelerinden önemli kişileri feda
edecek
kadar
soğukkanlı
bir
liderlik
örneği
göstermiştir.
Kurdukları
imparatorlukları ailelerinden ve kendi şahsiyetlerinden yukarıda tutan bu üç
hükümdarın en önemli özelliklerinden birisi de bozkırın çocukları olmalarıdır.
Onlar bozkırın ve göçebe kültürün getirdiği tüm çetin şartlarla mücadele ederek
iradelerini sağlamlaştırmıştır. Bozkırın hırçınlaştırdığı bu üç hükümdarın en
büyük ortak özelliklerinden bazıları da disiplinleri, kuralcılıkları ve yer yer
acımasızlığa varan tavizsiz adalet anlayışları olmuştur. Devlet adamlıkları ve
askerî dehalarıyla tarihe isimlerini altın harflerle yazdırmışlardır. Ancak bu
isimler içerisinde Mete Han ayrı bir öneme sahiptir. Çünkü o kendisinden sonra
gelen hükümdarlara yol açıcı bir rol üstlenmiş ve bir imparatorluğun nasıl
kurulabileceğinin ilk örneğini vermiştir. Bu sebeptendir ki onun kurduğu askerî
düzen ve devlet teşkilatlanması kendisinden sonra gelen birçok hükümdar
tarafından model olarak alınmış ve onun ilk örneğini verdiği imparatorluk diğer
hükümdarlara alem olmuştur.
Mete Han, Türk tarihinde bir imparatorluğun nasıl kurulacağının ilk
uygulayıcısı olması bakımdan bu alanda bir mihenk taşıdır. Askerî zekâsı, devlet
adamlığı, çelikten iradesi ve saat gibi işleyen mantığıyla Türk tarihinin ilk
imparatorluğunu kurma başarısı gösteren Mete Han Türk tarihinde daha sonra bir
zincirin halkaları gibi karşımıza çıkacak sürecin tetikleyicisi olmuştur. Öyle ki
onun kurduğu askerî sistem günümüzde birçok devlet tarafından hâlâ
kullanılmaktadır. Onunla birlikte Türk milleti gerçek anlamda kimlik kazanmaya
ve dünya tarihinde isminden söz ettirmeye başlamıştır. Özetle denilebilir ki onun
katı disiplini ve askerî dehası kendisinden sonra gelen birçok devlet yöneticisine
ilham kaynağı olmuştur. Bunlar içerisinde Attilâ ve Cengiz Han da vardır. Onun
“çağı, Türklerin millet ve devlet aşamasına gelmesinde önemli bir zamandır”
(Gömeç, 2012: 73). Öyle ki Mete, sadece Türk tarihini etkilememiş dünya
tarihini baştan yazacak olaylar silsilesini de başlatmıştır. Onun eylemleri sonucu
fitili ateşlenen kavimler göçü neticesinde bir çağ açılıp bir çağ kapanmıştır. O,
21
bugünün Avrupa’sının şekillenmesinde dahi dolaylı da olsa bir role sahiptir
(Gömeç 2012: 73).
Daha önce bahsedildiği üzere Mete Han hakkında elde bulunan veriler
çok yeterli değildir; ancak onun hayatını ve başarılarının büyük bir kısmını
aydınlatmaya yetecek miktarda bilgi vardır. Elbette bu bilgilerin efsanelerle
harmanlanmış olması bilimsel gerçekliğe ulaşılmasını zorlaştırır. Ancak
unutulmamalıdır ki tarihin uzak dönemleriyle ilgili birçok kaynak efsanelerle ve
destanlarla iç içedir. Bu bakımdan Mete Han’la ilgili bazı bilgilere şüpheyle
yaklaşmaktan ziyade bu bilgileri devrin şartlarını göz önünde bulundurarak
yorumlamak yerinde olacaktır.
Hun tarihi ile birlikte anılan ve Hunlar denildiğinde ilk akla gelen isim
olan “ ‘Mete’ Han’ın adı, hâlâ tartışılmaktadır. Mete-Motun-Maotun-BağdınBağdır-Bahadır… Hangisi o büyük kahramanın adının tam karşılığıdır, belli
değil! Büyük Türk tanhusunun adını bile tam olarak bilemiyoruz” (Terzioğlu
2016b: 89). Buna karşın literatürde bu yüce başbuğun en çok kabul gören ismi
Mete’dir.
“Mete isminin anlamı konusunda çeşitli görüşler vardır:
1) Batur, bahadır, batu anlamına gelir.
2) Katı, zor, sert mizaçlı demektir.
3) Beg-Tun ‘bey nesli’ manasını taşır” (Günaydın 2016: 127).
İsminin anlamı ile karakteri arasında da doğrudan bir bağ bulunan Mete
Han, Hun halkının her ferdi gibi çok iyi at biner ve ok atardı.
“Yenilikçi, teşkilatçı, cesur, zeki ve disiplinli idi. Çok sert ve yavuz bir
kişiliğe sahipti. Çevresindeki soylular ve devlet büyükleri O’nun zeki, akıllı,
bilgili ve değerli bir devlet adamı olduğuna inanıyorlar ve saygıyla itaat
ediyorlardı” (Günaydın 2016: 127-128).
Muhtemeldir ki Mete’nin kişiliğinin oluşmasında babasının da büyük
tesiri olmuştur. Mete Han’ın babası Tuman (Duman) veya popüler ismiyle
Teoman Han, “bütün Orta Asya’yı elinde bulunduran bir imparator değildi”
(Tekin 2014: 77). Teoman Han döneminde daha önce belirttiğimiz üzere
22
ülkesinin çevresinde Çin haricinde Yüeçiler, Moğol Tung-hular gibi çok güçlü
düşmanlar da vardı ve onun devleti düşmanlarına göre güçsüz kalıyordu (Tekin
2014: 77).
“Çin sülalesinin güçlü çağlarında M.Ö. 215-206 sıralarında Tuman ve
Hunlar zor yıllar geçirmişlerdir. Bütün desteklerini kaybeden Hun yabgusu
(şanyü) Tuman çok geniş Sha-mo (She-mo) çöllerinde dolaşan Çin piyadelerinin
mızraklarından kurtulmak için obalarını toplayarak Halha’ya çekildi. Ama
burada da rahat yaşayabilmek için en büyük oğlu Mete’yi Yüeçilere rehin olarak
göndermek zorunda kaldı” (Tekin 2014: 84).
Mete Han, Yüeçilere esir olarak verildiğinde muhtemelen yirmili
yaşlarındaydı ve ailesinin en büyük erkek çocuğu olarak tahtın birincil varisiydi.
Mete, Yüeçilere esir verildikten bir süre sonra Teoman Han, Yüeçiler üzerine
sefere çıktı. Teoman Han’ın Çinli eşinin telkinlerine uyarak Yüeçilere karşı
çıktığı bu sefer bir bakıma Mete’nin ölüm fermanını imzalamaktı. (Günay 2012:
73). Ancak Mete babasının Yüeçilerin üzerine saldırmasının kendisinin ölüm
fermanı olduğunu bildiğinden Yüeçilerin elinden “kendisinin iyi (veya ünlü) atını
aldı (veya çaldı): Bu atına binerek, kaçtı ve geri döndü” (Tekinoğlu 2017:150).
Bunun üzerine Teoman Han töreye karşı gelerek kurduğu komployu örtbas etmek
için Mete Han’ın emrine bir tümen asker vermek zorunda kaldı. “Çünkü eski
Türk devletleri töresince hakanın “ulu hatun” sıfatıyla anılan ilk eşinden olan
oğlu veliaht sayılırdı. (..) Âdet olduğu üzere veliaht Bahatır’a ‘Sol Bilge Tigin’
ünvanını ve devletin o bölgesini yönetme yetkisini vermiştir” (Günay 2012: 73).
Mete’nin basireti ve cesareti, üvey annesinin kendi oğlunu veliaht
yapmak için kurduğu komplonun üstesinden gelmesini sağladığı gibi onu daha
güçlü bir pozisyona getirmişti. Ancak Mete, kendisine yapılan hiçbir kötülüğü
unutmadığı gibi bunu da unutmadı.
“Mete’nin rehine kalması, hem intikam duygusunu içinde büyütmüş, hem
de ‘savaşçı’ ruh kazanmasını sağlamıştı” (Tekinoğlu 2017: 151). Babasının
kendisine ihanet etmesi sonucu intikam ateşiyle yanıp tutuşan Mete babasının
kendisine karşı giriştiği tuzağın karşılığını vermek için acımasız ve tarihte eşi
benzeri görülmemiş planını devreye sokmuştur.
23
“Bundan sonra, Mo-tu öten oklar yaptırarak atlılarını okçu olarak
eğitmiş ve [şöyle] emretmişti: ‘Öten okumu attığım yere [ok] atmayanların başı
kesilecektir.’ [Sonra] ava çıkarak öten okunu attığı [yere] nişan almayanların
derhâl
başını
uçurtmuştu.
Bundan
sonra,
Mo-tu
cins
atını
oklamış,
yanındakilerden bazıları [bu hedefe] ok atmaya cesaret edemeyince hemen
[onların] başını vurdurmuştu. Kısa bir süre sonra, yeniden öten okunu sevdiği
eşine atmış, etrafındakilerin bir kısmı korkup ok atmaya cesaret edemeyince
onların de başını vurdurmuştu. Kısa bir zaman sonra, Mo-tu ava çıktığında öten
okunu Ch’anyü’nün cins atına atınca çevresindekilerin hepsi de [aynı hedefi]
vurmuştu. Böylece Mo-tu yanındakilere güvenebileceğine kanaat getirmiş ve
babası
T’ou-man’la
birlikte
ava
çıktığında,
T’ou-man’a
ok
atınca
çevresindekilerin hepsi de [onu] izleyip Tou-man’ı hedef alarak öldürmüşlerdi.
Sonra, [Mo-tu] üvey annesini, kardeşini ve kendisine itaat etmeyen ileri gelenleri
öldürtmüştü. Böylelikle Mo-tu kendini Ch’an-yü ilan ederek başa geçmişti [M.Ö.
209]” (Tekin 2014: 96).
Babasının başarısız girişimine karşın başarılı bir darbeyle tahtı ele geçiren
Mete hızlı bir şekilde kendi düzenini kurmaya başlamış ve ciddi yapısal
reformlara gitmiştir. Tahta geçtiğinde yirmi beş yaşında olan Mete günümüz
koşullarıyla düşünüldüğünde bir devlet başkanı için genç ve tecrübesiz
sayılabilecek bir yaşta başa geçmiştir. Ancak bu onun devrinin koşulları göz
önünde bulundurulduğunda öyle değildir. Mete’nin daha çok küçük yaşlarda
devlet yönetimi için aldığı eğitim ve karakterinde doğuştan getirdiği yönetme
kabiliyeti tahta ilk geçtiği günden itibaren ağırlığını hissettirmiştir.
Mete başa geçtiğinde Hunlara karşı güçlü bir pozisyonda olan Tung-hular
üstünlüklerini Mete’ye kabul ettirmek istemişti, bunun için Tung-hular, Mete’nin
babası Teoman Han’a ait olan ve bir günde 500 km koşabilen ünlü atı elçileri
aracılığıyla Mete’den istediler. Mete de bu isteği danışmanları ile konuştu.
Danışmanları atın Türkler için büyük bir önem arz ettiğini, bu sebepten dolayı
kati suretle verilmemesi gerektiğini söylemişti. Ancak “Mete ‘Ben nasıl bir atı
komşu devletten üstün tutabilirim’ diyerek atı elçiye teslim etmiştir” (Atalay
2014: 2017).
24
Tung-hular Mete’nin bu talebi kabul etmesi üzerine kendilerinde daha
fazla cesaret bularak gittikçe küstahlaştılar ve Mete’nin eşlerinden birisini
istediler. Mete’nin çevresindekiler bu isteğe savaşla karşılık verelim dese de
Mete daha önce atı verdiğinde olduğu gibi nasıl bir eşi komşu devletten üstün
tutabilirim diyerek eşlerinden bir tanesini Tung-hulara göndermiştir. Bunun
üzerine Tung-huların hükümdarı daha fazla cesaret alarak Mete’den kimsenin
oturmadığı
sınır
bölgesinde
bulunan
boş
toprakları
istemiştir.
Mete
çevresindekilere bu sefer ne yapalım diye sorduğunda çevresindekilerden bazıları
bu topraklar işe yaramaz zaten verelim demiştir. Daha önce babasının atını kendi
eşini Tung-hulara veren Mete bu sefer toprak devletin malıdır nasıl verilir demiş
ve toprak verilsin diyenlerin hepsinin başını aldırmıştır. Daha sonra da Tunghular üzerine sefere çıkmıştır (Tekin 2014: 96-97).
Tung-huları ağır bir yenilgiye uğratarak küstahlıklarının cezasını kesen
Mete kurduğu askerî disiplinle âdeta Orta Asya’da fırtına gibi esmeye başlamıştı.
Mete’nin
engellenemez
ilerleyişi
önünde
hiçbir
güç
onu
durdurmayı
başaramıyordu. Çinlilerin kurduğu Büyük Çin Seddi bile Mete’nin akınları
önünde sele kapılmış çitlerden farksız kalmıştı. Mete Han “Orta Asya’da
Kırgızlar ve Ting-lingler gibi 26 boy ve devletçiği kendine bağlayarak devletini
geniş bir imparatorluk hâline getirmiştir” (Kanlıdere vd. 2013: 7). Mete’nin
ilerleyişi bununla da durmuyordu. O, o güne kadar bilinen Türk tarihinde örneği
görülmemiş bir adım atarak Hunları devletten imparatorluğa geçiriyordu. Küçük
rakiplerini dize getirerek büyüyen Mete gittikçe hedef büyütmüş ve sonunda en
güçlü rakibi Çin’e çelikten bir balyoz gibi inerek Kuzey Çin’i fethetmişti. Ancak
orada kalıcı bir düzen kurma amacında olmayan “Mete Kuzey Çin’de
hâkimiyetini sağladıktan sonra ordusunun ağırlıklı bölümünü bu bölgeye
kaydırmış ve devleti yeniden yapılandırmıştır” (Günay 2012: 75). Mete Han’ın
bu sıralarda Çin’i tamamen işgal edebilecekken etmemiş olmasıyla ilgili olarak
birçok spekülasyon yapılmıştır. Ancak onun gerçekten neden Çin’i topyekün
işgal etmediğini tek bir gerekçeyle izah etmek doğru değildir. Belki de yaygın
olan görüşe göre Çinlilerin kalabalık olması ve Hun kültürünün onların kültürü
içerisinde
eriyeceğinden
korkması
Mete’nin
Çin
topraklarında
kalıcı
olmamasının temel sebebiydi. Ayrıca “Mete, bütün Türkleri umumi bir merkezin
25
etrafında toplanmış millî bir ilhanlık hâline gelmiş görmek istediği için, Çin
memleketini zapt etmekten vazgeçmişti” (Ziya Gökalp 2015: 255).
Çin üzerinde ilk akınları başarılı olan Mete Han kendisine güçlü bir
şekilde cevap vermekte geri kalan Çin üzerine akınlarına devam etti ve Han
Hanedanı’nın üç yüz bin kişilik ordusunu alt etti. Mete’ye karşı başarılı
olamayan ve onun akınları karşısında tutunamayan Çinliler onun zekâsına ve
ordusuna karşı üstün gelemeyeceklerini anlayınca bir barış antlaşmasıyla
Mete’nin yanına gittiler.
“Bu antlaşmaya göre, Kuzey Çin’de Şan-yü Mete’nin/Bagatır’ın ele
geçirdiği topraklar Hunlarda kalmıştır. Çin, her yıl Hun Devleti’ne ipekli kumaş,
şarap, pirinç ve çok miktarda yiyecek madde göndermeyi kabul etmiştir. Şanyü
Mete’ye/Bagatır’a imparatorun kızı olduğu söylenen gerçekte ise sıradan bir kız
prenses olarak tanıtılmış ve eş olarak gönderilmiştir. Çin, hediye adı altında
vergiye bağlanmış ve uzun yıllar sürecek ticaret anlaşmaları yapılmıştır” (Günay
2012: 77-78).
Mete döneminde Çin hanedanları Hunlara boyun eğmiş ve onları
savaşarak yenemeyeceklerini anlamışlardı. Bu yüzden Çinliler Hunlar ile
antlaşma yapmanın en iyi yol olacağını düşünmüş ve evlilik yoluyla bir antlaşma
yaparlarsa Mete’nin kendilerine saldırmayacağını düşünmüşlerdi. Aynı zamanda
bu vesile ile Mete Çin sarayı ile akraba olduğu için bir tehdit olmaktan da
çıkacaktı. Mete aslında düşmanlarının asıl niyetinin ne olduğunu ve ne kadar güç
bir durumda olduklarını biliyordu. Ancak Çin’i tamamen ele geçirmek yerine
kendisine yapılan teklifleri kabul etmiş ve imzaladığı barış antlaşmasına
istinaden ordusunu alarak geri dönmüştür. Mete Han’ın Çin’i tamamen işgal
etmemesinin asıl sebebi muhtemelen kendi kültürünün Çin kültürü içinde
eriyeceğinden endişe duymuş olmasıdır. Elbette Mete Çin topraklarını tamamen
almasa da 35 yıllık hükümdarlığı döneminde “Hun İmparatorluğu’nun sınırları
doğuda Kore’ye kuzeyde Kerulen, Tola, Selenge, Yenisey, Ob, İrtiş, İşim
nehirlerine, batıda Balkaş Gölü’nden Aral Gölü’ne kadar uzanmıştır” (Günay
2012: 75-76).
26
“Mete, neredeyse hiç yoktan bir devlet kurmuştu. Hayvancılığa bağlı
olarak göçebe kabilelerin konsolidasyonu bütün tarihî süreçlerde müşahede
edilmiştir. Bununla birlikte Mete’nin faaliyet ve kabiliyetleri; ancak dikkatli bir
araştırmayla tespit edilebilir. Mete’nin ıslık çalan oklarının ardında yalnız usta
avcılar değil, kumandanlarına güvenen ve verilen görevin şuuruna vararak itaat
eden savaşçılar da gitmişlerdir” (Tekin 2014: 117).
“Mete, M.Ö. 174 yılında öldüğünde, birçok kavimleri çatısı altında
birleştiren büyük bir imparatorluk geriye bıraktı. Bu imparatorluk yaklaşık 18
milyon km2 büyüklüğe sahipti. İmparatorluğun sınırları doğudan batıya Japon
Denizi’nden İtil (Volga) nehrine ve kuzeyden güneye Sibirya’dan Tibet ve
Keşmir’e uzanıyordu” (Sarı 2016: 9).
Mete Han Türk tarihi açısından âdeta bir kırılma noktası olmuştur. Öyle
ki Mete Han’ın destan kahramanı olabileceği tezi dahi öne sürülmüştür. Bazı
tarihçiler Mete Han ile Oğuz Türklerinin atası kabul edilen destan kahramanı
Oğuz Kağan arasında birçok ortak nokta olduğunu söylemiştir. “Destan
kahramanı Oğuz Kağan ile tarihî şahsiyet Motun’un aynı kişi olduğu, en eski
Sinogoglardan Joseph de Guignes’den (1757) beri ileri sürülmüş ve bilim
dünyasında genel kabul görmüştür” (Ercilasun 2008: 56).
“Bilindiği gibi efsanevi Oğuz Han’ın Hun İmparatoru Mete Han olduğu
genel kabul görmektedir. Hunların 24 tümeni bulunması, bunların 24 oğula
bölünme işleminin 24 Oğuz boyunu oluşturduğu kabul edilmektedir” (Erendor
2018: 59). Mete Han’ın Oğuz Kağan destanında bahsi geçen Oğuz olup olmadığı
kesin olarak söylenemese de onun Türk tarihinde ve Türk muhayyilesinde
unutulmaz bir iz bıraktığı ve hafızalara kazındığı bir gerçektir. Kurduğu ilk Türk
imparatorluğu ile Türk tarihine kalıcı bir biçimde tesir eden Mete, Türklerin tarih
serüveninde bambaşka bir sayfa açmıştır.
Mete Han hükümdarlığı döneminde Asya’da tarihî kayıtlarla bilinen ilk
Türk imparatorluğunu kurmakla birlikte “Türklerin millet ve devlet aşamasına
gelmesinde [de] son derece önemli” (Gömeç 2012: 73) bir rol oynamıştır.
Disiplini, askerî dehası ve devlet adamlığı ile kendisinden sonra gelecek olan
imparatorlara büyük bir miras bırakmış; ayrıca adını tarihî vesikalara altın
27
harflerle yazdırmıştır. Aradan geçen 2000 yıldan fazla bir süre olmasına rağmen
Mete Han’ın etkisi günümüz devlet ve ordu yapılanmasında hissedilmekte
olduğu gibi anısı da toplumun bilinçaltında yaşamaktadır.
Mete Han’ın etkisinin izlerini Türk edebiyatında da görmek mümkündür.
Özellikle son dönemde Türk tarihine artan ilgiyle birlikte Mete Han’la ilgili dört
adet roman yazılmıştır. Elbette Mete Han gibi önemli ve karizmatik bir
şahsiyetin Türk romanı için bu kadar geç keşfedilmiş olması düşündürücüdür.
Ancak bu durumda onun hayatı ile ilgili elde bulunan verilerin diğer Türk
büyüklerine nazaran daha az olmasından ve Türk tarihinin uzak dönemlerinin
hâlâ tartışmalara açık olmasından kaynaklanmaktadır. Böyle olmakla birlikte
Mete Han gibi Türk tarihine bu denli önemli damga vurmuş bir sima hakkında
yazılan eserlerin sayısının artması gerektiği de söylenmelidir. Son yıllarda
yaşanan ve Türkiye Cumhuriyeti’ni derinden etkileyen hadiseler, Türk tarihini
konu alan dizi ve sinema filmlerinin sayısının artması ve Türk tarihine olan
ilginin çoğalması Türk tarihine damga vurmuş önemli isimlere yönelik üretilen
roman sayılarında da artış yaşanmasına neden olmuştur.
Mete Han’la ve Türk tarihini doğrudan ilgilendiren diğer şahsiyetlerle
ilgili üretilen eserlerin günümüzde artmasının bir sonucu olarak denilebilir ki
Türk romancıları kendilerine engin bir malzeme sunan Türk tarihini ve o tarihi
oluşturan isimlerin birçoğunu yeni yeni keşfetmeye başlamıştır. Bu çalışmada da
bu yeni keşifler sonucu üretilen eserlerin hangi minvaller üzerine üretildiği
hususuna değinilmeye çalışılacaktır.
0.2.2. Attilâ 1 (395-453)
Avrupa Hun İmparatoru olan Attilâ’nın 395 yılında isminden hareketle İtil
(Volga)nehri yakınlarında (Cengiz 2016a: 18) bir yerde dünyaya geldiği tahmin
edilmektedir. Attilâ’nın isminin etimolojisine bakıldığında “genellikle Attilâ
1
Attila’nın isimin Türkçede yazımıyla ilgili de bir takım ayrılıklar vardır. Örneğin bazı edipler “Atilla”
şeklinde yazarken bazıları da “Attila” şeklinde yazmaktadır. Türk Dili Kurumu Kişi Adları
Sözlüğü’nde ismin yazımı şu şekilde verilmiştir:
“Attilâ: Köken: T. Cinsiyet: Erkek 1. Ünlü. 2. Babacık. 3. Büyük Hun İmparatorunun adı.
”(http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5b53aa5ce745f
8.1391033). Erişim tarihi: 26.07.2018
28
isminin Volga nehrinin bir diğer adı olan İtil-Etil’den geldiği düşünülmüştür”
(Cengiz 2016a: 19). Attilâ’nın isminin bu sözcükten türetilmiş olabileceği savı da
onun doğduğu yerin İtil nehri yakınlarında bir yer olduğu ihtimalini de
güçlendirmektedir (Ercilasun 2008: 74). Elbette Attilâ’nın isminden başlamak
suretiyle tüm hayatı üzerinde birtakım ihtilaflar mevcuttur. Kimi araştırmacılar
onun isminin Gotça’dan geldiğini kimisi de Türkçe bir kelime olduğunu söylese
de kesin bir kanıya varmak pek mümkün görünmemektedir. Bununla birlikte
kabul gören savlar içerisinde İtil nehrinin Attilâ’nın isminin kaynağı olduğu savı
en kabul görendir. Attilâ Volga nehri yakınlarında dünyaya gelmiş olsa da “5.
Yüzyılın başlarına gelindiğinde Hunlar, Avrupa’nın kalbindeki Büyük Macar
Ovası’na kesin olarak yerleşmişlerdi” (Kelly 2016: 68). Bu bakımdan Attilâ’nın
isminden yola çıkarak İtil yakınlarında doğduğu; ancak Hunların beşinci yüzyılda
Macar Ovasına kesin olarak yerleşmiş olması göz önünde bulundurulduğunda
onun çocukluğunun Macar Ovasında geçtiği rahatlıkla söylenebilir.
Macar topraklarında unutulmaz bir iz bırakacak olan Attilâ çok zor bir
çocukluk dönemi geçirmiştir. Attilâ’nın babası Muncuk (öl.408) genç yaşta
obasına düzenlenen bir saldırı sırasında hayatını kaybeder (Tekinoğlu 2017:
329).
Muncuk’un ölümünden sonra Attilâ bir süre bozkırda zor koşullarda
hayatta kalma mücadelesi verir ve amcası Rua tarafından bulunur. Attilâ daha
sonra kıymetli bir hanedan üyesi olması sebebiyle Roma’ya esir olarak gönderilir
(Cengiz 2016a: 17). Attilâ’nın Roma sarayında geçirdiği yıllarla ilgili elde yeterli
veri olmamakla birlikte onun ileride Roma’ya karşı üstünlük kurmasında esaret
yıllarında kazandığı tecrübenin tesiri olduğu görülebilir.
“Hun idarecileri bazı çocuklarını Roma’ya gönderirler. Bazı kimseler
gönderilen çocukların rehin olduklarını zannederler. Hâlbuki onlar, hiçbir
zaman Romalıların federeleri hâline gelmedikleri için, onlara rehin gönderilme
şartı
konulmamış
ve
uygulanmamıştır.
Hun
çocuklarının
Roma’ya
gönderilmeleri, daha ziyade, bunlar vesilesile, yüksek ailelerin Roma
medeniyetiyle temasa geçmek ve Roma İmparatorluğu’nun siyasi ve askerî
gerekçelerini yakından tanımak sebebine dayanmaktadır” (Neagoe 2011: 1/12).
29
İşte Roma’ya gönderilen bu çocuklardan birisi de Roma’nın gelmiş geçmiş
en büyük düşmanlarından birisi olacak Attilâ idi. Attilâ Roma sarayında kaldığı
süre zarfında Roma’nın ihtişamından etkilenmek yerine yaşadığı bozkır hayatını
unutamamış olmalıdır ki Romalılar amaçlarına ulaşamayarak onu kendi saflarına
çekememiştir.
Nasıl
ki
Hunların
Romalılara
çocuklarını
rehin
olarak
göndermelerinin sebebi onları daha yakından tanımak ve onlarla temasa geçmek
ise Romalıların diğer kavimlerden genç prensleri saraylarına rehine olarak
almalarının sebebi de ileride tahtta hak iddia edecek bu prensleri kendilerine
sadık birer müttefike dönüştürmekti. Ancak Attilâ saraydaki esaret yıllarını
Romanlıları daha iyi tanımak ve onların askerî ve siyasi düzenini çözmek için
kullanmıştır. Romalılar bir müttefik kazanmayı hedeflerken farkında olmadan
tarihlerindeki en büyük tehdidin oluşmasına hizmet etmişlerdir.
Attilâ’nın Ravena Sarayı’nda kaldığı yıllarda Hun devletinin başında
amcası Rua vardır. Attilâ’nın dedesi Uldız (Yıldız) 412 yılında öldükten sonra
devletin başına Karaton geçmiştir. Daha sonra Yıldız’ın geride bıraktığı dört
oğlundan üçü ülkenin idaresini ele almıştır. Bu oğullardan Oktar’ın yerine 422
yılında tahta kardeşi Rua geçmiştir (Tekin 2014: 307). Rua’nın bu tarihte kardeşi
Oktar’ın Burguntlar tarafından öldürüldüğü 430 yılına kadar kardeşiyle ortak
olarak ülkeyi yönetmiş olabileceği savı da Türklerin ikili yönetim sisteminden
yola çıkılarak söylenebilir (Kelly 2016:96). Ancak 422 yılında Rua’nın Bizans’ı
vergiye bağlamış olması ülkenin merkez yönetiminde onun olduğunun önemli bir
kanıtıdır. (Gömeç 2012: 316). Bu durumda denilebilir ki Oktar (öl.430) 422
yılına kadar ülkenin batı kanadını kardeşi Aybars da doğu kanadını yönetmiştir
(Tekinoğlu 2017:329).
Attilâ babası öldükten sonra amcası Rua tarafından yetiştirilmiştir. Onun
yanında ülke yönetimini ve Hun siyasetini öğrenmiştir (Tekinoğlu 2017: 332).
Batı Roma’ya esir olarak giden Attilâ amcası Rua’nın son demlerinde Hun
topraklarına geri dönmüştür. Rua 434 yılında aniden ölmüştür. Attilâ
“amcalarının ölümünden sonra, kardeşi Bleda ile birlikte Hunların hükümdarlık
tahtına geçmiştir” (Aktaran Üstün 2007: 99). Aynı yıl Attilâ ve Bleda Doğu
Roma üzerine sefere çıkmış ve bu seferde başarılı olarak Doğu Roma’yı dize
getirmiştir. Attilâ’nın ticaret yollarını kontrol altına almak ve Doğu Roma’nın
30
gelir kaynaklarını kesmek için başlattığı bu savaş başarılı olmuş ve Doğu Roma
İmparatorluğu Margos Antlaşması’nı imzalayarak daha önce verdikleri vergiyi
iki katına çıkarmayı, Hunlara bağlı kavimlerle anlaşma yapmamayı ve ticari
ilişkileri sınır kasabalarında devam ettirmeyi, elindeki Hun esirleri iade etmeyi
kabul etmiştir (Tekin 2014: 308). Attilâ ülkenin doğusunu güvene aldığı gibi
amcaları döneminden daha fazla kavmi tabiiyeti altına almıştır. Bu vaziyet de
göstermektedir ki Attilâ hükümdarlık sahnesine çıktığı ilk andan itibaren
başarılarıyla ününe ün katmış, halkı içerisinde büyük bir şöhrete kavuşmuştur.
Attilâ’nın geliştirdiği bu karizmatik kişiliğe ve üstün liderlik vasıflarına karşın
ağabeyi Bleda geri planda kalmaya başlamıştır.
Bu durum ve Bleda’nın
eğlenceye düşkün mizacı hükümdarlık gücünün tamamının Attilâ’nın elinde
toplanmasının yolunu açmıştır. Attilâ’nın tek başına hükümdarlığı eline aldığı bu
yolda
birçok
rivayet
mevcuttur.
Kimi
kaynaklar
Attilâ’nın
ağabeyini
öldürdüğünü söylerken kimileri de eceliyle öldüğünü söyler. 6. yüzyılda yaşamış
olan tarihçi Jordanes De origine actibusque Getarum (Gotların Kökeni ve
Belgeleri) adlı eserinde bu konudaki fikirlerini şu şekilde ifade eder:
“Hunların büyük bölümünün lideri durumundaki ağabey Bleda’nın,
Attila’nın kalleşliğiyle öldürülmesinin ardından, Attila tüm halkı kendi
hükümdarlığında birleştirdi. Bir dizi kavmi de egemenliği altına sokmasının
akabinde dünyanın kadim halklarına Romalılara ve Vizigotlara- da boyun
eğdirmek için uğraştı” (Aktaran Üstün 2007: 100).
Macar Türkolog Gyula Nemeth de Jordanes’in bu fikrini destekler:
“Ağabeyinin kendi üzerindeki insiyatifine sonuçta dayanamayan ve bunu onur
kırıcı bulan Attila, Bleda’yı öldürttü” (2014: 116).
Tarihçi ve klasik edebiyat uzmanı olan Christopher Kelly’ Jordanes ve
Nemeth’e benzer bir ifade kullanır. “Hun kralı Bleda, kardeşi Attila’nın
komplosu sonucu katledildi” (Kelly 2016: 130).
Batılı tarihçi ve araştırmacıların bu görüşlerine karşın tarihçi Ahmet
Taşağıl: “On bir yıl Hun İmparatorluğu idaresine katılan Bleda’nın 445’te eceli
ile ölmesi üzerine Attila’nın tek başına hükümdar olarak kal[dığını]” (Taşağıl
2017: 253) söyler. Tarihçi Sadettin Gömeç de Bleda’nın Ata İlig (Attilâ)
31
tarafından öldürüldüğü söylenmesine karşın; bilinmeyen bir sebeple 445
tarihinde öldüğünü belirtir (Gömeç 2012: 319). Aslında bu konuda araştırmacılar
arasında yaşanan ihtilafın Attilâ’nın hayatının birçok noktasında da yaşandığı
görülmektedir. Fırtınalarla dolu bir hayatı olan Attilâ’nın yaşamı birçok
tarihçinin ilgi alanına girdiği gibi birçok edebiyatçı da onun macera dolu
yaşamını ilgi çekici bulmuştur. Batılı tarihçiler ve Türk tarihçiler arasında
Bleda’nın nasıl öldüğüyle ilgili olarak farklı görüşler olduğu yukarıda
örneklendiği üzere görülmektedir. Batılı tarihçilerin birçoğu Attilâ’nın abisini
öldürdüğü konusunda hem fikirken, Türk tarihçiler Bleda’nın eceliyle öldüğünü
belirtirler. Attilâ gibi büyük liderlerin hayatlarının birçok noktasındaki
belirsizlikler rivayetlerle doldurulmaya çalışılmışsa da elde olan tüm veriler göz
önünde bulundurulduğunda onun abisini tahta tek başına hâkim olabilmek için
öldürmüş olabileceği olasılığı daha ağır basmaktadır. Neticede artık Hunların ve
diğer birçok kavmin tek hâkimi olan Attilâ’nın önünde, hayalindeki
imparatorluğu kurmak için bir engel kalmamıştır. Attilâ ayrılıkçı grupları dize
getirip siyasi birliğini sağlayıp büyüttüğü imparatorluğun rotasını tamamen Doğu
ve Batı Roma üzerine çevirmiştir.
Attilâ’nın hayatıyla ilgili birçok belirsiz nokta olduğu gibi Attilâ’nın
hükümet merkezinin neresi olduğu konusu da hâlâ tartışılmaktdır; ancak Hüseyin
Namık Orkun bu konuya şu açıklaması ile bir nebze olsun açıklık getirmektedir:
“Attila’nın hükümet merkezinin nerede olduğu hakkında birçok ilim
adamları araştırma yapmışlar ise de henüz bu mesele halledilmiş değildir. Yalnız
muhakkak olan bir şey varsa o da bu şehrin bugünkü Macaristan’da olduğudur.
Macar kronikaları bu hususta bazı rivayetler kaydetmektedir. Simon
kronikası şu bilgiyi vermektedir: Buda –yani Bleda- kardeşi harp ederken nüfuz
dairesini arttırmış, hatta Sicambria’yı da kendi adıyla adlandırmıştı. Attila ise
Hunlar’a ve diğer kavimlere emrederek şehre Attila adını verdiler. Almanlar
korkarak şehre Etzelburg dediler, fakat Hunlar yine buraya O Buda, -yani eski
Buda- demekte devam ettiler. Anonymus da aynı şekilde izahat vermektedir.
Attila Tuna kıyısında kendisine bir merkezi hükümet kurmuş, orada, evvelce
32
bulduğu eski binaları tamir ettirmiş olup bu kurulan şehre bugün dahi Buda adı
verilmektedir” (2013: 53-54).
Attila’nın hayat hikâyesi ile ilgili önemli hususlardan birisi de Roma
mitolojisindeki Savaş Tanrısı Mars’ın sahip olan kişiye dünya hükümdarlığı
sağlayacak ve tüm düşmanlarına diz çöktürecek kılıcını bulmasıyla alakalı olarak
var olan rivayetlerdir. Jordanes Attilâ’nın bu kılıcı bulmasını Priscus’un şu
şekilde aktardığını söyler:
“Bir çoban sürüsünde topallayan bir düve görür, fakat yaranın nedenini
bulamaz. Sonunda bir kılıca ulaşır ve düvenin farkına varmadan bu kılıcı
çiğnediği anlar. Toprağı kazarak kılıcı çıkarır ve doğruca Attila’ya götürür. Bu
hediye Attila’yı sevindirdi ve hırslandırdı. Dünyanın hükümdarlığının ona
verildiğini düşündü ve Mars’ın kılıcına sahip olmakla tüm savaşlarında
üstünlüğün kendisinde olacağına inandı” (Aktaran Üstün 2007: 100).
Anlaşıldığı üzere Attilâ’nın başarıları yaşadığı dönem içerisinde kendisiyle
ilgili ciddi efsaneler oluşmasına ve başarılarına bir kutsiyet atfedilmesine neden
olmuştur. Elbette bu durumda Attilâ’nın ve o dönem Avrupa toplumunun inanç
yapısının etkisi de göz ardı edilemez. Ayrıca bu efsane onun ne derece önemli bir
hükümdar olduğunun bir nevi tescilidir. Tarihte görülmektedir ki büyük
hükümdarlar beraberlerinde kendi efsanelerini de oluşturmuşlardır. Bu efsane
aynı zamanda Attilâ’nın azametinin Roma halkı tarafından da kabul edildiğinin
bir
göstergesidir.
Attilâ
onların
inancının
bir
parçası
olan
efsaneyi
gerçekleştirmiştir.
Attilâ’nın aklında tam bir cihan hâkimiyeti vardı ve bu emeline ulaşmak
için en güçlü düşmanlarını saf dışı bırakması gerektiğini biliyordu. Bu amaç
doğrultusunda Doğu Roma’yı zayıflatmak ve oradan gelecek tehdidi engellemek
birincil hedefi hâline geldi. Bizans’ın önceki taahhütlerine sadık kalmayıp ayak
sürümesi, esirleri geri vermekte ağır davranması, yıllık vergiyi ödemedeki
isteksizliği sebebiyle 447’de II. Balkan seferine çıktı (Tekin 2014: 308).
“Attila’nın
komutasındaki
Hun
orduları
Tuna’yı
geçtikten
sonra
kendileriyle Constantinapolis arasında bulunan büyük kentlere ve kalelere
saldırmak için harekete geçtiler 441-42’de olduğu gibi, ‘yetmiş civarında kenti
33
yağmaladılar’ diye yazan Romalı tarihçiler, Hunların başarısının en kısa bir
hikâyesini bile zikredemeyecek kadar şoke olmuşlar gibi, yine tahrip edilen
birkaç kentin ismini kaydetmektedirler: Philippopolis (eski Filibe veya Plovdiv),
Arcadiapolis (İstanbul’un yaklaşık 170 kilometre kuzeybatısında Lüleburgaz),
Calliopolis (Gelibolu), Sestus (Eceabat) ve Athyras (Büyükçekmece). Bu listedeki
son yer, Hunların Constantinopolis’in ne kadar yakınına geldiklerinin çarpıcı bir
göstergesidir. Athyras kalesi Theodosius Surlarına sadece otuz kilometrelik
mesafedeydi” (Kelly 2016: 137).
O yıl depremlerle ve salgınlarla da sarsılan Bizans karşısında elde edilen
ilerleme Attila için ezici bir başarıydı. Devrinin en iyi tahkim edilmiş şehri olan
Constantinapolis’e saldırmak Attilâ için iyi bir seçenek değildi. O da bunu bildiği
için elde ettiği başarıyla yetinerek Macar Ovası’na geri çekildi. Attilâ’nın bu
başarısı Doğu Roma’ya pahalıya patladı.
“447’de imzalanan ve tarihte ‘Anotolius Barışı’ diye bilen antlaşmanın
maddeleri şöyleydi:
•
Kaçaklar derhâl Hunlara iade edilecek.
•
Geçmiş vergiler karşılığında 6000 libre altın Hunlara ödenecek.
•
Hunlara ödenen senelik vergi 2100 altına çıkarılacak.
•
Parasını ödemeden Romalıların ülkesine kaçmış her Romalı esir
başına 12 altın ceza ödenecek ve bu ödenmediği takdirde esir
sahibine iade edilecek.
•
Romalılar, Hun ülkesinden kendi tarafına kaçanları bir daha kabul
etmeyecek” (Cengiz 2016a: 28-29).
Bu ezici şartları hazmedemeyen Doğu Roma Attilâ’dan kurtulmak için ona
karşı bir suikast tertip etmeyi uygun görür. Attilâ’nın isteklerini Bizans sarayına
iletmek için gönderdiği elçiler arasında bulunan sadık dostu Edekon yanında
Bizanslı elçilerle Hun Hükümdarının yanına dönerken elçi heyetinden şüphelenir
ve durumu Attilâ’ya arz eder. Elçilik heyetinde bulunan müverrih Priskus’un
naklettiğine göre Attilâ kurnaz ve zeki bir hükümdar olduğundan ilk başta hiçbir
şeyden haberi yokmuş gibi davranır. Ancak Attilâ daha sonra elçi heyetinde
kendisine suikast düzenleyecek olan Biglias’ın ipliğini pazara çıkarır ve ona
34
maksat ve planlarını itiraf ettirir (Tekinoğlu 2017: 336). Attilâ kendisine karşı
yapılan bu küstah suikast girişimi sonucunda asaletinden ve vakarlığından bir
nebze olsun ödün vermez. Doğu Roma sarayına şu mesajı gönderir:
“Theodosios, Attila gibi, asil bir babanın oğludur. Attila babası
Muncuk’tan aldığı asaleti muhafaza etmiş, fakat Theodosios Attila’nın
haraçgüzarı olmakla köle durumuna düşmüştür. Theodosios kölelik haysiyetini
de koruyamamıştır, çünkü efendisinin canına kıymak istemiştir” (Aktaran Tekin
2014: 309).
Attilâ’nın gönderdiği bu mektuptan sonra Doğu Roma tamamen Attilâ’nın
şartlarına boyun eğmiş ve Attilâ’nın kafasında kurduğu planının birinci ayağı
olumlu neticelenmiştir. Doğu Roma’yı planlandığı gibi güçsüzleştiren ve doğu
sınırlarını güvence altına alan Attilâ bundan sonra yönünü Batı Roma’ya
çevirmiştir.
Attilâ’nın Batı Roma’ya savaş açabilmesi için iyi bir gerekçeye sahip
olması gerekiyordu. Attilâ’nın ihtiyaç duyduğu bu mazeret talihinin ve
karizmasının da yardımıyla Roma Prensesi Honoria aracılığıyla ayağına kadar
geldi. III. Valentinianus’un kız kardeşi ve Placidis’in kızı olan Honoria hafif
meşrep bir kızdı ve yaşadığı yasak aşklar nedeniyle hükümdarın itibarını
zedelediği için Doğu Roma’ya sürgüne gönderilmişti. Tahtta kendisinin de hakkı
olduğunu bilen Honoria güzel olduğu kadar bir o kadar da kurnazdı ve kendisinin
sürgüne gönderilmesi vesilesiyle tahttaki meşru hakkından da uzaklaştırıldığını
biliyordu. Bu durumu lehine çevirmek için Roma İmparatorluğunun ezeli rakibi
Attilâ’nın iyi bir seçenek olduğunu düşündü ve ona bir nişan yüzüğü gönderdi.
Attilâ’da böyle cazip bir teklifi elbette ülkesinin geleceği için geri çeviremezdi ve
Honoria’yı haremine almayı kabul etti. Attilâ bununla da kalmayıp Prenses
Honoria’nın zalim abisine karşı kendisinden yardım istediğiyle ilgili söylenti
çıkardı.
“450’de Honoria’nın hem nişanlısı ve hem de hamisi olarak imparatordan ülke
yönetiminde hak talep etti. Bu talep Ravenna Sarayı tarafından reddedilince de,
daha ileri giderek imparatorluğun baba tarafından mirasçısı olarak Honoria’ya
ülkenin yarısının verilmesini istediğini açıkladı” (Nemet 2014: 139).
35
Attilâ’nın bu isteği karşısında “önce oyalama yolunu tutan Valentinianus
ile Aetius’un teklifi nihayet açıkça reddetmeleri büyük Hun seferini meşru
duruma soktu” (Tekinoğlu 2017:340). Attilâ’nın Batı Roma seferi önünde duran
tek engel “Son Gerçek Romalı” unvanı sahibi olan Aetius’tu. Aetius Batı Roma
ve Hun dostluğunun koruyucusu ve Attilâ’nın çocukluk arkadaşıydı.
“İmparatorluk sarayında öğrenci olduğu yıllarda Hunlara esir düşmüş ve o
dönemde Hunlarla iyi bir dostluk kurmuştu. Ayrıca Aetius bu dostluğu avantaja
dönüştürerek Batı Roma ile Hunlar arasında ittifaklar tesis ederek övgüler
almıştı” (Nemeth 2014: 88).
Attilâ’nın yaşıtı ve çocukluk arkadaşı olan Aetius keskin zekâsını kurnazca
kullanmayı bilen iyi bir asker olduğu kadar bürokrasiden de iyi anlayan kurt bir
siyasetçiydi. Uzun süre bürokratik girişimlerle Hun tehdidini savuşturmakla
kalmamış aynı zamanda Hunları kendi siyasi hırsları doğrultusunda da manipüle
etmişti. Son olarak da Attilâ’ya karşı yalnız başına savaşmamak için güçlü
savaşçılar olan Vizigotları Attilâ karşısında kendi saflarına çekmeyi başarmıştı.
Lakin Aetius için kader ağlarını örmeye devam ediyordu. Sürekli olarak kaderin
karşısına çıkardığı Attilâ ile savaşmanın kaçınılmaz olduğu gerçeğiyle artık baş
başaydı.
“Netice itibarıyla isteklerinin Romalılarca geri çevrilmesi Ata İlig’i (Attila)
harekete geçirmeye yetti. Arkasından Macaristan’daki merkezlerinden 451
senesinde yola çıkan ve içerisinde Türk, Got, Sarmat, Germen, belki de kendisini
bu sefere teşvik eden Genzerich’in Vandalları, diğer bazı komutanlar vs.
halklardan askerlerin bulunduğu Türk ordusu, Galya’ya doğru yürüdü” (Gömeç
2012: 335).
Bu arada Aetius da boş durmamış her yerden asker toplayarak ordusunu
takviye etmişti.
“Topladığı yardımcı kuvvetler şu kavimlerdendir: Franklar, Sarmatlar,
Armoricianlar, Liticianlar, Burgundionesler, Saxonlar, Riparler, Olibrionesler
(Bir zamanlar Roma askeriydiler, simdi de müttefik kuvvetlerin çiçeğidirler) ve
bazı diğer Celtler veya German kabileleri” (Aktaran Üstün 2007: 103).
36
Aslında Attilâ’nın Galya seferi o zaman Avrupası’nı topyekün içine alan
bir savaştı. Birçok ırktan meydana gelen Attilâ’nın ordusu Roma’nın erzak
yollarını kesmek ve gelir kaynaklarını yok etmek için âdeta bir karabasan gibi
tüm Galya’nın üzerine çökmüştü.
“Hunlar, Galya’ya giderken yolları üzerinde bulunan Burgundları
tepelediler, hükümdarlarını ortadan kaldırdılar. Daha sonra güzergâhları
üzerindeki bütün şehirleri yerle bir ederek Orleans’a kadar gelip oradan geri
döndüler.
Orta Macaristan’dan Batıya doğru harekete geçen Attila, Katalaun
vadisinde Aetius’un komutasında üzerlerine gelen Roma ordusuyla savaşı kabul
etti. Savaş 24 saat sürdü ve iki taraf çok ağır kayıplar verdi. (20 Haziran 451).
Çarpışmalar çok kanlı geçmesine rağmen, kimse kesin bir zafer elde edemedi”
(Tekin 2014: 313).
Çarpışmalar sırasında Vizigot Kralı Thedorik öldü yerine oğlu Torismond
geçti. Attila bu duruma sevinirken Vizigotlar krallarının ölümüyle öfkeye kapılıp
daha cesurca çarpıştı ve iki yüz yıl önce bir arada yaşadıkları akrabaları Gotlara
karşı üstünlük kurdu. Bu durum çarpışmalar sonucunda Aetius’u avantajlı
konuma getirdi. Ancak “Aetius Attila’nın üzerine gitmedi. Gotları ve Frankları
geri çekti, Attila’nın Hunlarla birlikte kıstırıldığı kapandan çıkmasına izin verdi”
(Nemeth 2014: 142). Aetius’un Attilâ’yı köşeye sıkışmışken zorlamamasının
altında yatan birçok sebep olabileceği gibi Aetius’un köşeye sıkışmış bir aslanın
ne kadar tehlikeli olabileceği gerçeğini görmüş olabileceği de olasılıklar
arasındadır. Ayrıca Aetius politik bir yaklaşımla hareket ederek müttefiki
Gotların Attilâ’nın ortadan kaldırılması sonucunda değişen güç dengeleri sonucu
kendilerine cephe alacağını görmüş olması da ihtimal dâhilindedir.
“Elbette
Hunlar
yenilmemişlerdir;
belki
sadece
zamanın
kurnaz
propagandacıları kendi çağdaşlarını onların yenildiklerine ikna etmeyi
başarmışlardır. Oysa Hunlar savaştan hiçbir zarar görmemişlerdir. Hatta ordu
öylesine yerindedir ki, Attila bir yıldan az bir zaman sonra yeni bir sefere çıkar.
Bu defa artık alacağı bir şey kalmayan Galya’ya değil, İtalya’ya doğru yola
koyulur” (Roux 2007: 74).
37
Jean Paul Roux’un bu tespiti gayet dikkate değerdir. Attilâ, Aetius’un
propagandasını yaptığı gibi yenilmiş olsaydı devrin şartları içerisinde öncekinden
daha güçlü bir orduyu bir yıl içerisinde toplamayı başarıp İtalya’nın en önemli
şehirlerini korkuya boğması mümkün olamazdı. Devrin kaynaklarının da
belirttiği üzere savaş kaybedilmemişti berabere bitmişti; ancak Attilâ almak
istediğini aldıktan sonra.
İtalya seferi Attilâ’nın hükümdarlığı içerisinde adından belki de en çok söz
edilmesine sebep olan seferdi. Doğu Roma’ya diz çöktüren Attilâ bu sefer
sonucunda Batı Romaya’da diz çöktürecek ve tarih sahnesine adını altın harflerle
yazdıracaktı. Öyle ki Attilâ sadece Roma’ya diz çöktürmekle kalmamıştı.
“Hun kuvvetleri tarafından 452’de Po Ovası ele geçirilmiş, Türkler pek çok
ganimet almıştı. Hatta bir korku ve telaş başladığından; Papa I. Leo’yu
bağışlamak üzere Romalılar, Mincio Irmağı yanındaki Ata İlig’e (Attila)
göndermişlerdi. Bu durumda bütün Hristiyan dünyası onun himmetine
sığınmıştı” (Gömeç 2012: 341).
Papa’ya çok kibar davranan Attila kendi tebaasının içerisinde de bulunan
Hristiyan nüfusu da düşünerek Papa’nın geri çekilme ricasını kabul etmiş ve
Roma’yı bağışlamıştı. Attilâ ayrıca ordusunun da giriştiği amansız savaşlar
sonucunda yorulduğunu ve yıprandığını da göz önünde bulundurarak Tuna
boylarına geniş Macar düzlüklerine geri çekilmiştir.
Doğu Roma İmparatoru Theodesios’un trajik ölümünden sonra yerine
geçen İmparator Marcianus’un saldırgan tavırları ve Hun topraklarını tehdit
etmesi sonucunda Doğu Roma üzerine sefer yapma düşüncesinde olan “Attila,
453 yılının ilkbaharında İldico adında çok güzel bir Burgund kızıyla evlendi;
ancak, zifaf gecesinde öldü” (Tekinoğlu 2017: 344). Attilâ’nın ölümüyle ilgili
birçok rivayet ortaya atıldı. Jordanes Priscus’un Attilâ’nın düğün gecesi yemeği
ve eğlenceyi aşırı abarttığı için gece kendi kanında boğularak öldüğünü nakleder.
Bazı kaynaklar da İldiko adlı kadının Attilâ’yı zehirleyerek öldürdüğünü
nakleder. Ancak Attilâ’nın kendi halkı yaktığı ağıtlarda onun ölümünün eceliyle
olduğunu söyler. Priscus’un naklettiği bu ağıt şu şekildedir:
38
“Hunların hükümdarı Büyük Attila, Mundsuk’un oğlu, en cesur halkların
efendisi, Scythia ve Germania dünyasının tek sahibi. Bu güçler daha önce
bilinmiyordu.
Attila
kentleri
ele
geçirdi.
Roma
dünyasının
her
iki
imparatorluğunu korkuttu ve onların yakarışlarıyla yatıştı. Geride kalanları
yağmaya maruz bırakmamak için yıllık vergi aldı. Attila öldü fakat
düşmanlarının açtığı yarayla veya dostlarının ihanetiyle değil. Barış içindeki
halkının arasında keyif içinde ve acısız bir şekilde. İntikam için istendiğine kimse
inanmıyorsa kim bunu ölüm gibi görebilir” (Aktaran Üstün 2007: 123-124).
Attilâ gibi bir liderin ölümünün çok büyük etkileri de olmuştur. Attilâ’nın
ölümünden sonra kaderi Attilâ ile sürekli kesişen “Aetius’a artık ihtiyacı
kalmadığını düşünen III. Valentinianus kendisine ihanet ettiği gerekçesiyle onu
hançerleyerek öldürür” (Tekin 2014: 314).
Attilâ on dokuz yıllık hükümdarlığı sırasında zaferden zafere koşmuş,
büyük askerî ve siyasi başarılara imza atmıştır. Düşmanlarının kalbine korku
saldığı kadar onların takdirini ve saygısını da kazanmıştır. Birçok kavmi tek bir
çatı altında toplamayı başaran Attilâ’nın Romanın kalbine saldığı korku o kadar
fazla olmalıdır ki Romalılar Attilâ’ya “Tanrının Kırbacı” lakabını takmıştır. Her
ne kadar Romalılar Attilâ’nın kendilerine Tanrının gazabının bir tecellisi olarak
gönderildiğine inansa da Attilâ farklı milletlerden çok yakın dostlar, müttefikler
ve danışmanlar kazanmış, cömertliği ve adaletiyle onların kalbinde ebedî bir yer
edinmiştir. Ayrıca Attilâ’yı yakından görmüş Romalı tarihçiler bile Attilâ’nın
Romalıların gözündeki gibi bir barbar ve Tanrının cezalandırıcısı olmadığını
yazdıkları eserlerinde dile getirmiştir. Zekâsıyla, asaletiyle ve her şeye sahipken
yaşadığı mütevazı hayatla dikkat çeken bozkırın hırçın ve haşmetli oğlu
Attilâ’dan müverrih Jordanes şöyle bahseder:
“Attila, hakkında her yerde duyulan korkunç efsaneleri ile bütün insanlığı
bir şekilde korkutan, bütün memleketlerin kırbacı olan, tüm ulusları titretmek
için dünyaya gelmiş biri idi. Kibirli yürüyen, gözleri etrafı kolaçan eden ve
böylece, vücut hareketlerine yansıyan mağrur bir hâli vardı. Attila gerçek bir
savaşçı idi; ama savaşta mutedil, istişarede muktedir, aman edene merhametli,
koruması altına aldıklarına karşı ise şefkatliydi. Kısa boylu, geniş omuzlu, büyük
39
kafalı, küçük gözlü, seyrek ve kırlaşmış sakallı, düz burunlu, esmer tenli yani
kökenini gösteren özeliklere sahipti” (Aktaran Üstün 2007: 100).
Kelly’in söylediği üzere Priscus Tarihi’nin günümüze ulaşan bölümlerinde
Attilâ’nın karakterine hiçbir saldırı yapılmamış olması üzerinde durulması
gereken bir noktadır. Devrinin en güvenilir kalemlerinden birisi olan Priscus
Attila’nın sarayında katıldığı ziyafette Attila’nın ne kadar mütevazı, sade ve
itidalli olduğuna dair şu ifadeleri kullanır:
“Attila mücevher takmıyor, Zercon’u eğlendirici bulmuyordu; yemek
boyunca ona basit yiyecekler sunuluyor ve tahtadan tabak ve fincan
kullanıyordu. ‘Bizim için müsrifçe hazırlanmış yiyecekler, gümüş tabaklarda
ikram ediliyordu. Attila için ise tahta tabakta sunulan etten başka bir şey yoktu.
Attila başka açılardan da mütevazı görünüyordu. Ziyafetteki adamlara altın ve
gümüş kadehler verildiği hâlde Attila’nınki ahşaptandı.’
(…)
Priscus’un okurları, Roma imparatorlarının ziyafet alışkanlıklarıyla ilgili
bu zengin ahlaki yorumların karşısına Attila anlatısını koyabileceklerdi. En
çarpıcı olanı, sarhoşluğun, pisboğazlığın, aşırılığın olmayışıydı. Attila’nın
davranışı, en iyi imparatorlarla olumlu anlamda karşılaştırılabilecek bir nebze
mütevazılık ve itidal gösteriyordu. Priscus’un Attila’yı Constantinopolis’teki en
güçlü saraylılardan daha kurnazca davranabilen incelikli ve etkin bir diplomat
olarak ortaya koyması da dikkate değerdir” (Kelly 2016: 195-196).
Görüldüğü üzere Attilâ her yönüyle örnek bir imparator ve devlet adamıydı.
Dostlarının sonsuz sadakatini kazanmaktaki başarısını düşmanlarının takdirini
kazanmakta da göstermişti. Elbette tüm bunlara rağmen kendisini sevenler
olduğu kadar sevmeyenler de mevcuttu. Büyük hükümdarların ortak kaderi belki
de kendileri ölseler bile haklarında söylenecek hâlâ çok fazla şey olmasıdır.
Attilâ da bunlardan birisi olmalı ki hâlâ hayatı üzerinde farklı rivayetler
söylenmekte ve aradan geçen binlerce yıllık süreye rağmen kurmaca dünyanın
mimarlarının ilgisini çekmektedir.
“Attila’nın hayatı romancıların, şairlerin ilham kaynağı olmuş, hakkında en
çok kitap yazılan, eser verilen devlet liderlerinden biri olmuştur. Çok sayıda
40
tiyatro eseri, marş, müzik eseri ve opera bestelenmiş yazılmıştır Attila hakkında.
Son yıllarda yapılan yeni araştırmalar ışığı altında; Attila’nın Orta Çağ
yazarları tarafından betimlendiği gibi olmadığı, Nibelungen destanlarında da
olduğu gibi Attila’nın büyük bir hükümdar olduğu söylenmektedir” (Karnas
2010: 1-2).
Hayatı
çalkantılarla,
efsanelerle,
fırtınalı
aşklarla,
unutulmayacak
savaşlarla ve görkemli zaferlerle örülü olan Attilâ’nın kurmak için ömrünü
adadığı imparatorluğu ölümümün ardından oğullarına kaldı. “Attila’nın üç oğlu
vardı. Bunlar İlek, Dengizek ve İrnek idiler. Üçü de babalarının yerini tutamadı.”
(Taşağıl 2017: 259). Üç oğul ülkeyi sırasıyla idare etmeye çalıştı; ancak
babalarının
başarılarının
yanına
yaklaşmak
bir
yana
Avrupa
Hun
İmparatorluğu’nun hızlı bir çöküş sürecine girmesine sebep oldu. Böylelikle
“daima büyük bir öndere ihtiyaç duyan Türk karakteri Asya’da Mete’nin
ölümünden sonra yaşadığı sıkıntıyı Avrupa’da Attila’nın ölümünden sonra
yaşadı” (Apuhan 2008: 18).
0.2.3. Cengiz Han (1162-1227)
Dünyanın en büyük yüz ölçümüne sahip imparatorluklarından birini kuran
Cengiz Han, 1162’de doğmuştur. Bazı kaynaklar onun 1155 yılında bazıları da
1167’de doğduğunu söylese de Çin yıllıklarına göre onun doğum tarihi 1162’dir
ve bu tarih onun doğum tarihiyle ilgili en çok kabul edilen tarihtir. Bu sebeple biz
de onun doğum tarihi olarak bu tarihi kullanacağız. Cengiz Han, doğduğunda
babası adını Temuçin koymuş iken 1196’da han seçildikten sonra Cengiz Han
unvanını almıştır. Onun bu unvanı 1206 yılında tüm Moğol ulusunu bir araya
getirerek hanlık mücadelesinden galip ayrılmasıyla birlikte tasdik edilmiştir ve
artık bu unvanla anılmaya başlamıştır (Devlet 2010, 53).
Cengiz Han’ı tarif etmek ve onu anlatmak için bazen kelimelerin kifayetsiz,
sayfaların yetersiz kaldığı görülmektedir. Sıfırdan inşa etmeye başladığı devleti
daha ortalı yaşlarındayken 30 milyon kilometrekareyle dünyanın en büyük toprak
büyüklüğüne sahip imparatorluğu hâline getirmiştir. Dünya tarihini kökünden
değiştirecek fetihler yapmış, askerî başarılara imza atmıştır. Bir ömre bu kadar
41
muazzam ve tarifi mümkün olmayan başarılar sığdıran çok az sayıda insan
yeryüzüne gelmiştir. Cengiz Han da o isimlerin başında yer almayı hak
etmektedir. Büyük fatihler arasında bulunan İskender, Attila, Mete gibi isimler
Cengiz’in başarılarını görseydi belki de kıskanırlardı. Çok kısa sürede büyük
işler başaran Cengiz Han bunları yaparken de âdeta tüm olumsuzluklar ve
yaşanabilecek en kötü şartların içerisinden geçerek bulunduğu konuma gelmiştir.
Cengiz’e elbette bu muazzam başarıyı ve şöhreti getiren onun ne sadece askerî
dehası ne de yöneticilik vasfıydı. O, her şeyden önce halkının da inandığı üzere
Tanrı tarafından fethetmek için gerekli tüm vasıflarla donatılmış bir biçimde
dünyaya gelmişti. Yaşadığı her bir güçlük düşmanlarından yediği her bir darbe
onu zayıflatmak yerine güçlendirmişti. O; âdeta yaşayan, nefes alan, kanlı canlı
bir savaş makinesiydi. Bu yüzden onun askerî dehasını ve yöneticilik vasıflarını
birbirinden ayırmak çok güç. Onun karakterindeki bu uyum isminin yüzlerce yıl
tüm dünya tarafından bilinmesini sağladığı gibi yüzlerce yıl varlığını devam
ettiren bir devletin temellerini atmasını da sağladı.
Cengiz Han’ı anlatırken kullanılacak bir diğer tabir de sabrın, dayanıklılığın
kararlılığın ete kemiğe bürünmüş hâli olmasıdır. Daha ilk çocukluk döneminde
başlayan felaketler zincirine rağmen hayattan bir an olsun kopmayan ve hiç pes
etmeyen Cengiz Han, yaşama âdeta tırnaklarıyla tutunmuş daha önce
alışılagelmeyen metotlar kullanarak askerî stratejinin ve yaratıcılığın sınırlarını
zorlamış çeşitli milletlerden çok farklı diller konuşan çeşitli inançları olan
insanları bir arada tutmayı başaracak bir yöneticilik kabiliyeti sergilemiştir. İşte
bu Cengiz Han’ı ve onun devrini anlamak için doğumundan önceki dönemden
başlayarak onun büyüleyici ve efsanevi yaşam öyküsüne değinmek uygun
olacaktır.
Cengiz Han’ın hayatının efsanelere konu olacak kadar renkli olması gibi
onun soyunun kaynağı ile ilgili anlatılar da daha çok Moğol efsanelerine
dayanmaktadır. “Cengiz Han’ın dedeleri hakkında az şey bilinmekle [birlikte]”
(Cengiz 2016b: 10). Cengiz Han’ın hayatıyla ilgili elimizde bulunan en önemli
kaynakların başında Moğolların Gizli Tarihi isimli eser gelmektedir. 1240
yılında yazıldığı tahmin edilen bu eserde Cengiz Han’ın şeceresi Ahmet Temir’in
tasnifine göre şöyle sıralanır.
42
“Bozkurt ile beyaz dişi geyikten doğan Bataçihan/ Tamaça/ Horiçarmergan/ A’ucan-boro’ul/ Sali-haça’u/ Yekenidun/ Semsoçi / Harçu/ Borcigidaimergan/ Toroholcin-baiyan/ Dobun-mergan/ onun eşi Alan-ho’a’dan tabiatüstü
bir hadise neticesinde doğan Bodonçar/ Habiçi/ Menen-tudun/ Haçi-küluk/
Haidu/ Baişinghor-dohşin/ Tumbinai-seçen/ Habul-han/ Bartan ba’atur/
Yesugai-ba’atur/ Temucin(Çinggis-han)” (Yüan-ch'ao Pi-shi 1986: 279).
Cengiz Han’ın babası Yesügey Bahadır köklü bir soya sahipti; ancak
kendisi o dönemde bir han değildi. “Bortaçin uyruğunun mensup bulunduğu
Kiyat kabilesinin şefi idi” (Cengiz 2016b: 14). O dönemde Moğolların Han’ı
önce Habul Han’dı. Daha sonra ise onun yerine Ambahai Han geçmişti. Ambahai
Han daha sonra kızına evleneceği yere kadar refakat ederken Tatarlar tarafından
esir alındı ve bu esaret hayatı sırasında kendi durumunun Moğollar için ibret
olmasını ve intikamının alınmasını istedi (Yüan-ch'ao Pi-shi 1986: 15). Moğol
ülkesinde bir taraftan bu hadiseler yaşanırken Yesügey Bahadır Yekün Çiledü
isimli birisine rastladı ve onun eşini beğenerek elinden aldı ve böylece Cengiz’in
annesi Holeun Uçin Yesügey’in eşi oldu (Yüan-ch'ao Pi-shi 1986: 16).
Bu arada Moğollar Hutula’yı han olarak seçtiler ve Ambahai-Han’ın öcünü
almak için Tatarlara saldırdılar lakin eski hanlarının intikamını alamadılar. Bu
arada Yesügey Bahadır, Tatarlardan Temuçin-Üge’yi esir almış getirirken
Hoelün Hatun Temuçin’i (Cengiz Han’ı) dünyaya getirdi.
“O doğarken sağ elinde saka (kemiği) büyüklüğünde pıhtılaşmış kan
tutuyordu. Tatar’lardan Temucin-uge’nin getirildiği zamanda doğduğu için, ona
bu suretle Temucin ismi verildi. [Daha sonra ] Yesügai-ba’atur’un Ho’elunucin’den Temucin [ile beraber] Hasar, Haçi’un, Temuge isminde dört oğlu ve
Temulun adında bir kızı oldu” (Yüan-ch'ao Pi-shi 1986: 19).
Bozkırın sürekli değişen güç dengesi içerisinde güçlü bir kabile şefinin
oğlu olarak dünyaya gelmek ve ailenin en büyük çocuğu olmak beraberinde
birtakım güçlükleri de getiriyordu. Cengiz Han’ın daha doğduğu andan itibaren
hakkında gelecekte büyük işler başaracağına dair rivayetler vardı. Bu durum da
onun omuzlarındaki yükü bir kat daha artırıyordu. Yesügey’in akrabalarından
olan Sagujin isimli “astroloğun dediğine göre çocuk büyüyecek ve harika bir
43
savaşçı olacaktı. Tüm düşmanlarını mağlup edecek, fetihlerinin sınırlarını o
denli genişletecekti ki bir gün tüm Tatarların Kağanı olacaktı” (Abbott 2016:
36). Tüm bu rivayetlerle birlikte soylu bir aileden gelmenin verdiği
sorumluluklar vardı ve zorlu bir eğitimden geçen Cengiz Han henüz dokuz
yaşındayken at üstünde ok atabiliyor, kılıç kullanabiliyordu. Cengiz Han’ın aldığı
eğitim bir taraftan devam ederken babası ona kız istemek için Olhunout
kabilesine giderken Dei-seçen ile karşılaştı ve Olhunout kabilesinden kız
istemeye gitmek yerine Dei-seçen’in konuğu olmayı ve onun kızını oğlu için
gelin olarak bakmayı kabul etti (Yüan-ch'ao Pi-shi 1986: 19). Yesügey Bahadır
ve Temuçin Dei Seçen’in kızı Börte’yi gördü ve beğendi. Yesügey Bahadır ertesi
gün kızı oğluna istedi ve Moğol geleneklerine göre oğlu Temuçin’i içgüveysi
olarak evlilik çağına geleceği zamana kadar Dei Seçen’e bırakarak yola çıktı.
Yesügey oğlunu kayınbabasının yanına bırakıp geri dönerken yolda
rastladığı Tatarların verdiği ikramı kabul etti; ancak kendisine sunulan içecek
zehirli olduğu için zehirlendi. (Yüan-ch'ao Pi-shi 1986: 21-22). Eve bitkin bir
hâlde geldikten sonra zehirlendiğini ve ölmek üzere olduğunu anlattı. Daha sonra
oğlu Temuçin’i geri getirmesi ve ailesine bakması için Munglik’i görevlendirdi.
Yesügey son vasiyetini söylemişti; ancak Temuçin’in obasına geri döndüğünü
göremeden hayata gözlerini kapadı. Yesügey Bahadır’ın bu ani ölümü
Temuçin’in aldığı ilk darbe oldu. Babasının ölümüyle birlikte yeni felaketler
zincirine daha dokuz yaşındayken göğüs germek zorunda kalacaktı. Evin büyük
çocuğu ve varisi olarak babasının arkasında bıraktığı kabilelerin reisliğini alması
gereken Temuçin ikinci bir darbeyi hemen bu elim hadisenin arkasından aldı.
Babasının önderliğinde yer alan kabile Temuçin’i ve ailesini geride bırakarak
Onon nehri civarından ayrıldı. Holeun hatun giden kafileyi durdurmak istese de
başarılı olamadı ve daha küçük yaştaki çocuklarıyla ve birkaç yakın dostuyla
bozkırda korumasız bir biçimde kaldı. Temuçin’in amcaları bile onları arkada
bırakmış bozkırın tehlikeli ortamında âdeta ölüme terk etmişlerdi. Bu Temuçin
için kimseye güvenemeyeceği konusundaki ilk ders olmuştu (Devlet 2010: 5657).
Temuçin babasının komutasındaki komutanlardan Tangut’un, Targutayları
ve Temuçin’in amcalarını da alıp gitmesi genç Temuçin için çok büyük bir darbe
44
olsa da o, pes etmeyen kişiliği ile bu olumsuzluklara da göğüs germesini bildi.
Ancak Cengiz Han’ın babasının ölümü sonrasında olanlar onun hanlık ilan etme
hakkını elinde bulundurması sebebiyle bu kadarla kalmayacaktı. Düşmanları bir
gün elbet geri gelecekti. O zamana kadar Temuçin ve ailesi bozkırın zorlu
koşullarında yaşam mücadelesi vermeye devam ettiler. Geçimlerini sağlamak
için sınırlı sayıdaki hayvanlarından yararlanıyor; ayrıca avcılık ve toplayıcılık
yaparak hayatta kalmaya çalışıyorlardı. Bu arada Temuçin, Kasar ve üvey
kardeşleri Behter arasında sürekli sürtüşme oluyordu.
“Temuçin, kardeşleri Kasar ve Behter ile delikanlılık çağlarında bile
rekabete başladı. Annelerin bütün çabalarına rağmen, Temuçin Behter arasında
bir av ganimeti yüzünden çatışma çıktı. Temuçin ve Kasar, Behter’i bir tepenin
üstünde atış talimi yapar gibi vurdular. Temuçin, fazla katı yürekli olmamasına
rağmen yaşadığı koşulların sonucunda kardeş katili oldu” (Dinç 2002: 23).
Temuçin’in annesi oğluna üvey kardeşini öldürdüğü için sitem etse de
Temuçin’in bu hareketi Moğol halkı nezdinde takdirle karşılanmıştı. Çünkü
insanlar onun liderliğini korumak için elinden gelen her şeyi yapacağını
görmüştü. Bu arada Temuçin’in hayatına tesir edecek önemli bir gelişme daha
yaşandı ve Camuka ile tanıştı. Kendi yaşlarında bir genç olan Camuka ile çok iyi
bir arkadaşlık kurdu. Bu iki genç birbirlerine karşılıklı hediyeler verdiler ve iki
defa kan kardeşi oldular. Camuka ilk başlarda Temuçin’in ne zaman yardıma
ihtiyacı olsa ona yardım ediyordu. Ancak gün gelip iki genç de hanlık iddiasında
bulunduğunda aralarındaki dostluk rekabete dönüşecekti.
Tüm bu yaşanan gelişmelerin ortasında Temuçin’in peşini bir türlü
bırakmak bilmeyen felaketlerden biri daha gerçekleşti. Temuçin Targutay
tarafından esir alınarak boyunduruğa vuruldu. Daha sonra kendi çabalarıyla
nöbetçisini etkisiz hale getirip kaçarak bir sazlığa saklandı bu esnada babasının
eski dostlarından Sorhan Şira onu bularak kaçmasına göz yumdu. Temuçin ise
boynundaki boyundurukla kaçamayacağı için Sorhan Şira’nın çadırına gitti.
Sorhan Şira ve oğullarının yardımıyla Targutay’ın adamlarından saklanmayı
başaran Temuçin daha sonra bu eski baba dostunun ve onun oğullarının
yardımıyla ailesine geri döndü.
45
Temuçin çok büyük bir badireyi atlatıp ailesinin yanına dönmüştü. Ancak
maddi sıkıntılar yakasını bırakmıyordu. Ailesini geçindirmek için yeterli sayıda
hayvanı ve malı yoktu. “Bir miktar atları varsa da onlar ancak ulaşıma
yarıyordu, genellikle
karınlarını avcılıkla, dağ veya tarla sıçanı ile
doyuruyorlardı”(Devlet 2010, 63). On beş yaşındaki Temuçin artık evin otoritesi
konumundaydı ve ailesinin ciddi meseleleriyle o ilgileniyordu. Bir gün sekiz atı
çalındı ve hırsızların peşine tek başına düştü. Hırsızları takip ederken yolda
Borçu isimli bir gençle tanıştı ve bu gencin yardımıyla atlarını kurtardı.
Kendisine hiçbir beklenti olmadan yardım eden bu gencin yaptığı iyilik
Temuçin’i çok etkiledi ve Borçu ile aralarında uzun yıllar sürecek ve ölüm
ayırıncaya kadar devam edecek bir dostluk hâsıl oldu. Temuçin kendisine
Borçu’nun yaptığı iyilikleri hiçbir zaman unutmadı. Temuçin daha sonra
kendisine her zaman sadakatle hizmet eden bu genç adamı Moğol
İmparatorluğu’nun en büyük generallerinden birisi ilan edecekti. Ancak daha o
günler gelmemişti ve Temuçin’in önünde çok zorlu bir yol vardı.
Bu olaydan sonra güvenle eve dönen Temuçin kardeşlerinin sevinç
gösterileriyle karşılaştı. Daha sonra dokuz yaşındayken sözlendiği ve bir kez
gördüğü Börte’yi almak için Dai Seçen’in obasına gitti. Dai Seçen kızını büyük
bir sevinçle Temuçin’e verdi. (Yüan-ch'ao Pi-shi 1986: 36). Börte, Temuçin’e
gelin olarak gelirken yanında çeyiz olarak birçok şeyle beraber çok değerli bir de
samur kürk getirmişti. Bu evlilik Temuçin için sadece sıradan bir evlilik değildi
stratejik bir önem de taşıyordu.
“Temuçin bu evlilikle Onigrad boyu ile akrabalık bağlarını artırmış oldu.
Çünkü annesi de Merkitler’in bu boyunun mensubuydu. Artık 17 yaşına varan
Temuçin için geleceğe yönelik planlar yapma zamanı da gelmişti. Temuçin bir
boy beyi olan babasından miras aldığı asilliği tekrar tesis etmek ve bunu
ispatlamak istiyordu” (Devlet 2010: 65).
İşte bu arzuyla Temuçin Moğolları birleştirmek üzere harekete geçti. İlk
olarak yanına kendisine daha önce yardım eden Borçu’yu çağırdı daha sonra
babasının eski kan kardeşi Kerait Türkü Tuğrul Han’ın desteğini alabilmek için
ve babası zamanından kalan dostluğu yeniden tesis etmek için onun yanına gitti.
46
Tuğrul Han’a eli boş gitmenin uygun olmayacağını düşündüğünden yanında
eşinin çeyiz olarak getirdiği değerli samur kürkü de götürdü. Tuğrul Han
Temuçin’in hediyesini memnuniyetle kabul etti ve babası zamanında devam eden
dostluğun kendisiyle de devam edeceğini Temuçin’in dağınık hâlde bulunan
ulusunu toplamasına yardım edeceğini söyledi.
Temuçin’in kurduğu ittifaklar devam ettikçe ona hasetle bakanların sayısı
da bir o kadar arttı. Ancak güzel hadiseler yaşanmaya devam ediyor ve
Temuçin’e sadakatle hizmet edecek yeni simalar ona bağlılıklarını sunmaya
devam ediyordu. Günlerden bir gün bu simalara Cengiz’in hayatında çok önemli
bir ol oynayacak bir yenisi daha eklendi.
“Urianghat’lara mensup ihtiyar Carçi’udai, arkasında bir körük, yanında
da Celme adında oğlu olduğu hâlde onlara geldi ve şunları söyledi: “Onan
civarında, Deli’un tepesinde (ikamet ederken), Temucin doğunca ona samur
derisinden bir kundak hediye etmiştim. Bu oğlum Celme’yi de hediye etmiştim.
Fakat oğlum daha küçük olduğu için onu alıp götürmüştüm. Şimdi Celme’yi sana
veriyorum: Hayvanını kapatsın, kapını açsın” (Yüan-ch'ao Pi-shi 1986: 38).
Böylelikle Temuçin Celme gibi hayatında önemli yeri olacak ve ileride
kuracağı devletin üst kademesinde yer alacak isimleri de bir bir çevresinde
toplamış oluyordu. Aynı zamanda Temuçin için Bozkır her zaman tehlikelerle
doluydu.
“Selenga ırmağı boyunda yaşayan bir Moğol konfederasyonuna mensup
Merkitler, Temuçin artık 20 yaşlarına geldiğinde (1182) onların obasına saldırı
düzenlediler. Çünkü Merkitler Temuçin’in gittikçe güçlendiğini ve şöhretinin
arttığını duymuşlardı; haklı da çıkacakları gibi, kendilerine rakip olmasını
önlemek istiyorlardı” (Devlet 2010: 66).
Bu baskın Temuçin’in o zamanki gücünün üzerindeydi. Merkitlere karşı
direnemeyen Temuçin çareyi dostları ile birlikte kaçmakta buldu. Bu arada
Temuçin’in eşi Börte Merkitlere esir düştü. Temuçin eşini düşmanların eline
bırakmak istemedi. Bir yıllık bir hazırlık sürecinden sonra Camuka ve Tuğrul
Han ile birlikte Merkitlere saldırdı ve eşini kurtardı. Temuçin için Börte’yi
kurtarmak yetmişti, savaştan elde edilen ganimeti önemsemedi ve askerleri
47
arasında kendisi de dâhil olmak üzere eşit olarak dağıttı. Onun bu cömertliği
Camuka’nın ve Tuğrul Han’ın askerlerinin gözünden de kaçmamıştı. Bu yüzden
savaş sonrasında Temuçin’in çevresinde toplananların sayısı gün geçtikçe daha
büyük bir hızla artmaya devam etti. Artık insanlar onun liderliğini yavaş yavaş
kabul etmeye başlamışlardı.
“Tabii ki zafer Börte’yi kurtarmakla taçlanmıştı. Ancak bu zafere gölge
düşüren tek olay, Börte’nin hamile olmasıydı. Bu hamilelikten Temuçin’in ilk
oğlu Cuci dünyaya gelecekti” (Cengiz 2016b: 23). Temuçin çocuğun babasının
eşinin hediye edildiği Çildu’nun küçük kardeşi Çilçerdu olma ihtimaline rağmen
Cuci’yi evlatlıktan reddetmedi ve kabul etti. Cuci’yi kendi evladı gibi büyüttü.
Savaş sonrasında Tuğrul Han kendi topraklarına dönerken Temuçin ile
Camuka aynı bölgeye yerleşir ve dostluklarını pekiştirmek için Temuçin,
Camuka’ya Merkit liderlerinden Tohto’dan ele geçirdiği altın kuşak ile asil bir
kısrağı hediye eder; Camuka da bir başka Merkit liderinden ele geçirdiği altın
kuşak ve kır atı Temuçin’e hediye ederek bu jeste karşılık verir. Bu hediyeler
değer bakımından farklılık arz etmese de bu iki yakın arkadaşın dostluklarını ve
güvenlerini tazelemeleri bakımından etkili olur. (Devlet 2010: 71). Savaş sonrası
pekişen dostlukta iki genç liderin geleceğe yönelik kurdukları hanlık ideallerinin
etkisi olduğu gibi ortak düşmana karşı elde ettikleri başarının da etkisi olur.
Ancak Temuçin’in askerlerine karşı daha cömert davranması bu savaş sonunda
onun Camuka’dan daha kârlı çıkmasına yol açar ve Temuçin’in ihtiyacı olan
insan gücü çevresinde toplanmaya devam eder.
Temuçin’in Camuka’dan ayrılarak başka bir otlağa yerleşmek istemesi
arkadaşı tarafından memnuniyetle karşılanmadı. Ayrıca Temuçin giderken
Camuka’nın bazı adamları da Temuçin ile gitmeyi tercih etti. Bu ayrılık iki
arkadaş arasındaki kopuşun ilk sinyallerinden birisi oldu.
“Otlak meralarında kendisiyle anlaşmazlığa düşen Camuga’dan ayrılması
Temuçin’in kuvvetini azaltmadı. İkisinin ayrılması ile adamlarının bazıları
Camuga ve bazıları da kendisinin tarafına geçtiler. Dört Moğol prensi
Temuçin’e katıldı. Bunlar amcası Darıtay, yeğeni Kucar, uzak akrabası Saçıyabeği ve Curki veya Yurki kabilesinin şefi, son Moğol Hanı’nın oğlu Altan idiler.
48
Temuçin, bu katılımlar sonunda, en azından babası kadar otorite kazandı”
(Neagoe 2011: 15/4).
Temuçin’e katılan bu ünlü Moğol ileri gelenleri Altan, Kuçar, Seçe-beki
Timuçin’i desteklediler ve onu han yapmak istediklerini belirttiler. (Yüan-ch'ao
Pi-shi 1986:58). “Ancak bütün Moğollar ve diğer kavimler tarafından han olarak
tanınması 1206’da olacaktı” (Devlet 2010: 76).
Temuçin’in Cengiz Han unvanını alıp Han seçilmesi Tuğrul Han tarafından
olumlu karşılandı. Ancak Camuka bu haberi pek olumlu karşılamadı ve
Temuçin’in hanlığını tanımadı. Artık iki eski arkadaş birbirlerinin rakibi ve
düşmanı hâline gelmişti. Temuçin’in güç kazanmasıyla birlikte Camuka’da
çevresinde adam toplamaya Temuçin’in düşmanlarıyla işbirliği yapmaya
başlamıştı.
”Tatarlar, Ungiradlar, Naymanlar, Merkitler, Oyradlar ve Tayçiutlar’ın bir
hayli boyu Camuka’yı han seçmeye karar verdiler ve ona Gürhan (evrensel han)
unvanını verdiler. Artık daha da güçlenen Camuka’nın ilk hamleyi yapması için
hiçbir engel kalmamıştı” (Devlet 2010: 77).
Camuka’nın kardeşinin Temuçin’in atlarını çalmaya çalışırken oklanarak
öldürülmesi Camuka’ya eski kan kardeşine saldırmak için gerekli bahaneyi de
vermişti. Böylece Camuka ilk hamleyi yaptı ve Temuçin’e saldırdı. Bu saldırı
sırasında Temuçin çok iyi bir askerî yönetim sergilese de Camuka da
küçümsenemeyecek askerî meziyetlere sahipti. Hatta Temuçin ile baş edebilecek
kadar güçlü bir komutan olmuştu. Camuka tüm gücüyle Temuçin’in askerlerine
yüklendi ve Temuçin boynuna isabet eden bir okla yaralandı. Ayrıca bu savaşta
Temuçin’in kardeşi Haçiun, Camuka’ya esir düşerek infaz edildi. Ancak
Temuçin kardeşinin ölümüne karşı büyük bir tepki göstermedi (Devlet 2010: 7778). Çünkü o her şeyden önce bir askerdi ve askerî strateji uzmanıydı. Her kötü
olayı daha önce yaptığı gibi kendi lehine çevirmeyi biliyordu.
“Boynundan yaralanan Temuçin’i ise sadık adamı Celme karanlık çökünce
çadıra götürdü, zehirli oku çıkardı ve kanı emmeye başladı. Uzun müddet kanını
emerek onu mutlak bir ölümden kurtarmış oldu” (Devlet 2010: 78). Temuçin
arkadaşının yaptığı bu iyiliği hiçbir zaman unutmayacak ve onu da diğer
49
arkadaşlarına yaptığı gibi ileride generallikle mükâfatlandıracaktı. Onun en
büyük özelliği kendisine gönülden bağlı olan adamlarına hak ettikleri değeri
vermesi ve diğer tüm liderlerden daha cömert olmasıydı. Onun bu özelliği
Attilâ’da
da
vardı.
Belki
de
bu
büyük
liderlerin
bu
kadar
hızlı
yükselebilmelerinin en önemli etkeni kendileri mütevazı bir hayat sürerken
çevrelerinde bulunanları sürekli zenginleştirmiş olmaları ve onları sürekli olarak
mükâfatlandırmış olmalarıdır. Öyle ki Temuçin bu savaşta kendisini okla
yaralayan askere Cebe (okçu) adını vererek kendi hizmetine aldı ve bu Cebe
onun daha sonra Kurt Cebe olarak anılan en ünlü generallerinden birisi hâline
gelecekti. Temuçin öyle maharetli bir liderdi ki düşmanlarını yok etmekteki
başarısını dost kazanmak konusunda da gösteriyordu. Onun bir zamanlar
düşmanı olan insanlar en önemli savaşçılarından en sadık adamlarından birisine
dönüşüyordu. Onun katı disiplinine ve sağlam adalet anlayışına er ya da geç
herkes itaat ediyordu.
“Cengiz Han, kendisine tabi olanlara karşı takındığı davranış ve tutumu
sayesinde diğer Moğol kabilelerinin de kendisine katılmalarını sağlıyor.
Moğollar kendi aralarında: ‘Bizim Temuçin efendimiz, bize vermek için
üstündeki elbiseleri bile çıkarır. Bize vermek için atından da iner. Bir memleketi
gerçekten idaresi altına alıp hükmedebilecek kişidir. Savaşçıları besleyecek,
milletini güven içinde yaşatabilecek şeftir.’ Diyorlardı” (Neagoe 2011: 16/2).
Eski dostu Camuka ile yaptığı savaşı kaybetse dahi masadan diplomatik
zaferle ayrılan Temuçin için artık babasının intikamını alma vakti gelmişti.
Bunun için Tuğrul Han ile işbirliği yaparak 1202 yılında Tatarlara karşı
savaşmaya karar verdi. Tuğrul Han da bozkırdaki güç dengelerini kendi lehine
değiştirmek için bu savaşa onay verince savaş başladı. Savaş sonucunda Temuçin
Tatarları mağlup etti ve geriye kalan esirleri de infaz ettirdi. Bu arada iki güzel
Tatar kız kardeşi de haremine aldı. Daha sonra Temuçin, Tatarların infaz
edileceği haberini sızdırdığı için kardeşi Belgutay’ı büyük meclislere girmekten
men etti. Onun katı disiplini ve keskin otoritesi aile üyeleri için bile geçerliydi.
Onun hiçbir konu da zaaf göstermeyen bu duruşu da gün geçtikçe Moğol
halkının kendisine olan itimadını daha fazla güçlendirdi.
50
Tatarların mağlup edilmesinden sonra Temuçin hedefini bu sefer
Naymanlar’a çevirdi. Tuğrul Han da kendi çıkarları doğrultusunda Temuçin ile
birlikte bu savaşa katılmaya karar verdi. İlk çarpışmalar esnasında Naymanlar
yenilgiye uğradı; ancak tam olarak dağılmadılar ve geri toplandılar. Bu arada
Camuka Tuğrul Han’ın yanına gelerek ona Temuçin’in Naymanlarla işbirliği
yaptığını ve kendisine karşı saldıracağını söyleyince buna inandı ve Temuçin ile
görüşmeden savaş alanını terk ederek kaçtı. Bunun üzerine Naymanlar Tuğrul
Han’ın peşine düştüler ve onun otağını dağıtıp ailesini esir aldılar. Tuğrul Han
bunun üzerine yaptığı hatanın farkına vardı ve pişman olarak Temuçin’den
yardım istedi. Temuçin de en güçlü savaşçılarını göndererek Tuğrul Han’a
yardım etti ve ailesini kurtardı. Bu olay Temuçin’in Tuğrul Han’ın sevgisini daha
fazla kazanmasına sebep oldu.
Bu hadiseler üzerine Tuğrul Han, Temuçin’in de oğlu Sangum gibi bir
evladı olduğunu ve ileride ülkesinin yöenetiminde söz sahibi olması gerektiğini
söyledi. Temuçin, Tuğrul Han’ın bu sözleri üzerine aralarındaki ilişkiyi daha ileri
götürmek için ikinci bir adım attı ve en büyük oğlu Cuci için Tuğrul Han’dan
aynı zamanda Sangum’un da kardeşi olan kızını istedi, karşılık olarak da Tuğrul
Han’ın oğlu Sangum’a kendi kızlarından birisini vereceğini söyledi. “Ancak
Sangum kendini daha yüksek görerek bu teklifi onaylamadı. Gerçek anlamda
akrabalık kurma teklifinin geri çevrilmesini Cengiz Han tabii ki hoş karşılamadı.
Artık bu iki gücün birbirine güvenmemeye başladığının da bir göstergesiydi”
(Devlet 2010: 82).
Bu yeni yaşanan gelişmeler Temuçin’in düşmanlarının gözünden kaçmadı
ve
1203
yılında
Camuka
Tuğrul
Han’ın
oğlu
Sangum’un
Timuçin
düşmanlığından yararlanıp onunla ittifak arayışına girdi. Bu ittifaka dünden razı
olan Sangum babasının Temuçin’e olan ilgisini kıskanıyordu. Bu yüzden
babasını Temuçin’e karşı dolduruşa getirdi ve ona karşı cephe almaya ikna etti.
Tuğrul Han çok gönüllü olmasa da oğlu Sangum ve Camuka’nın kurdukları plana
iştirak ederek Temuçin’i tuzağa düşürmek için sahte bir nişan yemeği davetiyesi
gönderdi ve kızını Temuçin’in oğlu Cuci’ye vereceğini söyledi. Temuçin, Han
babasının bu davetine çok sevindi ve aklında hiçbir kötü düşünce olmadan yola
çıktı. Temuçin yolda bir dostunun uyarısıyla tuzağa düşmekten kurtuldu. Daha
51
sonra ise Sangum’un kendisine karşı gerçekleştireceği baskını da haber alarak
obasının yerini değiştirdi. (Devlet 2010: 83). Böylece bir tuzaktan daha kurtulan
Temuçin artık bozkırda kimin dost kimin düşman olduğunu iyice anlamıştı ve
kimseye tam olarak güvenemeyeceğini daha iyi biliyordu. “Temuçin’in Batıdaki
düşmanları şunlardı: Hilekâr Şamuk, zorlu Merkitlerin reisi olab Tugta Bey,
Wang Han’ın oğlu ve Temuçin’in amcaları. Bunlar, Temuçin’i öldürmeye
azmetmişlerdi” (Lamb 2006: 45).
Cengiz Han’ın düşmanları artık hep beraber tek bir tarafta toplanıyordu.
Temuçin’in düşmanlarına saldırarak onları yok etmekten başka şansı yoktu.
Bunun üzerine Kerayitlere karşı savaş hazırlıklarını tamamlayıp savaşa girdi. Bu
savaş esnasında Temuçin’in çok güvendiği Ururutlu Çurçedai ve Manghudlu
Huyıldar en önde savaşarak elde ettikleri savaşçılık unvanlarının boşuna
olmadığını gösterdi ve Tuğrul Han’ın ordusunu yenilgiye uğrattı. Savaş
esnasında Sangum yüzünden yaralandı. Bunun üzerine Tuğrul Han geri
çekilmenin iyi bir fikir olacağını düşündü ve geri çekildi. Bu arada Temuçin’in
ünlü savaşçılarından Huyuldar ölümcül yaralar almıştı ve bu yaralar sebebiyle
öldü. Savaş sonunda ise ölmüş olabileceğini düşündüğü Borçu gibi önemli
dostlarına geri kavuşmak onun kaybını bir nebze olsun hafifletti.
Cengiz Han bir savaşta daha kayıplar vermişti. Ancak Ungirat halkının
kendisine tabi olmasıyla kayıplarını bir bakıma telafi etti. Ungiratları
hâkimiyetine aldıktan sonra Tungge Nehri’nin doğu tarafına doğru gidip yerleşti
ve ordusunu tekrar nizama sokup atlarının güçlenmesi için bekledi. Bu arada
tekrar savaşa hazırlık yapmayı ve ordusunu güçlendirmeyi bir an olsun ihmal
etmiyordu. Bunun için de zaman kazanmak ve düşmanlarının kendisine tekrar
saldırmasını geciktirmek için onlara elçiler aracılığıyla mesajlar yolladı. “Tuğrul,
Cengiz’in mesajına uzlaşmacı bir cevap verdi. Küçük bir kutu ile serçe
parmağından damlattığı bir parça kanı yolladı. Böylece hâlâ baba oğul
ilişkilerinin sürdüğünü göstermek istiyordu” (Devlet 2010: 85). Cengiz Han’ın
bu taktiği de işe yaramıştı ve düşmanlarını ortadan kaldırmak için gereken
zamanı elde etmişti. Bu arada Balcuna Gölü civarına yerleşen Temuçin’in halkı
arasına yeni insanlar katılmaya devam ediyordu.
52
Tuğrul Han’a esir olan Timuçin’in kardeşi Hasar çocuklarını ve eşini
Tuğrul Han’ın yanında bırakıp abisi Temuçin’in yanına dönmeyi başarmıştı.
Temuçin Hasar’ın geri dönüşüne çok sevindiği gibi onun geri dönüşüyle aklına
çok kurnazca bir plan geldi. Hasar’a Tuğrul Han’a bir elçi göndertmesini ve
kendisini bulamadığını ve geri dönmek istediğini nerede buluşabileceklerini
söylemesini istedi. Asıl niyeti Tuğrul Han’ın yerini öğrenmek ve onu hazırlıksız
yakalayarak bir baskın düzenlemekti. Bu planı işe yaradı ve Tuğrul Han hiç
şüphelenmeden Hasar’ın gönderdiği elçiyi kabul etti. Tuğrul Han’ın yerini
kardeşinin yardımıyla öğrenen Temuçin, Tuğrul Han’a hiç beklemediği anda
güçlü bir darbe indirdi ve böylece Keraitleri de yenerek kendisine boyun eğdirdi.
Savaştan canını kurtaran Tuğrul Han oğlu Sangum’dan ayrı düşmüştü ve
Nayman topraklarına doğru yola çıktı ve onların topraklarında kamp kurdu.
“Nayman ordusu aniden kampına baskın yaptı ve tüm görevlilerini döndürüp
Vang Han’ın kafasını keserek katlettiler. Baştan aşağısını olduğu yerde
bıraktılar ve kafasını Tayian’a götürmek üzere yola koyuldular” (Abbot 2016:
81). Bu arada Tuğrul Han’ın oğlu Sangum da seyisinin ihanetine uğrayarak
öldürüldü. Sangum’un seyisi daha sonra onun kafasını alarak Temuçin’e
götürürse mükâfat alacağını düşündü. Ancak hiç umduğu gibi olmadı. Temuçin
her zaman yaptığı gibi haini cezalandırdı ve seyisin idam emrini verdi.
Temuçin’in en büyük özelliği ihaneti cezasız bırakmamasıydı. O, sadakati
mükâfatlandırdığı kadar hainleri de cezalandırıyordu. Kerayitlerin Temuçin’in
emrine geçmesinden sonra artık Kerayitler gibi Türk soyundan gelen Naymanlar
güçlü bir rakip olarak geride kalmıştı. “1204 yılının yaz aylarında yürüyüşe
geçildi. Başta Cebe ve Kubilay Noyanlar yollandı” (Devlet 2010: 89). Temuçin
ordusunun sayısını fazla göstererek Naymanlara karşı blöf yaptı. Nayman Han’ı
Temuçin’in bu blöfünü yuttu ve ilk başta saldırmak yerine geride durdu. Bu süre
Temuçin’in ordusunu dinlendirmesi için yeterliydi. Daha sonra Tayan Han
çevresindekilerin isteğiyle saldıya geçti; ancak Temuçin’in ordusu karşısında
yenildi.
Savaşta Tayan Han öldü, oğlu da Karahitayların yanına sığınmak
zorunda kaldı.
1205 yılına gelindiğinde Temuçin geride kalan Nayman ve Merkit
güçleriyle savaşarak onları bu sefer tekrar bir araya gelemeyecek şekilde mağlup
53
etti. Bu savaş sonunda Camuka’da ordusunun tamamını kaybetti ve yanındaki
beş askerîyle kaçtı. Daha sonra Camuka kendi askerleri tarafından tutsak edilerek
Temuçin’e getirildi. Temuçin çok sevdiği Camuka’nın bu şekilde mağlup
olmasına sevinmemişti. Onun gözünde Camuka hâlâ kan kardeşiydi ve kan
kardeşini kendisine kalleşçe getiren adamların hepsini daha önce hainlere yaptığı
gibi idam ettirdi. Camuka’nın kendisine katılmasını istedi; ancak Camuka bu
teklifi kabul etmeyerek Temuçin’in kendisini Moğol soylularına yaraşır bir
biçimde infaz ettirmesini istedi. Bu istek doğrultusunda Camuka kanı
akıtılmadan kimi rivayete göre boğularak kimi rivayete göre de kemikleri
kırılarak öldürüldü ve yüksekçe bir yere defnedildi.
Camuka’nın ölümünden sonra Temuçin’in bozkırda ciddi bir rakibi
kalmamıştı ve artık on yıl süren hanlık mücadelesinde galip olan taraf olmuştu.
Türklerden ve Moğollardan oluşan göçebe ulusların birçoğunu tek bir çatı altında
topladı. Artık onun için bozkırın ötelerinde yerleşik olarak yaşayan uluslara
saldırma vakti gelmişti. Daha önce büyük han olarak ilan edilen Temuçin artık
gerçek anlamda bozkırın tek hâkimiydi.
“ Camuka Gur-han, yani evrensel han, Tuğrul Wang (Çince:soylu) Han
iken, Temuçin Cengiz Han, yani bütün denizlerin yöneticisi olmuştu. 1206 yılında
Onon nehrinin membağında toplanan bütün boyların temsilcileri, dokuz parçalı
tuğ dikerek, Cengiz’i “Büyük Han” ilan ettiler” (Devlet, 2010: 93).
Temuçin artık tüm bozkır boylarının yegâne ve rakipsiz hükümdarı
olmuştu. Onun yeni adı artık Cengiz Han’dı ve tüm dünyada bundan sonra bu
isimle anılacaktı. Bu yüzden biz de onun hikâyesini anlatırken bundan sonra bu
ismi kullanacağız. Cengiz Han hanlığının ikinci bir defa daha tüm kabileler
tarafından
ilan
edilmesinden
sonra
kendisine
sadakatle
hizmet
eden
arkadaşlarının hepsine yeni rütbeler, unvanlar ve hediyeler verdi. Unvanları
dağıtırken Borçu ve Muhaliye ise ayrı bir önem vermişti. Çocukluğundan beri
hep yanında olan en yakın dostlarından Borçu artık onun sağ kolu hâline
gelmişti.
Cengiz Han’ın başarısının en büyük sırlarından biri de döneminin en
disiplinli ve hareket kabiliyeti en yüksek ordularından birini oluşturmuş
54
olmasıydı. Daha önce dağınık bir biçimde savaşan Moğollar onun döneminde
sistemli ve disiplinli bir ordu hâline dönüşmüştü.
Cengiz Han kendisine karşı sadık olan bütün arkadaşlarını taltif ederek ve
onlara hak ettikleri rütbeleri vererek hem otoritesini herkese kabul ettirmiş oldu
hem de kendisine sıkıca kenetlenmiş olan bir kurmay kadrosu oluşturdu. Onun
oluşturduğu bu kurmay kadrosu öyle yetenekli insanlardan oluşuyordu ki Cengiz
Han bazen savaşa kendisi gitmek yerine güvendiği generallerini göndermekle
yetiniyor komutayı onlara bırakıyordu. Hatta bu generaller Cengiz Han’a
fethetmesini söylemediği yerleri alıp hediye ediyorlardı. Dostları ona sadakatle
bağlıydılar ve dediği gibi doğru olduğunu bildiği işlerde destek oluyor bir yanlış
yapacaksa uyarıyorlardı. Cengiz Han’ın başarısında yanında bulunan ve onu
biran olsun desteksiz bırakmayan bu arkadaş grubunun çok önemli olduğunu
görmek gerekir.
Cengiz Han’ın dönemine ve sonraki yüzyıllara damga vurmasına sebep
olan unsurlardan biri de çıkardığı yasalardı. Cengiz Yasaları diye de bilen bu
yasaların maddeleri şunlardır:
“Madde (1)-Kâinatın yaratıcısı tek Tanrı’dır bu Tanrı’ya tapılacaktır.
Madde (2)-Cengiz Han’ın erkek soyundan olmayan hiç kimse kendini
“Han” ilan edemez. Erkek soyundan gelenleri ise ancak Kurultay kararıyla
“Han” olabilirler.
Madde (3)-Düşman teslim olmadıktan sonra onlarla barış antlaşması
imzalanamaz.
Madde (4)-Ordu; yüz, bin, on bin kişilik kıtalar halinde olacaktır. Silahları
muhafazaya görevli subay; askerlere silahlarını kendi eliyle teslim eder, bir de
askerler silahlarını kışın ava gitmek için alabilirler.
Madde (5)-Saray ve orduya, kışın yiyecek bulabilmek için halk, Mart
ayından Mayıs öncesine kadar ceylan ve benzeri av hayvanları avlarlar.
Madde (6)-Hayvanların kanı ve bağırsakları yenilebilir.
Madde (7)-Savaşa gitmeyenler bayındırlık işlerinin bütününe katılmak
zorundadır. Ayrıca haftada bir gün Han’ın hizmetinde çalışırlar.
55
Madde (8)-Çaldıkları eşya kıymetli ise hırsızlar idam edilirler; fakat eşya
önemli değilse, yedi veya yedi yüz deynek vurulur. Çalınan malın dokuz katı
kadar mal verenler deynek cezasından kurtulur.
Madde (9)- Moğollar ve Tatarlar kendi milletlerinden köle edinemezler.
Başkasının kölesini-velisinin izni olmaksızın-kendi hizmetinde kullananlar idam
olunurlar. Kaçak bir köleye rastlayan onu velisine getirmeye memurdur.
Getirmeyen idam cezasına çarptırılır.
Madde(10)-Erkek birinci ve ikinci derecede akrabasından olmamak şartıyla
zevcesini satın alacaktır. Herkes idare edebileceği kadar kadın ve cariye alabilir.
Madde (11)- Zina yapanlar idam olunur. Zina yapanı suçüstü yakalayan
şahit onları öldürebilir.
Madde (12)- İki aile ölen çocuklarını, yine onlar için düğün yaparak
evlendirebilir.
Madde (13)-Casuslar, yalancı şahitler, homoseksüeller, sihirbazlar ve
büyücüler idam olunur.
Madde (14)-Zimmetine para geçiren mal memurları idam olunur. Eğer
ihtilas küçük ise Han’ın huzuruna çıkarılacaktır.
Madde (15)- Tarkan (asilzade)ların aynı kusurları dokuz defaya kadar
bağışlanır.
Madde
(16)-Gök
gürlerken
suya
girmek
yasaktır.(Moğollar
gök
gürlemesinden çok korkarlardı ve gök gürlediği zaman suya girmek âdetleri
vardı. Cengiz Han bu âdetin önünü almak için bu yasağı koymuştur)” (Neagoe
2011: 17/16-18).
Cengiz Han’ın yasaları sadece Cengiz Han’a ait olan yasalar değildi, o;
binlerce yıllık örf ve âdetleri daha sistemli hâle getirmiş ve onları geliştirerek
yazıyla kayıt altına aldırmıştı. Ayrıca onun yasaları sadece askerî hayatı
düzenlemiyor “devletler hukuku, amme hukuku, hususi hukuk, ticaret hukuku,
mahkemeler, kanun infazı” (Konuksever 2009: 30) gibi alanları da kapsıyordu.
Özetle bu yasalar bir nevi anayasa niteliğindeydi. “Cengiz Han Moğolların yazısı
olmadığı için onlara Uygur yazısını öğrenmeyi emretmiş ve koyduğu yasalar da
56
böylece yazıya geçirilebilmiştir” (Konuksever 2009: 32). Cengiz Han’ın yasaları
yazıya geçirtmesi kendisinden önce gelen birtakım yasaların güvence altına
alınmasıyla birlikte Moğol örf ve ananelerinin geleceğe taşınması ve tüm Moğol
halkı tarafından benimsenmesini de kolaylaştırmıştır. Unutulmamalıdır ki bu
yasalar sadece örf ve âdetlerden ibaret değildir. Cengiz Han bu yasalar ile tüm
sosyal ve siyasi hayatı dizayn edecek yeni kurallar getirmiştir.
“Yasa ile birlikte Moğol ordusunun eski kabile “küren” sisteminden “onlu”
sisteme geçilmiş olması devlet hayatını bütün yönleriyle değiştirmiştir. Çünkü o
devirde orduların önemi her şeyin üstünde gelmekte idi. Moğollar Çin Seddi
kuzeyinde kurulmuş, gelip geçici bir kabile devleti olmaktan kurtulup
imparatorluk hâline gelmiştir. Bu yasaların uygulanmaya başlaması Moğol
İmparatorluğu’nun var olmasının sebebi olmuştur. Bütün bunların yapılmasında
Cengiz Han’ın yanında bulunan Uygur Türklerinin büyük hizmetleri olmuştur”
(Konuksever 2009: 36).
Yeni düzen ile birlikte askerî, idari, adli hayatı anayasal düzene bağlayan
Cengiz Han tam anlamıyla teşkilatlanmış bir devlet vücuda getirmişti. Cengiz’in
kurduğu bu devlet, kendisi tam anlamıyla bir Türk olmamasına rağmen Türk ve
Moğolların birlikte kurduğu bir devletti. Cengiz Han’ın annesinin bir Merkit
Türk’ü olması da onun Türk geleneklerine yakın olmasında ve devletinde
Türklerin önemli bir rol almasında önemli bir etkendi. Ayrıca Cengiz Han, Kerait
Türkleri, Karluk ve Uygur Türkleri gibi boyları da kendisine bağlamış ve bu
bağlılıkları evlilikler yoluyla da sağlamlaştırmıştı. Cengiz Han’ın “kişisel
tarihinin başlangıcından itibaren Türkler kaderine çoktan ortak olmuştu” (Roux
2007: 273). Bu kader ortaklığı Cengiz Han fetihlerine devam ettikçe daha da
güçlendi. Birçok Türk kavmini devletinin bünyesine katan Cengiz Han daha
sonra en büyük oğlunu diğer Türk kavimlerini de buyruğu altına alması için
sefere gönderdi.
“Bundan sonra Cuci’nin ordusu Yenisey boyundaki Türk soyundan
Kırgızlara yöneldi. Kırgız Komutanlar Cuci’nin huzuruna çıkarak çeşitli
hediyeler verdiler ve kendisine tabi olduklarını bildirdiler. Bundan sonra on
57
civarından diğer orman halkı da kendi arzuları ile Cengiz Han’ın hâkimiyetini
kabul ettiklerini bildirdiler” (Cengiz 2016b: 37).
Böylece Cengiz Han bozkırdaki irili ufaklı Türk boylarını da kendisine
bağlayarak tam anlamıyla bir Moğol-Türk imparatorluğu yaratmıştı. Hatta bazı
tarihçiler ve araştırmacılar Cengiz Han’ın Türk olduğunu da iddia etmiştir; ancak
bunun için elde yeterli veri yoktur. Örneğin Hüseyin Nihal Atsız Cengiz Han ve
Aksak Temir Bek isimli makalesinde Cengiz Han’ın Türk olduğunu belirtir:
“Türkler’le Moğollar aynı kökten gelen iki kardeş millet olmakla beraber
Cengiz Han, Moğol değil, Türk’tü. Çengiz’in Türklüğü tarihî geleneklerin
dışında tarafsız çağdaş Çinlilerin tanıklığı ile de sabittir. Profesör Zeki Velidi
Togan, 1941’de yayınladığı “Moğollar, Çengiz ve Türklük” adlı küçük eserinde,
(s. 18) ve 1946’da yayınladığı “Umumî Türk Tarihine Giriş” adlı büyük ve
değerli eserinde (s. 66) Çengiz Kaan’ı 1221’de ziyaret eden Çao-hong adlı bir
Çin elçisinin verdiği bilgiyi nakletmiştir. Bu elçi, Çengiz’in eski Şato
Türklerinden indiğini gayet açık olarak belirtmiştir. Şatolar ise, bilindiği üzere
eski Gök Türkler’den inen büyük bir uruktur. Çengiz’in tipi hakkındaki tarihî
bilgiler de (uzun boy, kumral saç, beyaz ten, yeşil göz) eski Gök Türk
kağanlarınınkine uymaktadır. Çengiz’in aile adı olan “Börçegin”, “Börü
Tegin’in Moğolca söylenişinden ibaret olduğu gibi “Çengiz” kelimesi de
“Tengiz” yani “Deniz” kelimesinin Moğolca söylenişinden başka bir şey
değildir. Türkçe’de “t” ile başlayan kelimelerin Moğolca’da “ç” ile başladığını
Altay dilleri uzmanları söylemektedir.” (http://www.bilgicik.com/yazi/cengizhan-ve-aksak-temir-bek-hakkinda-huseyin-nihal-atsiz/) Erişim tarihi: 08.03.2018
Cengiz Han’ın Türk olup olmadığı konusu tartışmalı olabilir; ancak onun
kurduğu devletin, oluşturduğu yasaların ve askerî yapılanmanın Türk devlet
geleneğinden etkilendiği aşikârdır.
“Türkler hizmet eden taraf olmalarına karşın aynı zamanda mirasçı ve
yararlanan taraf da oldular. Henüz çok ilkel, pek çok konuda bilgisiz, ama
öğrenme konusunda istekli Moğollar idari işlerinde ve dış ilişkilerinde
yararlanacakları kişiler, mühürdarlar ve öğretmenler aradılar. Çinliler ve
Müslümanlar bu görevi daha sonra ve onların kültürel oluşumuna çok fazla
58
etkide bulunmadan yerine getirdiler. Buna karşılık komşuları olan Uygurlar
onlarla çok erken bir tarihte ilişki kurmuşlardı. Belki de onların vazgeçilmez
olacaklarını sezinleyerek Moğollara edindiklerinin hepsini ve başkalarından
edinebileceklerini de verdiler: dillerini yazmaları için alfabelerini, uluslararası
ilişkiler için dillerini, bir Cengiz Han kültürü var olduğu ölçüde de kültürlerini.
(…)
Uygur uygarlığı tarafından eğitilen ve devletlerinin pek çok ilinde azınlıkta
kalan Moğollar sonunda Türkleşmişlerdir. Türkçe konuşmak Moğolcayı da
canlandırmıştır ve Moğol potasından geçmesi nedeniyle de zayıf Türk devletinin
ardından daha güçlü Türk devletleri doğmuştur” ( Roux 2007: 270-271).
Cengiz Han artık bozkırdaki düzeni tam olarak sağlamıştı. Bu arada onun
hayatında yer eden önemli olaylardan birisi daha yaşandı. Bu olay Şaman
Kököçu olayıydı. Cengiz Han bu şamana çok güveniyordu ve sözünü dinliyordu.
Ancak bu şaman Cengiz’in iyi niyetini suistimal ederek onun kardeşlerini ve
ailesini aşağılamaya başlamıştı ilk başta bu gerçeği göremeyen Cengiz Han
annesi ve eşinin uyarılarını dikkate alarak kardeşleriyle arasını açmaya çalışan
şaman Kököçu’nun idam fermanını verdi.
“Bunun için Cengiz Han kurnaz bir plan hazırladı. Şaman Ötçigin
tarafından geleneksel Moğol güreşine davet edildi. Burada da Ötçigin’in
adamları tarafından omurga kemiği kırılmak sureti ile öldürüldü. (…) Böylece
Cengiz Han, imparatorun gücü karşısında, Şamanların gücünü azaltmış oldu”
(Dinç 2002: 76).
Tüm gücü tek bir elde toplayan Cengiz Han artık demirden bir yumruk
çelikten bir irade ile daha büyük hedeflere odaklanmıştı. Bundan sonra gözünü
dünya imparatorluğuna diken Cengiz Han, Tangutların üzerine sefere çıktı. Bu
sefer sırasında Cengiz Han, Tangutların birkaç birliğini yok etse de Tangutların
başkentine geldiğinde çaresiz kaldı ve Tangutların ilerlemiş teknolojileri
karşısında geliştirdiği taktikler yeterli olmadı (Devlet 2010: 120). Bu sefer
sonucunda Tangutlarla anlaşma yapmak zorunda kalan Cengiz, Tangut seferi ile
yerleşik olarak yaşayan toplumlara karşı farklı stratejiler kullanması gerektiğini
59
öğrenmişti. Böylece onların kalelerini yıkmak surlarını geçmek için teknolojiden
yararlanması gerektiğini anladı ve ordusunu buna istinaden yeniden düzenledi.
Hedeflerine avına saldıran bir kurt gibi amansız bir biçimde saldıran Moğol
ordusunun sonraki hedefi Çin’di. Cengiz Han “1213 yılında Moğol ordusu üç
kola ayrılarak Çin’i istila etti. (…)1214 yılında Cengiz Han’ın üç ordusu Pekin
önünde birleşerek şehri muhasara etti. Ümitsizliğe düşen Pekin valisi intihar
edince Pekin Moğolların eline geçti” (Cengiz 2016b: 38-39). Cengiz Han’ın
ordusu Pekin’i düşürdükten sonra sistematik olarak Kuzey Çin’i işgal etmeye
devam ettiler. Çin İmparatorluğu iyice köşeye sıkışmış olmasına rağmen Cengiz
Han’ın isteklerini yerine getirmemişti.
“Cengiz Han, istekleri kabul edilmeyince, Güney seferine başladı. Cengiz
Han, generali Mukali’yi sol kanadın komutanı tayin etti ve ona Çin
İmparatorluğuna karşı savaşa devam etmesini emretti. Mukali Liaoyang
başkentini kuşattı ve Çin’de birçok sefer düzenledi. Savaş yıllarca sürdü ve
Çin’de birçok yerin yıkılması ile neticelendi. 1215 seferinden sonra Kuzey Çin,
Cengiz Han’ın hâkimiyeti altına girdi. Savaş bittikten sonra Cengiz Han, ordusu
ve ganimetleri ile Moğolistan’daki Kerulen Nehri’nin sahillerine döndü. Cengiz
Han, esas ülkesi olan Moğolistan’dan asla vazgeçmiyordu”(Dinç 2002: 90-91).
Kuzey Çin’i artık tam anlamıyla kontrolü altına alan Cengiz Han oradaki
fetihleri devam ettirmesi için generali Mukali’yi orada bıraktı. Doğuda sınırlarını
tamamen güvence altına alan Cengiz Han için artık hedef Batı’ydı.
Cengiz Han’ın kurduğu imparatorluğun karşısındaki en ciddi güç artık
Harzemşah Devleti’ydi ve Cengiz Han Harzemşahlara saldırmak için eline
geçecek fırsatları kollamaya başladı. Moğolları ve Harzemşahları birbirine
yaklaştıran şey ticaretti.
“Bu vesileyle iki ülke tüccarlarının güvenli bir şekilde ticaret yapabilmeleri
için karşılıklı elçilik heyetleri neticesinde anlaşmaya varılmış ve iki ülke
tüccarlar için güvenli hâle gelmişti. Ancak uluslararası hukuk kuralları hiçe
sayılarak Moğolistan’dan gelen ve tamamı Müslüman tüccarlardan oluşan
kervanın yağmalanması ve tüccarlarının öldürülmesi iki ülke arasındaki mevcut
antlaşmayı rafa kaldırdı” (Arslan 2015: 1015)
60
Böylelikle Harzemşahlar kendi elleriyle Cengiz Han’a savaşmak için neden
verdiler. Cengiz Han bunun üzerine Harzemşahlar’a savaş açma kararı aldı.
Cengiz
Han
Hazrzemşahlar’a
saldırmadan
önce
kendisine
pürüz
çıkarabilecek ve Harzem ülkesiyle arasında duran Prens Küçülük’ü ve Karakitay
ordusunu ortadan kaldırdı. Artık Cengiz Han’ın kuvvetleriyle Harzem Devleti
arasında hiçbir engel kalmamıştı. Cengiz Han Harzemşahlar ile arasındaki
engelleri kaldırırken Harzemşahlar da boş durmamış ve sınırlarını sürekli
genişletmişlerdi ve Cengiz’in İmparatorluğu karşısındaki en önemli güç hâline
gelmişlerdi. Artık iki sınır komşusu olan bu iki imparatorluğun savaşması
kaçınılmazdı. Buna rağmen Cengiz Han temkinliydi ve savaşmadan önce
katledilen tüccarlarla ilgili olarak Muhammed Harzemşah’a ikinci bir elçi heyeti
gönderdi.
“Bazılarının beyanlarına göre, sert ve aniden köpüren ve kavgacı bir insan
olan Şah Muhammed Müslüman olan elçinin başını kestiriyor Moğol olan
elçilerin de sakal ve saçlarını ustura ile traş ettiriyor. Cengiz’in elçilerine karşı
yapılan bu yersiz ve küstahça davranış, yalnız elçilere karşı değil, onların
hükümdarlarına karşı da işlenmiş büyük bir hakarettir. Bu hakaret fiilen savaş
ilanı demekti” (Neagoe 2011: 19/8).
Bu olay Cengiz Han için artık bardağı taşıran son damla oldu ve Cengiz
Han savaş düzenine geçti. Muhammed Harzemşah’ın ordusu Cengiz’in
ordusundan büyüktü; ancak Cengiz Han’daki askerî deha onda olmadığı için
daha kalabalık bir orduyla savaşa katılmanın avantajını kullanamadı.
Cengiz Han sefere çıkmadan önce karısı Yesui’nin sözünü dinleyerek
başına bir şey gelirse diye kendisine varis tayin etmeye karar verdi ve ve oğlu
Oktay’ı varis tayin etti. Halefini seçerek devletin geleceğini de güvence altına
alan Cengiz Han 1219’da Harzem ülkesine karşı sefere girişti ve sırasıyla “Otrar,
Buhara, Semerkand ve diğer İslam şehirlerini bir bir ele geçirmeye başladı”
(Cengiz 2016b: 45). Cengiz Han’ın ordusu gittikleri yerleri sadece ele geçirmekle
kalmıyor aynı zamanda büyük katliamlar da yapıyorlardı. Bu durum Cengiz’in
ordusunun büyük bir korku yaymasına sebep oldu. Cengiz Han kendisine yapılan
61
küstahlığın bedelini on binlerce insanın yaşamına son vererek Harzemlilere
ödetti.
“Buhara ve Otrar’ın düşmesinden sonra savaş, Moğollar ve Cengiz Han
tarafından büyük bir enerjiyle iki yıl boyunca devam etti ve zavallı Sultan
acımasız düşmanlarından oradan oraya kaçtı, ta ki kaçacak başka yeri
kalmayana kadar” (Abbott 2016: 163).
Muhammed Harzemşah Cengiz Han’a yakalanmamak için Hazar denizinde
bir adaya kaçıp sığınmıştı ve orada sefalet içerisinde ölmüştü. Muhammed
Harzemşah, Cengiz Han’ın gazabından kaçmayı tercih etmiş; ancak onun oğlu
Celaleddin babası kadar korkakça davranmayıp Cengiz Han’a karşı savaşmıştı.
Celaleddin Harzemşah cesur olduğu kadar başarılı bir savaşçıydı da. Cengiz
Han’ın ordusuna karşı başarılı saldırılar gerçekleştirmişti. Ancak Celaleddin’in
direnci Cengiz Han’ın iradesi karşısında sonunda kırılmış ve geri çekilmek
zorunda kalmıştı. Cengizden kaçarken oğlunu, ailesini ve ordusunu kaybeden
Celaleddin daha sonra öldürüldüğü tarih olan 1231 yılına kadar Moğollarla
savaşmaya devam etmişti (Dinç 2002: 118-119).
Celaleddin Harzemşah ne kadar başarılı bir şekilde direnirse dirensin
Cengiz Han’ın önüne gelen her şeyi yutan ordusu sonunda Harzemşah
Devleti’nin yıkılmaya giden sürecini tetikledi ve “XIII. Yüzyılın başlarında
Cengiz Han’a tabi ordular, Orta Asya’da korkunç katliamlara neden oldular”
(Agacanov 2015: 44). Bu katliamlar sonucu geride hırpalanmış bir Harzemşah
Devleti kaldı ve bu devleti de Cengiz’in ölümünden üç yıl sonra 1230 yılında
Yassı Çemen Savaşı sonucunda Anadolu Selçukluları yıktı. Bu yıkım aslında
tampon görevi gören barajın yıkılması gibi bir etkiye yol açtı ve Cengiz’in mirası
olan ordular bir sel gibi akın akın Anadolu Selçuklu Devleti’nin üzerine akmaya
başladı. Anadolu Selçuklu Devleti de çöken duvarın getirdiği selin altında
kalarak Cengiz’in yarattığı felaketten payına düşeni aldı.
Cengiz Han artık yaşlanmıştı ve her insan gibi o da öleceğini biliyordu.
Hiçbir şeyden korkmayan bu amansız hükümdar ölümden korkmaya başlamıştı.
Bunun için Cengiz Han yaşlı bir Taocu bilge olan Çangçung’dan ölümsüzlüğün
62
sırrını öğrenmek üzere yola çıktı. Bilgenin yanına ulaşan Cengiz Han ondan
ölümsüzlüğün sırrını istedi.
“Çangçung, Hanın bu isteğine cevap olarak insan hayatını koruyan
ilaçların bulunmasına karşılık, insan ömrünü uzatan bir ilacın bulunmadığını
söyledi. Cengiz Han hayal kırıklığını belli etmemeye çalıştı. Bilgeye çok saygılı
davrandı ve onun ile birçok kez görüşmeye devam etti” (Dinç 2002: 120).
Aslında bu vaka gösteriyor ki Cengiz Han ne kadar büyük bir hükümdar
olursa olsun herkes gibi insani duygulara sahipti. Cengiz Han belki
ölümsüzlüğün sırrını bulamamıştı; ancak Taocu bilge ile kurduğu sıkı dostluktan
çok değerli bilgiler öğrenmişti.
Cengiz Han için seferler büyük oranda bitmişti. İran ve Rusya’yı fethetmesi
için Cebe ve Sübütay’ı Batı’ya göndermiş ve onlar da oraları başarıyla
fethetmişti. Öyle ki Cengiz Han’ın İmparatorluğu’nun sınırları Batı’da Baltık
Denizi’ne kadar ulaşmıştı.
Cengiz Han yaşlanmasına rağmen prensiplerine sadıktı ve “1224 yılında
Cengiz Han beş yıl önce kendisine destek vermeyerek istediği askerî yollamayan
Tangut İmparatoru ile olan açık [kalan] hesaplarını kapamaya karar verdi”
(Devlet 2010: 168). Bu kararı doğrultusunda Tangut İmparatorluğu üzerine sefere
çıktı. Bu sefer esnasında attan düşüp yaralanmasına rağmen savaşı komuta etti,
Tangutları ağır bir yenilgiye uğrattı. Cengiz Han, Tangut Seferi’nin sonlarına
doğru hastalanarak rahatsızlandı ve tüm tedavi çabalarına rağmen 25 Ağustos
1227 tarihinde 65 yaşında hayata gözlerini yumdu (Devlet 2010: 173).
65 yıllık ömrüne dünyanın en geniş sınırlarından birisine ulaşmış bir
imparatorluğu sıfırdan kurma başarısı gösteren Cengiz Han, ölürken bile farkını
ortaya koymuştu. Hayatı hep savaşlarla ve fetihlerle geçen Cengiz Han, sadece
Moğol tarihini değil tüm dünyanın kaderini tayin etmiş ve bütün taşları yerinden
oynatarak belki de dünyanın görüp görebileceği en muazzam imparatorlardan
birisine dönüşmüştü. Tüm bu sebeplerden olmalı ki onun hayatı etrafında birçok
efsane oluştu ve nesilden nesile anlatılmaya devam etti.
Cengiz Han yaşarken her şeyi kayıt altına aldırıyordu ve o öldükten sonra
da bu gelenek devam etti. İşte o geleneğin ürünü olan ve Cengiz Han öldükten
63
sonra yazılan Moğolların Gizli Tarihi (1240) isimli eser de Cengiz Han’ın
efsanevi hayatını birinci elden anlatan devrine tanıklık etmiş insanlar tarafından
neşredilmiş bir eserdir. Ayrıca bu eser Cengiz Han ile ilgili elimizde bulunan en
önemli kaynaktır. Cengiz Han’ın hayatıyla ilgili yazılıp çizilenlerin birçoğunun
bu kaynakla bağlantılı olarak oluşturulduğu da aşikârdır. 1240 yılında yazılan
Moğolların Gizli Tarihi Cengiz Han’ı anlatan ilk eserdi; ancak son eser olmadı.
Cengiz Han, bir baştan öbür başa Tüm Asya ve Avrupa kıtasını etkilemiş ve
birçok toplumun zihninde derin izler bırakmıştı. Aradan yüzyıllar geçmesine
rağmen ismi yaşamaya insanlar onun hakkında yazıp çizmeye devam etti. Jean
Poul Roux’un dediği gibi “Moğol egemenliği XIII. yüzyılın ve Orta çağın en
önemli olayı olmuş ve hiçbir devlet bu olaya ilgisiz kalamamış[tı]” (Roux 2007:
268).
Cengiz Han’ın en çok etki ettiği milletlerden birisi de Türkler oldu. Türk
tarihçileri, Türk edebiyatçıları Cengiz Han’ı eserlerine konu aldılar ve Türk
tarihinin bir parçası gibi işlediler. “Çünkü Moğol vakası, herkesten çok Türkleri
ilgilendirir” (Roux 2007: 269). Türkler, Cengiz Han’ın kurduğu devletin ilk
gününden son gününe kadar etkili oldu ve devletin önemli kademelerinde yer
aldı. Tüm bu söylenenler de bugün bile hâlâ Türk tarihçilerinin neden onu
anlattığını, onun hakkında neden bu kadar çok konuşulduğunu iyi bir şekilde izah
eder. Oğulları döneminde arkasında bıraktığı devletin zamanla Türkleşmiş olması
da Türk münevverlerinin neden onu eserlerine konu aldığının bir başka
göstergesidir. İşte tüm bu sebeplerden olmalıdır ki acımasızlığıyla, dehasıyla,
askerî başarılarıyla, devlet adamlığıyla dünyanın en önemli liderlerinden birisi
olmuş olan Cengiz Han’ın hayatı, içinde bulunduğumuz yüzyılda da birçok Türk
romancısı tarafından ele alınmış ve Türk romancılarının eserlerinde işlenmiştir.
Bu çalışmanın asıl amaçlarından birisi de Cengiz Han’ı ele alan Türk
romanlarının onu nasıl ele aldığına, onu nasıl anlattığına yönelik sorulara cevap
bulmaktır.
Cengiz Han, belki bir Türk İmparatoru değildi; ancak kurduğu
imparatorluğun temellerinde Türk imzası vardı. Bu imza da Türk romancılarının
onu eserlerinde işlemesinin en önemli gerekçesidir. Bilindiği üzere Cengiz Han,
tüm dünyaya mal olduğu için hayatıyla sadece Türk romanında değil, diğer
64
milletlerin romanında da yer bulmuştur; ancak son dönemde artan bir ilgiyle onu
konu alan eserlerin sayısının Türk edebiyatında arttığı da görülmektedir. Bu
çalışma doğrultusunda da sayıları gün geçtikçe artmış olan bu eserler tüm
yönleriyle incelenecek ve Cengiz Han’a Türk romancılığı açısından nasıl bir
yaklaşım sergilendiği gözler önüne serilmeye çalışılacaktır.
65
66
1. BÖLÜM: TÜRK ROMANINDA METE HAN, ATTİLÂ VE CENGİZ
HAN
1.1. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ı Konu Alan
Eserlerin Serüveni
Türk edebiyatında romanın tarihine bakıldığında bu türün ilk örneklerinden
itibaren romancıların Türk tarihini konu aldıkları görülür. Bu doğrultuda
“1870’lerden itibaren gelişen Türk romanında, tarihî roman ilk eserlerden
itibaren görülmeye ve özellikle gazetelerde tefrika olarak yer almaya başlar”
(Argunşah 1990: I). Bu eserler Türk tarihinin yakın dönemleriyle beraber uzak
dönemlerini de ele alır. Ayrıca tarihî roman yazıcılığı gelişmeye başladıktan
sonra özellikle 1930’lu yıllardan itibaren Atatürk’ün de etkisiyle İslamiyet öncesi
Türk tarihinin de Türk romancılarının ilgi alanı içerisine girdiği görülür.
“Bizim edebiyatımızda konusunu tarihten alan ilk roman Ahmet Mithat
Efendi’nin Letif-i Rivayat serisinden çıkan Yeniçeriler’idir. Eser 1871’de
neşredilmiştir. Bu eseri 1877’de yine Ahmet Mithat Efendi’nin olan Süleyman
Musli ile 1880’de Namıl Kemal’in Cezmi’si takip eder. Bundan sonra uzun bir
süre tarih tiyatro eserlerinin konusu olarak görülür. Fakat Tanzimat devrinde
bize bir tarih felsefesi gelmiştir” (Argunşah 1990: 14).
Tanzimat devrinden sonra şiir, tiyatro ve hikâye gibi edebî türlerde tarihe
olan ilgi devam eder. Servet’i Fünun ve II. Meşrutiyet dönemlerinde bu ilgi bariz
bir şekilde görülür. II Meşrutiyet döneminde Türkçülük fikir akımın edebiyatçılar
arasında sesini daha güçlü bir şekilde hissettirmesiyle birlikte tarihî konulara da
farklı bir yaklaşım tarzı gerçekleştirilir. “Ancak diğer edebi türlerde çok işlendiği
hâlde bu devirde tarihî roman yoktur” (Argunşah 1990: 16). Argunşah’ın bu
tespitiyle birlikte 1912’de yani II. Meşrutiyet Dönemi’nde Dündar Alp’in yazdığı
Timurlenk isimli eserin varlığı bilinmektedir. Bu bakımdan II. Meşrutiyet
Dönemi’nde de tarihî roman türünde eser verildiği bilinmektedir.
Osmanlı Devleti varlığını Türkiye Cumhuriyeti’nin yerine bıraktığında
Türk tarihine olan bakış da değişir.
67
“Ziya Gökalp’ın fikirlerinden istifade eden Mustafa Kemal, yeni kurulan
Türkiye Cumhuriyeti’nin tarih politikasını tespit ederken Türkleri bir bütün
hâlinde gören tarih görüşünü ortaya atar. Bu tarih görüşünde Selçuklu ve
Osmanlı tarihleri de ihmal edilmez; ancak Türklerin dünya medeniyeti üzerinde
öenmli bir rolü olduğıu düşüncesi esas kabul edilerek Asya’da, İslamdan önceki
Türk tarihine dikkat çekilir. Mustafa Kemal bu düşüncelerinin ilmi olarak
aydınlatılabilmesi için Türk Tarih Kurumu’nu kurar. Bundan sonra tarih hem
ilmi sahada hem de edebi sahada ilgiyi çekmeye başlar. Sanatkârlar Atatürk’ün
tarih tezi doğrultusunda tiyatro ve şiirde destan devri özlemlerinin duyulduğu ve
eski Türk tarihinin işlendiği eserler verirler. Efsanelerden ve destanlardan
yararlanırlar ve Türk destan kahramnalarıyla Atatürk arasında bağlantı
kurmaya çalışılır” (Argunşah 1990: 20-21).
İşte bu dönemde oluşan bilinç dâhilinde İslamiyet öncesi ve İslamiyet
sonrası Türk tarihini ve Türk tarihiyle bağlantılı olan tarihî dönemleri konu alan
eserler üretilmeye başlar. Özellikle bu tezin konusu olan Attilâ ve Cengiz Han ile
ilgili yazılan popüler tarih kitapları ve gazete yazılarının sayısında 1930’lu
yıllardan sonra bir artış meydana gelir; ancak bu eserlerin birçoğu roman
olmaktan uzak eserlerdir. İlk olarak 1928 yılında Refik Altınay’ın Cumhuriyet
gazetesinde Attila isimli bir eserinin tefrikası yayımlanır. Daha sonra 1933
yılında yayımlanan Reşat Ekrem Koçu’nun Attila ve Hunlar ile Hüseyin Namık
Orkun’un Attila ve Oğulları başlıklı eserleri de 1930’lardan sonra yayımlanan
eserledendir; ancak roman olmaktan uzaktırlar. Aynı dönemde Hüseyin Namık
Orkun’un Yücel dergisinde Attila’nın Definesine Dair bir yazısı daha bulunduğu
görülür.
1930’dan sonra dünya edebiyatında da Attilâ ile ilgili eserlerde bir artış
meydana gelmeye başladığı görülür. 1931 yılında Marcel Brion’un Attila isimli
romanı Türkçe’ye çevrilir; ancak çevireni belli değildir (Uygun 2014: 30). Tüm
bu çalışmara karşın İslamiyet öncesi Türk tarihinden bir devri ve şahsiyeti, Türk
romanında işleyen ilk yazar Peyami Safa olur. Peyami Safa’nın tek tarihî romanı
olan Attilâ (1931) büyük olasılıkla Atatürk’ün oluşturduğu tarih tezinin etkisiyle
kaleme alınmış bir roman olarak Türk edebiyat tarihindeki yerini alır. Peyami
Safa’nın bu tezden hareket ettiğini onun şu ifadelerinde de görmek mümkündür:
68
“Türk tarihi Osmanlı devletinin kuruluşuyla başlamaz. Ondan evvel büyük bir
Türk mazisi ve medeniyeti vardır. Türk milletinin Osmanlılardan çok evvel
başlayan tarihlerini, ahlâk ve âdetlerini, lisan ve edebiyatlarını, iktisadî
vaziyetlerini tetkik etmek lâzımdır. Cengiz, Attilâ, Timur, Türk düşmanları
tarafından yazılmış tarihlerin isnad ettikleri vahşetlerden tenzih edilmelidir”
(Safa 2013: 55).
Peyami Safa bu eserinde Attilâ’yı hem büyük bir âşık hem de büyük bir
hükümdar olarak anlatır. Peyami Safa bu eserde “Attila hakkında tarihlerde yer
alan çok az bilgiyi muhayyilesiyle doldurur ve sanat eseri hâline getirir”
(Argunşah 1990: 82).
Murat Belge, Genesis: Büyük Ulusal Anlatı ve Türklerin Kökeni adlı
kitabında Peyami Safa’nın Attilâ’sından bahseder ve Peyami Safa’nın bu eseri
üçüncü dördüncü sınıf bir Fransız yazar olan Brion’un Attilâ’sına tepki olarak
yazdığını söyler. Peyami Safa’nın bu tepkisinin altında Brion’un eserinde
Attilâ’nın askerden çok bir diplomat olarak ifade edilmesi, Roma’dan ve
medeniyetten nefret ediyor gibi anlatılması, yine Attilâ’nın Aetius’a karşı yaptığı
Chalons savaşında büyük askerlere has anında karar verme hasletinden eksik
olarak anlatılması ve Brion’un Attilâ’yı Aetius’a hayranlık duyan bir lider olarak
ele alışı gibi gerekçelerin yattığını söyler. (Belge 2008: 240-244).
“Enver Behnan Şapolyo ise 15 sayfalık bir Attila (1934) hikâyesi yazar ve
Peyami Safa’nın yazdığı Attilâ romanıyla örtüşen içeriksel kısımları vardır.
Apdullah Ziya Kozanoğlu’nun Atlı Han (1942) kitabı da doğrudan “Attilâ” ile
ilgilidir” (Uygun 2014: 30). Ancak bu eserde Attiâ fonda işlenmiştir ve eserin
başkahramanı Attilâ’nın komutanlarından Olcayto’dur. Eserde Olcayto ile
Alangoya isimli kızın arasında geçen aşk ve Olcayto’nun kahramanlıkları mistik
ve fantastik bir havaya büründürülerek anlatılmıştır. Eserde Attilâ ile ilgili olan
kısımlar Attilâ’nın Olcayto, Balamir ve Argon sayesinde Margüs’ü ele geçirdiği,
Attilâ’ya karşı Krizatyos’un düzenlettiği başarısız suikast girişiminin olduğu
kısımlarla birlikte eserin sonunda bir iki sayfa ile Attilâ’nın Batı Roma
seferinden ve ölümünden bahsedildiği kısımlardır. Bu kısımlar dışında Attilâ
eserde ikinci planda kalmıştır. Eserde olaylar Olcayto’nun Doğu Roma
69
İmparatorluğu askerlerine karşı verdiği mücadeller, Doğu Roma elçiliği sırasında
yaşadığı ve Alangoya’nın Attilâ’ya karşı ihanet içerisinde bulunan danışmanları
Konstans ve Edegon’a karşı giriştiği intikam mücadelesi üzerine yoğunlaşmıştır.
Ayrıca eserde Attilâ ile ilgili yazılmış olan diğer romanlardaki tematik unsurların
tamamını görmek mümkün değildir. Aptullah Ziya Kozanoğlu “Tarihlerimizde
Attilâ diye anlılan büyük Türk Koyunlu Hakanı” diye ifade ettiği Attilâ ile
Türkün Avrupa’daki destanını yazmak istediğini söylemiştir (Kozanoğlu 1976:
5). Eserde ön plana çıkan temalar sadece Türklük ve töredir.
Yukarıda belirtilen Abdullah Ziya Kozanoğlu’nun Atlı Han isimli eseri
Attilâ ismiyle basılmadığı ve bu çalışmada belirlenen tematik unsurlara yeterince
malzeme sunmadığı için çalışmanın evrenine dahîl edilmemiştir. 1930’lu
yıllardan Sonra Attilâ ile ilgili yazılan eserlerin sayısında meydana gelen artış
Cengiz Han ile ilgili yazılan eserlerde de meydana gelir.
“Cengiz Han hakkında Münif Efendi’nin Mecmua-i Fünûn dergisinde
yazdığı “Cengiz Han” (1863/1864) başlıklı yazısından uzun bir süre sonra,
1930’lu yıllardan sonra “Cengiz Han” hakkında çeviri ve “yerli” tarihî
romanların artış gösterdiği söylenebilir. Guy Harold Lamb’ın (1892-1962),
Cengiz Han (1938);; Ralph Fox’un 31 (1913-1973), Cengiz Han (1938) kitapları
çevrilir. Fakat “Cengiz Han” konusunu işleyen romanlara bu tarihlerden önce
de rastlanmaktadır. Özellikle Apdullah Ziya Kozanoğlu’nun Kızıl Tuğ’u (1927)
bu durumun göstergesidir” (Uygun 2014: 30-31).
Yukarıda ifade edilen bilgilere karşın çalışmanın kapsamına konu olan
eserlerin seçiminde kullanılan kriterler kısmında belirtildiği üzere Abdullah Ziya
Kozanoğlu’nun eseri doğrudan Cengiz Han ismini taşımadığından dolayı bu
çalışmaya dâhil edilmemiştir. Doğrudan Cengiz Han ismini taşıyan ilk roman M.
Turan Tan tarafafından 1933 yılında Cumhuriyet gazetesinde tefrika edilmeye
başlanır ve 1939 yılında Cengiz Han ismiyle kitap hâline getirilir. Bu eserden
sonra İskender Fahrettin Sertelli’nin 1939 yılında yazmış olduğu Karakurum’dan
Tunaya Türk Akını isimli tarihî çocuk romanının da Cengiz Han ve oğulları ile
ilgili olduğu görülür. Daha sonra Cengiz Han’la ilgili olarak Niyazi Ahmet
70
Banaloğlu’nun 1943 yılında yazdığı 23 sayfalık Cengiz Han isimli bir eseri
olduğu görülür; ancak bu eser roman özelliği taşımaz. (Uygun 2014: 30-31)
Turhan Tan’ın ve Peyami Safa’nın eserlerinden sonra Millî Mücadele
dönemini, Osmanlı tarihini, Selçuklu tarihini ve önceki dönemleri konu alan
tarihî romanlar yazılmaya devam eder; ancak 1969 yılına kadar Mete, Attilâ ve
Cengiz Han (Temuçin) adını taşıyan başka bir roman yayımlanmaz. 1969 yılına
gelindiğinde Cengiz Dağcı’nın Genç Temuçin isimli eseri ile bir Türk-Moğol
imparatorluğu kurmuş olan Cengiz Han’ın yaşam hikâyesi bir kez daha ele alınır.
Cengiz Dağcı bu eserinde Cengiz Han’ın Moğol devletini kurmak için kan
kardeşi Camuka ile giriştiği mücadeleleri yani onun hayatının ilk devresi
diyebilceğimiz dönemi ele alır. Bir başka ifadeyle bu dönem Cengiz Han’ın ilk
gençlik yıllarının anlatıldığı ve Moğol ulusunu bir araya getirerek Moğolların
Han’ı olarak seçildiği zamana kadar olan dönemdir. Temuçin’in Han olma
yolunda aştığı engeller ve giriştiği mücadeleler bu eserin çekirdeğini oluşturur.
Özetle Cengiz Dağcı bu eserde Temuçin’in Cengiz Han oluş serüvenini ele
almıştır. Eser Cengiz Han adını taşımasa dahi Temuçin ismi Cengiz Han’ın ilk
ismi olduğundan dolayı bu eser çalışmanın evrenine dâhil edilmiştir.
Cengiz Dağcı’nın eserinden 2010 yılına kadar Mete’yi, Attilâ’yı ve Cengiz
Han’ı konu alan herhangi bir esere rastlanmaz. 2010 yılına gelindiğinde Ahmet
Haldun Terzioğlu’unun Büyük Hun Hakanı Mete Han isimli eseri yayımladığı
görülür. Bu eser ile Mete Han’ın tarihi kişiliği ilk kez bir Türk romanında
görücüye çıkar ve bu eserin yayımlanış tarihi âdeta Mete’yi, Atilla’yı ve Cengiz’i
konu alan Türk romanları için yeni bir milat olur. Bu tarihten sonra bu üç ismi
konu alan eserler arka arkaya yayımlanmaya başlar.
Ahmet Haldun Terzioğlu, Büyük Hun Hakanı Mete Han romanını
yayımladıktan iki yıl sonra Gök Moğolların Başbuğu Cengiz Han (2012) isimli
eseriyle bu defa Cengiz Han’ı kurmaca dünyasının malzemesi hâline getirir. 2013
yılına gelindiğinde ise Hayrani İlgar’ın Mete Han (2013) isimli romanı,
Muharrem Eryılmaz’ın Büyük Hun Hükümdarı Attila (2013) isimli romanı ve A.
Hakan Bayrakçı’nın Bozkırın Oğlu Cengiz Han (2013) isimli romanı yayımlanır.
Bu eserler yayımladıktan bir yıl sonra İbrahim Karahan, Galya Fatihi Atilla
71
(2014) isimli eseri ile Attilâ’nın hayat hikâyesine yeni bir bakış açısı getirir ve
hayal gücüyle zenginleştirdiği Attilâ’nın hayat hikâyesini yeniden yaratıma tabi
tutar. Karahan’ın zenginleştirdiği Attilâ evrenine bir katkı da Hüseyin
Adıgüzel’in Başbuğ Attila (2015) isimli eseriyle yapılır.
2016 yılı âdeta Türk romancıları için Cengiz Han yılı olur ve ilk olarak
Okay Tiryakioğlu, Cengiz Han Rüzgâr ve Ateş İmparatorluğu (2016) isimli
eserini yayımlar, daha sonra aynı yıl içinde sırasıyla Bülent Bengisu’nun
Savaşçıların Efendisi Cengiz Han (2016) ve Mehmet Kemal Erdoğan’ın Cengiz
Han (2016) isimli romanları ile Cengiz Han külliyatına katkı yapılır. Bu
eserlerden sonra Mehmet Kemal Erdoğan’ın Attila Tanrının Kırbacı (2016)
isimli eseriyle Attilâ’nın efsanevi hayat hikâyesini batılı kaynaklarda yapılan
anlatıma yakın bir şekilde konu aldığı görülür. Attila Tanrı’nın Kırbacı isimli
eserden sonra Hasan Erdem’in Atilla’nın Kalkanı (2017) isimli eseri ile
Attilâ’nın hayat hikâyesine bambaşka bir yaklaşım getirdiği görülür. Hasan
Erdem Attilâ’yı eserinde doğrudan ele almak yerine yarattığı kurmaca dünyanın
bir parçası olan Attilâ’nın kalkanı Başbuğ Suptar karakteri üzerinden Attilâ’nın
epik hayat hikâyesini işler.
2018 yılı içerisinde Mehmet Kemal Erdoğan’ın Mete Han (2018) isimli
romanıyla Türk edebiyatındaki üçüncü Mete Han romanı kaleme alınmış olur.
Mete Han ile ilgili yazılan son roman ise Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Mete
(2018) isimli yazmış olduğu romandır. Bu romdan sonra Hasan Erdem’in
Attila’nın Kalkanı isimli romanının devamı niteliğinde yayımladığı Attila’nın
Kargısı (2018) isimli eseriyle Türk edebiyatındaki Attilâ ile ilgili yazılmış
romanlara bir katkı daha sunulur. Bu romandan sonra daha önce Cengiz Han ile
ilgili roman yayımlayan Okay Tiryakioğlu bu sefer Avrupayı Dize Getiren Türk
Attila (2018) isimli romanını ile Attilâ’yı konu alan bir roman vücuda getirir. Bu
eserde Attilâ Roma’da eğitim almış bilge ve güçlü bir savaşçı hükümdar olarak
ifade edilmenin yanında Roma’da rehin olarak kaldığı dönemde yıllarca arenada
gladyatör olarak savaşmış bir özgürlük savaşçısı olarak da anlatılır. Daha sonra
aynı yılı içerisindeYiğit Recep Efe Kumandan Attila (2018) isimli romanını
çıkarır. Bu romanda Yiğit Recep Efe Kumandan Mete Han romanında olduğu
gibi görsellerden yararlanmış ayrıca romanın son kısmında potansiyelini keşfet
72
başlığı altında bir test ve Attilâ’nın kısa bir biyografisine yer vererek daha önce
yazılmış eserlerden farklı olarak ele aldığı bu Türk büyüklerinin hayat hikâyesini
gençlerin potansiyellerini keşfetmelerinde bir vasıta olarak kullanmayı
hedeflemiştir. Çalışmamız içerisinde kullanılan yayımlanmış son roman ise
Coşkun Mutlu’nun yayımlamış olduğu Cengiz Han Bozkırın Hükümdarı (2019)
isimli romandır. Bu eserle birlikte bu çalışmaya konu olan ilgili isimler hakkında
yayımlanmış romanların külliyatı tamamlanır; ancak görülmektedir ki Türk
romanında Mete, Attilâ ve Cengiz Han işlenmeye devam edecektir.
“Tarihî romanın çeşitli devirlerde revaçta olması, tarih tezleri ve günün
ideolojileri dolayısıyladır. Zaman zaman ideolojik tartışmalar bu romanların
dünyasına tesir etmiş veya bu romanlar o tartışmaları yönlendiren, zeminlerini
teşkil eden eserler olmuşlardır. Bazen sebep nostaljik bir dönüş olmuş, bazen,
mesela Atatürk’ün tarih tezi doğrultusunda bu tezin doğruluğunu ispatlamak için
yazılmıştır” (Argunşah 1990: 27).
Hülya Argunşah’ın bu paragrafta tarihî romanlar ile ilgili söyledikleri birer
tarihî roman olan Mete, Attilâ ve Cengiz Han romanları için de geçerlidir. Bu
eserlerin günümüzde revaçta olmasının altında da bir takım ideolojiler yattığı
aşikârdır. Muhtemelen yazarların birçoğu bu eserler ile Türk tarihinde bir geriye
dönüş yaparak Türk tarihinin unutulmaya yüz tutmuş değerlerini yeniden
canlandırmayı amaçlamıştır. Ayrıca bu eserlerin yazarlarının büyük bir kısmı
yazdıkları bu eserler ile Türklük bilincini yeniden diriltmeyi, kadim Türk
milletinin geçmişte neler başardığını, içte ve dışta düşmanlarını daima yok
ederek nasıl ayakta kaldığını da göstermeyi hedeflemiştir.
Özellikle son yedi sekiz yıl içerisinde Mete, Attilâ ve Cengiz gibi Türk
tarihinin uzak dönemlerinde yaşamış olan şahsiyetlere olan ilginin artmasının
altında yatan bir takım ideolojik ve sosyolojik eğilimler ve etkenler mevcuttur.
Özellikle son yıllarda Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş felsefesine bir geriye
dönüş içerisinde olması ve birçok çevrede Türklük kavramının yüksek sesle
duyurulmak istenmesi gibi gerekçeler bunda etkili olmuştur. Bununla birlikte
Türk halkının son dönemlerde tarihî filmler başta olmak üzere Türk tarihiyle
73
ilgili konulara olan ilgisinin artması da bu eğilimlerin gerçekleşmesinde etken rol
oynamıştır denilebilir.
1.2. Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ı Konu Alan Eserler Üzerine Bazı
Dikkatler
Büyük Hun Hakanı Mete Han: Ahmet Haldun Terzioğlu’nun ilk
baskısını 2010 yılında yaptığı eseri Mete Han’ın epik hayat hikâyesinin Mete
Han’ın başkomutanı olan Salık isimli karakterin gözünden anlatıldığı bir
romandır. Bu roman yayımlanmış Mete Han romanları içerisinde en hacimli
olanıdır. Bu eserde Mete Han tarihî veriler ışığında bilinen tüm yönleriyle ele
alınmıştır. Eserin Mete Han ile ilgili yayımlanan ilk Türk romanı olması da ona
ayrı bir önem vermektedir.
Yazar ya da yayımcı eserinin arka kapağında romanın Büyük Hun
İmparatorluğu’nu kuran Mete Han’ın hayat hikâyesinin tamamen tarihî
gerçeklere dayanılarak anlatıldığını ve kadim Türk tarihine ışık tutulduğunu
söyler. Bu bakımdan bu romanın tarih öğretmek gayesiyle kurgulanmış olduğu
düşünülebilir.
Bu eserde ağırlıklı olarak birinci kişi anlatıcının kullanıldığı bununla
birlikte yer yer üçüncü kişi anlatıcıya da yer verildiği görülür. Yazarın elli sekiz
kısıma ayırdığı eserde Mete Han Salık karakterinin gözünden okuyucuyla
buluşur. Mete Han, bu karakterin gözünden cesareti, dehası, disiplini, üstün
askerî ve siyasi becerileri olan bir lider olarak betimlenir.
Eserin ilk kısımlarında Salık isimli karakterin Hun ordusunda savaşmak
arzusunda olan bir çocuk olarak okurun karşısına çıkar. Daha sonra bu karakter
amacına ulaşır ve Hun ordusuna katılan Kartal Savaşçılarından birisi olur. Bu
kısımda Salık ile Mete Han’ın yolları kesişir. Mete Han, Salık’ı kendi özel
birliğine alarak ona binbaşı rütbesi verir. Zamanla Mete Han’ın en güvendiği
arkadaşı ve askeri olan Salık Mete’nin ordularının generalliğine kadar yükselir.
Aradan geçen uzun yıllardan sonra Mete ve Salık’ın dostlukları daha da pekişir.
Mete Han artık yaşlanan arkadaşını generallik koltuğundan olarak emekli etmek
yerine kendisinin baş danışmanı yapar. Mete Han ile Salık karakteri arasındaki
74
bağ o kadar güçlüdür ki Salık, Mete’nin ölümünden sonra kendisini de öldürür.
Özetle bu eser Mete Han kadar Salık karakterinin de romanıdır.
Salık ile tanıştıktan sonra Mete Han üvey annesinin ihriraslarına kurban
olan babası tarafından Yüeçilere esir olarak gönderilir ve kendisine bağlı bulunan
birlikler dağıtılır. Mete, Yüeçi esaretinden Salık’ın yardımıyla kurtulur ve
Yüeçilere karşı taruza geçen Hun ordusunun komutasını devralır. Mete’nin bu
hareketi Hun halkı içerisindeki itibarını artırır. Bunun üzerine babası Teoman
Han, Mete’yi on bin kişilik bir askeri birliğin başına getirir. Olayların rengi bu
kısımdan sonra değişir ve babasının ihanetini net bir biçimde gören Mete
komutası altında bulunan askerleri sıkı bir eğitime tabi tutar. Mete, askerleri
üzerindeki
otoriteyi
sağlamlaştırmak
için
en
sevdiği
varlıklardan
vazgeçebileceğini onları askerlerine oklatarak öldürtmek suretiyle gösterir. Mete
Han oynadığı bu kanlı oyunlarda kendi okunu attığı yere ok atmayan tüm
askerleri infaz ederek geride kalan askerlerine unutamayacakları bir ders verir.
Artık emrine koşulsuz şartsız uyan bir birliğe sahip olan Mete ıslık çalan okunu
bu sefer babasına gönderir. Mete’nin okunu takip eden binlerce ok ile Teoman
Han hayatını kaybeder. Babasının ölümünden sonra tahta geçen Mete ülkede
kendi istediği düzeni kurar ve ülkesini bayındır hale getirir. Eserin devamında
Mete Han ülkesindeki asayişi sağladıktan sonra Hun boylarını bir araya toplamak
için mücadele verir. Hun birliğini sağlayan Mete daha sonra Tunghular, Yüeçiler
ve Çin ile mücadeleye girişir.
Mete Han getirdiği askerî yeniliklerle döneminin en disiplinli ve güçlü
ordularından birisini oluşturur. Ordusunda onluk sistemi kullanmaya başlayan
Mete ıslık çalan oklar yaparak ve ordusunu atların renklerine göre on binlik
tümenlere ayırarak düşmanları karşısında fark yaratır.
Mete Han bu eserde özellikle getirdiği askerî yeniliklerle ve yaptığı
yasalarla ön plana çıkar. Mete aynı zamanda kıvrak zekâsıyla düşmanlarına karşı
her türlü durumda üstünlük kuran bir lider görünümündedir.
Bu eserde ayrıca okurun karşısında her zaman savaşma yolunu seçmeyen
barışa da değer veren bir Mete Han karakteri vardır. Sadakate önem veren,
askerleriyle birlikte yemek yiyen onlarla gülüp eğlenen Mete Han aynı zamanda
75
iyi bir devlet adamıdır. O, yer yer eşinin sözlerine kulak verdiği gibi güvendiği
insanların da sözlerini dinlemekten ve ona göre devleti yönetmekten çekinmez.
Bu eserde özetle okurun karşısına demokratik, disiplinli, yenilikçi, askerî
zekâsı yüksek, yer yer acımasız, söz konusu devlet ve vatansa gerisi teferruattır
diyen bir Mete Han profili çıkar.
Eserdeki Uluğ Ata karakteri ile de Türk hikâye ve destanlarındaki aksakallı
bilge kişinin bir örneği verilmiştir. Eserde yer alan Salık karakteri ise tamamen
yazarın tassarufu sonucu oluşmuş bir karakterdir. Mete Han dönemi ile ilgili elde
olan kaynaklarda Salık isimli bir generalden bahsedilmemektedir; ancak yazar bu
karakteri muhayyilesinin bir ürünü olarak eserin merkezine yerleştirmiş ve Mete
Han’ın bilinen yaşam öyküsünü Salık’ın sadakati, cesareti ve dostluğuyla
perçinlemiştir.
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun üslubunun güzel bir örneği olan eserde
yazarın aksiyonu vermekte ve okurda hamaset duygusu uyandırmakta çok
başarılı olduğu söylenemez. Yazarın savaş sahnelerini okuru eserin büyüsüne
kaptıracak biçimde ön plana çıkaramadığı görülmektedir. Buna karşın eser eski
Türk geleneklerinin verilmesi ve Mete Han’ın tarihî kaynaklarla ispatlanabilen
yaşam öyküsünü anlatmak bakımından başarılıdır. Yazarın eserinde kullandığı
kadim Türkçe’ye ait sözcüklerin açıklamalarını vermesi ve eserde dostluk,
sadakat, disiplinin ve vatana bağlılığı vurgulaması eserinde öğreticiliği ön plana
çıkardığını gösteren kısımlardandır. Eserde Mete Han’ın karizmatik kişiliği iyi
bir şekilde yansıtılabilmiştir; ancak geniş ruh tahlilleri olmadığından dolayı
eserde derinliği olan bir Mete Han karakteri oluşturulamamıştır.
Eserde Hunlar eserin sonuna kadar Hun ismi ile anlatılmış yazar eseri
içerisinde Türk ve Türklük gibi kavramları kullanmamıştır. Yazarın bu tercihini
bilinçli olarak yaptığı düşünülebilir. Yazarın Hunları Türk olarak kabul
ettiğinden yola çıkılırsa Mete Han’ın Hun birliğini sağlaması ile kastedilenin
muhtemelen Türk birliğninin sağlanması olduğu söylenebilir. Eserin arka
kapağında bulunan yazıda Mete Han‘ın Türk milliyetçiliğnin ilk tanımını yaptığı
ve Turan’ı gerçekleştirdiğinin söylendiği kısımda bu fikri desteklemektedir.
76
“Mete Han, ‘Gök’ün gururlu çocuklarını’ yüksek ülkülere taşıyan, onlara,
‘Acuna egemen olma’ düşüncesini aşılayan hakandır. ‘Tam yirmi altı devlet
aldım! Yirmi altı budun üzerine han oldum!’ diyerek belirtmiştir bu düşüncesini.
‘Bütün yay çeken budunları Hun yaptım!’ diyerek, birleştirici bir Türk
milliyetçiliğinin ilk tanımını yapmış, TURAN’ı gerçekleştirmiştir” (Terzioğlu
2016a ).
Dil ve üslup bakımından açık, anlaşılır bir dili ve akıcı bir üslubu olan
roman, Mete Han gibi önemli bir Türk büyüğünü konu olan ilk Türk romanı
olması bakımdan ayrı bir öneme sahiptir.
Mete Han: Hayrani İlgar’ın ilk baskısını 2013 yılında yapan eseri Mete
Han’ın öz yaşam öyküsünü konu alan eserlerden ikincisidir. Açık, sade ve akıcı
bir üslubu olan eser tam manasıyla popüler bir tarihî roman olma özelliği
gösterir. Mete’nin hayat hikâyesine getirilmiş farklı bir yorumdur. Eserin hacmi
küçük olmasına rağmen kurgusunda taşıdığı mistik hava eserin sürükleyici
olmasını sağlamıştır.
Eserde ayrıca Mete’ye karşı romantik bir yaklaşım
sergilendiği görülür. Birçok tarihî kaynakta Mete’nin babası Teoman’ı kendi
emriyle öldürttüğü bahsi geçerken bu eserde babasına karşı yürüttüğü baskında
babasının askerler tarafından Mete’nin emri olmadan öldürüldüğü görülür.
Eserin kurgusu yıllarca Çin topraklarında yaşamış Kamul Türklerinden
Sungur’un oğlu Tanju’yu Mete’nin Çinli üvey annesinin kurduğu komployu
Mete’ye haber vermesi için göndermesiyle başlar. Mete Han Tanju’nun getirdiği
haberle birlikte önlemlerini alarak kendisine kurulan komplonun önüne geçer ve
babasıyla mücadeleye girişir. Bu mücadele esnasında babası, Çinli üvey annesi
ve kardeşi ölür. Ülke yönetimini ele geçiren Mete hızlı bir şekilde düzenlemeler
yaptıktan ve ülkesini bayındır hâle getirdikten sonra tüm Türkleri bir araya
getirerek büyük bir Türk devleti kurar. Bu esnada Tanju’nun kardeşi Gökçiçek
Çinliler tarafından Mete’ye Çinli bir prenses gibi eş olarak gönderilir.
Tunguzların eşlerinden birisini istemesi üzerine Gökçiçek’i Tunguzlara rehin
olarak veren Mete Tunguzların kendisinden bazı topraklarını istemesi üzerine
onlara savaş açar ve galip gelir. Eşi Gökçiçek’i kurtardıktan sonra Yüeçiler
üzerine sefere çıkarak onları da mağlup eder. Mete daha sonra Çin’e savaş açar
77
ve bu savaşı da zaferle sonuçlandırır. Bu savaş sonucunda Gökçiçek ve ordu
kumandanlarından Tanju’nun kardeş olduğunu ve babaları Sungur’un Kamul
Türklerinin prensi olduğunu öğrenir. Eserin hemen başında kamın Mete’ye
söylemiş olduğu kehanet çözülmüş olur ve eser son bulur.
Eser, Mete Han’ın hayatı ile ilgili bilinen olayların arasına Tanju, Gökçiçek
ve Sungur karakterlerinin yerleştirilmesi ile farklı bir kurguya sahiptir. Eserde
Mete’nin hayatı ile ilgili bilinen birçok kısım tarihî veriler ile paralel olmasına
karşın Mete’nin Çinden gelen eşinin bir Türk prensesi olduğuna dair ve onun
ordusundaki önemli generallerden birisinin o prensesle kardeş olduğuyla ilgili
herhangi bir bilgi yoktur. Bu bakımdan yazarın kurmacanın imkânlarından
faydalanarak farklı bir Mete Han öyküsü oluşturuduğu görülür.
Bu eserde dikkan çeken hususlardan biri de Mete Han’ın amacının Türk
birliği kurmak olmasıdır ve eserin hemen her yerinde Türklüğe vurgu
yapılmasıdır. Tam anlamıyla romantik bir Türklük bilinciyle oluşturulmuş olan
eserde Gökçiçek karakterinin Çinli bir prenses değil de bir Türk prenses olarak
tasarlanması da bu bilinçten yola çıkılarak oluşturulmuş olmalıdır. Eserde ayrıca
kamın yaptığı kehanetler ve kamın Gökçiçek’in kaçmasına yardım ettiği esnada
olan doğa olayları esere fantastik bir hava katmıştır. Küçük hacimli bir eser olan
Mete Han romanında karakterlerin yaşları yazılırken ve bazı parantez içi bilgiler
verilirken baskı hatalarının yapıldığı da görülmektedir. Bu eserin edebi yönü ağır
basan bir eser olmamasına karşın Türk edebiyatında Mete Han ile ilgili üretilmiş
eserlerin azlığı göz önünde bulundurulduğunda bu alandaki boşluğu doldurmak
bakımından önemli bir işlev üstlendiği söylenebilir.
Mete Han: Mehmet Kemal Erdoğan’ın 2018 yılında yayımlanan eseri Mete
Han ile ilgili yazılmış üçüncü Türk romanıdır. Mete Han romanından önce
Cengiz Han ve Attila romanlarını da kaleme alan Mehmet Kemal Erdoğan bu
eserinde üçüncü kişi anlatıcı kullanmış ve olayları Mete Han’ın Yüeçilere esir
olduğu dönemden başlatarak kurgulamıştır. Eser kurgusu bakımından tarihî
vesikalarla birçok farklılık taşımaktadır.
Eserde genel olarak Mete’nin Yüeçilerin elinden kurtulduktan sonra
kendisini ölüme terk eden babası Teoman’ı öldürerek tahtı ele geçirişi, daha
78
sonra ise Thung-hular ve Yüeçileri yenerek hükümdarlığını güçlendirmesi ve
Türk birliğini sağlaması anlatılır.
Mete’nin hayat hikâyesine farklı bir bakış açısı getiren Mehmet Kemal
Erdoğan bu eserde Mete’nin özel bir casusluk teşkilatı oluşturduğundan ve bu
teşkilatın faaliyetlerinden bahsetmiştir. Ayrıca yazar eserin son kısmına General
Kiale karakterinin Mete’yi tahttan indirerek yerine kendisinin geçmek
istemesiyle ilgili bir kısım eklemek suretiyle farklı bir Mete Han hikâyesi
oluşturmuştur. Yazarın Mete Han’ın Yanzhi’den olan oğlunun akıbetinden
bahsetmeyişiyle birlikte Çin ile yapılan müzakerin neticesinden bahsetmemesi
romanın Mete ile ilgili olan kısmının eksik kalmasına neden olmuştur.
Eserin başında ilk olarak Hunlu bir balıkçı olan Hu ve ailesi okurun
karşısına çıkar. Bu balıkçı Çinli General Meng Tien ile casusluk antlaşması
yapar; ancak ailesinin baskılarıyla bu sözünü tutmayıp Yüeçi ülkesine kaçar.
Yazarın eserin kurgusuna dâhil ettiği Balıkçı Hu ve ailesi tamamen kurgusal
şahsiyetlerdir. Romanda daha sonra Balıkçı Hu’nun oğlu Akçar’ın Mete ile
arkadaş olduğu ve Mete’nin Yüeçilerin elinden kurtulmasını sağladığı görülür.
Eserin bu kısımları da tamamen kurgusaldır. Mete Han’ın Yüeçilerin elinden
kaçtığı bilinmektedir; ancak ona Akçar isimli birisinin yardım ettiğine dair
herhangi bir tarihî belge yoktur. Ayrıca bu eserde ıslık çalan okların mucidi
Akçar karakteridir. Tarihî kaynaklar ise Mete’nin bu okları kendisinin icat
ettiğini yazar.
Eserdeki bir diğer kurgusal farkılık da Mete’nin sevgilisini oklattığı
kısımdır. Normalde Mete sevgilisini değil eşini oklatmaktadır. Mehmet Kemal
Erdoğan’ın eserinde göze çarpan farklılıklardan birisi de Çinli General Meng
Tien’dir. Bu ünlü komutandan bahseden tek Mete Han romanı Mehmet Kemal
Erdoğan’ın romanıdır. Mete’nin Thung-huları yenip eşini geri aldığında eşinin
hamile olduğunu gördüğü kısım da tamamen yazarın hayal dünyasının bir ürünü
olarak okurun karşısına çıkmış olan kısımlardandır.
Bu eserdeki önemli farklılıklardan bir diğeri de Mete Han’ın oluşturduğu
infazcı birliğidir. Bununla birlikte yazarın kurguladığı Alangu ve Bayrı gibi
karakterlerin başından geçen olaylar ve Mete’nin babasının komutanı olan Kiale
79
karakteri de tamamen yazarın hayal dünyasının ürünüdür. Yine benzer şekilde
Mete’nin sevgilisi Yanzhi’nin babası Usta Li karakteri de tarihte yaşadığına dair
bir delil bulunmayan tamamen kurgusal karakterlerdendir. Doğal olarak bu
karakterler ile ilgili olan olaylar da tarihî kaynaklarla belgelenmemiş olan
olaylardır. Kiale’nin Yenişi’ye âşık olduğu için Mete’yi öldürtmek istemesi ya da
Usta Li’nin kızı Yanzhi’nin intikamını almak için Mete’ye suikast düzenletmeye
çalışması tamamen kurmacadır. Eserdeki önemli farklılıklardan birisi de
Mete’nin Çin’e akın düzenlemek yerine evlilik teklifi ile bir ittifak kurmaya
çalışmasıyla ilgili olayların anlatıldığı kısımdır. Mete’nin Çin İmparatoriçesine
bir mektup yazarak evlilik teklifinde bulunduğu bilinmektedir. Ancak tarihî
kaynaklara göre Mete bu teklifi Çinle uzun yıllar savaştıktan sonra yapmıştır.
Bu eser bir bakıma Mete Han romanı olduğu gibi Akçar karakterinin de
romanıdır. Çünkü Akçar karakteri hun ordusu için savaşmak isteyen bir gençken
roman içerisinde Hun ordusunun generali hâline gelmiş ve Mete Han’ın generali
olmuştur. Bu bakımdan Ahmet Haldun Terzioğlu’nun romanındaki Salık
karakterine benzerlik taşımaktadır. Ayrıca bu eserde Mete Han’a ait birçok vasıf
ve özellik Akçar karakterine aktarılarak işlenmiştir. Özetle denilebilir ki bu
eserde Mete Han karakteri ile birlikte Akçar karakteri de ön plana çıkarılmıştır.
Eserin sade, anlaşılır bir dili vardır. Eserin kurgusunda abartıya kaçacak
derecede olan rastlantılar eserin kurgusunu zayıflatmış ve inandırıcılığını
zedelemiştir. Özetle bu eser kolay okunan; ancak kurgusundaki zayıflık sebebiyle
Mete Han romanları içerisinde diğer eserlere nazaran zayıf kalan bir eserdir.
Buna karşın eser Mete Han’ın hayat hikâyesine yeni bir bakış açısı geçirdiği için
Mete Han’la ilgili yazılmış roman külliyatına önemli bir katkıda bulunmuştur.
Kumandan Mete: Yiğit Recep Efe’nin 2018 yılında yayımlamış olduğu
roman piyasada Mete Han ile ilgili günümüze kadar yayımlanan dördüncü roman
olma özelliği taşır. Yazar görsellerle desteklediği romanın son kısmına koyduğu
okuyanların kendisini ve liderlik özelliklerini keşfetmeye yönelik bir test ile
eserini diğer eserlerden farklı bir yapıya büründürmüştür. On bir bölümden
oluşan eser Mete’nin klasik hayat hikâyesini farklı ve yumuşatılmış bir üslupla
ele alır.
80
Eserde kurgu iki ana eksen etrafında şekillenir. İlk olarak eserde Mete’nin
haksızlığa uğrayarak Yüeçhiler’e öldürülsün diye rehin olarak gönderilmesi ve
Çinli üvey annesi ve babası Teoman Han ile giriştiği mücadeleden galip çıkarak
tahtı ele geçirmesi anlatılır. Eserin ikinci kısmından itibaren ise Mete’nin
hanlığını genişletmesi Çinliler, Yüeçhiler ve Tung-hular ile giriştiği mücadeler
ve Türk birliğini sağlaması anlatılır. Tüm bunlar anlatılırken de Mete’nin Türk
birliğine ve Türklüğe verdiği önem üzerinde durulur. Bu eserde Yiğit Recep
Efe’nin Mete’nin hayat hikâyesini bir takım değişiklikler yaparak anlattığı
görülür. Yiğit Recep Efe’nin kurmacanın verdiği özgürlükten yararlanarak Mete
Han’ın yaşam öyküsünde yaptığı değişiklikler üzerine bazı dikkatler bu eserin
farklı yönlerini ortaya koymak bakımından aşağıda verilmiştir.
Yiğit Recep Efe’nin yeni bir bakış açısıyla yorumladığı bu eserde ilk olarak
Mete Han’ın yaşam öyküsünün Oğuz Kağan destanı ile harmanlanarak verildiği
görülür. Bu eserde daha önce yazılmış üç Mete Han romanına göre daha
merhametli bir Mete Han profili oluşturulmuştur. Bundan mütevellit yazar
Mete’nin eşini ve atını oklattığı kısımlara hiç değinilmemiştir. Eserde benzer
şekilde Mete’nin diğer eşini Tung-hular’a gönderildiği kısım da değiştirilmiştir.
Mete bu eserde Tung-hular’a eşini göndermek yerine kılıcını göndermiştir.
Bu eserde ayrıca diğer eserde hiç değinilmeyen bir konuya değinilmiş ve
Türklerin soyunun Nuh’un oğlu Yafes’in Türk isimli oğlundan geldiği ifade
edilmiştir.
Eserin en dikkat çekici yanı ise baştan sona bir Türklük ve Turan fikri
üzerine kurulmuş olmasıdır. Bu eserde Mete Han, efsanelerde anlatılan ve
Türkleri bir araya getirecek olan efsanevi bir hükümdar portresinin içerisinde
okuyucu ile buluşturulmuştur. Eserde ayrıca “Tung-hular” “Donghu”, “Yüeçiler”
“Yüzezhi” isimleri ile okurun karşısına çıkmıştır.
İçerik bakımından yukarıda bahsi geçen farklılıkları barındıran eserin
biçim bakımından ise akıcı ve sürükleyici bir üslubu olduğu söylenebilir. Eserde
kullanılan resimler ve fantastik unsurlar eseri daha kolay ve zevkli okunur hâle
getirmiştir.
81
Eserdeki temel entrika unsuru Mete’nin babası ve üvey annesi Yenişi ile
giriştiği mücadele üzerinden sağlanmaya çalışılmıştır. Mete bu iki karşıt güce
karşı başarılı olduktan sonra ülkesinin düşmanlarını bir bir alt etmiştir. Eserde
Mete’nin yanındaki yardımcı güç ise Gök Tanrı’dır. Bu eserde Mete Gök
Tanrı’dan kut almış ve onun yardımıyla ülkesine dirlik ve düzen getirmeye
çalışan ve Turan hayaliyle yanıp tutuşan bir liderdir. Mete ayrıca bu eserde
töresine sadık, adaletli, cömert ve Gök Tanrı inancından ödün vermeyen üstün
askerî meziyetleri olan bir devlet adamıdır. Aman dileyene kılıç çalmayan
Mete’nin affetmediği şeyler ihanet ve törelerin ihlalidir.
Bu eserde göze çarpan bir diğer farklılık da Mete’nin Yafes’in kılıcını
bulduğu kısımdır. Mete Türk birliğini sağlayacak kişinin sahip olacağı bu kılıcı
bularak Türk birliğini sağlar. Ayrıca eserde Mete ile Oğuz Kağan’ın aynı kişi
olduğu ifade edilir. Mete’nin efsaneleşerek Oğuz ismiyle anıldığı üzerinde
durulur ve Mete’nin tek boynuzlu bir canavarı alt etmesi ile ilgili Oğuz Kağan’a
dair efsaneler onun başından geçmiş gibi anlatılır.
Bu eserde temel olarak yazarın daha ılımlı ve makul bir Mete karakteri
yarattığı görülür. Mete’nin askerlerine karşı uyguladığı disiplin oyunları
hafifletilerek anlatılmış, Mete’nin komşuları ile giriştiği müzakerelerdeki
tercihleri değiştiririlerek sunulmuştur. Eserde ayrıca savaş sahneleri ve Mete’nin
bireysel kahramanlıkları ön plana çıkarılmıştır. Ayrıca bu eserde Mete’nin aşk
hayatına hiç değinilmemiştir. Eserde kadın temasının işlendiği kısım Yenişi’nin
Teoman üzerindeki etkisinin anlatıldığı kısımlarla sınırlı kalmıştır.
Eser tüm bu özellikleri bakımından gençlerin okumasına daha uygun bir
eser görünümündedir. Çünkü yazar Mete’nin yaşam öyküsünden gençlere uygun
olmayacağını düşündüğü kısımları çıkarmıştır. Eserin içerisinde şiddet ve
cinsellik gibi konulara yer verilmemiştir. Ayrıca eserin içerisinde kullanılan
resimler ve dilinin basitliği de eseri gençlerin ve çocukların okumasına daha
uygun bir şekle bütündürmüştür. Tüm bu tespitler ışığında bu eserin hemen her
yaş grubunun okuyabileceği bir Mete Han romanı olduğu söylenebilir.
Attilâ: Attilâ romanı Türk edebiyatında Hunlar ve Attilâ hakkında bilinen
ilk romandır, aynı zamanda bu roman Peyami Safa’nın yayımladığı tek tarihi
82
roman olma özelliği taşır. Bu eserin 1928 yılında Cumhuriyet gazetesinde tefrika
edilmesinden sonra, 1931 yılında Resimli Ay Matbaası tarafından baskısı
yapılmıştır.
“Tarihsel bir roman olarak değerlendirilen Attilâ, Peyami Safa’nın diğer
eserlerine oranla edebiyat tarihi içerisinde geri planda kalmış ve unutulmuş bir
metindir. Metin incelendiğinde üslubun, yazarın bilinen üslubundan farklı olduğu
ve metnin popüler roman türünün bazı özelliklerini taşıdığı görülebilir” (Gür
2012: 53).
Bu eserde Peyami Safa Attilâ’nın askerî kişiliğinden ve devlet
adamlığından ziyade aşk hayatı üzerinde durmayı seçmiştir. Attilâ’nın üç ayrı
kadın arasında yaşadığı büyük aşkı konu alan yazar Attilâ’nın karizmatik
kişiliğini de ön plana çıkarmıştır. Attilâ’yı konu alan diğer romanlardan bir diğer
önemli farkı da eserin Attilâ’ya Doğu Roma İmparatorluğu tarafından
düzenlenmek istenen suikastla başlamasıdır.
Ayrıca Peyami Safa eserinde verdiği dipnotlar aracılığı ile Attilâ ile ilgili
bilgileri aldığı kaynakları da belirtmiştir.
“Attilâ romanında, tarihin gerçekliği ve okuru kurguya inandırma yazarın
baş kaygısı olarak görülmektedir. Yazar bunun için metinde kendi görüşlerini
destekleyen
çeşitli
belgelerle
birlikte
bilimsel
eserlerden
dipnotlar
kullanmaktadır.(…) Attilâ romanı bu yönüyle de popüler çizgide bir roman
olarak değerlendirilebilir. Yazarın kullandığı dipnotlar, tarihçilerin düşünceleri,
masallar kurguda inandırıcılık etkisi yaratırken aynı zamanda dönem hakkındaki
tarihsel kaynakları da belirttiğinden Attilâ devri hakkında bilgiler verir” (Gür
2012: 65).
Gür’ün de ifade ettiği gibi Peyami Safa’nın bu kısımlarda vakanüvisleri
şahit göstererek kurmacayı tarihi gerçeklikle ilişkilendirmeyi hedeflediği ve belki
de böyle yaparak eserinin tarihî bir kaynak olarak kullanılmasını arzuladığı
söylenebilir.
“Safa’nın ön sözde belirttiği gibi, amacı insanlara Attilâ’yı tanıtmak, onları
bilgilendirmek, tabir yerindeyse ortak bir bilinç oluşturmaktır. Bununla beraber
yazar tarihin her zaman anlatıldığı gibi olmadığını, bazen farklı yorumlar
83
gerektiğini de okura bildirir. Bu nedenle kullandığı bazı açıklamalar, tanımlar ve
yorumlar metnin bir kurgu olmaktan uzaklaşarak yer yer ansiklopedik bir özellik
kazanmasına neden olur. Bu tür bir öğretme ve ortak bir bilinç oluşturma çabası
ise popüler tarihsel romanlarda kullanılan bir yöntemdir” (Gür 2012: 66).
Eserin zayıf olan yanlarından birisi karakterlerin 5. yy’da yaşayan bireyler
gibi konuşmayışı ve İslamiyet daha o dönemde ortaya çıkmadığı hâlde
karakterlerin
Allah’tan
bahsediyor
oluşudur.
Hülya
Argunşah
da
bu
söylediğimize paralel olarak şöyle bir değerlendirmede bulunmuştur: “Roman
boyunca yadırganan bir başka durumda romanda sık sık Attila’nın ağzından
İslami hükümler ifade edilirken yaşanan hayatın tam tezat bir hayat tarzı
olmasıdır” (Argunşah 1990: 85-86). Ayrıca bu romanın Peyami Safa’nın diğer
romanlarının gölgesinde kalmasını da Hülya Argunşah şu şekilde izah eder:
“Attila romanında Peyami Safa’nın asıl şöhretini sağlayan ruh tahlilleri
yoktur. Kahramanını bir masal havasında yüceltir. Zaman yine bu masal
anlayışına uygun olarak esnektir. Attila’nın yazarın diğer romanları arasında
pek sayılmayışının sebebi de bu zayıflığı olmalıdır” (Argunşah 1990: 86).
Argunşahla benzer ifadeleri kullanan bir diğer isim de Murat Belge’dir.
Belge, Peyami Safa’nın Attilâ’sı ile ilgili şu ifadeleri kullanır: “[Attilâ]
esrarengizden çok “kasıntı”, kararlıdan çok ne yaptığını kendi de bilmeyen biri
olarak çıkıyor karşımıza. Peyami Safa’nın Attilâ üzerindeki ‘karakter çalışması’
son derece başarısız” (Belge 2008: 249).
Peyami Safa bu eserinde Attilâ ile ilgili yazılmış diğer romanlardan farklı
olarak Aetius karakteri üzerinde çok fazla durmamıştır. Yazarın bu tercihi Murat
Belge’nin de belirttiği üzere eseri Brion’un yazdığı Attilâ romanına bir tepki
olarak yazmasından ileri gelmektedir (Belge 2008: 243). Muhtemelen Peyami
Safa, Brion’un Aetius’u övmesinden ve onu yüceltmesinden rahatsız olmuştur.
Peyami Safa’nın bu eserinde daha çok Attilâ’nın Kerka, Onorya ve İldiko
karakterleri ile yaşadığı aşk üçgeni üzerinden bir kurmaca evren oluşturduğu
görülmektedir. Romanda bu aşk üçgeni dışında geriye kalan olayların büyük bir
bölümü Attilâ’nın tarihte başından geçen olaylarla örtüşmektedir. Attilâ öncelikle
II. Balkan Seferi sonucunda Doğu Roma’yı zekâsıyla ve askerî stratejileriyle alt
84
etmiş ve kendisine vergi ödemeye mahkûm etmiştir. Attilâ daha sonra Doğu
Roma ile yaptığı savaştan elde ettiği ganimetle Batı Roma seferinin hazırlıklarını
yapmıştır.
Üçüncü kişi anlatıcının kullanıldığı roman iki kısımdan meydana
gelmektedir. Birinci kısımda ağırlıklı olarak Attilâ’ya düzenlenen suikast,
Onorya ile yaşadığı aşk ve Gol seferi üçgeninde kurgu sağlanmışken ikinci kısım
Attilâ’nın Batı Roma seferi ve İldiko ile yaşadığı aşk ön plana çıkmaktadır.
Birinci kısım kendi içinde yedi bölüme ikinci kısım da beş bölüme ayrılmıştır.
Yazarın ele aldığı olay örgüsü Attilâ’nın İkinci Balkan Seferi’ni yaptığı 447
tarihiyle başlar ve 453 yılında ölümüyle birlikte son bulur. “Yazarın dış zamanı
da ihmal etmediği görülmektedir. Romanın olay örgüsü 449 yılında başlayıp 451
sonlarına doğru bitiyor. Dolayısıyla, roman yaklaşık üç yıllık bir süreyi
kapsıyor” (Güneş 2005: 99). Güneş’in yaptığı tespiti göz önünde bulundururken
eserde doğrudan verilen tarihlerden yola çıkarak bir tespit yaptığı düşünülebilir.
Ancak tarihî kaynaklara baktığımızda olaylar 447 yılında II. Balkan Seferi’nin
hemen öncesinde başlar; Attilâ’nın ölüm yılı olan 453’te son bulur. Bu bakımdan
Güneş’in söylediğinin aksine altı yıllık bir süreyi kapsar. Ayrıca Peyami Safa
romanın baş kısmına Attilâ ile ilgili kanaatlerini sunduğu bir ön söz koymuştur.
Bu kısım aracılığıyla da Attilâ ile ilgili nasıl bir roman vücuda getirdiğini kendi
ağzından belirtmiştir.
“Peyami Safa’nın romanda belirttiği gibi eser, Attilâ’ya ait her şeyi;
efsaneyi, tarihi, aşkı ve ölümü içermektedir. Gerçekten romanda tarih de
söylence de, aşk ve ölüm de fazlasıyla bulunuyor. Eserinde Attilâ’yı tanıtmak
isteyen yazar, amacına ulaşıyor. Okuruna Attilâ’nın kahramanlığı yanında insan
yönünü de güzel bir biçimde aktararak, onu okuyucuya çeşitli yönleriyle
tanıtmaktadır” (Güneş 2005: 68).
Oğuzhan Cengiz’in ifadesine göre “Peyami Safa, Attila’nın kadın
perspektifin[i] romantik bir zaviyeden değerlendiriyor, kadına karşı son derce
nazik, kibar ve centilmen olduğunu yorumluyor” (Cengiz 2016: 117).
Oğuzhan Cengiz’in de ifade ettiği üzere Peyami Safa’nın Attilâ’sı acımasız
bir imparatordan ziyade nazik ve romantik bir âşık olarak okurun karşısına
85
çıkmaktadır. Bu bakımdan bu eseri diğer Attilâ romanlarından apayrı bir yere
koymak gerekmektedir. Bu eser Attilâ ile ilgili yazılmış eserlerin hem ilkidir hem
de içlerinde Attilâ’nın aşk hayatına bu denli yoğunlaşan bir başka eser yoktur.
“Sonuçta yine de Attilâ romanı genel çizgileriyle başlıca kişiler, olaylar ve
zaman açısından tarihsel verilerle önemli ölçüde benzerlik gösteriyor. Eserde,
ünlü bir tarihsel kişilik, bir roman başkişisi olarak başarılı bir biçimde
canlandırılmıştır. Roman teknikleri arasında yeri olmayan dipnot kullanımının
getirdiği –tartışılabilir- sakıncaya rağmen eser, başarılı biçimde işlenmiş
kişileriyle, özellikle sürükleyici olay örgüsüyle ilgi çekici bir nitelik taşımaktadır”
(Güneş 2005: 101).
Büyük Hun Hükümdarı Attila: 2013 yılında Muharrem Eryılmaz
tarafından yayımlanmış olan bu romanda kurgu Attilâ’nın diplomatik zekâsını ön
plana çıkarmak üzere kurulmuştur. Diğer Attilâ romanlarından farklı olarak bu
eserde Attilâ’nın aşk hayatının neredeyse hiç işlenmediği görülmektedir. Bu
eserde Attilâ’nın kalbi meseleleri sadece fonda soluk bir unsur olarak kalmıştır.
Eserin en dikkat çekici özelliklerinden birisi de Hunların Avrupa’da ortaya
çıkış tarihinden itibaren olay örgüsünün başlıyor oluşudur. Okur bu vesile ile
Attilâ öncesindeki Hun devletinin durumu hakkında da bir izlenim edinmiş
olmaktadır.
Eserde Attilâ’nın diplomatik dehası her surette vurgulanırken buna karşın
askerî becerilerinin Aetius’un gölgesinde kaldığı görülmektedir. Diğer Attilâ
romanlarından farklı olarak bu eserde karşıt güç olan Aetius övgülere layık bir
kişi olarak anlatılmış ve Aetius’un askerî dehası abartıya kaçan bir övgüye tabi
tutulmuştur. Öyleki “son gerçek Romalı” olarak ifade edilen Aetius’un ihanete
uğradığı ve iftiralara kurban gittiği söylenmiştir. Attilâ’nın bile hayranlık
duyduğu bir general olarak ifade edilen Aetius diğer eserlerde hileci, kurnaz ve
Attilâ’yı kahpece öldürmeye teşebbüs edecek bir komplocu olarak nitelenirken
bu eserde Attilâ’nın kurtuluşuna vesile olan ve ona saygı duyan sadece askerî
işlerle uğraşan bir general olarak karşımıza çıkar.
Eserin merkezinde Attilâ’nın diplomatik becerilerle İmparatorluk kurma
başarısı anlatılır. Bu eser diğer eserlere göre efsanelerden ve fantastik
86
unsurlardan uzak bir yapıdadır. Bu eserde Attilâ’nın efsanevi kişiliğinden ziyade
onun bir insan gibi kusurlarıyla anlatıldığı bir yapı vardır. Diğer Attilâ
romanlarında Attilâ’nın Roma’yı dize getirdiği görülürken bu eserde Attilâ önce
Aetius’a yenilir. Sonra da Papa’nın haşmeti karşısında etkilendiği için ve ordusu
güçsüz olduğundan geri çekilir. Attilâ yaşlandıktan sonra akıllıca hareket etmez
ve düşmanın İldiko isimli kızıyla evlenir ve gerdek gecesi bu kadın düşkünlüğü
sebebiyle vücudu dayanamaz ve ölür.
Bu eserde ayrıca tarihi olayların daha çok ön plana çıkarıldığı
görülmektedir. Savaşlar ve yapılan anlaşmalar eserde geniş olarak yer bulmuştur.
Attilâ’nın hükümdarlık dönemi diğer eserlerde olduğu kadar şaşalı anlatılmamış,
Attilâ daha silik, gündelik zevklerine daha düşkün ve kusurlu bir yapıda
anlatılmıştır. Attilâ’nın başarısında talihinin de yardımı olduğu vurgulanarak
onun başarısının küçümsendiği görülmektedir.
Attilâ’nın bu eserde Moğol soyundan geldiğinin ifade edildiği kısımda
dikkate değerdir. Çünkü Attilâ’nın Moğol soyundan geldiğine dair herhangi bir
tarihî veri yoktur.
Attilâ Batı Roma İmparatoru’nun kız kardeşi Honorya ile evlenmek istemiş;
ancak bu evlilik Aetius’un kurnazlığı ile gerçekleşmemiştir. Eserde ayrıca
Attilâ’nın üç yüze yakın eşi ve altmışa yakın çocuğu olduğu belirtilir. Attilâ bu
eserde kadınlara aşk besleyen bir karakterden ziyade onları sadece haremindeki
bir eşya gibi görmektedir. Genel anlamda bu romanda Attilâ kusurlu, dünyevi
ihtirasları olan, siyasi oyunları ve entrikaları seven, düşmanlarıyla göğüs göğüse
çarpışmak yerine onları aldatmayı yeğleyen bir devlet adamı olarak anlatılmıştır.
Birçok kaynakta Attilâ’nın kardeşi Bleda’yı öldürdüğü ifade edilirken bu
eserde kardeşi Bleda’yı öldüren o değildir. Ayrıca diğer eserlerden ve tarihî
kaynaklardan farklı olarak bu eserde Attilâ öncelikle amcaları ile bir taht
mücadelesine girişir, daha sonra tüm Hunları himayesi altına alır.
Özetle bu eserde genel tarihî verilen dışında bir Attilâ profili okurun
karşısına çıkmaktadır. Attilâ bir aşk adamı değil kurnaz bir devlet adamıdır. O
sinsi planlar kurmada ve siyasi oyunlar oynamakta başarılıdır. Bu durum bilinen
Attilâ profili ile tam tersi bir durum teşkil etmektedir. Normalde tarihî kaynaklara
87
göre Aetius hilebaz, komplocudur. Aetius, siyasi ayak oyunlarını başarıyla
uygulayan bir karakterken Attilâ başarılı bir asker ve idarecidir. Ancak bu eserde
yazarın iki karakterin özelliklerini yer değiştirdiği görülmektedir.
Eserde ayrıca Muncuk’un öldürülmesi ve amcası Rua tarafından bozkırda
bir başına kalmışken kurtarılış hikâyesi de işlenmemektedir. Çünkü burada
Amcaları birer yardımcı karakterden ziyade karşıt güç olarak anlatılmıştır.
Attilâ’nın taht mücadelesinde başarılı olduktan sonra küçük amcası ile ufak bir
problemi olmuş; ancak amcasının kendisine bağlığını ilan etmesiyle aralarındaki
problem çözülmüştür. Amcası Rua ise her zaman tahtın varisi olarak Attilâ’yı
düşünmüş ve onu ileride bir kral olacak şekilde yetiştirmiştir. Tüm bunlar göz
önünde bulundurulduğunda Muharrem Eryılmaz’ın Attilâ’sının bilinen tarihî
verilerin tersinde bir karakter olarak kurgulandığı söylenebilir.
Atilla Galya Fatihi: İbrahim Karahan’ın 2014 yılında ilk baskısını yapan
eseri Attilâ ile ilgili yazılmış diğer dört eserden kurgu bakımından büyük
farklılıklar arz eder. Diğer eserlerin tamamında Attilâ ile ilgili farklı tarihî
gerçeklere ışık tutulduğu ya da bu gerçeklerle birlikte yazarın muhayyilesinde bir
Attilâ profili çizildiği görülürken bu eserde Atilla’nın tarihî gerçeklerden
uzaklaştırılarak anlatıldığı görülür. Örneğin tarihî kaynaklara ve diğer eserlere
göre Bleda Attilâ’nın kardeşiyken bu eserde Bleda Attilâ’nın amcası Rua’nın
oğludur ve Attilâ ile arasında bir husumet olmasından ziyade ona yardım
etmektedir. Hatta onun Roma esaretinden kurtulmasını sağlar.
Bu eserdeki büyük farklılıklardan diğeri de Aetius’un Bleda tarafından
eğitilmesi daha sonra esir alınması ve Attilâ’nın serbest bırakılması için
kullanılmasıdır. Atilla Galya Fatihi isimli eserin giriş kısmında Hristiyan
dünyasının ön plana çıkarılması ve o dönem Hristiyan dünyasının portresinin
çizilmeye çalışılmış olması da esere ayrı bir orijinallik katmıştır. Yazarın o
dönem Hristiyan dünyasını betimlemesi ve Attilâ’nın karşısındaki asıl gücün
Kilise olarak gösterilmesi güzel bir detay olarak ön plana çıkmıştır. Bu eserde
gerilim Kilise ve Attilâ çatışması üzerine bina edilmek suretiyle oluşturulmuştur.
Attilâ’nın
Roma’ya
esir
düştüğü
yıllarda
88
bile
Kilise’nin
içerisindeki
yozlaşmışlığı görmesi ve Kilise karşıtı bir papaza yardım etmesi de bunun
göstergesidir.
Bu eserdeki önemli farklılıklardan birisi de Attilâ’nın kılıç efsanesinde yer
alan kılıcı buluş şekli ve bu efsanenin Batı kaynaklı efsanelere benziyor oluşudur.
Bu eserde bahsi geçen Attilâ diğer eserlerdekilerden farklı olarak Ales’in
kılıcının yerini kâhin aracılığıyla öğrenmiş o şehri fethetmek suretiyle efsanevi
kılıcı ele geçirmiştir. Baştan sona tarihî karakterlerin özelliklerinin yer
değiştirdiği bu eserde göze çarpan bir diğer önemli farklılık da İldiko ve
Honoria’nın aynı kişi olarak ifade edilmiş olmasıdır. Tarihî veriler ışığında
bakıldığında Honoria bir Roma prensesi iken İldiko Attilâ’nın ailesini savaş
esnasında öldürdüğü savaş esiri olarak alınan bir kızdır. Bu eserde bahsi geçen
III. Valentionus’un kız kardeşi Honoria Attilâ ile evlenmek ister. Bu isteği
gerçekleşmeyince bir Roma valisi ile evlenip daha sonra inzivaya çekilir. Attilâ
Roma’yı işgal edeceği sırada Papa I. Leo Honoria’yı Attilâ’ya rüşvet olarak verir.
Attilâ Honaria ile evlendiği günün gecesi onun tarafından zehirlenerek öldürülür.
Bu bakımdan yazarın bu eserde tarihteki iki farklı kişiyi tek bir karakter gibi
anlatması da farklılık gösteren kısımlardandır. Peyami Safa’nın Attilâ’sı ve Okay
Tiryakioğlu’nun Attila’sı ile bu eser dışındaki diğer romanlarda Honoria hiçbir
zaman Attilâ’nın sarayına gelmez.
Bu romanda III. Valentinionus’un annesi Placidi yerine eşi Silvia tarafından
yönlendiriliyor oluşu da farklı bir bakış açısı örneği olarak okurun karşısına
çıkar. Romanda Papa I. Leo’nun ön plana çıkarılması da diğer romanlardan
farklılık arz etmektedir. Romanın başından sonuna kadar karşıt güç olarak en çok
ön plana çıkan karakter Papa I. Leo’dur. Diğer Attilâ romanlarında sadece Attilâ
Roma’ya saldırdığında sahneye çıkan Papa I. Leo bu eserde kurgunun
merkezinde yer almaktadır. Bu eserde özellikle Papa yanlıları yani Kiliseyi
destekleyen ve kiliseye karşı olan bir Hristiyan dünyası ve bu Hristiyan
dünyasında yaşanan çatışma anlatılmıştır. Ayrıca bu çatışma ortamı anlatılırken
Kilise’nin yaptığı yanlışlar ve gösterdiği acımasız tutum gözler önüne serilmiştir.
Kurmaca dünyasındaki tüm farklılıklarına rağmen İbrahim Karahan’ın
Galya Fatihi Atilla adlı romanında kullandığı üslubun başarılı olduğu
89
söylenebilir. Eserin dili diğer Attilâ romanlarına nazaran daha akıcıdır. Ayrıca bu
roman popüler tarihî romanlardan beklenen sürükleyiciliğe ve gerilimi sağlayan
entrika unsuruna sahiptir. Ek olarak bu eser Attilâ’nın efsanevi hikâyesine farklı
bir pencereden bakılabileceğini de göstermektedir. Her ne kadar tarihte yaşadığı
bilinen Attilâ’nın hayat hikâyesi bu eserde anlatılandan farklı olsa da.
Başbuğ Attila: 2015 yılında Hüseyin Adıgüzel tarafından ilk baskısı
yapılan eser diğer Attilâ romanlarına göre daha romantik bir eserdir. Attilâ’nın bu
eseri beş bölümden meydana gelmektedir. Attilâ’nın öz yaşam öyküsünden yola
çıkılarak oluşturulmuş olan bu eser üçüncü kişi anlatıcıyla kaleme alınmıştır.
Akıcı bir üslubu olan eserde diğer eserlerden farklı olarak Gleserich isimli bir
yardımcı karakter kullanılmıştır. Bazı eserlerde ve Attilâ’nın öz yaşam
öyküsünde Vandal Kralı olarak bahsi geçen bu karakter Attilâ’nın Roma
sarayında rehin olduğu andan son ana kadar onun yanında yer almış ve Attilâ’ya
yol göstermiştir. Eserin önemli farklılıklarından birisi de Attilâ’nın amcalarının
kendi aralarında tahta kimin geleceği konusunda ihtilafa düşmesidir. Bu eserde
Attilâ’nın amcası Aybars Attilâ’nın tahta geçmesini desteklerken Rua, Bleda’nın
başa gelmesini istemektedir. Bu yüzden Attilâ’dan kurtulmak için onu Roma’ya
gönderir.
Bu eserde Bleda’nın ölüm sahnesi de farklı biçimde betimlenmiştir. Attilâ
abisini öldürmek istemez; ancak bir askeri onu korumak için Attilâ’dan emir
almadan Bleda’yı öldürür. Eserdeki ilginç kısımlardan birisi de Onagesius’un
Doğu Roma’ya elçilik için gittiğinde ünlü İranlı şair Firdevsi ile karşılaşmasıdır.
Firdevsi’nin yaşadığı tarihin Attilâ’nın yaşadığı tarihten neredeyse beş yüz yıl
kadar sonra olması yazarın eserinin bu kısmını postmodern bir anlayışla ele almış
olmasından kaynaklanabilir. Eserdeki ilginç kısımlardan bir diğeri de
Konstantinapolis’ten İstanbul diye bahsedilmesidir. O dönemde İstanbul adına
sahip olmayan Doğu Roman’nın başkentine yazarın günümüzdeki ismiyle hitap
etmesi de tarihî gerçeklikle bir ölçüde çelişmektedir. Bunlara karşın eserde
Attilâ’nın yaptığı savaşlar tarihî verilerle örtüşmektedir.
Eserde farklı olarak ele alınan kısımlardan birisi de Ostrogot Kralı
Kandahar’ın kızı İdelkon ile evlenmesidir. Priskus Tarihi’nde bahsi geçen Erikan
90
bu eserde de Attilâ’nın ilk ve ençok değer verdiği eşi olarak okurun karşısına
çıkar. Bu eser genel olarak bazı farklılıkları olmasına karşın olayların gidişatı
bakımından tarihî kaynaklarla örtüşen bir eserdir. Özetle Attilâ bu eserde güçlü
bir savaşçı olmanın yanında entrika kurmada da becerikli bir lider olarak okurun
karşısına çıkar.
Eserin ilk üç bölümünde kurgu Attilâ’nın Doğu Roma ile giriştiği
mücadeler üzerine kurulmuşken eserin son iki bölümünde Attilâ’nın Batı Roma
ile giriştiği mücadele ele alınmıştır. Yazarın çizdiği Attilâ karakteri sağduyulu
danışmanlarının sesine kulak veren halkının sorunlarıyla ilgilenen ve diğer
milletlerle iyi anlaşan zeki, kurnaz ve etkileyici bir liderdir. Genel anlamda
yazarın eserinde Attilâ’yı Batılı kaynaklar ve Türk kaynaklarında yer alan tarihî
verileri harmanlayarak betimlediği görülmektedir.
Popüler tarihî roman olma özelliği gösteren eserde Hüseyin Adıgüzel’in
popüler romanların diline uygun bir üslup kullandığı söylenebilir. Bununla
birlikte yazarın dilinin ve kurgusunun sıradanlıktan kurtulamadığı ve her ne
kadar eserinde bir takım farklılıklar bulansa da eserinin Attilâ ile ilgili yazılmış
ve çizilmiş olan diğer eserlerden çok da farklı bir perspektif sunmadığı
görülmektedir.
Attila Tanrının Kırbacı: Mehmet Kemal Erdoğan’ın ilk baskısını 2016
yılında yapan romanı toplam on dokuz bölümden meydana gelmektedir.
Attilâ’nın klasik yaşam öyküsünün romanlaştırıldığı eserde hâkim bakış açısına
yer verilmiş ve üçüncü kişi anlatıcı kullanılmıştır. Yazarın açık, anlaşılır ve akıcı
bir üslubu olmakla birlikte romanda basit bir anlatım dili kullandığı
görülmektedir.
Attilâ’nın yaşamından bahseden tarihî kaynaklarda ve onunla ilgili anlatılan
efsanelerde Attilâ’nın hayatıyla ilgili birden fazla rivayet bulmak mümkündür.
Onun hayatının belli noktaları ile ilgili olarak tarihî kaynakların dahi fikir birliği
edemediği bir takım karanlık noktalar vardır. Ancak onun hayat hikâyesiyle ilgili
ortaya konan rivayetler ne olursa olsun ortaya çıkan bir takım vakalar vardır ve
romancılarda bu vakaları ele alırken oluş nedeniyle ilgili beslendikleri kaynaklara
veya kendi kabul ettikleri rivayete göre hareket etmiştir.
91
Attilâ döneminde yazılmış ciddi tarihî vesikalar olmakla birlikte bu
vesikaların günümüze ulaştırdığı veriler de tarihçiler arasında tartışmalara neden
olmaktadır. Bu bakımdan Attila Tanrının Kırbacı romanında Attilâ karakterinin
Batı kaynaklarındaki Attilâ ile ilgili efsaneler ve Attilâ destanı referans alınrak
oluşturulduğu görülmektedir. Attilâ güçlü bir hükümdar olmakla birlikte ismi
efsanelere konu olmuş birisidir ve onun yaşam öyküsünden yola çıkarak bazı
tarihî gerçekler mitolojik unsurlarla bezenmiştir. Bu durumda Attilâ’nın
içerisinde yaşadığı toplumun etkisi olduğu kadar çevresinde yaşayan diğer
toplumların inançları da etkili oluştur. Bu romanda da diğer bazı Attilâ
romanlarında olduğu gibi Attilâ’nın efsaneleşmiş kişiliğinin birtakım fantastik
unsurlarla desteklenerek anlatıldığı görülmektedir. Bu romanın kurgusunun
ayrıca 2001 yılında yayımlanan Litvanya-ABD ortak yapımı Attila The Hun
isimli mini TV serisinin senaryosundan esinlenerek oluşturulmuş olduğu da film
senaryosu ve romanın kurgusu karşılaştırıldığında görülecektir. 1 Bu bakımdan da
bu eserde anlatılan Attilâ’nın Batılı kaynaklarda oluşturulmuş olan Attilâ
profiline yakın bir Attilâ olduğu aşikârdır. Bununla birlikte yazarın örneğin
Attilâ’nın bulduğu kılıç efsanesiyle ilgili özgün bir yaratıma gittiği farklı kısımlar
da vardır. Yazar bu efsane aracılığı ile Attilâ ve Hun İmparatoru Mete arasında
bir bağ kurmuştur. Bu eserde Attilâ’nın efsanevi kılıcının geçmişten bir şaman
yardımıyla sihir kullanılarak Attilâ’ya Mete tarafından gönderildiği anlatılır.
Attilâ ile ilgili yazılmış eserlerin birçoğu kurgu bakımından birbirine
benzemekle birlikte birtakım farklılıklar da arz ederler. Bu eserde bunu
görebileceğimiz bir örnek teşkil eder. Bu eserler arasındaki nüansı gözler önüne
serebilmek ve yazarların hangi konuları farklı bakış açılarıyla ele aldığını
görebilmek için de eserlerin olay örgüsüne bakmakta fayda vardır. Bu bakımdan
çalışmanın ilerleyen kısımlarında verdiğimiz detaylı olay örgüsü bu kısımda
bahsettiğimiz farklılıkları gözler önüne sermek bakımından kolaylık sağlayacatır.
Genel anlamda bu eserde Attilâ’nın Batılı kaynaklarda anlatılan tarihî kişiliğine
sadık kalındığı görülmektedir.
Atilla’nın Kalkanı: 2017 yılında Hasan Erdem tarafından yayımlanmış
eser Attilâ ile ilgili piyasaya çıkan serinin ilk romanıdır. Attilâ’nın romanın
1
https://www.imdb.com/title/tt0259127/plotsummary?ref_=tt_ov_pl Erişim Tarihi: 03.03. 2018
92
başkahramanı olmadığı tek Attilâ romanı bu eserdir. Bu eserde Attilâ daha çok
fonda işlenmiş eserin başkahramanı olarak “Atilla’nın Kalkanı” olarak ün salmış
olan Suptar karakteri seçilmiştir. Bununla birlikte eser içerisinde Attilâ ile ilgili
birçok veriye ulaşmak mümkündür.
Eserde genel olarak hamasi bir üslup kullanılmıştır. Suptar Attilâ’nın en
güçlü generallerinden birisidir ve Attilâ adına önemli savaşlar vermiştir. Aynı
zamanda Suptar Attilâ’nın bir yangından kurtardığı Ottigin isimli çocuğu
büyüterek ona babalık yapmış daha sonra birlikte savaşmak üzere yanına
almıştır. Eserde kurgu Suptar’ın ve Ottigin’in Batı Roma Prensesi Honoria ile
karşılaşması ve ona Doğu Roma topraklarına geçebilmesi için yardım etmeleri ile
Honoria’nın peşine düşen köle tüccarları ile giriştikleri mücadeleleri içerir. Tüm
bu olaylar olup biterken Attilâ karakteri Suptar’ın gözünden okura yansıtılır.
Suptar ara ara kendi işleriyle meşgul olduğu gibi zamanının büyük bir kısmını da
Attilâ’nın kendisine verdiği görevleri yerine getirmekle geçirir. Bu eserde
Attilâ’nın dünyasına sunulan farklı perspektif Attilâ romanları içerisinde bu
eserin farklı bir konumda bulunmasına neden olur. Bu eser Attilâ’nın klasik
öyküsünün farklı bir bakış açısıyla da ele alınabileceğini ve daha sürükleyici bir
tarihî macera romanına dönüştürülebileceğini gösteren güzel bir örnektir.
Kurgusuyla, anlatım tarzıyla ve Attilâ’nın hikâyesine farklı bir pencereden
bakmasıyla ayrı bir yere sahip olan bu eser, esas olarak Atilla’nın hikâyesini
farklı bir karakter üzerinden anlatmak bakımından farklılık yaratmıştır. Savaş
sahnelerindeki betimlemeler ve entrika unsuru olarak kullanılan kaçıp
kovalamacalar eseri sürükleyici bir hâle getirmiştir. Özetle bu eser Attilâ’nın
hikâyesine sunduğu farklı perspektif sebebiyle dikkate değerdir. Eserin ayrıca bir
seri şeklinde planlanmış olması da bir diğer farklılığıdır.
Atilla’nın Kargısı: 2018 yılında Hasan Erdem tarafından yazılan eser
Atilla’nın Kalkanı isimli romanın devamı niteliğindedir.
İlk romanda romanın başkahramanı olan Suptar karakterinin yerini bu
eserde bu sefer Suptar’ın evlatlığı olan Ottigin karakteri almıştır. Ottigin’in
babasının Attilâ’ya ihanet edip kayıplara karıştığı haberini almasıyla başlayan
eserde Ottigin’in Suptar’ı bulmak için giriştiği macera dolu yolculuk
93
anlatılmaktadır. Ottigin Attilâ’nın yanına gittikten sonra babası olarak gördüğü
Suptar’ı bulmak için Doğu Roma’ya gitmeye karar verir ve bu arada yolculuğu
esrarengiz bir hal alarak yolu zamanında öz anne ve babasını öldüren kişilerle
kesişir. Bunun üzerine Ottigin’in Suptarı bulma macerası bir taraftan da bir
intikam serüvenine dönüşür. Bu eser diğer Attilâ romanlarından kurgu olarak
serinin ilk kitabında olduğu gibi büyük farklılıklar içerdiğinden dolayı aşağıda
eserin özetine yer verilmek suretiyle bu farklılık gözler önüne serilmeye
çalışılmıştır.
Ottigin babası gibi yiğit ve cesur bir savaşçıdır ve yay kullanmakta
ustalaşmıştır. Yolculuğu esnasında konakladığı bir handa zamanında ailesini
katleden kişilerle şans eseri onların konuşmalarına kulak misafiri olarak karşılaşır
ve onları kılıçtan geçirir. Romalıları kılıçtan geçirmeden öncede ailesini
katledenlerin başında bulunan Leo isimli haydutun yerini öğrenir. Daha sonra
Ottigin eski bir asker olan ve ticaretle uğraşan Karyus ve Pallas’la bilikte
yolculuğuna devam eder. Ottigin Doğu Roma’nın başkentine gitmeden önce
Karyus’un evine gider. Bu sırada olaylar farklı bir boyut almaya başlar. Karyus
kızının fidye için kaçırıldığını öğrenir. Ottigin bu durumun ailesinin kattillerini
bulmak için iyi bir fırsat olduğunu düşünür ve Karyus’a kızını kurtarmak için
yardım edeceğini söyler. Ottigin, Karyus ve Pallas istenilen fidyeyi vermek için
kararlaştırılan yere giderler. Altın solidusları fidyecilere verirler; ancak
Karyus’un kızını alamazlar. Olaylar onları Leo ve adamlarının saklandığı yere
kadar götürür ve Ottigin ile Karyus cesurca savaşarak küçük kızı kurtarırlar;
ancak Leo kaçmayı başarır. Bu arada Ottigin’i maceraya başladığı ilk günden
beri takip eden Demir Boğa Ottigin’e yardım ederek macareya dâhil olur. Daha
sonra Karyus Ottigin’in Suptar’ı bulmasına yardım edeceğini söyler ve yanlarına
Demir Boğa’yı da alarak Konstantinapolis’e giderler. Ottigin orada Suptar’ı
bulur ve onun bir hain olmadığını ve Attilâ için Bizans İmparatoru’nun baş veziri
olan ve Attilâ’ya suikast girişiminde bulunanların azlettiricisi Chrysaphius’u
öldürmek için casus olarak gönderildiğini öğrenir. Eserin sonunda Suptar
Chrysaphius’u öldürür, Ottigin’de Chrisaphius’a çalışmaya başlayan Leo’yu
öldürerek intikamını alır.
94
Atilla’nın Kargısı, Attilâ’yı anlatan romanlar içerisinde Attilâ’dan en az
bahseden ve Attilâ’nın en az işlendiği roman olmasına rağmen eserin kurgusunda
Attilâ’nın önemli bir yer tutması ve ilk eserin devamı niteliğinde olması
sebebiyle Attilâ’yı konu alan romanlar içerisinde değerlendirilmiştir. Olayların
başlamasındaki entrika unsuru Attilâ üzerine kurulmuş olmasına rağmen eserin
başkahramanı konumuna Ottigin getirilmiştir. Eserde Attilâ ile ilgili olan
kısımlar Attilâ’ya düzenlenen suikast sonrası Suptar’ın Bizans’a gönderildiği ve
daha sonra Batı Roma prensesi Honoria’nın Attilâ ile evlenmek için Suptar’a
yüzük verdiği kısımlardır. Attilâ’nın gerçek hayat hikâyesinde de yer alan suikast
girişimi ve Honoria’nın gönderdiği yüzük hikâyesi bu eserle birlikte çok farklı
bir boyut kazanmıştır.
Hasan Erdem’in kalemiyle Attilâ’nın hayatının bu kesiti Suptar’ın ve
Ottigin’in maceralarıyla süslenerek farklı bir havaya bürünmüştür. Ayrıca
Hunların güçlü Türk savaşçılar olarak adeta bir destan kahramanı gibi
kurgulandığı bu eser tarihî gerçekleri yeniden yaratıma tabi tutarak Attilâ’nın
hayat hikâyesinin yeni bir bakış açısıyla yorumlanabileceğini gözler önüne
sermiştir. Akıcı ve sade bir dili olan eser sürükleyici yapısıyla macera ve tarihî
roman sevenler için okuma zevki yüksek bir popüler tarihî roman örneğidir.
Avrupa’yı Dize Getiren Türk Attila: Okay Tiryakioğlu’nun 2018 yılının
Ekim ayında ilk baskısını yapan eseri, Attilâ ile ilgili yazılmış eserler içerisinde
kurgusundaki farklılıklarla en dikkat çeken eserlerden birisidir. Eserde yer yer
Attilâ’nın yaşam örküsüne sadık kalınmakla birlikte eserin birçok kısmında
olayların gidişatının ve olaylar arasındaki bağlantının yazarın muhayyilesinin
ürünü olduğu görülmektedir. On bölümden oluşan eserde olaylar 410 yılında
başlar ve Attilâ’nın öldüğü 453 tarihinden bir yıl sonra oğlu İlek’in ve Flavius
Aetius’un ölümüyle son bulur. Üçüncü kişi anlatıcı ağzından anlatılan eserde
tarihsel gerçeklilğe yapılan vurgular önemli bir yer tutar. Yazar sürekli olarak
tarihî belgelerden yaptığı alıntılarla eserinin kurgusunu destekler.
Attilâ bu eserde bilge bir savaşçı olarak okurun karşısına çıkar ve savaş
konusundaki bireysel yetenekleri romantik bir üslupla anlatılır. Attilâ özetle bu
95
eserde çok üstün yetenekleri olan bir savaşçı ve kıvrak zekâsıyla devrinin en
güçlü askerî ve siyasi dehası olarak anlatılır.
Eserin hemen başında Attilâ ve Bleda babalarına ve amcalarına karşı askeri
bir tatbikat hareketi yürütürken okurun karşısına çıkar. Bu kısımda Attilâ, Bleda
tarafından itilip kakılmasına rağmen ondan daha zeki ve dirayetli bir savaşçı
olduğunu ispat eder. Bu kısım Attilâ ile ilgili diğer romanlarda mevcut olmayan
Okay Tiryakioğlu’nun muhayyilesiyle şekillenmiş kısımlardandır.
Okay
Tiryakioğlu bu tatbikat hikâyesi ile romana çarpıcı ve etkileyici bir giriş
yapmıştır.
Diğer eserlerden farklı olarak bu eserde Attilâ’nın Arıkan (Erikan) ya da
Kerka isimleriyle de anılan efsanevi aşkı Greka ismiyle ifade edilmiştir. Ayrıca
Attilâ’nın Greka ile tanışması ve sonraki süreçte yaşadıkları da tairihi belgelerden
farklı biçimde anlatılmıştır. Attilâ bu eserde tatbikatta yaralandıktan sonra Greka
ile tanışmış ve onunla evlenerek ondan bir erkek çocuk sahibi olmuştur. Daha
sonra Batı Roma’ya rehin olarak gitmiş ve eşini bir daha asla görememiştir. Bu
farklılıkla birlikte Attilâ’nın hayatına sonradan katılan birçok arkadaşının da bu
eserde onun çocukluğundan itibaren yanında olduğu görülür. Bu bakımdan da
olayların gelişimi ve kişilerin olaylar içerisindeki yeri tarihî kaynakların
anlattığından farklılık taşır.
Bu eseri Attilâ’nın öz yaşam öyküsünden ve diğer eserlerden en farklı kılan
yanlardan birisi de eserin ikinci bölümüdür. Batı Roma’ya iyi niyet göstergesi
olarak Gaidentius Aetius’un oğlu Flavius Aetius ile takas edilerek rehin
gönderilen Attilâ orada Gaidentius’un himayesinde rahat bir hayat sürer ve ondan
diplomasi, siyaset ve askerlik adına birçok şey öğrenir. İlkkez bu eserde ortaya
çıkan Gaidentius ve Attilâ ilişkisi bir baba oğul ilişkisine dönüşür. Gaidentius,
Batı Roma İmparatoru’nun isteğiyle arenalarda gladyatörlere karşı dövüşmesi
istenen Attilâ’nın her zaman yanında olur ve ona destek verir. Bu bölümde
anlatıldığının aksine Attilâ’nın bir gladyatör olarak dövüşüp dövüşmediğine dair
de herhangi bir tarihî belge yoktur. Ancak yazarın bu tercihi eseri daha renkli
hale getirmiş ve Attilâ’nın askerî yeteneklerini ön plana çıkarması bakımından
dikkat çekici olmuştur.
96
Birçok yerde kurgusunda yukarıdaki örneklerde olduğu gibi farklılıklar
bulunan eserdeki en büyük farklılıklardan birisi de İbrahim Karahan’ın Galya
Fatihi Atilla eserinde olduğu gibi Bleda’nın Attilâ’nın kardeşi olmayıp Rua’nın
çocuğu oluşudur. Rua öleceğine dair bir kehanet yüzünden Bleda’yı babasız
büyümesin diye Muncuk’a vermiştir. Bu eserde Bleda ile ilgili kısımlar baştan
sona farklı kurgulandığı gibi Attilâ’nın Bleda’yı öldürdüğü kısım da farklı
kurgulanmıştır. Attilâ, Bleda’yı Aetius ile kendisine karşı işbirliği içerisine
girdiğini düşündüren bir mektup sebebiyle öldürmüştür.
Ülkeyi uzun bir süre kuzeni Bleda ile birlikte yöneten Attilâ’nın Doğu
Roma ve Batı Roma üzerine gerçekleştirdiği seferlerde de bir takım farklılıklar
mevcuttur. Örneğin Attilâ’nın Margos seferi öncesinde Margos Psikoposu’nun
ona H.z. İsa’nın kutsal kâsesini canını bağışlaması için hediye etmek istediği
kısım Attilâ ile ilgili yazılmış eserler içerisinde bir ilktir. Bu kısmın dışında
Attilâ’ya suikast düzenletmek isteyen Doğu Roma İmparatorluğu iken bu eserde
Batı Roma Attilâ’ya suikast düzenletmeye çalışmıştır.
Eserde Attilâ ile Flavius arasında yaşanan mücadele de farklı bir biçimde
ele alınmıştır. Attilâ Flavius’un babası Gaidentius’u manevi babası gibi gördüğü
için Flavius’a karşı sempatik yaklaşır ve ona Batı Roma’ya karşı girişeceği
mücadelede yardımcı olur. Attilâ’nın Papa Leo ile anlaşarak ordusunu geri
çekme kararı almasından sonra Aetius ile görüştüğü kısımda sadece bu eserde
kurgulanmış kısımlardan birisidir.
Batı Roma üzerine Honoria ile evlilik yapmak için sefere çıkan Attilâ’nın
Papa I. Leo ile yaptığı barış karşılığında Honoria’yı alması ve onunla evlenmesi
de erserin kurgusundaki farklılıklar arasında yer alır. Prenses Honoria ile evlenen
Attilâ evlendikten bir yıl sonra ondan bir erkek çocuk bekler. Attilâ’nın tarihî
belgelerle takip edilebilen hayat hikâyesinde Honoria ile hiçbir zaman
evlenmediği bilinmektedir; ancak yazar bu kısmı roman sanatının verdiği
özgürlük sınırları dâhilinde bu şekilde kurgulamayı takdir etmiştir.
Eserin son bölümde elli sekiz yaşına gelmiş olan Attilâ’nın İldiko isimli
genç bir kızla evlenmesi ve gerdek gecesinde İldiko tarafından öldürülmesi ise
diğer birçok Attilâ romanıyla ortaklık taşımaktadır; ancak bu konuda da
97
Attilâ’nın hastalıktan dolayı mı öldüğü yoksa İldiko tarafından mı öldürüldüğü
konusunda elde kesin bir bilgi yoktur.
Bu eseri farklı kılan özelliklerden birisi de eserde sıkça metinler arasılıktan
istifade edilmiş olmasıdır. Xentius Öğütleri, Kelile ve Dimne gibi eserlerden
alıntıların yapıldığı roman Lao Tzu, Epikuros gibi isimlerin sözleriyle
zenginleştirilmiştir. Romanda ön plana çıkan bu metinler arası unsurlar Attilâ’nın
kişiliğindeki gelişimi desteklemek için kullanıldığı gibi romanın belli
kısımlarının adeta bir bilgelik kitabına dönüşmesine de katkı yapmıştır.
Kurgusu bakımından Attilâ üzerine yazılmış diğer eserlerle arasında büyük
farklılılar olan bu eserde Attilâ karizmatik bir lider; güçlü, cesur ve zeki bir
savaşçı olarak anlatılmıştır. Eserin kurgusu Attilâ’nın hikâyesine farklı bir boyut
kazandırmış ve Attilâ’nın hikâyesinin daha önce yazılmış tüm eserlere nazaran
daha birçok farklı biçimde kurgulanabileceği göstermiştir.
Avrupa’yı Dize Getiren Türk Attila romanı akıcı, sade diliyle kolay
okunabilir bir roman olmanın yanında hamasi bir üsluba ve sürükleyici bir olay
örgüsüne sahiptir.
Kumandan Attila: Yiğit Recep Efe’nin 2018 yılında yayımlalan eseri bu
çalışmada kullanılan Attilâ ile ilgili yazılmış olan eserlerin sonuncusu olma
özelliğini taşımaktadır.
Gençlerin eğitilmesine katkı sunmak amacı taşıyan ve bu doğrultuda
yaşam koçluğu yapan Yiğit Recep Efe aynı zamanda etkin liderlik ve proje
yönetimi gibi konularda da eğitimler veren eğitimci bir yazardır. Yiğit Recep
Efe’nin yayımlamış olduğu bu eser de bu bakımdan ilgi çekicidir. Yazar bilinçli
bir şekilde eseri okuyan bireylerin eğitimlerine katkı sunmak maksadı ile
kurgulamış ve bu doğrultuda eserin son kısmına eseri okuyan kişilerin kişilik
özelliklerini ve becerilerini okudukları roman doğrultusunda keşfedebilmelerine
yönelik olarak bir kişilik testi yerleştirmiştir.
On beş bölümden oluşan eserde hâkim bakış açısı ve üçüncü kişi anlatıcı
kullanılmıştır. Eserde olaylar Balamir’in 375 yılında kavimler göçünü
başlatmasıyla başlar ve 453 yılında Attilâ’nın ölümüyle son bulur. Balamir
Mete’nin soyundan gelen bir hükümdardır ve Orta Asya’da yaşanan kıtlık
98
sonucunda Avrupa içlerine doğru halkıyla birlikte göç etmiştir. Balamir’in
ölümünden sonra başa Yıldız Han geçmiş ve 390 yılında Avrupa Hunları
bağımsızlıklarını ilan ederek yeni bir devlet kurmuştur. Yıldız Han’ın
Hükümdarlık yaptığı 408 yılında Attilâ’nın babası Muncuk ölmüş ve bu
kısımdan sonra romanın asıl kahramanı olan Attilâ romana dâhil olmuştur.
Babasının acısının kaybıyla bozkırda tek başına yolculuk yapıp üzüntüsünü
yaşayan Attilâ bir Vizigot çetesiyle karşılaşmış ve dört kişilik bu çeteyi tek
başına haklamıştır. Daha sonra amcası Rua Attilâ’yı bularak yurduna geri
dönmeye ikna etmiştir. Bu eserde bu şekilde anlatılan Attilâ’nın hikâyesinin bu
kısmı tarihî kaynaklarda farklı biçimde yer almaktadır. Attilâ normalde bozkıra
babasını öldüren kişilerin elinden kurtulmak için kaçmaktadır.
Eserin büyük bir kısımında Attilâ’nın öz yaşam öyküsü bir takım
değişikliklere uğratılarak anlatılmıştır. Baştan sona Attilâ’nın savaşçılık
özellikleri üzerine odaklanan eserde Attilâ’nın amcası Rua ile birlikte giriştiği
mücadeleler ve daha sonra abisi Bleda ile yaptığı hükümdarlık dönemi büyük bir
yer tutmaktadır. Eserin son kısımlarında ise Attilâ abisi Bleda’nın öldürülmesi
üzerine tek başına Hun tahtını yönetmiş ve özellikle Doğu Roma ile önemli
mücadelere girişmiştir. Eserde Attilâ’nın aşk hayatına neredeyse yok denecek
kadar az yer verilmiştir. Sadece eserin son kısmına ölen eşi Nakata’ya benzerliği
sebebiyle evlendiği Romalı kızdan bahsedilmiştir.
Diğer birçok eserden farklı olarak bu eserde Attilâ Batı Roma’ya esir olarak
gönderilmemiş amcası tarafından Bizans tehdidine karşı Batı Roma’ya yardım
etmek amacıyla görevlendirilmiştir. Eserde dikkat çeken farklılıklardan bir diğeri
de Attilâ’nın abisi Bleda ile hiçbir zaman taht mücadelesine girmeyip onunla
uyumlu bir şekilde tahtı yönetmiş olmasıdır. Tarihî kaynakların birçoğunda ise
Attilâ abisi Bleda ile giriştiği mücadele sonucunda abisini öldürmüş olarak
anlatılmaktadır. Bu eserde ise Attilâ’nın abisini öldürtmediği insanların
öldürttüğüne dair dedikodu yaptığı ifade edilmiştir.
Bu eserdeki en büyük farklılıklardan birisi de diğer Attilâ romanlarında
önemli bir karşıt güç olan Aetius’a çok az yer verilmesi ve Batı Roma kumandanı
olan Aetius’un Batı Roma İmparator’u olarak anlatılmasıdır. Bu eserde tarihî
99
kaynaklarda önemli bir yeri olan Batı Roma prensesi Honoria’ya da
değinilmemiş bunun yerine İmparator Aetius’un Attilâ’yı kendi kızıyla
evlendirmek istediği söylenmiştir.
Bu eseri kurgusu bakımından diğer eserlerden farklı kılan bir diğer konu da
Attilâ’nın daha çok Doğu Roma ile mücadeleye girişmiş olmasıdır. Ayrıca bu
eserde Attilâ’ya karşı Doğu Roma tarafından düzenlenen suikast girişiminden de
bahsedilmemiştir. Eserde Attilâ’nın Margos şehrini alma sebebi de farklı şekilde
kurgulanmıştır. Eserde farklı olarak kurgulanan kısımlardan bir diğeri de Rua’nın
ölüş şeklidir. Çoğu kaynakta zehirlenerek öldüğü ifade edilen Rua bu eserde
kaçaklar peşinden giderken atından düşerek ölmüştür. Eserde ölüm şekli farklı
olarak anlatılan bir diğer kişi de Attilâ olmuştur. Papa’nın kendisine taktim ettiği
ve eski eşine benzeyen Romalı kızın sırtından hançerlemesiyle ölen Attilâ’nın
birçok kaynakta bu eserin aksine zehirlenerek öldüğü belirtilmektedir.
Bu eser kurgusundaki tüm farklılıklara karşın Attilâ’yı kahramanlığı
cesareti, merhameti, askeri becerileri ve devlet adamlığı bakımından yücelten bir
eser olmuştur. Eserde Attilâ’nın aşk hayatına ve kadınlarla olan ilişkisine
değinilmemiş eserde daha çok Attilâ’nın askerî karakteri ön plan çıkarılmıştır.
Attilâ’nın ailesi ile yaşadığı entrikaların hiçbirine yer verilmemiş Attilâ aile
bağları güçlü bir lider olarak anlatılmıştır. Ayrıca eserde Türklük ve Tük birliği
gibi kavramlara sürekli olarak vurgu yapılmış Türklük yüceltilmiştir.
Küçük hacimli kolay okunan ve yoğun olmayan bu eserin akıcı anlaşılır ve
sade bir dili vardır. Aynı zamanda içerisinde cinseliğin ve şiddetin yok denecek
kadar az olması kardeşlik, merhamet, cesaret gibi erdemlerin ön plana çıkarılarak
anlatılması eserin gençlere yönelik olarak yazılmış tezli bir roman olarak
kurgulandığı konusunda fikir vermektedir. Romanda baştan sonra tam anlamıyla
bir ahlak abidesi olarak kurgulanmış savaşçı bir hükümdar portresiyle okurun
karşısına çıkan Attilâ yegâne amacı Türk töresini dünyaya hâkim kılmak olan ve
Türk adaletini tüm Avrupa’ya yaymak için çalışan bir lider olarak anlatılmıştır.
Cengiz Han Bozkırların Mavi İmparatoru: Turhan Tan’ın yazdığı ilk
baskısını 1939 yılında yapan eser Cengiz Han’ı konu alan romanların ilki olma
özelliğini göstermektedir. Namı diğer Turhan Tan tarafından konu alınmış bu
100
eserin romantik bir Türkçülükle kaleme alındığı görülmektedir. “Tuhan Tan’ın
Cengiz Han romanında yazar Türk olan Moğol hükümdarı Cengiz’in gençlik
yıllarından başlayarak ölümüne kadar olan hayatını anlatır. Romanda devrin
içtimai ve dini hayatı hakkında da çeşitli kaynaklardan bilgiler nakled[ilir].”
(Argunşah 1990: 76).
Eserin günümüzde M. Turhan Tan ve Mehmet S. Fethi adıyla da baskısı
bulunmaktadır. Türk edebiyatının önemli tarihî roman yazarlarından birisi olan
Turhan Tan’ın ölmeden önce kaleme aldığı son eserlerinden birisi olan Cengiz
Han Bozkırların Mavi İmparatoru’nda fanteziye kaçan bir Türkçülük anlayışı
sergilediği görülmektedir. Romanın başından son kısmına kadar sürekli olarak
Türkçülük ve Türk birliği vurgusu üzerinde durulması ile Cengiz Han’ın yegâne
amacının Türk birliğini kurmak olduğu tezi desteklenmeye çalışılmıştır.
Bu eserin dikkat çeken özelliklerinden birisi de Cengiz Han’ın güçlü bir
asker olmasından ziyade iyi bir strateji uzmanı olarak ifade edilmiş olmasıdır.
Cengiz Han düşmanlarını yenmede gösterdiği başarıyı askerî dehasından ziyade
entrika kurmadaki becerisiyle sağlamıştır gibi ifade edilmektedir. Ayrıca yazarın
tarihî gerçekliği tartışılan birçok konuyu Cengiz Han’la bağdaştırdığı da
görülmektedir. Cengiz Han’ın annesinin Şamanla yasak bir ilişki yaşadığı
kendisinin bir başka hanın eşini kurduğu entrika ile kaçırdığı gibi ciddi konularda
yazar kurmacanın özgürlüğünden yararlanmıştır.
Bu eserde ayrıca Cengiz Han’ın birtakım gayri ahlakiliklere tamamen
devletin bekasını ve Türk birliğini gözettiği için göz yumduğu savı ön plana
çıkarılmaya çalışılmıştır. Eserde bunlarla birlikte Cengiz Han’la ilgili olarak
bilinen genel tarihî verilerin kurmaca dünya içerisinde farklı bir biçimde
kurgulandığı da görülmektedir. Genel algıya göre Cengiz’in baş kraliçesi Börte
Hatunken bu eserde Hıtay Hatun’la Göncü isimli eşleri de kurmacanın
merkezinde yer almaktadır. Cengiz Cuci’nin kendi oğlu olmadığını bile bile onu
sahiplenmiş gibi ifade edilmektedir. Kardeşi Beyter’i öldürme sebebi de
kardeşinin kendisine Cuci’yi sahiplendiği için muhalif olmasından kaynaklanmış
olarak anlatılmaktadır. Elbette ki Cengiz Han’ın bazı olayları hangi sebeple
yaptığıyla ilgili elde yeterli veri bulunmamaktadır; ancak Moğollar’ın Gizli
101
Tarihi isimli eser o devre ışık tutan önemli bir tarihî belge niteliğindedir. Bu
sebeple Turhan Tan’ın eserinde belgesel tarihî roman yazma gayreti gütmediği
kendi muhayyilesinden süzerek oluşturduğu farklı bir Cengiz Han profili ortaya
koyduğu görülmektedir.
Romanda ayrıca savaş sahnelerinin tasvirinin üzerinde pek durulmadığı da
görülmektedir. Cengiz Han çoğu savaşta kendisi savaşmak yerine ordusunu
komutanları Cebe ve Sübutay’a emanet etmiştir. Bu iki generalin askerî dehasıyla
Cengiz Han’ın entrika kurmadaki ustalığı birleşince hem masada hem de savaş
alanında başarı gelmiştir. Turhan Tan’ın çizdiği Cengiz profili düşmanlarını
savaşarak yenmekten ziyade zekâsıyla alt eden bir Cengiz Han profilidir. (Tan
2015: 272) Yazar her ne kadar bu durumu Cengiz’in zekâsını ön plana çıkarmak
için yapmış gibi görünse de bu tutumu ile Cengiz Han karakterini
karizmatikleştirmekten ziyade bir hilekâr pozisyonuna düşürmüştür. Bu durum
da romanda savaşmaktan çok rakiplerinin hamlelerini tahmin eden onlara daha
çok tuzak kurmakla uğraşan kurnaz bir Cengiz Han profili oluşturmaktadır.
Elbette yazarın tercihini sorgulamak doğru değildir; ancak dünyanın en büyük
toprak sınırlarına sahip olmuş bir imparatorun bu kadar entrikaya bulaştırılması
günümüzdeki pembe dizilerin mantığına benzemektedir. Turhan Tan’ın da bu
eseri yazarken popüler tarihî roman oluşturma ihtiyacından mütevellit hareket
ettiği düşünülebilir. Romanda ayrıca yazarın zaman zaman araya girerek kendi
fikirlerini söylediği de görülmektedir.
Tüm bu söylenen olumsuzlukların yanı sıra genel tabloya bakıldığında
romanda Cengiz Han’a bir övgü olduğu da görülmektedir. Ayrıca bu romanda bir
Türk devleti olan Harzemşahların çürümüş ve kokuşmuş bir hanedanlık olarak
anlatılması Harzemşahlar anlatılırken aldatma ve cinselliğin ön plana çıkarılması
da ilginçtir. Çünkü Harzemşahlar Müslüman bir devlettir ve Cengiz Han bu
devleti işgal ederken birçok Müslümanı öldürmüş hatta bazı tarihçilere göre
Müslümanlar tarihin hiçbir döneminde daha büyük kıyım ve katliamla
karşılaşmamıştır. Bu durum da yazarın Cengiz Han’a ne kadar romantik bir bakış
açısıyla yaklaştığını bir kez daha gözler önüne serer. Ona göre Harzemşahların
aksine Cengiz Han Türklüğün hamisi gibidir.
102
Romanda kendini sürekli geliştiren ve psikolojik açıdan kendisini sürekli
olgunlaştıran bir Cengiz Han görülür. Bu bakımdan eserin karakterlerin
psikolojisini yansıtmada ve eserin içerisinde bu karakter gelişimini yayarak
anlatmada başarılı olduğunu söyleyebiliriz.
Genç Temuçin: Türkiye Dışındaki Türk Dünyasının önemli yazarlarından
birisi olan Cengiz Dağcı’nın Genç Temuçin isimli tek tarihî romanı efsanevi
kişiliğiyle dünya tarihine iz bırakmış Cengiz Han’ın çocukluk ve gençlik
döneminin anlatıldığı bir eserdir. Eserin ilk baskısı 1969 yılında yapılmıştır.
Cengiz Dağcı’nın kendine has üslubuyla sentezlediği bu eserde hemen hemen
Cengiz Han ile ilgili bilinen gerçeklerin onun usta kalemiyle yeniden şekillendiği
görülür. Cengiz Dağcı’nın eserinin Cengiz Han ile ilgili yazılmış diğer eserlerden
en büyük farkı Cengiz Han’ın tüm yaşamını ele almak yerine sadece onun
yaşamının ilk evresini anlatmış olmasıdır.
Cengiz Han’la ilgili yazılmış diğer eserlerin tamamında Cengiz Han’ın tüm
hayatının anlatıldığı görülür. Cengiz Dağcı, diğer Cengiz Han romanlarından
farklı olarak bu eserinde ayrıca Cengiz Han doğmadan önceki dönemi de anlatır.
Eserinde öncelikle Moğolların o dönemdeki yaşamı hakkında bilgi veren Cengiz
Dağcı’nın Cengiz Han’ın babası Yesügey’i de diğer eserlere nazaran daha
kapsamlı bir biçimde işlediği görülür. Bu eserde ve diğer eserlerde yazarların
beslendiği kaynaklardan olsa gerek karakter ve yer isimlerinde birtakım fonetik
değişiklikler olduğunu da görmekteyiz.
Cengiz Dağcı’nın akıcı üslubuyla okuma zevkinin üst noktalara çıkarıldığı
bu eserde onun Cengiz Han’ı imparator olmaya götüren süreci anlatmaya
odaklandığı görülür. Bu eserde Cengiz Han’ın zorlu hayat koşullarına rağmen
tüm olumsuzlukların içerisinden sıyrılarak Moğol devletini âdeta sıfırdan inşa
edişi anlatılır. Bu suretle de onun neden büyük bir devlet adamı ve asker olduğu
gözler önüne serilir. Bu eserde ayrıca tutsaklıklar, kaçıp kovalamacalar, eziyetler,
işkenceler ve haksızlıklar içerisinde geçen zorlu bir yaşam mücadelesinde her
seferinde ayakta kalmayı başarabilmiş bir Cengiz Han profili karşımıza çıkar.
Aslında bu eserde Cengiz Dağcı, bir bakıma Cengiz Han’ı acımasız keskin bir
kılıca dönüştüren zorlu çocukluk ve gençlik koşullarını anlatarak onun kişiliğini
103
oluşturan temel yapı taşlarını ortaya koyar. Hatta eserin sonunda Kargun Batur
karakterinin söylediği:
“Senin suçlu olup olmadığını gelecek kuşaklar
bilecektir.” (Dağcı 2016: 295) ibaresi bile yazarın vermek istediği mesajı özetler
niteliktedir. Cengiz Han durduk yere acımasız bir imparatora dönüşmemiştir.
Talihi de onu bu yola sevk etmiştir. Elbette tezli bir eser olmaktan ziyade tarihî
roman olma özelliği gösteren bu eserde tarihî realitenin pek dışına çıkmadan
Temuçin’in Cengiz Han olma yolunda geçirdiği serüven görülür. Bu konu da İnci
Enginün’ün şu değerlendirmesi de dikkate değerdir:
“O kitabı okuduğumdan beri, Cengiz Han bana, yaşamın kuvvete
dayandığını öğrenen bir küçük çocuğun korkularına hâkim oluşunun sembolü
gibi gelmekte. Temuçin’in Cengiz Han oluşuna yol açan inanılmaz acılarının ve
korkularının anlatıldığı sayfalar, yer yer II. Dünya Savaşı vahşetini değişik
cephelerde yaşayan Cengiz Dağcı’nın korkularıyla, inancı ve direnciyle
birleşmektedir.” (2009: 357-358).
Romanda olaylar Cengiz Han’ın doğumuyla başlar. Yazar onun doğum
tarihinin Gâh yılı 1155 olduğunu belirtir. Eserde Cengiz Han dünyaya gelirken
okurun karşısına çıkan Kargun Batır karakteri oğulları Kalgutay ve Birge’ye o
günün siyasi şartlarını Yesügey Bahadır’ın durumunu ve ona bağlı olarak
Moğolları, Tatarları, Naymanları, Tunki diye anılan Uygurları anlatır. Eserin baş
kısmında Yesügey Bahadır’ın Yulun Hatun’u kaçırma macerası anlatılır.
Yesügey Bahadır daha sonra Yulun Hatun’dan doğan oğluna esir olarak ele
geçirdiği Temuçin Üge’nin ismini verir. Romanın hemen başında okurun
karşısına çıkan Kargun Batur, Yesügey Bahadır’a yenilen Temuçin Üge’nin
adamıdır ve önderlerinin mağlubiyetinden sonra oğulları ile birlikte Merkitler’e
katılır ve orada eşi Yesügey Bahadır tarafından kaçırılmış olan Çılaydı Eke ile
birlik olur.
Onunla geleceğe yönelik intikam planları yaparlar. Bu planın
üzerinden yıllar geçtikten sonra Temuçin tüm yaşadığı zorluklara rağmen
obasının başına bey olur ve kendisine katılan çadırların sayısını artırır. Babasının
eski andası Targutay’ın elinden kurtularak ileride en yakın arkadaşlarından birisi
olacak olan Borçu ile tanışır. Temuçin yıllar önce babasıyla istemeye gittiği Dai
Seçen’in kızı Borta ile evlenir ve obasını genişletir. Bu arada yıllar önce ettikleri
yemini unutmayan babasının düşmanları Temuçin’in obasına ani bir baskın
104
düzenleyerek eşi Borta’yı kaçırırlar. Eşini kurtarmak için Temuçin babasının
andası Togrıl Han’dan yardım ister ve onun adına savaşan Moğol savaşçı
Yamuga ile birlikte Merkitlere saldırır. Temuçin, Tutka Beyci’nin çadırını ele
geçirir ve oraya yerleşir. Temuçin, Borta’yı kurtarır; ancak onun hamile
olduğunu görür. Temuçin Borta’dan doğan çocuğun kendisinden olup olmadığını
bilmediği için adının Cuci konulmasını ister. Temuçin bu arada kendisine yüz
kadar tutsağa ne yapılması gerektiğini söyleyen Bogurcı’ya “öldürün hepsini”
emrini verir. Temuçin’in öldürün emrini verdiği bu kişiler arasında zamanında
onu Targutay’ın tuzağından gizlice haber vererek kurtaran Kalgutay’da vardır.
Kalgutay ölürken sadece Temuçin’in Moğol insanları arasındaki kardeşlik
duygusunu uyandırmasını temenni eder. O gece Bortay Temuçin’i bekler; ancak
o gelmez. Temuçin geceyi yeni andası Yamuga ile birlikte geçirir. Üç gün sonra
Temuçin Burhan Dağına ganimetlerle ve tutsaklarıyla birlikte dönerken gözleri
ışıl ışıldır. Otlaklarda bir şey görüyormuş gibi ileriye bakar ve roman sonlanır.
Cengiz Dağcı eserindeki kurguyu daha çok Temuçin’in annesinin
kaçırılması ve Temuçin’in karısının kaçırılması arasındaki ilişkiyi ortaya koyarak
bina etmiş ve Temuçin’i Cengiz Han olma yolunda etkileyen iki önemli kadının
kaderindeki benzerliği ortaya koymuştur. Tek fark Cengiz’in babasının Yesügey
olduğu bilinirken Cuci’nin babasının kim olduğunun bilinmeyişidir.
Gök Moğolların Başbuğu Cengiz Han: Birçok İslamiyet öncesi Türk
devlet büyüğünü tarihî romlarının malzemesi olarak kullanan ve Türk
edebiyatına son dönemlerde bu alanda ciddi katkılar sunana Ahmet Haldun
Terzioğlu’nun ilk baskısını 2012 yılında yapan Gök Moğolların Başbuğu Cengiz
Han isimli eseri on altı bölümden meydana gelmektedir. Cengiz Han ile ilgili
yazılmış Türk romanları içerisinde kurmaca dünyayı tarihî gerçeklikle en iyi
örtüştüren eserlerden birisidir. Salt tarihî gerçekliğe bağlı kalmayan aradaki
boşlukların yazarın hayal gücüyle dolmuş olduğu eser Cengiz Han’ın öz yaşam
öyküsünden büyük oranda sapmamakla birlikte esere okuma zevki katan
betimlemeler ve diyaloglar ile zenginleştirilmiştir.
Daha çok tarihsel roman olma özelliği gösteren eserde yazar sık sık
dipnotlar aracılığı ile eserinin tarihsel gerçeklik yönünü daha fazla ön plana
105
çıkarmıştır. Bununla birlikte yazar eserinde yer verdiği ve İslamiyet öncesi
döneme ait olan kelimelerin dipnotlardaki günümüz karşılıkları ile de okura
kolaylık sağlamayı amaçlamıştır. Yazarın kullandığı birtakım kelimelerin örneğin
çaşıt, uçmağ, tamu gibi İslamiyet öncesi Türk ve Moğol dünyasında kullanılan
kelimeler olması da eserin dilinin bu alanda yazılmış olan diğer eserlerden
farklılaşmasına yol açmıştır. Yazarın eserinde böyle bir çabaya bilinçli girişmiş
olduğu aşikârdır.
Bu eserde Cengiz Han Moğol olarak ifade edilir. Birçok kaynakta Cengiz
Han’ın annesinin Türk olarak ifade edilmesine karşın bu eserde dikkat çeken
noktalardan birisi de Cengiz Han’ın annesinin de Moğol olarak ifade edilmiş
olmasıdır.
Popüler tarihî romanlar içerisinde yer edinebilecek olan bu eserde diğer
eserlerden ve tarihî kaynaklardan farklı bir takım kurmaca unsurlar olduğu da
görülmektedir. Yazarın bu farklılıkları bilinçli olarak yaptığı ise dipnotlarda
verdiği bilgilerden yola çıkılarak söylenebilir. Yazarın ayrıca dipnotlar aracılığı
ile romanın akışı içerisinde varlığını açık etmesi okurun eserin kurmaca
dünyasından çıkmasına ve realiteye dönmesine neden olduğu için sürükleyiciliği
zedelemektedir.
Cengiz Han’ın doğumundan başlayıp Cengiz’in iktidar yolundaki en güçlü
rakiplerinden olan Camuka’yı mağlup ederek Moğollar arasındaki tüm otoriteyi
kendinde topladığı zamana kadar olan süreyi konu alan bu eserde renkli savaş
tasvirleri ve Cengiz Han dışında kahramanlıkları ve savaşçılıklarıyla ön plana
çıkan diğer isimlerle sürükleyici bir tarihî roman okurun karşısına çıkmaktadır.
Diğer Cengiz Han romanlarından farklı olarak bu eserde Kuyuldar, Çurçeday,
Gökçe Şaman gibi karakterlerle eserin kurgusunda renklilik ve çeşitlilik
sağlanmıştır. Cengiz Han’ın Moğol Devleti’ni kurduğu süreci ele alan eser
yazarın hayal gücü ile daha canlı bir Cengiz Han evreni doğurmuştur. Yazar
Cengiz Han’ı eserinde bir Moğol olarak betimlemiştir; ancak Cengiz Han’ın
topraklarını büyütüp genişletmesinde Türklerin büyük bir payı olduğu savını öne
sürerek Cengiz Han’ın kurduğu devletin bir Türk-Moğol devleti olduğu fikrine
bir bakıma vurguda bulunmuştur. Yazarın bu eserde çizdiği Cengiz Han profili
106
tarihî kaynaklarla büyük oranda benzerlik taşıdığı için eserin anlatımında çok
fazla fanteziye ve romantizme kaçılmadığı söylenebilir.
Bozkırın Oğlu Cengiz Han: Hakan Bayrakçı’nın 2013 yılında ilk baskısını
yapan eseri Cengiz Han ile ilgili yazılmış Türk romanları içerisinde en hacimli
olanıdır. Bu eser aynı zamanda Cengiz Han romanları içerisinde roman tekniğini
başarıyla kullanmak bakımından da dikkat çekmektedir. Canlı tasvirler, özgün
savaş sahnesi betimlemeleri, yaratıcı diyaloglar ile Cengiz Han’ın tarihî kişiliğini
anlatırken bir taraftan da okurda duygu değişimlerinin oluşmasını sağlamak
bakımından farklılık arz etmektedir.
Hakan Bayrakçı eserin ön sözünde Cengiz Han’ın Türk olmadığını söyler
ve onunla ilgili en önemli kaynağın Moğolların Gizli Tarihi olduğunu belirtir.
(Bayrakçı 2013:8).
Cengiz Han’ı konu alan Türk romanları içerisinde kurmacanın
imkânlarını tam anlamıyla kullanmış bir eserdir Bozkırın Oğlu Cengiz Han. Bu
eserde Cengiz Han ile birlikte onun çevresindeki kişilerinde bir kişiliği olduğunu
görmek mümkün. Olaylar sadece Cengiz Han üzerinden anlatılmamış onun
çevresindeki arkadaşlarının ve yakınlarının da başından geçen bazı kurmaca
hikâyelere yer verilerek eser daha canlı ve akıcı hâle getirilmiş. Bu eserde dikkat
çeken bir diğer nokta da Cengiz Han’ın özellikle Harzemşahlar karşısında
yaptıklarıyla âdeta bir barbar gibi ifade edilmiş olmasıdır. Bu eser, Cengiz Han’ı
konu alan romanlar içerisinde Cengiz Han’ı realist bir üslupla işleyen eserler
arasındadır. Eserde Cengiz Han’ın klasik yaşam öyküsü araya serpiştirilen küçük
hikâyelerle zenginleştirilmiş ve okurun zihninde güçlü bir etki uyandıracak canlı
tasvirlerle okuma zevki yüksek bir hâle gelmiştir. Bu bakımdan bu eserin Cengiz
Han’ı işleyen romanlar arasında başarılı bir yerde olduğu söylenebilir.
Cengiz Han: Cengiz Han ile ilgili olarak son dönemde birçok eser kaleme
alınmıştır. Bu eserlerden birisi de eserin merkezine Cengiz Han’ı yerleştiren hatta
onu anlatıcı koltuğuna oturtan Mehmet Kemal Erdoğan’ın eseridir. 2016 yılında
yayımlanan bu eser Cengiz Han’ın efsanevi tarihsel kişiliğini onun gözünden
okura göstermeye çalışmıştır. Eserin anlatıcısı olan Cengiz Han’ın babasının
ölümünden sonra yaşadığı zorluklar, imparatorluğu kuruş macerası ve öldüğü
107
güne kadar yaşadığı zorlu hayat tarihsel anlatılara paralel bir biçimde okurun
karşısına çıkmıştır. Eserin en dikkat çeken yanı birinci kişi anlatıcının Cengiz
Han olmasıdır. Ayrıca Mehmet Kemal Erdoğan’ın Attila Tanrının Kırbacı isimli
romanının kurgusunun Attilâ’yı konu alan sinema filmine benzemesi gibi bu
eserinin kurgusu da Mongol isimli Cengiz Han’ın hayatını konu alan filme birçok
bakımdan benzemektedir. Bu romanda olduğu gibi sinema filminde de anlatıcı
Cengiz Han’dır.
Tarihî roman olma özelliği gösteren bu eserde Cengiz Han’ın ilk eşi Börte
ile yaşadığı tutkulu aşkı, en yakın dostlarından gördüğü ihaneti, ordusunun
başındaki başarılı liderliğini ve savaşlar sonrasındaki cömertliğini görmek
mümkündür. Ayrıca bu eserde onun acımasızlığının yanında adaletiyle ve aldığı
güçlü kararlarla ordusunu zaferden zafere taşıyan askerî dehası da görülmektedir.
Bu eserde Cengiz Han Gök Tanrı ile olan bağını hiç koparmayan, düşmanlarını
yok etmekteki başarısını dost kazanmak konusunda da gösteren, kendisini
acımasızlaştıran bozkırın ve onunla beraber gelen zorlu şartların üstesinden
gelerek daha da katılaşan yapısıyla Tanrının Gazabına dönüşen ve efsanevi
özellikler barındıran bir karakter olarak okurun karşısına çıkmaktadır.
Bu eserde ayrıca Cengiz Han’ın bir Moğol olarak ifade edilmekle birlikte
tüm Moğolları birleştiren ve birçok millete hükmeden bir imparatorluğun
kurucusu olduğunu da görüyoruz. Dil ve üslup bakımından eserin akıcı, anlaşılır
hızlı okunur bir dili olduğunu söylemek mümkün; ancak eserde başarılı savaş
tasvirlerinin olmayışı ve olayları hikâye ediş biçiminin sadece durumu
aktarmaktan ibaret oluşu eseri yavanlaştırmıştır. Tarihî romanlarda görülen canlı
tasvirlerin görülmediği bu eserde Moğolların yaşayışı ve çevreleriyle ilgili de çok
az veri bulunduğu söylenebilir. Eserde savaş sahneleri anlatılırken gösterilen
tutum Cengiz Han efsanesini sıradan bir havaya büründürmektedir. Bu
sebeplerden dolayı eserin çok da başarılı bir Cengiz Han romanı olduğu
söylenemez.
Cengiz Han Rüzgâr ve Ateş İmparatorluğu: 2016 yılında Okay
Tiryakioğlu tarafından kaleme alınmış olan roman on bir bölümden meydana
gelmektedir. Cengiz Han ile ilgili yazılmış diğer romanlar gibi bu romanda da
108
olayların Cengiz Han’ın tarihî kişiliği etrafında şekillendiği görülmektedir.
Bununla birlikte eserin diğer eserlerden temel farkı Cengiz Han’ın bir Moğol
milliyetçisi olarak anlatılmış olmasıdır. Romanda Cengiz Han ile ilgili olaylar
anlatılırken benzer eserlerden daha fazla ayrıntıya yer verildiği ve olayların
akışına bir takım eklemeler yapıldığı görülmektedir. Ayrıca, Cengiz Han’la ilgili
tarihî kaynaklarda bulunmayan ayrıntıların bu eserin kurmaca mantığı
çerçevesinde entrikayı artırmakta kullanıldığı da görülmektedir. Bu sebeple bu
eserin diğer Cengiz Han romanlarından farklı olarak tarihî gerçeklere daha az
bağlı kaldığı görülmektedir. Genel olarak popüler tarihî roman geleneğiyle
oluşturulmuş bir eserdir.
Cengiz Han’ın hayatını ele alan romanın baş kısmında Cengiz Han’ın
meraklı bir çocuk olduğu göze çarpar. Cengiz Han bu eserde daha çocuk yaştan
her şeyi sorgulayan rakiplerine zekâsıyla üstünlük kuran bir karakter olarak
ortaya çıkar. Ayrıca eserde Moğollar ve Türklerin tarihin eski dönemlerinde
akraba oldukları tezi de öne sürülür. Buna karşın Cengiz Han Moğolları
Türklerden farklı ve üstün olarak görür. Eserin kurmaca dünyası Cengiz Han’ın
hayatındaki kronoloji ile birçok farklılıklar içerdiği gibi olayların gelişim
şekilleri de bilinen Cengiz Han hikâyesinden farklılıklar arz eder. Örneğin
Cengiz Han kuracağı devletin ünlü komutanlarından olacak arkdaşlarını farklı
zamanlarda farklı olaylar ile tanırken bu eserde onun hayatında yer etmiş olan
tüm önemli isimlerin daha küçük yaştayken obasındaki çocukluk arkadaşları
olduğu görülür. Ayrıca Cengiz Han daha çocuk yaştayken bu arkadaşları ile
devletin akıbeti hakkında konuşacak kadar yetkinliğe sahip bir çocuk olarak
anlatılır.
Eserdeki bir diğer farklılık da Cengiz Han’ın babasının öldürülüş
biçimidir. Normalde Temuçin’i evlendirdikten sonra yurduna geri dönerken
Tatarlar tarafından zehirlenerek öldürülen Yesügey bu eserde Tangutlar’ın
yardımına giderken tuzağa düşürülüp öldürülür ve cesedi parçalara ayrılır.
Cengiz Han’ın orijinal hayat hikâyesinde babası öldükten sonra kurultayı
toplayıp hanlık isteme gibi bir talebi olmazken bu romanda Cengiz Han hanlığı
almak ister. Cengiz Han’a hanlık verilmemesi üzerine Cengiz babasının andası
Tuğrul Han’dan yardım istemeyi düşünür; ancak ona güvenmediği için bu
kararından vazgeçer. Bu eserde olaylar bu şekilde iken Moğoların Gizli Tarihi
109
isimli Cengiz devrine tanıklık etmiş çok ciddi bir kaynakta Cengiz’in Tuğrul
Han’a güvendiği görülür.
Bu eserdeki farklılıklardan bir diğeri de Cengiz Han’ın daha küçük
yaşlardayken Çinli bir akıl hocasının olmasıdır. Normalde tarihî kaynaklarda
Cengiz’in böyle bir akıl hocası olduğundan da bahsedilmez. Eserin ilerleyen
kısımlarında Cengiz’in kardeşi Bekter’i öldürdüğü kısmında farklı bir biçimde
ele alındığı görülür. Cengiz kardeşini Tuva Türklerinin av sahasına girerek en
yakın dostu ile arasını açabilecek bir girişimde bulunduğu için girdiği tartışma
sonucu öldürür. Tarih kitaplarında Temuçin’in kardeşini öldürme olayı da farklı
olarak anlatılır. Temuçin’in Börte’yi kurtarırken Tokta Beki’yi yakalamak için
Buyruk Han’ı kullandığı kısım da tarihî gerçeklerden tamamen farklı şekilde
işlenmiştir. Moğolların Gizli Tarihi’ne göre Timuçin’in eşini kurtarması ve
sonrasında yaşananlar bu şekilde gerçekleşmez; ancak yazarın bu eserde kurmaca
dünyanın kendisine verdiği özgürlükten yararlandığı aşikârdır.
Bu eserdeki bir diğer farklılık da Harzemşah İmparatoru Muhammed
Han’ın savaşa girmek istemediği hâlde kurmaylarının onu savaşa soktuğunun
söylenmesidir. Tarihî kaynaklar ise Muhammed Han’ın savaşmadan kaçtığını
onun yerine oğlu Celaleddin’in Cengiz’e karşı ciddi bir mücadeleye girdiği
söyler.
Bu eserin en dikkat çeken yanlarından birisi de metinler arasılıktan istifade
ederek Ergenekon Destanı, Kutadgu Bilig, Divan-ı Lügatit Türk gibi eserlerden
alıntı yapmış olmasıdır.
Genel anlamda Cengiz Han’ın öz yaşam öyküsünü farklı bir pencereden ele
alan eser Cengiz Han’ın hayat hikâyesinde yer alan olayların büyük bir kısmını
farklı bir şekilde ele almıştır. Bu bakımdan eserin tarihî gerçeklerden ayrıldığı,
olayları ele alırken tarihî gerçekleri pek dikkate almadığı görülür.
Savaşçıların Efendisi Cengiz Han: Bülent Bengisu’nun yazdığı ve ilk
baskısını Ekim 2016’da yapan eser beş bölümden oluşmaktadır. Romanın giriş
kısmında Cengiz Han’ın atalarına ve Cengiz Han’ın soyunun nereye dayandığına
dair bilgiler verilmektedir. Eserin önsözünde yazar eserinin diğer kitaplarda
bulunmayan ayrıntılara yer verdiğini söyler. Bir tarih kitabı edasıyla başlayan
110
eser birinci bölümden sonra roman özelliği göstermeye başlar. Bu durumda
eserin bir bakıma Moğolların Gizli Tarihi’nin romanlaştırılmış bir nüvesi olması
yatmaktadır. Yazarın birinci bölümün hemen başında Moğolların Gizli Tarihi
isimli esere atıfta bulunması da bu durumun bir göstergesidir. Yazar kurmacanın
imkânlarından yararlanmakla ve Ahmet Mithat tarzı bir üslupla okura varlığını
hissettirmekle birlikte olayların akışını Moğolların Gizli Tarihi isimli eserle aynı
paralelde götürmüştür.
Oktay Döneminde 1240’ta yazılmış olan Moğolların Gizli Tarihi
Moğolların tarihine ışık tutan ve devrine şahitlik yapmış istisnai bir eserdir.
Birinci ağızdan kaleme alınmış bu eserin Çinli Moğol tarihçileri tarafından
kaleme alınmış olması tarihin bu safhasının onların gözünden nasıl göründüğünü
anlatması bakımından da ayrı bir öneme sahiptir. Bülent Bengisu’nun bu eseri de
âdeta bu eserin romanlaştırılmış hâli olması bakımından dikkate değerdir. Eser
tam olarak bir tarihî roman olma özelliği gösterir. Yazarın araya eklediği
diyaloglar ve olayların gelişim şekli Moğoların Gizli Tarihi isimli tarihî vesika
ile büyük oranda paraleldir. Bu eserden çok az bir faklılık taşır. Bu bakımdan bu
eserin bir roman olup olmadığı konusu da tartışmalara açık olabilir; ancak roman
türünün birçok özelliğini ve unsurunu –anlatıcı, zaman, mekân, şahıs kadrosu,
gibi temel unsurlar- bu eserde görmek mümkün olduğu için bu eseri de Cengiz
Han’ı konu alan romanlar kategorisinde değerlendirmek yerinde olacaktır.
Cengiz Han Bozkırın Hükümdarı: Coşkun Mutlu’nun ilk baskısını Ocak
2019’da yapan eseri Cengiz Han’ın öz yaşam öyküsüne sadık kalınarak
hazırlanmış bir bakıma Bülent Bengisu’nun Savaşçıların Efendisi Cengiz Han
romanı gibi Moğolların Gizli Tarihi’nin anlattığı bilgilerin çok fazla dışına
çıkmayan bir eserdir. Bununla birlikte romanın ikinci yarısından itibaren
Harzemşah devleti ile ilgili olan kısımda Moğolların Gizli Tarihi’nde
anlatılanların dışına çıkıldığı görülür.
Eser Yesügey’in Holeun Hatun’u kaçırmasıyla başlar ve Cengiz Han’ın
ölümüyle son bulur. Eserin vaka kurgusunda Cengiz Han’ın gerçek yaşam
öyküsünden bariz sapmalar meydana gelmez. Eserde yapılan bir takım ufak
dokunuşlar haricinde Cengiz Han’ın orijinal hayat hikâyesine sadık kalındığı
111
görülür. Eserdeki farklı kısımlardan birisi Yesügey’in oğlu Temuçin doğduktan
sonra gizemli bir şekilde kendisini Ulu Türk Şamanı Kün’ün karşısında bulduğu
kısımdır. Bu kısımda Şaman’ın Yesügey’e oğlunun ileride Türkler ve Moğolları
birleştireceğini söylemesi tamamen yazarın kendi muhayyilesinin ürünü olarak
ortaya çıkmıştır. Otuz dört kısımdan oluşan eserde Cengiz Han sabrıyla,
dayanıklılığıyla ve azmiyle ön plana çıkar. Dostlarına gösterdiği bağlılık haklıyla
haksızı ayırmak noktasında gösterdiği adalet onu Moğol halkı içerisinde hak
ettiği yere getirir. Onurlu düşmanlarını kendi dostlarına dönüştüren Cengiz
kahramanlığa ve sadakete önem veren bir lider olarak okurun karşısına çıkar.
Tüm milletten insanların ve tüm dinden insanın rahatlıkla yaşayabileceği
hoşgörülü bir politika izleyen Cengiz Han aynı zamanda kurallara değer veren
inançlı bir liderdir.
Bu eseri farklı kılan özelliklerden birisi de Cengiz Han ile Camuka’nın
dostluğunun çok uzun anlatılmamış olmasıdır. Cengiz’in Camuka ile kan kardeşi
olduğuna değinilmiştir; ancak Cengiz’in Börte’yi kurtardıktan sonra Camuka ile
birlikte kaldığı bölüm atlanmıştır. Yazar Merkit seferi sonrası Cengiz ve
Camuka’nın yollarını ayırdığından bahsetmiş daha sonra da doğrudan
Camuka’nın Cengiz’in Han ilan edilmesine karşı tepki gösterdiği kısma
geçilmiştir. Yine birçok eserde Cengiz’in Börte’yi kurtardığında hamile
olduğunu
öğrenmesi
üzerine
çocuğun
kendisinden
olmadığını
bildiği
vurgulanırken bu eserde çocuğun kendisinden olduğunu düşünmekle birlikte
içinde küçükte olsa bir şüphe duyduğundan bahsedilmiştir.
Diğer eserlerde Cengiz Han’ın Curkin lideri Seçe Beki’yi itaatsizliğinden
doğlayı dövdükten sonra bıraktığı anlatılırken bu eserde Belgutay’ın Seçe
Beki’nin boynunu kırdığından bahsedilmiştir. Bu eserdeki yazarın tasarrufu
denilebilecek en önemli farklılıklardan birisi de Cengiz’in ordusu ile Camuka’nın
ordusu karşı karşıya geldiğinde meydana gelen doğa olaylarının Şamanların
mistik güçleriyle ilişkilendirilmesidir. Bu durum bir bakıma İlyada destanında
Tanrıların Yunanlılara ve Turuvalılara yardım etmesi hadisesi gibi Cengiz’in
zaferinde de Gök Tanrı’nın yardım ettiğinin ifadesidir. Yazarın Cengiz’in Turuva
Savaşı ile ilgili Truva atı hikâyesini bir bilginden öğrenmesi ve savaş taktiği
112
olarak uygulaması da yazarın eseri kaleme alırken bilinçaltında İlyada destanının
bir etkisi olduğunu göstermektedir.
Bu eserde görülen farklılıklardan birisi de Moğollar ve Harzemşahlar
arasında yaşanan sürtüşmenin Cuci’nin Merkitler üzerine yaptığı seferden
kaynaklanmasdır. Muhammed Harzemşah’ın Cuci’nin üzerine asker gönderdiği
ve Cengiz Han’ın da bu durum karşısında savaş istemediğine ve Muhammed
Harzemşah’a övgüler yağdıran bir mektup gönderdiğine dair anlatılar sadece bu
eserde mevcuttur. Bu belirtilen farklılıklar dışında eserin Cengiz Han’ın
hikâyesini tarihî kaynaklarda olduğu gibi anlattığı görülmektir.
Eserin açık, sade, anlaşılır bir dili vardır. Popüler tarihî roman olma özelliği
gösteren eserde yazarın Cengiz Han’ın klasik hikâyesini tekrara düşmekten
kendisini kurtaramadığı görülmektedir. Eser Cengiz Han’ın hikâyesini yeni bir
perspektiften ele almadığı gibi Cengiz Han ile ilgili daha önce yazılmış olan
eserlerin üzerine de bir katkı sunmamıştır. Eserin üslubundaki sadelik ve entrika
unsurlarının çeşitlendirilmemiş olması da romanı muadillerinin bir kopyası
suretine büründürmüştür.
1.3. Mete Han’ı Konu Alan Romanların Olay Örgüsü
Büyük Hun Hakanı Mete Han: Ahmet Haldun Terzioğlu’nun ilk
baskısına 2010 yılında yapan ve elli sekiz kısımdan oluşan eserinde kahraman
anlatıcı ve bakış açısı kullanılmıştır. Eserde vaka zamanı Salık isimli karakterin
isim alma törenine yapılan geri dönüşle başlar. Anlatma zamanı ise bu isim alma
töreninden iki yıl sonrasıdır ve Salık dokuz yaşındadır. Bu esnada Mete Han da
14 yaşındadır. Bu bilgilerden yola çıkarak Mete Han’ın M.Ö 234 yılında
doğduğu düşünüldüğünde romanda olayların M.Ö 220 yılında başladığı ve
Mete’nin ölüm tarihi olan M.Ö. 174 yılında son bulduğu görülmektedir.
Salık isimli genç, Hun ordusunun en güçlü savaşçılarının çıktığı Kartal
Savaşçılarının obasındandır ve o da Hun Kartal Savaşçılarından olmak ister.
Salık çocukluk hayalini gerçekleştirir ve güçlü bir er olur. Salık daha sonra
Bahadır Şad (Mete) ile Çin üzerine düzenlenen sefere katılır ve bu savaşta At
Kenti Çinlilerden alınır. Bu savaş sonunda savaşı kaybettikleri için kellelerinin
113
gideceğini bilen Çinli komutanlar Hunların tarafına geçer. Teoman Han Çinli bir
eş alır ve bu Çinli eş Teoman’ın büyük oğlu Bahadır ile Teoman’ın arasına fitne
sokar ve kendi oğlunu veliaht olarak seçtirmek ister. Teoman Han, Çin’e karşı
giriştiği savaşta başarı olur ve savaş sonucunda Çin’den alacağı bir kale
karşılığında ateşkes antlaşması imzalar.
Salık bu savaştan sonra Mete’nin kurduğu askeri birliğe katılır. Hun ordusu
Çin üzerine tekrar akın yapar; ancak başarılı olamaz. Hun ordusunun başarısızlığı
üzerine Çinliler At Kenti üzerine saldırıya geçer. Teoman Tanhu saldırıyı
başarıyla savuşturur. Bu savaştan sonra Teoman, Bahadır Şad’a bin kişilik özel
bir birlik verir. O da bu askerlerle Yüeçiler ve Çin üzerine başarılı seferler
düzenler. Teoman Tanhu tüm bu hadiseler yaşanırken Çinli eşi Yenci’nin
etkisine iyice kapılır ve oğlu Mete’nin elindeki ordusunu alır ve onu Yüeçilere
esir olarak gönderir. Teoman daha sonra Çinli eşinin etkisiyle Yüeçilerin Bahadır
Şad’ı öldüreceğini bile bile onlara savaş ilan eder. Salık, bu olan biteni Bahadır
Şad’a anlatarak onun kaçmasına yardım eder. Babası Yüeçilere saldırırken
kaçmayı başaran Bahadır Şad ordunun komutasını devralarak Yüeçilerle olan
savaşı kazanır. Bu olay üzerine Teoman Han, Bahadır Şad’a ordusunu geri verir
ve Bahadır Şad bu özel birliği sıkı bir eğitimden geçirir. Kendisinin ok attığı yere
ok atmayanın kellesini aldırır.
Bahadır Şad, ordusunu disipline edebilmek için
bir sonraki eğitimde okunu eşi Bögde Hatuna atar ve kendi okunu takip etmeyen
askerlerini de infaz ettirir. Hunlar, Bahadır Şad öncülüğünde Çin üzerine başarılı
akınlar gerçekleştirmeye devam ederler. Bu arada Teoman Tanhu Çin üzerine
büyük bir sefer yapacaklarını söyler. Bahadır Şad, ordusunu disipline etmeye ve
sıkı bir eğitimden geçirmeye devameder. Çin ile girişilen savaşlarda Bahadır Şad
başarılı olur. Bu arada Salık’ın eşi Günay gebe kalır.
Bahadır Şad artık babasının yaptığı yanlışlıklara son vermesi gerektiğini
bilir ve bir sürek avı sırasında ıslık çalan okunu babası Teoman Tanhu’ya
göndererek babasını öldürür. Hun töresi gereğince Han olduktan sonra Bahadır
Şad’ın ismi değişir ve Mete adını alır. Mete Han babasının ölümünden sonra
kendisine itaat etmeyenlerin de kellesini aldırır ve babasının törelere uygun bir
biçimde defnedilmesini emreder. Mete daha sonra üvey annesini, üvey kardeşini,
Çinlileşen beyleri ve Çinli danışmanları da öldürtür. Mete Han ülkede kendisine
114
başkaldıracak kimse kalmadıktan sonra Kurultay’ı toplar kurultayda gerekli
devlet düzenlemesini yaptıktan sonra halkın sorunlarını dinler. Mete Tunghuları
mağlup eder.
Tunghular Mete’nin babası öldükten sonra Mete’den babasının atını isterler
Mete, atı verir daha sonra eşlerinden birini isterler eşini de verir. Üçüncü kez
gelen elçiler Mete’den sınır topraklarını isterler Mete bu isteklerini kabul etmez
Tunghulara savaş ilan eder. Bu arada Ayguçılık görevine Uluğ Ata getirilir.
Salık’ın bir oğlu olur. Bu arada Mete Han, Yüeçilerin Çin ile işbirliği
yaptığını öğrendikten sonra ordusunu toplar ve Yüeçiler üzerine başarılı bir
saldırı düzenler. Mete Han Yüeçilerle hesaplaştıktan sonra Çin üzerine başarılı
akınlar yapmaya devam eder. Çinlileri mağlup eden Mete Han, eşinin sözlerinde
haklılık payı bulur ve halkının da Çinlileşmesiniden korktuğu için Çin’i almaktan
vazgeçer ve kuşatmayı kaldırır. Savaş sonunda yapılan antlaşma gereğince
ganimet alınır ve Çin vergiye bağlanır. Çin’i de dize getirdikten sonra Mete Han
bu sefer Türk Birliğini sağlamak için savaşır. Mete Han sonunda Hun boyları
arasında birliği sağlar. Mete Han daha sonra şehirler kurdurarak halkının bir
kısmını yerleşik hayata geçirir. Mete, tüm bu işlerle uğraşırken bir taraftan da
Çin’de çıkan isyanları başarıyla bastırır. Mete’ye karşı başarılı olamayacağını
anlayan Çinliler ona yeni bir prenses gönderirler. Mete Han’ın oğluna Kiok
Salık’ın oğlunada Altuğ unvanları verilir.
Artık iyice yaşlanan Uluğ Ata ölür. Uluğ Ata öldükten sonra Mete Han’ın
ordusu Yüeçilere kaşı giriştiği savaştan zaferle ayrılır. Uluğ Ata’nın yerine Salık
geçer. Mete Han, Salık’a ömrünün sonun yaklaştığını söyledikten kısa bir süre
sonra hayatını kaybeder. Mete Han’a Türk töresine uygun bir cenaze töreni
düzenlenir.
Mete Han’ın cenaze töreninde gelenekler doğrultusunda Mete
Han’ın kırk eri ve eşi de kendisiyle beraber defnedilmek üzere yaşamlarına son
verir. Salık Mete Han’ın cenaze töreni yapıldıktan sonra geriye kalan son kişi
olur. O da Mete Han’ın cenazesinin yeri düşman tarafından öğrenilmesin ve
ileride hakarete uğramasın diye oğlu ile vedalaştıktan sonra oklatılarak son
yolculuğuna uğurlanır.
115
Mete Han: Hayrani İlgar’ın 2013 yılında ilk baskısını yapan ve sekiz
bölümden meydana gelen eserinde hâkim bakış açısı ve üçüncü kişi anlatıcı
kullanılmıştır. Eserde vaka zamanı Teoman Han’ın oğlu Mete’yi Yüeçilere esir
vermesiyle başlar Çin kuşatmasının kaldırılmasıyla son bulur.
Çin’in Şensi şehrinde yaşayan Kamul Türklerinden Sungur’un oğlu ve
kızına Tuman’ın oğlu Mete’yi ortadan kaldırma kararı aldığını öğrendiğini söyler
ve oğlu Tanju, Çinli Hatun’un Motun’a kurdurduğu tuzaktan Mete’yi haberdar
etmek için izin alarak arkadaşı Tangut’la birlikte yola çıkar. Bu arada Motun
üvey annesinin babasının fikirlerini zehirlemesi üzerine Yüeçilere rehin olarak
gönderilir.
Tanju ve Tangut, Yüeçi topraklarına geldiklerinde Mete’nin askerleriyle
karşılaşır ve onlara Mete’yi görmek istediklerini söyler. Tanju, Mete’nin
huzuruna çıkarıldıktan sonra babasının elde ettiği istihbaratı Mete’ye bildirir.
Mete bu haberi getirdiği için Tanju’ya memnuniyetini bildirir ve zahmetleri için
teşekkür eder. Tanju Mete’nin hizmetine girer ve Yüzbaşı Buka, Tanju ve
Tangut’un eğitimleri ile ilgilenir. Mete Çolpan Ata isimli Kam ile görüşür ve
ondan Tanju ile ilgili bir kahanet öğrenir. Kam ayrıca Mete Han’a Türk birliğini
kurmak için uğraşması gerektiğini söyler.
Mete’nin askerleri yurdun dört bir tarafına giderek kendisinie asker
toplamaya başlar ve iki ay sonra birçoğu geri döner. Yeni katılanlarla birlikte
Mete’nin çerilerinin sayısı on bini aşar. Mete Tanju’ya yüzbaşı ünvanı verir ve
hazırlıkların tamam olduğunu yakında Hun ülkesine yürüyeceklerini söyler. Mete
sonunda herekata geçer ve Karakurum şehrini kuşatır. Bu esnada Tuman Han,
Çinli eşi ve çocuğu Mete’nin askerleri tarafından öldürülür.
Mete yönetimi ele geçirdikten Buka’yı tümen başı Tanju’yu binbaşı ve
Tangut’u da yüzbaşı rütbesine yükseltir. Şehirde baştan aşağı yeni bir
düzenlemeye giden Mete bir kurul toplayarak törelere uygun yeni kurallar ve
yasalar getirir. Mete ülkesinde silbaştan bir düzenleme yaptığı esnada Buka’nın
yanına bir heyet vererek onu Uluğ Türk’e gönderir ve Uluğ Türk ile kızını
Karakurum’a davet eder. Uluğ Türk ve kızı Karakurum’a yerleştikten kısa bir
116
süre sonra Mete Han, Umay’ı babası Uluğ Türkten evdeşliğe ister ve sade bir
törenle evlenir.
Tanju’nun kardeşi Gökçiçek Çinli prenses kılığında Mete’ye eş olarak
gönderilir. Ancak Gökçiçek ve Tanju bu gerçeği Mete’den saklar.
Tanju
kardeşinin Mete’ye konçuy olarak gelmesine çok memnun olur.
Tunguzlardan elçisi Mete’nin atını ister. Mete savaşa hazırlıklı olmadığı
için atını vermeyi kabul eder. Tanju Mete’nin atını Tunguzlara götürdükten sonra
yolda karşılaştığı bir adamdan babasının Çin’deki Türklerle ile birlikte Mete’ye
katılmak için hazırlık yaptığına dair mesaj teslim etmesini emreder. Mete Tanju
ile Gökçiçek arasında bir şey olabileceğinden şüphelenir. Tunguz elçisi ikinci
defa geldiğinde bu sefer Mete’den eşini ister. Mete bu isteği de kabul eder ve
eşini Tunguzlara götürme görevini Tanju’ya verir. Tanju kardeşine Tunguz
ülkesine girdikten sonra havanın kararıp bir fırtına çıkacağına dair yaşlı kamdan
bir bilgi aldığını o an geldiğinde kaçıp kamın saklandığı mağaraya gitmesini ve
Mete gelene kadar beklemesini söyler. Tanju’nun dedikleri çıkar ve Gökçiçek
Tunguzların eline geçmekten kurtulur.
Aradan bir ay geçtikten sonra Tunguzlardan yine elçi gelir ve bu sefer
elçiler Hulun Gölü’nün oradaki kumsal toprakları isterler. Mete, vatan toprağının
verilemeyeceğini söyleyip bu isteğe savaşla karşılık verir, Tunguzların üzerine
sefere çıkar. Mete Tunguzları yenip onların elinden Gökçiçek’i kurtardıktan
sonra Tanju’yu Barlas’tan boşalan yere tümenbaşı yapar. Daha sonra Yüeçiler
üzerine sefere çıkar. Bu seferi de zaferle sonuçlandıran Mete hedefini Çin üzerine
çevirir ve bunun için ciddi bir hazırlık yapmaya başlar. Bu arada Mete’nin
Umay’dan bir oğlu olur. Mete’nin oğluna Gökhan ismi verilir.
Mete Tanrıkut unvanını aldıktan sonra yirmi dört bin kişilik ordusuyla
Çin’e saldırır. Bu saldırı sonucunda Çin’i kuşatan Mete eşi Gökçiçek’in isteğiyle
Çin kuşatmasını sonlandırarak Çin imparatorunun serbest kalmasını sağlar. Bu
arada Prens Sungur yirmi bin Türkle birlikte Mete’ye katılır ve Gökçiçek’in
soylu bir Türk Prensesi olan kendi kızı olduğunu söyler. Sungur Çinle girişilen
savaşta ölen Tanju’nun da kendi oğlu olduğunu açıklar ve Mete zamanında
kamın söylediği sırrı öğrenir. Mete bunun üzerine Tanju’nun Karakurum’a
117
defnedilmesini söyler ve Karakurum’a döndüklerinde Tanju son yolculuğuna
uğurlanır.
Mete Han
Mehmet Kemal Erdoğan’ın 2018 yılında yayımlanan eseri 24 bölümden
oluşmaktadır. Mete Han’ın Yüeçilere esir olduğu dönemden başlayan olay
örgüsü Mete’nin Çim İmparatoriçesine gönderdiği mektuba kadar olan zaman
dilimini kapsamaktadır. Mete Han’ın M.Ö. 234 yılında doğduğu ve Yüeçilere
yirmili yaşlarındayken esir verildiği bilinmektedir. Bu bakımdan bu romanda
olayların M.Ö. 214 yılında başladığı ve yine tarihî kaynaklarla tespit edilebilen
Çin İmparatoriçesine M.Ö. 187’de gönderdiği mektuba kadar devam ettiği
söylenebilir. Bu bakımdan eserin olay örgüsü Mete’nin hayatının 27 yıllık bir
dilimini ele almaktadır. Hâkim bakış açısının yer aldığı ve üçüncü kişi anlatıcının
kullanıldığı eserin olay örgüsü ise şu şekildedir:
Çinli komutan Meng Tien
Hunlular ile savaşmak için Sarı Irmak
dolaylarına gelir ve orada Hunlu bir balıkçı olan Hu’yu kendisine casusluk
yapması için zorlar. Bunun üzerine Hu iki oğlu ve eşini alarak Yüeçi topraklarına
kaçar. Balıkçı Hu’nun oğlu Akçar Yüeçi topraklarında rehin olarak yaşayan Mete
Han ile arkadaşlık kurar.
Teoman’ın eşi Yenişi’nin telkinleriyle Yüeçilere saldırması üzerine
Yüeçiler Mete’yi tutuklayıp bir kafese kapatır. Akçar ve sevgilisi Yanzhi’nin
yardımıyla tutsak olduğu yerden kurtulan Mete çölde geçirdiği uzun bir
yolculuktan sonra ülkesine geri döner ve üvey annesinin kendisini ortadan
kaldırma planını bozar. Ülkesinde bir kahraman gibi karşılanan Mete’ye bu
kahramanlığından dolayı babası on bin kişilk bir ordu vermek zorunda kalır.
Mete babasının kendisine verdiği en zayıf askerlerinden oluşan bu orduyu sıkı bir
eğitimden geçirerek güçlü askerlere dönüştürür. Bu arada Mete daha önce
kendisine yardım eden ve iyi bir okçu olan Akçar’ı da yanına alır ve ona
kendisine ıslık çalan oklar yaptırır. Daha sonra bu oklar sayesinde düşmanlarına
karşı üstünlük sağlar.
Mete’yi ortadan kaldırmak isteyen üvey annesi onu yiğeni Yincü ile
evlendirir. Yincü Mete ile evlendiği gece Mete’yi zehirlemeye kalkar. Mete
118
bunun üzerine eşiyle çadırını ayırır. Bu durumdan sadece en yakın dostu olan
Akçar’a bahseder. Mete bu olay üzerine askerlerini katı bir eğitimden geçirir ve
önce kendi atına ok atar ve attığı okun arkasından okunu göndermeyen
askerlerini infaz eder. Daha sonra Mete benzer şekilde sevgilisi Yanzhi’nin
kalbine de bir ok gönderir ve daha önce olduğu gibi Yanzhi’ye okunu atmayan
askerlerinin de kellesini alır. Mete’nin bu yaptıklarını duyan babası Mete’yi
uyarmaya geldiğinde Mete bu sefer okunu babasına gönderir ve Mete’nin okuyla
birlikte binlerce ok Teoman’ın bedenine saplanır. Babası öldükten sonra Mete
devletin kontrolünü eline geçirir ve ilk olarak üvey annesi ve üvey kardeşini
ortadan kaldırır. Bu arada Hunların Çin’e Meng Tien de Çin Sarayı’ndaki
entrikalara kurban giderek idam edilir.
Mete başa geçtikten sonra Thung-hu develti elçi gönderir. Elçi önce
Mete’ye hükümdarının Mete’nin bin mil koşan atını istediğini söyler. Mete atını
bir at komşudan daha kıymetli olamaz diye verir. Daha sonra elçi ikinci kez gelir
ve bu sefer Mete’den eşi Yincü’yü ister. Mete eşini de Thung-hulara verir. Elçi
üçüncü sefer geldiğinde Mete’den toprak ister. Mete ise bu isteğe karşılık olarak
Thung-hulara toprağın verilemeyeceğini bunun savaş gerekçesi olduğunu söyler
ve ordularını toplar. Mete ve Akçar infaz birliği adında bir suikastçi ve casus
teşkilatı oluşturur. Mete’nin bu teşkilatta yer alan en önemli askerlerinden birisi
olan Alangu ilk iş olarak Thung-huların elçisini ülkesine döndükten sonra
öldürür. Bu olaydan sonra Mete Thung-hu hanedanlığına saldırarak onları
mağlup eder ve kendisine tabi kılar.
Mete Han Türk birliğini yani Turan’ı sağlamak için birçok Türk ve Moğol
ulusunu bir araya getirir. Akçar babasının isteğiyle Yüeçi topraklarına gider
ancak orada Yüeçiler tarafından esir alınır. Akçar idam edilmeyi beklerken
Alangu onu kurtarır ve zorlu bir kaçış macerasından sonra Hun yurduna geri
dönerler. Bu olaydan sorna Mete Yüeçilerin de üzerine yürür ve onları da mağlup
eder. Bu arada General Kiale Mete’ye karşı komplo kurar ve Mete’nin oklattığı
sevgilisilisinin babası Li Usta’yı bularak onu Mete’ye karşı dolduruşa getirir ve
Mete’ye karşı bir suikast düzenlemesi için telkin eder. Li Usta adam tutat ve
Mete’yi zehirletmeye kalkar; ancak Mete’nin istihbarat ağı Mete’yi bu durumdan
haberdar eder. Mete de bunun üzerine Alangu’yu Kiale’yi ve Li Usta’yı ortadan
119
kaldırması için görevlendirir. Alangu Li Usta ve Kiale’nin yerini bulur; ancak Li
Usta Alangu’yu bayıltır ve Kiale ile birlikte kayıplara karışır.
Mete Han, bu olaydan sonra Çin İmparatoriçesine evlenme isteği içeren bir
mektup gönderir. Mektubu Çin sarayına götüren acemi ancak güçlü bir asker olan
Bayrı yolda Çinlilerin saldırısına uğrar ve yaralanır. Bayrı şans eseri Li Usta
tarafından kurtarılır. Li Usta Mete’nin mektubunu Çin İmparatoriçesine göütür ve
mektup sebebiyle idam edilir. Bu arada Li Usta’nın kulübesine gelen Kiale’de
Bayrı tarafından yanlışlıkla öldürülür. İmparatoriçe gönderdiği bir mektupla
Mete’nin evlilik teklifini reddeder. Bayrı geri döndüğünde olan biteni anlatır ve
Mete düşmanları şans eseri de olsa öldüğü için mutlu olur. Bayrı da Mete’nin
infazcı birliğinine katılır.
Kumandan Mete Han
Yiğit Recep Efe’nin 2018 yılında yayımlan ve 11 bölümden oluşan Kuman
Mete Han isimli eserinde hâkim bakış açısı ve üçüncü kişi anlatıcı kullanılmıştır.
Eserde olaylar M.Ö. 210 yılında başlamış ve M.Ö. 174 yılında Mete’nin
ölümüyle birlikte son bulmuştur. Eserde Mete’nin çocukluğuna değinilmemiş ve
olaylar hükümdar olmasından bir yıl önce başlatılmıştır. Eserde toplam olarak
Mete’nin hayatının 36 yıllık kısmı anlatılmıştır.
Mete, Çinli üvey annesi Yenişi’nin oyunları nedeniyle gözden düşmüş bir
veliaht prenstir. Güçlü ve lider özellikleri olan bir tigin olmasına karşın Mete
babası Teoman Han tarafından değer görmez. Yenişi’nin sözleriyle zehirlediği
Teoman Han Yenişi’den olan oğlunu Türk töresine karşı gelerek veliaht prens
ilan etmeyi düşünür. Bunun için de Çinli eşinin sözlerine kanarak Mete’yi
Yüezhilere rehin olarak gönderir. Babasının kendisini Yüezhilere elçi değil de
rehin olarak gönderildiğini Yüzehi topraklarına gittiğinde öğrenen Mete bunun
kendisinin ölüm fermanı olduğunu anlar ve Hunlar Yüezhilere saldırdığı esnada
karışıklıktan yararlanarak kaçar. Bu hadise Mete’nin Hunlar arasındaki itibarını
artırır.
Bu olaydan sonra Yenişi’nin Çinli akıl hocaları Mete ile Teoman’ı birbirine
düşürmek için Mete’ye asker verilmesini söyleyerek baba ile oğulun bir kavgaya
kurban gitmesini ister.
Eşinin her sözüne itibar eden Teoman için bu plan
120
mantıklı gelir ve Mete’ye en disiplinsiz en güçsüz askerlerinden on bin tanesini
verir. Mete emrindeki birliği sıkı bir eğitimden geçirdikten sonra babasının
karşısına çıkar ve bu arada Teoman’ın ordusunun üçte biri de Mete’nin saflarına
geçer. Mete babasını askerleri ile birlikte oklayarak öldürür ve törelere göre de
kendi hakkı olan hanlığı alır. Yenişi ve oğlu da Mete’nin askerleri tarafından
kaçmaya çalışırken öldürülür.
Mete babasının ölümünden sonra tahtı ele geçirir ve ordusunu sıkı bir
eğitime tabi tutar emrine itaat etmeyen askerlerini infaz ettirir. Bu arada Çinliler
Mete’nin atını ve kılıcını ister. Mete de bu isteklerini yerine getirir; ancak Mete
vatan toprağından kurak bir parça istendiğinde vatan toprağının kendi malı
olmadığını söyleyerek Çin’e karşı savaş açar ve savaşı kazanır. Savaş sonunda
atını ve kılıcını geri alır.
Mete’nin Çin ile giriştiği ve başarılı olduğu mücadeleden sonra Donghular
bir elçi gönderir ve Mete’den toprak ister Mete bu isteğe de savaşla karşılık verir
ve Donghu hükümdarını tek başına ordusunun içinden alarak büyük bir
kahramanlık gösterir. Kendisinden aman dileyen Donghu hükümdarını öldürmez;
ancak Donghu ülkesini kendi topraklarına katar. Çinliler Mete’nin tek boynuzlu
canarvarı öldürmesiyle ilgili efsanelerden bahseder ve Mete’nin askerî yeteneği
ve üstün savaşçı özelliklerinden söz ederler. Mete’nin en büyük ideali bir Türk
birliği oluşturarak Turan İmparatorluğu kurmaktır ve bütün enerjisini bunun için
harcar. Bunun için Mete H.z. Nuh’un oğlu Yasef’in efsanevi kılıcını bulur.
Mete Yafes’in kılıcını bulup Ötüken’e geri döndükten sonra oğlu Kiyuk’un
dünyaya gelir. Mete Yafes’in kılıcını bulduktan sonra tüm enerjisini Türk
birliğini kurmaya verir ve olabildiğince az Türk kanı dökerek çoğu Türk boyunu
müzakereler sonucu ve kılıç efsanesiyle bir araya getirir. Cömert, adaletli,
disiplinli, inançlı ve törelere bağlı bir lider olan Mete Çinliler kendisine vermeyi
vaad ettikleri vergiyi vermeyince Çin üzerine yeni bir akın başlatır ve Çin seddini
de aşarak Pateng şehrini kuşatır ve Çin İmparatoruna tekrar boyun eğdirir; ancak
Türkler Çinlilerin içerisinde eriyip gitmesin Türk kültürü bozulmasın diye Çin’de
kalıcı olmaz ve geri döner. Mete daha sonra Türk birliğini sağlamak için Tahin
Türkleri ile mücadeleye girişir ve liderlerini alt edip Tahn Türklerini de kendisine
121
bağlar. Daha sonra Altay Türklerini emri altına alan Mete otuz beş yıllık
hükümdarlığı sonrasında altmış yaşında hastalanarak ölür ve o öldüğünde
Yafes’in kılıcıyla birlikte evcilleştirdiği bozkurt da ortadan kaybolur.
1.4. Attilâ’yı Konu Alan Romanların Olay Örgüsü
Attilâ: Peyami Safa’nın ilk olarak 1928 yılında tefrika edilen ve iki
bölümden oluşan eserinde hâkim bakış açısı ve üçüncü kişi anlatıcı
kullanılmılştır. Attilâ’ya karşı Doğu Roma’nın yaptığı suikast girişimiyle
başlayan ve Attilâ’nın ölümüyle sonlanan eserin olay örgüsü şu şekildedir:
Konstantiniyye’den İmparator II. Teodos’un Attilâ’ya suikast düzenlemek
amacıyla gönderdiği heyet Attilâ’ya bir suikast düzenleme girişimde bulunur.
Suikast girişimi başarılı olmaz ve suikasti gerçekleştirmek isteyen Vijilas
yakalanır. Vijilas, Başvekil Krizafyüs’ün suikast planını itiraf eder ve elçilik
heyetinde bulunan Maksimyen ve Prisküs da bu itirafa şahitlik ederler.
Elçilerle olan fasıl kapandıktan sonra Attilâ, Batı Roma Prensesi Onorya
kaçamak yapar. Attilâ’nın Onorya ile olan ilişkisinden haberdar olan ve bu
ilişkiyi kıskanan Kraliçe Kerka, Attilâ’nın soytarısı cüce Zerkon’la işbirliği
yaparak Onorya ile Attila’nın arasını bozmak için Onorya’ya iftirada atar.
Attilâ, kendisine düzenlenen suikast girşimini unutmaz ve bu alçakça
girişimin hesabını sormak için Ores ile Rustiçyüs’ü Konstantiniyye’ye İmparator
Teodos’a elçi olarak gönderir. Attilâ’nın eliçileri Teodos’tan Krizofyos’un
kellesini ister.
Teodos, Attilâ’nın bu talebini kabul etmeyince Attilâ,’450
senesinde Şarkı ve Garbi Roma’ya savaş ilan eder.
Bu arada Kraliçe Kerka’nın kurnaz planı başarılı olur ve Attilâ eşinin
Zerkon aracılığıyla düzenlediği oyuna inanarak Onorya’nın eski sevgilisi olan
Germen Şovalyesi ile buluştuğunu düşünür ve Onorya’yı Hun toprakları dışına
sürgün eder. Onorya kurnaz bir kadındır ve oyuna geldiğini anlayarak kendisine
kimin kumpas kurduğunu öğrenmek için kendisine nezaret eden Hun süvarisini
kandırarak Hun topraklarına geri dönmeyi başarır.
Onorya Hun topraklarına geri döndüğü sırada Attilâ, beş yüz bin kişilik
ordusuyla Garbi Roma üzerine doğru yürüyüşe geçer. Bu arada Onorya Hun
122
süvarisinin halasının evine dilsiz bir Hun kızı kılığında kalarak Hunca öğrenir ve
Kreliçe Kerka’nın haremine girmeyi başarır. Kraliöe Kerka’nın güvenini kazanan
Onorya gerçek kimliğini bilmeyen rakibesinin kendisine karşı düzenlediği oyunu
öğrenir ve Attilâ’nın seferden dönmesini bekler. Roma içlerine kadar ilerleyen ve
birçok şehri fetheden Attilâ’yı ünlü Roma Generali Aetius durdurmayı başarır.
Attilâ, Aetius ile giriştiği mücadelede mutlak bir başarı elde edemez ve
ordusunun daha fazla yıpranmaması için ülkesine geri döner.
Attilâ savaştan sonra ülkesine geri döndüğünde sarayda Onorya ile
karşılaşır ve ondan olup biteni öğrenir. Attilâ, Onorya’ya Kerka’nın durumdan
haberdar olmaması için oynadığı oyuna devam etmesini söyler. Attilâ, cüce
Zerkon’u söyleyerek Onorya’nın gerçekleri anlattığını öğrenir. Bu arada
Onorya’nın Attila ile görüştüğünü öğrenen Kraliçe Kerka sonunda Onorya’nın
gerçekte kim olduğunu öğrenir ve sinir krizi geçirir. Attilâ Kerka’yı sakinleştirir
ve Onorya’dan da ondan da vazgeçmeyeceğini söyleyerek iki kadını birden idare
etmeyi başarır. Attilâ daha sonra zihninde İtalya’ya yapacağı seferin tasarısını
kurar. Bir gün Onorya ile beraberken ona İtalya’yı fethedeceğini söyler.
Attilâ İtalya üzerine sefere çıkar. İtalya’nın en önemli şehirlerini fetheden
Attilâ Roma kapılarına kadar dayanır. Bunun üzerine Papa Leon, Attilâ’dan
Roma’nın bağışlanmasını ister. Attilâ, bu talebi kabul eder ve yapılan sulh
antlaşmasından sonra ülkesine geri dönmek için yola çıkar. Bu arada Attilâ
Kerka’nın ölüm haberinin yanı sıra Onorya’nın Roma’ya abisinin yanına gittiği
haberini alır.
Attilâ geri dönüş yolunda Augusta şehrinde yolunu kesen güzel sarışın
İldiko ile tanışır ve bu kızla evlenmeye karar verir. Attilâ ve İldiko geleneklere
göre evlenir. Evlendikleri gecenin sabahı Attilâ odasında ölü olarak bulunur.
Nöbetçiler Attilâ’nın zehirlenmiş olabileceğini düşünür; ancak Attilâ’nın oğlu
Erlâk bir Hun’un kadın eliyle ölemeyeceğini bu yüzden babasının eceliyle ölmüş
olduğunu söyler. Attilâ’nın naaşı altın, gümüş ve demirden tabutların içine konur
ve simsiyah bir gecede cenazesi defnedilir.
Attilânın ölümü büyük etkiler yaratır. Attilâ’nın korkusu ile Roma’da güç
kazanan Aetyüs’e artık ihtiyaç kalmadığını düşünen İmparator tüm şöhretini
123
Attilâ’ya borçlu olan bu generali bizzat öldürür. Attilâ ölmüştür; ancak ismi
yaşamaya devam eder.
Büyük Hun Hükümdarı Attilâ:
Muharrem Eryılmaz tarafından
yayımlanan ve Peyami Safa’nın Attilâ’sından sekbeş yıl sonra yayımlanarak uzun
soluklu bir aranın akabinde Türk romanında yayımlanan ikinci Attilâ romanı
olma özelliği gösteren eserde on yedi bölüm yer aldığı ve eserde üçüncü kişi
anlatıcının yanında birinci kişi anlatıcının da mevcut olduğu görülmektedir.
Eserde ele alınan zaman geriye dönüşlerle 374 yılından Aetius’un (454 öl.) ölüm
tarihine kadar olan zaman dilimidir. Eserin olay örgüsü şu şekildedir:
Romalılar Hunların yardımıyla ezeli düşmanları Rodogez’i mağlup ederler.
Bu ittifaktan sonra Muncuk’un oğlu Attila Roma’ya esir olarak verilir. Attilâ iyi
bir askerî eğitim alır ve ordudaki diğer askerlerle birlikte aynı safta savaşır.
Babası ölünce amcaları tarafından Batı Roma’ya rehin olarak gönderilen
Attilâ’nın Romada esir olarak kaldığı dönemde aldığı eğitim onu daha da
geliştirmiştir. Attilâ Ravenna’da esirken Romalılardan nefret etmesine rağmen bu
nefretini belli etmez ve boyun eğmiş gibi görünür. Attilâ sarayda kaldığı süreyi
Romalıların zaaflarını öğrenmek ve onları daha iyi tanımak için kullanır. Bu
arada Attilâ’nın amcası Rua’nın Roma ile ilişkileri 434 yılında bozulur.
İmparator Valentinien’in annesi Plasidis, Aetius’u Hunlara karşı savaşması
için göreve çağırır. Aetius rakipleriyle giriştiği mücadeleler sonucu itibarını
yeniden kazanır. Bu olaylardan sonra Aetius Doğu Roma ile Hunlar arasında da
anlaşma yapılmasıı gerektiği konusunda arabulucuk yapar ve olası bir savaşı
engeller. Doğu Roma İmparatorluğu da antlaşma yapmak için Plinthas ve
Epigenes’i Hun payitahtına elçi olarak gönderir. Ancak elçiler Hun ülkesine
ulaşana kadar geçen sürede Rua ölmüş ve tahta Attilâ ve kardeşi Bleda geçmiştir.
Attilâ, Doğu Roma elçileri ile Margus Antlaşması’nı imzalar. Bu olaydan
sonra Attilâ amcası Aybars ile birlik kurmaya çalışan Akarzitlerin üzerine yürür
ve onlara boyun eğdirir. Attilâ bu olaydan sonra senelerce sefere çıkar ve Orta
Asya’dan Baltık sahiline kadar ayak basmadık yer bırakmaz. Attilâ, bu uzun
soluklu seferden döndükten sonra Bleda av esnasında kazayla ölür. Bleda’nın
ölümü sonucu bazı dedikodular ortaya çıkar ve Bleda’yı Attilâ’nın öldürttüğü
124
söylenir. Attilâ’nın tahta çıkmasından sonra sevindirici bir hadise yaşanır ve
efsanevi kılıç bulunur. Kılıcı bulan çoban bu kılıcı Attilâ’ya getirir. Kılıcın
keşfinden bir süre sonra Attilâ, Romalı elçileri huzuruna kabul eder. Bu elçiler
Attilâ’ya II. Valentiniyen’in kardeşi Honoria’dan bir mektup getirir. Honoria
mektubunda Attilâ’ya evlilik teklifinde bulunur. Attilâ, Honoria’nın nişan
yüzüğünü kabul eder ancak Honoria’nın mektubuna cevap vermez. Attilâ Asya
ziyareti sırasında Çin’e de gider. Çin Hükümdarı Hunları sevmese de Attilâ’nın
dostluk ve barış teklifini kabul eder. Attilâ bu arada Konstantiniye ve Roma’yı
ele geçirdikten sonra Çin’e saldırmayı hayal eder. 441 senesinde Attilâ Margüs
Metropoliti’ne doğru hücuma geçer. Metropolit Attilâ’ya Margüs şehrini teslim
eder.
Attilâ 446 yılında yaptığı plan doğrultusunda Tisalya’yı Theodosius’tan
ganimet almak için fetheder. Ordusuyla Tuna’ya doğru ilerleyen Attilâ
Konstantinapolis’e elçilerini yollar. Theodosiun’un baş danışmanı Krizofius
kendilerine elçi olarak gelen Edekon’u kafalayıp ona Attilâ’ya karşı suikast
düzenletmeyi planlar. Edekon bu teklifi elli bin altın karşılığında kabul eder.
Bunun üzerine Attilây’la görüşmek üzere Vijilas, Maksimus ve Priskos yola
çıkar. Edekon Vijilas’ın da dâhil olduğu suikast planını Attilâ’ya anlatır ve
suikast girişimi başarısız olur. Attilâ, Vijilas ile gönderdiği mektupta
Krizofius’un kellesini ister; ancak Theodosius bu teklifi kabul etmez. 450 yılında
Theodosius’un
attan
düşerek
ölmesi
sonucu
yerine
geçen
İmparator
Marcianus’un tehditkâr sözleri Attilâ’nın hedefini Doğu Roma İmparatorluğuna
çevirmesine neden olur. Ancak Attilâ daha sonra Doğu Roma’nın kendisine karşı
harekete geçecek gücü olmadığını bildiğinden tekrar hedef değiştirir ve
Honoria’nın evlilik teklifini bahane ederek Batı Roma’ya savaş ilan eder.
Attilâ Gepit ve Ostrogotları da yanına alarak 415 yılının ocak ayında taruza
geçer. Attilâ’nın ordusu birçok şehri ele geçirdikten sonra Orleon’da Aetius’un
ordusuyla karşılaşır. Attilâ başarılı olamaz ve Solon ovasına çekilerek düşmanını
orada bekler. Attilâ’nın ve Aetius’un orduları Solon ovasında savaşa başlarlar.
Sayısız insan bu savaşta hayatını kaybeder. Savaş esnasında Roma’nın müttefiki
Vizigor Kralı Theodorik ölür. Aetius meydan savaşında daha üstün olmalarına
rağmen Attilâ’dan çekinir ve üstüne gitmez. Bu arada Thorismont Vizigot tahtını
125
ele geçirmek için savaştan geri çekilir ve ülkesine döner. Bu durumdan
faydalanan Attilâ da geri çekilir.
Gol memleketindeki başarısızlığını çabuk atlatan Attilâ ordularını tekrar
Batı Roma üzerine harekete geçirir. Attilâ’nın başarılı olması üzerine Valentinien
İmparatorluk sarayını 452 yılında Raven’den Roma’ya taşır. Son çare olarak
Valentinien Papa’dan yardaım ister ve Papa Leon Attilâ ile barış görüşmesi
yapar. Attilâ Papa’nın isteğini kabul eder ve Roma’yı bağışlar. Bu arada Attilâ
daha önce ailesini savaşta öldürdüğü İldiko isimli Germen kıza âşık olur ve
onunla evlenir. Evlendiği gece yatağında ölü olarak bulunur. Attilâ’nın
ölümünden sonra tahtı devralan oğulları başarılı olamaz. Bu sırada Velentinien
de Aetius’u kendi eliyle öldürür. İmparator da bir süre sonra Maksimus
tarafından öldürülür ve her şey Attilâ’dan önceki hâline geri döner.
Atilla Galya Fatihi: İbrahim Karahan’ın kaleme aldığı eser otuz dört
bölümden oluşmaktadır ve eserde üçüncü kişi anlatıcı ve ilahi bakış açısı
kullanılmıştır. Eserde zaman Attilâ’nın babası Muncuk’un ölüm tarihi olan
408’de başlamaktadır. Attilâ’nın öldüğü 453 tarihinde de son bulmaktadır. Attilâ
romanları içerisinde kurgusundaki farklılıkla en çok dikkat çeken romanlardan
birisidir. Her ne kadar yazar bu eserinde tarihî kişikilikleri bilinen kimliklerinin
dışında farklı pozisyonlarda kullanmış olsa da roman sanatının imkânları
dâhilinde yazarın böyle bir tasarrufu olması doğal karşılanmalıdır. Eserin olay
örgüsü şu şekildedir:
Etzelburg civarına yerleşen Hunların başında bulunan Muncuk Vandallar
tarafından pusuya düşürülerek öldürürlür. Bu arada Muncuk’un oğlu Attilâ
Vandallar tarafından esir alınır. Muncuk’un ölümü üzerine devletin başına
Attilâ’nın amcası Rua geçer. Attilâ İtalya topraklarına götürülerek köle pazarında
Romalılara satılır. Attilâ Kilise karşıtı olan Rahip Josef’in yanına verilir. Bir gün
Josef Kilise karşıtı faaliyetlerinden dolayı sorgulanır. Sorgulama neticesinde
Josef idama mahkûm edilir. Josef idam edildikten sonra Attilâ Papaz Gregor’un
yanına verilir ve onun işlerini yapar. Gregor kendisinin yakalanarak idam
edileceğinden korktuğu için gerçek Hristiyanlığın anlatıldığı parşömenleri
arkadaşlarına verilmek üzere Attilâ’ya emanet eder. Gregor Attilâ’ya Ares’in
126
efsanevi kılıcı ile ilgili bildiklerini anlatır. Gregor Kardinal Adenis tarafından
öğrenilir. Gregor sorguya çekilir a Adanis Gregor’u ve Bringaz’ı öldürü ve
Attilâ’nın komutanların emrine verilmesini söyler. Keşiş Philip Attilâ’dan
Gregor’un emanet ettiği parşömenleri ister. Attilâ Philip’e güvendikten sonra
parşömenleri verir.
Rua’nın oğlu Bleda kuzeni Attilâ’nın esir olmasına üzülmektedir. Rua’nın
emriyle anu kurtarmak için Romalıların içine sızar. Guida denilen bir çifçi
Bleda’yı tuzağa düşürüp onu Vandallara satar. Bleda da Nikoforos ve oğlu
Aetius’a köle olarak satılır. Vossios Nikoforos oğlu Aetius’u Roma
İmparatorluğu’nun başına geçirme düşüncesiyle sıkı bir eğitimden geçirmektedir.
Bu arada Attilâ’yı kurtarmak için Roma içlerine sızmış olan Bleda Nikoforos’un
hanesine köle olarak girer ancak hızlı sürede gösterdiği yararlılıkla Aetius’un
kılıç hocası olur. Bleda Aetius’u bir av sırasında kaçırarak Macaristan’daki Hun
topraklarına götürür. Daha sonra Attilâ ve Aetius’un takası gerçekleşir. Attilâ
ülkesine geri döndükten sonra Bleda’ya Ales’in kılıcı hakkında öğrendiklerini
anlatır. Hunlar savaş hazırlıklarına başlarlar. Hunlar ve Doğu Roma arasında
başlayan büyük savaşta Rua sırtına saplanan süngüyle ölür.
Attilâ ve kuzeni Bleda Rua öldükten sonra ülkenin kontrolünü birlikte
sağlar. İlk olarak devletin içine yuvalanmış hainleri temizlerler. Bu arada Doğu
Roma İmparatorluğunda I. Thedosius’u tahttan indirerek yerine geçen II.
Thedosius kendisi aleyhinde iş çevirenleri cezalandırır. Doğu Roma üzerine
sefere çıkan Attilâ ve Bleda başarılı olur. Yaşlılar Meclisi Attilâ’nın Alarik’in
kızı Arıkan ile evlendirilmesine karar verir. Arıkan’dan daha önceden hoşlanan
Attilâ da bu kararı sevinçler karşılar. Attilâ’nın Arıkan’dan İlek, Dengizek ve
İrnek isimlerini verdiği üç oğlu olur.
II. Thedosius Hun devletiyle aralarında yapılan antlaşmayı ihlal eder.
Bunun üzerine Attilâ ve Bleda Doğu Roma üzerine sefere çıkar. Bu sefer
sırasında Bleda Camria’nın kılıcıyla ölür. Bu arada II. Thedosius ordusu Attilâ
karşısında yenilip geri çekilince komutanı Dionysius’u öldürür. Savaş sona
erince Bleda’nın cenaze töreni gerçekleştiririlir. Attilâ, ülkesine döndükten sonra
halkını yerleşik yaşama geçirmeye çalışır.
127
Attilâ’nın isteklerini kabul etmeyen II. Thedosius’un eşi Leibethra Attilâ’ya
bir suikast düzenlenmesi için talimat verir. General Margos da bu suikast için
Orius isimli bir genci önerir. Bu gençte kendisinin zamanında hocası olan ve
imparatorun muhaliflerinden Bizanslı Komutan Edekon’a olan biteni anlatır.
Suikast Edekonun ihbarı aracılığıyla gerçekleşmeden durdurulur ve Orius
yakalanır. Bu arada Attilâ kendisine suikasti haber vermiş olmasına rağmen
Edekon’u bir hain olduğu için bağışlamaz ve kellesini alır. Daha sorna Attilâ ve
oğlu İlek Bizans’ı mağlup eder. Bu savaş esnasında komutan Margos ölür ve hain
Camria da kaçar. Savaştan sonra Bizanslılar Attilâ’nın isteklerini kabul eder ve
kaçak Hunları da teslim ederler. Ateşkes antlaşmasından sonra Attilâ kâhine
gider ve kâhinden Ales’in kılıcını bulacağı kehanetini öğrenir.
Papa ve Valentinianus Doğu Roma’nın yenilmesi üzerine Attilâ tehdidine
karşı General Fularius Eitis’e orduyu hazırlamasını söyler. Papa’nın sarayla
görüşmesinden iki ay sonra Attilâ ordusunu harekâta geçirir. Bu arada Attilâ’nın
emriyle oğlu İlek komutasındaki süvariler Philippolis’e saldırır ve Ales’in kılıcını
bulur.
Kraliçe Silvia Prenses İldiko Honoria’yı kocasından kıskanır. Bu arada
Honoria’nın Attilâ’ya gönderdiği evlilik teklifi içeren mektubu öğrenen
Valentinianus kardeşi Honoria’yı zindana attırır. Attilâ Honoria ile evlenerek
Roma’yı savaşmadan ele geçirebileceğini düşünür. Honoria zindandayken gizlice
Attilâ’ya nişan için yüzüğünü gönderir. Attilâ nişan yüzüğünü alır ve evlilik
teklifini kabul eder. III. Valentinianus kardeşinin zindandayken Attilâ ile
iletişime geçtiğini öğrenir ve kardeşine işkence yaptırır. Honoria kardeşinin
zulmüne daha fazla dayanamaz ve zindandan kurtulmak için Vali Guessen’in
evlilik teklifini kabul eder.
Attilâ Honoria’nın zorla evlendirilmesi üzerine Batı Roma seferi emrini
verir. Önce Vandalları, Gotları ve Ostrogotları dize getirmeleri gerektiğini söyler.
Bu dönemde diplomatik ve askerî başarılar elde etmeye devam eden Attilâ
Vandal Radagais’in düello teklifini kabul eder. Duelloya oğlu İlek’i çıkarır. İlek
rakibini öldürür.
128
Papa Honoria’nın nikâhını kıyar. Attilâ Ostrogotları da yenerek emrine alır.
Attilâ’nın Batı Roma üzerine ilerleyişini sürdürmesi üzerine Valentinianus
ordunun başına Aetius’u getirir. 451 yılının Haziran ayında Katalon ovasında
Romalılar ve Attilâ karşı karşıya gelir. Got Kralı Theodeirch savaş esnasında
aldığı mızrak darbesiyle atından düşüp ölür. Aetius’un ordusu büyük kayıplar
vererek geri çekilir. Bunun üzerine Papa I. Leo Attilâ’ya karşı destek vereceğini
söyler. Aetius savaşı kaybedince Hunlara yakalanmamak için kendi gırtağına
hançerini saplayarak hayatına son verir. Roma Attilâ’yı durdurmakta başarısız
olunca Prenses Honoria’yı da alarak Roma’yı kuşatan Attilâ ile barış görüşmesi
yapmaya gider. Attilâ Papa’nın teklifini makul bularak Roma kuşatmasını
kaldıracağını söyler; ancak Honoria’yı da yanına alarak ülkesine geri döner.
Artık Attilâ ile evlenmek istemeyen Honoria gerdek gecesi Papa ile yaptığı
anlaşma gereği Attilâ’yı zehirleyerek öldürür. Attilâ’nın öldüğünü gören
muhafızları da Honoria’yı Attilâ’nın naaşının yanında katlederler. Elli sekiz
yaşında hayata gözlerini yunan Attilâ’ya Hun gelenekleri doğrultusunda bir
cenaze töreni düzenlenir.
Başbuğ Attila: Hüseyin Adıgüzel’in beş bölümden oluşan eseri ilahi bakış
açısına sahiptir. Tanrısal anlatıcının olduğu eserde olaylar Avrupa Hunlarının ilk
lideri olan Balamir’in tarih sahnesine çıkmasıyla başlar Attilâ öldükten sonra
tahta çıkan oğulları döneminde imparatorluğun parçalanmasıyla sona erer. Eserin
olay örügüs şu şekildedir:
Balamir baharın ilk günlerinde halkının isteğiyle batıya göç emri verir. Bu
göç yolunda Balamir hayatını kaybeder. Balamirden sonra Uldız (Yıldız)
Hunların hakanı olur. Uldız’ın ölümünden sonra da Hunların hakanlığının onun
oğlu Karaton alır. Hunlar Alanları kontrolleri altına alarak Karpatların batısındaki
geniş ovalara hâkim olur. Karaton’un ölümünden sonra büyük oğlu Muncuk
ülkenin başına geçer. Muncuk’un oğlu Attilâ’nın doğduğu MS 395 yılında Roma
ikiye ayrılır. Attilâ henüz yedi yaşındayken Muncuk attan düşerek ölür.
Muncuk’dan sonra büyük hakan olarak Rua seçilir. Rua, Attilâ’yı Batı Roma’ya
rehin olarak gönderir. On bir yaşında olan Attilâ iyi bir askerdir. Amcası Aybars
Attilâ’yı eğitmiştir. Attilâ’dan iki yaş büyük olan Bleda tahtın varisidir. Rua taht
129
için Bleda’yı düşünürken Aybar taht için Attilâ’nın daha doğru bir aday
olduğunu düşünür.
Attilâ, Vizigotların rehinesi olan Gleserich ve Gepidlerin rehinesi olan
Athaulf ile karşılarşır. Bu çocuklarla arkadaş olur. Athaluf Roma üzerine Vandal,
Süep, Gedpid ve Alanların akın yaptığını bunun kaçmaları için bir fırsat
olabileceğini söyler. Üç çocuk bu olay neticesinde Roma esaretinden kaçıp
kurtulmayı başarır. Gleserich, Attilâ ile birlikte Hun ülkesine giderken Attilâ,
Erikan isimli bir kıza âşık olur. Attilâ daha sonra obasında misafir olduğu
Erikan’ı babasından daha sonra gelip almak üzere ister ve bu isteği kabul
olduktan sonra başkente gider. Aybars Akarzit resizi Kuridak’tan Attilâ’ya
bağlılık yemini alır. Attilâ toplam iki yıl rehin hayatı yaşadıktan sonra sonunda
yurduna ve özlediği topraklara kavuşmuştur. Bu arada Rua kardeşi Oktar’a
Attilâ’yı da alıp Burguntlara saldırmasını söyler. Bu saldırı gerçekleşir ve
Burgunt Kralı Smoin ölür. Savaş esnasında yaralanan Oktar’da hayatını
kaybeder.
Polonyalı Germen asili bir babanın oğlu olan Aetyüs Hunların eline geçer.
Hunlara rehine olan Aetyüs Attilâ ile tanışıp onunla iyi bir arkdaş olur. İki yıl
Hunlara rehin olarak kalan Aetyüs Hun geleneklerini ve dilini öğrenir. Aetyüs
Kapriliyon’un kızı ile evlenmek için Rua’dan izin alarak Roma’ya döner. Bu
arada tahtta olan İmparator Yohan Aetyüs’ü saray bakanı yapar. Vandallar
Roma’ya saldırınca Aetyüs Rua’dan yardım ister ancak bu yardım işe yaramaz ve
Yohan ölür. Bu olay üzerine çocuk yaştaki Valentin İmparator ilan edilir.
Hun yurdundan Rua’nın Romalı tüccarları kovması sonucu Bizans’tan
kaçıp gelen Onagesius Attilâ’nın yanına sığınır. Attilâ sonunda kararlaştırıldığı
gibi Erikan ile evlenir. Aetyüs tüccarların sınır dışı edilmesinin yanlış olduğunu
söylemeye gelir ancak Rua Aetyüs’ü dinlemez. Bu arada Romalı Orest Attilâ’nın
hizmetine girmek için Hun topraklarına gelir. Bizans elçileri Rua ile görüşmek
için yola çıktığı sırada Rua ölür. Tahtı abisi Bleda ile birlikte devralan Attilâ
Bizan elçilerini karşılar. Elçiler anlaşma maddelerini söylerler. Attilâ’nın
diplomatik becerileriyle Margüs (Dubruvica) Antlaşması 434 yılında Hunların
avantajına olacak biçimde imzalanır. Bu arada Batı Roma’yı yıkacak olan
130
Odakar’ın babası Skirlerin büyük Kralı Odekon Hunlara katılılır. Attilâ
kardeşiyle tahttan inmesi için konuşmaya gittiği sırada kılıcını çekip Attilâ’nın
üzerine yürüyen Bleda, Attilâ’nın askerlerinden birisinin okuyla öldürülür. Attilâ
tahta tek başına geçer.
Attilâ Bizans’a saldırmak için atalarının mezarının soyulduğu bahanesini
kullanır ve ayrıca Onegeus, Orest ve Gleserich gibi her milletten insanı yanına
alarak güçlü bir yönetici kadro oluşturur. Attilâ Margüs Psikokopusunu ölümle
tehdit edince psikopos kellesini kurtarmak için şehri teslim eder. Attilâ
savaşmadan kolayca şehri alır. Daha sorna Attilâ, Bizans’tan aldığı vergiyi iki
katına çıkarır. Edekon ve Onegesius Bizanslı elçilerle birlikte Hun topraklarına
döndüklerinde Edekon kendisine yapılan teklifi ve suikast planını Attilâ’ya
olduğu gibi anlatır. Bunu öğrenen Attilâ Bizanslı elçilerin getirdiği anlaşma
mektubunu hiç açmadan kendi şartlarını sıralar ve diğer tekliflere kapalı
olduğunu belirtir. Suikast teklifi gelebileceğini öngörmüş olan Attilâ Bizanslıları
kendi tuzaklarına düşürür ve Bizans’a savaş ilan eder. Attilâ ordusunu toplayıp
447 yılında Bizans’a sefere çıkar
Attilâ seferdeyken bir çoban Targitay’ın efsanevi altın kılıcını bularak
Erikan Hatun’a getirir. Attilâ İstanbul surları önüne kadar gelince Bizans
Attilâ’nın tüm şartlarını kabul eder ve Anatolyus Anlaşması imzalanır. Bu arada
Aetyüs’ün başı sıkışır ve Attilâ’dan yardım ister. Attilâ’da bu eski Romalı
dostunun yardım isteğini kabul ederek Alanları ve Gepidleri bastırmakta
Aetyüs’e yardımcı olur. Bu arada Frank Kralının ölümü üzerine ülkede taht
mücadelesi yaşanır. Attilâ bu mücadelede Prens Allen’i destekler ve onun tahta
çıkmasını sağlar.
Attilâ Galya seferinin hazırlığına başlar. Attilâ bu sefere hazrılık yaparken
yeni bir evlilik daha yaparak Ostrogot Kralı Odakır’ın kızı İdelkon ile evlenir.
Attilâ ilk olarak Vizigotlara savaş açar. Attilâ Frank Prensi Allen’i de yanına
çekerek kurduğu ittifakı güçlendirir. Bu sıralarda Batı Roma Prensesi Honoria
Attilâ’ya evlilik niyetini bildiren bir mektup gönderir. Attilâ bu evlilik teklifini
bahane ederek Honoria ile evlenmek için Roma’ya savaş açar ve Orleans’a kadar
ordusuyla ilerler. Attilâ tam Paris önlerinde iken Aetyüs’ün geldiğini öğrenir ve
131
Paris’i almaktan vazgeçerek Aetyüs’ün üzerine yürür. Aetyüs’ün yönettiği
ordular ve Attilâ’nın ordusu kanlı bir savaşa giriş. Bu savaş esnasında Ostrogot
Kralı Odakır Vizigot Kralı Teodorik’i mızrakla öldürür. Attilâ’nın ordusu da
savaşta çok kayıp verir ve iki ordu da birbirine üstünlük kuramayınca Attilâ
savaşın berabere kaldığına karar vererek daha fazla askerinin ölmemesi ve
güçlenerek geri gelmek için geri çekilir.
Attilâ bir yıl kadar sonra ordularını tekrar harekâta geçirir ve bu sefer 452
yılının kışında Roma önlerine kadar gelir. Attilâ karşısında çaresiz kalan Roma
son bir kurtuluş yolu olarak gördükleri Papa Leon’u Attilâ ile barış görüşmesi
yapması için gönderir. Attilâ Papa’ya kendisinin bir barbar olmadığını Roma’yı
affedeceğini ve ordularını geri çekeceğini söyler ve Roma kurtulmuş olur. Attilâ
ülkesine geri dönerken yolda bir Germen Başçısı’nın kızı olan İdelko ile karşılar.
Kızdan çok etkilenen Attilâ bu kızla hemen evlenmek ister. Attilâ İdelko ile
evlendiği günün gerdek gecesinde hayatını kaybeder. Attilâ öldükten sonra
ülkenin kontrolünü devralan oğlulları taht mücadelesine girer ve imparatorluk
parçalanır.
Attila Tanrının Kırbacı: Mehmet Kemal Erdoğan’ın yazdığı eser on
dokuz bölümden oluşur ve eserde üçüncü kişi anlatıcı kullanılır. Eserde olaylar
Attilâ’nın köyüne baskın yapılıp babasının öldrüldüğü 408 tarihinde başlar ve
Aetius’ın öldürüldüğü tarihle son bulur. Romanın olay örgüsü şu şekilde
özetlenebilir:
Kâhin Attilâ’ya sihirli kılıcın sahibi olacağını ve dünyayı önüne katıp
süreceğini karşısında bir fatih gördüğünü söyler. Attilâ kâhinin çadırından çıkıp
büyük annesinin çadırına gider. Kâhin kadın tekrar Attilâ’yla görüşüp kehanetin
yalan söylemeyeceğini söyler. Attilâ’nın babası Muncuk Han’ın köyüne baskın
yapılır ve Muncuk Han öldürülür. Attilâ kaçar ve düşmanından kurtulur.
Bozkırda günlerce aç ve susuz dolaşır. Amcası Rua Attilâ’yı bularak kendi
köyüne götürür. Attilâ orada bir kâhin kızla tanışır. Muncuk Han Attilâ’yı bir han
çocuğu gibi yetiştirir ve onun eğitimlerde gösterdiği başarıdan iyi bir Hun subayı
olacağını anlar. Attilâ ara ara katıldığı savaşlarda deneyim kazanır. Attilâ
yağmaladığı köylerden birisinde esir aldığı kızıl saçlı kadına âşık olur. Ağabeyi
132
Bleda ise savaş ganimeti olarak o kadını kendisine alır. Attilâ Romalı General
Aetius ile tanışır ve eğitim almak için onunla birlikte Roma’ya gider. Roma’da
Yunana öğretmen Onegese’den dersler alır. Attilâ Roma’da Romalıların siyaset,
politika ve askerî eğitimlerini alarak onların düşünce yapısını öğrenir ve Onegese
ile ileride de devam edecek bir dostluk kurar.
Bleda baş şamanı da yanına çekerek Kral Rua’yı zehirler. Attilâ amcası
Rua’nın ölüm haberini alıp köyüne geri dönen Attilâ, Nakara ile buluşturur.
Bleda Nakara’ya el sürmemiştir. Attilâ ağabeyi Bleda’yı amcasının ölümünden
sorumlu tutup suçlar. Kâhin kız Attilâ’ya Kral Rua’yı zehirlemesi için Bleda’ya
zehri kendisinin verdiğini söyler. Bu yaptığından pişman olduğunu söyleyen
kâhin kız, Attilâ’ya Bleda’nın taç giymesini engellemek için Attilâ’nın onunla
girişeceği düelloda yardım eder. Düello sonucu Bleda ve kâhin kız büyünün
etkisiyle ölür.
Attilâ’nın taç giyme töreni yapılır. Taç giyme töreninden sonra Attilâ
Nakara ile evlenme kararı alır ve daha önce Roma’da gördüklerinin benzerlerini
kendi ülkesinde yaptırmak ister. Bunun için kendisine hocalık yapmış olan
Yunana bilge Onegese’yi yanına çağırır. Attilâ kırk gün ve kırk gece süren
törenlerden sonra Nakara ile evlenir. Nakara bir erkek çocuk dünyaya getirirken
hayatını kaybeder. Attilâ delicesine âşık olduğu kadını kaybetmenin hüznüyle
yıkılır. Attilâ acısını Onegese ile paylaşır. Attilâ günlerce ağlar hüzünlenir ve
sürekli olarak Nakara’nın mezarını ziyaret eder. Attilâ, Nakara’nın mezarını
ziyaret ettiği sırada Modun’un efsanevi kılıcını bulur.
Kraliçe Alaric eski generali Aetius’a ihtiyaç duyar ve onu hapisten çıkarır.
Aetius hapisten çıkarılır çıkarılmaz entrika kurmaya başlar ve Kral Honarius ile
annesi Alaric’in arasını bozar. Roma’da kurduğu entrika ağını güçlendiren Aetius
rotasını Attilâ’ya çevirir. Attilâ’nın ölen eşi Nakara’yı çok sevdiğini bilen Aetius
acımasız oyununu devreye sokar ve Nakara’ya çok benzeyen ve ailesi Attilâ’nın
askerleri tarafından öldürüldüğü için Hunlardan nefret eden İldiko isimli kızıl
saçlı Got kızını Attilâyı kendisine âşık edip daha sonra öldürmesi için ikna eder.
Aetius İldiko’yu gizlice Hun şehrine sokar ve kurduğu tezgâhın işlemesini
bekler. İldiko Pazar alanında Attilâ’nın kendisini görmesini sağlar. Aetius’un
133
planladığı gibi Attilâ ilk gördüğü anda eşi Nakara’ya benzeterek bu kızdan
etkilenir. Kızla tanıştıktan sonra her gün onunla vakit geçirmeye başlayan Attilâ
kıza âşık olur ve onunla evlenmek ister.
Aetius rakiplerinden Kont Boniface ile çarpışır ve onu hile ile yener. Daha
sonra kendisine yöneltilen suçlamalardan kaçar ve gizlice Attilâ’ya sığınır.
Attila’nın yardımıyla güç dengelerini entrikayla, hileyle ve askerî güçle kendi
lehine çeviren Aetius’un hırsı karşısında elinden bir şey gelmeyen Kraliçe Alaric
de geri adım atmak zorunda kalır.
Oreste Doğu Roma’ya elçi olarak gönderilir. Burada elçilik vazifesini
yaptıktan sonra Romalı elçilerle birlikte Hun topraklarına geri döner. Attilâ bu
arada ordusu ile birlikte Arcadiapolis’e kadar gelir. Doğu Roma’ya elçi olarak
giden Edekon geri döndüğünde Attilâ’ya kendisine teklif edilen suikast planından
bahseder. Attilâ Doğu Roma elçisi Vigilas’ı emrine çağırtır ve suikast planını
itiraf ettirir. Bu olaydan sonra Theodose Attilâ’yı ordularıyla ve entrika ile
durduramayınca Kuzeyin İmparatoru ve Hunların Kralı olarak tanımak zorunda
kalır.
Attilâ 451 yılının şubat ayında Batı Roma İmparatorluğuna savaş ilan eder.
Attilâ birçok şehri ele geçirdikten sonra Aetius ile karşılaşır. Aetius ile yapılan
savaşta Ostrogotlardan asil Andagis Vizigot Kralı Theodoric’i öldürür.
Theodoric’in ölümü üzerine Vizigotlar geri çekilmeye başlar. Bu olay üzerine
savaş son bulur. Attila Hun topraklarına geri döner. Ülkeyi oğulları arasında
paylaştıran Attilâ bahar gelince ikinci sefer çoğunluğu Hunlardan oluşan
ordusuyla İtalya’ya saldırır. Aetius bu sefer Attilâ’yı durduramaz. Bunun üzerine
Papa Leon Attilâ’ya elçi olarak gelir ve Attila’yı barış yapmaya ikna eder. Attilâ
ülkeye geri dönünce İldiko ile evlenir ve düğün gecesi ölür. Oreste de Attilâ’yı
öldürdüğünü düşünerek İldiko’nun canını alır. Attilâ’nın ölümünden sonra
Avrupa Hun İmparatorluğu dağılır. Attilâ’nın ölümünden sonra Aetius’la işi
kalmayan İmparator onu ihanetle suçlar ve öldürür. Aetius’un öldüğünü
öğrendiğinde Oreste Attilâ’nın sözlerini aklına getirir ve gözlerini yumar.
Atilla’nın Kalkanı: 2017 yılında Hasan Erdem tarafından yayımlanmış
eser Attilâ ile ilgili piyasaya çıkan serinin ilk romanıdır. Eserde üçüncü kişi
134
anlatıcı ve bakış açısı kullanılmıştır. Romanda olaylar Attila’nın amcası Rua
öldükten sonra başa geçmesiyle başlar ve Attila’nın Mars’ın efsanevi kılıcını ele
geçirmesiyle son bulur. Hasan Erdem’in yazdığı eserin olay örgüsü şu şekildedir:
Attilâ amcası Rua öldükten sonra başa geçer ve Doğu Roma İmparatorluğu
ile Margus Antlaşması’nı imzalar. Bu antlaşma çerçevesinde Attilâ Doğu
Roma’ya isteklerini kabul ettirir. Attilâ yolculuk yaparklen haydutlar tarafından
katledilen Kürk Tüccarı Sungur ve Aybike’nin çocukları Ottigin’i yanan evin
içinden kurtarak en güvendiği askerlerinden birisi olan Suptar’a emanet eder.
Attilâ bu olaydan sonra halkının güvenliği için sınır devriyesi oluşturma kararı
alır.
Attilâ M.S. 440’a kadar iç karışıklıkları bastırıp siyasi birliği sağlar ve kırk
beş kavme hükmeder. Doğu Roma 441 yılında Hun ve Got mezarlarını
yağmalamak suretiyle Margus antlaşmasını bozar. Attilâ’da Doğu Roma üzerine
sefere çıkar. Bu savaşa Suptar’da katılır. Attilâ’nın önüne çıkan tüm Romalıları
ezerek ilerleyişi Margus Psikoposu’nu korkutur. Psikopos gizlice Attilâ’nın
yanına gelerek canını bağışlaması karşıslığında Attilâ’ya yardım edeceğini söyler
ve Attila’nın başkomutanı Suptar’ı şehre sokar. Suptar da askerleriyle birlikte
Margus surlarının kapısını açar ve şehir ele geçirilir.
Attilâ daha sonra Doğu Roma üzerine yürümeye devam eder. İki ordu karşı
karşıya gelir ve Doğu Romalı General, Hun okçularının maharetini görünce
şaşırır. Attilâ Doğu Roma’nın üzerine gönderdiği orduları mağlup eder ve
İmparatoru anlaşma yapmak için köşeye sıkıştırmış olur. 442 yılında Aetius’un
araya girmesiyle anlaşma imzalanır ve I. Balkan seferi sona erer. Suptar savaş
bitip dört yıl sonra geri döndüğünde annesinin öldüğünü öğrenir. Bu arada
Ottigin de büyümüş ve güçlü bir savaşçıya dönüşmüştür. Attilâ, Aetius’la
çocukluk arkadaşıdır ve Hunlarla bir yıl kadar yaşamıştır. Bu yüzden Hunları çok
iyi tanır. Attilâ’nın barış yapması için kendi oğlunu rehin olarak bırakır.
Ottigin on yıl sonra Suptar ile birlikte ailesinin katlediğldiği eve gider. Bu
arada Batı Roma Prensesi Honoria abisinin askerlerinden Konstantinapolis’e
doğru kaçarken Suptar ve Ottigin ile karşılaşır. Suptar Honoria’ya peşinden gelen
askerden kurtulmasında yardım eder. Ottigin, Honoria ve hizmetçisini
135
gördüğünde büyülenir. Honoria, Suptar’a abisi kendisini zorla evlenmek
istemediği birisiyle nişanladığı için kaçtığını söyler. Suptar’da kendinden ve
Attilâ’dan bahseder.
Honoria’nın adamları ve Suptar birlikte içki içip eğlenirler. Bu arada
Ottigin okla hünerlerini sergiler. Honoria’nın isteği üzerine Suptar Doğu Roma
sınırına kadar Honoria ile at sürmeyi kabul eder. Yolculuk başladıktan bir süre
sonra köle avcıları izlerini bulur. Suptar ve Ottigin köle avcılarının çoğunu
öldürür. Honoria bu olay üzerine Suptar’a kendi hizmetine geçmesini söyler.
Suptar bir Hun Türkü’nün asla köklerini unutmayacağını ayrıca Hun ordusunda
ordu baş olarak zaten bir görevi olduğunu söyler ve teklifi geri çevirir.
Suptar Honoria ve emekli askerler Doğu Roma sınırında bir hana gelirler.
Zenonun Baykuşlu Hanında gece boyunca Suptar ve emekli askerler içki içerler.
Bu arada Honoria’nın peşine takılan ve Suptar’ın öldürdüğü köle avcısının
kardeşi Julius Honoria’nın izini bulur ve onu handan kaçırmak için plan yapar.
Suptar’ı bayıltan Julius ve adamları Honoria’yı ve hizmetçisini kaçırır. Sabah
olduğunda Suptar Marcus ve Ottigin, Julius ve adamlarının peşine düşer. Bu
arada Fulviya köle avcıları yüzünden ölür. Suptar Ottigin ve Marcus köle
avcılarını yakalar. Marcus Julius ile savaşırken bir elini kaybeder; ancak
savaşmaya devam eder. Suptar ve Ottigin diğer adamları haklarlar. Suptar tüm
düşmanlarını öldürdükten sonra Marcus’un peşindeki adamları haklar. Bu arada
Marcus da geri döner ve elindeki kamasını Julius’a fırlatarak onu öldürür.
Suptar artık peşlerinde bir tehlike kalmayan Honoria ve Marcus’u sınıra
kadar götürdükten sonra geri döner. Bu arada bir çoban Suptar’ın yoluna çıkar ve
Suptar’a bir kılıç verir. Suptar da Ottigin’e bu kılıcın Mars’ın kılıcı olduğuna dair
hikâyeyi yayacaklarını söyler. Suptar, Çoban Iligar’a kendisiyle beraber gelip
kılıcı Attilâ’ya vermesini söyler. Üçü birlikte Hun başkentine dönerler ve Çoban
kılıcı Attilâ’ya verir. Bu hadise üzerine şölen düzenlenir. Şölen gecesi Kral
Aldaric Mars’ın kılıcını çalmaya kalkar; ancak Suptar onu durdurur ve kılıcı geri
alır.
136
Atilla’nın Kargısı
Üçüncü kişi anlatıcının kullanıldığı eserde olaylar Attilâ’nın elçileri Esla ve
Orestes’in 449 yılının Eylül ayında Konstantinapolis’e gitmesiyle başlar. Olaylar
Suptar’ın Chrysaphius’u öldürmesi ve Honoria’dan aldığı yüzükle birlikte
Attilâ’nın yanına gitmesiyle son bulur. Eserde Honoria’nın Batı Roma’ya yolcuk
yapacağı kısımda kış aylarının ilk günleri olduğu belirtilir bu bakımdan vaka
zamanı beş altı aylık bir zaman dilimini kapsamaktadır. Yazar eserinde olay
örgüsünü belirgin bir biçimde başlıklandırma yaparak ya da rakamlar vermek
sureyitle ayırmamıştır. Bu bakımdan eserin olay örgüsü verilirken herhangi bir
bölümlemeye gidilmemiştir. Eserin olay örgüsü genel itibariyle şekildedir:
Attilâ’nın elçileri Esla ve Orestes 449 yılında Konstantinapolis’e giderek
Bizans İmparatoru Theodosios’tan Attilâ’ya süikast düzenletmeye kalkan
başvekili Chrysaphius’un kellesini ister. İmparator kendisinin bu olup bitenden
haberi olmadığını söyler ve Chrysaphius’un kellesi karşılığında fidye ödemenin
makul olacağını düşünür. Bunun üzerine Attilâ’ya bir elçi heyeti gönderilerek
Attilâ’nın öfkesinin yatıştırılması kararlaştırılır.
Suptar’ın babası Baltazar ölmüştür ve Ottigin Demir Boğa ile birlikte onun
mezarını ziyaret eder. Ottigin manevi babası Suptar ile Attilâ arasında ne olup
bittiğini öğrenmek için Etzelburg’a gider. Ottigin Attilâ’nın yanına giderken
Attilâ’da Doğu Roma elçilerini huzuruna kabul eder. Daha sonra Attilâ çaşıtlık
yapan casusların kazığa vurulmasını ve bu sahnenin Doğu Romalı elçilere
izletilmesini emreder. Ottigin Etzelburg’a ulaşır ve Attilâ’nın huzuruna çıkar.
Attilâ Ottigin’e Suptar’ın kendisine saygısızlık yaptığını ve bunun cezasının
ölüm olduğunu söyler ve bu işin peşini bırakmasını tavsiye eder. Bu arada Attilâ
Romalı elçilerin teklifini kabul eder ve kendisine suikast düzenlemeye kalkan
Bigila’yı serbest bırakır. Bu arada Chrysaphius Atiila’nın bu antlaşmayı kabul
etmesinin altında başka bir şeyler yattığını düşünür. Ancak uzun bir süreden
sonra ilkkez kensini güvende hisseder.
Attilâ’nın uyarılarını dikkate almayarak Suptar’ı bulmak için yola çıkan
Ottigin şans eseri konakladığı bir handa ailesini öldürüren katillerin sohbetine
kulak misafiri olur ve onları öldürmeden önce ailesini öldüren Leo’nun yerini
137
öğrenir. Daha sonra Ottigin Konstantinapolis’e gitmek üzere Karyus ve Pallas ile
yolcuk eder. Bu yolculuk esnasında Ottigin Karyus’a kızını kurtarması için
yardım eder. Karyus’un kızını fidye için kaçırtan haydutların lideri Ottigin’in
peşinde olduğu Leo çıkar. Leo, Ottigin’in elinden kurtulur. Karyus kızını
kurtarırken gizemli bir okçu onlara yardım eder.
Suptar, General Zenon’u Chrysaphius’un düzenlettiği suikastten kurtararak
onunla dost olur. Bu esnada Karyus’un evinden ayrılan Ottigin Suptar’ı bulmak
için Honoria’nın bulunduğu Konstantinapolis şehrine bakmanın iyi bir fikir
olacağını düşünür ve bir kervanla yola çıkar. Bu yolculuk esnasında Ottigin’in
gizemli takipçisi Demirboğa birkez daha arkadaşının imdadına yetişir ve
yolculuğa birlikte devam ederler.
Ottigin’in macerası devam ederken bir diğer taraftan, Suptar General
Zenon’u ikinci kez suikastten kurtarır ve daha sonra Honoria ile buluşur.
Honoria, Suptar’a Ravena sarayına geri döneceğini bu yüzden kendi yaşadığı
konağı ve kölelerini Suptar’a vermeyi teklif eder. Suptar Honoria’nın hediyesi
olan konağı kabul eder ve köle Abar’a da özgürlüğünü verir. Daha sonra
Honoria, Suptar’a Attilâ’ya verilmek üzere bir yüzük ve mektup vererek Attilâ’yı
kendisine eş olarak seçtiğini abisinin eş olarak seçtiği adamla evlenmek
istemediğini söyler.
Suptar Honoria’dan ayrıldıktan sonra Hun casus Ardabur ile buluşup olan
biteni ona anlatır ve Honoria’nın kendisine verdiği yüzüğü ona teslim eder. Daha
sonra Ardabur ile gizli görevi hakkında konuşur. Asıl görevinin Chrysaphius’u
öldürmek olduğundan bahseder. Bu arada Ottigin Demir Boğa ile birlikte
Constantinapolis’e gelir ve handa şans eseri eski dostu Marcus’la karşılaşır ve
ondan Honoria’yı bulmak için yardım ister. Ottigin ve Demir Boğa Suptar’ı
ararken tuzağa düşürülerek zorla Gladyatör oyunlarında savaşmaya zorlanırlar.
Bu sıralarda Attilâ’ya suikast girişiminde bulunan Bigila’nın başı kesilmiş hâlde
bulunur. Suptar ve Andabar Chrysaphius’u öldürmek için plan yapar. Bu plandan
sonra Suptar ve General Zenon’u birkez daha suikastten kurtarır. Bu olaydan
sonra Suptar Marcus’u bulur ve ona Ottigin’in yerini sorar. Suptar Marcus’la
birlikte Ottigin’in ve Demir Boğa’nın izini bularak onları kurtarır. Daha sonra
138
Suptar, Chrysaphius’a tuzak kurar ve başvekilin kellesini alır. Bu arada Ottigin
de ailesinin katili olan Leo’yu öldürerek intikamını alır. Görevini başarıyla
tamamlayan Suptar, gemiye binerek Hun ülkesine doğru Aylu kız ve Honoria’nın
emanetleriyle birlikte yola çıkar ve roman biter.
Kumandan Attila
Yiğit Recep Efe’nin 2018 yılında yayımlanan eseri bu çalışmaya konu olan
Attilâ ile ilgili yayımlanmış son eserdir. 15 bölümden oluşan eserde vaka zamanı
375 yılında başlar ve 453 yılında Atttila’nın ölümüyle son bulur. Eserin olay
örgüsü şu şekildedir:
Balamir Han büyük göçü başlatır ve Türkler Batı’ya doğru göç edererek
Avrupa’ içlerini yurt edinir. 390 yılında Uldız Han liderliğinde Avrupa Hun
devletinin bağımsızlığını ilan eder. 408 yılına gelindiğinde on üç yaşındaki Attilâ
babası Muncuk’un kaybının üzüntüsüyle bozkıra kaçar ve amcası Rua tarafından
bulunarak evine geri dönmeye ikna edilir. Bu esnada Kanstantinapolis’te
İmparator Arcadius ölür ve yerine oğlu Theodosius geçer.
Uldız Han ölür ve yerine Karaton geçer. Bu arada Rua Vizigot askerlerini
takip ederken askerleriyle birlikte tuzağa düşürülür. Rua tam öleceğini
düşündüğü sırada imdadına Attilâ yetişir ve amcasını kurtararak askerleriyle
birlikte tüm barbarları öldürür. Rua’ya kurulan tuzağın üzerinden dört yıl geçtiği
belirtilir. Attilâ ülkesinde düzenlenen şölenlerdeki her müsabakada birinci olur.
Attilâ yirmi beş yaşında güçlü bir delikanlı olmuştur. Attilâ Hun Devleti’nin
başında bulunan Karaton’un tüm yanlış kararlarına rağmen töre gereği sessiz
kalır. Attilâ amcası Rua’ya Roma elçilerini ele geçirmeliyiz der. Bunun üzerine
Attilâ kılık değiştirerek Romalı casusların peşine düşer ve Morris ve Testor isimli
casusu yakalayarak ülkesine geri döner. Attilâ yurda geri döndükten sonra olan
biteni amcası Rua’ya anlatır.
Karaton Attilâ’nın tutsak aldığı casusların anlattıklarını dinler. Karaton
casusların anlattıklarına kızsa da Bizas ile savaşmayı gözüne kestiremez. Attilâ
bu olaydan sonra Hun halkı arasında efsaneleşir. 422 Nevruz gününde Karaton
ölür ve yerine Rua geçer. Tahta Rua’nın geçmesinden sonra Attilâ bir bir
Bizanslı casusları avlayarak Konstantinapolis sınırlarına kadar gider. Bu akınlar
139
üzerine Theodosius cesaret gösterip Rua’nın ordularının karşısına çıkamaz ve
antlaşma yapmak ister. Rua da vergi karşılığında Bizans üzerine yaptığı akınları
durdur.
Attilâ ve Rua’nın Bizans’ı vergiye bağlamasının üzerinden on yıl geçer.
Rua bu bölümde Bizas sözünü tutup vergi ödediği için Bizas üzerine sefer
yapmaz. Artık yaşlanan Rua ölümün yakın olduğunu düşünür. Bu arada
Theodosius Batı Roma’ya saldırı planı yapar ve ordusunu savaşa çağırır. Bunun
üzerine Attilâ amcası Rua tarafından Batı Roma’ya Bizans tehdidi karşısında
yardım etmek için gönderilir. Rua aynı zamanda Attilâ’nın Batı Roma siyasetini
yakından tanımasını da ister. Rua birgün kaçakların peşinden giderken atından
düşerek ölür. Rua’nın ölümüyle birlikte otuz dokuz yaşındaki Attilâ abisi Bleda
ile birlikte Hun tahtına oturur. Attilâ ve Bleda ülkeyi uyum içinde yönettir. Attilâ
ve Bleda İskitya seferi öncesi Bizans ile antlaşma yapmak için Margos’a gider ve
Bizanslı elçilere tüm isteklerini kabul ettirir. Attilâ ve Bleda Margos antlaşması
sonrası isyancı kabileler üzerine sefere çıkar. Attilâ Akat hükümdarına barış
teklif eder. Teklifi kabul etmeyen Akat hükümdarını öldürerek Akatları kendine
bağlar. Attilâ daha sonra Ak Oğuzlar üzerine yürür ve onlara da boyun eğdirir.
Margos psikoposu Hun çerilerinin mezarlarını talan edince Attilâ ve Bleda
yeni bir Bizans seferine çıkar. Bu arada Vandal Kralı Geiseric de Batı Roma’nın
Afrika topraklarını işgal eder. Doğu Roma ve Batı Roma Evdokia’nın
Valentinionus ile evlenmesiyle birlikte akrabalık ilişkisi kurar. Attilâ Margos’a
saldırı
düzenleyeceğini
söyleyince Margos
Psikopos’u Attilâ kendisini
öldürmesin diye kapıları açar ve Attilâ çok fazla kan dökmeden Margos’u alır.
Daha sonra 443 güzünde Attilâ ve Bleda Bizas üzerine sefere çıkar. Attilâ birçok
Balkan şehrini alarak ilerler. Attilâ be Bleda bir gün ordunun dinlenmesi
konusunda anlaşmazlık yaşar. Bu olaydan sonra Bleda Arcadiopolis civarında
kimin attığı belli olmayan bir okla öldürülür. Attilâ abisini kaybettikten sonra
Bizas üzerine yaptığı seferi devam ettirir ve Ripensis (Plevne) bölgesinde
Bizans’ı yenilgiye uğratır. Attilâ Theodosius’un kendisini öldürmesi için
gönderdiği Bizans’ın en ünlü şövalyesi Arnegis’in kellesini alarak Theodosius’a
geri gönderir. Attilâ daha sonra zamanında 300 Spartalı’nın savaştığı
Termopylac’a
gider
ve
oradaki
Bizans
140
kuvvetlerini
de
yok
ederek
Konstantinapolis üzerine ilerler. Bunun üzerine Bizans Attilâ ile antlaşma
yapmak için elçi gönderir. Attilâ Bizasns’a tüm isteklerini kabul ettirerek
ordusuyla birlikte geri döner.
450 yılında Theodosius ölür. Hunların Sycambria olan başkentinin ismi
Etzelburg olarak değiştirilir. Bu arada Batı Roma İmparatoru Flavius Aetius
Türkleri içten fethetmek için kızı ile Attilâ’yı evlendirmek ister. Attilâ bunun bir
tuzak olduğunu anlar ve evlilik teklifi karşılığında Batı Roma topraklarını çeyiz
olarak ister. Attilâ’nın çok sevdiği eşi Nakata ölür ve Attilâ eşinin kaybına çok
fazla üzülür. 451 yılında Attilâ elli altı yaşındayken Roma üzerine sefere çıkar.
Attilâ savaşta Got Kralını kendi eliyle öldürür. Attilâ bu galibiyetten sonra Roma
içlerine doğru ilerleye devam eder. Önce Galya’yı fetheden Attilâ, daha sonra
fethedilemez denilen Aquilia şehrini fetheder. Bu arada Batı Roma ve Papa,
haince bir plan yaparak Attilâ’nın ölen eşi Nakata’ya benzeyen bir kızı anlaşma
yapacakları yere getirir. Attilâ bu kızı görür görmez eşine olan benzerliğinden
dolayı etkilenir. Attilâ Papa’nın yalvarması üzerine Roma’yı bağışlar ve eşine
benzeyen kızı da alarak ülkesine geri döner. Attilâ ülkesine döndükten sonra
Romalı kızla evlenir. Romalı kız gerdek gecesinde Attilâ’yı sırtından
bıçaklayarak öldürür ve eser son bulur.
Avrupa’yı Dize Getiren Türk Attila: Okay Tiryakioğlu’nun 2018 yılında
ilk baskısını yapan ve on bölümden oluşan eserinde olaylar 410 yılında başlar ve
454 yılında son bulur. Üçüncü kişi anlatıcının ağzından hâkim bakış açısıyla
anlatılan eserin olay örgüsü şu şekildedir:
Attilâ’nın abisi Bleda ile babası ve amcalarına karşı tatbikat yapar. Attilâ
tatbikatı ciddiye alır ve teslim olmayarak babasının adamlarıyla gerçek bir
mücadeleye girişir. Attilâ sonunda babasının adamları tarafından bayıltılarak
etkisiz hale getirilir. Attilâ iyileştikten sonra yakın arkadaşları Ünen Alp
(Onegesios) Rustichius, Odekon ve Orestes ile gerçekleştirdikleri tatbikat üzerine
konuşur. Daha sonra Attilâ kendisini tedavi eden Greka ile evlenir. Aradan kısa
bir süre geçtikten sonra Attilâ Roma’ya Flavius Aetius karşılığında takas edilir.
Attilâ General Gaidentius Aeitus’un himayesinde eğitim alır. Daha sonra
Attilâ, İmparator tarafından gladyatör dövüşlerine katılmaya zorlanır. Attilâ bu
141
arada generalden babasının öldüğü haberini alır. Ayrıca Muncuk’un ölmeden
önce Bleda’nın Rua’nın oğlu olduğuna dair gerçeği öğrenir. Bu olaylar üzerine
Attilâ arenaya çıkmaya karar verir ve çıktığı tüm müsabakaları kazanması
sonucunda Attilâ’ya ayrıcalık verilir ve Attilâ gladyatörler arasında lider olarak
kabul edilir. Bunun üzerine Attilâ’nın yeni bir Spartaküs olmasından korkan
İmparator, gladyatör okullarına yasak getirir ve Attilâ’nın işinin bitirilmesini
emreder. Romalı askerler Colleseum Okulunu kuşattığı sırada eğitmen Callistus
otuz kadar gladyatörle Attilâ’nın kaçmasına yardım eder. Attilâ Apollanius’u da
yanına alarak General’in evine gider ve onu daha önce kendisine anlattığı gizli
geçitte bulur.
Attilâ, generalin söylediği Bellugello’daki hana gider ve orada Nicodemo
isimli eşkıya ile karşılaşarak onu öldürür. Bu olay üzerinden yıllar geçer ve Attilâ
Nicodemo gibi eşkıyalara karşı Roma topraklarında mücadele etmeyi sürdürür.
Gaidentius öldüğü için artık Roma’daki işi biten Attilâ, Karaton’a bir haberci
göndererek üç yüz adamıyla birlikte Hun topraklarına geçer. Attilâ bu esnada eşi
Greka’nın üç yıl önce öldüğünü öğrenir.
Attilâ, ülkesine döndükten kısa bir süre sonra Bleda ile birlikte Doğu Roma
üzerine sefere çıkar. Sasani Şahı Yezdigerd ile kurulan ittifakla Doğu Roma
mağlup edilir. Attilâ amcası Oktar’ın içikiyi bırakıp eski günlerine geri
dönmesini sağlar ve Doğu Roma üzerine yeni bir sefere çıkarlar. Oktar Han,
girdiği muhasarada ağır yara almasına rağmen ölmez ve savaş kazanılır. Bu arada
Batı Roma İmparatoru Placida’nın küçük oğlu Valentian olur.
Eylül 425 yılında Rua ve Bleda Oktar’ı tahttan indirir. Aetius Attilâ’dan
yardım istemek için geldiği sırada bir çoban Ares’e ait olduğu söylenen efsanevi
kılıcı Attilâ’ya getirir. Bu olaydan sonra Attilâ otuz bin Hun askerini Aetius’a
bırakır. Rua ölür ve Attilâ ile Bleda ortak hükümdar olurlar. Attilâ ilk diplomatik
görüşmede Doğu Romalı heyete isteklerini kabul ettirir. Margos Başpiskopos’u
Anacleto Hun Türklerinin mezarlarını yağmalatınca Attilâ bu küstahlığı affetmez
ve Margos üzerine sefere çıkar. Attilâ Margos Piskopos’u ile görüşür. Piskopos
Attilâ’ya İsa’nın kutsal kâsesini hediye etmek ister. Attilâ kâseyi tutan rahibin
boynunu hızlı bir kılıç hamlesiyle kestikten sonra kâseye dolan kanı Pisikopos ve
142
maiyetinde gelen diğer kişilerin içmesini emreder ve birkişi hariç heyetteki
herkesi infaz ettirir. Bu olaydan sonra Attilâ sırasıyla Margos, Belgrad ve Niş
şehirlerini alarak Trakya üzerine yönelir. 443 yılında Aetius’un elçileri Attilâ’nın
yanına gelerek savaşı durdurmasını rica ederler. Attilâ Bleda’nın Aetius ile gizli
bir ittifak içerisine girmiş olabileceğinden şüphelenerek Bleda’yı düelloya davet
eder ve düello sonucunda Bleda’yı öldürür. Bleda’nın ölümünden sonra Attilâ
Batı Roma üzerine sefere çıkar. Aetius Attilâ’nın karşısına çıkmaya cesaret
edemez.
Attilâ daha sonra Doğu Roma üzerine ilerleyerek birçok şehri ele
geçirir. Mart 447’de Attilâ, III. Theodosius’un gönderdiği tüm birlikleri yenerek
Büyükçekmece önlerine kadar gelir ve Doğu Roma’nın ödediği vergiyi üç katına
çıkarır.
Bu arada Batı Roma Prensesi Honoria Attilâ’ya elmas bir yüzükle birlikte
evlilik teklifi içeren bir mektup gönderir. Bu mektup üzerine Attila Doğu Roma
ve
Batı
Roma’ya
mektuplar
göndererek
Prenses
Honoria’nın
serbest
bırakılmasını ister. Valentianus, Attilâ’nın Honoria ile evlilik teklifini kabul
etmez ve Honoria’yı Sicilya Valisi Enrico Bassius ile evlendirir. Attilâ bunun
üzerine Batı Roma üzerine sefere çıkar. Birçok şehri ele geçiren Attilâ daha sonra
Aetius’un ordusuyla karşı karşıya gelir ve iki ordu arasında kanlı bir çarpışma
başlar. Bu savaşta yüzbilerce asker hayatını kaybeder. Attilâ askerî dehasıyla
savaşı lehine çevirir ve Romalılara karşı üstünlük kurar. Bu arada Vizigot Kralı
Theoderic ölür. Aetius bu hadiseden sonra Attilâ ile barış görüşmesi yapmayı
kabul eder. Attilâ Honoria karşılığında Theoderic’in cenazesini vermeyi teklif
eder ve Aetius gönülsüzde olsa bu teklifi kabul eder.
Attilâ bunun üzerine
ordusunu geri çeker. Eylül 452 tarihine gelindiğinde Roma Honoria’yı Attilâ’ya
göndermez. Bunun üzerine Attilâ Roma üzerine tekrar sefere çıkar ve Roma’nın
savunması en güçlü şehri Aquilia’yı uzun bir kuşatmanın ardından ele geçirir.
452 yılında Mincio Nehri’nin Po Nehri ile karıştığı arazide Papa Leo, Attilâ
ile konuşmaya gelir. Anlaşma gereği Attilâ Honoria ile birlikte barış antlaşmasını
kabul eder. 27 Ekim 452 tarihinde Attilâ Honoria ile düğün yemeğindeyken uzun
süredir kanayan burnu tekrar kanayınca Honoria kokuya kapılır. Attilâ
arkadaşlarının tedavi önerilerinin hiçbirini kabul etmez. Nisan 453 tarihinde elli
sekiz yaşındaki Attilâ Sasaniler üzerine yapmayı düşündüğü seferin hazırlığından
143
dönerken ilk eşi Greka’ya benzeyen bir Germen kızı görür. Bu kızdan etkilenen
Attilâ kızı babasından ister ve oğlu Dengizek’e hamile olan Honoria’nın tüm
itirazlarına rağmen kızla evlenir. Attilâ düğünden sonra İldiko ile odasına geçer.
İldiko Attilâ’yı zehirleyerek öldürür. Rustichius, Attilâ’nın kanlar içerisinde
ölmüş olduğunu görürünce İldiko’yu sorgulamadan öldürür. Attilâ’dan sonra
ülkenin başına geçen İlek babası gibi başarılı olamaz ve Gepit Kralıyla
savaşırken öldürülür. Bu arada Aetius da Valentianus tarafından infaz ettirilir ve
roman son bulur.
1.5. Cengiz Han’ı Konu Alan Romanların Olay Örgüsü
Cengiz Han Bozkırların Mavi İmparatoru: Turhan Tan’ın (Mehmet
Samih Fethi) yazdığı eser altı bölümden oluşmaktadır ve eserde hâkim bakış açısı
kullanılmıştır. Eserde olaylar Temuçin’in Merkitlerle giriştiği savaşla başlar ve
Cengiz’in ölümüyle yani 1227’de sona erer. Eserde yazar kurgunun büyük bir
kısmını Cengiz Han ve Köşlük Han arasındaki mücadele üzerine kurmuştur. Bu
yönüyle diğer tüm Cengiz Han romanlarından farklılık arz eder. Diğer eserlerde
ana karşıt güç olarak Köşlük Han yerine Camoka kullanılırken bu eserde diğer
eserlerde değinilmeyen ve tarih kitaplarında da çok fazla yer verilmeyen Köşlük
Han’a değinilmiştir. Cengiz’in başından geçen olayların büyük bir kısmı yazarın
kendi hayal gücünün ürünü olarak oluşmuş ve yazar boşlukları tamamen kendi
muhayyilesine göre doldurmuştur. Cengiz Han’ın öz yaşam öyküsüyle
bağdaşmayan birçok kısmın bu eserde yer aldığı görülmektedir. Eserin olay
örgüsü şu şekildedir:
Temuçin askerleri gök gürlemesinden korkmasına rağmen Merkitlerle
yaptığı savaşa devam eder. Temuçin güçlü bir inanca sahiptir; ancak batıl
inançlara karşıdır. Bu savaş sonrasında önemli boylar Temuçin kendisini savaşta
ve yöneticilikte de ispat ettiği için ona bağlanırlar. Temuçin’in asıl amacı Türk
birliğini
sağlamaktır.
Temuçin’e
göre
soyu
Eski
Türklere
Hunlara
dayanmaktadır. Temuçin savaş sonrasında eşi Börta’nın düşmana esir düştüğünü
öğrenir.
Temuçin Daha sonra Ulu Gökçe’nin yanına giderek ondan ne yapması
gerektiğiyle ilgili fikir alışverişinde bulunur ve Naymanların yurduna gidip
144
Nayman Hanı Köşlük’ün karısı Göncü Hatun’u kaçırarak Naymanlarla
savaşmadan kendi devletine katar. Göncü Hatun Temuçin’den hoşlanır; ancak
onunla sadece Çin imparatorunu yenerse birlikte olacağını söyler. Temuçin de bu
talebi kabul eder.
Daha sonra Temuçin Ulu Gökçe’nin isteğiyle cesur savaşçılar olan
Taycigotlara karşı savaş ilan eder. Bu sırada Ulu Gökçe’nin kuşu Cengiz ismini
söyler ve Temuçin, Cengiz adını alır. Temuçin yeni unvanını aldıktan sonra
Cengiz Sobütay’ı başbuğluğa terfi ettirir. Cebe’yi sağ kola başbuğ yapar.
Buğurcu sol kolu alır Mohali de ortadaki birliklerin başına geçer. Yeni görev
dağılımları yapıldıktan sonra Cengiz’in ordusu harekete geçer. Cengiz
Taycigotlar üzerine yaptığı seferde başarılı olur. Taycigotların başında bulunan
Camoka bu savaş sonrasında kaçarak kurtulur. Ulu Gökçe halkın sevgisini
kazanmak için Cengiz’in verdiği malları halka bağışlar. Cengiz kendisinden
habersizce yapılan bu eyleme kızar ve bir gün Ulu Gökçe’nin canını alacağını
söyler.
Cengiz savaştan döndükten sonra Börta Merkitlerin elinden kurtularak
gelir; ancak hamiledir. Cengiz Börta’nın Merkitlerden hamile kaldığını bildiği
hâlde onu ve çocuğunu sahiplenir; ancak Börta’ya bir daha el sürmeyeceğini
söyler ve çadırını ayırır. Cengiz’in Börta’yı geri kabul etmesine sinirlenen Beyter
abisine namussuz mahiyetinde leş diyerek hakaret edince Cengiz bu hakarete
dayanamaz ve kardeşini döverek öldürür. Bu arada Börta çocuğunu doğurur,
Cengiz çocuğun adını Cuci koyar. Cengiz tüm bu olan bitenden sonra Köşlük
Han’a giderek onunla gerdek kurar. Bu arada Ulu Gökçe Cengiz’in arkasından
komplo kurarak onu yok etmek ister; ancak Cengiz durumdan haberdar olup onu
ölümle tehdit eder. Ulu Gökçe yıllarca kendisi Cengiz’i aldattığını sanarken onca
yıl aslında Cengiz’in kendisini kullanmış olduğunu anlar.
Cengiz Merkitlere karşı çok kanlı bir zafer elde eder. Cengiz savaş sonrası
kamp kurmuşken Göncü’nün eski kocası Köşlük Han ve adamlarının baskına
uğrayarak ağır yara alır ve ölü askerlerinin arasında saklanır. Savaştan sonra
Cengiz Kaydo kabilesinin mensupları tarafından bulunarak tedavi edilir. Bu
arada Cengiz tedavisiyle ilgilenen Kaydoların güzel kızı Işık’ı kendisine odalık
145
isteyince kızın sevgilisi Köşlük Han onun çadırına gelir ve sevgilisini isteyenin
Cengiz olduğunu görünce kılıcına sarılır. Bu arada Işık’ın kız kardeşi Uğurtay
Cengiz’in yaralı olduğunu bahne ederek araya girer ve Cengiz’in hayatını
kurtarır. Cengiz Han daha sonra yaralarının iyi olmasını beklerken Uğurtay’ın
yardımıyla ülkesine kaçmayı başarır.
Cengiz ülkesine döndüğünde eşi Börta’yı çalgıcıyla birlikte olurken yakalar
ve Cuci’ye çalgıcıyı öldürmesini emreder. Cengiz daha sonra oğlu Cuci’ye
kendisine kafa tutan Ulu Gökçe’yi de öldürtür. Cengiz daha sonra Çinliler
üzerine yürür. Bu arada Piyong King şehrini savunanın Köşlük Han olduğunu
öğrenir ve onun ölüm emrini verir. Sonunda Köşlük Han Cengiz’in askerleri
tarafından öldürülür. Bu arada Köşlük’ün yanında olan Işık Hatun’da ölür.
Cengiz, Kuzey Çin’in ele geçirilmesinden sonra rotasını Harezmli Sultan
Mehmet’e çevirir. Cengiz bir taraftan Harzem ülkesinin içindeki karışıklıklardan
yararlanırken bir taraftan da Harzemlilere elçiler göndererek diplomatik ilişkileri
geliştirmeye çalışır. Bu sıralarada Harezmliler Cengiz’in kervanına saldırırır.
Cengiz de Sultan Mehmet’e Müslüman elçi Buğra’yı gönderir. Cengiz’in elçisi
Sultan Mehmet tarafından infaz edilince Cengiz’in aradığı savaş gerekçesi
kendiliğinden ayağına gelir.
1219 yılından başlayan harp üç yıl sürer. Mehmet Şah savaş sonucu kaçar
annesi de esir olarak Moğolların eline düşer. Savaştan kaçan Sultan Mehmet de
1222 yılında hastalanarak ölür. Savaş esnasında Timur Mekin isimli bir Harezm
komutanı Cengiz’in başına bela olur. Daha sonra Cengiz Sultan Mehmet’in oğlu
Celalettin ile mücadele eder. Cengiz Celalettin’in peşine düşer; ancak elinden
kaçırır. Buna rağmen Cengiz Kaşgar’dan Buhara’ya kadar tüm Harzem ülkesini
fetheder. Cengiz otuz beş ulusu bir araya getirip 1206’da Hakan-İlhan ilan edilir
ve asıl hayalinin bütün Türkleri birleştirmek olduğunu söyler. Cengiz fetihleri
bırakır; ancak onun ünlü komutanları Cebe ve Söbütay Kuzey İran’dan
Macaristan’a kadar birçok toprağı fethederek ömürlerinin sonuna kadar
savaşmaya devam eder.
Cengiz ömrünün sonuna doğru ülkeyi oğulları arasında paylaştırır. Daha
sonra Cengiz oğlu Cuci’nin üzerine yürüme kararı alır; ancak Cuci babasıyla
146
karşı karşıya gelmeden eceliyle ölür. 72 yaşına gelen Cengiz kendisinin de
ölümünün yaklaştığını anlayınca oğul ve torunlarına öğütler verir. 1227 Domuz
yılında Cengiz hayata gözlerini kapatır.
Genç Temuçin: Cengiz Dağcı’nın yazdığı ve iki bölümden oluşan eserde
üçüncü kişi anlatıcı kullanılmıştır. Cengiz Han’ın doğumuyla başlayan kurgu
Cengiz’in eşi Börte’yi kurtadığı kısımda son bulur. Bu eserin olay örgüsü şu
şekildedir:
1155 yılında Cengiz Han’ın dünyaya gelir. Cengiz Han Yesügey’ın
kaçırarak kendisine eş yaptığı Yulun Eke’den dünyaya gelmiştir. Yesügey oğluna
esir aldığı Tatar beyinin adı olan Temuçin ismini verir. Tatar Bey’i Timuçin’in
oğlu Kargun Batır ve adamları beylerinden kendilerine bir fayda gelmeyeceği
için Merkitlere sığınırlar. Kargun Batır Yulun Eke’nin eski kocası Cilaydı Eke’yi
görmeye gider ve Cilaydı ile iş birliği yaparak Tutka Beyci ile birlikte zamanı
geldiğinde Yesügey’in oğluna alacağı hatunu kaçıralım der.
Yesügey’in komutanı Targutay Kurulduk Moğol topraklarında gezen
Tatarları yakalar; ancak onları Yesügey’e götürmeyerek kendisi için kullanmayı
planlar. Tukta Beyci’nin birgün kendisine lazım olabileceğini düşünür. Bu arada
Targutay’ın Temuçin Üge’nin oğlu Kargun Batır’ı da yakalar. Yesügey
Targutay’ın sözünü dinler ve Kargun Batır’ı öldürmez. Daha sonra oğlu Temuçin
için kız bulmak amacıyla yola çıkar. Yesügey yolculuk esnasında kamp kurar. Bu
arada Yesügey’i obasında konaklaması için davet eden Dai Seçen kendi kızını
Temuçin’e eş olarak vermeyi teklif eder. Yesügey oğlununda onayını aldıktan
sonra Dai Seçen’in kızını kendisine gelin olarak alır ve oğlunu Dai Seçen’e
evleneceği yaşa gelene kadar içgüveysi olarak bırakır. Yesügey üç gün sonra yola
koyulur. Yesügey geri dönüş yolunda Tatarlar tarafından zehirlenir. Bunun
üzerine Munglik Temuçin’i obasına geri getirir. Temuçin obasına geri
döndüğünde babasının ölmüş olduğunu görür.
Yesügey’in ölümünden sonra Targutay kontrolü ele geçirir ve Yulun Eke
ile çocuklarını geride bırakarak Yesügey’in obasını yanına alır ve göçe başlar.
Temuçin ve ailesi bozkırda hayatta kalmayı başarır. Temuçin bu zorlu koşullar
içerisinde üvey kardeşi Bekter’in sürekli olarak avını çalmasına sonunda
147
dayanamaz ve Bekter’i oklayarak öldürür. Bekter’in ölümünden sonra
Temuçin’in gücünün farkına varan Moğollar birbir ona katılmaya başlar. Bu
durumu gören Targutay Temuçin’in obasına saldırır. Temuçin, Targutay’ın
adamları tarafından yakalanarak boyunduruğa vurulur. Temuçin’in bakımını
üstlenen babasının eski dostu Sorgan Şira eski beyinin oğlunun kaçmasına göz
yumar. Daha sonra çok isteyerek olmasa da Cengiz’i evinde saklar. Tehlike
geçtikten sonra Temuçin Sorgan Şira’nın oğullarının yardımıyla ailesinin yanına
döner. Bu olaydan sonra Temuçin’e katılanların sayısı daha da artar. Demirci
Celmey de oğullarıyla birlikte Cengiz Han’a katılır. Obasında işler yolunda
giderken Temuçin’in atları çalınır ve o da atlarını çalan hırsızların peşinden
gider. Temuçin atlarını ararken Nuyu Boyan’ın oğlu Bogurcu ile karşılaşır.
Temuçin Bogurcu ile atlarını kurtardıktan sonra onunla arkadaş olur ve
Temuçin obasına geri döner. Bu arada kendisine katılanlarla birlikte iyice
güçlenen Temuçin Targutay’ı mağlup eder. Bu olaydan sonra Sorgan Şira ve
oğulları da Temuçin’e katılır. Temuçin Bozkırda hayattakalmak için ittifak
yapması gerektiğini bilir ve babasının eski dostu Toğrıl Han ile ittifak kurar.
Temuçin daha sonra Dai Seçen’e giderek sözlüsü Börte’yi alır ve onunla
evlenir. Temuçin ve Börte’nin evliliğinin üzerinden çok geçmeden Merkitler’den
Tutka Beyci, Çılaydı Eke’nin kaçırılan eşi Yulun Eke’nin intikamını almak için
Börtay’ı kaçırır. Temuçin bu ani baskından kurtulur ve eşini kurtarmak için
Toğrıl Han’dan yardım istemeye gider. Togrıl Han, Temuçin’e eşini kurtaralım
ama gelecek yıl ancak saldırı yapabiliriz der ve ayrıca Yamuga’nın da yardımını
alalım der. Ertesi yıl Temuçin Togrıl Han ve Yamuga ile Merkitlere saldırır ve
eşini kurtarır; ancak eşinin hamile olduğunu görür. Börte çocuğun kimden
olduğunu bilmediğini söyler. Bu yüzden çocuk doğduğunda adı kim olduğu
bilinmeyen anlamına gelen Cuci konur. Merkit obasında yakalanan ve ölüm emri
verilen düşmanlar arasında Targutay’a karşı Temuçin’i uyaran Kalgutay’da
vardır; ancak Kalgutay önceden işlediği suçlar sebebiyle infaz emrine ses
çıkarmaz. Kalgutay, Temuçin’in Moğol birliğini kuracak kişi olduğunu hayal
ederek infaz edilir ve eser biter.
148
Gök Moğolların Başbuğu Cengiz Han: Ahmet Haldun Terzioğlu’nun
kaleme aldığı eserde hâkim bakış açısı ve üçüncü kişi anlatıcı kullanılmıştır.
Yesügey Bahadır’ın oba beyi olarak seçilmesiyle başlayan eserin kurgusu Cengiz
Han’ın Camuka’yı yenerek Moğolları tek bir çatı altında toplamasıyla son bulur.
Eserin olay örgüsü şu şekildedir:
Yesügey Bahadır, kırk bir çadırın beyi olarak seçilir. Yesügey Bey olarak
seçildikten sonra Merkit Türklerinden Yeke Çiledü’nün adamlarını öldürür eşi
Helün İcün’ü kaçırarak kendisine eş yapar. Yesügey Bahadır’ın Helün İcün’den
bir oğlu olur ve adını Timuçin koyar. Yesügey’in yakın dostlarından Çarçuday
Yesügey’e oğlu Celme’yi Timuçin’in hizmetinde çalışması için vereceğini söyler
ve beraberinde bir samur kürk hediye eder. Timuçin’in doğumundan iki yıl sonra
kardeşi Kasar ondan üç yıl sonra Kasiun ve Kasiun’dan sonra Tumuga ve
Temülin dünyaya gelir.
Timuçin sekiz yaşına geldiğinde Yesügey oğluna evlilik için kız bakmanın
vaktinin geldiğine karar verir ve bunun için yola çıktığı sırada Dey Seçen ile
karşılaşır ve onun davetini kabul eder. Dey Seçen Yesügey’in niyetini
öğrendikten sonra ona kendi kızını gelin olarak vermek istediğini belirtir.
Yesügey bu isteğe sıcak bakar ve oğlunun da Börte isimli kızı beğenmesi üzerine
Yesügey Bahadır töre gereği oğlunu evleneceği yaşa gelene kadar damat olarak
Dey Seçen’e bırakır ve yurduna dönmek üzere yola çıkar. Yolda düşmanları
tarafından zehirlenen Yesügey ölmeden önce ailesini Munglik’e emanet eder ve
ona oğlu Timuçin’i alıp gelmesini söyler. Yesügey ölünce obası dağılır.
Timuçin’in çevresinde çok az kişi kalır. Bu geriye kalanlardan birisi de Cacirat
kabilesinin Beyoğlu Camuka’dır. Camuka ve Timuçin iki iyi arkadaş olur.
Yesügey’in öldükten sonra Targutay kendini bey ilan edip Timuçin’i hasım
beller ve Moğolların çoğunu kendi beyliğine alarak Timuçin’i ailesiyle bir başına
bırakır. Timuçin bu süreçte zorlu bozkır koşullarında ailesi ile hayatta kalma
mücadelesi verir. Bu arada Targutay Timuçin’i tamamen ortadan kaldırmak
gerektiğini düşünerek onun obasına saldırır ve onu esir alır. Moğol geleneklerine
göre öldürülecek büyüklüğe ulaşmamış olan Timuçin boyunduruğa vurulur. Bu
boyunduruktan nöbetçisini öldürerek kaçan Timuçin bir süre Onon Irmağında
149
saklanır. Daha sonra Taycitlerden Sorkan Kiray’ın ve oğullarının yardımıyla
ailesinin yanına dönmeyi başarır. Timuçin ülkesine döndükten sonra üvey
kardeşi Bektar’ın zaten kendileri için yetmeyen avlarını çalması Timuçin’i
öfkelendirir ve kardeşi uyarılarını dinlemeyince onu öldürür. Timuçin için
sıkıntılar bunlarla bitmez, bir gün Timuçin’in tek geçim kaynağı olan atları
çalınır. Tek başına hırsızların peşine düşen Timuçin Borçu isimli bir gençle
tanışır ve onun maddi manevi yardımıyla atlarını kurtarır. Daha sonra bu cömert
ve yardımsever gençle aralarında sıkı bir dostluk başlar.
Timuçin on beş yaşına geldiğinde Börte ile evlenir ve bu evlilikten hemen
sonra babasının eski dostu Tuğrul Han’ın yanına giderek onun desteğini alır.
Daha sonra Çarçuday yıllar önce Yesügey Bahadır’a söz verdiği üzere oğlu
Celme’yi onun hizmetine bırakır.
Merkitler Timuçin’in obasına baskın yaparak eşi Börte’yi Helün Hatun’un
kaçırılmasının intikamı olarak kaçırırlar. Daha sonra Timuçin, Camuka ve Tuğrul
Han’ın yardımını alarak eşini kurtarır. Bu arada da Temuçin’in eşini kaçıran
Tohta Beki kaçıp canını kurtarır. Bu zafer sonrası Timuçin, Camuka ile obalarını
birleştirir. Bu arada Timuçin, Börte’nin hamile olduğunu öğrenir ve çocuğun
kendisinden olmasıyla ilgili şüpheleri olmasına rağmen durumu kabullenir.
Camuka ve Timuçin kışı bir arada geçirirler ve yaz geldiğinde iki budun
kendi yurtlarına doğru yola çıkar. Timuçin obasını genişlettikten ve yeterli güce
ulaştıktan sonra Targutay’ı ve adamlarını yakalar. Timuçin ibret olsun diye
Targutay ve adamlarını acımasızca öldürür. Bu katliamdan sonra geride kalan
Taycit erleri Timuçin’e katılır. Timuçin’e katılanlar arasında Türk budunları da
önemli bir yer tutar. Timuçin güçlenince Moğol ulusları bir araya gelerek
Timuçin’i Han ilan eder. Timuçin, Han ilan edildiği haberini Camuka’ya elçi
aracılığıyla bildirir. Ancak Camuka onun hanlığını kabul etmez. Bu arada Börte
Timuçin’in ikinci oğlu Çağatay’ı doğurur.
Camuka’nın kardeşi Taiçar Bahadır Timuçin’in atlarını çalarken okla
vurularak öldürülür ve bunun üzerine Camuka Timuçine’e savaş ilan eder.
Cengiz Camuka’nın güçlü ordusu karşısında mağlup olur. Ancak bu savaştan
kârlı çıkar. Moğolların en güçlü savaşçılarından olan Urud umagının beyi
150
Çurçeday ve ve diğer ünlü Moğol beyi Kuyuldar Cengiz’in saflarına geçer. Daha
sonra Çin Devleti ve Tatarlar arasında devam eden savaşa Cengiz ve Toğrul Han
da dâhil olur ve Çin’e yardım ederek Tatarları mağlup ederler. Bu arada Cengiz
Han, kendisine itaatsizlik eden Curkin kabilesini cezasız bırakmaz. Tuğrul Han,
Cengiz Han’ın isteğiyle Camuka’ya karşı savaşmak için ordularıyla Cengiz’e
katılır. Cengiz savaşta yara alır ve Cengiz’in hayatını yakın dostu Celme kurtatır.
Cengiz Han savaş sonrası atını vuran Cebe’yi affeder ve kendi erlerinin arasına
alır. Cengiz’in Oktay’dan sonra Börte’den bir oğlu daha olur ve adını Tuluy
koyar. Cengiz’in adamları Camuka’nın peşine düşer; ancak yakalayamaz.
Cengiz Han Tatarlarla yarım kalan işini tamamlamak üzere onlara saldırır
ve mağlup eder. Tatar esirlerden Yeke Çeren’in kızları Yasugan ve Yasui isimli
iki güzel Tatar kızını kendisine eş olarak alır. Daha sonra Cengiz ve Tuğrul Han
Naymanlara saldırır. Bu savaşta Tuğrul Han, Cengiz’in kendisini öldüreceği
istihbaratını alıp savaş alanını terk eder ve ailesi Naymanların eline esir düşer.
Cengiz Tuğrul Han’ın imdadına yetişir ve ailesini kurtarır. Bu iyilik karşılığı
Tuğrul Han’ın kızını oğluna ister. Tuğrul Han oğlu ve Camuka’nın tesiriyle bu
teklifi Cengiz’e tuzak kurmak için kullanır; ancak başarılı olamaz. Cengiz
kendisine yapılan bu son ihaneti bağışlamaz ve Tuğrul Han’a saldırarak onu gafil
avlar, Kerayit Türklerini kendine bağlar. Tuğrul Han savaştan kurtulur; ancak
ezeli düşmanları Naymanlar tarafından yakalanarak öldürülür. Tuğrul Han’ın
oğlu da seyisi Kokoçu tarafından öldürülür.
Cengiz Han otoritesini iyice sağlamlaştırdıktan sonra Naymanlar ve
Merkitleri de yenerek kendine bağlar. Cengiz Han eski dostu Camuka’yı
kendisine getiren adamları da beylerine ihanet ettikleri için infaz ettirir ve eski
dostuna yeniden birlik olmayı teklif eder. Camuka ise bu teklifi kabul etmez
kanının akıtılmadan infaz edilmesini ister. Camuka’nın dileği gerçekleştirilir.
Cengiz Han böylelikle Moğol Devleti’ni kurar ve yeni fetihlere başlar.
Bozkırın Oğlu Cengiz Han: Hakan Bayrakçı’nın romanı olan eserde
anlatıcı üçüncü kişi anlatıcıdır ve eserde olaylar Cengiz Han’ın doğumundan
ölümüne kadar olan süreyi kapsar. Eserin olay örgüsü şu şekildedir:
151
Yesügey’in bir oğlu olur ve oğluna esir adığı Tatar reisinin adı olan
Temuçin’i verir. Yesügey’in oğlu büyür ve Yesügey oğluna kız almak için eşinin
kabilesi olan Targutlara doğru yola çıkar; ancak o kabileden kız almak yerine
Deiseçen’in kızı Börte’yi oğluna gelin olarak alır. Yesügey gelenekleri gereğince
oğlunu evlilik çağına kadar Deiseçen’e damat olarak bırakır. Yesügey evine geri
dönerken yolda Tatarlar tarafından zehirlenerek ölür. Bunun üzerine Munglik
Temuçin’i obasına geri getirir. Temuçin obaya geri döndükten sonra Camuha
isimli gençle kan kardeşi olur. Yesügey’in ölümünden sonra obanın önde
gelenlerinden Targutay ve diğerleri Hogelün Hatun’u çocuklarıyla bırakıp
obadan ayrılırlar. Temuçin zorlu bir hayat mücadelesi verirken bir taraftan da
ailesini bir arada tutmaya çalışır. Temuçin’in üvey kardeşi Bekter sürekli olarak
Hasar’ın avladığı balıkları elinden alınca Temuçin ile Hasar birlikte sürekli
başlarına bela ola üvey kardeşleri Bekter’i av esnasında okla vurarak öldürür.
Targutay ve adamları Temuçin’in peşine düşer ve onu yakalayarak esir
ederler. Bu arada Sorhan Şira ve oğulları Temuçin’e yardım eder ona erzak
götürürler. Temuçin kendi çabasıyla esir olarak tutulduğu yerden kurtularak
Sorhan Şira isimli babasının eski bir arkadaşının yanına sığınır ve onun
yardımıyla ailesinin yanına döner. Temuçin ailesinin yanına döndükten bir süre
sonra atları çalınır ve atlarını çalan hırsızların peşine düştüğü sırada Bogorçu ile
tanışır. Kendi yaşlarında olan bu genç adamla birlikte atlarını kurtarır. Atlarını
kurtardıktan sonra Börte’yle evlenmek için yola çıkar. Temuçin Börte ile evlenir.
Daha sonra Börte’nin çeyiz olarak getirdiği samur kürkle birlikte Toğrul Han’ın
yanına giderek onunla ittifak kurar. Temuçin Toğrul Han ile ittifak kurduktan
sonra obasına yeni simalar katılmaya devam eder. Bu sıralarda Çarçiguday oğlu
Celme’yi Timuçin’e hizmet etmesi için getir.
Merkitler intikam almak için Temuçin’in obasına saldırır ve onun biricik
eşi Börte’yi kaçırırlar. Bunun üzerine Temuçin Toğrul Handan aldığı askerler ve
kendi askerleri ile birlikte sefere çıkar. Temuçin kız kardeşi Temulün ve Börteyi
kurtarır. Bu arada Bogorçu da karısı Çilay’ı bulur. Temuçin Merkit yağmasından
sonra Camuka ile birlikte yurtlanır. Bu arada Börte, Temuçin’e hamile olduğu
haberini verir. Temuçin bu habere önce sevinir sonra çocuğun Hogolçin Çilay
denilen adamdan olabileceğini düşünür; ancak çok üzerinde durmaz.
152
Temuçin ve Camuha yaz gelince yurtlarını ayırmaya karar verir bu esnada
Camuha’nın bazı adamları da ona katılır. 1206 yılında Temuçin, Cengiz unvanını
alarak Han seçilir. Temuçin Han ilan edildikten sonra onun ezeli düşmanları
Taiçigutlar Camuha’ya sığınır. Toğrul Han, Timuçin’in hanlığını kabul eder;
ancak Camuha bu habere memnun olmaz. Tüm bu olup bitenlerin arasında
Camuha’nın kardeşi Takar, Temuçin’in atlarını çalarken öldürülür. Camuha
kardeşinin ölümü üzerine Cengiz’e savaş açar. Cengiz bu savaşta yenilerek geri
çekilmek zorunda kalır. Ancak geri çekilirken güçlü Moğol oymaklarından
Urugut ve Mangut oymakları onun ordusuna katılır. Cengiz’in güçlenmesi
sonucu Munglik’te ona katılmaya karar verir. Daha sonra Cengiz Han, Tuğrul
Han’la birlikte zamanında babasının ölümüne sebep olan Tatarların peşine düşer
ve onları yenilgiye uğratır. Munglik Cengiz’in annesi Hogelun ile gizli bir ilişki
yaşar ve Hogelun, Munglik’in evlilik isteğini Cengiz’e bildirir. Cengiz bu
evliliğe onay verir. Uzun zamandır Cengiz’in kardeşlerini aşağılayan ve kibre
kapılan Buri Boko, sonunda Cengiz’in sabrını taşırır ve bedelini canıyla öder.
Cengiz Han ve Camuha’nın orduları bir kez daha karşı karşıya gelir.
Cengiz bu savaşta yaralanır. Savaş sonrasında Cengiz Han esirlerin arasından
kendisini okla vuran Cirhogaday’ı bağışlar ve ona Cebe ismini vererek kendi
ordusuna alır. Camoha, Cengiz Han karşısında yaptığı son savaşta başarısız
olunca Toğrul Han’ın oğlu ile işbirliği yapar. Bu arada Naymanlar Toğrul Han’a
saldırır. Zor durumda kalan Toğrul Han, Cengiz’den yardım ister. Cengiz en
yetenekli askerlerini yardıma gönderir. Daha sonra Cengiz Tatarlarla giriştiği
savaşta başarılı olur ve savaş sonrasında esirlerin arasındaki güzel Tatar
kızlarından Yesugan’ı kendisine odalık olarak alır. Cengiz Han geriye kalan
Tatar esirlerin ölüm emrini verir.
Cengiz Han Naymanlara saldırarak Buyruk Han’ı bir gece baskınıyla yok
eder. Ancak Toğrul Han savaştan kaçar. Toğrul Han’ın kaçtığını gören
Naymanlar da onun peşine düşer ve askerlerini hezimete uğratır. Ailesi ve
kendisi zor durumda kalan Toğrul Han bir kez daha Cengiz’den yardım ister ve
onun yardımıyla ailesini kurtarır. Ancak Toğrul Han ikinci kez vefasızlık yaparak
Cengiz’e karşı oğlu ve Camoha’nın kurmak istediği tuzağa onay verir ve
Cengiz’i tuzağa çeker. Ancak Cengiz tuzağa düşmeyip Toğrul Han’ı tuzağa
153
düşürür ve Kerayitleri ele geçirir. Bu arada savaş alanından kaçan Toğrul Han,
Nayman askerlerine yakalanır ve başı kesilerek öldürülür. Camoha Toğrul Han
öldükten sonra Naymanlar ile birlik olarak Cengiz’e karşı yeni bir savaşa girişir;
ancak bu savaşta da başarılı olamaz. Camoha kendi adamları tarafından zincire
vurularak mükâfat için Cengiz Han’a getirilir. Cengiz eski dostuna kendisine
katılmasını ister. Camoha bu teklifi kabul etmez ve istediği gibi soylu bir şekilde
boğularak öldürülür. Daha sonra Cengiz, nüfuzunu kendisine karşı kullanan ve
kardeşleri Hasar ve Temüge’ye kötü davranan Munglik’in oğlu Tebtengri
Kokoçu’nun ölüm emrini verir. Temüge adamlarıyla birlikte Tebtengri’yi
öldürür.
Cengiz Çin üzerine yaptığı savaşta başarılı olunca Çinliler barış yapmak
ister. Cengiz barış teklifini kabul eder ve kendisine teklif edilen ganimeti alarak
geri çekilir. Aradan bir yıl geçtikten sonra yeni bir Çin seferine daha çıkar. Bu
seferde de düşmanına boyun eğdirir ve ordusunun bir kısmını orada bırakarak
yurduna geri döner. Cengiz Han, artık yönünü Batıya çevirir ve sınır komşusu
hâline geldiği Harzemşah devletiyle iyi ilişkiler kurmak için Harzem ülkesine
ticaret kervanları gönderir. Ancak Cengiz’in kervanları casusluk yapıyor
denilerek saldırıya uğrar. Cengiz’in bu hadisenin açıklığa kavuşturulması için
gönderilen elçilerinin de Harzem valisi tarafından öldürülmesinden sonra savaş
patlak verir. Cengiz Harzemler üzerine sefere çıkmadan önce de varisini Ogeday
olarak seçer. Harzemşahlar Cengiz’den korkarak tüm güçleriyle onun karşısına
çıkmazlar ve bu durumda yenilmelerine neden olur. Cebe Noyan Harzemlere
karşı savaşırken ölür. Cengiz, zor olsada Harzemleri dize getirir. Torunlarına
başarısının inancına bağlı olduğunu söyler.
Cengiz bir gün oğlu Cuci’nin ölüm haberini alır ve buna çok üzülür. Artık
yaşlanan Cengiz bir gün attan düşerek ağır yaralanır. Sevdikleriyle tek tek
konuşan Cengiz en son yanında Celme’nin kalmasını ister ve onunla konuşurken
sabaha karşı hasta yatağında ölür. Cengiz’e imparatorlara layık bir cenaze töreni
düzenlenir ve olay örgüsü burada son bulur.
Cengiz Han: Mehmet Kemal Erdoğan’ın Cengiz Han romanı yirmi beş
bölümden oluşur ve eserde birinci kişi anlatıcı kullanılmıştır. Eserde olaylar
154
Cengiz Han’ın atlarının çalındığı ve Borcu ile tanıştığı kısımla başlar. Cengiz
Han’ın ölümüyle son bulur. Eserin olay örgüsü şu şekildedir:
Temuçin on yaşındadır. Atlarını çalan Merkitlerin peşinden gittiği sırada on
beş yaşındaki Borçu isimli bir Moğol genciyle karşılaşır ve onun yardımıyla
atlarını kurtarır. Atlarını kurtardıktan sonra Borcu’nun obasına gider. Temuçin
Borcu’nun babası Zengin Naku ile tanışır. Temuçin Naku’nun kendisine verdiği
çeyiz ile sözlüsü Börte’yle evlenir. Bundan sonra Temuçin’in kendisine yeni bir
yurt kurar. Temuçin, bu yeni yurdunda Targutay’ın adamları tarafından baskına
uğrar ve tutsak alınarak obada bir köle gibi gezdiririlir. Bu esaretten kısa süre
sonra kurtulan Temuçin Sorhan Şira’nın yardımıyla obasına döner. Temuçin
üvey kardeşi Bekter tarafından dışlanır ve avladığı avlar Bekter tarafından
elinden alınır. Bu durumu hazmedemeyen ve kendisiyle dalga geçen üvey kardeşi
Bekter’i öldürür. Bu olaydan sonra Borcu ile Temuçin kan kardeşi olurlar.
Temuçin daha sonra Toğrıl Han’ın obasına gider. Togrıl Han oğlu olan Nilka
aracılığıyla Temuçin’in cesaretini test eder. Toğrıl Han, Temuçin güvenini
kazandıktan sonra Temuçin’in yanındaki üç yoldaşını yeğenleriyle evlendirir.
Temuçin’in Toğrıl Han ile görüşmelerinin üzerinden iki kış geçmiştir.
Merkitler Temuçin’in obasına saldırarak eşi Börte’yi kaçırır. Temuçin bunun
üzerine Toğrıl Han’dan ve Camuka’dan yardım alarak Merkitlere saldırır ve eşini
kurtatır. Temuçin Börte’yi bulduğunda onun hamile olduğunu görür. Bu arada
Savaştan sonra Temuçin Camuka’nın obasına gider. Merkit zaferinden sonra
birçok Moğol Temuçin’in saflarına katıır. Bu arada Temuçin’in Börte’den olan
oğlunun Camuka’ya ait olduğu söylentileri ve Temuçin’e katılan kişilerin
sayısının artması sebebiyle Camuka’dan ayrılır. Bu esnada Camuka’nın iki bine
yakın askeri ve üvey kardeşi Temuçin’in saflarına katılır. Bu durumu sinirlenen
Camuka, Temuçin’e savaş ilan ederek askerlerinin çoğunu öldürür. Ancak bu
savaş Temuçin’i güçsüzleştirmek yerine ona daha fazla askerin katılmasına sebep
olur. Temuçin Moğolların ileri gelenleri tarafından kağan ilan edilir. Temuçin
kağan olduktan sonra Celmeyi muhafız başı yapar. Borcu’yu da atların büyük
seyisi olarak görevlendirir. Ayrıca Temuçin yeni kurulan düzenin kalıcı olması
için yeni yasalar getirir.
155
Temuçin ordusuyla Merkitlerin üzerine yürür ve onları ortadan kaldırır. Bu
savaştan sonra Temuçin Camuka’nın tuzağına düşetek esir alınır. Çamuka
Temuçin’i öldürmez ve bir Moğol’a verilebilecek en büyük cezayı vererek onu
köle tüccarlarına sattar. Temuçin, Tangut Kralı’na satılarak bir kafese kapatılıp
sergilenir. Temuçin’i eşi Börte Çinli bir prenses kılığına girerek rüşvet ile
kafesten kurtarır. Temuçin serbest kaldıktan sonra kendisini satan köle tüccarını
öldürerek tüm köleleri serbest bırakır. Temuçin ordusunu tekrar toplar. Camuka
ile birleşen Targutay’a karşı saldırı hazırlıklarını tamamlar.
Temuçin, Camuka’yı mağlup eder ve onu esir olarak alır. Temuçin eski kan
kardeşi Camuka’ya kendisine biat etmesini ve kendisi için savaşmasını söyler.
Ancak Camuka, bu teklifi kabul etmez ve idam edilmesi gerektiğini söyler.
Temuçin, Camuka’yı idam etmeyip serbest bırakır. Temuçin bu olaydan sonra
ezeli düşmanı Targutay’ı ele geçirirerek öldürtür. Daha sonra babasının öcünü
almak için Tatarlara karşı savaş ilan eder. Bu saldırı esnasında okla vurularak
yaralanır. Temuçin savaş sonrası kendisini vuran okçuyu affeder ve adını Cebe
koyup ordusuna subay olarak alır. Temuçin bu savaştan sonra kendisine ihanet
eden Curkin liderinin başını aldırır. Borcu bir gün Camuka’yı Temuçin hakkında
ileri geri konuştuğu için öldürür.
Temuçin zamanında kendisini esir olarak alan Tangut krallığına saldırır ve
Tangut Krallığından ganimetlerle geri döner. 1206 yılında Temuçin Cengiz Han
unvanını alır. Cengiz Han’ın evlatlığı Bordeul ve annesi ölür. Cengiz Han,
ailesine karşı komplo kuran Şaman Kököçü’nün ölüm emrini verir. 1211 yılında
Cengiz Han, kurultayın kararıyla Jin imparatorluğuna saldırır ve ganimet
almasına karşın heryeri yakıp yıkar. Cengiz Han daha sonra rotasını Harzemler
üzerine çevirir. Cengiz Harzemlere saldırmadan önce Cebe’ye Nayman Han’ını
öldürtür ve Müslümanları onun zulmünden kurtarır. Harzemler Otrar baskınını
düzenleyip daha sonrada Cengiz’in elçilerini öldürünce savaş başlar. Cengiz önce
Buhara şehrini ele geçirir ve her yeri yakıp yıkar. Daha sonra Semerkant’a
saldırır. Semerkant da düştükten sonra Cengiz’in oğulları başkent Ürgenç’i zor
da olsa alır ve tüm halkı kılıçtan geçirirler. Ülkesinin dört bir tarafı işgal edilen
Şah kaçınca Cengiz Han, onun peşine adamları Cebe ve Subetay’ı gönderir. İki
komutan Şah’ı pusuya düşürüp öldürür.
156
Cengiz, Muhammed Şah öldükten sonra oğlu Celaleddin ile savaşır.
Celaleddin Cengiz’e karşı başarıyla savaşır ve Cengiz’in birliklerini yenilgiye
uğratır. Bu arada Cengiz’in büyük oğlu Cuci yakalandığı bir hastalık sonucu ölür.
Cengiz oğlu öldükten sonra da Harzem ülkesindeki fetihlerine devam eder. Daha
sonra Cengiz Tangut vezirinin tehditler içeren cürretkar mektubu karşısında
ordusunu teyakkuza geçirir ve kendisini atının üzerine bağlatarak yaralı olmasına
rağmen sefere gider ve Tangutları mağlup eder. Cengiz daha sonra Jinler üzerine
tekrar saldırmak üzere hazırlık yaptırırken çadırında ölür.
Cengiz Han Rüzgâr ve Ateş İmparatorluğu: Okay Tiryakioğlu tarafından
kaleme alınmış olan roman on bir bölümden meydana gelmektedir. Üçüncü kişi
anlatıcının olduğu eserde olaylar 1176 yılında başlar Cengiz Han’ın öldüğü 1227
yılında son bulur. Cengiz Han’ın ömrünün elli bir yıllık bir kısmınının ele
alındığı romanın olay örgüsü şu şekildedir
1176 yılında Temuçin’in kendi adamlarıyla arkadaşı Camoka’nın
bulunduğu gruba karşı oynadığı ulak postu oyunu oynar. Bu oyunu Cengiz Han
zekâsıyla kazanır ve Moğolların başına iyi bir lider olacağını gösterir. Yesügey
bir gün oğlunu yanına çağırır ve kendisine Dai Seçen’in kızı Börte’yi alacağını
söyler. Daha sonra Temuçin; Borçu, Subutay, Kurtcebe ve Camoka ile bir araya
gelerek ülkenin geleceği hakkında konuşur. Temuçin bu toplantı sonrasında
arkadaşlarıyla merkezi devlet kurma konusunda fikir birliği yapar. 1176 yılında
Temuçin’in Börte ile düğünü olur.
Düğünün ertesi günü Yesügey Targutay’ın yardım isteği üzerine
Tangutlar’la buluşmaya gider ve tuzağa düşürülerek öldürülür. Daha sonra
Yesügey’in kesilmiş çene kemiği, burnu ve kulakları Timuçin’e gönderilir. Bu
elim hadiseden sonra Temuçin Han olmak için kurultayı toplar. Temuçin
babasının ölümü üzerinde müstakbel eşinin babası tarafından ve diğer birçok boy
beyi tarafından yalnız bırakılır ve Han olarak kabul edilmez. Temuçin ilk başta
babasının andası olan Tuğrul Han’dan yardım istemeyi düşünür; ancak ona Türk
olduğu için güvenmez. Temuçin’in olumsuz düşüncesine karşın Çinli hocası
Tuğrul Han’a sığınmasını söyler. Temuçin ve ailesine bir tek Şaman Mungilik
sahip çıkar. Temuçin daha düşmanlarına karşı tam olarak hazırlanamadan
157
Targutay’ın adamları gelir ve ani bir baskın yer. Temuçin bu baskın esnasında
babasının generali olup kendisine ihanet eden hainlerle savaşır; ancak aldığı
yaralar sonucu esir düşer. Günler sonra Camoka zincirlerinden kurtulup
Temuçin’i de kurtarır. Bu arada Tuğrul Han da askerleriyle yardıma gelmiştir.
Annesi ve eşi Merkitlere esir düşen Timuçin 1177’de ailesinin büyük kısmını bir
araya toplamayı başarır.
1185’lere gelindiğinde Temuçin artık liderliğini halkına kabul ettirmiştir.
Bu arada onun güç kazanması Camoka ile arasının açılmasına neden olur.
Temuçin kardeşi Bekter’e Tuva Türklerinin av sahasında avlandığı için kızar ve
bu kavga büyür. Temuçin kendisine kılıç çeken kardeşi Bekter’i öldürmek
zorunda kalır. Temuçin’in Bekter’i öldürmesinden sonra Camoka ile arası iyice
açılır. Camoka bunun üzerine Tuğrul Han’la bir araya gelerek Temuçin’e karşı
saldırıya geçer. Temuçin bu saldırı sonucunda iki eski dostunu esir alır; ancak
Merkitler ve Naymanlar Camoka ve Tuğrul Han’ı kaçırır. 1197 yılında otuz beş
yaşına gelmiş olan Timuçin Tuğrul Han’ın elçisini kabul eder ve onunla birlikte
eşi Börte’yi kurtarmak için iş birliğini kabul eder. Kendisine itaat eden Buyruk
Han’ı, Börte’yi kaçıran Tokta Beki’yi yakalamak için kullanır ve daha sonra
ikisini birden infaz ettirir. Buyruk Han ölmeden önce Cengiz Han’ın oğlu
Cuci’nin babasının Tokta Beki olduğunu söyler.
Bu olaydan sonra Timuçin Tuğrul Han ve Camoka ile birkez daha karşı
karşıya gelir. Timuçin bu savaşta Camoka’yı gafil avlayarak esir alır ve savaştan
yaralı hâlde kurtulan Tuğrul Han’ı kendisine ikinci sefer ihanet ettiği için
hançerleyerek öldürür. Timuçin Camoka’ya barış teklif eder; ancak o kabul
etmeyince eski dostunun istediği biçimde infaz edilmesine izin verir. Bu
olaylardan sonra Timuçin, Cengiz unvanını alarak Moğolları birleştirir.
Moğolları tekbir çatı altında topladıktan sonra önce Çinle savaşa girerek Çin’i
işgal eder daha sonra Harzem ülkesini ele geçirmek için Muhammed Harzemşah
ile savaşarak onu mağlup eder. Muhammet Han, savaştan yaralı olarak kurtulur.
Bu esnada tek gözünü akbabalara kaptırmış olan devrik lider canını kurtarmanın
yolunu Hazar Denizindeki Abeskun isimli adaya sığınmakta bulur. O adada iki
yıl yaşadıktan sonra da ölür.
158
Cengiz Han artık ömrünün sonuna yaklaştığını hissettiğinden ülkeyi
oğulları arasında paylaştırır ve oğlu Oktay’ı kendisinden sonra gelecek olan Han
olarak ilan eder. Cengiz Han kendi ömrünün son bulacağını düşünürken oğlu
Cuci’nin genç yaşta hastalıktan gelen ölümüyle yıkılır. Kendisi de oğlunun
ölümünden bir süre sonra 18 Ağustos 1227 yılında hayata gözlerini yumar.
Cengiz Han’dan sonra da Moğol İmparatorluğu yıkımlarına devam eder.
Savaşçıların Efendisi Cengiz Han: Eserin hemen başında Moğolların Gizli
Tarihi’nde olduğu gibi Moğolların kökeni hakkında kapsamlı bir bilgi verilir.
Moğolların Cengiz Han’a kadar olan soy ağacı sıralandıktan sonra Yesügey
Bahadır’ın 1155’te Temuçin-Üge isimli ünlü savaşçıyı esir aldığı sırada oğlunun
dünyaya gelişi ve ona Temuçin adını veriş hikâyesine geçilir.
Timuçin’in yaşıtlarından farklı bir çocuktur. Yesügey Bahadır oğlu sekiz
yaşına geldiğinde ona kız bakmak için Olkunat kabilesinden Day Seçen’in kızını
oğluna alır ve anlaşma gereğince oğlu Timuçin’i evleneceği güne kadar Day
Seçen’in damadı olarak onun kabilesinde bırakır. Yesügey yolda Tatarların
kendisine ikram ettiği içecek ile zehirlenir 1165 yılında hayatını kaybeder.
Yesügey Bahadır’ın ölümü üzerine Munglik Timuçin’i kabilesine geri getirir. Bu
arada Targutay Temuçin’in kabilesinden pek çok kişiyi kendi sancağı altında
toplayarak Timuçin ve ailesine saldırır. Bu saldırı sonucu Timuçin tutsak edilir.
Temuçin tutsaklıktan Sorkan Kıtay isimli babasının eski adamlarından birisinin
yardımıyla kurtulur ve ailesinin yanına geri döner. Timuçin aile içerisinde otorite
kurmaya çalışırken üvey kardeşi Bektar diğer kardeşlerini örselemeye ve onların
avlarını ellerinden alır. Sonunda bu duruma tahammül edemeyen Timuçin iki kez
balığını çalan kardeşi Bektar’ı öldürür.
Timuçin’e bir türlü rahat vermeyen Targutay’ın adamları bu sefer onun
sekiz atını çalar. Timuçin atlarını geri almak için yola çıkar ve yolda Borçu ile
tanışır, onun yardımıyla atlarını hırsızların elinden kurtarır. Bu arada Timuçin’in
Moğollar arasında şöhreti artar. Timuçin sonunda yıllarca beklediği Burte’yi
alarak otağına getirir ve daha sonra ittifak tazelemek için babasının can dostu
Hristiyan Kerayit Türklerinin lideri Tuğrul Han ile ittifak kurar.
159
Merkitler Timuçin’in eşi Burte’yi kaçırırlar. Timuçin Camuka ve Tuğrul
Han’ın yardımıyla eşini kurtarır. Bir süre Camuka ile birlikte aynı obada yaşar
ancak anlaşmayıp ayrılırlar. Bu arada Cengiz’in obasına çok önemli savaşçılar
katılır. Timuçin kendisine katılan yeni kabilelerle iyice güçlenir ve Targutay’a
karşı mutlak bir zafer kazanır. Bu zafer sonrası birçok Taycit şefini kazanlarda
kaynattırarak infaz eder.
1189 yılında önde gelen kabile şefleri Timuçin’e Cengiz unvanını vererek
onu han ilan ederler. Camuka onun hanlığını kabul etmez ve kardeşinin ölümünü
bahne ederek Timuçin’in obasına saldırır. Timuçin yenilerek Cereme geçidine
çekilir. Camuka bu darbeyi yeterli görür daha ileri gitmez ama Timuçin’in yetmiş
adamını kazanlarda kaynatarak öldürür. Camuka’nın bu katliamı daha fazla
adamın Timuçin’e katılmasına sebep olur. Timuçin otuz yaşına geldiğinde artık
yüz çadırlık bir obanın hâkimidir. Timuçin daha sonra baba dediği Tuğrul Han’ın
yanına giderek Kerait Türkleri ile birleşme teklifinde bulunur. Tuğrul Han’ın bu
isteği kabul etmesiyle Türk- Moğol birliği kurulur.
Tatarlar ve Çin arasındaki savaştan istifade eden Timuçin ve Tuğrul Han,
Tatarlara saldırır ve onları mağlup eder. Daha sonra Timuçin Cirkunları mağlup
eder. Timuçin eskiden olduğu gibi şeflerle eşit derecede olmayı reddedince
birçok şef onun yanından ayrılarak Camuka’nın yanına geçer ve onu 1201 yılında
Gürhan unvanı ile han ilan eder. Camuka, han ilan edildikten sonra Timuçin ve
Tuğrul Han’a savaş ilan eder. Timuçin bu savaşta yara alır ve yakın dostu Celme
hayatını kurtarır. Timuçin savaş sonrasında kendi atını vuran Cebe’yi kendi
ordusuna alır. Daha sonra Kurt Cebe Noyan unvanı ile bu genç Timuçin için
Türkistan, İran ve Rusya’yı fetheder.
1202 yılında Timuçin tekrar Tatarların üstüne yürür ve onları kesin bir
şekilde mağlup eder. Timuçin bu savaş sonrasında Tatar Yekeçeren’in Yesui ve
Yesujen isimli kızlarını otağına alarak onlarla evlenir. Timuçin ile Tuğrul Han
Naymanlara karşı savaşırken Tuğrul Han Timuçin’e ihanet ederek ordusunu alıp
geri çekiliren Naymanların tuzağına düşer. Timuçin bu ihanete karşın Tuğrul
Han’a yardım eder. Temuçin’in bu iyiliğine karşın Tuğrul Han, Camuka ile
işbirliği yaparak Timuçin’e tuzak kurar; ancak Timuçin bu tuzaktan kurtularak
160
Tuğrul Han’ı da mağlup eder ve kızlarından birisini kendisine alır. Bu kızdan
oğlu Kubilay dünyaya gelir. Timuçin Tuğrul Han’ın işini bitirdikten sonra
Naymanlara ve Camuka’ya karşı taruza geçer ve Tayang Han’ı yener. Camuka
artık tüm müttefiklerini kaybetmiş bir biçimde kaçarken en yakın beş arkadaşının
ihanetine uğrayarak Timuçin’e teslim edilir. Timuçin arkadaşına ihanet eden
adamları hain oldukları için idam ettirir. Daha sonra eski arkadaşına kendisine
katılmasını söyler. Ancak Camuka onurlu bir biçimde ölmeyi ister. Timuçin
arkadaşının isteğini gönülsüz de olsa yerine getirir.
Camuka’nın ve Tuğrul Han’ın ortadan kalkmasıyla birlikte Onnon Nehri
kaynağında tüm halklar bir araya gelir ve 1206 yılında Timuçin’i ikinci kez
Cengiz unvanı ila Han ilan ederler. Bu tarihten sonra Cengiz adıyla anılacak olan
Timuçin Türk-Moğol kavimlerini bir araya getirir. Bu birliktelik sonrası Cengiz
Yasaları diye anılacak olan yasalarını söyler. Hanlık unvanını aldıktan sonra ülke
yönetiminde ve ordunun başında görev alacak olan isimleri tayin eder ve o güne
kadar yanında yer almış herkesi cömert bir şekilde mükâfatlandırır. Cengiz Han
Kurt Cebe’yi Karahitayların üzerine gönderir. O da Karahitayları yenilgiye
uğratıp Cengiz Han’a zamanında savaşta Cengiz Han’ın kendisinin vurduğu
beyaz burunlu ata benzer bin tane at getirir. 1209 yılında Uygur Hükümdarı
İdu’ut Cengiz’e katılır ve Cengiz’in kızı Al Altun ile evlenir. Bu sırada Cuci
Oyrat halkını savaşmadan babasının topraklarına bağlar.
Moğol toplumunda şamanlar özel bir yere sahip olduğu için Cengiz Han
Munglik’in oğlu Şaman Tebtengri’ye ayrı bir önem verir. Ancak o, bu değerin
kıymetini bilmeyerek kendisinde gereksiz bir nüfuz hisseder ve Cengiz Han
eşinin ve annesinin uyarılarıyla kardeşleriyle arasını açmaya çalışan bu içten
pazarlıklı şamanı kardeşi Temüge’ye öldürtür. Cengiz Han yeni şaman olarak
Bo’arin kabilesinden Usun’u seçer.
Gittikçe büyüyen Moğol devleti artık iç sorunlarını halledip yeni hedeflere
yönelir ve sırasıyla Tangutları, Çinlileri dize getirir. Çinlileri dize getirdikten
sonra yurduna geri dönerek Karakurum’u başkent yapar. Cengiz Han, Bürte’den
olan dört oğlunu ülkenin varisi tayin eder ve yeni hedefi olan Karahıtay
hükümdarı Güçlük’ün üzerine yürüyerek onu da mağlup eder. Cengiz bundan
161
sonra rotasını savaşçı bir millet olan Harzemşahlara çevirir. Uzun yıllar devam
eden savaşlar sonucunda Cengiz Han kendisini çok uğraştıran Harzemleri kanlı
savaşlar sonunca yenmeyi başarır. Harzemlerin tekrar bir araya gelmesine izin
vermeyen Cengiz Han komutanlarını yeni yerleri fethetmesi için gönderir. Cebe
ve Subutay Cengiz’in emriyle Kumanları, Alanları, Çerkesleri ve Rusları imha
ederek Kiev’e Kırım’a girer. Buralarda kontrolü sağladıktan sonra Bulgarlar,
Romanlar ve Macarlar yenilgiye uğratılır. Cengiz kumandanlarını yanına geri
çağırır ancak Bulgarları yenilgiye uğrattıktan sonra Cebe geri dönüş yolunda
hayatını kaybeder. Subutay tek başına ülkesinin merkezine geri döner. Bu arada
Harzem devletinden geriye kalan birliklerle direnişe devam eden Celaleddin
Harzemşah, Cengiz bir hayli uğraştırmasına rağmen askerlerinin sayısı çok az
kalır ve kaçar. Cengiz Celaledin’i yakalayamaz.
Cengiz ölmeden önce kurultayı toplayıp oğlu Oktay’ı ülkenin başına
geçmesi için varis tayin eder. Cengiz ölmeden önce Tangutların üzerine yürür ve
onları yenilgiye uğratır. Cengiz Han, Çin’in Sung Hanedanlığı üzerine sefere
çıktığı sırada ilk oğlu Cuci’nin ölüm haberini alır. Artık kendi ölüm vakti de
yaklaşan Cengiz küçük oğlu Tuli’ye de doğudaki tüm toprakların yönetim
hakkını verir. Cengiz Han ölümsüzlüğü ararken en güçlü ordularını oğlu Tuli’ye
bırakarak 1227 yılının Ağustos ayında ölür. Cenazesi doğduğu topraklara
götürülür. Cengiz Han’ın cenazesinin defnedildiği yer gizlenir ve efsaneye göre
bir kabileye emanet edilir ve o kabile hâlâ bu kutsal mezarı bekleme vazifesini
yürütmektedir.
Cengiz Han Bozkırın Hükümdarı
Coşkun Mutlu’nun Ocak 2019’da ilk baskısını yapan eserinde olaylar
üçüncü kişi anlatıcı ağzından anlatılmıştır. Cengiz Han’ın babası Yesügey’in
Hoelun Hatun’u kaçırması ile başlayan ve Cengiz Han’ın ölümü ile son bulan
eser Cengiz Han’ın doğum ve ölüm yılları göz önünde bulundurulduğunda 11611227 yılları arasında toplam altmışaltı yıllık bir zaman dilimini ele almaktadır.
Cengiz Han’ın doğumundan ölümüne kadar olan sürecin anlatılığı eser toplam
otuz dört kısımdan oluşmaktadır. Eserin olay örgüsü şu şekildedir:
162
Yegügey Bahadır, Yeke Çiledu’nun gelin olarak aldığı Hoelun’u kaçırarak
onunla evlenir. Yesügey ve Hoelun’un evliliklerinden bir oğulları olur. Yesügey
oğluna tutsak olarak tuttuğu Temüçin Bey’in adını verir ve daha sonra onu
serbest bırakır. Temuçin dokuz yaşına geldiğinde Yesügey oğlunua Dei Seçen’in
on yaşındaki kızı Börte’yi gelin olarak alır. Yesügey, Dei Seçen’in obasından
dönemek Tatar bir gurubun ikram ettiği kımız ile zehirlenerek ölür. Bu olay
üzerine Munglik Dei Seçen’in obasına giderek Temuçin’i alır. Temuçin
kabilesine geri gelir. Temuçin’in kabilesi ellerindeki tüm sürüleri de alarak onu
ve ailesini geri bırakırlar. Temuçin kabilesi ayrıldıktan sonra Camuka ile tanışır
ve onunla kan kardeşi olur. Temuçin ve ailesi zorlu hayat koşulları içerisinde
avcılık ve hayvancılık yaparak geçimlerini sağlamaya çalışırken Temuçin sürekli
olarak yakaladığı avları çalan kardeşi Bekter’i öldürür.
Yesügey öldükten sonra Moğolların yeni şefi olan Targutay Temuçin’i bir
risk olarak görür ve Temuçin’i tutsak alarak onu boyunduruğa vurdurur. Temuçin
bu esaretten nöbetçisini öldürek kurtulur ve Sorhan Şira’nın yardımlarıyla
ailesinin yanına döner. Temuçin ailesinin yanına döndükten sonra atları çalınır.
Atlarını çalan hırsızların peşine düşen Temuçin yolda tanıştığı Borçu’nun
yardımlarıyla atlarını kurtarır. Daha sonra Temuçin arkadaş olduğu Borçu’nun
babası Nakun’un yanına giderler. Atlarını kurtardıktan sonra Temuçin Dei
Seçen’in kabilesine giderek Börte ile evliliklerini tamama erdirir. Daha sonra
Temuçin, babasının andası Tuğrul Bey ile ittifak kurar. Yesügey’e zamanında söz
veren Carçiuday oğlu Celme’yi Temuçin’e hizmet etmesi için getirir. Günlerden
birgün Taycigutlar ve Merkitler Temuçin’e saldırı düzenler ve eşi Börte’yi
kaçırırlar. Temuçin, Tuğrul Han ve Camuka’nın yardımıyla Merkitleri yener ve
eşini kurtarır; ancak eşinin hamile olduğunu görür. Temuçin çocuğun
kendisinden olmadığına dair kuşzu duymasına karşın eşini geri kabul eder. Daha
sonra Temuçin Merkitlerden elde ettiği ganimetleri Tuğrul Han ve Camuka ile
paylaşarak ayrılır.
Merkit galibiyetinden sonra Temuçin Han ilan edilir. Camuka onun
hanlığını kabul etmez ve kardeşinin Temuçin’in adamları öldrülmesini bahane
ederek Temuçin’e saldırır ve onu mağlubiyete uğratır. Temuçin’den tutsak aldığı
yetmiş adamı kazanlarda kaynatarak öldürür. Bu durum Çurçeday ve Kuyuldar
163
gibi güçlü kabile şefleri adamlarını da alarak Temuçin’e katılmasına yol açar.
Temuçin’in güçlenmesini bir türlü hazmedemeyen Camuka Tuğrul Han’ın oğlu
Senggüm ile Temuçin’e karşı birleşir. Bu arada Curkinler Temuçin’den ayrılır.
Daha sonra Temuçin Tatarları Curkinleri ve Kitayları mağlup eder.
Temuçin’in Curkinleri yok etmesi birçok Moğol Beyi’nin korkuya
kapılarak Camuka’ya katılmasına neden olur. Camuka ile ittifak kuran bu beyler
Camuka’yı Gürhan unvanı ile han ilan ederler. Camuka han ilan edildikten
Tuğrul Han ve Senggüm ile birlikte Temuçin’e karşı savaş ilan eder. Temuçin bu
savaşta yaralanır; ancak Celme hayatını kurtarır. Temuçin kayıplar vermesine
rağmen savaşı kaybetmez. Daha sonra Temuçin savaş esnasında kendisini
öldürmek isterken atını öldüren Cirho isimli genci bağışlayarak onu ordusuna
alır.
Temuçin, Taycigotlara saldırır ve onları
mağlup eder. Targutay
Temuçin’den kaçmayı başarır. Temuçin bu zaferden sonra tekrar Tatarlar üzerine
sefere çıkar ve onları kesin olarak mağlup eder. Savaş sonrasında Temuçin
Yekeçeren’in kızları Yesugen ve Yesui’yi kendisine eş olarak alır. Temuçin
Tatar seferinden sonra Naymanlar üzerine sefere çıkar Tuğrul Han Temuçin’e
ihanet edip kaçarken Naymanların tuzağına düşer. Tuğrul Han’ın imdadına
Temuçin yetişir ve Tuğrul Han’ın ailesini kurtarır. Bu yardımdan sonra Temuçin
Tuğrul Han’ın kızını oğluna ister, kendi kızını da Tuğrul Han’ın oğluna vermeyi
teklif eder. Tuğrul Han, Senggüm ve Camuka’nın talebiyle Temuçin’i tuzağa
düşürerek öldürmek için bu evlilik talebini kabul eder. Temuçin tuzağa düşmez.
Bunun üzerine Tuğrul Han Temuçin’e ani bir baskın düzenlemek ister; ancak
Temuçin bu baskını da önceden öğrenerek ikinci kez tuzağa düşmekten kurtulur
ve o, Tuğrul Han’ı tuzağa düşürüp mağlup eder. Tuğrul Han bu baskından
kaçarken Nayman süvarileri tarafından yakalananarak infaz edilir. Tuğrul Han’ın
oğlu Senggüm’de kendi seyisinin ihanetine uğrayarak canından olur. Camuka bu
olaydan sonra Naymanların lideri Tayang Han ile ittifak kurar; ancak bu ittifak
da başarılı olmaz ve Temuçin onları da yenilgiye uğratarak ölmeyi tercih eden
Camuka’yı idam ettirir.
164
Temuçin bozkırın tek hâkimi konumuna geldikten sonra Cengiz unvanını
alarak Han ilan edilir. Cengiz Han ülkesindeki düzeni sağlamlaştıdıktan sonra
Müslüman Türklerden olan Karluk Han’ını da kendi hükümdarlığı altına alarak
onu kızıyla evlendirir. Cengiz Han daha sonra Karahıtayların üzerine Kurt
Cebe’yi gönderir ve onları da mağlup eder. Şaman Tebtengri (Kököçü)
yetkilerini kötüye kullandığı için Cengiz Han Tebtengri’nin infaz kararını verir.
Türkler ve Moğollar arasındaki birliği sağladıktan sonra Cengiz Han Tangutlar
üzerine sefere çıkar ve onları da mağlup eder.
Bu kısımdan itibaren sahneye Celaleddin Harzemşah çıkar. Muhammed
annesi Türkan Hatun etkisiyle küçük torunu Özlek Şah’ı veliaht seçer. Celaleddin
bu duruma töre gereği sesini çıkarmaz. Bu arada Harzemşahlar iç isyanlarla
uğraşırlar. Celaleddin Harzemşah gibi Kıpçaklar konusunda Muhammed
Harzemşah’ı uyarmaya kalkan Temur Melik zindana atılır. Celaleddin
Harzemşah’ın araya girmesi sonucu hapisten çıkarılan Temur Melik Celaleddin
ile Moğollar ile ilgili ne yapacakları konusunda konuşur. Bu arada Semerkant
başkent ilan edilir. Bu arada Moğollar ve Harzemşahlar arasında sürtüşmeler
olsada savaş patlak vermez. Ancak aradan kısa bir süre geçtikten sonra Ortar
Valisi İnalcık Cengiz’in Harzemşah ülkesine gönderdiği tacirleri öldürtür. Bu da
yetmez gibi Muhammed Harzemşah’ın Cengiz’in Buğra isimli Müslüman
elçisini öldürtmesi bardağı taşıran son damla olur ve Cengiz, Harzemşahlara
karşı savaş ilan eder. Bu savaş ilanından sonra onlarca Türk boyu Cengiz’e
katılır.
Cengiz Han’ın Harzem ülkesine saldırması üzerine bir tek komutan Temur
Melik direnişe geçer, ancak bu çabaları yetreli olmaz. Cengiz Han, Otrar’ı
fetheder ve İnalcık’ı acımasızca öldürtür. Daha sonra Cengiz sırasıyla Taşken ve
Buhara’yı alır. Cengiz Han Buhara’yı teslim aldıktan sonra halkını savaşmadan
teslim oldukları için katleder. Bu olaydan sonra Celaleddin Harzemşah babasının
yanına gider ve onu savaşa girmeye ikna etmeye çalışır; ancak babası kaçmaya
devam eder. Bu arada Cengiz Han da Semerkant’ı fetheder. Cuci de Hocent
Kalesi’ne saldırarark Temur Melik’i köşeye kıstırır; ancak Temur Melik oradan
kaçmayı başarır. Cengiz’in peşine saldığı Cebe’den kaçan Muhammed
165
Harzemşah Nişabur’dan da kaçar ve Hazar Denizi’nde bir adaya sığınır. Daha
sonra bu adada sefalet ve yokluk içinde ölür.
Muhammed Harzemşah’ın ölümünden sonra Sultan olan Celaleddin, Temur
Melik ile bir araya gelerek Cengiz’e karşı başarılı saldırılar düzenler. Bu arada
torunundan kaçmaya çalışan Türkan Hatun Moğollara esir düşer. Celaleddin
Cengiz’i birkaç savaşta mağlup eder; ancak Celaleddin’in ordusu zamanla Moğol
ordusu karşısında erir. Ordusundan geriye bir şey kalmayan Celaleddin tekrar
mücadele edebilmek için ailesini de geride bırakarak kaçar. Cengiz Han
kendisine karşı başarıyla meydan okuyan Celaleddin’e övgüler yağdırır.
Celaleddin’in kaçmasından sonra Harzemşah Devleti’nin başına geçen Türkan
Hatun Cengiz’e hizmet eder. Cengiz Han ömrünün sonlarına yaklaştığını anladığı
için Ogeday’ı varis tayin eder. Daha sonra Cengiz Tangutlar üzerine tekarar
sefere çıkar ve onları mağlup ettikten sonra ölür. Roman böylece son bulur.
1.6. Eserlerde Tarihsel Gerçeklik Üzerine Vurgular
Hülya Argunşah: “Roman bir edebi türdür. Yani ‘fiction’ dediğimiz
yaratma, mevcut malzemeyi değiştirerek yeniden inşa etme, sanatkârın icat
kabiliyeti, kültürü ve dünya görüşü bütün edebi türlerde olduğu gibi romanda da
söz konsudur” (1990: 6) der. Hülya Argunşah’ın da dikkat çektiği üzere roman
bir yeniden yaratımdır ve bundan dolayı roman türü ile tarihî gerçekler de yazarın
hayal gücüyle yeniden yaratıma tabi tutulur.
“Romancı objektif bir şekilde tarih ilmiyle tespit edilmiş hadiseyi yeniden,
aradaki zaman mesafesini gözden kaçırmadan ve insan psikolojisini dikkate
alarak işler. İlmi verilere bağlı kalması söz konusu değildir. Onun görevi
hadiseyi canlandırmak veya tarihî kaynakların açıklayamadığı bir takım
boşlukları muhayyilesinin gücüyle doldurmaktır” (Argunşah 1990: 7).
Argunşah’ın söylediklerine benzer ifadeleri İnci Engünün de kullanır. İnci
Enginün:
“Tarih ile roman arasındaki ilişki öteden beri tartışma konusudur.
Romandaki bilgileri tarih sanma gafletinde bulunanlar, onu tarihî verilerle
karıştırmaktan kendilerini alamazlar. Bunda şüphesiz ki gelenekte yaşayan tarih-
166
destan-efsane ilişkisinin rolü bulunmaktadır. Roman, malzemesinin tamamını
tarihten alsa da, yine tarihteki olay ve kişileri bambaşka bir ışıkta gösterir ve
aynı malzemeyi işleyen farklı santçılar, ortaya farklı sahneler, hatta kişilikler
koyabilir” (2012: 241) der.
Prof. Dr. Ahmet Bozdoğan da Romanda Türiye Dışındaki Türk Dünyası
isimli eserinde İnci Enginün’ün bu ifadesine şöyle bir açıklama getirir:
“Enginün’ün bu değerlendirmesi, ‘her romancının tarihi yorumlama hakkının
bulunduğu’ şeklinde algılanabilir” (2008: 164).
“Yazar düşüncelerini tarihsel bir olay ya da olgu aracılığıyla
somutlaştırabilir. Aynı tarihsel dönemi konu edinen tarihsel romanlarda, söz
konusu dönem, yazarların düşünce dünyasına göre şekillenir. Daha doğrusu
tarihsel roman yazarı, daha önceden bilinen bir tarihsel gerçekliği kendi
düşüncelerine ya da tezlerine uygun bir kurmaca çerçeve içerisinde
şekillendirir” (Göğebakan 2004: 29-30).
Bu bakımdan tarihsel romanların bir bakıma tezli romanlar olduğu
söylenebilir. Özetle tarihî ya da tarihsel romanlar yazarın kendi dünya görüşünü
de yansıtmak bakımından dikkate değer eserlerdir. Bu çalışmaya konu olan
romanlarda da yazarların dünya görüşlerinin Mete, Attilâ ve Cengiz’i ele alış
biçimlerinde ortaya çıktığı görülmektedir.
Tarihin bir yorum olduğu düşünülürse ve bu yorumun da kişiden kişiye
değişebileceği fikri kabul edilirse romancıların tarihî bir devri ele alırken ve
işlerken tarihsel gerçekleri kendi bakış açıları doğrultusunda ele almaları doğal
bir sonuçtur. “İşte ulaştığı bu sonucu yeni bir roman üretmek için başlangıç
noktası yapan kimi yazarlar, eserlerini telif ederken tarihsel gerçeklerden
hareket ettiklerine ve roman boyunca bu gerçeklere bağlı kaldıklarına dair
birtakım açıklamalar yapma ihtiyacı hissederler” (Bozdoğan 2008: 164). Bu
doğrultuda da kimi zamam âdeta tarih yazıcılığı yapıyormuş gibi eserlerinin
başında, sonunda ele aldıkları tarihî konu, devir ya da şahsiyet hakkında
açıklamalar yapar dipnotlar aracılığı ile bilgi verirler. Böylelikle âdeta birer
tarihçi gibi davranırlar.
167
Bu bakımdan Mete, Attilâ ve Cengiz Han’ı konu alan ve bu çalışmanın
mazemesi olan eserler arasında da tarihsel gerçekliğe vurgu yapanları vardır.
1
Bu eserlerin yazarlarının birçoğunun eserlerinin ön sözlerinde, son sözlerinde ya
da eser içinde yaptıkları açıklamalar ile ele aldıkları isimler hakkında söylemek
istedikleri şeylere olduğu görülür.
Özellikle bu kısımıla ilgili vurgulanması gereken husus tarihsel gerçeklik
ile ilgili bir şeyler söyleyen romanların yazarlarının söyledikleri göz önünde
bulundurulurken
bir
eleştiri
yapılmayacağı;
sadece
bir
durum
tespiti
yapılacağıdır. Bu kısımda üzerinde durulacak asıl nokta yazarların ele aldıkları
tarihî şahsiyetler hakkında yaptıkları açıklamaların altında yatan gerekçeleri
ortaya koymaktır.
Bu çalışmada ele alınan romanların tamamı biyografik unsurlarla bezeli
romanlardır ve doğrudan tarihî birer şahsiyet olan Mete, Attilâ ve Cengiz’in
başkahraman olarak işlendiği eserlerdir. Bu yüzden bu eserlerde konu alınan
şahsiyetlerin hayatları ile ilgili anlatılanların gerçekliğine bir şekilde vurgu
yapılmıştır.
Çalışmaya konu olan eserlerin ilki olan Peyami Safa’nın Atillâ’sının hemen
başında “Attilâ Romanını İzah Eden Başlangı” isimli bir bölüm olduğu görülür.
Peyami Safa bu bölümde Attilâ hakkında bilgi verdikten sonra “Attilâ romanı,
Attilâ’ya ait her şeyi ihtiva eder; efsane ve tarih, aşk ve ölüm” (2015: 8) der.
Peyami Safa eserinin başına koyduğu bu kısım ile Attilâ ile ilgili kapsamlı bir
eser yazdığını söylemek istemiş olabilir ve tarihsel gerçekliğe değinen üç sayfalık
bir açıklama yapar.
Bu çalışmaya konu olan ikinci eser Turhan Tan (M. Samih Fethi)’ın Cengiz
Han isimli eseridir. Bu eserde yazarın dipnotlar aracılığı ile sürekli olarak okura
bilgi vererek tarihsel gerçekliğe değindiği âdeta bir tarihçi gibi tarih öğretme
amacıyla eserini kaleme aldığı görülür. Yazar dipnotlar aracılığı ile Türklerin
inanç sistemlerini Cengiz Han’ın yasalarını neden yaptığını o dönem insanlarının
giyim tarzlarını, görünüşlerini anlattığı görülür. Aynı zamanda eserin içerisinde
1
Bu çalışmada kullanılan romanların tamamında tarihsel gerçeklere vurgu yapıdığı söylenebilir,
ancak bu bölümde sadece yazarı (veya yayınevi) tarafından bu konuda açıklama yapılanlar
değerlendirmeye tabi tutulmuştur.
168
yer alan resimler ve eserin sonunda yer alan son not ve harita ile de tarihî
geçekliğe güçlü bir şekilde vurgu yaptığı da görülmektedir. Yazar “Son Not”
isimli kısımda Cengiz Han ile ilgili şu ifadeleri kullanır:
“Pek
açıktır
ki
Avrupalıların
barbar
demesi
bütün
Avrupa’yı
yenmesindendir. Eğer Avrupa Cengiz’i yenseydi bu zaferle iftihar edilecekti ve
ondan kuvvetli bir insan ve şanlı bir mağlup olarak bahsolunacaktı!.. Yenilmek
acısı Avrupa’yı hâlâ kin içinde tutuyor.
İranlılar, Araplar, Osmanlılar, manasız bir din gayretiyle Cengiz’e hücum
ettiler, büyüklüğünü inkâra yeltendiler. Fakat hiçbir müverrih, onu tarihten
dışarı atamadı. Çünkü o, bizzat tarihti. Sevenler de, sevmeyenler de o tarihi
okumak, tanımak mecburiyetindedir” (Tan 2015: 324-325).
Turhan Tan’ın bu söyledikleri ile tarihî gerçekliğe doğrudan vurgu yaptığı
ve Cengiz Han ile ilgili kendi bakış açısını okura anlatmak istediği
görülmektedir. Bu eserde yazarın tarihî gerçekliğe vurgu yapmasındaki asıl
gayesinin Cengiz hakkındaki düşüncelerini okura aktarmak olduğu söylenebilir.
Cengiz Dağcı’nın da kendi eserinden önce yazılmış olan diğer iki eserde
olduğu gibi tarihî geçekliğe vurgu yaptığı görülür. Cengiz Dağcı Genç Temuçin
isimli eserinin baş kısmına koyduğu giriş kısmında Moğollar hakkında bilgi verir
ve Moğol ırkı hakkındaki düşüncelerini açıklar. Bu giriş kısmında ayrıca Cengiz
Han’ın Moğol takvimine göre doğduğu Gah yılından övgüyle bahseder ve “O yıl,
p Gah yılı, hanlar hanı, hakan Cengiz Han’ın doğduğu yıldı” (2016: 10) der.
Cengiz Dağcı bu kısım ile muhtemelen Cengiz Han’ın dünyaya gelişinin dünya
tarihi üzerindeki etkilerini vurgulamak istemiştir.
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun da yayımladığı Büyük Hun Hakanı Mete Han
ve Gök Moğolların Başbuğu Cengiz Han isimli romanlarında sıkça dipnotlar
aracılığıyla okura bilgi vererek eserinin gerçeklik hissini aktarmaya çalıştığı
görülür. Tezli romanlara yazarak âdeta bir tarihçi gibi eserler kaleme alan
Terzioğlu eserlerinde verdiği bilgiler ile doğrudan tarihî gerçekliğe vurgu yapar.
Terzioğlu “Ötüken Yiş: Türklerin kadim başkenti. ‘Yiş’in orman anlamına
geldiği, ayrıca kutsal bir anlam yükleyici sözcük olduğu bilinmektedir. İki
sözcüğün birlikte kullanılması uygundur” (2016c: 13) der. Yazarın eserlerini
169
oluştururken böyle bir metod izlemekteki başlıca amacının okuru yazılanlara
inandırmak olduğu söylenebilir.
A. Hakan Bayrakçı da Bozkır’ın Oğlu Cengiz Han isimli eserinin
Önsözünde “Olan biteni gerçeğe sadık kalarak yazdım Zaten bu da yeterliydi.
Cengiz Han hakkında en gerçekçi tarihî belge ‘Moğolların Gizli Tarihi’dir”
(2013: 8) diyerek tarihî gerçekliğe vurgu yapar ve eserinin hemen başında okura
yazdıklarının gerçekliği noktasında güçlü bir mesaj verir. Bayrakçının bu tutumu
ile okurunu eserinin hemen başında yazdıklarının gerçekliğine inandırma gayesi
güttüğü söylenebilir.
Hüseyin Adıgüzel de Başbuğ Attilâ isimli eserinin son kısmında sarf ettiği
şu cümleler ile tarihî gerçekliğe vurgu yapan yazarladandır:
“ Avrupa’da kalan Hunlar, çoğunluk olan Germenlerin ve diğer kavimlerin
içinde eridiler, milliyetlerini ve dinlerini kaybettiler. Belki bugün Çek’im
Slovak’ım, Polonyalıyım diyen birisinin atası Hun’dur.
Macaristan ovalarında doğup büyüyen Avrupa Hun-Türk imparatorluğu
yine aynı ovalarda tarihin karanlıklarına gömüldü. Ama, Attila yaşadı.
Avrupalıların destanlarına, efsanelerine, şarkı ve türkülerine konu olarak yaşadı,
yazılan yüzlerce kitapta yaşadı. Ve yaşamaya devam ediyor” (2015: 335)
Hüseyin Adıgüzel’in eserinin sonunda söylediği bu sözler ile okura Avrupa
Hunları’nın günümüzdeki akıbeti ile ilgili kendi düşüncelerini ifade etmek
istediği söylenebilir.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Cengiz Han isimli eserinin son kısmına
koyduğu kaynakça ile eserinde tarihî gerçekliğe vurgu yaptığı görülür. Yazar
muhtemelen eserinin sonundaki bu kayankça ile okura eserinin tarihî belgelere
dayalalı olarak oluşturulduğu mesajını ermek istemiştir.
Eserinde tarihî gerçekliğe vurgu yapan yazarlardan bir diğeri de Bülent
Bengisudur. Bengisu Savaşçıların Efendisi Cengiz Han isimli eserinde yer yer
Moğolların Gizli Tarihi isimli esere atıfta bulunarak tarihî bir belge niteliği
taşıyan bu eserden alıntılar yapar. Bengisu’nun alıntılarından birisi şu şekildedir:
170
“‘Moğolların Gizli Tarihi’ adlı Moğolca kaynakta şu sözler yer alır:
‘Çinggis Kağanın (Cengiz Han’ın) ceddi, yüksek Tanrı’nın takdiriyle yaratılmış
ve bir bozkurt idi, eşi beyaz bir maral idi. Denizi (Baykal gölü) geçerek geldiler.
Onnon nehrinin kaynağında Burhan Kaldun dağı civarında yerleştiklerinde
Bataçi Han adlı bir oğulları oldu” (2016: 17)
Bengisu ayrıca eserinin son kısmında bir kaynakça vererek yazdıklarının
tarihî gerçekliğine bariz bir şekilde vurguda bulunur. Yazarın böyle bir metod
benimsemesinde muhtemelen ele aldığı eserin inandırıcılığını artırmak gayesi
vardır. Ayrıca Bengisu eserinin ön sözünde “Bu kitap, Cengiz Han’ın kişiliğini,
yaşadıklarını ve Moğol imparatorlupunun bütün aşamalarını adım adım
yansıtırken, başka kitaplarda bulamayacağınız kadar ayrıntıya yer veriyor.”
(2016: 14) diyerek okurun ilgisini de cezbetmeyi amaçlamıştır denilebilir.
Okay Tiryakioğlu Rüzgar ve Ateş İmparatorluğu Cengiz Han isimli eserinin
son kısmında tarihçi İbn-i Esir’den yaptığı alıntı ile Moğolların İslam ülkesinde
yaptığı yıkımı tarif eder (Tiryakioğlu 2016: 431). Yazarın bu tarif ile Moğolların
yaptığı yıkımın boyutlarına okuru inandırmak gibi bir gaye güttüğü ve tarihî
gerçeklere vurgu yaptığı görülür. Yazarın burdaki gayesinin Moğolların tarihî
kaynaklarda anlatıldığı üzere fethettikleri topraklara yıkım ve ölüm götürdüğünü
göstermek olduğu söylenebilir.
Yiğit Recep Efe Kumandan Attila ve Kumandan Mete Han romanlarının
son kısmına Attilâ ve Mete Han’ın biyografilerini koymak suretiyle doğrudan
tarihî gerçekliğe vurgu yapar. Yazarın bu birer sayfalık biyografiler aracılığı ile
yazdıklarının tarihî gerçeklerle örtüştüğünü göstermek gibi bir gayesi olduğu
görülebilir.
Okay Tiryakioğlu’nun Avrupa’yı Dize Getiren Türk Attila isimli romanın
birçok yerinde yazarın tatihsel geçekliğe vurgu yaptığı görülür. Yazar tarihî
belgelerden alıntıladığı kısımları referans göstererek romanının içerisine
serpiştirmiştir. Eserde yazarın tarihsel gerçeklik üzerine vurguları şekilde ifade
edilmiştir:
“Eski
Alman
ve
Macar
kaynakları,
Attila’nın
hayatının
ileriki
aşamalarındaki keskin ayrımı belirleyecek bu mağlubiyeti anlatırken genç
171
prensin, silah arkadaşlarını geride bırakmamak adına, yamacı yarısına kadar
tırmandığı halde bir an durduğunu, ardından geri döndüğünü söylüyorlar”
(Tiryakioğlu 2018: 16).
Yazar bu kısımda yaptığı vurgu gibi romanın ilerleyen kısımlarında da
tarihsel gerçekleri vurgular:
“Daha sonraları Macar şair Bathory E. Ferko Attila’nın göğüs göğüse
muharebedeki yeteneklerini ve cesaretini şu mısralarla övecekti.
‘Gençliğin coşkun sevinvi ve kederinin
Ona da isabet ettiği günlerde,
Gelmiş ve gelecek akranlarından
Farklı kılan bir şey belirdi ruhunda
Zaman zaman baktığı göklerde,
Bulutlarda kanla yazılı görüyordu adını.
O yüzden, kaderini bilen şanslı kişilerdendi” ( Tiryakioğlu 2018: 22).
Yazar romanın son kısmına kadar tarihsel gerçekleri vurgulamaya devam
ettiği gibi romanını da yine bir tarihsel gerçeklik vurgusuyla sonlandırır.
Romanın son paragrafı Attilâ döneminde yaşamış Priskus’un şu ifadeleriyle son
bulur:
“…Bize ve diğer Barbarlara çok tatlı ve leziz yemekler getirildi. Diğer
İskitlere ve bize gümüş tabaklarda, Attila’yaysa tahta tabakta et getirmişlerdi.
Her cihette mutedil ve kanaatkârdı. Misafirlere altın ve gümüş kadehler verdiği
halde onun kadehi tahtadandı. Elbiseleri, ayakkabıları, kılıcının kabzası ve atının
takımları askerlerininkinden hiç farklı değildi. Buna karşı diğer İskit
komutanlarının bu eşyaları altın ve kıymetli taşlarla süslü, göz kamaştırıcıydı.
Kendisininki böyle değildi. Yalnız diğerlerinden daha temizdi” (Tiryakioğlu
2018: 382).
Okay Tiryakioğlu’nun eseri incelenen romanlar içerisinde tarhisel gerçekler
üzerine en çok vurgu yapan eser olması bakımından dikkat çekicidir. Özetle
172
denilebilirki yazar eserini tarihî belgeler ile destekleyerek daha gerçekçi hale
getirmeye çalışmış ve eserinin inandırıcılığını artırmaya hedeflemiştir.
Bu kısma kadar söylenenlerden yola çıkılarak romancıların eserlerinin
tarihsel gerçeklikle ilişkisine dair vurgu yapmaları ile ilgili şu değerlendirme
yapılabilir:
Bazı romancılar eserlerinin tarihsel gerçeklikle ilişkisine vurgu yaparken
eserlerinin sadece belgesel bir nitelik taşıdığını göstermek için; bazı yazarlar,
okuyucunun anlatıların tarihsel gerçekliği konusunda tereddüte düşmesinden
çekindiğinde dolayı ve eserlerinin tarihsel gerçekeri yansıttığını okura bir
açıklama yaparak duyurmak için; bazı yazarlar, eserlerinin diğer eserlerde
yazılanlardan farklı ayrıntılar taşıdığı göstermek için; bazı yazarlar, eserlerinin
bir roman olmanın yanında öğretici bir metin olarak da okunabileceğini
göstermek için; bazı yazarların da tarihî roman yazarlığının bir sorumluluk
gerektirdiği bilincinden hareketle anlatıklarının tarihî gerçeklerle olan bağının
güçlü olduğunu göstermek ve topluma karşı olan sorumluluklarını yerine
getirmek için tarihsel gerçeklerden hareket ettiği ve tarihsel gerçeklere vurgu
yaptığı görülmüştür.
Bu çalışmaya konu olan eserlerin yazarlarının bazılarının âdeta bir tarih
öğretmeni edasıyla hareket ederek tarihsel gerçeklere kendi tezlerini savunmak
için müracat etmiş oldukları söylenebilir. Bunların yanında bazı romancıların
tarihsel gerçeklere vurgu yaparken tarihî roman yazarlarının ele aldıkları konuyu
gerçekten bir tarihçi titizliğiyle işlemeri gerektiğine olan inançlarından kaynaklı
olarak yaptıkları da söylenebilir. Bazı yazarların da tarihsel gerçeklere vurgu
yapmasındaki gayeleri olayların kendi bakış açıları dâhilinde gerçekleşmiş
olabilileceğini okura göstermek olabilir. Hangi sebeple yapılmış olursa olsun
Mete, Attilâ ve Cengiz Han’ın türk romancıları tarafından ele alınırken
çoğunlukla tarihî gerçekliğe vurgu yapılarak ele alındığı görülmektedir.
173
174
2. BÖLÜM: TEMATİK İNCELEME
“Roman bir toplumun nabzını tutan, onun ruhunu, gelişmesini ve kalp
atışlarını ölçen kompleks bir edebi türdür” (Yalçın 2006: 9). Ayrıca bu edebi tür
konu olarak yaşanmış ve yaşanması mümkün olan olayları ele alabilir. Özellikle
de roman türünün ele aldığı yaşanmış olaylar ve bu olayların merkezinde bulunan
kişilerin anlatılması ile de roman türü toplumun hafızasını tazeleyen ve
geçmişiyle bağ kuran bir araca dönüşür. Bu bakımdan roman türü üzerinde
yapılacak incelemeler araştırmacıları bir takım sosyolojik verilere götürebildiği
gibi ele alınan konuya nasıl bir yaklaşım tarzı gerçekleştirildiği, ele alınan tarihî
kişilerin tarihsel gerçeklere ne derece bağlı kalınarak ele alındığını da
gösterebilir.
“Romanlarla ilgili çalışmada vaka kişileri üzerine yapılacak tahliller, bir
taraftan
yazarların
kurguladıkları
vakalardaki
roman
kişilerine
karşı
sergiledikleri yaklaşımların arka planını açıklamaya; diğer taraftan da önce
kurmaca kişilerin vaka içindeki durumlarını anlamaya, daha sonra da eserin
üretildiği
toplumun
gerçeğiyle
kurmaca
vakanın
gerçeğimsiliğinin
ilişkilendirilerek romanın açıklanmasına yardımcı olur” (Bozdoğan 2008: 183).
Bir romanda işlenen konu çeşitli şekillerde olabilir. Romanın tarihsel süreç
içerisindeki seyrinde de bu konular daha fazla çeşitlenmiştir. Roman özü
itibariyle bir şeyler anlatmak için kurulan kurmaca bir dünyadır. Bu dünyanın
inşası kelimelerle sağlanırken içerisinde bulunanlar ise hayatın yansımalarından
sağlanmaktadır. Kimine göre tema, bir fikir bir düşünceyken kimine göre de bir
konudur; ancak, genel hatlarıyla denilebilir ki tema romanın özüdür. Roman
kurgusu içerisinde aslında her şey o öze, çekirdeğe göre kurulur. Tema
romancının zihninde oluşan ufak bir fikirdir ve o ufak fikri anlatmak için o kadar
şey yazılır çizilir. Kimi zaman aşk bu ilhama kaynaklık eder kimi zaman vatan
sevgisi. Tema aslında romanın ilk başta var oluş amacıdır. Roman anlatısı
tamamlandığında ise verilmek istenilen düşünce olarak ortaya çıkar. Tema
romancının ne anlatmak istemiş olduğu sorusunun cevabıdır. Romanın özü
nedir? Bu romanda kısaca ne anlatılmış? Sorularının cevabı temayı verir.
175
“Romanda ifade edilen insan tecrübesinin, evrensel, objektif, mutlak ve
değişmez olmadığı, artık şüphe götürmez bir şekilde eleştirinin temel ilkelerinden
biri olmuştur. Tema, bir ilgi ve değerlendirme meselesidir; eserin bütününe
dayalı olarak hayatı bütün yoğunluğuyla hissettiğimiz bir ana belli belirsiz
hissettiğimiz bir lezzet katan herhangi bir duruma veya bölüme uygun
bulduğumuz bir addır. Bunun için tema, en güzel ifadesiyle bir yorum ve özel
şartlar meselesidir. Bu özel şartlar bilinmeksizin arada sırada anlatmak fırsatını
bulduğumuz büyük olayların bazıları hiçbir anlam ifade etmezler” (Stevick,
2010: 64).
Bu çalışma içerisinde incelenen eserlerin özelliği Türk ve dünya tarihinde
iz bırakmış üç hükümdarın öz yaşam öyküleri üzerinden bir kurmaca dünya
oluşturuyor olmasıdır. Bu bakımdan bu eserleri “yaşamöyküsel eleştiri yöntemi”
ve “toplumbilimsel eleştiri yöntemi” kıstaslarından yaralanarak incelemek
önemli verilere ulaşılmasını sağlayacaktır.
“Anlatma esasına bağlı edebi metinlerdeki vaka kişileri, yazarın gerçek
hayattan
aldığı
malzemeyi
farklı
formlarda
ve
niteliklerde
yeniden
kurgulamasından meydana geldiğine göre, edebiyat araştırmacısı, bu kişiler
üzerinden çeşitli tahliller ve mukayeseler yaparak gerçek hayatla ilgili bazı
sonuçlara ulaşabilir” (Bozdoğan 2008: 185).
Bu dikkatle bir değerlendirme yapıldığı takdirde Mete Han, Attilâ ve
Cengiz Han ile ilgili yazılmış eserlerdeki kişilerin tutumları konusunda önemli
verilere ulaşılabilir.
Bu
veriler doğrultusunda da
yazarların eserlerini
oluştururken göz önünde bulundurdukları fikri temeller ortaya çıkar. Ayrıca Türk
romanında son dönemde tarihî şahsiyetlere artan ilginin altında yatan sosyolojik
gerekçelerle birlikte yazarların bu konulara yaklaşımlarındaki nedenler
gerekçelendirilmiş olur.
2.1. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Türklük
Bilinci ve Türklük Kavramına Yaklaşımları
Bu çalışmada kullanılan eserlerin tamamınında bilinçli ya da bilinçsiz bir
şekilde yerleştirilmiş bir Türklük kavramı okurun karşısında çıkmaktadır. Bunun
176
sebebi yazarın tezli bir roman çalışmak gibi bir amacı olmasa dahi esere konu
olan
roman
kahramanlarının
Türk
tarihinin
bir
parçası
olmasından
kaynaklanmaktadır. Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han 21. yüzyılda dahi bilimin
kat ettiği yola rağmen hâlâ Türk olup olmadıkları tartışılan isimlerdir. Ancak
çalışmanın önceki bölümlerinde dikkatlere sunulduğu üzere bu konudaki farklı
görüşlere temelde bir izah getirilmeye çalışılmış ve bu isimlerin Türk tarihi ile
olan bağları tarihsel verilere ışığında ortaya konulmuştur.
Birçok tarihçinin de fikir birliği ettiği üzerine Mete Han ve Attilâ Türktür.
Bu konuda Ahmet Taşağıl, Mete Han ve Attilâ’ya Türk dediği gibi Cengiz
Han’ın da Türk olma ihtimailinin yüsek olduğuna vurgu yapar.
“Attila, Türk müdür? Evet, Türk’tür tabii. Hun Türküdür. Yani bizi Avrupa
Birliği’ne alırlar mı, Avrupalı mıyız diye konuşuyorlar ya, Avarlar, Hunlar…
Avrupa’nın bugünkü millet yapısını zaten etkilemişlerdir.
(…)
Cengiz Han’ın ailesi konusunda kesin olmamakla birlikte kendi görüşümü
söyleyeyim: Cengiz Han, bence Batı Göktürklerinden geliyor. Bu devlet yıkılınca
onlarda Çu-yüe ve Çu-mu-kun isimli iki boy Çin’e gitti. Çin’in kuzeybatısında bir
devlet kurdular; Şa-to Devleti. İşte bir süre sonra bu devlet yıkılınca bazı
kabilelerin kuzeye doğru gittiklerini görüyoruz. Bu gidenlerin arasında Borçigin
(Börü Tegin) sülalesi de vardı. Boriçigin aslında Türkçe Börü Tegin demektir. Bu
Cengiz’in de sülalesidir. Böyle bir bağlantı olması mümkündür ama dediğim gibi
bunlar benim şahsi görüşüm… Kesin, yüzde yüz Türk’tür diyemeyiz. Orijinal
belge olmadan söylemek doğru olmaz. Yine de bu bir boyuttur. Diğer boyut ise
şu; Moğollar bozkır kültüründendir ve Türklerle akrabadır. Dil özellikleri olarak
da öyledir. Bunlar kesin. Yine de zor bir durum. Yüzde yüz Türk saymak çok
doğru değildir; ama Türk saymamak da doğru olmaz” (Aktaran Özgen 2019: 2023). Ahmet Taşağıl’ın belittiği üzere Cengiz Han’ı da Türk dairesi içerisinde ele
almak doğru bir tercih olacaktır. Bu konuda Yusuf Akçura’nın şu ifadeleri de
dikkate değerdir: “Cengiz ve Mongolların tarafgir müverrihi Leon Kahun, o
büyük Türk hânın bütün Türkleri birleştirmek maksad-ı âlîsiyle Asya’yı
baştanbaşa fethirdiğini yazıyorsa da bu müddeâsının tâmâmî-i mevsûkiyyeti
177
hakkında bir şey diyemem” (Akçura 2018c: 21). Yusuf Akçura’nın Leon
Kahun’un Cengiz Han’ın Türk birliğini tesis etmek konusundaki iddiasının
geçerliliği hakkında bir şey diyemeyeceğini belirtmesine karşın bu ifade Cengiz
Han’la ilgili böyle iddiaların olduğunu göstermek ve Cengiz Han’ın Türklük ile
ilşkisini ortaya koymak bakımndan önem arz etmektedir. Ahmet Taşağıl gibi
tarihçilerin benimsedikleri fikirler Türk romancıları tarafından da benimsenmiştir
ve birçok romancı Mete Han, Attilâ gibi Cengiz Han’ı da Türklük dairesi
içerisinde ele almıştır.
Çalışmanın bu kısmındaki mesele ise Türk romancılarının bu tarihî isimleri
eserlerinde ne doğrultuda ele aldıklarıdır. Eserlerin hemen hepsinde bir Türklük
bilincini görmek ve bununla birlikte Türklük kavramına nasıl yaklaşım
sergilediklerini gözlemlemek mümkündür. Doğal olarak bu çalışmaya konu olan
ve Türk tarihinin önemli bir parçası olan bu isimler Türk edipler tarafından Türk
dünyasının bir parçası olarak ele alınmışlardır. Ancak Cengiz Han ile ilgili olan
eserlerde salt bir Türklük bilincinden ziyade Moğol kimliği ile kaynaşmış bir
Türklük bilincinden söz edildiği görülmüştür. Yazarların bazılarının doğrudan bir
tez doğrultusunda romanlara konu olan bu isimleri Türklük bilinci ile yeniden
yaratıma tabi tutarken bazıları da bu konuda bu isimlerin Türk olup olmadığı ile
ilgili tartışmaların diğer cephesinde kalmışlardır. Bununla birlikte öncelikte şunu
söylemek gerekir ki Mete Han ve Attilâ eserlerde Hun olarak addedilseler dahi
Hunları Türk kabul eden anlayışa göre bu kısımlarda da yine Hun vurgusu
üzerinden bir Türklük kavramı ve bilincinden söz etmek mümkündür. Ayrıca
Türk ve Türkçülük denildiğinde ne anlaşıldığı da önemli bir noktadır. Örneğin
Yusuf Akçura gibi bazı isimler Moğolları da Türk geleneğinin bir parçası olarak
kabul ederler. “‘Türkler’ dediğimiz zaman, etnografya, filolocya ve tarih
müntesiplerinin bazan ‘Türk-Tatar’, bazan ‘Türk-Tatar-Moğol’ diye yâd ettikleri
bir ırktan gelme, âdetleri, dilleri birbirine pek yakın, tarihî hayatları birbirine
karışmış olan kavim ve kabilelerin mecmû’nu [toplamını] murad ediyoruz”
(Akçura 2018b: 15). Yusuf Akçura’nın bahsinin aksine Ziya Gökalp:
“Türkçülüğün uzak ideali ise, Turan’dır, kimilerinin sandığı gibi, Türklereden
başka, Moğolları, Tunguzları, Finuvaları, Macarları da içine alan kavimler
karması değildir” (2010: 25) diyerek Moğolların Türkler ile akrabalıklarının dil
178
boyutunda dahi olsa kesin kanıtlanmadığını söyler. Tüm bu söylenenlere karşın
Moğolların tarihin birçok safhasında Türkler ile birlikte, iç içe, yan yana yaşamış
olması Cengiz Han’ı konu alan romanlarda da doğrudan ya da dolaylı bir
Türklük bilincinin var olması sonucunu doğurmuştur. Hatta bazı eserlerde
Cengiz Han Türklük bilincine sahip bir lider gibi anlatılmıştır.
Mete Han ile ilgili yazılmış ilk eser olan Ahmet Haldun Terzioğlu’nun
Büyük Hun Hakanı Mete Han isimli romanında doğrudan Türk ve Türklük
kavramlarına roman içerisinde vurgu yapılmamakla birlikte eserin arka
kapağında Mete Han’ın yirmi altı devleti aldığı ve bütün yay çeken budunları
Hun yaparak birleştirici bir Türk milliyetçiliği yaptığından ve Turan’ı
gerçekleştirdiğinden bahsedilir. Bu bakımdan eserde doğrudan Türk ve Türklük
kavramlarına vurgu yapılmamakla birlikte Hun ismi çatısı altında kastedilen
Türklüktür.
Mete Han ile ilgili yazılmış olan ikinci eser Hayrani İlgar’ın Mete Han’ıdır.
Eserin hemen her yerinde Türklük kavramına vurgu yapıldığı ve karakterlerde
Türklük bilinci olduğu görülür. Eserde doğrudan Mete’nin Türk olduğuna vurgu
yapılır ve onun yegâne amacının Türk birliğini kurmak olduğu ifade edilir.
“Motun, Hun Yabgusu Tuman’ın büyük oğluydu. Türk olan Motun’un anası
ölünce babası bir Çinli prensesle evlenmişti.
(…)
Motun, babasının yerine geçeceğini bildiği için kendisini buna göre
hazırlıyordu. O, bütün Türk uruk ve boylarını bir bayrak altında toplamak
düşüncesindeydi, bunun hazırlığını yapıyordu” (İlgar 2013: 13-14).
Mete Han bu eserde Çinlileşme ve asimilasyona karşı Türklüğün geleceği
bakımından bir umut olarak görülür. Sungur Türklük konusunda çok bilinçlidir
ve kendisi Çinde yaşayan bir ordu kumandanı olmasına rağmen Türklüğünü
kaybetmeyerek bu bilinci çocuklarına da aşılamştır.
“Tanju’nun babası bu konuda çok bilgiliydi. Bu bilgilerini çocuklarına
devamlı olarak aktarırdı. Babası, bu urukların arasında en güzelinin Türkler
olduğunu söyler ve örnekler vererek çocuklarının gözlerinin önüne gerçekleri
179
sıralardı” ( İlgar 2013: 16). Sungur’un sahip olduğu bu bilinç çocuklarında da
vardır ve çocukları da Mete’nin kuracağı yeni düzen için ellerinden geleni yapar
ve Türklüğe hizmet ederler.
Mete Han’a Tanrıkut unvanı verilirken kamın
söyledikleri de eserdeki Türklük vurgusunun güçlü olarak hissedildiği
kısımlardan birisidir. “Türk olmak, yaşamanın tek sebebi bu; insanı kutlu eder
Türk olmanın gururu! Şükret, Gök Tanrı öyle bir güç vermiş ki sana; onu
Türklük yolunda harca, durmadan harca!.. Her güzellik ve iyilik Türk’e ruhtur,
kandır; O, Gök Tanrının yarattığı en üstün insandır!” (İlgar 2013: 128). Eserin
başından sonuna kadar devam eden Türk vurgusu ve Türklük bilinci eserin
belkemiğini oluşturur. Mete’nin Sungur ve çocuklarının yaptığı eylemlerin
temelinde Türklüğe hizmet etmek vardır.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Mete Han isimli eserinde Mete Han’ın Türk
birliğini sağlama fikri üzerinden Türklük kavramına vurgu yapılır. Mete Han
ülkenin kontrolünü devraldıktan sonra ilk olarak Türk birliğini sağlamaya çalışır.
“Mete o günden sonra her tarafa atlı elçiler gönderdi.
Türk boylarının kendisinin Büyük Şanyü oluşunu kabul etmelerini istedi”
(Erdoğan 2018: 172). Romanın ilerleyen bölümlerinde Mete Han’ın Thunghuların kendilerinden toprak isteğinde bulunmasını konuşmak üzere topladığı
kurultayda maiyetinde bulunan beyler Türk olarak ifade edilir. Bu bakımdan bu
eserde Hunların Türk olarak kabul edildiği söylenebilir.
“Çadırın içinde ölümcül bir sessizlik oldu. Metehan’ın yüzü kızardı,
kıpkırmızı bir hal aldı ve sinirle ağzı köpürmeye başladı. Danışmanlarının, Türk
beylerinin ileri geri konuşmaları o ölümcül sessizliği bozdu birdenbire” (Erdoğan
2018: 208). Mete Han’ın en büyük ideali ve hedefi Türk birliğini yani Turan’ı
sağlamaktır. Romanda Mete’nin bu amacı yakın dostu Akçar’ın Yüeçi
topraklarına ailesini görmek için gidişiyle duyduğu üzüntüyü dile getirdiği şu
kısımda ifade edilir: “İlk zamanlarda Akçar’ın gidişi koymuştu ona ama şimdi
kendisini Türk beylerine elçiler göndererek ve Hun devleti çatısı altında
toplamaya çalışarak avutuyordu” (Erdoğan 2018: 228). Görüldüğü üzere bu
eserde Mete Han ve Hunlar dolaylı yoldan Türk olarak ifade edilmiştir. Ayrıca
eserde Mete Han’ın kurmaya çalıştığı Türk birliği vurgusu da yapılmıştır.
180
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Mete Han isimli eserinde baştan sona Türk,
Türklük ve Türk birliği vurgusu yapılır. Eserin her yerinde Hun Türkleri ifadesi
kullanılır.
“Teoman adlı bir Türk kumandan tarafından kurulmuştu bu ilk Türk devleti.
Teoman, güçlü kişiliği ve kahraman çerileriyle kısa sürede güçlenmiş ve başkenti
Ötüken olan bir bağımsızlık meşalesi ateşlemişti. Bir istiklal ateşi sarmıştı Türk
boylarını, Asırlar boyunca darmadağın yaşayan bu kutlu kavim, ilk kez tek bir
buyruk altında birleşmeyi başarabilmişti” (Efe 2018b: 27). Teoman Han ile
yapılan Türklük ve Türk birliği vurgusunun Mete Han başa geçtikten sonra da
yapıldığı görülür. Mete Han bu eserde kendisini Türk olarak ifade eder ve
Türk’ün en büyük silahının kendisi olduğunu söyler (Efe 2018b: 54). Mete
Han’ın Tahin Türkleri ile savaşmak istemeyip onlarının kendisine katılmasını
istediği kısımda kullandığı şu ifadeler de onun Turan hayalini ortaya
koymaktadır:
“Ben ki Hun Hakanı Mete Han. Cihana nizam vermek için tüm Türk
boylarını birleştiren, koskoca Çin’e korku belasıyla koca bir set yaptran o seti de
onların başına yıkıp İmparator Qin’in yakasına kadar yapışan Tanrıkut… Kök
Tengri şahidimdir ki siz ırktaşlarımı esaret altına alma niyetim yoktur. Tek bir
niyetim, tek bir emelim vardır ki o da tüm Türk boylarının birleşip Büyük Turan
İmparatorluğu’nu kurmasıdır” (Efe 2018b: 195). Eserin hemen her yerinde
Türk’ün yiğitliği, kahramanlığı, dürüstlüğü, adaleti, törelerine ve dinine bağlılığı
üzerine vurgu yapılır. Türklerin dünyaya nizam getireceğinden bahsedilir. Mete
Han Türklüğe değer verdiğinden Çin’i mağlup ettikten sonra halkının asimile
olup kalabalık Çin nüfusu içinde erimemesi için ülkesine geri döner. Ayrıca bu
eserde Türklerin soyunun Nuh’un Yafes isimli oğlunun soyundan geldiği de
söylenmektedir (Efe 2018b: 152). Özetle bu eser Türklük ve Turan tezi
doğrultusunda kaleme alınmış bir eserdir.
Attilâ ile ilgili yazılmış olan ilk eser Peyami Safa’nın Attilâ’sıdır. Eserin
hemen başında Peyami Safa “Attilâ Romanını İzah Eden Başlangıç” isimli bir
kısım koymuş ve bu kısımda Attilâ’nın kim olduğuna dair fikirlerini sıralamıştır.
181
Bu fikirlerden birisi ise Türklük kavramı ile Attilâ’nın bütünleştirildiği kısımdır.
Peyami Safa Attilâ kimdir sorusunun cevabı olarak şunları söyler:
“Yunanlılara, Romalılara, Cermenlere ayakları ucunda diz çöktürerek
hepsine îka ettiği büyük hâşiyetle kiminin seyyielerini cezalandıran, kiminin şer
ve fesadına mani olan büyük Türk başbuğu!” (Safa 2015: 7). Peyami Safa eserin
hemen başında Attilâ’yı bir Türk başbuğu olarak nitelendirmiş; ancak Attilâ’nın
Gol ve İspanya seferi öncesinde ordusunda bulunan milletleri sıralarken Hun ve
Türk kavramlarını birbirinden ayırmıştır. “Ön safta bulunan beyaz Hunlar, arka
safta bulunan siyah Hunlar, Avarlar, Bulgarlar, Hungar (Eski Macar)lar,
Türkler, her nevi milletler” (Safa 2015: 117). Peyami Safa’nın bu kısımda neden
ayrıca Türkler dediğini ve Hunlar ve Türkler ayrı milletlermiş gibi yazdığını
anlamak biraz güç; ancak bu tercihin Attilâ’nın ordusunda Türkler dışında diğer
milletlerden de kişiler olduğunu göstermek için yapılmış olduğu söylenebilir.
Eserin yine ilk sayfalarında Attilâ’nın en yakın adamlarından Odekon
üzerinden bir Hun milliyetçiliği bilinci ortaya konmuştur. Odekon’un Attilâ’ya
düzenlenecek suikastın kendisine tebliğ edilmesi üzerine içine düştüğü ruh hâli
ile ait olduğu millete bağlılığı şu ifadelerle gözler önüne serilmiştir:
“Sözün böyle tamamlanması Odekon’un hoşuna gitmedi. Çünkü o, her
şeyden evvel bir Hun idi ve Romalıların düşmanıydı. Gerçi Konstantiniyye: Mavi
ipek dalgalı Marmarası ile, ona va’dedilen altın saraylar, işvebaz ve sehhar
kadınları ile, nazik, diplomat, zeki erkekleriyle onu kandırmış, sadık bir adamı
olduğu Attila’ya karşı suikast hazırlatmıştı. Fakat Hakanın ölümüyle bütün
Hunların mahvolacağını ve Romalıların Tuna boyunda saltanat süreceklerini
düşünmeğe razı olamıyor, Hun damarı tutuyor, Konstantiniyye sokaklarında
rastladığı Bizans kadınlarının davetkâr gözlerini çıkarmak isteyecek kadar millî
bir kin duyuyordu” (Safa 2015: 14). Yazarın Odekon karakterinin suikasttan
vazgeçmesine sebep olan duygunun millî kimlik bilinci olduğunu işlemesi
dikkate değerdir. Diğer Attilâ romanlarında Odekon’un suikasttan vazgeçmesi
böyle bir bilinçle temellendirilmemiştir. Peyami Safa bir bakıma tarihte
Odekon’u suikasttan vazgeçiren düşüncenin altında milletine duyduğunu bağlılık
olduğu çıkarımında bulunmuştur.
182
Attilâ ile ilgili yazılmış olan bir diğer eser Muherrem Eryılmaz’ın yazdığı
Büyük Hun Hükümdarı Attila isimli eserdir. Bu eserin diğer Attilâ romanlarından
en büyük farkı Attilâ’yı Moğol ırkına mensup olarak ele almış olmasıdır. Birkaç
tarihî tahmin dışında çok fazla rastlanmayan bu fikir yazarın Attilâ’ya bakış
açısını gözler önüne sermesi bakımından da dikkate değerdir. Yazarın Attilâ’yı
Aetius karşısında daha silik bir şahsiyet olarak göstermesi de eserinin hemen
başında Attila’nın soyu ile ilgili yaptığı değerlendirmelerle paralel olabilir. Yazar
Attilâ’yı eserinde şu ifadelerle Moğol ırkına mensupmuş gibi anlatmaktadır.
“Onlar arasında bir delikanlı, çekik gözlerinde Moğol ırkına mensup
olduğu okunan, derisi sarı bir genç, Huldin’in dikkatini çekmişti. Ona doğru
ilerledi ve elini dostça uzattı. Bir subay:
-Bu, Muncuk’un oğludur, dedi” (Eryılmaz 2013: 23).
Muharrem Eryılmaz da Peyami Safa gibi Attilâ’ya düzenlenecek suikast
girişimi üzerinden bir Hun kimliği vurgusunda bulunur. Ancak bu sefer Hun
kimliği vurgusu Attilâ’nın hocası Onejes üzerinden yapılır. Doğu Romalı elçiler
arasında yer alan tarihçi Priskos’un gözlemlerinden yola çıkarak ifade edilen
Onejes ve elçilik heyeti arasında geçen şu konuşmalar Hun kimliğinin sadece
Hun soyundan gelenlere müstakil bir kimlik olmadığını gözler önüne serer:
“Ben Attila’nın bakanıyım. Ancak onun çıkarlarını korumak göreviyle
yükümlüyüm. Hakemlik görevi, bir davada taraf olanlardan birine düşmez.
Onejes hakemliği kabul edecek olursa, bundan müteşekkir kalan
İmparatorun kendisine şerefler ihsan edeceğini, Maksimius, dolaylı olarak ifade
etmek isteyince, Hun Bakanı, gururu incinmiş gibi göründü. Asıl efendisine
ihanet edebileceği şüphesinin bile meydana gelmesine dayanamıyordu. Bunu,
haşin ve tiksinen bir edayla, açıkça söyledi ve dedi ki:
-Ben artık Hun oldum. Çocuklarım ve karılarım da Hun’dur. Bana
güvenerek devletin en önemli işlerini veren Hakanımın çıkarlarını asla ihmal
edemem.
183
Bu sözler bize bir parça hayal kırıklığı yaşattı. Anne tarafı Grek olan
Onejes’i kendi tarafımıza çekebileceğimizi düşünmüştük. Muhtemelen, bize ilgi
ve alaka gösterirse, şüpheli bir duruma düşmekten korkuyordu.
Bu olaya nereden bakılırsa, iç yüzü garip görünüyor. Hun olmayan bir
adamın barbarlarla yaşamaktan nasıl bir zevk aldığı, anlaşılmaz bir bilmecedir.
Böyle bir Grek Bakan, Konstantiniyye’ye daha çok yakışmaz mı? Yine de böyle
hâller olağan şeylerdir. Burada, Moğol simaları arasında çok sayıda Germen ve
Latin yüzlere rastlıyoruz” (Eryılmaz 2013: 173-174).
Yazarın Onejes üzerinden aktardığı Hunluk bilinci Türklük bilinciyle doğru
orantılıdır. Bu eserde Hunların Moğol olarak ifade edilmesi hususu da Hunların
Mongoloid ırka mensup olmalarından kaynaklı olabileceği gibi o devirde
Romalıların Asya kökenli insanları ifade etmek için kullandığı bir tanım
olmasından
dolayı
da
kaynaklanıyor
olabilir.
Tüm
bunların
yanında
araştırmacıların çoğu tarafından Hunlar Türk kabul edildiği için bu eserde de bir
Türklük bilinci ortaya konduğu görülmektedir.
Attilâ’yı konu alan eserlerden bir diğeri olan Galya Fatihi Atilla isimli
eserin hemen başından itibaren İbrahim Karahan’ın eserine Türklük kavramını ve
Türklük bilincini yerleştirildiği görülmektedir. Eserin hemen başında Muncuk’un
ölmesi üzerine “Batı Hun Türkleri’nin hakanlığını Attila’nın amcası Rua
üstlenecekti” (Karahan 2014: 8) cümlesi ile Yazarın Attilâ’nın babasından kalan
devleti bir Türk devleti olarak gördüğü dolaylı olarak da Türklük kavramına
temas ettiği görülür. Hristiyan dünyası karşısında duran bir Attilâ portresinin
çizildiği eserin ilerleyen kısımlarında Attilâ’nın daha çocuk yaştayken Batı
Roma’ya esir düştüğü kısımlarda Kardinalle yaptığı konuşma ile bir Türklük
bilincine daha çocuk yaşta sahip olduğu ifade edilmiştir.
“İki büklüm eğilerek Attila’nın duyabileceği şekilde: ‘Seni tanımak
istiyorum’ diye fısıldadı. Çocuk yalnızca adamın duyabileceği şekilde konuşarak,
‘Adım Atilla efendimiz. Hun Türküyüm. Sarayda ce Papalığa bağlı ibadet
yerlerinde değişik zamanlarda hizmet veriyorum.’ dedi. Andony ile bakıştıktan
sonra yeniden sordu: ‘Buraya nasıl getirildin?’
184
Yüzü iyice mahsunlaşan Atilla, ‘Köyümüze baskın düzenleyen Vandallar
babamı öldürdü beni de esir olarak yanlarında götürdüler. Beni buraya para
karşılığı sattıkları köle tüccarı getirdi. Daha sonra da saraya hizmetli olarak
alındım.”
Kulağına ‘Türk’ sesinin gelmesiyle küçük gözleri açılan yüzündeki gergin
ifadeyle dudağı titremeye başlayan adam bir süre sessiz kaldı. ‘Hım, demek
Türk’sün ve üstelik esir bir Türk!’
Attila’nın başı yere eğik vaziyetteydi. Yüreğindeki ateş, ıstırap ve nefretin
gözlerine yansıdığını biliyordu. Bu yüzden bakışlarını yaşlı din adamından
kaçırmaya gayret gösteriyordu” (Karahan 2014: 23). İbrahim Karahan’ın tasvir
ettiği Attilâ tam anlamıyla kimliğinin bilincinde olan ve bu kimliğe
çocukluğundan itibaren sahip çıkan bir karakterdir. Eserin ilerleyen kısımlarında
da yazar Hun Türkleri vurgusunu sık sık tekrarlar. Attilâ’nın Aetius karşılığında
takas edildiği kısımda bütün Türkmen boyları sevinir. Atilla’nın dönüşü bütün
Hun Türklerinde bir sevince neden olur. Attilâ ait olduğu yere geri dönmüştür.
Yazar Attilâ’yı eserinin başından sonuna kadar Türk olarak anlatmıştır.
Hüseyin Adıgüzel’in Başbuğ Attila isimli eserinde Rua ve kardeşi Aybars
tahta ileri de Muncuk’un oğullarından hangisinin geçeceği konusunda
tartışırlarken Türklük vurgusu töre ve gelenekler üzerinden yapılır. “-Hayır
Aybars, böyle şeyler yapmıyorum. Bleda büyük! Töremizde büyük olanın tahtın
varisi olduğu açık olarak bellidir. Varis, elbette, diğerlerinden farklı olmalıdır. O
halkımızı yönetecek ve geleceğe taşıyacaktır. Bu yüzden onun iyi yetişmesi
gerekir. Bunu yapmaya çalışıyorum.
–Doğru hakan töre bu! Ama Türk töresi, varisin dışındaki küçük gözden
ırak tutulur, görmezden gelinir, ona hiç sevgi gösterilmez demiyor!” (Adıgüzel
2005: 21-22). Eserde görüldüğü üzere Aybars’ta ve Rua’da Türk törelerine bir
bağlılık söz konusudur bu da doğrudan bir Türklük bilinci doğrultusunda hareket
ettiklerinin göstergesidir.
Mehmet Kemal Erdoğan Attila Tanrının Kırbacı isimli eserinin daha ilk
sayfasında “Bu kitap Attila hakkındadır. Attila Han Türk’tür” (Erdoğan 2016a:
7). diyerek Türk kavramına vurgu yapar. Eserin bundan sonraki kısımlarında da
185
Hun kimliği üzerinden bir Türklük vurgusu yapılır. Atilla, Hun geleneklerine
uygun yetiştirilmiş bir Hun prensidir ve Roma’ya gitmiş orada eğitim almış
olmasına rağmen kendi ulusunun bekasını ve geleceğini her şeyden önde tutmuş
ve geleneklerine ulusunun değerlerine sahip çıkmıştır. Ayrıca bu eserde diğer
eserlerden farklı olarak Attilâ’nın efsanevi kılıcının Büyük Hun İmparatoru
Mete’ye ait olduğu ve geçmişten büyü aracılığı ile Attilâ’ya gönderdiği söylenir.
Yazar bu kurgu ile de Mete Han ve Attilâ arasında bir bağ kurmuştur. Böylelikle
Türk tarihinin iki ayrı dönemini ortak bir noktada kesiştirmiştir.
Hasan Erdem’in Atilla’nın Kalkanı isimli eserinde Türklük bilinci ve
vurgusu romanın başkahramanı Suptar üzerinden yapılır. Suptar Batı Roma
Prensesi Honoria ile tanıştığında ona kendisinin bir Hun Türkü olduğunu söyler.
Daha sonra eserin ilerleyen kısımlarında Honoria’nın Suptar’a kendisine hizmet
etmesini teklif etmesi sonucu Suptar’ın verdiği cevapla da Türklük bilinci ortaya
konur: “ –Kılıcım satılık değildir prenses. Ayrıca benim Hun ordusunda ordubaş
olduğumu unutmayınız. Kağanların ve onun komutanlarının milletine karşı
sorumlulukları vardır. Bir Hun Türk’ü köklerini asla unutmaz, unutmamalıdır”
(Erdem 2017: 224-225). Eserde ayrıca Suptar’ın Honoria’ya yardım ettiği
kısımlardan yola çıkılarak Türklerin savaşçılık özellikleri yardım severlikleri ve
yiğitlikleri de gözler önüne serilmiştir.
Hasan Erdem’in devam kitabı Atilla’nın Kargısı isimli eserinde Hunlar
Türk olarak ifade edilir. Attilâ Ottigin ile Suptar’ın eylemleri üzerine konuşurken
Türklük ile ilgili şu ifadeleri kullanır: “Gök Tanrı Türk budununu acunu
yönetmek için yaratmıştır” (Erdem 2018: 30-31). Eserin ilerleyen kısımlarında
Türklük kavramına Ottigin karakteri ile vurgu yapılır. Ottigin birlikte yolculuk
yaptığı Pallas ve Karyus’a bir Hun Türk’ü olduğunu söyler ve onların Hun
Türkleri ile ilgili bildiklerinin saçmalıktan ibaret olduğunu şu sözleriyle dile
getirir: “Çok iyi Yunanca konuşurum ve sizinle dalga geçmiyorum. Dediğim gibi,
ben bir Hun Türküyüm. Duyduklarınızın hepsi yalan. Bizler de dünyada yaşayan
diğer insanlara bezeriz. Bu söylediklerin, en iyi süvari birliklerine ve savaşçılara
sahip olan Hunları savaş alanlarında yenemeyen ulusların yenilgilerine mazeret
bulmak için uydurdukları saçmalıklar. Kökleri çok eskiye dayanan milletimin
yenişmez savaşçıları, silahlarının gücü sayesinde elde ettikleri zaferler
186
sayesinde, egemenliklerinin hudutlarını görülmememiş bir şekilde ve baş
döndürücü bir hızla genişletince, atalarımın silahlarına boyun eğmek zorunda
kalan uluslar, hakkımızda bu saçma sapan masalları uydurdular” (Erdem 2018:
52). Ottigin daha sonra Hun Türklerinin Romalıların efsanelerde anlattığı gibi
birdenbire ortaya çıkmadıklarını ve köklerinin uzak Asya’ya Çin Seddi’ne kaddar
dayandığını ve atalarının seksen yıl önce Balamir Han komutasında Asya
bozkırlarından geldiğini belirtir. Kendileriyle ilgili söylenilenlerin iftira olduğunu
söyleyen Ottigin çok köklü bir kültüre sahip olduklarını ve Hunların masunlara
saldırmadığını düşman bile olsa savaş esirlerini ve suç işlememiş insanlarını
öldürmediklerini ilave eder (Erdem 2018: 53). Eserde Ottigin karakteri aracılığı
ile Hun Türkleri ile ilgili mevcut olan yanlış tutum ve inanca tepki gösterilerek
Hun Türklerinin ne kadar onurlu medeni insanlar olduğuna vurgu yapılır. Ayrıca
eserde Hun Türklerinin savaşçılık özellikleri idealize edilir.
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Attila isimli eseri 375 yılı Kavimler Göçü
ile başlar ve bu kısımda belirgin bir şekilde Türklük vurgusu yapılır. İlk olarak
eserin hemen ilk sayfasında okurun karşısına çıkan Hun Hakanı Balamir’in Türk
olduğu şu şekilde ifade edilir: “Hun Türklerinin Hakanıydı Balamir. O kudretli
Hun Hükümdarı Mete Han’ın soyundan ve ondan sonra turan sancağını
devralan Çiçi Yabgu’nun boyundandı” (Efe 2018a: 7). Bu kısımda Türklük
vurgusu yapıldıktan sonra Balamir’in büyük göçü başlattığından ve Türklerin
batıya doğru göç ettiğinden ve bu sırada Ostrogot, Vizigot, Gepid ve Vandal
uluslarının Türk göçünün önünden Türk tokadı yememek için kaçtığı ifade edilir.
Daha sonra Tengri’nin ordusu Türk’tür diyen Balamir Han Avrupa topraklarına
ulaştığında Türk milletinin yeniden dirilişini ilan eder ve tüm dünyanın Türk
budunu için yurt olduğunu söyler (Efe 2018a: 10-13). “Sonunda bulunmuştu yeni
yurt. Kafkasların ötesindeki topraklar, Türk’ün töresiyle tanışıyordu şimdi.
Hunlar, bu bölgede yayılıp Avrupa Hun Devleti’ni kurarken, onlardan kaçan
Ostrogotlar ve Vizigotlar gibi barbar kavimler de büyük bir hızla Roma’ya doğru
ilerliyordu. (…) Şimdi koskoca Roma bile sarsılıyordu işte. Türk’ün varlığı,
Roma’nın kudretini bile tehdit ediyordu” (Efe 2018a: 14). Balamir’in soyundan
gelen Attilâ da Türklük vurgusu yapar ve babasının ölümünden sonra kaçtığı
bozkırda kendisini bulan ve kendisine duyduğu inancı -Türklerin umuduğu
187
olduğunu- belirten amcasına şu sözleriyle cevap verir: “‘Evet, kendimi bildim
bileli içimde yanan bir ateş, beynimi kemiren bir ülkü var. Tıpkı Mete Han gibi,
Balamir gibi, Uldız Han gibi ve atam Muncuk Tigin gibi ad yapmak, nam salmak
istiyorum. Lakin bu isteğim, şahsi arzularımı okşamak, kendimi gurur ve kibre
kaptırmak için değildir. Böyle bildim ve böyle belledim ki; şu dünyaya Türk’ten
gayrı nizam verecek yoktur. Ne o kudretli Roma ne doğunun sahibi Çin ve
Vizigotlar ve de diğerleri… Hiçbiri dünyaya nizam vermeyi düşünmez. İnsanları
ve bodunları köleleştirmek ve böylece hazinelerine hazine katmak isterler. Oysa
biz Türkler, adalet için ölür, nizam için can veririz. Onların imparatorları
saraylarda keyif yapıp sefa sürerken, bizim hakanlarımız kıl çadırlarda toprak
anayı döşek yaparlar kendilerine, Dünyanın Türk’e ihtiyacı var amca! İşte ben
böyle bilir, böyle inanırım’” (Efe 2018a: 38). Eserin başından sonuna romantik
bir Türklük vurgusu yapıldığı görülür. Rua’nın yiğeni Attilâ’nın Türk’ün ete
kemiğe bürünmüş hali olduğunu söylediği kısımda eserde Türklük kavramının ne
kadar ön plana çıkarıldığını göstermektedir. Attilânın ve Ruan’nın Türklüğe karşı
sahip oldukları inanç çok güçlüdür ve onların yegâne amacı dünyaya Türk’ü
hâkim kılmaktır. Eserde Hristiyan Kilisesi tarafından da Türklüğe vurgu yapılır
ve Kilise Türklerin iyi savaşçılar olduğunu; ancak bir o kadar da merhametli
olduklarını bu merhametlerini onlara karşı silah olarak kulanabileceklerini söyler
(Efe 2018a: 47-48). Eserin ilerleyen kısımlarında Türk kavminin özellikleri
sıralanmaya devam eder ve Attilâ Türk kavminin cesur ve kahraman bir kavim
olduğunu da söyler (Efe 2018a: 169). Attilâ’da güçlü bir Türklük bilinci olduğu
gibi Turan inancı olduğu da görülür. Doğu Roma üzerine sefere çıkmadan önce
Türk boylarını bir araya toplayan Attilâ kendisine katılamak istemeyen kavimlere
de zorla boyun eğdirir. Özetle bu eserin başından sonuna kadar tüm kısımlarında
bir Türklük vurgusu yapıldığı ve sürekli olarak Türk ulusunun ne kadar yüce
karakterde olduğunun vurgulandığı görülür. Yiğit Recep Efe’nin bu eseri tam
anlamıyla Türklük vurgusu yapmak üzere yazılmız tezli bir romandır.
Okay Tiyakioğlu’nun Avrupa’yı Dize Getiren Türk Attila isimli eserinin
adında dahi Türklük vurgusu vardır. Eserin birçok yerinde Attilâ Türk olarak
ifade
edilmiş
Türkler
adalet,
merhamet,
hoşgörü,
tevazu,
cömetlik,
yardımseverlik, mertlik gibi yüksek ahlaki değerleriyle ön plana çıkartılmıştır.
188
Eserde Türklük vurgusunun yapıldığı kısımlardan ilki Attilâ’nın Greka’ya
annesinin asil bir Türk kızı olduğunu söylediği kısımdır (Tiryakioğlu 2018: 30).
Attilâ’nın gladyatörlerle yaptığı savaşta kullandığı çifte su verilmiş Türk kılıcı ile
de Türk kavramı Türklere ait olan bir savaş aleti vasıtası ile okura sunulmuştur
(Tiryakioğlu 2018: 74). Eserin ilerleyen kısımlarında Attilâ için söylenen türkü
ile de Türklük vurgusu yapıldığı görülmektedir. “Türk yurdunun evladı /
Hunların gözbebeği” (Tiryakioğlu 2018: 76). dizeleri ile Hun yurdunun bir Türk
yurdu olduğu ifade edilmiştir. Attilâ’nın gladyatör okulunda kendisi için yazılmış
olan şiirin son iki dizesinde ise doğrudan Attilâ’nın Türk olduğu vurgusu
yapılmıştır: “Gerçek bir Romalı ve gerçek bir Türk’sün…/ Ömrünce hürdün, son
nefesinde de hürsün!” (Tiryakioğlu 2018: 78). Daha sonra Attilâ’nın Kam
Çolpanbek ile aralarında geçen konuşmada Çolpanbek’in Moğollar kan görmeye
siz Türklerden daha dayanıklı ifadesi de eserde Türklük vurgusunun yapıldığı bir
diğer kısımdır (Tiryakioğlu 2018: 181). Attilâ’nın Doğu Romalı elçi heyetinden
Plintha ile yaptığı konuşma da kullandığı şu ifadeler ile de “‘Bu yüzden
Spartaküs
gibi
korkunç
yıkıcı
köle
ayaklanmaları
yaşanmıyor
Türk
topraklarında. Savaş esirleri, dürüst, namuslu ve çalışkan olursa eğer, kısa
sürede özgürlüklerine kavuşuyor, toplumla kaynaşıyor, kökeni ve mazisi
yadırganmadan, hor görülmeden gerçek bir Hun oluyor. Sizin gibi zorla asimile
etmiyoruz insanları, tercihi onlara bırakıyoruz’” (Tiryakioğlu 2018: 231).
Türklerin ne kadar adaletli bir millet olduğunun vurgusu Attilâ’nın ağzından
yapılmıştır. Eserin ilerleyen kısımlarında Türk töresinin Roma hukuku gibi
sentezlenmesi gerektiğini söyleyen Bleda ve Attilâ arasında geçen konuşmadan
sonra eserin anlatıcısı Hun yurdundaki kozmopolit yapının Türk hoşgörüsü
sayesinde olduğu vurgusunu yapar (Tiryakioğlu 2018: 235). Romanda daha
sonra Attilâ’nın Odekon ile Konstantinapol üzerine yürüme planlarını tartıştığı
kısımda Attilâ’nın “Biz Hun Türküyüz rüzgârdan mı çekineceğiz” (Tiryakioğlu
2018: 277). ifadesi ile de Türklerin zorlu doğa koşullarına alışkın olduğu
vurgulanır. Özetle bu eserde Hunlar Türk olarak ifade edilmiş ve Türkler adalet,
hoşgörü, savaşçılık, dayanıklılık gibi özelliklerle bağdaştırılarak anlatılmıştır.
Ayrıca eserde Attilâ’nın da Türk olduğuna dair eserin adı da dâhil olmak üzere
birkaç yerde vurgu yapılmıştır.
189
Turhan Tan’ın (Mehmet S. Fethi) yazdığı Cengiz Han romanı tam
anlamıyla Türklük tezinin işlendiği bir eserdir. Turhan Tan bu eserinde Cengiz
Han’ın Türk birliğini kurmayı amaçladığını anlatmıştır. Eser genel anlamda
Türklük fikri etrafında şekillendirilmiştir. Eserin hemen başında Timuçin’in
Moğol nökerleri gök gürültüsünü duyup silah bırakınca Temuçin ordusunu
toplamazsa Türk kabileleri arasında itibarının sarsılacağını düşünür (Tan 2015:
10). Daha sonra Temuçin’in halkı tarafından neden sevildiği anlatılır. Temuçin
Türk elinde eşi benzeri görülmeyecek biçimde beyaz tenlidir ve kendinden emin
ürkütücü tavırları vardır bu yüzden de halkı tarafından sevilir diye anlatılır.
“Yilon Buldok köyüne yakın yerlerde oturan oymakların onu sevip sözünü
dinlemelerinde yapılışının tesiri olmakla beraber başka bir sebep de, komşularını
kendisine bağlıyordu. Bu sebep, Temuçin’in ‘Türk Birliği’ için yapmaya savaştığı
propagandadır” (Tan 2015: 17).
Cengiz Han (Timuçin) Türk birliğini sağlamayı düşündüğü gibi soyununda
Hunlara dayandığını belirtir. “O, her hikâyeyi mutlaka şu sözlerle bitirirdi. ‘Eski
Türkler, atalarımızın yaşadığı uluslar ‘Hiyong-No’ diye adlandıkları yahut
Hünler bizim adını bile bilmediğimiz engin sular kıyısında avlandıkları günlerde,
bütün dünya silahlarımız karşısında tir tir titrerdi” (Tan 2015: 18).
İlerleyen kısımlarda Türk Şaman Ulu Gökçe Moğolların Türklerin bir
parçası olduğunu şu sözlerle belirtir:
“Türkler, yiğit Türkler! Sizden bir parça olan Moğolların Beyi’ni Ulu Tanrı
size han yaptı, adını yine sizin önünüzde değiştirdi. Temuçin’i Cengiz’e çevirdi.
Şimdi siz, onun buyruğu altında yola çıkacaksınız. Durmadan, dinlenmeden,
kanmadan, usanmadan yürüyeceksiniz, sendelemeden ileri gideceksiniz. Tanrı
ağzıyla size söylüyorum, özlediğimiz ve özlediğiniz işi, Türk’ü bir sancak altına
koyma işi bitinceye kadar kimseye acımayacaksınız, katı yürekli olacaksınız”
(Tan 2015: 103).
Görüldüğü üzere bu eserde Cengiz Han tam anlamıyla bir Türklük bilincine
sahiptir ve onun yegâne amacı Türk birliğini kurmaktır. Ayrıca bu eserde
Moğolların da Türklerin bir parçası olduğu söylenmiştir.
190
Ceniz Dağcı’nın Genç Temuçin isimli eserinde Cengiz Han Moğol olarak
ifade edilir. Cengiz Dağcı eserinin giriş kısmında Moğolları şu şekilde tanıtır:
“Hatang’lardan önce Çinistanda hükümdarlık etmiş bir adla anılan bir ırk
mevcut olduğundan Batı’nın haberi yoktu. Üstelik, güneyde büyük Çin
İmparatorluğundan , üstünde birbirinin yanında altı at koşturabilinen, kalın bir
duvarla ayrılı bu Moğol diyarı topraklarında yaşıyan halk öz varlığını, gücünü
ve kabiliyetini kendisi de iyice bilmiyordu. Ama eski bir ulusun eski bir halkıydı;
en az Çinistan kadar eskiydi ve bütün tarihi boyunca Çin iline düşmandı.
Bu Çin duvarının kuzeyinde bulunan Moğolların topraklarında binlerce
yıllardab beri yaşıyagelen halk, nasıl bir adla anılırsa anılsın, aynı ırk aynı dil
grubuna mensup bir halktı” (Dağcı 2016: 9).
Cengiz Dağcı Cengiz Han’ın babası Yesügey’in Moğolların lideri olduğunu
ifade eder. “Yesügey ancak iki yıl önce tüm Moğol çadırlarına önder oldu. İki yıl
önce, anladın mı?” (Dağcı 2016: 18).
“Yesügey Bahadır! Gök Moğol ulusunun hanı; Taycut savaşçılarının
önderi; Kereyit ulusunun hanı Togrul Han’ın Anda’sı; karnı üstünde kanlı bir çul
tutarak dünyaya gelmiş Temuçin’in babası” (Dağcı 2016: 87). Yesügey’in
ölümünden sonra Moğolların başına Temuçin yani Cengiz Han geçer.
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Gök Moğolların Başbuğu Cengiz Han isimli
eserinde Cengiz Han’ın Moğol soyundan geldiği ifade edilir. Cengiz Han daha
çok küçük yaştayken tarihe ilgi duyar ve obalarının ulularından Hada Koca’ya
giderek kendi tarihlerini anlatmasını ister:
“‘Anlatayım!’ dedi neşeli bir sesle ‘En başından başlayıp yeniden
anlatayım. Eğer ki sen dinlemek istersen…’
‘Dinlerim elbet! Ya ne için buradayım?’
Bu çocuk bir başka…
‘Onnon Irmağı’nın doğduğu kaynak ile Burhan-Haldun Dağları’nın
çevresini oluşturan toprakları kutlu biliriz biz Moğollar. Neden? Çünkü
kökümüz, kökenimiz bu topraklarda kuruldu. Bu topraklarda doğduk, bu
191
toraklardan yayıldık acuna. Kutlu Onnon Irmağı’nın sularını içtik, kutlu BurhanHaldun Dağları’nın nimetlerinden beslendik. Ceddimize gelince…’
Çok ötelere gitmek adına derin bir nefes aldı. Böylece güç buldu.
Heyecanını bastırdı. Aynı etkin duygular sarardı bedenini, her anlatışta.
Yaşamak ister, yaşar, ancak ulaşamayacağını bilir dertlenir, bütün bu duyguları
sesine asla yüklemez, öylece destan gibi anlatırdı.
Çünkü destandı.
Bir zamandan öncesi destandır, destan olmak zorundadır, Yoksa nasıl
anlatılır kutlu atalar zinciri?
‘Demek ki gereği vardı ki Gök Tanrı bir bozkurt yaratıp gönderdi acuna.
Yerin bozkurda ihtiyacı vardı. Onu yalnız koymadı Tanrı. Ardından bir ak dişi
maral yarattı bozkurda eş olsun diye. Öyle olması gerektiği için… Moğolların
ataları olan altın uruğun ceddi bu iki kutlu Gök yaratığıdır’” (Terzioğlu 2016c:
43).
Bu eserde Cengiz Han’ın Moğol ulusuna mensup olduğu anlatıldığı gibi
normalde Merkit Türkü olan annesi de Moğol olarak ifade edilir. Yesügey
Bahadır Helün İcün’e “kut seninle olsun güzel Moğol kızı” (Terzioğlu 2016c: 18)
diyerek seslenir ve Helün İcün’ü Yeke Çiledu’dan çalararak kendi eşi yapar.
Bununla birlikte bu eserde Cengiz Han isminin Türkçe olduğu ve bu ismin
Timuçin’e bir Türk şaman tarafından verildiğini Cengiz’in kurduğu devletin
oğulları döneminde Türkleştiği söylenir (Terzioğlu 2016c: 224).
A. Hakan Bayraçı’nın Bozkırın Oğlu Cengiz Han isimli romanının
önzözünde Cengiz Han’ın Türk olmadığı şu şekilde belirtilir:
“Onun öyküsü, bir Orta Asya Türk destanı değildir. Çünkü Cengiz Han bir
Türk değildir” (Bayrakçı 2013: 7). Yazar bu eserinin giriş kısmında bu vurguyu
yaptıktan sonra eseri içeriisnde Türklük üzerinde herhangi bir vurguda bulunmaz.
Sadece Cengiz Han’ın müttefiki olan Kereitlerin başka bir ulustan olduğu
belirtirlir. Cengiz Han ile ilgili yazılmış romanlar içerisinde Türklük kavramının
öne çıkarılmadığı bir eserdir. Eserde Cengiz Han Moğol ulusunun lideri olarak
192
anlatılır ve Cengiz Han’a bağlı olan diğer milletlerin etnik kökeni hakkında bilgi
verilmez.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Cengiz Han isimli eserinde Cengiz Han’ın
babasının Moğol olduğu annesinin ise Merkit olduğu ifade edilir. Eserde
doğrudan bir Türklük vurgusu yapılmaz ve Türk sözcüğü geçmez; ancak Cengiz
Han bu eserde “ Moğol kabileler, Naymanlar, Karaitler, Arulatlar birbirleriyle
didişip durmazlarsa, bir araya gelirlerse ve bir sancak altında toplanıp bir ulus
olma bilincine varırlarda, onların önünde hiçbir güç çıkamazdı” (Erdoğan
2016b: 9) diyerek bir bakıma Türk kabileler ve Moğol kabilelerin tek bir ulus
olabileceğini savunur. Bu eserde ayrıca eserin anlatıcısı konumunda da bulunan
Cengiz Han kendisinin bir Moğol reisinin oğlu olduğunu söyler. Temuçin’in
annesi bir Moğol olmadığı ve Merkit olduğu için Moğollar tarafından dışlanır;
ancak yazar Merkitlerin Türk olduğundan bahsetmese de Cengiz Han Merkit
soyundan gelen annesi tarafından büyütülür ve annesinin sözüne büyük bir önem
verir. Bu bakımdan eserde doğrudan bir Türklük vurgusu yapılmamış olsa dahi
dolaylı yoldan bir Türklük vurgusu olduğu görülmektedir. Çünkü Merkitlerin bir
Türk kavmi olduğu bilinmektedir.
Okay Tiyakioğlu’nun Cengiz Han Rüzgâr ve Ateş İmparatorluğu isimli
eserinde Türklük kavramına vurgu yapıldığı ve Türklük bilincinin açık bir
biçimde ele alındığı görülür. Cengiz Han babası Yesügey’e köklerinin nereye
dayandığını sorar ve babasından bir zamanlar Türklerle akraba olduklarını
öğrenir. “Moğol Kağan, Oğuz Kağan’ın dedesidir. Merak ettiğin sorunun cevabı
işte bu oğul… Ve dahi bu iki atanın kökleri Türk bir ataya dayanır. Oradan da
Nuh Peygamber’e uzandığı söylenir. Silsilemiz yukarıdan aşağı şöyledir; Oğuz
Kağan, Kara Han, Moğol Han, Alınca Han, Kök Han, Bakuy Dib, Amılca Han,
Türek, Türk, Yasef ve Nuh. O Nuh ki Gök Tanrı’nın haberlerini ileten bir yiğit
kişidir” (Tiryakioğlu 2016: 25).
Yesügey Han Türklerle atalarının ortak
olmasına karşın sonradan Türklerle akrabalık bağları zayıfladığı hatta tamamen
koptuğu için aralarında fiziksel ve kültürel farklılıklar bulunduğunu söyler.
Yesügey Han ayrıca Türklerin Müslüman olmalarının ve yerleşik yaşama
geçmelerinin onları zayıflattığını ve Moğolların göçebe kültürü devam ettirdikleri
için onlardan üstün olduğunu belirtir. Cengiz Han bunun üzerine annesi Helin
193
Hatun’un da bir Türk olduğunu ve babasından farklı düşündüğünü söyler. Bunun
üzerine Yesügey “Annen Helin Hatun da bir Türk, evet ve ne yazık ki bir şehir
kızı… Şimdi zihnini onun bulandırdığını da pekâlâ bilirim! Moğollar ve Türkler o
kadar uzun bir süre aynı coğrafyada, aynı töreler üzerine yaşayıp karşılıklı kız
alıp verdi ki aralarında çok kuvettli ve kolay çözülemez bir akrabalık bağı
oluştu” (Tiryakioğlu 2016: 29) der. Yesügey Han’a göre Moğollar Türklere göre
daha üstün gelen taraftır ve Cengiz Han’da babasının bu fikirlerini kabul eder.
Ayrıca Cengiz Han Moğolların Türkler gibi birlik olamayışına sitem eder. Eserde
ayrıca Moğolların Türkçe ve Çince dillerini bildiği de görülür. Eserde Türklüğe
vurgu yapılan kısımlardan birisi de Cengiz Han’ın Çinli hocası Ye Siyu’nun
Cengiz’e Tuğrul Han’a sığınabileceğini; çünkü Türklerin kendilerine sığınanları
koruduğunu söylediği kısımdır. Bu eserde Türklük kavramına vurgu yapılsa da
Cengiz Han’ın tam anlamıyla bir Moğol milliyetçisi olduğu görülür.
Bülent Bengisu’nun Savaşçıların Efendisi Cengiz Han romanında Türklük
kavramı Moğolların ve Türklerin iki ayrı ulus olduğu vurgusundan yola çıkılarak
ele alınmıştır.“Birbirlerine benzerlikleri olmalarına rağmen hepsi de aynı ırktan
değildi. Tatarlar, Türkler, Moğollar ağırlıklı çok sayıda aşiret bu bölgelerde
yaşıyordu” (Bengisu 2016:16). Cengiz Han kendisi bir Moğol olsa da “bozkırın
bitmez tükenmez kavgalarını, savaşlarını sona erdirmek için onlar üzerinde
hâkimiyet kurmak istiyordu. Moğolların, Türklerin, Merkitlerin, Tatarların bir
tek sancak altında olmasını istiyordu. Bu toplulukların içinde en zayıf olan
Timuçin’in böylesine güçlü idealleri vardı” (Bengisu 2016: 52). Cengiz Han
Moğol soyundan gelmesine karşın daha gençliğinden itibaren Türklere yakın
ilişki içerisinde bulunur. Babasının andası Kerait Türkü Tuğrul Han’a birleşme
teklif eder ve ona baba diye hitap eder. Kerait Türkleri ile Cengiz Han birleşince
Cengiz Han’ın kurduğu devlet Türk-Moğol birlikteliğinin olduğu bir devlet
olarak yükselişe geçer ve eserin ilerleyen kısımlarında Cengiz Han, Moğol ve
Türk kabilelerinin dahi lideri olarak ifade edilir. Cengiz Han’ın kurduğu devletin
içerisinde Türk kavimleri önemli bir yer edindiği gibi Cengiz Han’ın en önemli
düşmanları içersinde de yine Türk devletleri vardır. Bu bakımdan Türkler Cengiz
Han’ın kurduğu devletin büyümesinde ve genişlemesinde lehte ve aleyhte
doğrudan etkili olmuştur.
194
Coşkun Mutlu’nun Cengiz Han Bozkırın Hükümdarı isimli romanında
birkaç yerde Türklük ve Türk birliği vurgusu yapılmaktadır. Cengiz Han’ın Türk
olduğuna dair bir bilgi verilmese de Cengiz’in doğumundan hemen sonra Ulu
Türk Şamanı Kün “O, bu bozkır halklarını birleştirecek. Türkler ve Moğollar bir
vücut olacak” (Mutlu 2019: 14) diyerek bir Türk ve Moğol birliğine işaret eder.
Eserde daha sonra Temuçin’in ordusuna kattığı ve ileride ona birçok zafer
kazanmasında yardım edecek olan Kurt Cebe de bir Türk olarak ifade edilir.
(Mutlu 2019: 117) Eserde Türklük vurgusunun yapıldığı asıl kısım Cengiz Han
ve Harzemşahların ilişkilerinin başladığı kısımdır. Bu kısımdan önce de Cengiz
Han’ın birçok Türk boyunu kendi devletinin çatısının altına aldığı söylenir. Bir
Türk devleti olan Harzemşah Devleti’nin ünlü generallerinden Temur Melik’in
Türk Töresine bağlı bir Türkmen olduğundan bahsedilir ve Temur Melik
vasıflarından dolayı övülür. Benzer şekilde okurun karşısına Türklüğü ile çıkan
bir diğer isim de Celaleddin Harzemşah olur. Cengiz Han’ın gördüğü düşmanları
içinden övgüyle bahsettiği istisnai kişilerden olan Celaleddin de anne tarafından
Türkmen olarak ifade edilir. Ayrıca eserde Celaleddin ve Temur Melik
Türkmenlerin haklarını korumak için Muhammed Harzemşah’la sürekli olarak
münakaşa ederler. Harzemşah Devleti’nin Kıpçakların kontrolüne geçmesi ve
Türkmenlerin ötekileştirilmesine karşı duydukları rahatsızlığı dile getirirler.
Cengiz Han’ın Harzemşahlar üzerine yaptığı akınlarda Kıpçaklar hemen teslim
olurken Türkmenler savaşmadan teslim olmayı kabul etmez. Bu kısımlarda da
Türkmenlerin Cengiz’e karşı gösterdiği direniş üzerinden Türklük ve Türk
töresine karşı bir övgüde bulunulur. Özetle bu eserde Cengiz’in kurduğu devletin
bir Türk- Moğol devleti olduğu vurgusu yapılır ve Cengiz Han Türk-Moğol
birliğini kuran bir lider olarak ifade edilir.
Sonuç olarak çalışmaya konu olan romanların tamamında doğrudan ya da
dolaylı olarak bir Türklük vurgusu yapıldığı görülmektedir. İncelenen eserlerde
yazarların büyük bir çoğunluğunun romların başkahramanı olan Mete Han, Attilâ
ve Cengiz Han’ı Türk olarak ifade ettikleri ve kimi zamanda bu şahsiyetleri
romantik bir Türkçülük anlayışıyla ele aldıkları görülmektedir. Eserlerde genel
olarak üç hükümdarında bir Türk birliği kurmaya çalıştığı ve ilk başta dağınık
halde bulunan kavimleri bir araya getirek devletlerini güçlendirdikleri görülür.
195
Eserlerin birçoğunda Türklerin ne kadar yüce karakterli ve onurlu olduğuna
değinilmiş; ayrıca Türkler tüm eserlerde savaşçılık özellikleriyle ve adaletli
tutumlarıyla ön plana çıkarılmıştır.
2.2. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Dinî İnançları
ve Din Olgusu
Din kavramı üzerinde dikkatle durulması gereken kavramlardan birisidir.
Toplumların yaşamlarını şekillendiren en önemli unsurlardan birisi olan din
kavramı edebi eserlerde de bu önemini koruyarak kendisini göstermektedir.
Toplum yaşantısına ayna tutan romanlarda bilinçli ya da bilinçsiz olarak ele
alınan temaların başında da din gelmektedir. Bu çalışmada ele alınan romanların
ortak özelliklerinden birisi de bahsi geçen üç hükümdarın da aynı dinî inanca
inanmış olmasıdır. Bu bakımdan din kavramı üzerinde ve bu kavramın ne ihtiva
ettiğiyle ilgili olarak bir giriş yapmak yerinde olacaktır.
“Din kavramının pek çok tanımını yapmak mümkün olmakla birlikte bu
tanımların birçok noktada ortak özellikler gösterdiğini söylemek yanlış olmaz.
Yapılan tanımların “inanç” ve bu “inancın yaşamı yönlendirmekteki etkisi’ne
vurgu yapmak bakımından iki temel nokta üzerinde yoğunlaştığı görülür”
(Bozdoğan 2008: 227). Develioğlu’nun “din” tanımı “Allah’a inanma ve
bağlanma” (Develioğlu 2010: 212) şeklindedir. Bu tanım ile din kavramının
inançla olan ilintisi ortaya konurken “Tanrı’ya, doğaüstü güçlere, çeşitli kutsal
varlıklara inanmayı ve tapınmayı sistemleştiren toplumsal bir kurum, diyanet”
(Akalın vd. 2011: 668). tanımı ile de dinin inancı yönlendirmekteki etkisine
değinilmiştir. Bu tanımlarında gösterdiği üzere din doğrudan inançla bağlantılı
bir olgudur. Bu inancın şekli toplumlara ve zamana göre değişse de din
denildiğinde temelde akla gelmesi gereken ilk şey inançtır.
Bu inancın sistemli hâle getirilmiş hâlleri olan dinlerin de toplumsal yapıyı
şekillendirmek ve toplumların günlük yaşam tarzından kültürel hayatına kadar
birçok noktada toplumların tercihlerine tesir etmesi onun ne kadar önemli
olduğunu gösterir. Toplumların mimari zevklerini, diğer insanlarla olan
ilişkilerini, kıyafet tercihlerini, yeme içme alışkanlıklarını dahi şekillendiren din
196
toplumların verdiği birçok kararın da altında yatan başlıca neden olmak
bakımından dikkatle üzerinde durulması gereken bir kavramdır. Ayrıca
romanlarda bahsi geçen kişilerin “din anlayışları ve bu anlayışların etkisiyle
benimsedikleri diğer düşünceler ve sergiledikleri davranışlar, onları tanıma,
çevreleriyle kurdukları ilişkilerin niteliğini anlama ya da çevrelerinin kendilerine
karşı sergilediği tavrı yorumlama bakımından [da] önemli birer veridir”
(Bozdoğan 2008: 228). Bu yüzden bu çalışmada bahsi geçen eserlerde dinî inanç
ve din olgusu üzerinde durulacaktır.
Bu çalışmada bahsi geçen üç hükümdarın ve toplumlarının bağlı olduğu
inanç sistemi olarak Gök Tanrı inancı ön plana çıkmakta iken eserlerin bir
kısmında Hristiyan ve Müslüman Türk toplumları aracılığıyla Hristiyan ve
Müslüman Türkler de okurun karşısına çıkmaktadır. Bununla birlikte Mete,
Attilâ ve Cengiz’in kurduğu devletlerin ve kendilerinin esas inancı Gök Tanrı
inancıdır.
Bu
kadim
inancı
benimsemiş
bu
imparatorların
kurdukları
imparatorluklar içerisinde elbette çok farklı inançtan ve mezhepten toplum
bulunsa da devletin esas inancı Gök Tanrı inancı olmuş ve toplumsal hayat bu
inanç doğrultusunda şekillenmiştir. Bu bakımdan Gök Tanrı inancının nasıl bir
inanç sitemi olduğuna ve bu inanç siteminin merkezinde yer alan Gök Tanrı’ya
kısaca değinmekte fayda vardır.
“Eski Türk inancına göre Gök Tanrı, ezelî ve ebedî olan, hakanlara kut
veren, insanların yaratıcısı olan ve onlara kaderler tayin eden gökte bulunan
insanüstü bir varlıktı” (Öztürk 2013: 340). Eski Türk inancında insanüstü bir
varlık olan Gök Tanrı aynı zamanda “en yüce yaratıcıdır. İnsan biçimli değildir,
soyur bir kavram olarak yer alır. Eşi ve benzeri olmayan, insanlara yol gösteren
onlara hükmeden, cezalandıran ve ödüllendiren ulu bir varlıktır. İnsanların
yaşamına doğrudan karışır, buyruklar verir, iradesine boyun eğmeyenleri
cezalandırır. İnsanlara iktidar ayrıcalığı (kut) ve kısmet (ülüğ) bağışlar ama hak
etmeyenlerden geri alır. Şafak söktüren (tan üreten) de odur. Yaşam vericidir,
bilinen ve bilinmeyen her şeyi o yaratmıştır. Ölüm onun iradesine bağlıdır. Eski
Türk inanışında Gök Tanrı tektir, eşi ve benzeri yoktur” (Uslu 2017: 244-245).
Bu bakımdan Gök Tanrı ilahi dinlerdeki yaratıcı kavramlarına büyük bir
benzerlik taşımaktadır.
197
“Gök Tanrı İnancı, tarihî Türk topluluklarının hepsinde görülen bir inanç
sistemidir. Bu inanç, başka inançlarla hiçbir şekilde karışmaksızın bozkır Türk
topluluğunun asıl dini olmuştur. Asya’nın doğusundan Avrupa’nın içlerine kadar
her yerde Türk topluluklarının dinî sistemlerine esas karakterini vermiştir. Öyle
ki bu sistemde Tanrı, en yüksek varlık olarak inancın merkezinde bulunur.
Değişmez bir arketip olarak Tek Tanrı inancını oluşturur.
Gök Tanrı, sadece bir Gök hiyerofanisi değildir. Ondan da öte semavî,
yüksek, aşkın ve kudret gibi özellikler taşıyan bir “Yüce Varlık”tır. Yüce Varlık,
taşıdığı bu özelliklerle Tek Tanrı inancına temel teşkil eden “tam ve özgün bir
görünüm” arz eder. Tek Tanrı bu görünümde, Semitik zatî bir tanrı özelliğinden
ziyade, aşkın varlık ve mutlak gerçeklik niteliği gösterir. Nihayetinde bu nitelik
“Teklik” demek olup, her din gibi “Tek Tanrı inancını” kendi tarihsel, kültürel
ve toplumsal bağlamında izhar etmiştir” (Dalkılıç 2007: 1). Gök Tanrı’nın adıyla
anılan inanç sistemine de Gök Tanrı inancı denilmiştir. Ancak bu inanç
sitemindeki Tanrı’yı “Gök” kavramının çağrıştırdığı derin mahiyete haiz olarak
değerlendirmek gerekmektedir. “Tanrı veya Tenri kelimesi gök karşılığı olsaydı
"Gök Tanrı" veya "Kök Tenri" denilir miydi? Burada gök kelimesinin ayrı bir
anlamı olmak gerekir. Bu da yücelik, derinlik, enginlik gibi büyültücü, saygılı bir
anlatış olabileceği gibi (Göklerin Tanrısı) anlamında da kullanılmış olabilir”
(Tanyu 1980: 201).
Bahaeddin Ögel:
“Gök (Kök Tengri),
yaradan değildi: Göktürk
Yazıtları’nın girişinde de anlaşılacağı üzere, burada Kök Tengri yalnızca ‘mavi
gök’ idi” (2016: 40) demektedir. Öyle ki kadim Türklerde “gök” kavramı ve
“tanrı” kavramı birbirinden ayrı tutulmuştur. Bu konuda Tanyu: “Türkler için
şayet gök Tanrı olsaydı, hiç onu sonuçta 7 kat, 9 kat veya 14 kat gök olduğu
söylenir miydi? Gök, Tanrı olsaydı böyle tabakalara ayrılır mıydı? Şu tahlil bile
Gök'le Tanrı'nın ayrı şeyler olduğunu gösterir” (Tanyu 1980: 185) demiştir.
Burada esasen “Gök” sözcüğü ile bahsi geçen ilahi varlığın ululuğu ve yüceliği
ifade edilmeye çalışılmıştır.
İslamiyet öncesinde görülen bu Tanrı anlayışı tek Tanrılı bir inanış
olduğundan Türklerin İslamiyet ortaya çıktıktan sonra İslamiyet’i kolaylıkla
198
seçmelerinde de etkili olmuştur. Ayrıca İslamiyet öncesi Türklerin dinin
Şamanizm olduğunu söyleyenler de olmuştur; ancak bu görüş günümüzde büyük
ölçüde geçerliliğini yitirmiştir.
“Şamanizm eski Türklerde, kehanetin ve ruhani tababetin (tıbbın) ismiydi.
Mamafih (gerçi) Şamanizm daha evvel maderi (anaerkil) totemizm devrinde bir
din idi. Toyonizmden sonra sihir mahiyetine girdi. Bu sebeple sonraları
Şamanizm, eski Türklerin dini değil, sihri (büyüsel) bir sistemi oldu. Avrupalılar,
Türklerin bütün dinî sistemlerine Şamanizm demekle hataya düşmüşlerdir” (Ziya
Gökalp 2015: 43).
Bu çalışmanın evreninin büyük bir kısmını oluşturan “Hunların inanç
sistemi şu üç noktada toplanıyordu: 1. Tabiat kuvvetlerine inanma, 2. Atalar
kültü, 3. Gök Tanrı dini. Aslında genel olarak bakıldığında tüm bozkır topluluk
ve devletlerinin inanç sistemleri buna uygun gelişmiştir. Bu bağlamda Hunların
inanışlarını bozkırda doğan inanç sistemlerinin ilk tipi sayabiliriz” (Taşağıl
2018: 67). Hunlarda görülen bu inanç sistemlerinin Moğollarda da benzer şekilde
görüldüğü bilnmektedir. Bu inanç sistemleriyle bağlantılı olarak Hunlarda ve
Moğollarda ölüme bakışta da bir ortaklık mevcuttu. “Hunlarda ölüm halinde yas
törenleri yapılırdı. Ölmüş büyüklere tazim ve atalara saygı baba hukukunun
inanç sahasındaki belirtisi olarak görülmektedir. M.Ö. 79 yılında Hun hükümdar
mezarlarına tecavüz edilmesi sebebiyle Moğol Wu-huanlara savaş açılmıştı. Wuhuanların mezarlara tecavüz etmesinin sebebi ölülerin silahları, kıymetli
eşyaları, tam teçhizatlı atlarıyla, kadınların mücevherleriyle gömülmesidir.
Böylece
onların
öteki
dünyada
daha
rahat
yaşamalarının
sağlandığı
düşünülüyordu. Ölenin yeri belli olsun diye kurgan inşa ederler, mezarın üstüne
tümsek yaparlar veya geniş daireler şeklinde taş yığarlar, hatta taş heykeller
dikerlerdi. Hunlarda ataların ruhuna ve Gök Tanrıya kurban olarak at ve koyun
kesilirdi. Bunların da erkekleri seçilirdi” (Taşağıl 2018: 67-68). Benzer şekilde
Attilâ da Romalıların atalarının mezarlarına yaptığı hakareti onlara savaş ilan
ederek ve Margos şehrini ele geçirerek ödetmiştir. Mete, Attilâ ve Cengiz’in
üçünün
de
ölüm
törenleri
Türklerin
kadim
inançları
doğrultusunda
gerçekleştirilmiştir. Onların Gök Tanrı inancınına mensup olduklarının delilleri
tarihî belgelerle de sabittir. “Büyük Hun İmparatorluğu’nun hükümdarı Mo-tun
199
M.Ö. 176 yılında Çin İmparatoruna gönderdiği mektupta kendisinin Tanrı
tarafından tahta çıkarıldığını kaydederek askerî zaferlerini önce Gök Tanrı’nın
inayeti ile kazandığını belirtmiştir” (Taşağıl 2018: 68).
Asya ve Avrupa Hunlarında görülen Gök
Tanrı inancı Moğol
İmparatorluğunda da görülmüştür. Mete, Attilâ ve Cengiz Han’ın dünya
görüşlerini şekillendiren bu inanç sisteminin tezahürleri onları konu alan Türk
romanlarında şu şekilde ortaya çıkmıştır:
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Büyük Hun Hakanı Mete Han isimli
romanında ön plana çıkan inancın Gök Tanrı inancı olduğu görülür. Bu inanç
doğrultusunda eserin başkahramanlarından Salık babası öldükten sonra babasının
mezarına babasının savaşlarda öldürdüğü kişi sayısınca balbal diker. Eserde Gök
Tanrı inancına doğrudan vurgu yapılan kısımlardan birisi de Teoman Tanhu’nun
günde iki kere güneş doğarken ve batarken Güneş’e saygılarını sunmak için dua
ettiğinin söylendiği kısımdır (Terzioğlu 2016a: 77). Dini inançla ilgili eserde
dikkat çeken kısımlardan birisi de Çinlilerin Gök’teki Yüce Tanrı’ya
inanmadıklarının söylendiği kısımdır (Terzioğlu 2016a: 327). Eserin ilerleyen
kısımlarında Salık karakteri “Acunun da sonu var. Düşlerin de… Ama Gök
sonsuz! O nedenle inanıyoruz Gök’e!” (Terzioğlu 2016a: 361) der. Görüldüğü
üzere bu eserde Hunların inaç sistemi Gök Tanrı inancıdır ve Hunlar inançlarına
bağlı insanlar olarak betimlenmiştir.
Hayrani İlgar’ın Mete Han isimli romanında da ön plan çıkan inanç
siteminin Gök Tanrı inancı olduğu görülür. Eserin hemen her yerinde Gök
Tanrı’nın adının geçtiği ve karakterlerin bir iş yapacakları zaman Gök Tanrı’nın
izin ve duasıyla yaptıkları görülür. Bununla birlikte eserde din adamlarının da
önemli bir yer tuttuğu görülür. Mete Han bir işe başlamadan önce Kamların
yanına giderek onların gelecekle ilgili kehanetlerini öğrenir ve bu inanç
doğrultusunda hareket eder. Mete Han kamdan Tanju ile ilgili kahaneti öğrenir ve
bu kehanet tam olarak kamın söylediği gibi gerçekleşir. Kam Dilmaç Ata’nın
Gökçiçek’e yardımları esnasında da kamların olağanüstü güçlere sahip olduğu
görülür. Dilmaç Ata’nın Tanju’ya söylediği gibi Gökçiçek’i götürürlerken fırtına
çıkar ve bu fırtınadan istifade Gökçiçek Dilmaç Ata’nın yanına gider. Bu eserde
200
din adamlarının kurultayın bir üyesi olduğu da görülür. Ayrıca Mete Han’ın oğlu
için düzenlenen isim verme töreninde kurbanlar kesildiğini ve Gök Tanrıya şu
şekilde dua edildiğini görmek de mümkündür:
“Yıldırımlardan ayrılmış, çakından sıçramış, inci olup dizilmiş, ipek kumaş
gibi uzamış, uruklarına ve kişileri yardımcılarına yardım etmiş, ocağımıza şekil
ve kişilerin yaradıcısına yardım etmiş, ocağımıza şekil vermiş olan; boz alev
kamçılı yardımcın Yayık aşkına yakarışlarımıza kulak ver Gök Tanrı!.. Türklerin
Tanrısı!
Hun Dağında sana yakın olmak, adına kurban vermek için toplandık Gök
Tanrım! Hun Dağı’nın, Altay Dağı’nın, Ötügen Ormanları’nın ve kayın ağacının
hatırı, aşkı için bizi dinle, bizi duy, kurbanlarımızı kabul et!.. Ey bizlere kısmet
veren; hastalarımıza derman yaşlılarımıza güç veren; hayvanlarımızı çoğaltan;
kılıçlarımızı
keskin
yapan;
oklarımızı
hedefe
ulaştıran;
yağılarımızı
yenmememize yardım eden Gök Tanrı, Tek Tanrı!..” (İlgar 2013: 126). Özetle bu
eserde Mete Han’ın, Tanju’nun ve eserdeki Hun Türkü olarak ifade edilen diğer
karakterlerin tamamının inançlı olduğu ve Gök Tanrı inancı doğrultusunda
hareket ettikleri görülür.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Mete Han isimli eserinde Hunların dinî inancı
Gök Tanrı inancıdır. Mete Han Thung-hu elçisinin Hun topraklarını istemesi
üzerine o çorak toprakları verelim diyen beylerinin kellerini kendi kılıcıyla alır.
Bu esnada Thung-hu elçisi çadırda yuvarlanan kafalardan birisinin kendi kafası
olmadığı için Gök Tanrı’ya teşekkür eder. (Erdoğan 2018: 211). Eserin daha
sonraki kısımlarında Akçar ailesinin yanına Yüeçi topraklarına döndüğünde bir
Hun kadını olan annesi oğlu kendisine geri geldiği için Gök Tanrı’ya dua eder.
Aşağıda yer alan bu ksımda ayrıca Hunlarının inanç sistemleri ilgili detaylı
bilgiler de verilir:
“Akçar’ın dönüşüne en çok sevinen tabii ki annesi oldu. Oğlunu bağrına
bastı. Öptü, kokladı. Onu sağ salim gönderen Gök Tengri’ye teşekkür etmeyi
ihmal etmedi.
İnsanların çevresinde olan her bitkinin, her suyun, her ağacın ve her doğal
varlığın bir ruhu vardı ve o ruh hakkında herkes bir şeyler söyleme ihtiyacı
201
hissederdi. Gök gürlemesi, aşırı yağmurlar, dolu, fırtına gibi her türlü olay
olursa onların ruhsal açıdan bir anlamı olurdu eskiden.
(…)
Tabii yalnızca toprak değildi kutsal olan Doğadaki her canlı kutsaldı ve
ruhlar tarafından korunuyordu. Bir şaman bir ağacın ağladığını hisseder, gider
o ağaca sarılır ve onunla ağacın acısına ortak olur, ağlardı” (Erdoğan 2018:
230). Romandan alınan bu kısımda da görüldüğü üzere Hunlar Gök Tanrı
inancına inanmaktadır ve bu inanç oların doğa olaylarına bakışını dahi
etkilemektedir.
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Mete Han isimli eserinde Mete Han’ın ve
Hun Türkleri’nin güçlü bir Gök Tanrı inancına sahip oldukları görülür. Mete Han
yaptığı her iş öncesinde Gök Tanrı’nın ismini anar, Hun askerleri Çinlilere
saldırırken “Kök Tengri aşkına!” (Efe 2018b: 20) diye naralar atar. Eserin hemen
başında Mete Han’ın atı Güntay ile birlikte yolculuk ederken Gök Tanrı’ya dua
ettiği görülür. “Adeta yerinde duramıyor ve tüm görüp yaşadıklarının kötü bir
kâbus olması için Kök Tengri’ye dualar ediyordu” (Efe 2018b:8). Daha sonra
Mete Han mezarlara balbal konulma geleneğinden de bahser. Bu eserde görülen
kişinin atıyla birlikte gömülmesi de Gök Tanrı inancından kaynaklanmaktadır.
Eski Türkler yaşarken atlarıyla çok yakın oldukları gibi öldüklerinde de atlarıyla
birlikte gömülürlerdi. Mete Han’ın şu sözleri de bu inancın eski Türklerde ne
kadar güçlü olduğunu göstermektedir: “Bir Tük’ün atı, onun en iyi yoldaşı ve
mezarda dahi dostudur. Balballar bile mezara kadar gelir peşimizden. Ancak
atlarımız, cennete kadar ayrılmaz yanımızdan” (Efe 2008b: 9).
Peyami Safa’nın Attilâ romanında dinî inanç sanki İslam inancıymış gibi
bir anlatım vardır. Doğu Romalı elçi kabilesi Hun topraklarına geldiğinde
yıldırımlı ve kasırgalı bir havaya tutulurlar ve elçilerin arasında şöyle bir
konuşma geçer:
“Allah Attila’ya yardım ediyor. Hava bizi fena karşıladı. İçime korku
düşüyor Vijilas!
-Kafamıza bir yıldırım düşmedikçe hava bizim kararımızı bozamaz. Harbe
giden Roma kayseri gibi yıldırım ve kasırga bizim de cesaretimizi artırmalıdır.
202
Bu kötü havları Hunlar kendileri için uğursuz sayarlar. Allah Attila’ya değil bize
yardım ediyor” (Safa 2015: 13).
Aslında bu konuşmadan çıkarılacak sonuç Hunların Gök Tanrı inancına
inanıyor oluşudur. Çünkü Gök Tanrı inancı sebebiyle Hunlar yıldırımlı
havalardan korkarlar. Çünkü Gök Tanrı’nın kendilerini cezalandırdıklarını
düşünürler. Buna rağmen Peyami Safa’nın daha İslamiyet inancının yeryüzüne
indirilmediği bir dönemde yaratıcıdan Allah diye bahsediyor oluşu anlattığı
dönemi ifade etmekte kendi inanç sistemiyle olaylara bakmış olmasından
kaynaklanmaktadır. Eserin ilerleyen kısımlarında da Peyami Safa’nın Hunların
ve Attilâ’nın inanç anlayışı ile ilgili bilgi verdiği görülmektedir:
“O asrın bütün kavimleri gibi Hunlar ve Attilâ, da bazı hurafelere
inanıyorlardı. Attilâ, birçok defalar, harbden evvel neticeyi tefe’ül etmek istemiş
dâima zaferi haber veren bu fallar ve büyüler onu aldatmamıştı” (Safa 2015:
160-161). Bu kısımda anlatılan dini inanç Gök Tanrı inancıyla da bağlantılı
olarak var olan Şamanizm inancıdır. Peyami Safa’nın büyücü ve rahip diye
adlandırdığı kişiler Şamanlardır. Şamanın savaş öncesinde yaptığı ritüeller de
bayılması ve ağzından köpükler gelmesi de yine şaman ayinlerinde sık
karşılaşılan bir durumdur. Yine eserin son kısmında Attilâ’nın ölümünden sonra
yapılan yuğ töreni de Gök Tanrı inancının bir parçasıdır.
Muharrem Eryılmaz’ın Büyük Hun Hükümdarı’nda öncelikle Hristiyanlığın
nasıl yayılma alanı bulduğuna Terev Metropoliti Sever’in yürüttüğü misyonerlik
faaliyeti üzerinden şu ifadelerle değinilir:
“Sever, Hristiyan tanrısının putperest Hunlara karşı nefret duyduğunu,
şayet Ren halkı Hristiyanlığı kabul ederse, bu tanrının Hunları perişan
edeceğini, kendince bir takım deliller de göstererek halka anlattı. Bunun üzerine
bütün Burgond halkı şevkle Hristiyanlığa girdi” (Eryılmaz 2013: 33). Bu eserde
anlatıcı Attilâ’nın dünyaya geldiği dönemi anlatırken Hunlar’ın millî bir dinleri
olmadığını bu yüzden de fethettikleri memleketlerin halklarının ayinlerini,
ibadetlerini hoşgörüyle benimsediklerini söyler (Eryılmaz 2013: 37).
Eserde Attilâ’nın dinî inancı da şu şekilde anlatılmıştır:
203
“Attila da, yapacağı hareketlerde, manevi güçlerin desteğine sahip olup
almayacağını anlamak istiyor, bunun için ruhanilerle görüşüp konuşuyordu.
İster hoşgörü, ister hurafelere inanma sonucu olsun, Hun Hakanı’nın yanında
çok sayıda kâhin vardı. Bununla birlikte Attila’nın kendisine mahsus bir dini, bir
ibadet şekli yoktu. O, İran’ın Zerdüşt dinine mensup ruhanileri dinlediği gibi,
davul çalarak ölüleri davet ettiğini, ruhlarını topladığını iddia eden Sibiryalı,
Şamanist din adamlarına da önem verirdi. Attila, idaresi altında bulunan bütün
halkların ilahlarını, putlarını ahşap sarayında toplamış, çeşit çeşit putlarla bir
müze oluşturmuştu” (Eryılmaz 2013: 209-211). Muharrem Eryılmaz’ın eserinde
eserin başında da belirtildiği gibi Attilâ’nın halkıyla paralel olarak millî bir dini
olmadığı ifade edilir. Bununla birlikte bu eserde Attilâ’nın Şamanist geleneğe ve
Gök Tanrı inancına yakın bir çizgide durduğu görülür. Attilâ’nın eski inançlarına
duyduğu bu yakınlık Troyen şehri Metropoliti’nin adının Kurt olduğunu
öğrendiği sahnede şu şekilde gözler önüne serilir:
“Bu cevap karşısında Attila’nın içinde hayvanlara kutsiyet atfeden eski
Hun gelenekleri uyandı. Hun milletinin hayvanlardan uyarladığı totemlerden biri
de kurttu. Attila, Metropolit’e şüpheli gözlerle baktı. Hun Hakanı, hayvanlardan
korkmuyordu. Onun korktuğu, hayvanlardan çok, hayvan ismi taşıyan insanlardı.
Zafer günlerinde gülerek karşılayacağı bir takım korkunç kehanetleri, şimdi, bu
mağlubiyet sırasında korku ve dehşetle hatırlıyordu. Attila, kendisine yardım
eden ya da düşman olan manevi güçlerin varlığına şimdi inanıyordu” (Eryılmaz
2013: 259). Bu eserin sonunda Attilâ için düzenlenen yuğ töreni de yine Hunların
Gök Tanrı inancı doğrultusunda düzenlediği bir cenaze törenidir ve onların
inançları gereğince ölümden sonra yaşama inandıklarının göstergesidir. Sonuç
olarak denilebilir ki bu eserde tüm dinlere saygılı bir Attilâ portresi çizilmekle
birlikte daha çok atalarından gelen inanca bağlı bir Attilâ ve Hun topluluğu
olduğu görülmektedir.
İbrahim Karahan’ın Galya Fatihi Atilla adlı eserinde Hristiyanlık dinin ön
plana çıktığı görülür. Ayrıca eserde Kilisenin Attilâ’nın asıl düşmanı olduğu
kurgulanmıştır. Kilise kendi içerisinde bir çatışma yaşamakla birlikte kendisi gibi
düşünmeyenlere yaşama alanı tanımamakta ve günden güne nüfusunu
artırmaktadır. Attilâ’da Kilise’nin adamlarının eline esir düşmüş ve Kilise’nin ve
204
oradaki kokuşmuş düzenin nasıl olduğunu kendi gözleriyle görmüştür.
“İmparatorluğunun yönetim kademesinin bulunduğu bu görkemli binada
kilisenin ağırlığı iyice hissediliyordu. Ruhban sınıfı da saray eşrafınca büyük
saygı görüyordu. Attila, Tanrı inançlarını değişik hayalî ritüel ve şekilciliğe
kadar indirgediklerini düşündüğü Romalılara sıcak bakmıyordu. Ortadan
kaldırılan Josef’in eleştirilerinin doğru olduğunu düşünüyordu. Görünüşte insani
diyalogları sıcak ve renkli bir şekilcilikten ibaret olan kilise dininin kendisinden
olmayanlara karşı tavizsiz davrandığına şahit olmuştu” (Karahan 2014: 42).
Hristiyanlık inancı eserde bu şekilde ele alınırken Rua’nın sefere giderken
yaptırdığı Hun Türklerinin atalarının ruhlarının kendileriyle olduğuna inandıkları
için kefaret kurbanı kestirmesi totemizm inancıyla alakalıyken Rua’nın büyük
savaşta sırtına saplanan süngüyle ölmesi sonucu düzenlenen Yuğ töreni de Gök
Tanrı inancıyla alakalıdır. “Büyük bir hüzün yaşayan gençler de büyükleri gibi
tırnaklarıyla yüzlerinde derin yarıklar oluşturmuşlardı. Atalarından öğrendikleri
üzere yaslı günlerinde yüzlerinden kan akıtma geleneğini sürdürüyorlardı”
(Karahan 2014:117-118). Bu eserde Attilâ’nın inanç anlayışı Papa I. Leo ile
girdiği şu diyalogla ortaya konulmuştur:
“Önünde küçüldükçe küçülen yaşlı adamın üzerinden bakışını kaçırmayan
Atilla: ‘Siz ne söylediğinizi bilmiyorsunuz. Bilmiyorsunuz ki, insan ruhunu eğitim
özgür kılar. Oysaki sizin yalanlarınızla kandırdığınız zavallı halkınıza verdiğiniz
eğitim onları köleleştirmektedir. Şu dünyayı ve tüm insanları yaratan Tanrı’nın
oğlu mu olurmuş? Bilmez misiniz ki O tektir!..” (Karahan 2014: 359). Attilâ’nın
Papa I. Leo ile yaptığı bu konuşmada görüldüğü üzere tek Tanrı inancı vardır.
Bununla birlikte Attilâ’nın eserin sonunda defnedilirken atıyla birlikte ve değerli
eşyalarıyla gömüldüğü cenaze töreni de yine Hunların dinî âdetleriyle alakalıdır.
Bu bakımdan Hunların bu eserde de Gök Tanrı inancına inandıkları ve
yaşamlarını bu inancın şekillendirdiği söylenebilir.
Hüseyin Adıgüzel’in Başbuğ Attila’sında Attilâ doğmadan önce bir takım
doğaüstü olaylar olur. Bu doğaüstü olayların ardından Muncuk Han’ın yanına
gelen atlı ona bir oğlu olduğunu şu şekilde müjdeler:
“-Müjde Muncuk han, bir oğlun oldu.
205
Muncuk, nihayet, günlerdir bazen merak, bazen endişe ve korku içinde
beklediği haberi almıştı. Mutlulandı, sevindi, gözlerinden iki damla yaş süzüldü.
Atından indi. Atlı hala bağırıyordu;
-Müjde Muncuk! Gök Tanrı sana bir oğul daha verdi!” (Adıgüzel 2015:
15). Muncuk Han’a Attilâ’nın doğumunu müjdeleyen atlının sözlerinden yola
çıkarak Hunların Gök Tanrı inancına inandıkları açık bir şekilde görülmektedir.
Ayrıca Attilâ doğmadan önce gerçekleşen doğa olayları da yine bu inançla
bağlantılı hadiselerdir. Çünkü eski Türklerde hakanın soyundan gelen kişilerin
kutla doğduğuna inanılırdı yani yöneticiler yönetme yetkisini Gök Tanrı’dan
alırlardı. Onlar bir nevi Gök Tanrı’nın yeryüzündeki elçileri olarak görülürlerdi.
Bu bakımdan bu eserde bu inancın imlendiği görülmektedir. Bu eserde birçok
yerde Gök Tanrı inancına açık açık vurgu yapılmaktadır. Bunlardan birisi de
Kam Atamamış’ın Aybars’a Gök Tanrı ile konuştuğunu söylediği kısımdır.
“-Kehanet böyle söylüyor. Roma’ya girecek, Roma imparatorluğunu
yıkacak, diyor. Roma’ya girmezse ölecek.
-Bunları kemikler mi sana gösteriyor?
-Hayır! Kemikler yakını gösterir. Bunları Gök Tanrı ile yaptığım
konuşmalarda öğrendim.
Aybars şaşırmıştı.
-Sen Gök Tanrı ile mi konuşuyorsun?” (Adıgüzel 2015: 128). Attilâ ile ilgili
diğer romanlardan farklı olarak bu eserde Attilâ’nın doğrudan Gök Tanrı’ya dua
ettiği bir kısım vardır ki bu kısım itibariyle eserin genelinde ihtiva edilen inancın
Gök Tanrı inancı olduğu ve Hunların bu inanç doğrultusunda hayatlarını
şekillendirdiği görülür.
“Sarayın bahçesinden çıktı, orman başlangıcındaki ak kayın ağacının
yanına kadar yürüdü. Asırlık ak kayın ağacın altında durdu. Yüzünü güneşe
çevirdi ve güneşe tazim etti. ‘Kutunu verdin, beni hakan yaptın ey Gök Tanrı’m,
görklü Tanrı’m! İmparatorluğu kurmama da yardım et! Halkımın otlaklarını
eksiltme, yurdumun üstünden yağmurunu, bereketini eksik etme! Halkımı mutlu
ve huzur içinde yaşatman için bana güç ver!’ diye duasını yaptı. Güneşe dönerek
206
yaptığı bu sabah duasının Tanrı tarafından kabul göreceğini düşünürdü her
zaman. Buna bütün gönlüyle inanıyordu” (Adıgüzel 2015: 133). Eserin ilerleyen
kısımlarında Attilâ’nın din algısının gözler önüne serilmeye devam edildiği
görülür. Gleserich Attilâ’nın Papa ile görüşmesini onların Tanrısı bizim Tanrımız
değil onları dinlememelisin der; ancak bu kısımda Attilâ’nın hoşgörüsü şu
şekilde ortaya çıkar:
“-Büyük hakan onun Tanrısı, bizim Gök Tanrımız değil. Sen, esas, Gök
Tanrı’nın emirlerini dinlemek zorundasın!
-Hayır Gleserich, Tanrı, Tanrı’dır. Onu da dinlemek istiyorum. Aslında
onun Tanrısı’ da Gök Tanrı! Ama onlar! Başka türlü anlıyor ve anlatıyorlar.
-Bunlar, yani Hristiyanlar, Tanrı’yı doğmamış, doğurmamış, gözle
görülmeyen elle tutulmayan bir varlık olarak algılıyorlar.
-Ben de, bunun için, onların Tanrı’sı da Gök Tanrı, dedim. Çünkü biz de
Tanrı’yı öyle algılıyoruz. Sonra bunlar, eski Romalılar ya da barbar halklar gibi
birçok Tanrı’ya tapmıyorlar. Tanrı tektir, diyorlar. Bizim anlayışımızda da Tanrı
tektir. Bizim hiçbir zaman birçok Tanrımız olmadı” (Adıgüzel 2015: 321).
Görüldüğü üzere bu eserde Gök Tanrı inancı konusunda bilinçli bir Attilâ profili
vardır. Kendi dinini iyi bilen diğer dinler konusunda da bilgi sahibi olup
mukayese edilen bir Attilâ portresi çizilmiştir Yine eserin son kısmında Attilâ
öldükten sonra kırk Hun savaşçısının birbirlerini öldürerek Attilâ’ya yapacağı
ebedî istirahatte eşlik etmeleri de Gök Tanrı inancı doğrultusunda şekillenmiş bir
ritüeldir. Özetle Hüseyin Adıgüzel’in inanç noktasında daha bilinçli bir Attilâ
karakteri yarattığı ve bu inanç unsurunu da eserin önemli donelerinden birisi
hâline getirdiği görülmektedir.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Tanrı’nın Kırbacı Attila isimli eserinde
Attilâ’nın Papa I Leon ile yaptığı konuşma sırasında nasıl bir din algısına sahip
olduğu ve hangi inanca sahip olduğu ortaya çıkar:
“Biz aynı Tanrıya ulaşabilmek için değişik birçok yolların bulunduğuna
inanıyoruz. Dahası, sade bir Got’un bile Hristiyanlığın değişik birçok akımı
arasındaki farklılığı anlayabileceğini ben düşünmüyorum. Her durumda ben size
Roma-Hun İmparatorluğunun kurulması hâlinde Hristiyan kilisesine resmi devlet
207
desteği sağlamayı ve gönüllü olarak İspanya’dan Afrika’ya oradan Çin
sınırlarına kadar Hristiyanlara yardımda bulunacağımı vaat ediyorum.”
Şaşkınlık içindeki Papa kendini tutamadı ve elinde olmayarak âdeta
bağırdı.
‘İspanya’dan Afrika’yai oradan Çin sınırlarına kadar!’
Attila gülümsedi.
‘Hunlar bir gün gökyüzünde nasıl bir Tanrı varsa, yeryüzünde de bir tek
hükümdarın olacağına inanırlar. Öyleyse siz de inançlarınızı ve imanınızı bütün
halklar arasında yayabilirsiniz’” (Erdoğan 2016a: 222). Görüldüğü üzere bu
eserde Attilâ’nın da belirttiği üzere Hunlar Gökte olduğuna inandıkları bir tek
Tanrı’ya inanırlar, Attilâ da bu Tanrı’ya inanmakla birlikte politik çıkarları için
diğer dinlerle samimi ilişkiler kuran bir karakter olarak okurun karşısına çıkar.
Bununla birlikte diğer eserlerde olduğu gibi bu eserde de Attilâ öldükten sonra
Gök Tanrı inancı doğrultusunda düzenlenen yuğ töreni ile defnedilir. Bu eserde,
diğer eserlerden farklı olarak bu tören esnasında sagu adı verilen bir de ağıt
söylenir.
Attilâ romanlarından bir diğeri olan Hasan Erdem’in Attila’nın Kalkanı
isimli eserde din olgusu Attilâ’nın Margus Kaslesi’ni aldığı sahnede şu şekilde
okurun karşısına çıkar:
“Hun savaşçıları yere diz vurup boyun kırdılar. Sağlı sollu sıralanmış
seçkin savaşılarını gururla izleyen Attila, görkemli kır atının dizginlerini kısıp
bakışlarını kale kapısının girişinde diz kırmış Suptar’a çevirdi. Herkesin
duyabileceği kadar gür bir sesle ‘Var olun kurtlarım. Bugün beni gönendirdiniz.
Gök Tanrı da sizleri gönendirsin’ diye haykırdıktan sonra bakışlarını tekrar
dizinin üstünde duran Suptar’a çevirdi” (Erdem 2017: 45). Bu sahnede
görüldüğü üzere Attilâ Gök Tanrı inancına sahiptir ve askerlerine bu inanç
doğrultusunda dua eder. Ayrıca Margus Kalesi alınmadan önce Suptar’ın
yanındaki cengâverlerle birlikte ölürlerse uçmağa gideceklerini yanlarında da
tamuya birçok düşmanlarını götürreceklerini söylemesi de yine gök Tanrı
inancına ve bu inanç doğrultusunda da ölümden sonra yaşama inandıklarının
göstergesidir. Eski Türklerde cennete uçmağ cehenneme tamu denilirdi. Bu
208
bakımdan Suptar’ın bir cennet cehennem inancı olduğu ve dinine bağlı dini için
savaşan bir cengâver olduğu da gözlemlenir. Yine eserin ilerleyen kısımlarında
Suptar’ın Honoria ile yaptığı şu konuşma da onun ne kadar inançlı olduğunu
görmek mümkündür:
“Anladığım
kadarıyla
siz
Romalılar
hem
entrikacı
hem
de
dedikoducusunuz. Bir milletin büyük kağanı hakkında keyfinize göre konuşuyor,
onurunu zedeliyorsunuz. Bizler Gök Tanrı’ya taparız. Bizim tanrımız, insanlara,
hayvanlara ve bitkilere hayat verendir. İnsanlara yol gösteren, ödüllendireni
hastalandıran ve iyileştirendir. Yeri geldi mi cezalandıran, günü geldi mi de
ödüllendirendir. Ben çocukluğumdan beri acunu aydınlatan güneşin doğuşunu
izlemekten ve sabah rüzgârının mırıltısını dinlemekten büyük keyif alıyorum.
Şafak vakti günün en sevdiğim anıdır. Ya siz prenses? Siz iyi bir Hristiyan
mısınız?” (Erdem 2017: 114). Suptar’ın söylemlerinden de anlaşılacağı üzere bu
eserde de Hun Türklerinin dinî inancı Gök Tanrı inancı olarak anlatılmıştır ve
eserde yer alan Hunlar bu inanca bağlılıklarıyla göze çarpmaktadır.
Hasan Erdem’in Atilla’nın Kargısı isimli eserinde Hun Türklerinin ve
Attilâ’nn Gök Tanrı inancına mensup oldukları görülür. Bu bakımdan Suptar
karakterinin Konstantinapolis’e geldikten sonra Honoria’yı buluduğu kısımda
ifade ettiği şu cümleler Hun Türklerinin sahip olduğu Gök Tanrı inancını
gösterir: “Yurdumdan ayrılıp Doğu Roma topraklarına geçtiğimde aklımda hep
siz vardınız ve sizi bulabilmek için yol boyunca Gök Tanrı’ya dua ettim” (Erdem
2018: 126). Benzer şekilde Attilâ’nın Ottigin’e Gök Tanrı’nın Türk halkını
dünyayı yönetmek için yarattığını (Erdem 2018: 30-31) söylediği kısım da
Attilâ’nın da Gök Tanrı inancına sahip olduğunu gösteren kısımlardandır.
Demirboğa ile Suptar’ın durumu üzerine konuşan Ottigin’in Attilâ ile ilgili şu
düşüncesi de Gök Tanrı inancının Hun Türklerinde ne derece güçlü olduğunu
gösteren kısımlardandır. “Hun Türkleri’nin, Gök Tanrı’dan sonra en çok sevip
saydığı Hun Kağanı Attila yalan söylüyor olamazdı” (Erdem 2018: 23). Eserin
ilerleyen kısımlarında Suptar’ın Zenobia’nın evinde General Zenonla tuzağa
düşürüldüğü kısımda General Zenon’un ağır yaralanması sonucu Suptar’ın
söylediği şu sözler de Hun Türklerindeki Gök Tanrı inancının derinliğini
göstermek bakımından dikkate değer kısımlardandır. “Ölüm ile yaşam Gök
209
Tanrı’nın elindedir. Generalin yaşayıp yaşamayacağına Gök Tanrı karar
verecek” (Erdem 2018: 182). Eserdeki tüm örneklerde görüldüğü üzere Hun
Türklerinin güçlü bir Gök Tanrı inancı vardır. Hun Türklerine göre Gök Tanrı
evrenin hâkimidir ve olan biten her şeyi o yönetmektedir. Bu bakımdan Hun
Türkleri Gök Tanrı’ya dualar ederler. Aynı zamanda Suptar karakteri ile ilgili
verilen örneklerden görüldüğü üzere Hun Türkleri kader inancına da sahiptir.
Yiğit Recep Efe’nin kaleme aldığı Kumandan Attilâ isimli eserde Hun
Türklerinin ve Attilâ’nın güçlü bir Gök Tanrı inancına sahip olduğu görülür.
Eserde ayrıca Roma üzerinden Hristiyanlık inancına da vurgu yapılan kısımlar
vardır; ancak bu inancın detaylarına girilmemiştir. Eserin büyük bir kısmında
Attilâ’nın ve Hunların Gök Tanrı inancının kurallarına göre hareket ettiklerinden
ve yaşamlarını bu inanç doğrultusunda şekillendirdiklerinden söz edilebilir.
Eserin hemen başında Türklük vurgusu yapıldığı gibi Gök Tanrı inancı da onun
ayrılmaz bir parçasıymış gibi Balamir Han’ın ağzından vurgulanır. “Bakışlarını
gökyüzündeki kartallardan ayırıp arkasındaki milletine baktı. ‘Sahi!’ dedi kendi
kendine. ‘Milletimin bu kartallardan ne farkı var ki? Özgürlükse özgürlük,
kudretse kudret… Onlar gökyüzünün efendisiyse, bizler de Kök Tengri’nin izniyle
yeryüzünün efendisi olacağız” (Efe 2018a: 9). Balamir Han daha sonra “Tengri
tektir, ordusu Türk’tür” (Efe 2018a: 13) diyerek de tek Tanrı inancına vurgu
yapar. Eserin ilerleyen kısımlarında Kardinal Nikola ve Papa arasında geçen
konuşmada da Gök Tanrı inancının özelliklerine şu şekilde değinilir: “‘Peki ya
Türkler, Papa Hazretleri? Başımızda bir kâbus gibi dolanan Türk tehlikesini ne
yapacağız?’
‘Eğer dikkatli ve akıllı davranırsak bu işi de kolayca çözeriz aziz dostlarım!
Biliyorsunuz ki, Türklerde de tek ilah inancı var. Gök Tanrı inancı dedikleri bu
dinde, cennet ve cehennem gibi inançlar da hâkim. Dolayısıyla Türk hakanlarını
Hristiyan olmaya ikna edebilirsek bu tehlikeyi tamamen ortadan kaldırırız’” (Efe
2018a: 44). Eserde ayrıca Rua ve Attilâ’da da Gök Tanrı inancının güçlü bir
şekilde var olduğu görülür. Rua Attilâ’ya son nefesini verirken “Kök Tengri bilir
ya, cennette senin rüyalarını göreceğim Attila!” (Efe 2018a: 137) der. Ayrıca
amcasının ölümünden sonra Attilâ’nın söylediği şu ifade de Gök Tanrı inancının
Attilâ’da da var olduğunu gösterir: “‘Eğer Hun sancağını senin bıraktığın yerden
210
daha yukarı koyamazsam, Kök Tengri şimşeklerle kamçılasın beni. Andım
kaderim olsun amca! Andım, kaderim olsun.’” (Efe 2018a: 138). Rua’nın
ölümünden sonra bir yuğ töreni düzenlenir ve cenazesi Gök Tanrı inancının
kurallarına uygun biçimde defnedilir. “Rua’nın naaşını kendi elleriyle toprağa
indirdi Attila. Kardeşi Bleda da ona yardım edip aynı kederle çıktı mezar
odasından. Kurgana, Rua Han’ın atı, kılıcı ve şahsi serveti de konuldu. Öyle ki
kadim Hun inancına göre, uçmağa gidene kadar tüm bunlar lazım olacaktı Rua
Han’a. Ancak kurganın mezar soyucular tarafından soyulmaması için de her
türlü tedbir alınmıştı” (Efe 2018a: 139). Rua’nın cenazesi defnedildikten sonra
Hun geleneklerine göre defin işlemini gerçekleştiren on Hun çerisi de birbirini
öldürerek Rua’nın öbür dünyaya olan yolculuğunda ona eşlik eder. Tüm bu
örneklerde görüleceği üzere Hun Türklerinin yaşantılarında Gök Tanrı inancı
önemli bir yer tutmaktadır. Bu durum da roman kahramanları aracılığı ile doğru
bir şekilde yansıtılmıştır.
Okay Tiryakioğlu’nun Avrupa’yı Dize Getiren Türk isimli romanında Attilâ
Gök Tanrı inancına sıkısıkıya bağlı bir lider olarak okurun karşısına çıkar. Attilâ
ile General Gaidentius arasında geçen konuşmada Attilâ Hıristiyanlık inancını
eleştirir ve kendi inancını anlatır:
“‘Ve tanrınızın bir oğlu var!’ dedi Attila. Olabildiğince ciddi bir tavırla
söylemişti bunu. Yine de General’i incitmekten çekinmişti. Yaşlı adamın,
dikkatini bir başka yere yoğunlaştırdığını gördü o sırada.
General, gülümseyerek Attila’ya döndü. ‘Öyle oğlum. Senin dahi kalbini
yumuşatacak ve yoluna çekecek pek merhametli bir oğul hem de.’
‘Size saygım sonsuz ancak ben oğulları ve kızları olan bir Tanrı’ya teslim
olmam General. Benim Tanrı’m tektir ve göktedir. Gökyüzü ve yeryüzünde
yardımcıları vardır, ancak dilerse yardımcısız da iş görür. Mutlak bir güç
sahibidir. Oğulları ve kızları yoktur.!” (Tiryakioğlu 2018: 51).
Yukarıdaki kısımda da görüldüğü üzere Attilâ kendi inanç sistemine
sadakatle bağlıdır. Eserde Göktanrı inancıyla birlikte Hıristiyanlık inancına da
vurgu yapıldığı görülmektedir. Aetius’un Ioannes’in ölümüyle ilgili duyduğu
üzüntüyü dile getirdiği şu kısımda ettiği dua Hıristiyanlık inancına vurgu yapılan
211
kısımlardandır:
“Aetius, gözlerini yumup dehşetle mırıldanmaya başladı.
‘Cennetteki babamız, adını yüceltsin. Hükümdarlığın gelsin, göklerde olduğu
gibi, yeryüzünde de senin istediğin olsun…’” (Tiryakioğlı 2018: 209). Attilâ’nın
Margos Piskopos’u ile konuşurken Piskopos’a Gök Tanrı’ya inanmak için sebep
aramadığını ama insanlara inanmak için sebep aradığını söylediği kısımlarda da
Gök Tanrı inancına vurgu yapılır. Bu kısımdan sonra Attilâ’nın Bleda ile kavga
ederken Kam Aybars Han’ın ettiği dua da Hun Türklerindeki Gök Tanrı inancını
gözler önüne serer. “‘Ey Gök Tanrım! / Sensin yerde ot bitiren, ağaçlarda yaprak
bitiren! / Baldırdaki deriye biçim veren sensin! / Saç çıkaran sensin başta, sensin
yaratan her şeyi! / Sensin yıldızlarla parıldatan göğü! / Ey Gök Tanrım sürüler
ver bize! / Ekmek ver, bir ata ver her eve! / Var olan, her şeyin yaratıcısı! / Bana
mutluluk ver ey ulu!” (Tiryakioğlu 2018: 267).
Bu kısımda görüldüğü üzere Hun Türklerine göre Gök Tanrı her şeyin
yaratıcısıdır. Eserde ayrıca Attilâ’nın Gök Tanrı’nın kendisini hükmetmek için
hâkim kıldığını söylediği kısımla da Türklerdeki kut inancı gözler önüne serilir
(Tiryakioğlu 2018: 290). Bu eserde görüldüğü üzere Hun Türklerinin inanç
sistemi Gök Tanrı inancıdır. Attilâ da bu inanç doğrultusunda hareket eder ve
Gök Tanrı’ya gönülden bir bağla bağlıdır.
M.Turhan Tan (M. Samih Fethi)
’ın Cengiz Han Bozkırların Mavi
İmparatoru romanında Cengiz Han’ın güçlü bir dinî inanca sahip olduğu şu
ifadelerde görülür:
“‘Ulu Tanrı’, dedi. ‘Bizi umdurdu fakat ondurmadı. Akan suda o, yeşeren
otta o, yağan karda o, her şeyde o var. Yaratılmışların yaratanı yalnız odur.
Kemiklerimizin üstünde et, başlarımızda saç bitiren, gözlerimizde ışık, bileğimize
güç veren gene odur. Bugünkü uğursuzluk da ondan. Boyun kırmaktan başka
elimden ne gelir?” (Tan 2015: 13-14). Cengiz Han’ın bu inancı Gök Tanrı
inancıdır. Cengiz bir gün karşılaştığı Hristiyan papaz ile din üzerine konuşur. Bu
konuşma şu şekildedir:
“Anlaşılıyor ki din, nihayet bir fikirdir. Bu fikirler ya yurttan yurda geçiyor
yahut her yerde aynı boyayı taşıyor. Mesela siz, kendi din ulunuzun babasız
doğduğunu söylüyorsunuz ve bunu, onun büyüklüğüne delil tutuyorsunuz. Bizim
212
elde de böyle masallar var. Hatta benim yedi göbek yukarı atamın bile babasız
doğduğu söylenir. Gene siz, insanların iyi ve kötü diye ikiye ayrılacaklarını,
iyilerin öldükten sonra iyi günler göreceğini, kötülerin de ateşe atılacağını
söylüyorsunuz. Bizde de buna inanlar çoktur. Naymanlar içinde yaşadığınız için
elbette duydunuz, Türkler Boudhayı tanımazdan ve duymazdan çok evvel,
ölümden sonra dirilmek olduğunu bilirlerdi. Nitekim ben de bunu bilirim. Bizim
bildiğimize göre, bir çocuk doğduğu zaman, ‘Bay Ülgen’, kendi oğlu ‘Yayık’ı
yollar. Yayık, Süt gölünden bir damla alır, bununla çocuğa can verir. Sonra göze
görünmez bir ‘Yayucu’yu bu çocuğun iyi işlerini yazmaya memur eder. Beri
taraftan çok korkunç kazırganın (cehennem) kocamaz ve ölmez tanrısı ‘Erlik
Han’ da bir ‘Körmüz’ gönderir. Bunlardan ‘Yayucu’ çocuğun sağında, Körmüz
de solunda durur. Birincisi onun ölünceye kadar yapacağı iyi işleri, ikincisi de
kötü işleri yazar” (Tan 2015: 60). Cengiz Han’ın anlattığı inanç Gök Tanrı
inancıdır ve bu inanç ile Hristiyanlık inancını mukayese ederek kendi inancının
daha mantıklı olduğunu söyler. Bununla birlikte Cengiz Han diğer inançlara
saygılıdır ve o inanç mensuplarının inançlarını yaşamalarına izin verir.
Cengiz Dağcı’nın Genç Temuçin isimli eserinde Cengiz Han’ın ve
Moğolların dinî inancı Gök Tanrı inancı olarak anlatılır. Eserde diğer kavimlerin
inançları hakkında da bilgiler bulmak mümkündür.
“Naymanlar, Oyratlar, Tatarlar gibi çadırlarda değil de sıvalı yapılar
içerisinde yaşarlarmış ve tümü Gök Tengri’ye değil, bir kısmı İsa, bir kısmı
Muhammed adlı çok eski zamanlarda yaşamış savaşçılara taparlarmış. Ama
Merkit’le Gök Tengri’ye ve ilah Ötegey’e taparlar. Gök Moğollar, Tatarlar,
Naymanlar gibi…” (Dağcı 2016: 18). Bu eserde Moğollar Gök Tanrı’ya inandığı
gibi Cengiz Han da Gök Tanrı’ya inanır. Burhan Haldun Dağı’na sığındığında
Gök
Tanrı’nın
kendisini
koruduğunu
düşünür.
“Targutay Kurulduk’un
savaşçıları beni bekliyorlar orada. Gök-Tengri biliyor bunu ve Gök Tengri beni
koruyor. Dağda kalmalıyım…
Temuçin Burhan-Kaldun’da kaldı.
Gök Tengri korumuştu onu” (Dağcı 2016: 178). Cengiz Han Merkitlerden
kurtulduktan sonra da Burhan Kaldun Dağı’na sığınır ve Gök Tanrı’ya kendisini
213
tekrar kurtardığı için dua eder. Bu eserde özetle Cengiz Han inançlı bir karakter
olarak okurun karşısına çıkar.
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Gök Moğolların Başbuğu Cengiz Han isimli
eserinde Moğolların Gök Tanrı inancına inandıkları görülür. Cengiz Han’ın
babası Yesügey’in Gök Tanrı’ya dua ettiği kısımda bu inancın detaylarını
görmek mümkündür. “Güneşi doğmadan karşılamak üzere hareketlendi. Gök ve
Gök’e olan her şeye duydukları saygı onlara gücü sunan kuta esenlik
gerektiriyordu. Çadırından çıkmadan ocak tanrısına saygı sundu. Ardından
dışarıda güneşi bekledi sağ dizi yerde ve başı kesik…” (Terzioğlu 2016c: 59).
Yazarın dipnotta verdiği bilgiye göre Gök Tanrı inancına göre güneşi saygıyla
karşılamak önemlidir. Bu yüzden Yesügey Bahadır da güneşe karşı saygılarını
sunar. Cengiz Han da babası gibi Gök Tanrı inancına inanır ve inançlı bir kişi
olarak okurun karşısına çıkar. Düşmanlarından kaçıp Burhan Haldun Dağı’na
sığındığında Burhan Handun Dağı’na kendisini ve ailesini koruduğu için dua
eder. Ayrıca Cengiz Han’ın andası Camuha’nın idam edileceği sırada Gök
Tanrı’ya dua ettiği kısım da Moğolların dinî inançlarına ne kadar bağlı
olduklarını gösterir.
A. Hakan Bayraçı’nın Bozkırın Oğlu Cengiz Han isimli romanında dinî
inanç konusunda Gök Tanrı inancının ön plana çıktığı görülür. Moğollar ve
Cengiz Han Gök Tanrı inancına inanır ve Cengiz Han inancına bağlı bir liderdir.
Targutay’ın adamlarından kaçıp Burhan Haldun Dağı’na sığındığında Gök
Tanrı’nın yanında olduğunu ve kendisine yardım ettiğini düşünür. “Eğildi,
takımları yerden topladı. Aklı karışıktı ‘Belki’dedi, ‘Gök Tengri bana bir şey
anlatmak istiyor. Çıkmamam gerektiğini işaret ediyor.’
Geriye, ormanın içlerine doğru dönerken büyük bir sevinç içindeydi.
Demek kutsal bir yanı da vardı ve Tanrı onunla birlikteydi, kendisine yardım
ediyor, koruyordu.
Üç gün daha ormanda kaldı. Kutsanmışlığın sevinci, gün geçtikçe
şekillendi. Gök Tengri kendisiyle birlikteydi, peki ama neden yanındaydı? Bunu
bulmaya çalıştı uzun uzun düşünerek. Dalların ve yaprakların arasından
gündüzleri güneş, geceleri ay ışıklarının süzüldüğü saatlerde hep bunu düşündü.
214
Tanrı yalnızca kendisi için yanında olamazdı, ama tüm Moğol ulusu için
olabilirdi” (Bayrakçı 2013: 68). Cengiz Han Merkit saldırısı sonucunda kaçmak
zorunda kalır ve yine Burhan Haldun Dağı’na sığınır. Bu kısımda da Cengiz
Han’ın ne kadar inançlı olduğu bir kez daha görülür. “Mengü Tengri, bana yol
göster, güç ver! Burhan Haldun Dağı! Beni ve benden olanları koru! Her zaman,
bu defa olduğu gibi koru!
Bunları derin bir huşu içinde tekrar ederken dokuz kez diz çöküp kalktı.
Garip ayinini tamamladıktan sonra atına bindi” (Bayakçı 2013: 143). Cengiz
Han Camuha’yı ele geçirdikten sonra onunla konuşurken de Gök Tanrı’dan
bahseder ve Gök Tanrı’nın kendisinin han olması için yardım ettiğini söyler. Bu
eserde Cengiz Han’ın dindar bir lider olduğu görülür.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Cengiz Han isimli eserinde ön plana çıkan
inanç Gök Tanrı inancıdır. Bununa birlikte bu eserde Cengiz Han’ın
Müslümanlar ile de yakın ilişki içerisinde olduğu görülür. Cengiz Han’ın üvey
annesi Suçugil’e dua ettiği kısım onun Gök Tanrı inancına duyduğu bağlılığın
görüldüğü kısımlardan birisidir. Bu eserde Cengiz Han çok inançlıdır ve her
fırsatta Gök Tanrı’ya dualar eder.
“Toğrıl’ın ve Camuha’nın askerlerini benim onurum için savaşmayı kabul
ettiren
Gök
Tengri’ye
şükranlarımı
sunmak
zorundaydım.
Ertesi
yıl
düzenleyeceğimiz saldırı gününe değin, zamanımı Tengri’ye dua ederek
geçirdim.
Beni bir anda güçsüz kılan da oydu. Bana güç katan da… Dayanmam için
gerkli sabrı veren de… Şimdi iki güçlü kağan benim yanımdaydı. Bana yardım
edeceklerdi. Aslında onlar değildi bana yardım edenler, onları bu yardıma
zorlayan Tengri’nin gücüydü. Ona kimse kesinlikle karşı gelemezdi” (Erdoğan
2016b: 58). Bu eserde ayrıca Moğollara ait bir takım farklı inanışlar da dikkat
çeker.
“Çadırın çatısını tutan sırıklardan birine asılan kayışın üzeri muskalarla ve
uğurlarla doluydu. Bir tilki ayağı, bir tüy, bir tırnak… Kutsal ruhları kovucu ve
koruyucu şeyler… Biz Moğollar öyle inanıyorduk. Kötü ruhlardan korunmanın
değişik yolları vardı. Eğer öyle yapmazsak başımıza belalar yağardı. İnancımız
215
buydu” (Erdoğan 2016b: 76). Eserin başından sonuna kadar inançlı bir Cengiz
Han okurun karşısına çıkar. Cengiz Han bir an olsun ağzından Gök Tanrı’nın
lafını bırakmaz. Cengiz Han, Muhammed Şah’ın Allah’ın bir Müslüman’a
yardım edeceğini düşündüğünü ve kendisine yardım etmeyeceğini düşündüğünü;
ancak öyle olmadığını Harzemşahlarla karşı giriştiği fetihlere Gök Tanrı’nın
emriyle kalkıştığını ve kendisinin Allah’ın gazabı olduğunu söyler (Erdoğan
2016b: 228).
Okay Tiyakioğlu’nun Cengiz Han Rüzgâr ve Ateş İmparatorluğu isimli
eserinde diğer tüm eserlerde olduğu gibi Gök Tanrı inancının ön plana çıktığı
görülür. Moğollar Gök Tanrı inancına inanırlar ve sosyal yaşantılarını bu inanç
doğrultusunda şekillendirirler.
Yesügey ve Cengiz Han aralarında şehirli insanlar ve göçebe insanlar
arasındaki farkı konuşurken Yesügey Han’ın inancının ne şekilde olduğu gözler
önüne konulur: “Gök Tanrı işte böyle güneşte tecelli eder de sıcak bakar ikimize
oğul. Bakar da kutsar ve onaylar! Gerçek Tanrı ne mabet ister ne de sunak!
İnsanoğlunun doyuramadıkları tanrılar değildir gerçekte, vicdanlarını tüketmiş
ruhbanlardır” (Tiryakioğlu 2016: 30). Cengiz Han da babası gibi Gök Tanrı
inancına inanır ve Gök Tanrı’ya dua eder. Cengiz Han Targutay’ın esaretinden
kurtulurken nöbetçisini şimşek çakması sebebebiyle rahatlıkla öldürebilir. Bu
kısımda da Gök Tanrı inancına vurgu yapılır.
“Bu defa çığlığı basmak üzere ağzını açtı. Ama onu engelleyen hayaletin
saldırısı ya da hemen ötelerindeki tavlada huzursuzlanan atların kişnemeleri
değil, birden patlayan gök gürültüsü oldu.
Moğollar Gök Tanrı ile
ilişkilendirdikleri için gök gürültüsünden korkar, devam ettiği müddetçe kapalı
yerlerde ya da gölgelerin arasında üzerlerine yağacak gazaptan gizlenmeye
çalışırlardı” (Tiryakioğlu 2016: 149). Moğollar önemli bir işe başlayacaklarında
sık sık Gök Tanrı’nın adını zikrederler. Cengiz Han askerleriyle yaptığı bir
konuşmada kendisinin Gök Tanrı tarafından Moğollara baş olarak seçildiğini
söyler (Tiryakioğlu 2016: 199). Özetle bu eserde Gök Tanrı inancına inanan bir
Cengiz Han vardır.
216
Bülent Bengisu’nun Savaşçıların Efendisi Cengiz Han romanının birçok
noktasında dinî inançla ilgi veri bulunur. Cengiz Han daha küçük yaşlardayken
inançlıdır. Merkitlerin Börte’yi kaçırdığı baskından sonra Burhan Haldun
Dağı’na sığınarak hayatını kurtaran Cengiz Han’ın bu dağda yaptığı dua onun
inancının boyutunu gözler önüne serer:
“Timuçin, hayatının kurtuluşuna vesile olduğu için Burhan Kaldun
Dağı’na, göğüslerini yumruklayarak teşekkür etti. Börkünü çıkardı, kemerini
omuzlarına astı, dokuz defa yere diz burdu ve kımız ayini yaparak dağa
tapacağını söyledi” (Bengisu 2016: 40). Cengiz Han Taycitlere karşı giriştiği
savaştan zaferle ayrılınca yine Burhan Haldun Dağı’na gider ve şu şekilde dua
eder: “Sonsuz, uçsuz bucaksız Tanrı, bana nimetini ver. Yukardaki güçlerini bana
gönder, bana yardımcı olacak adamlar gönder” (Bengisu 2016: 46). Cengiz
Han’ın bu eserde ne kadar inançlı olduğu getirdiği yasalardan ilkinin dinle ilgili
olmasından da anlaşılmaktadır. “Dinsizlik de ağır cezayı gerektiren büyük
suçlardandı. Yasanın ilk maddesi dinle ilgiliydi ve Cengiz Han hükmü altındaki
herkesin Tanrı’ya inanmasını emrediyordu.
‘Tüm insanların, yerin ve göğün yaratıcısı, mal ve yoksulluğun, hayatın ve
ölümün tek vericisi, her şeyin üzerindeki gücü mutlak olan bir Tanrı’ya
inanmaları emrolunur’” (Bengisu 2016: 84).
“Şamanlar, Moğol toplumu ve Cengiz Han için oldukça saygınlardı.
Onların isterse ruhlar dünyasına gidip geldiğine inanılırdı.” (Bengisu 2016: 90)
Cengiz Han dindar ve inançlı bir lider olmanın yanında din adamlarına karşı da
saygılıdır ve onların sözlerine itibar bu doğrultuda Şaman Tebtengri’nin sözlerine
itibar ederek kardeşi Kasar’a karşı cephe alır. Ancak bu yanlışından annesinin ve
eşinin uyarılarına kulak vererek kurtulur. Onun dindarlığı din adamlarının
kendisine karşı kurduğu tuzakları dahi göremeyecek kadar ileri boyuttadır. Lakin
onun zekâsı ve üstün muhakeme gücü gerçekleri görmesini sağlar ve kardeşinin
kendisine karşı ihanet içinde olmadığını anlar.
Her savaş öncesinde ve sonrasında Tanrısına dua eden Cengiz Han Çin
üzerine sefere gideceği zaman da yine Burhan Haldun Dağı’na çıkarak Tanrısına
217
yalvarır ve üç gün üç gece çadırında oruç tutarak göğe yalvarmaya devam eder.
Dördüncü gün çadırından çıkarak Çin üzerine sefere başlar (Bengisu 2016: 104).
Cengiz Han kendisi Gök Tanrı inancına sıkı sıkıya bağlı olduğu gibi diğer
dinlere karşı da saygılıydı. “Elçilerin bulunduğu semtlerin yanıbaşında her dinin
mabedleri yaptırılmıştı. Taş camiler, eski Buda tapınakları, Hristiyanların ağaç
kiliseleri yanyanaydı. Herkes yasaya göre, Moğol yönetiminin kurallarına
uyduğu müddetçe, diledikleri gibi ibadet edebilirdi” (Bengisu 2016: 117). Özetle
bu eserde Cengiz Han okurun karşısında dindar ve dinî inaçlara saygılı bir lider
olarak okurun karşısında çıkar.
Coşkun Mutlu’nun Cengiz Han Bozkırın Hükümdarı romanında Cengiz
Han’ın Gök Tanrı inancına inandığı bu inanç doğrultusunda ibadet ve dua ettiği
görülür. Bununla birlikte bu eserde İslamiyet ve Hristiyanlık gibi dinler de diğer
milletler aracılığı ile vurgulanmıştır. Ancak asıl vurgu Gök Tanrı inancına
olmuştur. Eserde ilk olarak Gök Tanrı inancı Yesügey’in oğlu Temuçin dünyaya
geldikten sonra yaptığı dua ile okurun karşısına çıkar. Yine bu kısımda Ulu Türk
Şamanı Kün aracılığı ile de şamanların Moğollar ve Türkler için ne kadar önemli
şahıslar olduğuna vurgu yapılmıştır. Ayrıca bu eserde şamanlar olağanüstü
güçleri olan kişiler olarak betimlenmiştir. Cengiz doğduktan sonra ve Camuka ile
savaşırken şamanların gösterdikleri mucizeler Moğolların inançlarının ne kadar
güçlü olduğunun gösterildiği kısımlardır.
“Temuçin sesin geldiği yöne başını çevirip baktığında parlayan bir ışık ve
gündüzün kararan havanın içinde, bulutların arasında kayan bir yıldız gördü ya
da gördüğünü sandı. İşte o an Burhan Haldun’da kendisiyle konuşan şamanın
varlığını hissetti içinde. Birkaç dakika içinde de sesin geldiği yerden gelen fırtına
yağmurun yönünü Camuka’nın ordusunun üstüne çevirdi. Planları ters tepen
Camuka’nın ordusu korkuyla kaçmaya başladı. Ne Camuka ne de komutanları bu
kaçışı engelleyemedi. Kaçanlar Tanrı’nın buyruğunun bu yönde olduğunu
söylüyorlardı” (Mutlu 2019: 107).
Bu kısımda da görüldüğü üzere Cengiz Han sadece Gök Tanrı’ya
inanmakla kalmaz aynı zamanda onun kendisine yardım ettiğini düşünür.
Şamanların Gök Tanrı’nın temsilcileri olduğuna inanan Cengiz Han bu yüzden
218
şamanlara karşı büyük saygı duyar. Cengiz Han’ın bu saygısını suiistimal eden
Munglik’in oğlu Tebtengri uzun bir süre Cengiz’in bu zaafını kullansa da
sonunda onun gazabından kurtulamaz. Bu bakımdan Cengiz Han’ın Gök Tanrı
inancına bağlı din adamlarına saygılı bir lider olmakla birlikte körükörüne inanan
bir lider olmadığı görülmektedir.
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ı konu alan eserlerin en büyük ortak
noktası üç hükümdarın da güçlü bir Gök Tanrı inancına sahip liderler oluşudur.
İncelenen eserlerin tamanında bu üç isim Gök Tanrı inancına inanan ve
kararlarını bu inanç doğrultusunda şekillendiren liderler olarak ele alınmışlardır.
Savaşa gitmeden ve önemli bir hadise olmadan önce üç hükündarın da Gök
Tanrı’ya dua ettikleri eserlerin tamanında görülen ortak unsurların arasında başı
çekmektedir. Eserlerin içerisinde ayrıca Gök Tanrı inancı doğrultusunda hareket
eden şamanların ve kamların da kurgunun gidişatında yardımcı karakterler olarak
ön plana çıktıkları görülmüştür. Ayrıca incelenen eserlerin tamamında eski
Türklerin ve Moğolların Gök Tanrı inancı doğrultusunda oluşmuş olan ahiret
inancına ve ölü gömme geleneklerine de dikkat çekildiği belirlenmiştir.
Mete’nin, Attilâ’nın ve Cengiz’in ölümüyle biten eserlerin tamamında bu üç
ismin de Gök Tanrı inancı doğrultusunda gömülmeleri de Gök Tanrı inancının ön
plana çıkarıldığı kısımlar olmuştur.
Eserlerin tamamında güçlü bir dinî inanca sahip olan Mete Han, Attilâ ve
Cengiz Han diğer dinlere karşı hoşgörülü politikalar izleyen liderler olarak ifade
edilmiştir. Bununla birlikte bu üç liderin kendi dinlerine olan sarsılmaz
inançlarının etkisiyle yer yer diğer inançları eleştiren bir tutum içerisinde ifade
edildikleri görülmüştür. Özellikle Attilâ’yı konu alan romanlarda Attilâ’nın
Hristiyanlık dinine getirdiği eleştiriler dikkat çekici bir noktadadır. Yazarların
büyük bir kısmı Hristiyanlık inancına günümüz perspektifiyle baktıklarından olsa
gerek bir Hristiyan Türk dünyası karşıtlığı ile Gök Tanrı inancı ile Hristiyanlık
karşıtlığı oluşturmuşlardır. Ancak bunu yaparken o dönem Hristiyanlığın hak din
olduğu gerçeğini tahlil etmek noktasında herhangi bir vurguda bulunmamışlardır.
Bununla birlikte eserlerin büyük bir kısmında bu üç hükümdarın din adamları ile
yaşadıkları gerilimler de dikkat çekicidir. Bu üç isim gerektiğinde din
adamlarının yanlışlıklarını görerek ülkelerinin çıkarları ve kendi iyilikleri için
219
onları ortadan kaldırmışlardır. Özellikle Attilâ ve Cengiz Han’ı konu alan
eserlerde Attilâ ve Cengiz’in güçlü inançlarına rağmen körü körüne dinlerine
bağlı olmadıklarına dikkat çekilmiş ve dini kendi çıkarları için kullanan
şamanlarla giriştikleri mücadeleler ortaya konmuştur. Özetle ele alınan tüm
eserlerde ön plana çıkarılan inanç Gök Tanrı inancı olmuş ve üç hükümdar da
hülkmetme yetkisini Gök Tanrıdan aldığına yani kut inancına inanan liderler
olarak ifade edilmişlerdir.
2.3. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Aile ve
Kadına Bakışı
Türk toplumunda İslamiyet öncesinden günümüze kadının toplumda ayrı
bir yeri olmuş kadına erkeklerle eşit değer verilmiştir. Elbette bu durum zaman
içerisinde farklı kültürel etkileşimlerle bir takım değişimlere uğrasa da Türk
toplumun bilinçaltında kadın her zaman güçlü bir imaj çizmiş ve erkek ile eşit
derecede saygınlığını korumuştur. “Araplarda, İranlılarda, Yunanlılarda,
Romalılarda olduğu gibi kadın aşağı veya esir sayılmazdı. Kadın muhteremdi.
Kapalı değildi” (Atsız 2014: 28).
“Türk tarihi boyunca kadın, tabu olmadığı için erkeğin her türlü
faaliyetlerine iştirak ederdi. Türk destanlarında, efsanelerinde, hikâyelerinde,
avda, savaşta, ziyafetlerde, dinî, siyasi, insani, itikadi sahalarda erkeklerle
beraber olurdu. Türk kadının sosyal ve siyasi alanda oynadığı rol bakımından
erkeğiyle beraber omuz omuza mücadelesi tüm dünya kadınlarına da örnek teşkil
eder. Türklerde kadın bazen aile reisi, bazen de evinin direğidir. Erkeğin vefalı
arkadaşı olan kadın, her şeyden önce evlatlarının saygıdeğer anasıdır” (Aksoy
2017: 8).
Özellikle İslamiyet öncesi Türk toplumlarında kadın toplum yaşantısında en
önde yer almakla birlikte ülkenin hanı kadar kıymetli bir pozisyonda da
bulunmuştur. Öyle ki han sefere çıktığı dönemlerde ülke yönetimini eşine
bırakmış devlet işlerini eşlerinin yönetmesini memnuniyetle karşılamıştır.
İslamiyet öncesi Türk toplumları Batılı toplumlar tarafından medeniyetten uzak
gibi anlatılsa da İslamiyet öncesinde yarı göçebe bir hayat yaşayan ve barbarlıkla
220
itham edilen Türklere nazaran “Türklerin çağdaşı topluluklar farklı derecelerde
de olsa çocukları arasında cinsiyet ayrımı yapmaktaydı. Hâl böyleyken Türkler
çocuklarına farklı davranmazlar[dı]” (Tellioğlu 2016: 212). Diğer toplumlarda
olmayan birçok hukuki hakka sahip olan Türk kadınları İslamiyet öncesindeki
dönemlerde dahi mirastan pay alabildikleri gibi boşanma hakkına da sahip
olmuşlardır (Tellioğlu 2016: 214-215). “Sıradan ailelerde de ev, ortak olarak,
karıyla kocanın ikisine aitti. Çocuklar üzerindeki velilik hakkı baba kadar anaya
da aitti. Erkek her zaman karısına saygı gösterir; onu arabaya bindirerek,
kendisi arabanın arkasında yürürdü. Şövalyelik, eski Türklerde genel bir
karakter idi. Feminizm de, Türklerin en önemli ilkelerinden biri idi. Kadınlar
malları kullanma hakkına sahip oldukları gibi, dirliklere, zeametlere, haslara,
malikânelere de sahip olabilirlerdi” (Ziya Gökalp 2010: 129).
“Eski Türk aile hukukunda kadına önem verildiği görülmektedir. Kadın,
sadece ailenin malının ortağı değil, aynı zamanda kendi malının da
kullanıcısıdır. Koca, karısının baba evinden gelirken getirdiği çeyiz üzerinde
hiçbir hakka sahip değildir. Aile hukuku açısından, kadınlar şahsi mülkiyet
sahibidirler.
Kadına verilen
önem,
ceza
hukuku
uygulamalarında
da
görülmektedir. Kadına karşı işlenen suçlar ölümle cezalandırılmıştır. Hukuki
açıdan eski Türklerde ataerkil bir yapı görülmesine rağmen kadınların da söz
sahibi olduklarını görüyoruz” (Mandaloğlu 2016: 133).
Ayrıca İslamiyet öncesi Türk toplumlarında kadınlar da erkekler gibi ata
binip silah kuşanmış gerektiği yerde ülkenin savunulmasında erkekler kadar
katkıda bulunmuşlardır. “Eski Türklerde kadınlar, genellikle amazon idiler.
Binicilik, silahşörlük, kahramanlık, Türk erkekleri kadar, Türk kadınlarında da
vardı. Kadınlar, doğrudan doğruya, hükümdar, kale muhafızı, vali ve elçi
olabilirlerdi” (Ziya Gökalp 2010: 129). Bununla birlikte bu çalışmada yer alan
üç hükümdarın da kadına bakışında görüleceği üzere hanedanlar ülke
meselelerinde kadınların fikirlerini almaktan çekinmemiş birçok konuda eşlerinin
ve annelerinin sözlerini dinleyerek ülke yönetiminde kadınların da söz sahibi
olduğu bir düzen inşa etmiştir.
221
“Çinli tarihçilerin yazdıklarına bakılırsa Türklerde hükümdar eşleri devlet
meselelerinde görüşlerini açıktan beyan ederlerdi. Devlet teşkilatı içerisinde
hatun, kağandan sonra gelen en önemli güçlerden birisiydi. En önemli yasama
organı olan Meclis (toy) üyesi olan hatunlar hükümdara vekâlet edebilir, ordu
komutanlığı yapabilirdi” (Tellioğlu 2016: 217).
Türk tarihine damga vurmuş olan ve bu tezin konu aldığı Mete ve Attilâ
döneminde onların eşlerinin nüfuzu ile ilgili olarak devrin tarihçilerinin
anlattıkları da Türk toplumunun kadına bakışını gözler önüne sermektedir. Bu
konuda Türkiye Cumhuriyeti tarihçilerinden Prof. Dr. Afet İnan’ın Tarih
Boyunca Türk Kadının Hak ve Görevleri isimli eserinde verdiği bilgiler dikkate
değerdir. Çinli ve Romalı tarihçilerin anlattıklarından yola çıkarak Afet İnan,
Hun Türklerinin kadına bakışıyla ilgili şu bilgiyi nakleder:
“Asya ve Avrupa Hunlarının kadın hayatı ve toplumdaki rolü iki türlü ele
alınabilir. Biri Orta Asya’nın geniş bozkır ve yaylarında devlet kurmuş Hun
topluluklarının, Çinlilerle olan tarihî ilişkileri, diğeri ise kuzeyden batıya yönelen
ve akın eden Hun’ların Bizans, Batı Roma ve Fransa içlerine kadar uzanan ve
buradaki kavimlerle olan bağlantılarıdır.
Bu geniş ülkelerdeki Hunlara ait bilgiler, kadının da erkeği ile beraber aynı
iş ve hakka sahip olduğunu belirtmektedir” (1975: 26).
Çin kaynaklarının yazdığına göre Mete eşi Yençi’nin isteğiyle Çin’e yaptığı
saldırıyı sonlandırmış ve İmparator’un ülkesine geri dönmesine izin vermiştir. Bu
durum da İslamiyet öncesinde Türk hatunlarının siyasi kararların alınmasında ne
kadar etkin olduğunu gösteren önemli örneklerden birisidir.
“Türk hatunlarının siyasi konumu ile ilgili olarak Çin kaynakları dışında en
çarpıcı örnek Avrupa Hun Hükümdarı Attila’nın eşi Arıkan Hatun’a aittir.
Bizans elçisi Priskos’un Attila’ya yaptığı elçilik sırasında Avrupa Hunları
hakkında önemli bilgiler veren Priskos, onları dünyaya tanıtan en önemli kaynak
konumundadır. Attila’dan sıradan bir Hun askerine kadar pek çok farklı kesit
sunarak Hunların kim olduğunu Avrupalılara tasvir eden Priskos, onların
gelenekleri hakkında da çok kıymetli bilgiler verir. Onun yazdıkları sayesinde
Orta Asya’daki geleneklerin bir şekilde Avrupa’da da devam ettirildiği görülür.
222
Çin kaynaklarının Mete’nin hanımı Yençi hakkında yazdıklarının bir benzerini
Priskos da Attila’nın eşi Arıkan Hatun hakkında yazar. Hun hükümdarını
sarayında ziyaret eden Bizans elçisi Arıkan Hatun’u kendi sarayında ayrıca
ziyaret eder. Attila Roma heyetini maiyetiyle birlikte kabul ederken Arıkan Hatun
da Priskos’u yanında hizmetinde olan memurlar ve hizmetkârlar ile birlikte
kabul etmişti. Bu merasim hatunun statüsünü gösterme anlamında önemlidir.
Arıkan Hatun’a getirdiği hediyeleri sunan Priskos, ertesi gün Han’ın eşi
tarafından yemeğe çağırılarak onurlandırılacaktır” (Tellioğlu 2016: 219).
“Ayrıca Attilâ’nın her sefer dönüşü, halk tarafından karşılanırken Hun
kızları, Hun sanatkârlarının yazıp besteledikleri şiirleri söylerlerdi. Savaş ve
zafer şarkılarının Hunlar’da pek rağbette olduğu kaydedilmiştir” (İnan 1975:
26).
Görüldüğü üzere Attila’ya da Mete’ye de Türk toplumun kadına bakışı
sirayet etmiştir. Bu iki hükümdarla birlikte Cengiz Han’ın eşi Börte’ye olan
tutkusu ve ona verdiği değer ve devleti yönetirken sık sık onun fikirlerine
müracaat etmesi de kendisinden önce gelen hükümdarların bağlı olduğu
geleneğin devam etmiş olduğunu gösterir. Ayrıca bu çalışmaya konu olan üç
hükümdar arasından Mete’nin yer yer eski Türklerin kadına bakışından sapma
yaşadığı da görülür. Onun bazı uygulamaları eski Türklerin kadına yaklaştıkları
eşitlikçi yapıdan ve hukuki çerçeveden uzaktır.
Örneğin “Kadının toplum
içindeki rolünü anlatanlar, Mete Han’ın kurduğu orduda askerlerini disiplin
altına alması örneği verilirken ıslık çıkaran okunu attıklarından birinin de
hanımı olduğunu vurgulamazlar. Aynı şekilde Türklerde vatan sevgisinin
temelleri ile ilgili olarak örnek verilen hadisede Tunguzlarla savaşmamak için
eşini onlara yollamasından sonra ‘o benim malımdı’ diyen Mete Han’ın bu sözü
görmezlikten gelinir” (Tellioğlu 2016: 215).
Yukarıdaki örneklerden de anlaşılacağı üzere bu üç hükümdarın kadına
bakışı arasında farklılıklar olduğu gibi ortak noktalar da vardır. Bu bakımdan ele
alınan eserler içerisinde Mete, Attilâ ve Cengiz’in aile ve kadına bakışının nasıl
ele alındığı hususu, tarihî süreçte Türklerin kadına bakışının, incelenen
romanlarda nasıl işlendiğini görmek bakımından da önemli veriler sunacaktır. Ek
223
olarak bu üç imparatorun hayatında yer alan kadınların Türk toplumunda
oynadıkları rolün tespiti açısından ve Türk toplumunun kadına bakış açısını
görmek bakımından da bu tema önem arz etmektedir. Bu arada incelenen
romanlar içerisinde bu üç hükümdarın kadın ve aileye bakış açısı ele alınırken
söylenmesi gereken önemli hususlardan birisi de çalışmaya konu olmuş olan
eserlerin tamamının erkek yazarlar tarafından yazılmış olmasıdır. Burada konu
kadınlar olduğundan dolayı kadın yazarların bu hükümdarların hayatlarını ele
almayışı gibi bir eksikliği de belirmek gerekmektedir. Bu tarihî şahsiyetleri ve
tarihî konuları ele alan ve kurmaca eserler hâline getiren yazarlar arasında kadın
yazarlar bulunmayışı sadece erkek bakış açısıyla oluşturulmuş bir külliyat ortaya
çıkarmıştır. Bu bakımdan incelenen romanlar doğrultusunda bir kadın hassasiyeti
ve duyarlılığı eksikliğinin bu çalışmada hissedildiği de belirtilmelidir.
Bu üç hükümdarın kadına bakışlarıyla birlikte aileye bakışları da ele
alınacaktır. Kadın ailenin sarsılmaz bir unsuru olduğundan dolayı kadınsız bir
aile düşünülemez bu bakımdan aileyi oluşturan yapının temelinde kadın ve erkek
vardır. Bundan dolayı eski Türklerin kadına bakışlarındaki tutum aileye
bakışlarına da yansımıştır.
Eski Türklerde aileye oğuş deniliyordu ve “Türklerde aile kan akrabalığı
esasına dayanıyordu. Aile ‘pederi’, tipte, yani çeşitli topluluklarda gördüğümüz
sulta (zor, cebir)’ya dayanan (pederşahi) değil, velayet (dost, yardımcı) esasında
‘baba hukukunun’ hâkim olduğu bir sistemde idi. Aile içerisinde evlenerek ayrı
bir ev kuran oğullar arasında en küçük oğlan, babasının evinde kalır ve baba
ocağını devam ettirirdi. Türklerde dıştan evlenme (exogamie) esastı. Eski Türk
cemiyetinde umumiyetle tek zevcelik (monogamie) görülür. Türklerde ölen
kardeşin dul kalan zevcesi ile veya çocuksuz üvey anne ile evlenme şekli
(leviratus) mevcuttu. Üvey anne ile yapılan evlenmelerde oğullar kendilerinin
doğumundan sonra babası tarafından alınan kadınlarla evlenebilirlerdi.
Türklerde leviratus’un gayesi, dul kalan kadınları himaye ve onların hayatını
teminat altına almak ve kadın aileden ayrıldığı takdirde kendi malını alıp
gideceği için aile mülkünün parçalanmasını önlemekti. Eski Türk ailesi ‘Geniş
aile’ şeklinde değil, ‘Küçük aile’ tipinde idi” (Donuk 1981: 162-163).
224
Eski Türklerin aile ilişkileri ve aile içerisinde kadının bulduğu değer ve
kadının hukuki hakları kendi dönemlerinde yerleşik olarak yaşayan ve daha
medeni olarak kabul edilen toplumlara göre daha ileri bir seviyedeydi. İşte bu
ileri seviye aile yapısının içerisinde büyümüş ve kişiliği şekillenmiş Mete, Attilâ
ve Cengiz’in aile ve kadına bakışı onları konu alan romanlarda şu şekilde izah
edilmiştir:
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Büyük Hun Hakanı Mete Han isimli eserinde
kadın konusunun ilk olarak Teoman Tanhu’nun eşi Yen-chih Hatun ile ortaya
konulduğu görülür. Yen-chih Hatun eserde Teoman’ın fikirlerine etki eden ve
onun aldığı kararlarda önemli rol oynayan bir karakter olarak ortaya çıkar. Her ne
kadar Yen-chih Hatun’un aldığı kararlar olumsuz olsa da Teoman Han’ın onun
sözünü dinliyor oluşu ve onun kararlarına saygı duyması Hunların Türk
geleneklerine uygun bir biçimde kadınlara verdiği değeri gözler önüne sermek
bakımından önemlidir. Bu eserde Hunların kadınlarının ayrıcalıklı olduğu
gösteren kısımlardan bir diğeri de Mete’nin eşi olacak Bögde Hatun’u bir koyun
sürüsüne çobanlık yaparken gördüğü kısımdır. “Bir anda duruldu Şad. Yaptığı
hatayı anladı. Hun töresinin kızlara ve hatunlara tanıdığı ayrıcalığı hatırladı”
(Terzioğlu 2016a: 316).
Eserde ayrıca Bögde Hatun’un da erkeklerle birlikte ava katıldığı görülür.
Bu durum Hun halkı arasında olağan bir durumdur; ancak Mete Han ilk kez eşini
bir sürek avına yanında götürmüştür. Mete Han bu av esnasında askerlerine
disipline
verdiği
önemi
göstermek
için
en
sevdiği
varlıktan
dahi
vazgeçebileceğini gösterir ve ıslık çalan okunu Bögde Hatun’a göndererek
askerlerinin de aynı eylemi yapmasını bekler. Eşine ok atmayan tüm erlerin
kellesini
itaatsizlik
yaptıkları
için
alarak
kalanlara
hayatları
boyunca
unutamayacakları bir ders verir. Bu eserde Mete Han’ın kadına bakışı her ne
kadar Hun törelerine göre eşitlikçi ve adil olsa da Mete Han için önce vatan ve
devlet meseleleri ön plana çıkmakta kadın onun için vazgeçebileceği bir varlık
olarak görülmektedir.
Hayrani İlgar’ın Mete Han isimli eserinde Mete Han’ın kadına değer
verdiği görülür. Ancak onun için önce vatan ve askerî disiplin sonra kadın
225
gelmektedir. Mete Han Çin’den kendisine Çinli prenses diye eş olarak
gönderilen; ancak aslında bir Türk prenses olan Gök Çiçek’i ülkesini savaşa
sokmamak için Tunguzlara rehin olarak verir. Ancak Tunguzlar bu istekleri
kabul edildiği hâlde bu sefer Mete’den işe yaramaz bir toprak parçasını isterler.
Tunguzların daha önceki iki isteğini kabul eden Mete son isteklerini kabul etmez
ve Tunguzlara savaş ilan eder. Bu savaş sonucunda eşini kurtarır. Daha sonra
eşini de yanına alarak Çin üzerine sefere çıkan Mete, Çin’i mağlup eder ve Çin
İmparatorunun yaşadığı şehri kuşatır. Bu esnada Gök Çiçek Mete’ye kuşatmadan
Çin İmparatorunun kaçmasına izin vermesini bunun menfaatlerine olacağını şu
şekilde ifade eder:
“İmparatorun kaçmasına göz yumulursa, arkasına takılmalıyız ve askerini
kovalayarak biraz daha hırpalamalıyız ve hepsine iyi bir gözdağı vermeliyiz...
Bu, imparatorun gözünü iyice korkutur, sana karşı gücünün yetmeyeceği
kafasına iyice yerleşir. Bu imparator için tam bir yenilgidir” (İlgar 2013: 146).
Mete Han, Gök Çiçek’in söylediklerinde haklı olduğunu düşünür ve onun dediği
gibi Çin İmparatoru’nun kaçmasına göz yumar. Mete kendisine verdiği tavsiyeler
sebebiyle Gökçiçek’i yanında getirdiğine sevinir. Bu eserde Mete Han’ın eşinin
sözüne değer veren çok ciddi devlet meselelerinde bile eşinin söylediği
tavsiyelere uyan bir lider olduğu görülür. Bu durum aynı zamanda Türklerin
kadına verdikleri değerin ve önemin gözler önüne serildiği kısımlardan birisidir.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Mete Han’ın da Mete Han’ın Yüeçi
topraklarında rehin olarak kalırken Yanzhi isimli bir Çinli sevgilisi olduğu
görülür. Mete Han ülkesine geri döndükten ve Yinçü ile evlendikten sonra
Yanzhi Mete Han’ın yanına gelir. Mete Han, Yanzhi’ye ayrı bir çadır açarak
onun, kendi halkıyla birlikte yaşamasına müsaade eder. Bu arada Yinçü,
Teoman’ın eşi olan teyzesinin isteğiyle Mete Han’ı zehirlemeye kalkar; ancak
Mete Han Yinçü’yü öldürmez ve bağışlar. Mete Han kadınlara karşı hassas bir
karakter gösterse de çok sevdiği Yanzhi’yi gelecekteki planlarını uygulayabilmek
adına feda etmekten çekinmez.
“Mete yine ok atma hedef belirleme adını verdiği oyunu yeniden
başlatmıştı. Mete’nin güzel ve becerikli sevgilisi Yanzhi, çamaşırları yeniden
226
toplamaya başlayınca Mete’nin attığı ok, tam kalbine gelip yerleşti. Ardından
oklar yağmur gibi yağdı ve onun güzel, alımlı bedeninde yerlerini aldı” (Erdoğan
2018: 164). Mete Han’ın askerlerini disipline edebilmek için uyguladığı acımasız
oyun her ne kadar kendi kalbini yaralasa da en sevdiği varlıklara dahi vatan
uğrunda yapacaklarını gerçekleştirmek için kıyabileceğini göstermek bakımından
önemlidir. Mete Han, söz konusu vatan olunca en sevdiği varlıklardan dahi
vazgeçebilecek karakterde bir liderdir. Onun için önce vatan sonra kendi
gelmektedir. Bu bakımdan Thung-hular kendisinden eşi Yinçü’yü istediklerinde
eşini onlara gönderir; ancak daha sonra Thung-hular toprak istediğinde onlara
savaş ilan eder ve bu savaş sonunda eşi Yinçü’yü de geri alır. Mete Han,
Yinçü’nün hamile olduğunu görür ve ülkesine döndükten sonra Yinçü ile
çadırlarını ayırır.
“İçinde tuhaf bir sızı vardı. Nedeni gayet açıktı. Thung-hu lideri karısını
istediği zaman itirazsız vermiş, karısının hamile kalacağını hesaplamamıştı.
Belki de öyle bir durumu düşünmek bile istememişti. Bazen işler, farklı
boyutlarda gelişiyordu. Bu da öyle olmuştur” (Erdoğan 2018: 224). Bu eserde
Mete Han, kadınlara karşı hassas ve duyarlı bir karakterdir; ancak o, yaptığı
eylemleri kadın ve erkek ayırmadan yapmaktadır. Mete ihriraslarından arınmış
bir liderdir ve onun için önce vatan sonra diğer şeyler gelmektedir. Bu eserde
özetle Mete, vatan uğrunda en sevdiği varlıklardan sevgilisinden eşinden dahi
vazgeçebilmeyi göze almış bir karakter olarak okurun karşısına çıkmıştır.
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Mete Han’ında kadın temasının Yenişi
karakteri üzerinden işlendiği görülür. Mete Han’ın üvey annesi olan Yenişi
Teoman’a sözünü geçiren onun fikirlerini etkileyen Çin’in çıkarları için çalışan
fitneci bir karakter olarak ortaya çıkar. Yenişi’nin Mete’nin ortadan kaldırılması
için Teomanın aklını çeldiği kısım romanda şu şekilde tezahür etmektedir:
“Teoman, bir an, sadece bir an için düşündü Yenişi’nin bu sözlerini, Acaba feda
edilen Yenişi’nin kendi oğlu olsa yine bu sözleri söyler miydi? Yoksa kendi
evladını korumak için adeta yırtıcı bir kaplana mı dönerdi? Aklından bir anlığına
geçen bu düşünceleri kovdu Teoman Han. Biricik karısına yakıştıramadı bu
düşüncelerini. Yenişi mutlaka doğru söylüyor olmalıydı. Zira Çin Sarayı’nda
227
yetişmiş, Çin siyasetini öğrenerek büyümüştü. Bir anlamda, bin yıllık bir
tecrübenin kucağında büyümüştü” (Efe 2018b: 45).
Yenişi’nin oyunuyla Yüeçilere rehin olarak gönderilen Mete kendisine
kurulan tuzağın farkına varır ve bu tuzaktan kurtulmanın çarelerini düşünür:
“Artık iyice emin oldum. Atam beni ölmem için gönderdi buraya. Yenişi denilen o
şeytanın oyununa gelip o büyük fitneye inandı ve bana düşman kesildi” (Efe
2018b: 61).
Yenişi’nin asıl planının kendi oğlunu varis yapmak ve Hun ülkesini
parçalamak olduğunu anlayan Mete Han, Yüeçilerin elinden kurtulur ve üvey
annesinin ve onun aklına giden babasının planlarını suya düşürür. Bu romanda
Yenişi örneği üzerinden de görülmektedir ki Hun hükümdarları eşlerine değer
veren ve onların sözlerini dinleyen kişilerdir. Bu durum da Türklerin kadına
gösterdikleri saygının ve kadının toplum içerisinde erkekler kadar söz sahibi
olduğunun delilidir. Hun Türklerinde kadınlar erkekler gibi saygın, devlet
işlerinde söz sahibi ve sosyal statüleri yüksek bireylerdir. Ancak bu eserde Yenişi
karakteri üzerinden kadının bu gücü olumsuz olarak kullanmasına yönelik bir
örnek vardır. Yenişi karakteri Türklerden ve Teomandan nefret eden ve asıl
amacı Türkleri Çin’e karşı tehdit olmaktan çıkarmak olan bir hain olarak
görülmektedir (Efe 2018b: 72-73). Diğer Mete Han romanlarından farklı olarak
bu eserde Mete Han’ın aşk hayatına yer verilmemiş, Mete Han’ın oğlunun
doğduğu kısım haricinde Mete’nin eşinden hiç bahsedilmemiştir. Özetle bu
eserde yazarın Mete Han’ın aşk hayatına hiç değinmediği, Mete Han’ı askerî
karakteriyle ve devlet adamlığıyla ön plana çıkardığı görülür.
Peyami Safa’nın Attilâ’sında olayların merkezinde Atttila’nın aşk hayatı
vardır. Bu romanda entrika Attilâ’nın kadınlarla olan ilişkisi üzerinden
sağlanmıştır. Attilâ okurun karşısına tam bir aşk adamı olarak çıkar. Eserde Attilâ
ve onun hayatında önemli yer etmiş olan üç kadın üzerinden Attilâ’nın kadınlara
bakış açısı gözler önüne serilmiştir. Peyami Safa “Attilâ Romanını İzah Eden
Başlangıç” kısmında Attilâ’dan ve onun kadınlara bakışından şu şekilde
bahseder:
228
“ ‘Attila’ vahşi değildi, zira kalbi vardı. ‘Attila’ kalpsiz değildi; zira
muazzam bir aşkı vardı. ‘Attila’ sevdi, çok sevdi; ‘Attila’ pembe-beyaz tenli,
nazik elli ve incebelli bir medeniden çok daha fazla kadınları sevmesini ve
anlamasını bilirdi. Attila romanında, maceradan maceraya atılan bu kahramanın
aşkları da okunacaktır.
‘Gereka’, ‘İldiko’ ve ‘Onorya’! İşte ‘Attila’nın kalbinde en büyük emellerin
ve kudretlerin hem halikı, hem de mahlûku olan üç kadın.
‘Attila’ bir medeniden fazla kadınları sevmesini ve anlamasını bilirdi.
Harblerin dâima ön safında giden ve yüz bin ok arasında ölmeyen, ölmek
bilmeyen, ölemeyen lâyemut ‘Attila’ bir kadının batırdığı zehirli dikiş iğnesiyle
öldü. ‘Attila’ bir kadın tarafından öldürülmüştü. Hayır, ‘Attila’ bir kadın
tarafından öldürülmeğe râzı olmuştur, çünkü ‘Attila’ bir medeniden fazla
kadınları sevmesini ve anlamasını bilirdi” (Safa 2015: 7-8).
Peyami Safa eserinde Attilâ’yı romantik ve tam bir aşk adamı olarak
kaleme almıştır. Attilâ bu eserde aşk adamı olmasıyla doğru orantılı olarak
kadınlara karşı kibar, nazik ve bir o kadar da anlayışlıdır. Onların tavsiyelerini
dinleyip yeri geldiğinde onların sözlerine itimat ederek hareket etmiştir. Bununla
birlikte bu eserde Attilâ’nın eşlerini ve sevgililerini devlet meselelerine
karıştırmadığı görülür. Bu durum her ne kadar eski Türk gelenekleri ile ve
Attilâ’nın gerçek tarihî kimliği ile pek örtüşmese de yazarın muhayyilesinde
oluşturduğu Attilâ karakteri bu yönde teşekkül etmiştir.
Attilâ’nın eşi Kerka’nın Onorya’yı kıskanması ve Onorya ile onu
birbirinden uzaklaştırmak için yaptığı girişimler eserdeki ana entrikalardan birisi
olmuştur. “Kerka, kraliçe olsa da devlet işlerine pek karışmaz. Kerka’nın şahsen
siyasete merakı yoktur ve Atilâ da kadınların devlet işlerinde söz sahibi olmaları
taraftarı değildir” ( Erdoğan 2011: 183).
“Dünyanın her tarafında kraliçe denilen mahlûk, ancak kralın dişisi olmak
itibarıyla bir mevki sahibiydi ve devlet işlerinde hiçbir reyi olmamalıydı? Nerede
kadınlar yüksek işlere karıştırılmışsa orada millî felaketler baş göstermişti. Hem
zavallı Kerka da millî mes’eleler de rey sahibi değildi, hatta şahsi olarak bile,
229
alaka göstermezdi. Çünkü herhangi bir fikrini söylemek bile Attilâ’nın zekâsına
bir tecavüz demek olurdu” (Safa 2015: 240-241).
Kraliçe Kerka, Onor’ya ile Attilâ’yı ayırmayı başaramaz; ancak Attilâ
Roma seferi sırasında iken Onor’ya ülkesine geri döner. Bu arada Kraliçe Kerka
da hastalanarak ölür. Attilâ Avgusta şehrinden geçerken Frank ve Burgont kanı
taşıyan İldiko isimli kıza âşık olur ve onu haremine alır. Bu kızla evlenir ve
düğün gecesinde onunla birlikteyken hayatını kaybeder. Peyami Safa’nın bu
eseri tam anlamıyla Attilâ ve onun hayatındaki kadınlar üzerine yazılmış bir
romandır. Attilâ’nın hayatına yüzlerce kadın girmiş; ancak onun hep ilk tercihi
Kerka olmuştu. Peyami Safa’nın bu eserinde kadınlar Attilâ’nın peşinden koşan
ve ona âşık olarak onun karizmatik kişiliğinin büyüsüne kapılan ve
kıskançlıklarıyla Attilâ’yı paylaşamayan bir düzleme oturtulmuşlardır.
“Ben kudretimin bir kısmını seninle paylaşabilirim, fakat hepsini sana
veremem. Bana emredebileceğini zannetmen de gösteriyor ki, bugün maneviyatın
fenadır. O kadın buraya gelecektir. Benim onu nasıl karşılayacağımı görmek için
onun buraya gelmesini istemelisin. Hem de Hunlar misafirperverdirler, kimseyi
topraklarından kovamazlar” (Safa 2015: 252).
Bununla birlikte Attilâ’nın İldiko’ya söylediklerinden yola çıkarak
Attilâ’nın güç paylaşımı konusunda kraliçelerine karşı çok da anlayışsız olmadığı
söylenebilir. Bu eserde kadın ruhundan anlayan; ancak kendi otoritesinin de
sarılmasına izin vermeyen kudretli bir lider olarak kadınlarla ilişkisini yürütür.
Muharrem Eryılmaz’ın Büyük Hun Hükümdarı Attilâ isimli eserinde
Attilâ’nın eşi Kerka’nın Doğu Romalı elçilere verdiği ziyafet eski Türklerin
eşlerinin ellerinde bulundurduğu gücü göstermek bakımından dikkate değer bir
sahnedir. Kerka’nın bu kısımda diplomatik ilişkilerde söz sahibi olduğu ve
Attilâ’nın ülke yönetiminde eşine de söz hakkı verdiği çok rahatlıkla söylenebilir.
“Gerçi görüşmelerimiz ilerlemiyordu, fakat hoşça vakit geçiriyorduk. Bize,
Hun milletinin asilleri, bakanları, kraliçeleri, her gün ziyafet çekiyorlardı.
Doğrusu bu barbarlar, şen şakrak ve çok hoş eğlence arkadaşlarıdır. İçkiye fazla
dayanıklı olmadığımızı söylememize rağmen, bizi çok içmeye mecbur ediyorlar.
230
Hatta geçen gün Kraliçe Kerka’nın ziyafetinde hazır bulunduğumuz sırada,
kendimizi tutamayarak fazlaca içtik” (Eryılmaz 2013: 182).
Bu eserde Attilâ’nın karşısına çıkan bir diğer kadın karakteri de
Honoria’dır. Attilâ Batı Roma Prensesi olan bu kadının kendisine gönderdiği
nişan teklifine temkinli yaklaşır. Bu kısımda Honoria üzerinden Attilâ’nın
kadınlara bakış açısı şu şekilde ifade edilmiştir:
“Honoria’nın az çok mecnun olduğunu ve bu rezilce evlenme teklifinin
hasta ve gayrimeşru bir cinsiyet hevesinden ileri geldiğini anlatmadı! Belki
kadıncağızın aklı ve sinirleri yerinde idi. Ancak Roma’da dolaşan rivayetler onu
azgın bir deli gibi gösteriyordu. İhtimal ki Honoria, Attila hakkında yapılan
korkunç tasvirlerle cinsiyet ihtirasları alevlenmiş ve insanlığın üstünde garip bir
şahsiyet gibi görünen bu yabancı hükümdara karşı gönlünde derin bir sevda
uyanmış, hayal ve macera seven bir kadındı. Bu kadın, ailesinin ve bütün Roma
sarayının riyakârlığı, korkaklığı, ahmaklığı karşısında son derece üzüntüye
düşmüş bir insan da olabilirdi. Belki, meşin çadırlar altında göçebe hayatını ve
Attila’nın aşkını Roma’nın bütün zevklerine tercih ediyordu. Bu hareketten
şüphelenen Attila, bunun bir tuzak yahut kibarca alay olmasından endişelendi.
Asya hükümdarlarının, bazen rakiplerini ortadan kaldırmak için zehirli
yüzüklerini kullandıklarını biliyordu. Tedbir olarak yüzüğü parmağına
geçirmeyerek küçük bir sandığa koydu. Kendisiyle eğlenilmiş olduğundan
şüphelendiği için mektuba cevap vermedi. Attila’nın çok karısı vardı. Birçoğu
kral kızları, prensesler olmak üzere eşlerinin sayısı yüze ulaşmıştı. Aynı
zamanda, Attila, Honoria’nın çirkin bir şey olmasından korktuğu gibi, arsızca
teslim olan kadınlardan da hiç hoşlanmazdı” (Eryılmaz 2013: 98-99).
Attilâ’nın hayatında yer eden bir diğer önemli kadın da İldiko’dur.
Attilâ’nın İldiko’ya bakışı bu eserde şu şekilde ele alınmıştır:
“Kızın güzelliği, Hakan’ı çok heyecanlandırmış, Attilâ, onunla evlenme
arzusu duymuştu. Başkente geldiği gün, Hun milleti sevinç içinde, Hakan’ın
düğününe hazırlandı. Hunlar, bu evliliği hayra yoruyorlardı. Yeni eşine karşı
büyük bir aşk duyan Attila, yaşlılığını, gafletini, olayların gidişatı karşısında
cesaretinin kırıldığını unutuyordu” (Eryılmaz 2013: 345).
231
Muharrem Eryılmaz’ın çizdiği Attilâ profilinde Attilâ’nın yer yer tutkulu
bir âşık yer yer iyi bir eş zaman zaman da kadınlara karşı şüpheci bir karakterde
olduğu görülmektedir.
İbrahim Karahan’ın Galya Fatihi Atilla isimli eserinde Kerka karakterinin
yerini Alarik’in kızı Arıkan’ın aldığı görülür.
“Yaşlılar Meclisi toplanarak önemli bir karar almıştı. Buna göre Hunların
saygı duyduğu büyüklerinden olan Alarik’in dillere destan güzellikteki kızı
Arıkan’ın Attila ile evlendirilmesine karar verilmişti. Attila da çocukluğundan
itibaren tanıdığı beyaz tenli, siyah gözlü kızdan hoşlanıyordu. Yaşlılar Meclisi bu
büyük aşkı yakından bildikleri için evlendirme kararını kolayca uygulamaya
geçirebileceklerine inanmışlardı” (Karahan 2014: 159).
Bu eserde Attilâ bir savaş esiri olan Kerka ile değil Hun büyüklerinden
birisinin kızı olan Arıkan ile evlenir. Bu kıza çocukluğundan beri âşık olan Attilâ
bu evlilik teklifini memnuniyetle kabul eder ve Attilâ’nın Arıkan ile evliliği Hun
geleneklerine göre yapılır.
“Evlenen Atilla olgunlaşmış; İlek, Dengizek ve İrnek adında üç evlat sahibi
olarak yüce babalık duygusunu doyasıya yaşıyordu” (Karahan 2014: 165).
Attilâ’nın kendisinden sonra ülkeyi yönetecek olan varisleri bu evlilikten
dünyaya gelir. Ayrıca Attilâ’nın eşi Arıkan sadece Attilâ’nın âşık olduğu
çocuklarının annesi değil Hun İmparatorluğu’nun dış politikasında söz sahibi
olan bir han eşidir.
“Attila’nın yüzü gülmüyordu. İçini kemiren garip bir duygu vardı. Ancak
bir türlü anlamını çıkaramamıştı. Hun İmparatorluğu’nun dış politikasında söz
sahibi olan eşi Arıkan bile buna bir anlam veremiyordu” (Karahan 2014: 234).
Arıkan sadece devlet meselelerinde eşine destek olmakla kalmaz onun aynı
zamanda en yakın sırdaşı ve dert ortağıdır da. Attilâ’nın sıkıntısını anlayan
Arıkan derdinin ne olduğunu Attilâ’ya sorar ve onun canının Ales’in kılıcını
bulamadığı için sıkkın olduğunu öğrenir ve bu sorunu çözmek için Attilâ’ya
Büyücü Bilgizeg’e başvurabileceğini söyler. Attilâ eşinin bu tavsiyesine çok
sevinir ve onun yardımı sayesinde Ales’in kılıcını bulur.
232
İbrahim Karahan’ın eserinde diğer eserlerden farklı olarak Honoria ve
İldiko aynı kişiymiş gibi tasvir edilmiş ve tarihte yaşamış iki ayrı kişi tek bir
karakterin bünyesinde birleştirilmiştir. Prenses İldiko Honoria, Attilâ’ya sarayda
maruz kaldığı baskı sebebiyle evlenmek için bir mektup ve yüzük gönderir.
Attilâ Honoria’nın bu
teklifini kabul etmesinin Roma’yı savaşmadan
alabilmesine imkân tanıyacağını düşünerek eşi Arıkan ile konuştuktan sonra
kabul eder.
“Hun İmparatorluğu’nun dışişlerini yönlendiren eşi Arıkan ile de bu hususu
tartışmış ve görüşünü almıştı. İlk başta Attila’nın evlilik fikrine şiddetle karşı
çıkan kadın, bu evlilikle birlikte devletin gücünün artacağını ve verimli topraklar
kazanacağını düşününce süngüsünü indirmişti. Devletin varlığı uğruna kocasını
kendisinden genç ve güzel bir kadınla paylaşmaya razı gelmişti” (Karahan 2014:
262).
İbrahim Karahan’ın eserinde Attilâ eşiyle istişare eden, devleti eşi ile
birlikte yöneten ve eşine bağlı bir karakter olarak varlık bulur. Honoria ile sadece
siyasi
gerekçeler
sebebiyle
evlenmek
ister;
ancak
Roma
İmparatoru
Valentinianus Attilâ’nın bu hamlesini görür ve kardeşini Vali Guessen ile
evlendirir. Attilâ bunun üzerine Roma’ya savaş açar ve Roma komutanı Aetius’a
karşı büyük bir üstünlük sağlar. Roma ve Kilise Attilla’nın kuşatması ile zor
durumda kaldığı için Papa I. Leo Honoria’yı da yanına alarak Attilâ’ya
kuşatmayı kaldırması için anlaşma yapmaya gider. Attilâ Papa I. Leo ile
anlaşmayı kabul eder. Roma’yı bağışlar; ancak Honoria’yı ganimet olarak
beraberinde götürür. Honoria Papa’nın kendisine söylediği gibi Attilâ’yı gerdek
gecesinde zehirler ve Attilâ elli sekiz yaşında ikinci evliliğini yaptığı gece ölür.
Özetle bu eserde Attilâ’nın hayatında iki kadın vardır. Bunlardan birisi sevdiği,
çocuklarının annesi ve eşi olan Arıkan bir diğeri de Roma tahtının varislerinden
Honoria’dır. Bu eserde Attilâ’nın Arıkan ile olan ilişkisi onun kadınlara bakış
açısının açık bir biçimde ne doğrultuda olduğunu gözler önüne serer. O,
atalarının da yaptığı gibi eşine üstünlük kurmamış eşini ülke yönetimine dâhil
etmiş ve onu tutkuyla sevmiştir.
233
Hüseyin Adıgüzel’in Başbuğ Attila isimli eserinde Attilâ ve arkadaşı
Gleserich Roma esaretinden kurtulduktan sonra bir Hun kabilesine konuk olurlar.
Konuk oldukları kabilede Attilâ Erikan isimli kıza ilk görüşte âşık olur. Gleserich
Attilâ’nın bu kıza karşı olan ilgisine şaşırır. Rehinelik günlerinden beri tanıdığı
Attilâ’nın yabancı kızlarla pek ilgilenmediğini ve onlarla konuşmadığına birebir
şahit olmuştur. Attilâ ile bu kız üzerine konuşurlar Attilâ bu kızla evlenmek
istediğini söyler. Gleserich’in tavsiyesiyle kızla daha sonra evlenmek için
ailesinden izin almayı uygun görürler.
“Sabah Attila Erikan’ın babası ile konuştu. Erikan’ı istedi. Verdiler. Üç
hafta sonra toy yapmak üzere anlaştılar. Gün orta üzeri Erikan geldi.
Vedalaştılar. Attila o anda Erikan’ın gözlerinde beliren iki damla yaşı ömrünün
sonuna kadar hiç unutamayacak ve Erikan’ı ölene kadar ilk kadını olarak daima
sevecekti” (Adıgüzel 2015: 54).
Attilâ ve Erikan kararlaştırıldığı gibi Türk geleneklerine uygun olarak
evlenirler. Erikan ve Attilâ’nın bir oğulları olur adını İlek koyarlar. Attilâ Doğu
Roma Seferinden döndükten sonra Erikan ona bir şölen hazırlamıştır.
“Attila meşhur kahkahalarından birini attı, biraz ötesinde, atlarının
üzerinde bekleyen beylere döndü;
-Akşam burada şölen ver, hepiniz Erikan’ın davetlisisiniz, diye bağırdı.
Beyler bir sevinç narası attılar;
-Yaşasın Erikan” (Adıgüzel 2015: 252). Attila bu eserde eşini çok sever ve
onunla ilgilenir. Kendisi seferdeyken ülkede işleri Erikan yürütür. Çobanın
bulduğu efsanevi kılıcı Erikan teslim alır ve kocası gelince ona takdim ettirir.
“Nöbetçiler bu zamansız misafiri durdurdular. Ne istediğini sordular.
Hakanı görmek istediğini söyledi. Hakan akında idi. Yerine bakanı sordu.
Hanımı Erikan cevabını alınca, onu mutlaka görmesi gerektiğini söyledi”
(Adıgüzel 2015: 230).
Bu eserde Attilâ’nın eski Türk geleneklerine uygun hareket ettiği ve eşine
yaklaşım tarzının atalarınınki ile aynı olduğu görülür. Eşini önemseyen ona değer
veren ve tutkuyla bağlı olan bir Attilâ vardır. Aynı zamanda eşine ülke
234
yönetimini de emanet etmiştir. Attilâ, bu eşini çok sevmesine rağmen ülkesinin
geleceği için Ostrogor Kralı Odakır’ın kızı İdelkon ile de evlenmeyi kabul eder.
“Attila, Erikan’ın üzerine ikinci defa evlenecekti. Erikan, bu evliliğe nasıl
bakacak ve bu evliliği nasıl karşılayacaktı. Bilmiyordu, ama onun üzülmesini
asla istemiyordu. O, tek sevgilisi, tek kadını, çocuklarının anasıydı. Ona derin
saygı ve sevgi besliyordu. Gece Erikan ile konuşmaya karar verdi” (Adıgüzel
2015: 266).
Attilâ eşi ile konuşur ve bu evliliği tamamen siyasi sebeplerle yaptığını
söyler. “Eğer Attila olmasaydım, hiç kimseye yan bakmaz, ikinci evlilik asla
yapmazdım” (Adıgüzel 2015: 267) der. Attilâ’nın hayatında yer eden bir diğer
isim de Batı Roma İmparatoru’nun kız kardeşi Honoria’dır. Attilâ, yine siyasi
gerekçelerle Honoria’nın kendisiyle yapmak istediği evlilik teklifini kabul eder.
Batı Roma İmparatorluğu Attilâ’nın evlilik talebine karşılık Honoria’nın kayıp
olduğunu
Doğu
Roma’ya
kaçtığını
bu
yüzden
çeyiz
talebini
karşılayamayacaklarını söyler. İstediği mazereti bulan Attilâ Batı Roma üzerine
sefere çıkar. Attilâ, ömrünün sonlarına yaklaştığı sırada Germen kabilelerinden
birisinin başçısının teklifiyle onun kızı İdelko ile evlenir. Attilâ düğünün
ardından sabaha karşı gerdek odasında kanlar içerisinde ölü olarak bulunur.
Genel olarak bu eserde Attilâ’nın kadınlara karşı saygılı ve sevgi dolu olduğu
onlara eşitlikçi yaklaştığı görülür. Ayrıca Attilâ düzenli bir aile hayatının
olmasına birçok evlilik yapmış olmasına rağmen özen gösterir.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Attila Tanrının Kırbacı isimli eserinde
Attilâ’nın hayatına ilk giren kadın Kâhin kızdır. Attilâ’ya âşık olan bu kız Attilâ
ile Bleda’nın düellosunda Attilâ’ya yardım ederken hayatını kaybeder. Attilâ taç
giyme töreni sırasında düzenlenen bir seferde kendisine eş olarak aldığı Nakara
isimli kızı görür ve onu ne kadar sevdiğini yeniden anlar. Abisi Bleda’nın
Attilâ’nın elinden aldığı bu kız Attilâ’yı sever, bu yüzden Nakara Bleda ile hiçbir
şey yaşamaz.
“Nakara, halkın arasında kirli bir yüz, yıkanmadan geçen zamanın
saçlarında biriken kiriyle ve tamamıyla umutsuz bir hâlde hunlara kral olan o
adamın kendisini sevdiğini bile aklından çıkararak, yalnızca uzaktan seyrederek
235
de olsa, özlemini gidererek bakıyordu ona. Nakara’nın o masum bakışı, ilk
gördüğü andaki gibi ilgisini çekti Attila’nın. Ne kadar kirli de olsa o kızıl saçları
unutması asla mümkün değildi. O, onun sevgisine sahip olabilmek için gerekirse
krallıktan bile vazgeçebilirdi” (Erdoğan 2016a: 86).
Attilâ günlerce süren törenden sonra Nakara ile evlenir. Attilâ’nın Nakara
ile olan mutluluğu çok uzun sürmez. Nakara Attilâ’nın çocuğunu dünyaya
getirirken ölür. Nakara’nın ölümü Attilâ’yı çok fazla üzer. Attilâ günlerce eşi
Nakara’nın mezarına giderek ağlar. Attilâ Nakara’dan sonra Aetius’un Attilâ’yı
zehirlemesi için tuttuğu İldiko isimli Nakara’ya çok benzeyen kıza âşık olur.
“Attila hemen hemen tüm zamanını İldiko ile geçirmeye çalışıyordu.
Nakara aklına geldiğinde, İldiko’yu da erkenden kaybetmek istemediğini ve bu
nedenle onunla olabildiği kadar fazla zaman geçirmeye çalışıyordu. Attila,
İldiko’ya sırılsıklam âşık olmuştu geçen zaman içinde” (Erdoğan 2016a: 133).
Attilâ İldiko’ya âşık olduktan sonra Romalı nişanlısı Honoria’yı unutur ve
İldiko ile evlenir. İldiko da Attilâ’ya âşık olur ve Aetius ile hazıladığı planı
uygumaktan vazgeçer. Attilâ’yı o öldürmez; ancak Attilâ kendi eceliyle gerdek
gecesi ölür. İldiko’nun Attilâ’yı öldürdüğünü düşünen Oreste, kılıcını İldiko’ya
saplayarak suçsuz kızın canını alır. Bu eserde Attilâ’nın tam bir aşk adamı
olduğu kadınlara çok değer verdiği ve aşkı için her şeyi yapabilecek bir karakter
olduğu görülür. Attilâ, tam anlamıyla bir aşk adamıdır.
Hasan Erdem’in Attila’nın Kalkanı isimli eserinde kadın karakter olarak
okurun karşısına ilk çıkan karakter Sungur isimli kürk tüccarının eşi Aybike’dir.
Aybike, Türk kadınlarının sahip olduğu savaşçılık vasfına sahiptir ve evine
saldıran saldırganlardan birisini öldürerek oğlu Ottigin’in kurtulmasını sağlar.
Eserde okurun karşısına çıkan bir diğer kadın karakter Prenses Honoria’dır. Bu
eserde bu karakterin yolu Attilâ ile değil onun kumandanlarından Suptar ile
kesişir. Honoria abisinin adamlarından kaçarken Suptar’a rastlar ve onun
yardımıyla Doğu Roma topraklarına ulaşabilir.
“Büyüleyici bir güzelliği olan kadını hiç sözünü kesmeden dinleyen Suptar,
genç kadının yaşadıklarını öğrenince üzülmüştü. Yüzünde acıma dolu bir ifade
beliren dev Hunlunun durgunlaştığını gören Honoria, zarif adımlarla ilerledi ve
236
Suptar’ın karşısına çömeldi. Görüntüsünden dolayı duygusuz, taştan bir adam
sandığı Suptar’ın hüzünlü kahverengi gözlerine zümrüt yeşili gözlerini dikti”
(Erdem 2017: 95). Bu eserde Attilâ’nın eserin başkahramanı olmaması sebebiyle
Suptar’ın kadına bakışını değerlendireceğiz. Suptar Türk töresine uygun olarak
ihtiyaç sahibi insanlara yardım eden güçlü bir savaşçıdır. Kadınlara karşı nazik
anlayışlı birisi olan Suptar hiçbir menfaat beklemeksizin Honoria’a yardım eder.
Kendi canı pahasına Honoria’yı koruyan Suptar tam bir centilmendir.
Hasan Erdem’in Atilla’nın Kargısı isimli eserinde ilk eserde olduğu gibi
kadın teması Honoria karakteri üzerinden işlenir. İlk kitapta Suptar’ın abisinden
kaçmasına yardım ettiği Honoria, Konstantinapolis’e yerleşmiştir. Suptar onun
yanına geldiği sıralarda Honoria Batı Roma’ya istemediği bir evliliği yapmak
üzere dönmek üzeredir. Bu arada Honoria, Suptar’a Attilâ ile evlenmek istediğini
o yüzden Attilâ’ya ulaştırması için bir mektup ve nişan yüzüğü vereceğini söyler.
Honoria’nın Suptar ile konuştuğu bu kısımda Attilâ ile ilgili bahisleri Attilâ’nın
kadına bakışını gözler önüne seren kısımlardandır: “Kendime eş olarak Attila’yı
seçtim. Onu seçtim çünkü uluslara boyun eğdiren kralların kralı olan Attila,
zalim kardeşime karşı yeryüzünde beni himaye edebilecek tek insandır.
Kendisiyle hiç tanışmadım; ama yıllar önce sizin bana onunla ilgili
anlattıklarınızdan fethettiği topraklarda yaşayan sivil halklara, kiliselere ve
manastırlara bir zarar vermediğini elime geçen resmi evraklardan da okuyunca
onun iyi bir insan, adil bir hükümdar olduğuna ikna oldum. Hun Kağanı Atilla
benim teklifimi kabul eder ve benimle evlenirse Batı Roma İmparatorluğu’nun
yarısına zahmetsizce sahip olabilir” (Erdem 2018: 132-133). Honoria’nın
Attilâ’yı tanımadan onunla evlenmek istemesi Attilâ’nın şöhretinin boyutlarını
gözler önüne serdiği gibi kadınlar üzerindeki intibasını da göstermek bakımından
dikkate değerdir. Eserde kadın temesının işlendiği bir diğer kısımda Hun casusu
Ardabur’un kızı Aylu’nun anlatıldığı kısımdır. Aylu eski Türk kadının
özelliklerine sahiptir. At binip kılıç kuşanan bir kızdır. Romanda bu kısım şu
şekilde anlatılır: “Aylu bakışlarını yakalayınca yanakları kıpkırmızı olan Ottigin
başını önüne eğdi ve utancın verdiği sıkıntıdan kurtulmak için ‘Atınızın üstünde
usta bir binici gibi oturuyorsunuz. Daha önce hiç ata bindiniz mi’ diye sordu.(…)
Aylu, ‘Benim babamın acunun en iyi at terbiyecisi olduğunu bilmiyor musunuz?
237
Böyle bir babanın kızı hiç atlardan uzak durabilir mi? At binmenin dışında
babam gibi ben de vahşi atlara boyun eğdirmeyi bilirim’ dedi. Yüreği kıpır kıpır
olan Ottigin, genç kızın iyi bir süvari olduğunu öğrenince sevinmişti. Ottigin,
‘Hun kadınları gibi kılıç ve kargı da kullanabiliyor musunuz?’ diye sorunca,
Aylu’nun uzun kirpiklerinin altındaki güzel gözleri gururla parladı.
Elbette kullanabiliyorum. Hun diyarına vardığımızda sizinle atlarımızı
yarıştırmak, kılıçlarımızı çarpıştırmak isterim” (Erdem 2018: 235). Görüldüğü
üzere Romanda Türk kadının özellikleri Aylu karakteri ile başarılı bir şekilde
yansıtılmıştır. Eski dönmelerde Türk kadının statüsünü ve erkeklerle eşit
olduğunu göstermek bakımından Aylu karakteri önemli bir örnektir. Aylu savaşçı
Türk kadın tipinin güzel bir örneği olarak romanda yer almıştır.
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Attila isimli eseri Attilâ ile ilgili yazılmış
eserler içerisinde onun aşk hayatını konu almayan tek eserdir. Bu eserde kadın
konusu yok denecek kadar az işlenmiştir. Sadece bu eserin sonlarına doğru
Attilâ’nın dillere destan olmuş olan Nakata ile aşkına değinilmiştir. “Bizans
seferi sırasında tanımıştı Nakata’yı. Fethedilen bir Bizans şehrinde Hun
ordusuna esir düşen Bizanslı ahalinin arasında bulunan bu güzel kız, daha ilk
görüşte Attila’nın kalbini çalmıştır. Attila ise, bir esir olmasına rağmen ona
kalbini açmış ve onu esaretten, katunluğa yükseltmişti. Sıradan bir esirken,
dünyanın en güçlü hükümdarının eşi olmuştu Nakata. Attila’yı tüm kalbiyle
sevmiş ve onun oğlunu doğururken hayata gözlerini yummuştu. İşte o günden
beridir yüreği yanıyordu Attila’nın. Yangın yerine dönen yüreğini seferlerle ve
zaferlerle avutmak istiyor, bunun için de Batı Roma’ya diş biliyordu” (Efe
2018a: 196-197). Eserdeki bu kısımda da görüldüğü üzere Attilâ, Nakata’ya çok
değer verir ve onun sosyal statüsünü umursamaz. Ayrıca eserde Attilâ’nın yaptığı
seferler bile onun eşinin kaybına duyduğu üzüntüye bağlanmıştır. Bu eserde çok
az bir kısımda olsa da Attilâ’nın ne kadar büyük bir aşk adamı olduğunu görmek
mümkündür. Romalılar da Attilâ’nın bu Nakata zaafından faydalanmak suretiyle
Nakata’ya ikizi kadar benzeyen bir kız bularak Attilâ’nın sempatisini kazanmayı
hedeflemişlerdi. Onların bu planı işe yaramıştı ve Attilâ Roma’nın bağışlanma
isteğini kabul etmişti. Ancak bu kız Attilâ’nın sonu olmuştu. “Neticede evlendi
Attila. Evlenirken, gözlerinde biriken yaşlar, Nakata için yüreğine akıyordu.
238
Evet, sadece Nakata’yı yanında hissetmek için evlenmişti vu kızla ama biliyordu
ki, Nakata onu uçmakta bekliyordu. Nihayetinde de kavuştu Nakata’sına. Hem de
Nakata’nın, daha doğrusu ona çok benzeyen Romalı kızın sayesinde…
Zira evlendikleri gece Attila’yı sırtından hançerledi Romalı kız” (Efe
2018a: 204). Özetle bu eserde Attilâ, daha çok askerî ve idari yönüyle ön plana
çıkarılmış olsa da eserin son kısmında onun kadına bakışını ve kadına verdiği
değeri görmek mümkündür. Onun kadına bakışı bir bakıma Türklerin kadına
verdiği değeri gözler önüne sermek bakımından dikkate değerdir.
Okay Tiryakioğlu’nun Avrupa’yı dize Getiren Türk Attila isimli eserinde
Attilâ’nın eşi Greka’ya karşı duyduğu yoğun aşk işlenmiştir. Attilâ, Greka ile
kendisini tedavi ederken tanışmış ve onunla evlenmiştir. Eserin bu kısmında Türk
kadınlarının sosyla hayatın içerisinde aktif bir biçimde var oldukları görülmekle
birlikte Attilâ’nın hiçbir sosyal statüsü olmamasına rağmen Greka ile evlenmesi
önemli bir noktadır. Attilâ arenaya gladyatör dövüşü yapmak için çıkacağı ilk
gün ölüp ölmeyeceğini bilmediği için hücresinin duvarına kendi kanıyla
Greka’ya duyduğu aşkı içeren şu satırları yazar:
“Hayaletler var civarımda Greka. Kapkara mezarları boşalınca zamanın,
içlerinden fışkıran hayaletler… Ah hatıran, ne çok benzer sonları unutulmuş
masallara… Uzaklarda kalmış, sakınmış renklerini. Unutmam, unutamam hiç…
Düş perdemde, sana her gün can verir hayallerim. Ama bazen bir yağmur yağar,
bin yılların çamurunu yıkar. Gökler, kan kokulu maziyi kusar. Düşünürüm o
zaman, seni, beni, çocuğumuzu, yani bizi… Hatıralar için, biraz ateş, biraz sıcak
çorba ve kuru bir yer ararım. Sonra dişlerim gıcırdar uykumda Greka, kalbim
gıcırdar…” (Tiryakioğlu 2018: 65).
Attilâ’nın eşi Greka’ya karşı duyduğu aşk o kadar güçlüdür ki Attilâ,
Greka’nın ölümünden yıllar sonra bile eski eşini unutamamış sürekli olarak onu
yâd etmiştir. Eserde Attilâ’nın Greka’ya duyduğu yoğun aşk işlenmişken Türk
kadınlarının sosyal statüsü ile ilgili, eserde ciddi bilgiler verilmemiştir. Attilâ
Greka’dan sonra siyasi bir tercih neticesinde Roma Prensesi Horia ile
evlenmiştir. Honoria ile yaptığı evlilikten bir yıl sonra da Safaviler üzerine
düzenleyeceği saldırının tatbikadından dönerken Greka’ya çok benzeyen İldiko
239
isimli bir Germen kız görmüş ve eski eşini hatırlattığı için onunla evlenmiştir.
Daha sonra da o kızın elinden içtiği zehirli kadehle hayatını kaybetmiştir. Bu
eserde özetle Attilâ, romantik bir aşk adamı olarak ele alınmış, Attilâ’nın kadına
karşı duyduğu hassasiyet incelikli bir şekilde işlenmiş ve Attilâ’nın Greka’ya
olan aşkı da kahramanlıkları gibi ölümsüzleştirilmiştir.
Turhan Tan’ın (Mehmet Samih Fethi) romanı Cengiz Han Bozkırların Mavi
İmparatoru’nda Cengiz Han Börta’nın üzerine Göncü isimli Nayman Hatunu’nu
kendisine âşık ederek kocasından çalmak suretiyle kuma getirir. Bu hatun ,
Cengiz ile Çin’i fethederse birlikte olacağını söyler. Cengiz Han bu teklifi kabul
eder. Bu arada Merkitlerin elinde esir bulunan Börta’da kurtularak Cengiz’e geri
döner. Börta hamiledir ve Cengiz çocuğun kendisinden olmadığını bildiği hâlde
Börta’yı kabul eder. Ancak Börta ile çadırını ayırır. Cengiz’in annesi de Munglik
ile yasak bir aşk yaşamaktadır. Cengiz, bunu da öğrenir ve annesini de affettiğini
söyler. Cengiz, Göncü’nün eşi Köşlük Han ile savaşırken yaralanır ve tedavi
olmak için sığındığı köyde Işık adında bir güzelle birlikte olur. Bu kızın diğer
sevgilisi de Köşlük Han’dır. Cengiz yaraları iyileşince bu sefer Köşlük Han ile
bu kız yüzünden kavga eder.
Eserde okurun karşısına çıkan bir diğer kadın da Cengiz’in Köşlük’ü
mağlup etmesine yardım eden Işık Hatun’un kardeşi Uğurtay’dır. Bu kadınların
haricinde eserde ön plana çıkan diğer kadınlar Harzem sarayındaki Harzerm
Sultanın eşi Çiçek Hatun ve anneleri Türkan Hatun’dur. Bu iki hatun da hilekâr
düzenbaz ve yozlaşmıştır. Türkan Hatun kendi oğlunu öldürmeyi düşününen bir
kadındır. Bu eserde kadınların geneli entrikacı kurnaz ve iffetsiz olarak
anlatılmıştır.
Cengiz kendi çevresindeki kadınların yaptıkları yanlışları bağışlayacak
kadar yüce gönüllü bir handır. Cengiz’in kadına bakışı Türk geleneklerindeki
gibidir. O kadınlara saygı duyar ve onların hatalarını bağışlar. Buna karşın bu
eserde bilge kadın tiplerinden daha ziyade entrikacı kadın tipi ön plana
çıkarılmıştır. Yazarın kadınları yüceltmek yerine pek güvenilmez varlıklar olarak
ifade ettiği görülmektedir.
240
Cengiz Dağcı’nın Genç Temuçin isimli eserinde Cengiz Han’ın annesine
büyük saygı duyduğu, eşini çok sevdiği ve eşi esir düştüğünde eşini kurtarmak
için elinden gelen her şeyi yaptığı görülür. Cengiz Han, eşine saygılıdır ve devlet
işlerinde annesinin ve eşinin tavsiyelerine uymaktan çekinmez. Özetle o,
ailesindeki tüm kadınlara karşı saygılıdır. Börte, Merkitlere esir düştükten sonra
geriye hamile olarak döndüğü hâlde Cengiz eşini geri kabul eder ve onun
çocuğunu kendi çocuğu olarak kabul eder.
“Şimdi Temuçin’in yüzü savaşa girmeden önceki gibi gergindi. Bortay’ın
yüzüne bakarak konuştu:
-Sen gebesin, Bortay! Ama senin doğuracağın çocuğun kimden olduğunu
bilmiyorum ben. Altı ay Çilger’in çadırında yattın. Çocuğunu Burhan’da
doğurursun belki. Oğlan doğurursan adı Cuçi olacak. Anladın mı? Burhan’da
başka çocuklar doğurursan başka adlar veririz onlara. Ama karnındaki çocuk
oğlan doğarsa adı Cuçi olacak” (Dağcı 2016: 292). Cengiz Han, bu eserinde
bozkır kültürüne sahip milletlerin kadına duyduğu saygıya sahiptir. Moğollar da
Türkler gibi ailelerine değer veren ve onların haklarını gözeten bir ulustur.
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Gök Moğolların Başbuğu Cengiz Han isimli
eserinde kadın ve kadına verilen değerin ve ailenin öneminin belirgin olarak
işlendiği görülür. Yesügey Bahadır’ın eşi Helün İcün için kullanılan ifadeler
bunun en güzel örneklerinden birisidir:
“Helün İcün Hatun… Hem güzelliği, hem yeteneği, usu, becerisi dillere
destan olan bu kadının adı geçince dikkat kesilmek töre gibiydi. En az Yesügey
Bahadır kadar sözü geçerdi budun içinde” (Terzioğlu 2016c: 40). Moğollar da
Türkler gibi kadınlarına değer verirdi. Moğol kadınları eşleri ile birlikte ülke
yönetiminde söz sahibi olur; kılıç kuşanıp ata biner, değer görürdü. Cengiz
Han’ın eşi Börte’de annesi gibi saygı gören sözü dinlenen bir hatundur. “Elbette
en doğruyu en güzeli sen bilirsin erim, ancak ben derim ki atamın yurdundan
gelirken getirdiğim çeyizliklerimin arasında eşi olmayan güzellikte bir kara
samur kürk vardır. Çok değerlidir ve pek bulunmayan bir hayvan kürküdür.
Karayitlerin bu kürkü çok beğendiğini duymuştum. Onu alıp götürmen ve Tuğrul
Han’a armağan etmen nasıl olur?
241
Timuçin sevgi ile baktı Börte’ye, Tam bir bey hanımıydı. Ne zaman nasıl
müdahale etmesi, eriyle nasıl konuşması gerektiğini biliyordu. Asla buyurucu
davranmaz, söz oyunları ile gönül almayı becerirdi. Bu sefer de bir teklifte
bulunurken bile asıl söz sahibi olanın Timuçin olduğunu belli etmişti” (Terzioğlu
2016c: 159). Görüldüğü üzere Cengiz Han da eşinin tavsiyelerini dinler ve ona
büyük bir saygı besler.
A. Hakan Bayrakçı’nın Bozkırın Oğlu Cengiz Han isimli romanında Cengiz
Han’ın annesinin sözünü dinleyen ve onun sözüne değer veren bir lider olduğu
görülür. “Toya katılanların birer tulum kımız içtikleri ve iyice sarhoş oldukları
bir sırada Hogelun anne, oğul Temuçin’in yanına sokulup kulağına eğildi.
- Oğul, içkiden sarhoş ol, ama gördüklerinden ötürü olma! Temuçin’in
yanakları kızarmıştı içkiden. İlk kez gönül rahatlığıyla içiyordu.
-Ne demek bu annem?
-Buradaki Noyanlar, bağadırlar ve dışarıdaki adamları, aileleri bütün
Moğolların yarısı bile değiller. Ayrıca sen onların hanı da değilsin. Üstelik seni
han ilan etseler bile inanma! Ancak savaş zamanı dinleyeceklerdir seni. Barış
zamanı bildiklerini okuyacaklardır. Bu hâller seni sarhoş etmesin! Onu
söylüyorum.
Temuçin hiçbir uyarının, haklı da olsa farkına varacak durumda değildi,
sarhoştu. Gene de annesinin önemli sözler söylediğini kestirebiliyordu.
-Biliyorum anne, dedi gülümseyerek” (Bayraçı 2013: 230). Cengiz Han,
daha sonra annesinin tavsiyesi ile evlatlıklarının okuma yazma öğrenmesi için
öğretmen bulmaya karar verir. Annesinin sözünü dinleyen ve önemseyen bir
lider olan Cengiz Han, hayatındaki diğer kadınlara karşıda saygılıdır. Eşi
Börte’yi Merkitlerin elinden kurtardığında eşinin hamile olduğunu görmesine
rağmen eşini ve eşinin Merkitlerden olma ihtimali yüksek olan çocuğunu kabul
eder. Bu eserde Moğolların da Türkler gibi kadınlarına değer verdiği ve onlara
eşitlikçi davrandıkları görülür.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Cengiz Han isimli eserinde Cengiz Han’ın
kadınlara değer veren ve onların sözünü dinleyen bir lider olduğu görülür.
242
İslamiyet öncesi Türk toplumunda olduğu gibi Cengiz Han döneminde de kadın
erkek gibi eşit derecede saygınlığa sahiptir. Bunun en güzel örneklerinden birisi
Cengiz Han’ın eşi Börte’nin sözünü dinleyerek Kököçü’yle ilgili uyarılarını
dikkate almasıdır.
“Onun düşüncelerine saygı duymak zorundaydım. Bir kadının şüpheli
gördüğü ne varsa, bir erkeğin kesin emin olduğundan daha ilerideydi. Bizim
emin olduğumuz konularda bile ne yapacağımıza karar veremezken, kadınlar
şüpheli konularda bizden daha hamleci ve atılgan oluyorlardı.
Tamam, ben de altıncı hissime güvenirdim ama Börte’nin altıncı hissi
benimkine her zaman üstün gelirdi. Bundan hiç şüphem yoktu” (Erdoğan 2016b:
204). Cengiz Han kadınların fikirlerine değer veren bir liderdir. Moğollar için
aile önemlidir. Cengiz Han, annesi ve kardeşleriyle birlikte tüm zorlukların
üstesinden gelir.
Okay Tiyakioğlu’nun Cengiz Han Rüzgâr ve Ateş İmparatorluğu isimli
eserinde de Cengiz Han’ın kadınlara değer verdiği onların sözlerine itibar ettiği
görülür. Cengiz Han, Börte kendisine eş olarak seçildiğinde babasına Börte’nin
yaşının daha çok küçük olduğunu söyleyince Yesügey, Moğol kadınları
hakkındaki düşüncelerini söyler.
“Bu önemli değil, Börte üstün ve sözü geçen bir soydandır. Annesi ve dahi
büyük anneleri, erkeklerine iyi birer eş, çocuklarına da fedakâr anneler
olagelmiştir. Sıkıştığın meselelerde eşin sana bir danışman gibi hizmet edebilir.
Benim de annene danıştığım kimi meseleler olmuyor değil” (Tiryakioğlu 2016:
35). Görüldüğü üzere Moğollarda kadın önemli bir yere sahiptir ve devlet
yönetiminde dahi fikrine danışılacak kadar değer verilmektedir. Cengiz Han da
böyle bir liderdir. Cengiz Han hanlığının ve geleceğinin akıbetiyle ilgili olarak
annesinin tavsiyelerini alır ve daha sonra onunla Börte hakkında konuşur. Bu
doğrultuda Cengiz Han’ın annesi ile paylaştığı düşünceleri de onun kadına
bakışını gözler önüne serer:
“Börte genç anne, evet ama babamın ve bilhassa senin isabetli görüşleriniz
üzere son derece sabırlı ve güçlü biri… Yaşadığımız sürecin farkında… Ailesinin
tavrına da fena hâlde içerliyor. O gerçekten de benim için elinden gelen her şeyi
243
yapmaya çalışıyor anne. Henüz aklı bu karmaşaya bütünüyle ermese de insanlar
ve olaylar hakkında yaptığı kimi tespitler beni hayrete düşürüyor. İradesi ve
muhakeme yeteneği tartışılmaz…
‘O hâlde başına ne gelirse gelsin, dünyanın en talihli erkeklerinden birisin
sen yavrum. İyi bir kadının varsa dünyanın en zengin ve güçlü adamı sensin
demektir’” (Tiryakioğlu 2016: 85). Cengiz Han, düşmanlarına karşı her ne kadar
sert ve acımasız olsa da eşine, annesine karşı kibar ve naziktir. Oğullarını
önemsediği gibi kızlarına da değer verir. Ömrünün son demlerine yaklaştığında
oğullarına verdiği şu öğüt onun kadına bakışındaki inceliğin ve duyarlılığın zarif
bir örneğidir: “Aklınızı başınıza alın ve kız kardeşileriniz hususunda da anlayışlı
ve özverili olun! Her biri iyi ve asil birer Moğol klanının gelinidir. Hak ettikleri
saygıyı görmeliler ve soyları da daim el üstünde tutulmalı! Anneniz Börte’yle
ilgiliyse Gök Tanrı’nın gazabından korkun ve ona iyi bakın. Bir dediğini iki
ederseniz ellerim yakanızdadır, bilmiş olun!’” (Tiryakioğlu 2016: 426). Cengiz
Han ailesine bağlı kadınlar konusunda hassas ve ince fikirli bir liderdir. O
kadınlar konusunda derin bir hissiyata sahiptir ve İslamiyet öncesi Türklerin
kadına gösterdiği saygının onda da mevcut olduğu görülmektedir.
Bülent Bengisu’nun Savaşçıların Efendisi Cengiz Han romanında Cengiz
Han, kardeşi Kassar’ı Şaman Tebtengri’nin dolduruşuna gelerek cezalandıracağı
sırada annesi araya girer ve şu sözleri söyler: “Siz ikiniz bu göğüslerden süt
emdiniz. Cengiz Han senin birçok üstünlüklerin var. Ama Kassar, tek başına
yılmadan ok atmak hünerine sahipti ve adamlar sana karşı ayaklandıklarında
onları Kassar’ın okları yere serdi” (Bengisu 2016: 91). Cengiz Han, annesinin
bu sözleri üzerine “Anne seni böyle kızdırdığım için üzgünüm. Hiddetin beni
korkutuyor. Böyle davrandığım için şimdi utanıyorum” (Bengisusu 2016: 91) der.
Daha sonra Halun Hatun, iki kardeşi barıştırır. Ancak Tebtegri ortalığı
karıştırmaya devam eder ve bu sefer Cengiz’in diğer kardeşi Tumugu’ya sataşır.
Bu sefer durumdan haberdar olan Cengiz’in eşi Burte olaya müdahil olur ve
Cengiz’e:
“Sen
bütün
bunlara
nasıl
sessiz
kalabiliyorsun,
nasıl
dayanabiliyorsun?..” (Bengisu 2016: 92) der. Cengiz Han eşi Börte’nin sözleri
üzerine Şamanlara karşı saygı duymasına rağmen kardeşi Tumugu’ya
Tebtengri’yi nasıl isterse öyle öldürebileceğini söyler (Bengisu 2016: 92).
244
Görüldüğü üzere Cengiz Han çok dindar olmasına ve şamanlara karşı aşırı bir
saygı duymasına karşın annesinin ve eşinin sözüne itibar edecek kadar onlara
değer verir ve ailesinin yanında yer alır.
Coşkun Mutlu’nun Cengiz Han Bozkırın Hükümdarı isimli eserinde Cengiz
Han’ın kadına değer verdiği ailesindeki kadınların sözünü dinlediği görülür. Bu
eserde Cengiz Han’ın kadına karşı gösterdiği duyarlılık ilk olarak Merkitlere esir
düşen eşi Börte’yi kurtarmasıyla görülür. Cengiz Han, eşini kurtardığında eşinin
hamile olduğunu görür. Cengiz Han, aklında çocuğun kendisinden olduğuna dair
şüpheler olmasına karşın Börte’yi geri kabul eder. Eserde Cengiz’in ailesinin
kadınlarına verdiği asıl değer Şaman Tebtengri’nin kardeşleri ile arasını bozmaya
çalıştığı kısımda ortaya çıkar. “Börte’nin içten gelen ve yüreği delen sözleri
üzerine Han kendine geldi” (Mutlu 2019: 188). Cengiz Şaman Kököçü’nün
iftiralarına kanmaktan annesinin ve eşi Börte’nin sözüne itibar ederek kurtulur.
Bu örnekler de göstermektedir ki Cengiz Han, bu eserde de kadına karşı duyarlı
ve hassas bir yapıdadır.
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ı konu alan romanların hemen hepsinde bu
üç ismin kadına karşı duyarlı ve kadına değer veren isimler olarak ön plana
çıkarıldığı görülmüştür. İncelenen eserler içerisinde özellikle Attilâ ile ilgili olan
romanların büyük bir kısmında Attilâ’nın Kerka, Honoria ve İldiko isimli
kadınlarla olan muhabbetine vurgu yapılmıştır. Cengiz Han ile ilgili olan
romanlarda da Cengiz’in Börte ile olan ilişkisi ön plana çıkarılmıştır. Mete Han’ı
ele alan romanlarda ise Mete Han, bir iki eser dışında sevdiği kadınları ülkesinin
menfaatleri doğrultusunda feda eden bir lider olarak ele alınmıştır. Tüm bu
söylenilenlerin yanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han ile ilgili romanlarda bu
üç hükümdar kadına karşı hassas, kadının toplum içindeki konumuna saygılı ve
kadınların devlet yönetiminde söz sahibi olmasını gelenekleri doğrultusunda
kabul etmiş liderler olarak ön plana çıkartılmışlardır. İncelenen romanların büyük
bir kısmında Türk kadının toplumsal yaşam içerisinde erkekler kadar etkin, hak
ve özgürlükler konusunda birçok bakımdan erkeklerle eşit olarak ele alındıkları
tespit edilmiştir. Ayrıca eserlerin büyük bir kısmında üç hükümdarın hayatlarında
yer alan kadınlarla yaşadıkları tutkulu aşk hikâyeleri ile entrika unsuru
sağlanmıştır.
245
2.4. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Askerî
Karakterleri
Türkler tarihin her safhasında askerî yönleriyle ön plana çıkmıştır.
Türklerin en belirgin özelliği savaşçı bir toplum olmasıdır. Türk ismin anlamına
bakıldığında dahi Türklerin askerî yönü ön plana çıkar. Türk kelimesinin asıl
manası eski bir Türkçe vesikadan anlaşılmıştır: “‘Türk’ sözü cins isim olarak
‘güç-kuvvet’ sıfat hali ile ‘güçlü-kuvvetli’ manasına gelmektedir” (Çandarlıoğlu
2003: 10).
Türkler askerî karakterleriyle öylesine bütünleşmiş ve dünya tarihini bu
bakımdan
şekillendirmişlerdir.
Öyle
ki
Mete
Han’ın
kurduğu
ordu
teşkilatlanması günümüz dünyasında dahi kullanılmaya devam etmektedir.
Türklerin askerî dehası ve bu alandaki yetenekleri savaşlarda başarılı olmalarını
sağladığı gibi geçmişten günümüze savaş teknolojisi geliştirme konusunda da
onlara avantaj sağlamıştır. Ordu devlet bilinciyle yetiştirilen ve hemen her ferdi
bir asker olan Türkler, eski dönemlerde kurdukları imparatorlukları ve devletleri
de yine bir bakıma bu askerî başarılarına borçludur. Her bir Türk gencinin
doğuştan askerlik için hazırlanması ve bozkırın çetin şartlarında keskin birer
kılıca dönüşen iradeleri onların kendilerinden çok daha üstün olduğu düşünülen
askerleri yenmelerini, orduları dize getirmelerini sağlamıştır. Ayrıca Türklerin
askerlik kültürü toplumsal ve kültürel hayatın şekillenmesine de tesir etmiştir.
“Türk ordusunun toplumu ile bütünleşmesinde, şüphesiz ki Türk askerlik
kültürünün büyük katkısı olmaktadır. Türk askerlik kültürü, Türk kültürünün bir
bölümüm ve eseri olarak derin bir birikime dayanmaktadır. Türk askerlik kültürü
değişir ve gelişirken Türk kültürünün şekillenmesinde de katkıda bulunmuştur ve
bulunmaktadır. Askerlik kültürü, kültürün oluşmasında katkıda bulunduğu gibi,
oluşan kültür ortamından da etkilenir. Askerlik, genel kültüre kaynaklık eden
alanlardan birisidir. Askerliğin; toplumsal bilgi birikimimizde ve düşünce
yapımızda rolü ve katkısı olduğu değerlendirilmektedir. Türk tarihinin çok eski
çağlardan itibaren askerlik hizmeti ve yükümlülüğü, dinle karışmış bir inanış ve
gelenekle, bir ideal tülü altında hafifletilmiş ve mukaddes bir vazife haline
sokulmuştur” (Erendor 2018: 25).
246
Eski Türklerde din ve askerlik ilişkisi de çok önemlidir. İslamiyet
öncesinde Türklerin sahip oldukları inanç sistemi onların askerlik vasıflarını
yücelten ve teşvik eden bir yapıdaydı.
“Özellikle Şamanlıkta görülen pek çok inanış ve geleneğin; savaşı,
kahramanlığı, ölmeyi, öldürmeyi yücelttiği bilinmektedir. Şamanizm’e göre her
savaşçının öldürdüğü düşman o savaşçı öldükten sonra onun hizmetine
girmektedir. Bu yüzden Türklerin mezarları (Tu-cue) çevresine öldürdüğü
düşman sayısı kadar taş (Balbal) dikildiği ve savaşçıların ne kadar düşman
öldürmüşlerse o kadar kahramanlaştırıldıkları saptanmıştır. Böylece ölme ve
öldürme olgusu ki savaşın kaçınılmaz yasası, olağanlaşmış, önemsizleşmiş sanki
doğallaşmıştır.
Türklerde
ölüm
nerede
ise
gündelik
bir
olay
gibi
içleştirilmektedir” (Bozdemir 1982: 20-21).
Bu durum da onların bozkırın amansız savaşçılarına dönüşmelerinde ve
askerliği kutsal bir vazife olarak görmelerinde etkili olmuştur. Ayrıca ölümden
korkmayan yapıları, gözü karalıkları ve cesaretleri kendilerinden güçlü ordulara
karşı amansız savaşlar yürütmelerini sağlamıştır.
Kadın erkek demeden daha çocuk yaşlarda askerî eğitimden geçen Türkler,
bozkır
yaşantısının
getirdiği
zorlu
hayat
koşullarının
keskinleştirdiği
yetenekleriyle de fark yaratmışlardır. “Eski Türklerde bütün erkekler doğuştan
asker oldukları gibi, yeri geldiğinde kadınlar da usta birer savaşçıydılar”
(Erendor 2018: 46).
Sürekli savaşın içinde olan ve askerî eğitimle büyüyen bir milletin askerî
yeteneklerinin üst noktaya çıkması ve askerî birikimlerinin artması doğal bir
sonuçtur. Bu sonuç doğrultusunda da eski Türklerin askerî anlamda
kendilerinden sonra gelecek devletleri etkileyecek biçimde ordu teşkilatlanmaları
oluşturduğu ve savaş taktikleri geliştirdiği görülmektedir.
Türklerin askerî özellikleri ile ilgili değinilmesi gereken bir diğer husus da
ordu teşkilatlanmarıdır. Onların yaşadıkları çevrenin ve kültürlerinin etkisi
ordularının teşkilatlanmasının kendine has bir takım özellikler barındırmasına
sebep olmuştur. Türk savaş birlikleri ağır zırhlı ve silahlı piyade birliklerinin yanı
247
sıra at üzerinde ok kullanma kabiliyetine sahip hızlı manevra yapabilen hafif
zırhlı süvari birliklerine sahiplerdi.
Türklerin savaşlardaki en büyük yardımcıları Orta Asya steplerinin zorlu
koşullarına dayanıklı atları idi. Küçük yaşta at kullanmadaki kabiliyetlerini üst
noktaya çıkaran Türkler savaşlarda oluşturdukları atlı birlikler ile düşmanlarının
üzerine hızlı akınlar yapabiliyor onları şaşkınlığa uğratacak biçimde yıpratıcı vur
kaç taktiği uygulayabiliyordu. Onların manevra kabiliyeti yüksek atlı birlikleri
attıkları oklar ile düşman ordusunda ciddi zayiatlar verdirebiliyordu. Türkler ile
özdeşleşen ve daha sonra diğer devletlerin de örnek aldığı Turan taktiği gibi
taktikler ve uygulanan askerî stratejiler ile ordu yapısının mükemmel uyumu,
Türklerin askerî başarılarında rol sahibi oluyordu. Ayrıca “Türkler savaşa önce
düşmanın maneviyatını bozmakla başlıyorlardı. Bu konuda en çok başvurdukları
yöntem korkutma idi. Çünkü savaşın gidişi ve sonucu üzerinde korkunun çok
büyük etkisi vardı” (Erendor 2018: 51).
Düşmanı önce korkutarak psikolojik etki altına alan Türkler, daha sonra
düşmanlarına sahte akınlar düzenleyerek onların maneviyatlarını iyice alt üst
ediyor ve güçsüz düşen düşmanlarını pusuya düşürerek imha ediyorlardı.
Türklerin bu savaş biçimlerinde şüphesiz kendilerine sembol olarak seçtikleri
kurtların avlanma biçimlerinin büyük etkisi vardı. Doğayla iç içe yaşayan Türkler
bozkırın en güçlü yırtıcılarından olan kurtların uyguladıkları av taktiklerini,
düşmanlarını yenmek için başarıyla uygulamışlardı.
Mete, Attilâ ve Cengiz’in ordu teşkilatlanmaları, kurdukları askerî yapılar,
kullandıkları taktik ve stratejiler klasik Türk askerî dehasının en güzel örnekleri
arasındadır. Onların askerî teşkilatlanmaları ve kurdukları orduların yapısı
benzerlikler taşısa da her biri getirdikleri askerî yenilikler ile Türk askerî tarihine
ciddi katkılarda bulunmuştur. Onların askerî karakterleri üzerinden Türk askerî
tarihî üzerine okumalar yapmak mümkündür.
Türklerin askerî başarılarının altında yatan etkenler arasında yaşadıkları
coğrafyanın askerî yeteneklerini üst noktaya çıkarmakta etkili olması kadar,
inanç sistemleri ve kültürel değerlerinin ordu-millet anlayışıyla uyumlu olması da
yatmaktadır. Milletlerin yaşadıkları coğrafyalar, inançları ve kültürel özellikleri
248
yaşam biçimlerini etkileyebildiği gibi askerî karakterlerini de etkilemektedir. Bu
bakımdan Türklerin harp taktikleri de diğer milletlerinkinden bir takım
farklılıklar göstermektedir. Türklerde “ordular bu etkenlere ve teşkilat yapılarına
göre savaşlarda iki farklı tip üzerinde tertiplenmektedirler.
a. Phalanx Sistemi (Cephe, meydan savaşına dayalı ağır teçhizatlı yanaşık
nizam)
b. Bozkır Sistemi (Aldatma, pusu, sahte manevralar, doğadan azami
istifade)” (Erendor 2018: 40).
Türk ordularının kuruluş ve teşkilatlanma yapısına bakıldığında da Mete,
Atilla ve Cengiz’in kurduğu yapılanmanın ortaklıklar arz ettiği görülmektedir.
Bu bakımdan bu üç hükümdarın diğer birçok konuda olduğu gibi askerî alanda
da benzerlikler taşıdığı görülmektedir. Bu durum da onların başarılarının bir
tesadüf sonucu değil ortak bir birikim ve kültürel mirasın ürünü olduğunu
göstermektedir.
“Hunlardan bu yana Türklerde genellikle on binlik, binlik, yüzlük ve ellilik,
onluk kuruluş uygulanır[dı]. Bütün Türk Ordu birliklerinin bu sistem ile
teşkilatlandığını söylemek tam olarak doğru olmasa da çoğunluğu ifade etmesi
nedeniyle doğru kabul edilir. Farkat onluktan on binliğe kadar sıra ile bütün
bölünme uygulanmasa da sistem olarak onlu kuruluşun bütün Türk orduları
tarafından benimsendiği söylenebilir. (…)
Hunlarda, Mete’nin de, Atilla’nın da orduları 24 Tümendi” (Erendor 2018:
58). Hunlardan itibaren belgelerle takip edilebilen Türk askerî yapısının ve
taktiğinin kendilerinden sonra gelen devletlere de etki ettiği aşikârdır. Öyle ki
“Moğol taktiği, Hunlar’ın ve Gök Türk’lerin mükemmelleşmiş eski taktiği olup,
yerleşik kültürlerin sınırlarında akın ve bozkırda büyük av seferleri alışkanlığı ile
yoğrulmuş göçebelerin ezeli taktiğinden başka bir şey değildir” ( Erendol 2018:
135).
Bu çalışmaya konu olan Mete, Attilâ ve Cengiz Han’ın her şeyden önce iyi
birer asker ve ordu kumandanı olmaları ile Türk ve dünya askerî tarihine
sundukları katkılar böyle bir tematik başlık açılmasını gerekli kılmıştır. Ayrıca
çalışmada bahsi geçen üç hükümdarın da en belirgin özelliklerinden birisi askerî
249
dehâlarının devirlerinin çok üzerinde oluşudur. Tarih sahnesine adlarını
savaşlarda ordularının gösterdiği başarı ve kendilerinin taktiksel kabiliyetleri ile
altın harflerle kazıtan bu üç isim, bireysel anlamda da yetenekli savaşçılardır.
Türk ve Moğol geleneklerine göre yetişen bu üç ismin bir diğer ortak noktası da
askerî disiplinleri ve strateji uzmanı oluşlarıdır. Çalışmaya konu olan eserlerde
Mete, Attilâ ve Cengiz Han’ın askerî karakterleri ve komuta becerileri şu şekilde
ele alınmıştır:
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Büyük Hun Hakanı Mete Han isimli eserinde
Mete Han tam anlamıyla bir savaş dehası olarak ifade edilir. Aynı zamanda Mete
mütevazı bir komutandır ve askerleriyle birlikte savaşta en ön cephede yer aldığı
gibi askerleriyle birlikte aynı sofrada yemek yemekte benzer koşullarda
yaşamaktadır. Bu eserde Mete Han’ın ne kadar iyi bir asker olduğu Salık
karakterinin gözünden şu şekilde yansıtılmaktadır:
“Dönenlerin tamamı; ben de içlerinde, Şad’ım da, az ya da çok, yararlıydı.
Yaz sonunda ayrıldığımız Orhun’a, kışın sonunda döndük. Neredeyse iki mevsim
boyunca savaştık. Gelecekte Hun budunun gururla anacağı, anlatacağı günler
geçirdik. Eşi benzeri daha önce yaşanmamış, değişik bir kavga verdik. Duyanları
şaşkına çeviren bir savaştı. Bir savaş ustası olduğuna emin olduğum, Bahadır
Şad’ımızın usundaki savaş düzenini uygulamaya koyduğu, Hun ordusunu güçlü
ve yenilmez yapacak kurulumun denenmesiydi” (Terzioğlu 2016a: 153).
Mete Han Türk askeri yapılanmasının atası sayılabilecek olan isimdir ve
onun kurmuş olduğu askerî sistem ve uyguladığı savaş stratejileri kendisinden
sonra da binlerce yıl boyunca kullanılmaya devam etmiştir. Mete Han’ın ne kadar
büyük bir askerî deha olduğu Yüeçilerle giriştiği mücadelede de görülür:
“Bir savaş dâhisi olan Şad başımızda olmasaydı, bu savş daha zor olurdu
bizim için. Çünkü Yüeçiler bizden çok kalabalık bir ordu ile gelmişlerdi.
Kazanacaklarına da öyle emindiler ki. Bir de rehinleri vardı. Savaşı Şad’ın us
dolu yöntemi kazandırdı bize” (Terzioğlu 2016a: 253).
Bu eserde Türk askerlerinin askerî becerileri ve savaşlarda kullandıkları
yöntemler de gözler önüne serilir. Mete’nin askerleri sahte ricat taktiğini
250
başarıyla uygulayabildikleri gibi düşmandan kaçarken dahi atları üzerinde geriye
dönerek düşman askerlerine ok atabilmektedir (Terzioğlu 2016a: 252).
Bu eserde ayrıca Hun Türkleri savaşçı bir millet olarak ifade edilir. “Ordubudun olmamızın yansıması savaşçılık, tinimizde var. Tanrı bizi savaşalım diye
yarattı. O nedenle, bu kadar kolay, bu kadar çabuk öğrenilir savaşla ilgili
konular” (Terzioğlu 2016a: 291). Mete Han bu eserde tek tip bir Hun ordusu
kurmaya çalışır. Kendi emrinde görev alan birliği güçlü, disiplinli, hızlı ve serttir.
Mete Han, savaş stratejisi geliştirmek konusunda becerili olduğu gibi askerî
teknoloji geliştirmek konusunda da yeteneklidir. İcat ettiği ıslık çalan oklarıyla
askerlik sanatına önemli bir katkı sunar ve onun bu icadı savaşlarda ona büyük
bir üstünlük sağlar. Ayrıca Mete Han yüksek bir askerî displine sahiptir.
Askerlerini disipline edebilmek için en sevdiği atını eşini feda etmekten
çekinmez. Emirlerine koşulsuz şartsız itaat etmeyen askerlerini infaz ederek diğer
askerlerine askerî disiplin noktasında ne derece hassas olduğunu gösterir.
“Hun ordusunun bütün savaşçıları atlıdır. Çin ordusunda ya da başka
budunların ordularında olduğu gibi yay, arabalı savaşçı yoktur. İyi bir atlı
savaşçının, aynı zamanda iyi ok salması gerekir. Kartal Savaşçıları, bu işin
ustalarıdır. Benim de içinde bulunduğum bu seçme savaşçılar, atlarını dörtnal
sürerken, atlarının üzerinde inanılmaz hareketler yapabilirler. Her yana dönerek
ok salabilir ve attıklarını vurabilirler” (Terzioğlu 2016a: 402).
Bu eserde Mete Han’ın askerî dehasının gözler önüne serildiği kısımlardan
birisi de Çin ordusu ile savaşırken ordusunu atların rengine göre ayırdığı ve
böylelikle Çin ordusunun yaptığı kuşatmayı gece dahi yarmasını engellediği
kısımdır. Farklı renkte atların kolaylıkla düşman atları olduğunun anlaşılacağı bu
taktikle Mete, Çin ordusunu tam anlamıyla bir hezimete uğratır (Terzioğlu
2016a: 495). Görüldüğü üzere bu eserde Mete Han, sadece güçlü bir savaşçı değil
aynı zamanda zeki ve yetenekli bir ordu kumandanıdır. Askerî stratejileriyle ve
ordusunda yaptığı yeniliklerle devrinin en önemli askerî gücünü oluşturmuştur.
Hayrani İlgar’ın Mete Han isimli eserinde Mete Han, yenilikçi disiplinli ve
ordusu üzerinde büyük tesiri olan bir lider olarak ifade edilir. Mete’nin kurduğu
bin kişilik birliğin askerî becerileri üst düzeydedir. Bu durum eserde şu örnekle
251
ifade edilir: “Motun’un bin çerisi, çok uzağa dikilen bir mızrağa karşı atlarıyla
doludizgin koşmuşlar, tam mızrağın yanına gelince, bin atlı bir komutla aynı
anda ve yere çakılırcasına durmuşlar, sonra da aynı hızla geri dönmüşler ve yine
aynı hızla oradan uzaklaşmışlar…
(…)
Daha sonra, ok atma yarışlarında Motun’un çerileri hedefe dönük ve
durdukları yerde atış yapmışlar, tek fire vermemişerdi. Sonra da atlarının
üzerinde hedeften son suratla uzaklaşırken, aldıkları bir komutla, derhâl
vücutları ile geriye dönerek oklarını çekip bırakmışlar ve okların hepsi de hedefi
tam ortasından vurmuştu. Ayrıca, kılıç yarışlarında da bin çeriden tek bir tanesi
bile yenilmemişti.” (İlgar 2013: 15).
Mete’nin ordusunun başarısının altında yatan temel etken onun katı
disipliniydi. Mete’nin ordusundaki “her çeri, kendisine verilen emirleri eksiksiz
ve zamanında yapmak zorundaydı. Emirleri zamanında ve eksiksiz yerine
getirmeyenler için çok ağır cezalar verilir, emirleri dinlemeyenler ise ölümle
cezalandırılırdı” (İlgar 2013: 35). Mete Han, ordusu üzerinde koşulsuz şartsız bir
hâkimiyet kurmayı başarmış ve onların sonsuz sadakatini kazanmıştı. Mete
Han’ın emri her ne olursa olsun itaat etmeyin akıbeti, rütbe farkı gözetmeksizin
ölümdü. Onun bu katı disiplini Mete’nin giriştiği her mücadelen zaferle
ayrılmasında anahtar rol oynamıştı ve her fethettiği toprakla onun ne denli haklı
olduğunu göstermişti.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Mete Han isimli eserinde Mete Han’ın yüksek
bir askerî disipline sahip olduğu görülür. O, çok iyi bir ordu kumandanı ve askerî
taktisyen olarak betimlenmiştir. Ordusunu disipline edebilmek için onları zorlu
eğitimerden ve sadakat testlerinden geçirmiştir.
“Türkler, okla ve yayla eşleşmiş bir millet olduğundan, Mete’nin ok atma
oyunu, şimdi gerçek bir hayat oyununa dönüşecekti. Bunu gerçekleştirmek için,
kuracağı tuzağa düşülmemesi gerektiğini göreceklerdi. Askerler yetişmişti. Ne
yapacaklarını biliyorlardı ama Mete’nin ne yapacağını ve nasıl yapacağını
bilmiyorlardı” (Erdoğan 2018: 151).
252
Mete Han askerlerine emrine itaat etmelerini itaat etmezlerse kellelerini
alacağını söyler ve okunu atının üzerine fırlatır. Mete kendisi gibi atına ok
atmayan
askerlerinin
tamanını
infaz
ederek
hayatta kalan
askerlerine
unutamayacakları bir ders verir. Görüldüğü üzere Mete Han, disiplinli bir askerî
liderdir ve söz konusu emre itaat olduğunda gerisini teferruat olarak
göremektedir.
Bu eserde ayrıca Türklerin ok kullanmakta ve atlarıyla birlikte savaşmakta
ustalaşmış oldukları görülmektedir. Ayrıca Mete Han yenilikçi bir askerdir ve
savaşlarda kendisini rakiplerine karşı üstün kılacak yeni stratejiler ve teknolojiler
kullanmaktadır:
“Yüeçiler üzerine yürüyen Metehan’la savaşmak dağa çarpmak gibiydi.
Islıklı oklar yine devredeydi. Yüeçi askerleri on binlerce okun başlarının
üzerinden ıslık çalarak geçtiğini seyrettiler. Şaşkınlık ve panik içinde kalmışlardı.
Çok sayıda okun çıkardığı ses ıslık değildi tabii, kulakları sağır edecek
bambaşka bir sese dönüşmüştü. Kaçacak delik arayanlar, çıldıranlar ve ne
yapacaklarını bilemeyen şaşkın askerler sürüsü savaşın sonucunu tayin eden o
sesin kurbanı olmuşlardı” (Erdoğan 2018: 245).
Bu eserde özetle savaş sanatı konusunda kendisini geliştirmiş olan Mete
vardır. Mete Han, döneminde daha önce kullanılmamış olan ıslık çalan oklar
aracılığıyla düşmanlarını şaşırtıp savaşın yönünü tayin eden bir lider olarak
okurun karşısına çıkar. O, sadece bilek gücüyle değil askerî dehasıyla da
rakiplerini şaşkınlığa uğratan bir komutandır.
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan MeteHan’ında Mete Han, hem bireysel
anlamda iyi bir savaşçı hem de ordu kumandanlığı konusunda hünerli bir lider
olarak betimlenmiştir. Mete Han gibi Hun halkı da savaşçı özelliklere sahiptir.
Romanda Hunların askeri özellikleri şu şekilde anlatılmıştır:
“Kadın-erkek demeden, hep birlikte at binip kılıç kuşanıyorlar, yay gerip
mızrak savuruyorlar ve karşılarına çıkan herkesi kolaylıla eziyorlardı. Ordumillet anlayışıyla hareket ediyorlar, birbirlerine sımsıkı kenetleniyorlar ve
böylece adeta yenilmez oluyorlardı” (Efe 2018b: 28).
253
Çin İmparator’u Quin’in danışmanı Yu-Çeng’e Mete’nin nasıl birisi
olduğunu sorduğu kısımda Yu-Çeng, İmparator’a Mete’nin herkesin korktuğu bir
canavarı nasıl öldürdüğüyle ilgili bir hikâye anlattır. Daha sonra Mete’nin
liderliği hakkında fikirlerini beyan eder. Bunun üzerine İmparator Quin, Mete
Han’la ilgili şu ifadeleri kullanır:
“Karşımızdaki asla sıradan bir Türk savaşçısı değil. Bileği bükülmez, alt
edilemez bir adam… Dahası, babası Teoman’ın saflığından eser yok onda. Hem
siyaseti pekâlâ biliyor hem de tam bir harp dâhisi” (Efe 2018b: 148).
Mete Han’ın askerî karakteri sadece savaşlardaki başarısından ve iyi bir
kumandan olmasından ileri gelmememektedir. O, aynı zamanda çok iyi bir savaş
ustasıdır ve dünya tarihinde ilk defa onluk sistemi kullanarak düzenli ordular
kurmuş yenilikçi bir askerî liderdir. Onun yaptığı yenilikler sadece ordusunda
yeni bir sistem kurmakla sınırlı kalmamıştır. Özellikle yaylara çok düşkün
olduğu için yeni tarzda oklar üretmiştir. Bunlar içerisinde ise en önemli icadı
ıslık çalan ok olmuştur. Özeellikle bu okları kullanan askerlerini savaş
konusunda çok disiplinli ve katı bir şekilde eğitmiştir (Efe 2018b: 109).
Görüldüğü üzere Mete Han, sadece iyi bir ordu kumandanı değil, aynı zamanda
askerî teçhizat icat eden bir mucittir. Özetle Mete Han, bu eserde güçlü, bir o
kadar da zeki, düşmanlarına korku salan bir asker olarak betimlenmiştir.
Peyami Safa Attilâ isimli eserinde Attilâ’nın askerî dehasını ve strateji
uzmanlığı gözler önüne sermiştir. Attilâ, sadece savaşların sadece göğüs göğüse
çarpışmakla kazanılmayacağını bilmektedir. Ayrıca bu eserde Attilâ, itidalli ve
uygulayacağı stratejiyi son dakikaya kadar kimseye söylemeyen ketum bir
karakter olarak betimlenmiştir.
“Attilâ, bir taraftan dostane teminatının afyonuyla Roma imparatorunu
uyutmaya çalışırken, öte taraftan, Gol hükümdarı Teodorik’e de şöyle haber
gönderiyordu:
‘Maksadım,
Gol
arazisine
girerek
kurtarmaktır.’
(…)
254
sizi
Roma
boyunduruğundan
Her gece dehasıyla ördüğü muhayyirü’l-ukûl istiâ ağının yeni bir parçasını
daha tamamlıyordu.
Hiç kimse, hattâ başvekil bile, Attilâ’nın planlarını tahmin edemiyordu”
(Safa 2015: 118-119).
Ordusunun başında sefere çıkan Attilâ askerlerine uygulattığı stratejilerin
yanında düşman ordusunun içinde bulunduğu şartları ve çevre koşullarını da
kendi lehine kullanmayı çok iyi biliyordu. Peyami Safa’nın bu eserinde Attilâ’nın
askerlerine söylediği şu nutuk onun askerî karakterini ve taktiksel becerilerini
gözler önüne sermek bakımından dikkate değerdir:
“Hepimiz biliyoruz ki Romalılar’ın taşıdıkları silahlar kendilerine ne kadar
ağır geliyor. Demem ki onlara zahmet veren ilk yaradır, fakat toz toprak onlara
çok eziyet verir. Onlar, eski bir askerî itiyatla, kaplumbağa şeklinde kalkanlarını
sırtlayarak yüzükoyun eğildikleri ve gayri müteharrik bir yığın teşkil ettikleri
vakit aldırmayınız, yürüyünüz, çiğneyip geçiniz! Alan’lara atılınız, Vizigot’ları
parçalayınız, biz muhabere kuvvetlerinin teksif edildiği bir noktada kat’î bir zafer
kazanmaya mecburuz” (Safa 2015: 164).
Attilâ’nın bu eserde askerî dehasına, azmine, kararlılığına ve ordusunu
teşkilatlandırış biçiminin zaferlerindeki etkisine değininlmiştir. Attilâ’nın Akile
isimli alınmaz denilen şehri alışındaki kararlılığı ve şehri aldıktan sonraki
alicenaplığı gözler önüne serilmiştir. O, bu eserde ordusuna cesaret ve kuvvet
veren bir komutan olmakla birlikte bir strateji ve taktik uzmanı olarak da gözler
önüne serilmiştir. Karşılaştığı her yeni duruma karşı ordusunu baştan
şekillendirmiştir.
Muharrem Eryılmaz Büyük Hun Hükümdarı Attila isimli eserinde Hunların
savaşçılık özellikleri şu ifadelerle övülmektedir:
“Hunlar,
çok
defalar,
Roma
İmparatorları
hesabına,
Roma
İmparatorluğunu tehdit eden yabancı milletlere karşı silaha sarılmışlardı;
yardımları Roma generalleri tarafından çok takdir olunurdu; ok atkamkta,
düşmanı kementle felce uğratmaktaki maharetleri methedilirdi. At sırtında
dörtnala koşarken, birdenbire gözden kaybolurlardı. Bu suretle Hunların kaçtığı
255
zannedilirdi. Fakat onlar derhâl dönerek düşmanlarını oklarıyla perişan eder ve
gene çabuk geri çekiliyormuş gibi bir hileye başvururlardı.
Onları çocukluktan itibaren bu savaş taktiğine alıştırırlardı. Hatta daha
çok küçükken, ata binmek için, koyunlar üzerinde tecrübe ettirirler; küçücük
oklarla kuşlara ve farelere nişan almaya alıştırırlardı” (Eryılmaz 2013: 21).
Eserde de bahsedildiği üzere Hunların askerî kabiliyetleri üst düzeydeydi.
Bu durum Attilâ’nın askerî becerilerinin şekillenmesinde ve onun iyi bir komutan
olmasında etkili olmuştu. Ayrıca Attilâ’nın Roma’da aldığı eğitim de onun askerî
dehasının şekillenmesinde etkili olmuştu. Attilâ, atalarından gelen birçok özelliği
muhafaza etmekle birlikte ordusunun ihtiyaç duyduğu yenilikleri yapmakta da
geri durmamıştı.
“Savaş usulünün, Roma’nın ustalıklı, geleneksel, tecrübeye dayalı
manevraları karşısında çok sıradan ve kaba olduğunu uygulamalı olarak
görmüştü. Roma’nın savaş usulü, bir makine gibi bizzat işleyen ordunun intizamı
sayesinde, fazlaca bir değere sahip bulunmayan generallerin komutası altında
dahi başarı sağlamaya yeterli geliyordu. Attila takdir ediyordu ki, artık
göçebelerin savaş usulünü, asker sevki ve terbiye sistemini değiştirmek zamanı
gelmişti. Zafer kazanmak için o kadar çok kalabalık bir orduya ihtiyaç yoktu”
(Eryılmaz 2013: 293).
Bununla birlikte Attilâ, bu eserde başarılı bir devlet adamı ve komutan
olarak gösterilse de Romalı General Aetius’un askerî becerileri karşısında
yetersiz ve silik bir komutan olarak ifade edilmiştir. Aetius’un askerî becerileri
daha fazla ön plana çıkarılmış Attilâ’nın ise tuzak kurmakta ve entrika
yaratmakta başarılı olduğu ifade edilmiştir.
İbrahim Karahan’ın Galya Fatihi Atilla isimli eserinde Attilâ, ordusuna
cesaret veren gözü kara bir komutan olmakla birlikte savaş stratejisi hazırlamakta
ve taktik oluşturmada mahir bir savaşçı hükümdar olarak okurun karşısına çıkar.
“Attila, kelimeleri seçerek dikkatli cümleler kurarak yapacakları savaşın
önemine vurgu yaptı. En sonunda: ‘Bu savaş mensubu olduğumuz kavmimizin ya
sonsuza kadar var olması ya da yok olup gitmesi anlamına geliyor. Eğer bu
savaşı kazanırsak önümüz aydınlık olacaktır. Bu savaşı ya kazanacağız ya da hep
256
birlikte hayatımıza boğaz boğaza çarpışarak son vereceğiz!’ Attila’nın
kendisinden küçük olmasına rağmen büyük bir asker olduğunu ispatlarcasına
derin ve etkili konuşmasından memnun kalan Bleda da araya girerek: “Attila
kardeşim çok haklısın. Bir Hun askerini esaret altında tutmak onu ölüme
mahkûm etmektir. Esaret altında yaşayamayacak kadar ölümü seven bir kavmiz.
Bunu amcam Muncuk ve babam Rua da her vakit dile getirmişlerdir. Onların
verdikleri insanüstü savaşın bir benzerini de evlatları olarak bizler vereceğiz.’
Sağlı sollu komutanların yüzlerinden memnuniyet okunuyordu” (Karahan 2014:
143).
Attilâ’nın ordusu geleneksel taktikler uygulamakta başarılıdır. O da
atalarının yaptığı gibi hafif zırhlı birlikler ile düşman ordusunu yıpratmak ve
zayıflatmak üzerine taktikler geliştirmiştir.
“Savaş stratejisi yıpratma ve yok etme üzerine kurulmuştu. Hun
askerlerinin çoğu saçlarını siyaha boyamıştı. Bunun sebebi de Bizanslıların Hun
Ordusu’nun yaşlandığına ve çok yıprandığına inanmalarıydı. Attila hem
ordusunun moralini düzeltmek hem de karşıdaki güçlere korku vermek amacıyla
böyle bir yönteme başvurmuştu. Saçları uzun dar kıyafetler giyinmiş olan zırhsız
süvariler hafif silahlar taşıyorlardı. Askerler bacaklarını saran bol kıyafetler
sayesinde rahat hareket edebiliyorlardı” (Karahan 2014: 171).
Attilâ, ataları gibi iyi bir savaş taktisyeniydi ve uyguladığı taktiklerle
düşman ordusunu aldatmak konusunda ustalaşmıştı. Savaşta askerlerine
olabildiğince az kayıp verdirmeyi hedefleryen Attilâ gerektiğinde onlarla birlikte
omuz omuza çarpışarak askerlerinin kendisine olan inancını artırıyordu.
“Cephenin bir tarafında perişanlık yaşanırken öte yanında Atilla efsanesi
yaşanıyordu. Askerleriyle öylesine uyumlu hareket ediyordu ki düşmanları
düşürüldükleri durumu kılıcı yediklerinde anlıyorlardı. Hun askerlerinin
mancınıklarla binlerce akrep, kurbağa gibi hayvanları fırlatmasıyla neye
uğradıklarını şaşıran Bizans Ordusu üzerlerine yağan ateş toplarıyla perişan
vaziyete bürünmüştü. Attila gerçek gücünü ve liderlik vasıflarını sergiliyordu.
Ordu, onunla daha kıvrak daha atik ve daha cesurdu. Binlerce Bizanslı asker
257
kaçmak için ilerlerken Hun askerlerini düşürmek istedikleri tuzağa düşmüşlerdi”
(Karahan 2014: 173).
İbrahim Karahan, eserinde Hun ordusunu ve Attilâ’nın askeri yeteneklerini
ve stratejistliğini gözler önüne sermenin yanında onun askerlerini gözeten
koruyan anlayışlı bir komutan olduğunu ifade etmiştir. Attilâ ordusunun
ihtiyaçlarını gözeten ve savaş esnasında korumasız ve yardıma muhtaç olanlara
yardım eden disiplinli ve uyumlu bir ordu oluşturmuştu. Attilâ aynı zamanda
savaşacağı yerlerin jeopolitik özelliklerini, iklim ve hava koşullarını da kendi
lehine kullanmak konusunda üstün bir beceriye sahipti. Eski Türk ordularının
kullandığı taktiklerden birisi de doğa koşullarını savaşlarda kendi lehlerine
kullanabilme becerileriydi.
Başbuğ Attilâ isimli eserde Attilâ’nın savaşlarda başarılı bir komutan
olmasının yanında oynadığı siyasi oyunlar ile ordusunu yıpratmadan savaşlar
kazan kaleler fetheden bir lider olduğu da gözler önüne serilir. Attilâ hem
cephede hem de cephe gerisinde savaşın seyrini değiştirecek hamleler yapmakta
ustalaşmış bir komutandır. Attilâ, Margüs Psikoposu’nun kellesini Bizans’tan
isteyerek Margüs’ü kan akmadan alabileceğini hesap eder ve ordularını Margüs
yakınlarında konuşlandırarak gözdağı verir. Attilâ’nın stratejisi işe yarar.
Attilâ’nın kellesini almasından korkan Margüs Psikopos’u şehri Attilâ’ya
vermeyi kabul eder.
“Psikopos şehrin kapılarını açtırdı ve şehri Attila’ya teslim etti. Kendisi de
hazırlattığı bir araba ile şehri tek etti. Margüs zahmetsizce ele geçirildi ve iki
gün iki gece yağmalandı” (Adıgüzel 2015: 144).
Attilâ’nın askerî dehası üst düzeydedir. Kendi ağzından yaydırdığı
söylentilerle düşmanlarının gözünü korkutmayı ve onların kurdukları tuzakları
kendi lehine çevirmeyi başarmakta ustalaşmıştır. İyi bir asker olmanın yanında
tuzak kurmakta da becerilidir.
“Bizanslılar hâlâ İstanbul’a kapanmışlar ve bizi bekliyorlar. Dışarı çıkıp
bizimle savaşırlarsa, İstanbul’u kaybedeceklerini düşünüyorlar. Orestes, bu
propagandayı daha da yaymalı ve şiddetlendirmeliyiz! Kafalarını soktukları
torbadan çıkarmamalılar. ‘Bir hafta içinde Attila İstanbul’da’, ‘Attila İstanbul’u
258
alacak!’, ‘dev mancınıklar ve merdivenler hazırlamış, şehri alacak ve herkesi
öldürecek’ şeklindeki dedikodular İstanbul’un her köşesine yayılmalı. Hun
korkusu, sadece sarayı değil, bütün halkı etkisi altına almalı” (Adıgüzel 2015:
243).
Attilâ, Roma’ya saldırmadan önce Galya’ya saldırarak Roma’nın ikmal
yollarını kesmeyi hedefler. Son dakikaya kadar asıl hedefinin neresi olduğunu en
yakın dostlarına bile söylemez.
“Huzurda bulunanların şaşkınlıkları daha da artmıştı. Onlar baştan beri
akının Roma’ya olacağını düşünmüşlerdi. Ama şimdi Attila Galya’yı işaret
ediyordu. Attila sözlerine devam etti:
-Akınımız Galya’ya olacaktır. Önce Roma’nın can damarını keseceğiz,
kalbini alacağız ve Roma’yı bir ceset hâline getireceğiz Önümüzdeki yıl da, o
cesedi elimizi kolumuzu sallayarak teslim alacağız. Galya’yı temizlemeden
Roma’yı almak kalıp altın bulmaya benzer. Önce sevindirir, sonra üzer!”
(Adıgüzel 2015: 285).
Doğu Roma’yı ve Batı Roma’yı dize getiren Attilâ, bu eserde keskin zekâsı
ve askerî dehasıyla okurun karşısına çıkar. Sadece savaş meyadanında değil
öncesinde ve sonrasında yaptığı planlar ve uyguladığı taktiklerle de başarı elde
eden Attilâ aynı zamanda diplomatik olarak da düşmanlarına karşı üstünlük
kurmuştur.
Mehmet Kamal Erdoğan’ın Attila Tanrının Kırbacı isimli eserinde Attilâ,
iyi bir savaşçı olarak betimlenir.
“Ok kullanmada, savaş taktiklerinde, düşmanı bozguna uğratmada ve daha
birçok savaş oyununda Attila hatırı sayılır bir yerdeydi. Kral amcası Rua, kral
adayı olarak, Prens Bleda’ya karşı çok büyük bir haksızlık olmasına rağmen,
Prens Attila’yı daha o zamandan kafasında belirlemişti. Yeni kral Bleda değil,
Attila’ydı” (Erdoğan 2016a: 47).
Attilâ askerlerini düşünen bir komutandır ve herzaman az kayıp vererek
büyük başarılar elde etmeyi hedeflemiştir. Bu yüzden Batı Roma üzerine yaptığı
ilk seferde ordularının kayıp vermemesi için geri çekilir ve daha sonra daha güçlü
259
ve düzenli bir ordu ile bir yıl sonra tekrar Batı Roma üzerine sefere çıkar bu sefer
istediğini almış Roma’yı dize getirmiştir.
Attila’nın Kalkanı isimli eserde Attilâ, iyi bir ordu komutanı olarak okurun
karşısına çıkar. Margus Antlaşması ile Doğu Roma’yı vergiye bağlayan Attilâ,
köşeye sıkışmış düşmanını daha da bunaltacak hamleler yapar ve keskin
zekâsıyla doğu Roma’dan istediğini alır.
“Attila, askerlik sanatını doğuşundaki kabiliyet ve atalarından gelen
tecrübe ile savaş alanlarında daha da geliştirmişti. Askerî bir deha olan ve savaş
alanlarında ordularını zafere götürecek bütün çare ve planları anında düşünüp
uygulayabilen Attila, elinde tuttuğu eşi benzeri olmayan kılıcın savaş tanrısı
Mars’ın kılıcı olduğuna dair bir söylentiyi hızla her tarafa yayabilirse
düşmanlarına karşı kazanabileceği psikolojik üstünlüğü hemen kavramıştı”
(Erdem 2017: 200).
Bu eserde de diğer Attilâ romanlarında olduğu gibi Attilâ, düşmanlarının
kalplerine korku salarak onları psikolojik olarak yıpratmaktadır. Askerî
başarılarının yanında hazırladığı dâhiyane planlar ile de düşmanlarını
başarısızlığa
uğratmaktadır.
Attilâ’nın
kendisine
sadık
askerleden
ve
generallerden oluşan ordusu da onu zaferden zafere götürmekte önemli bir rol
oynamaktadır. Gösterişi sevmeyen ve merhametli olan Attilâ hun halkının
güvenini kazandığı gibi diğer halkların da güvenini kazanarak kendisine destek
vermelerini sağlamıştır.
Hasan Erdem’in Atilla’nın Kargısı isimli eserinde Attilâ’nın askeri yönüne
pek değilmese de eserin birkaç yerinde Attilâ’nın ne kadar üstün bir komutan
olduğu vurgulanır. Bu kısımlardan birisi General Zenon’un Doğu Roma Prensesi
Pulcheria ile konuştuğu kısımdır. Bu kısımda ikili arasında geçen diyalog şu
şekildedir:
“Zenon, ordumuzun tamamını ardınıza takıp yardımımıza koşmuş olsanız
bile, Tuna’yı geçtikten sonra dağlardan ansızın inen, yolları üzerinde
rastladıkları her şeyi silip süpürerek Trakya’yı harabeye çeviren ve Tanrının
gazabı kasırgalara benzeyen Attila’nın atlılarını durduramazdık.
(…)
260
Hun istilası önünde kaçan Vizigotlar Tuna’yı geçerek topraklarımıza
girdiler ve biz hiç beklemediğimiz bir anda bu son derece tehlikeli Hunlarla
komşu olduk. O tarihe kadar şiddetli imtihanlardan yılmayan metin ruhlu
Hunlardan daha cesur ve daha yabani bir kavim bizim sınırlarımızda at
oynatmamıştı. Kendisinden önceki kağanlardan daha da üstün özelliklere sahip
şimdiki Hun Kağanı Atilla ise umulmadık işler başaran bir komutan. Askerleri de
son derece disiplinli, dayanıklı ve yüreklerinde ölüm korkusu bulunmayan
savaşçılar” (Erdem 2018: 107).
Romanda görüldüğü üzere Attilâ’nın askerî yeteneklerinden düşmanları
dahi övgüyle bahseder. Romanda Attilâ ile birlikte askerî özellikleriyle öne çıkan
karakterler Ottigin ve Suptar olur. Romanda Attilâ’nın çocukluk arkadaşı olan
gizli bir görevle Doğu Roma’ya giden Suptar karakteri ile onun peşinden
yolculuğa çıkan Ottigin karakteri üzerinden Hun Türklerinin askerî meziyetlerine
vurgu yapılır. Suptar ve Ottigin; bileği bükülmez yay, kılıç, kargı kullanmakta ve
ata binmekte usta savaşçılardır. Bu savaşçılar eser içerisinde biraz idealize
edilerek anlatılmış olsa da Hun Türklerinin askerî özelliklerini örneklemek
bakımından dikkate değerdir. Özetle bu eserde Attilâ ve Hun Türkleri; güçlü,
disiplinli ve korkusuz askerler olarak ifade edilmiştir.
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Attila’sı onun askerî karakterinin
yüceltildiği bir eserdir. Romanın başından sonuna kadar Attilâ’nın askerî
dehasına ve askerlik konusunda doğuştan getirdiği yeteneklere vurgu yapılır.
Attilâ cephede olduğu kadar cephe gerisinde de uyguladığı stratejilerle
düşmanlarını ustalıkla alt etmeyi başaran başarılı bir kumandan olarak
nitelendirilmiştir. Eserin isminin de Kumandan Attila olması, aslında bu eserin
Attilâ’yı daha çok askerî özellikleriyle ele alacağını baştan işaret etmektedir.
Attilâ Amcası Rua’yı Vizigotların kurduğu pusudan kurtarırken gelecekte
ne kadar başarılı bir savaşçı olacağının sinyallerini veririr. “Attila’ydı bu. Son
anda bir kurtarıcı melek gibi yetişen Attila. Daha 19 yaşında olmasına rağmen,
narasıyla er meydanını titreten nice düşmanın yüreğine korku ve dehşet salan
Attila…” (Efe 2018a: 62). Attilâ bu pusunun üzerinden geçen dört yıl sonra
katıldığı her yarışmadan birincilikle çıkarak bireysel anlamda da güçlü bir
261
savaşçıya dönüşür. Attilâ amcası Rua öldükten sonra ülkenin yönetimini kardeşi
Bleda ile birlikte devralır ve birbir düşmanlarıyla savaşırken ne kadar güçlü ve
basiret sahibi bir savaşçı olduğunu bir kez daha gösterir.
Attilâ güçlü bir savaşçı ve iyi bir kumandan olduğunu Akatlar ile yaptığı
savaşta da ispat eder. Akat Hükümdarı’nın canını kendi elleriyle alan Attilâ
ordusunun zafer kazanmasında büyük rol oynar. Savaş sonunda aldığı kararlar ile
de ne kadar onurlu bir savaşçı olduğunu gözler önüne serer:
“‘Kutlu olsun!’ dedi Attila. Ardından da bakışlarını gökyüzüne çevirip
huysuzlandı. ‘Tüm cesetlerin gömülmesi gerek.’ dedi kendinden emin bir şekilde.
‘Ne bizim şehitlerimizi ne de Akatların cesetlerini akbabaların yemelerini
istemem. Düşmanlarımız bile olsalar, en azından cesetlerini insan gibi
defnetmeli, onları kurda kuşa yem yapmamalıyız.’” (Efe 2018a: 163).
Attilâ aynı zamanda cömert ve alçak gönüllü bir komutandır. Askerleriyle
birlikte ok atıp kılıç savurduğu gibi askerleriyle aynı sofrada yer içer. (Efe 2018a:
168). Aynı zamanda iyi bir taktisyen olan Attilâ Doğu Roma’nın Margos şehrine
saldıracağı haberini yaydırır. Bu haberden korkan Margos Psikopos’u Attilâ’ya
canını bağışlaması koşuluyla şehirin kapılarını açar. Böylelikle Attilâ, çok kan
dökmeden Margos şehrini alır. Attilâ, bu kolay galibiyetle yetinmez ve Doğu
Roma üzerine yürüyerek birçok şehri ele geçirir. Attilâ, Doğu Roma ordusunu
Türklerin kadim askeri stratejileriyle alt eder. Bu kısım romanda şu şekilde ifade
edilir:
“Attila, 446 yılında o büyük Bizans ordusuyla Ripensis (Plevne) bölgesinde
karşı karşıya geldi. Bizans ordusu her ne kadar daha kalabalık olsa da kurt
kapanı taktiğine ve Hun çerilerinin amansız mücadelesine yenik düştüler. Attila,
bir kez daha efsaneleşti er meydanında ve tüm Bizans ordusunu dağıtıp atını
Konstantinapolis’e doğru sürdü” (Efe 2018a: 186-187).
Doğu Roma’yı dize getirdikten sonra Attilâ, Batı Roma’yı da dize getirir ve
Papa’nın yalvarmaları sonucu ordusunu geri çeker. Attilâ bu eserde özetle güçlü
bir savaşçı; zeki, çevik, cesur bir o kadar da onurlu ve mütevazı bir ordu
komutanıdır. Uyguladığı strateji, ordusunda yaptığı yenilik ve sağladığı disiplin
ile devrinin en güçlü ordularını dize getirmiş efsanevi bir kumandandır.
262
Okay Tiryakioğlu’nun Avrupa’yı Dize Getiren Türk Attila isimli eserinde
Attilâ, birebir savaşta ve ordu komutasında üstün yeteneklere sahip cesur, güçlü
bir savaşçı olarak anlatılır. Attilâ Roma’ya rehin olarak gittiği dönemde gladyatör
dövüşlerine katılarak bu dövüşlerde tüm rakiplerini yener ve ne kadar büyük bir
savaşçı olduğunu gösterir. Aynı zamanda bu eserde Attilâ yeni savaş teçhizatları
yapan bir mucit gibi de anlatılır.
Bu eserde Türk savaş stratejilerini başarıyla uygulayan Attilâ ordusunu
komuta etmekteki kabiliyetiyle de göz dolduran başarılı bir kumandan olarak
betimlenmiştir. Romanda Attilâ’nın askerî yeteneklerinin ilk vurgulandığı yer
kuzeni Bleda ile birlikte babası ve amcalarına karşı yürüttüğü tatbikar sırasında
teslim olmamak için giriştiği kanlı mücadele olur. Attilâ abisi Bleda yenilgiyi
kabul edip teslim olmasına reğmen teslim olmaz ve son ana kadar rakipleriyle
çarpışmaya devam eder (Tiryakioğlu 2018: 17-18). Bu kısım Attilâ’nın göğüs
göğüse çarpışmak konusunda ne kadar yetenekli olduğunun vurgulandığı ilk
kısım olur. Attilâ’nın üstük yeteneklerine sıkça vurgunun yapıldığı eserde onun
üç gladyatöre karşı tek başına dövüştüğü şu kısım dikkate değerdir:
“Ancak o gün, aynı anda tek bir rakiple dövüşmüyordu Attila. Peşi sıra,
ellerinde kılıç ve kargılarıyla bekleyen iki gladyatör daha atılmıştı üzerine. Kendi
silahları çifte su verilmiş bir Türk kılıcı ve yuvarlak bir kalkandan ibaretti.
Bunları kullanırken yere hiç basmıyormuş gibi zarif adımlarla ileri geri akıyor,
kendi etrafında dönerek, dans edercesine, göze zevk veren bir incelikle
dövüşüyordu. Kendisini ve kavmini Barbar olarak tanımlayan kibirli Roma
aristokrasisine karşı bir cevaptı aslında bu.
Asırlardır kimse, böylesine kıyıcı ama aynı zamanda da bir sanatçı
hassasiyetiyle davranabilen bir gladyatöre rastlamamıştı” (Tiryakioğlu 2018:
74).
Tiryakioğlu’nun bir gladyatör olarak kurguladığı Attilâ’nın askerî
yetenekleri üst seviyededir. Öyle ki Attilâ bir nevi devrinin en güçlü savaşçısı
olarak anlatılmıştır. Attilâ’nın bireysel anlamda yeteneklerine sıklıkla değinildiği
eserde ayrıca Hun Türklerinin askerî yapılarına da vurgu yapılır. Attilâ ve
Bleda’nın Doğu Roma üzerine yaptığı seferde Hun ordusunun kullandığı ıslık
263
çalan alevli oklardan ve Hunlara has hafif zırhlı birliklerden bahsedilir. Ayrıca bu
hafif zırhlı birliklerin Hunlara hareket üstünlüğü sağladığı ifade edilir.
(Tiryakioğlu 2018: 148). Aynı zamanda Hun süvarileri at üstünde hareketli
vaziyette ok atmak becerisini de geliştirmiştir.
Attilâ’nın tam bir askerî deha olarak tasvir edildiği bu eserde Attilâ
askerleri için yuvarlak küçük kalkanlar ve yeni bir eyer tasarlayarak aynı
zamanda askerî teçhizar icat eden bir mucit görünümündedir (Tiryakioğlu 2018:
240).
Tüm bunların yanında Attilâ’yı askerî anlamda üstün kılan en önemli vasfı
ordu komutanlığı noktasında gösterdiği başarıdır. Attilâ Romalıları şaşırtacak
taktikler geliştirmek konusunda çok iyi bir taktisyen olarak betimlenmiştir
(Tiryakioğlu 2018: 287). Aetius’un ağzından da ifade edildiği gibi Attilâ gerçek
bir savaşçıdır. Aetius’a karşı giriştiği savaşta koyunların boyunlarına neft
bağlayarak ateşe vermiş ve Romalıların taruz harekâtını boşa çıkarmıştır.
Özetle bu eserde Attilâ güçlü, gözü kara, cesur, çevik, yetenekli ve zeki bir
ordu kumandanıdır. Aynı zamanda sıradışı savaş stratejileri ile düşmanlarına
karşı hiçbir zaman kaybetmemiş bir askerî dehadır.
Turahan Tan’ın (Mehmet S. Fethi) Cengiz Han Bozkırların Mavi
İmparatoru’nda Cengiz Han iyi ve amansız bir savaşçı olarak betimlenir:
“Temuçin, düşmanlara bile parmak ısırtacak kadar celadet gösterdi. Dört
tarafa atıldı, insan kılığına girmiş bir ecel gibi boyuna ölüm saçtı. Onun gözüne
ilişen, önüne düşen düşman, ne boyda ve ne kuvvette olursa olsun, mutlaka
ölüyordu” (Tan 2015: 10).
Cengiz Han bireysel anlamda iyi bir savaşçı olduğu gibi aynı zamanda iyi
de bir ordu kumandanıdır. Onun Taycigotlar üzerine düzendeliği seferde
gösterdiği başarılı yönetim, ne denli iyi bir komutan olduğunu gözler önüne
serer. Eser de onun kumandanlık vasfı şu şekilde izah edilir:
“Cengiz’in Taycigotlar üzerine açtığı seferin sonu parlak bir zafer oldu. Bu
zafer, onun ordu başına getirdiği genç kumandanların yüksek gayretinden, eşsiz
maharetinden doğmuş olmakla beraber, bir taraftan da kendi eseri idi. Çünkü o
264
vakte kadar riayet olunan harp usulünü, bu muharebede değiştirmiş, yepyeni bir
teşkilatla düşmanlarına saldırmıştı. Taycigotlarla müttefiklerinin 30 bin kişilik
ordularını 13 bin kişilik bir kuvvetle darmadağın edebilmesi, bu teşkilat
sayesinde idi” (Tan 2015: 104).
Cengiz Han’ın bu savaşta kullandığı teşkilat ve düzen Mete’nin de
kullandığı onluk sistemdir. Ayrıca Cengiz’in kullandığı taktikler de Türk
ordularının kullandığı taktiklerdir. Bu bakımdan Cengiz kendisinden önce gelen
Mete ve Attilâ ile benzer bir şekilde ordusunu teşkilatlandırmıştır. Onun
zaferlerinin arkasında işte bu binlerce yıllık bir ortak aklın ürünü olan savaş
stratejileri yatmaktaydı. Elbette bu onun başarısnın tek nedeni bu birikim değildi.
O da Mete ve Attilâ gibi katı disipline sahip bir ordu yaratacak kadar kudretli ve
dirayetli bir komutandı.
Kullanılan sistemin iyi olmasıyla birlikte sistemi işleten ve hayata geçiren
kişi de o derece önemlidir. Bu yüzden temelde Cengiz’i askerî anlamda başarılı
kılan doğuştan getirdiği ve zamanla daha da keskinleştirdiği komuta etme
becerileridir. Cengiz güçlü bir savaşçı olmanın yanında aynı zamanda
düşmanlarına karşı tuzak kurmak konusunda da ustalaşmıştır.
Cengiz Dağcı’nın Genç Temuçin isimli eserinde Cengiz daha gençliğinde
güçlü bir savaşçı olduğunu gösterir. Cengiz Dağcı eserinde, Ungır Ordasında çok
iyi ok atan, at yarışlarında çok yetenekli olan yiğitler vardı ancak Cengiz Han’la
boy ölçüşecek yiğit yoktu derken onun ne denli güçlü bir savaşçı olduğunu
gözler önüne serer (Dağcı 2016: 139). Cengiz Han Merkitlerin obasına yaptığı
ani baskından maharetli bir şekilde kurtulur. Daha sonra eşinin kendisine çeyiz
olarak getirdiği samur kürkü hediye olarak Tuğrul Han’a gönderir ve babasının
bu kadim dostuyla askerî bir ittifak yaparak eşini kurtarmak ve Merkitlerle olan
hesabını kapatmak için sabırla hazırlık yapar. Bir yıl kadar bekledikten sonra
müttefikleriyle birlikte Merkitlere saldırır ve eşini kurtarır. Bu savaşta gösterdiği
başarı ve cömertliği daha çok kişinin kendisine katılmasına sebep olur. Cengiz
Han girdiği ilk mücadelerden itibaren ne kadar iyi bir askerî taktik uzmanı
olduğunu gösterir.
265
“Temuçin’in yagunları sür’atle çadırlar arasından geçecek, çadırlarda bir
panik yaratacak, sağ yandaki dağın yamacında ağaçlar arasında gizlenecekti.
Panikten silkinmeye vakit kalmadan çadırların üstünden Yoganbo’nun tümeni
geçecekti, sonra da Yamuga… Yoganbo sürüleri güney istikametine sürerken
Yamuga hayatta kalabilmiş Tutka Beyci’nin savaşçılarını kesip çadırlarını
çiğneyecekti” (Dağcı 2016: 285).
Cengiz Han yaptığı ittifaklarla seçtiği savaşçılarla, savaşlarda gösterdiği
cesaretle ve savaş stratejileriyle üstün bir askerdir. Cengiz Han’ın savaş
stratejileri Türk toplumunun savaş stratejilerine büyük benzerlik gösterir. Bunun
sebebi de Tuğrul Han gibi bir Türk komutanı ile ittifak kurarak onunla birlikte
savaşmış omasıdır.
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Gök Moğolların Başbuğu Cengiz Han isimli
eserinde Cengiz Han’ın üstün niteliklere sahip bir askerî lider olarak betimlendiği
görülür. Cengiz Han, Taycitlere karşı yaptığı savaşta askerî becerileriyle birçok
kişiyi şaşırtır.
“Değişik bir yol izliyordu. Bu da erlerini şaşırtıyordu. Azlık eri ile çokluk
yağılara kafa tutmayı düşünen Timuçin’in onların görmediği bir şeyleri gördüğü
muhakkaktı” (Terzioğlu 2016c: 203). Cengiz Han uyguladığı farklı askerî
taktiklerle düşmanlarına karşı üstünlük kurduğu gibi kendi savaşçılarının da
takdirini kazanır. Cengiz Han ordusunu göğüs göğüse savaştırmakta başarılı
olduğu gibi düşmanlarını tuzağa düşürmekte de maharetlidir. Tuğrul Han
kendisini yok etmeye çalıştıktan sonra onun kurduğu tuzaktan kurtulan Cengiz
Han, Tuğrul Han’ı tuzağa düşürür.
“Cengiz Han bu şölenden ve çağrılardan yararlanmak gerektiğini düşündü.
Büyük yağılarından kurtulmak için bir fırsat doğmuştu. Bu sırada Camuka’nın
Naymanlar ile anlaştığı duyumları da geliyordu. Demek ki büyük bir saldırı
düşlüyordu Camuka, Onlar basmadan bu kez Cengiz basmalıydı” (Terzioğlu
2016c: 335).
Cengiz Han’ın kurduğu strateji başarılı olur ve Tuğrul Han’ı gafil avlar. O
düşmanlarını yenmek için sadece fiziksel güce başvurmaz aynı zamanda zekâsını
da kullanır. Ayrıca Cengiz Han’ın ordu yapılanması Mete Han’ın kurduğu Türk
266
ordu sisteminin aynısıdır (Terzioğlu 2016c: 199). Özetle bu eserde Cengiz Han,
Türk askerî geleneğini devam ettiren başarılı bir komutan olarak okurun karşısna
çıkar.
A. Hakan Bayrakçı’nın Bozkırın Oğlu Cengiz Han isimli romanında Cengiz
Han’ın Camuha ile yaptığı savaşta doğa koşullarını kendi lehine kullarak
Camuha’yı mağlup etmesi onun askerî karakterini en iyi şekilde ortaya koyan
örneklerden biridir.
“Şimdi artık acele etmeye gerek yoktu. Sakin olmalı ve en akıllı kararı
vermeliydi. Başını kaldırıp gökyüzüne baktı. Hafif bir esinti vardı ve akşamdan
sanıldığı gibi hava açık olmayacaktı.
Hatta yağmur yağabilirdi; uzaktaki ağır, gri bulutlar hızla yaklaşmaktaydıç
Yağmur, toprak arazide atlı için felaket demekti ve iki tarafın ordusu da tamamen
atlıydı. Demek bu savaş umduğu gibi sürmeyecek, adamları düşmanın yanı sıra
çamurla da boğuşacaklardı.
İşte o an aklına bir fikir geldi ve kalbi çarptı delice. Neden düşmanın yanı
sıra çamurla boğuşsunlar! Bu uğraşı düşmana bırakırlardı.
Atını hızla ileri sürdü ve adamlarına emirler vererek, ordunun sağ ileriye
doğru, saldırıya geçilmeksizin kaydırılmasını söyledi. Böylece ordusunun yerini
değiştirip üstünlüğü olan bölgede toplayacak, bir yandan da beklediği yağmur
başlayana kadar zaman kazanmış olacaktı. Hatta belki de düşman ordusunun az
önceki paniğini kaçışa dönüştürebilecekti” (Bayrakçı 2013: 288-289).
Türklerin askerî stratejilerinden biri de doğa koşullarını kendi lehlerine
olabilecek şekilde kullanmasıdır. Cengiz Han’ın da bunu başarılı bir şekilde
kullandığı görülür. Cengiz Han’ın Toğrul Han’ karşı yaptığı savaşta da ne kadar
keskin zekâlı bir askerî lider olduğu ortaya çıkar. Toğrul Han’ı köşeye sıkıştırdığı
hâlde geri çekilme kararı alarak gelecek zaferleri garanti eder.
“Akşam olunca ordugâh kurdular ve konakladılar. Cengiz Han düşüncesini
sakin sakin anlattı komutanlarına. Sangum’un yaralanıp yere düşmesi sonucu
babasının ve tüm Kereitlerin kanlarının son damlasına kadar savaşacaklarını
tahmin etmiş; bu durumda kendi ordusunun da büyük kayıplar vereceğini
267
kavramış; kesin sonuç getirecek bir eylemi daha sonraya ve çok daha güvenli bir
karşılaşmaya bırakarak ordusunu oradan uzaklaştırmıştı.
Gerçekten de en doğrusunu yapmıştı Cengiz. Çünkü kalıp savaşacak
olsaydı, her şeyi göze almış olan bini aşkın savaşıya karşı çok kayıp verecek ve
belki de doğru dürüst bir sonuç alamdan kaçmak zorunda kalacaktı. Şimdiyse
ardında bağrı delinmiş, perişan olmuş, yenilmiş bir ordu bırakmıştı” (Bayrakçı
2013: 436-437).
Özetle bu eserde Cengiz Han, cesur ve iyi bir silahşör olmanın yanında ileri
görüşlü bir komutandır. Uyguladığı savaş stratejileri ile düşmanlarını gafil
avlamış iklim ve çevre koşullarını göz önünde bulundurarak düşmanlarına
üstünlük kurmuştur.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Cengiz Han isimli eserinde Cengiz Han önemli
bir askerî strateji uzmanı olarak okurun karşısına çıkar. Tangutlara karşı
düzenleği saldırıda zekâsını kullanarak Tangutları mağlup eder. Cengiz Han
Tangutlardan kuşatmayı kaldırmak koşuluyla şehirdeki tüm kuşları ister ve bu
kuşları kullanarak düşmanını mağlup eder.
“Surların arkasında tahmin edebileceğimiz bir hareketlenme vardı ve
herkes Moğol istilasından kurtulmak için var güçleriyle kuşları yakalamak ve
bize teslim etmek telaşını yaşıyorlardı. Surların dışına kafes kafes bırakılan
kuşları alıp, oradan ayrılıyormuş gibi bir çekilme numarası yaptık. Kuşların
ayaklarına bağladığımız yanıcı maddelerle onları yeniden surların arkasındaki
yuvalarına uçurduk.
Binlerce kuş yuvalarına ulaşmak için havalandılar.
Kısa bir süre sonra kondukları her yerden ateşler ve dumanlar yükselmeye
başladı. Tankut krallığının başkenti Erikaya ateşlere teslim olmuştu” (Erdoğan
2016b: 191).
Bu romanda Cengiz Han, güçlü bir savaşçı olmakla birlikte iyi bir ordu
komutanıdır ve yüksek bir askerî disipline sahiptir. Cengiz Han ordu
kumadanlarını seçerken ve kendi kadrolarını oluştururken de çok isabetli kararlar
vermiştir.
268
Okay Tiyakioğlu’nun Cengiz Han Rüzgâr ve Ateş İmparatorluğu isimli
eserinde, Cengiz Han henüz daha genç yaştayken yüksek bir askerî yeteneğe
sahip olduğunu ispat eder. Babası öldükten sonra Targutay’a bağlanarak
kendisini öldürmek isteyen tecrübeli General Mirzayıt’ı zekâsıyla alt eder. Aynı
zamanda Cengiz Han; cesur, hızlı ve güçlü bir savşçıdır. Mirzayıt’ı öldürdükten
sonra Camuka’ya yardıma gider ve o esnada bir başka askerle giriştiği
mücadelede askerin çenesini elleriyle kulaklarına kadar kanırtarak yırtar. Bu
eserde Cengiz Han’ın yukarda verilen örnekten de yola çıkılarak bireyssel
anlamda çok güçlü bir savaşçı olarak betimlendiği görülür. Eserin büyük bir
kısmında Cengiz Han’ın birebir yapılan kavgada ne kadar maharetli ve güçlü
olduğuna vurgu yapılır. Bununla birlikte onun ne derece iyi bir ordu komutanı
olduğu da eserin ilerleyen kısımlarında dikkatlere sunulur.
Cengiz Han Börteyi kurtarırken Tokta Beki’yi Buyruk Han’ı ve Tuğrul
Han’ı oyuna getirir. Cengiz Han Tuğrul Han’dan habersiz daha fazla asker
getirerek kendisine komplo hazırlığında olan herkesi idam ettirir ve intikamını
alır. Cengiz Han daha sonra ezeli rakibi Camuka’yı yenerek Moğollar üzerindeki
itibarını daha da güçlendirir. Cengiz Han’ın uyguladığı stratejilerin ne kadar
başarılı olduğunun görüldüğü kısımlardan birisi de Çinliler ile giriştiriği
mücadelede uyguladığı taktiklerdir.
“Cengiz Han, ‘Ben dikkatlerini yeterince dağıtacağım Kurt Cebe,’ dedi.
‘Siz yola çıkar çıkmaz Shangai Huang mevkiine yığınak yapcağım. Gece gündüz
yapacağımız akınlarla kapıyı zayıflatacak, orduların ağırlığını bu bölgeye yeni
istihkâmlar hazırlamak için kışkırtacağım. Yitirecekleri zaman ve onca telaş
onları yoracak. Ardından da sahte bir barışla zihinlerini karatacağım!’”
(Tiryakioğlu 2016: 296).
Cengiz Han’ın Çinliler karşısında uyguladığı bu stratejisi başarılı olur ve
Çinlileri dize getirir. Romanın anlatıcısı Cengiz Han’ın bu başarısından şu
şekilde söz eder:
“Ertesi gün gelen elçilik heyeti, Cengiz Han’ın umduğu gibi, tüm taleplerin
kabul edildiğini bildiren bir belgeye imparatorluk mührünü bastı. Bu, Cengiz’in
269
askerî ve siyasi dehasının sayısız ispatından biri daha olarak kayıtlara geçti”
(Tiryakioğlu 2016: 329).
Özetle bu eserde Cengiz Han, giriştiği her mücadeleden kazançla
ayrılmasını bilen ve ordusu üzerinde mükemmel tesiri olan savaşçı bir
hükümdardır. Türklerin uyguladığı birçok savaş stratejisini ustaca uyguladığı gibi
aldatma, tuzak kurma ve oyalama taktikleri geliştirmekte de yeteneklidir. Onun
Türk liderler gibi askerleri ile birlikte en ön safta omuz omuza savaşması Çinli
komutanları dahi etkiler. Cengiz Han ordusunu Mete’nin yaptığı gibi düzenli ve
disiplinli hâle getirir.
Bülent Bengisu’nun Savaşçıların Efendisi Cengiz Han romanında
Cengiz’in giriştiği her savaşta askerî dehası görülür. Taycitlere karşı giriştiği
savaşta on üç bin kişilik ordusuyla Targutay’ın otuz bin kişilik ordusununa
meydan okur ve aşağıda anlatıldığı gibi bu savaştan galip ayrılır.
“Kaçmak da, savaşmak da faydasız görünüyordu.
Ama Timuçin, ani bir karar verdi ve bütün savaşçılarını atlandırdı. Onları
çeşitli sancaklar altında toladı. Hepsini bölük bölük dizdi, ordusunun bir kolunu
bir ağacın arkasına yerleştirdi. Sonra kağnıları çevreleyip ortasına boş büyük bir
meydan oluşturdu. Hayvan sürülerini bu meydanın içinde topladı. Kadınları ve
çocukları ise oklarla donatarak arabalara yerleştirdi. Ordunun diğer kolunu
bunların gerisinde mevzilendirdi.
(…)
Timuçin’in ordusunu şekillendirişi, savaş taktiği Taycitleri durdurdu ve
öndeki bölükleri dağıttı.
(…)
Genç Timuçin ilk ciddi savaşını vermiş ve kazanması imkânsız savaşı
görülmemiş bir taktikle kazanmıştı” (Bengisu 2016: 45).
Cengiz Han’ın bu savaşta uyguladığı taktikler henüz onun için bir başlangıç
olur ve daha sonra giriştiği mücadelelerde de ne kadar yetenekli bir komutan
olduğunu ispat eder.
270
Cengiz Han, daha sonra Naymanlar ile girdiği savaşta da ordularını
Naymanlara karşı daha büyük göstermek için gece her yere kamp ateşi yaktırır ve
henüz savaş hazırlıkları devam ederken Naymanların kendilerine saldırmalarını
engeller. Onun bu taktiği Naymanlar karşısında zafere ulaşmasında etkili olur.
Cengiz Han’ın başarıyla uyguladığı taktiklerden birisi de Türk devletlerinin
de sıklıkla müracat ettiği sahte ricat taktiğidir. Cengiz Han, Buhara’ya
saldırdığında bu taktiği uygular ve Buhara şehrini savunan İnanç Han’ı aldatır.
İnanç Han, Moğoları kaçtı sanarak takip etmez.
“İnanç Han, Moğolları takip etmedi. Moğol karargâhındaki yiyecekleri
toplama sevdasına düştü. Sabaha karşı Buhara’ya dönmek için yola koyuldular.
Eşyaları atlara yüklemişler, kendileri yaya yürüyorlardı.
Birden bir toz bulutu yükseldi ve kalabalık Moğol ordusu, yaya
Harzemlilerin çoğunu kıllıçtan geçirdi. Pek azı Buhara’ya ulaşabildi. Moğollar
her zaman uyguladıkları bu taktiği bir kere daha başarıyla uygulamışlardı”
(Bengisu 2016: 161).
Cengiz Han, sadece savaş alanında düşmanlarını aldatmakta askerlerini
mutlak bir disiplinle komuta etmekte, uyguladığı taktikler ve tuzaklarla
düşmanlarını zayıflatmak konusunda başarılı değildir; aynı zamanda savaş
öncesinde yaptığı hamleler ve casusları aracılığı ile yaydığı istihbarat kanallarını
kullanarak düşmanlarını henüz savaşa girmeden zayıflatmak konusunda da
başarılıdır. Harzemşahlar ile savaşmadan önce Celaleddin’in Müslümümanları
kendisine karşı birleştirme hamlesine karşı Kıpçak Hacip Ali’yi casusluğa
gönderip Harzemşah Sultanı Türkan Hatun’un esir düşmesini sağlar ve
Harzemşahların kendi içinde yaşadığı taht mücadelesinden istifade eder (Bengisu
2016: 190).
Coşkun Mutlu’nun Cengiz Han Bozkırın Hükümdarı isimli eserinde
Cengiz’in başarılı bir asker olduğu görülür. Onun ordusunun temelinde, taktik
anlayışında ve askerî disiplinin altında Türklerin askerî birikimleri yatmaktadır.
Bu durum romanda Cengiz Han’ın Tuğrul Han ile birlikte Tatarlarla savaştığı
kısımda şu şekilde ifade edilir. “Tarih boyunca ilk defa Hunlarca kullanılan tüm
bozkır halklarının bildiği yer yer Tatarların da kullandığı kurt kapanı tuzağına
271
düştüler” (Mutlu 2019: 99). Aynı zamanda Cengiz Han bu eserde Uygur
bilgelerinden taktikler alarak o taktikleri uygulamak suretiyle de başarı elde eder.
Örneğin: Cengiz Han’ın Çin üzerine düzenlediği seferlerde Uygur bilgelerinden
öğrendiği Truva Savaşı’nda kullanılan taktikleri kullanır. (Mutlu 2019: 193).
Aynı zamanda Cengiz Han ordusunu motive etmek konusunda da ustalamış iyi
bir ordu komutanıdır. Cengiz Han’ın han ilan edildikten sonra ordusunda yaptığı
düzenleme de yine Türklerin askerî sistemidir. Bu durum romanda şu şekilde
ifade edilir: “Ordusunu Mete Han’ın yaptığı gibi onluk sistemle düzenledi”
(Mutlu 2019: 168).
Bu eserde özetele Cengiz Han iyi bir asker ve komutan olarak ifade
edilmiştir. Aynı zamanda onun askerî sisteminin altında Türk aklının yattığı
vurgulanmıştır.
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han ele alınnan eserlerin büyük kısmında
bireysel anlamda başarılı savaşçılar olmanın yanında komuta anlamında askerî
birer deha olarak anlatılmışlardır. Özellikle üç hükümdar da ele alındıkları
romanlarda ordularını disipline etmek ve komuta etmek konusunda gösterdikleri
başarılar ile işlenmişlerdir. Türk savaş stratejilerini başarıyla uygulayan iyi birer
taktisyen olmanın yanında askerî diplomasi konusunda da üstün yetenekleri olan
ve kurdukları ordular üzerinde mutlak hâkimiyet sahibi savaşçı liderler olarak
betimlenen bu üç hükümdar aynı zamanda savaş sanatına getirdikleri yeniliklerle
de ele alındıkları eserlerde ön plana çıkarılmışlardır. Bunlarla birlikte üç
hükümdar da kendi dönemlerinde uyguladıkları görülmemiş savaş stratejileri ve
dünya ordu tarihinde bıraktıkları kalıcı izler ile ele alınmışlardır. Ayrıca özellikle
Mete ve Attilâ’yı ele alan eserlerin büyük bir kısmında Mete ve Attilâ askerî
teçhizat icat eden birerer mucit olarak ifade edilmiştir.
2.5. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Devlet
Adamlığı
“Devlet: Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş
millet veya milletler topluluğunun oluşturduğu tüzel varlık” (Akalın 2011: 648).
272
“Devletin, kanun koyma, yasaklama, cezalandırma ve yetkilendirme gibi
yetkilerinin yanı sıra, sosyal refahı sağlama, halk sağlığı hizmetlerini yürütme ve
güvenliği temin etme gibi görevleri de bulunmaktadır. Dolayısıyla devlet, ülke
(toprak), egemenlik (iktidar) ve insan (millet) unsurları üzerine kurulmuştur.
Devletler yönetim merkezlerine göre ikiye ayrılır:
1) Üniter Devlet (siyasi otorite tek merkezde toplanmıştır.)
2) Karma Devlet (anlaşma yoluyla federasyon ya da konfederasyon
kurulmuştur).
Devletler egemenliğin kaynağına göre de sınıflandırılabilir:
1) Monarşi (Egemenlik tek kişide toplanmıştır).
2) Oligarşi (Egemenlik bir sınıfa aittir).
3) Teokrasi (Egemenlik din adamlarının elindedir).
4) Demokrasi (Egemenlik kayıtsız ve şartsız halkındır)” (Günaydın 2016:
21-22).
Devlet
kuruluş
felsefesi
bakımından
ne
şekilde
sınıflandırılsa
sınıflandırılsın temelini oluşturan insandır. Türk devlet yapısı da kaynağını bu
bakımdan Türk halkından almaktadır ve Türk örf ile ananelerinin bir uzantısı
olarak oluşmuştur. Türklerin tarih sahnesine çıktıkları ilk andan itibaren hızlı bir
şekilde devlet kurabilme kabiliyetine sahip oldukları görülmektedir. Türklerin
çok kolay devlet kurabilmelerinin altında yatan temel etken Türklerdeki sosyal
yapının bu duruma el verişli olmasıdır. İslamiyet öncesi Türklerin aile yapısı şu
şekildedir:
“Oguş – aile.
Urug - aileler birliği.
Bod - boy, kabile (Ok = kabile).
Budun- boylar birliği (siyasi yönden bağımsız veya değil).
İl - Bağımsız topluluk, devlet” (Şencan 2007: 106).
273
Türklerin sahip olduğu bu sosyal yapı hızlı bir şekilde organize olmalarını
ve herhangi bir lider eksikliğinde yeni liderler çıkarabilmelerini sağlamıştır.
Türklerde her yeni doğan bireyin asker olarak yetiştirilmesi gibi her boy lideri de
devlet adamı olabilecek şekilde yetiştirilmiştir.
“Türkler tarih boyunca, yönetici unsurların çevresinde toplanarak, pek çok
devlet kurmuşlar ve değişik yönetim sistemleri uygulamışlardır. Başa geçen
hükümdarın liderliğinde birleşen Türk Milleti, kısa bir süre içerisinde hızla
teşkilatlanarak güçlü ve büyük devletler oluşturabilmiştir. Başka bir ifadeyle,
aslında devletin sahibi daima millettir. Millet devletsiz kalınca lider ve ekibinin
çevresinde kenetlenerek kendi bağımsız devletini kurmaktadır.
İslamiyetten önce Türk devletleri ‘İl’ ya da ‘El’ ismini almaktadır. Devlet
daima ‘Töre’ üzerine bina edilmekte yani adalet ve hukukla yönetilmektedir.
Türklerde devlet 4 unsurdan oluşmaktadır: Ülke (yurt, vatan), halk (millet,
bodun, kün) teşkilar (siyasi, idari ve askerî teşkilat), egemenlik (iç egemenlik ve
tam bağımsızlık). Devlet için ülke yani toprak asla vazgeçilmez ve taviz verilemez
konumdadır. Bu anlayış Mete Han’dan itibaren günümüze kadar süregelmiştir.
Türk devlet geleneğine göre ‘kanla alınan topraklar sadece kanla verilir’.
Devlet, egemenliği altındaki topluluklara kanun ve kural koyma hakkına sahiptir.
Bu egemenliğin kaynağı daima ilahi güçtür. Tanrı siyasi gücü (Kut) ve yetkiyi
Türk Hakanı’na verir ya da ondan geri alır. Hakanlar devleti kurultaylarda (toy,
ternek, kengeş ya da divanlarda) Toygun veya Üge’lere danışarak yönetir”
(Günaydın 2016: 25-26).
İslamiyet öncesi Türk devletlerinde hükümdarın yetkilerini Kut inancına
göre Gök Tanrı’dan aldığına inanılsa da bu yetkiler sınırsız değildi ve ülkeyi
yönetecek hanedan kendisini halkının üstünde göremezdi.
“Hükümdar veya hanedan üyeleri devletin sahibi değildir. Yönetici halk
adına bu görevi yapmaktadır. İslamiyet öncesi Türk devletlerinde, hükümdarın
kendi hazinesi ve toprağı olmamış, elde edilen kazanç boylar ve halk arasında
eşit olarak paylaştırılmıştır. Yönetme görevi, devlet ve halk için yeterince yarar
sağlayıp, başarı elde eden hanedan üyesine verilmiştir. Yönetme görevini
başaramayan, görevini devretmiş veya zorla devrettirilmiştir. Hükümdar her ne
274
kadar son sözü söyleyen ve mutlak karar verici makam da olsa, devletin
işleyişinde yardımcı kurumlar oluşturulmuş, çoğu zaman karar alınmasında ve
uygulanmasında etkin olmuştur” (Şencan 2007: 3-4). Ayrıca “Türk devlet
geleneğinde hükümdar bazı özelliklere [de] sahip olmalıdır:
Akıl, zekâ, bilgi, uyanıklık ve bilgelilik,
Cesaret ve savaşçılık,
Ahlak, adalet ve doğru sözlülük,
Yumuşak huyluluk, alçak gönüllülük, fedakârlık ve gönül zenginliği,
Kişisel çıkarları devlet menfaatinin üstünde tutmak” (Günaydın 2016: 23).
Bu özelliklere sahip olmayan hükümdarların iktidara gelmeleri zor olduğu
gibi gelseler dahi uzun süre devletin başında kalmaları mümkün olmazdı. Bu
sebepten dolayı hanedan üyeleri arasında kıyasıya bir mücade mevcuttu ve güçlü
olan liderler iktidarı ele geçirirdi. Bu durum Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han için
de bu şekilde olmuştu. Mete Han, iktidarı babası Teoman ile mücadeleye girerek
devralmıştı. Attilâ, kardeşi Bleda ile iktidar mücadelesine girişmişti. Cengiz Han
da kan kardeşi Camuka ile uzun süren bir iktidar mücadelesi yaşamıştı. Bu
mücadeler sonucunda yukarıda bahsi geçen vasıflara sahip oldukları için iktidarı
ele geçirmiş ve güçlü devlet yapıları oluşturmuşlardı. Ayrıca yukarıda sıralanan
tüm vasıflar üç hükümdar için de ortak özelliklerdi ve onların iyi birer devlet
adamı olmarının altında yatan başlıca sebepti. Zaman zaman acımasızlığa varan
disiplinleriyle ön plana çıkan bu üç hükümdarın iyi birer yönetici olmalarının
altında yatan temel etken halklarının menfaatini her şeyin üzerinde tutmaları ve
onları daha iyi bir refah seviyesine ulaştırmaları olmuştu. Eşitlikçi, adaletli ve
cömert oluşları bu üç devlet adamın da halkları nezdinde efsaneleşmesinde büyük
rol oynamış ve kendilerine karşı büyük bir bağlılık oluşturmuştu. Bu üç
hükümdarın ele alınan romanlarda devlet adamlıklarının ele alınış biçimlerinin de
bu minval üzere olduğu görülmektedir.
Mete, Attilâ ve Cengiz Han’ın devlet idareciliğinde dikkat edilmesi gereken
noktalardan biri de kurultayın varlığıdır. Türklerde de Moğollarda da hakan
kurultayda seçilir, önemli kararlar kurultay aracılığı ile alınırdı. Bu durumda
275
onların ne denli demokratik bir tutum içinde olduğunu gösterir. Buna karşın
Türkler ve Moğollar arasında bir takım farklılıklar da vardı.
“Çingiz Han Devleti ise, Çingiz Han’ın kanını taşıyan bir soylular ve
aristokratlar devleti idi. Bunun için, hanedandan olmayan bir kişi kurultaya
giremezdi. Hunlarda ise, seçim kurultayı’na boy beyleri; toyuna ise hak da
katılabiliyordu. Anlaşıldığına göre, Türkler daha demokratik idiler” (Ögel 2016:
116).
Bahaeddin Ögel böyle demesine karşın eserinin ilerleyen kısımlarında
“Çingiz Devleti’nde bile kurultay, bir boy konseyi veyahut da aile konseyi
gibiydi” (2016: 141) demektedir. Bahaeddin Ögel’in bu son söylediğinden yola
çıkarak Cengiz Han’ın da devlet yönetiminde Mete Han ve Attilâ kadar olmasa
da demokratik bir tutum sergilediği söylenebilir.
Türklerde aynı zamanda devletin toprağı kutsaldır. Bu yüzden Türkler
toprak için çok fazla kan dökmüştür. “Devletin toprağı hakkında en manalı
davranış, Mete tarafından gösterilmiştir” (Ögel 2016: 48). Mete Han, Tunghular
kendisinden atını istediğinde vermiş eşini istediğinde vermiş; ancak sıra toprağa
geldiğinde at ve kadının kendi malı olduğunu o yüzden verdiğini; ancak toprak
devletin malı olduğu için kimsenin toprağı veremeyeceğini söylemiş ve
düşmanlarına savaş açmıştır. Bu durum da gösterir ki Türklerde toprak değerlidir
ve söz konusu devlet ise gerisi önemli değildir. Mete örneğinde de görüldüğü
gibi Türklerde devlet hükümdardan, kurultaydan ve bireylerden üstün bir
kurumdur.
Mete, Attilâ ve Cengiz Han’ı konu anlan romanlarda onların devlet
adamlıkları şu şekilde tezahür etmiştir:
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Büyük Hun Hakanı Mete Han isimli
romanında Mete Han, on dört yaşından itibaren devlet yönetiminde gelecek
vadeden güçlü ve yiğit bir karakter olarak tasvir edilir (Terzioğlu 2016a: 40).
Mete Han, devlet yönetiminde söz sahibi olduktan sonra devletin geleceğiyle
ilgili planlarıyla ne kadar iyi bir devlet adamı olacağının işaretlerini verir. Salık
karakteri, Mete Han’ın ne kadar bilge bir yönetici olduğundan ve onun Türk
birliğini kurmaya yönelik hayallerinin Hun Devleti’nin geleceğini şekillendirmek
276
açısından ne kadar önemli olduğunu vurgular (Terzioğlu 2016a: 346). Mete
Han’ın devlet yönetiminde ne kadar isabetli kararlar verdiğinin görüldüğü
kısımlardan birisi de babasının Yüeçiler ile ilgili karalarının yanlış olduğunu
kurultay üyelerine söylediği kısımdır. Yüeçilerin sözünde durmadığını hatırlatan
Mete, babasının düştüğü hataya düşmeyeceğini ve Yüeçilerin bir daha
başkaldıramayacak biçimde ezilmesi gerektiğini vurgular (Terzioğlu 2016a: 387).
Mete her şeyden önce devletin çıkar ve menfaatlerini halkının refahını göz
önünde bulunduran bir liderdir. Onun bu özelliği Tunghuların elçilerine
gösterdiği tavizlerin altında yatan asıl düşüncelerini Toygunlara açıkladığı
kısmında görülmektedir:
“‘Artık duygularla hareket emek yok! Buna asla izin vermem! Hesap
yapacağız. Atacağımız her adımın bir ötesini düşüneceğiz. Budunu, devleti asla
tehlikeye sokmayacağız. Büyük devlet olmanın kuralı budur ve biz bunu yerine
getireceğiz. Hun ordusu henüz Tunghuları yok etmeye hazır değil. Dikkat edin,
yenmeye veya sürmeye demedim. Köklerini kurutmaya, bir daha doğrulamayacak
kadar bellerini kırmaya… Ben, Tunghulara bir kez vuracağım, ama o vuruş öyle
bir hale gelecek ki kolay kolay, ne yarın ne de çok daha sonra karşımıza
dikilmeye, bize böylesine bitigler göndermeye cesaret edemeyecekler. O gün
geldiğinde yaptıklarının hesabını verecekler” (Terzioğlu 2016a: 397-398).
Mete Han, daha sonra Tunghulara babasının atı diye başka bir at
göndereceğini
söyler.
Bu
eylemi
ile Tunghuları
onlardan
korktuğuna
inandıracağını ve böylelikle ordularını güçlendirmek için zaman kazanacağını
belirtir. Bu kısımda görüldüğü üzere Mete Han, devletinin çıkar ve menfaatleri
için kendi kişisel ihtiraslarından arınmış bir liderdir ve kendi itibarını ve
hakkında söylenecek olumsuz düşünceleri dahi göğüslemeyi başaracak kadar
olgun ve sabırlı bir liderdir. Ayrıca Mete Han, kendisini budunu dara düştüğünde
onlara yardım edecek güçlü bir lider olarak tanımlar (Terzioğlu 2016a: 403).
Mete Han, halkının çıkarlarını her şeyin üstünde tutan bir devlet adamı
olmanın yanında demokratik yönetime de önem veren sağduyulu bir liderdir.
Bundan dolayı yılda iki defa kurultay toplayarak devletinin ileri gelenlerinin de
fikirlerine danışarak devleti sevk ve idare eder. Bu eserde ayrıca Mete Han’ın
277
ülkeyi Türklerin eski dönemlerde yönettiği gibi sağ ve sol kanat olmak üzere ikili
bir yapıda yönettiği de görülmektedir. Aynı zamanda Mete Han, cömert bir
devlet adamıdır. Çin seferinden elde edilen ganimetlerin ordusuna dağıtılmasını
söyler (Terzioğlu 2016a: 506). Görüldüğü üzere Mete Han, bu eserde
gerektiğinde gelenekçi gerektiğinde yenilikçi bir devlet adamıdır. O; bu eserde
ileri görüşlü, adaletli, demokratik, sağduyulu, cömert, halkının çıkarlarını her
şeyden üstün tutan, dış politikada başarılı bir devlet adamı olarak ifade edilmiştir.
Hayrani İlgar’ın Mete Han isimli eserinde Mete’nin tam anlamıyla devletini
ve halkını kendinden üstün tutan bir lider olduğu görülür. Tunguzlar kendisinden
atını istediğinde halkını savaşa sokmamak için atını Tunguzlara verir. Daha sonra
Tunguzlar Mete’den eşini ister. Mete, eşinin de devletten daha üstün
olamayacağını söyleyerek eşini de Tunguzlara verir. Kurultayda eşini Tunguzlara
verme kararı alırken şu ifadeleri kullanır. “Hiç biriniz bu isteğe evet
demeyeceksiniz. Fakat bir Yabgu şahsi eşyaları ve özel değerleri için ülkesini
tehlikelere atmamalıdır, atamaz!.. Ben, henüz Tunguzlar’la savaş yapacak güce
sahip olduğumuza inanamıyorum!..” (İlgar 2013: 90) der. Mete Han, devletin
önemli meselelerini kurultayda konuşarak da demokrasiye duyduğu inancı
gösterir. Tunguzlar kendisinden kıraç bir toprak parçasını istediğinde ise
kurultayda bu isteği kabul edemeyeceğini şu sözlerle ifade eder:
“Tunguzlar’ın ilk iki istekleri, benim şahsımla ilgiliydi. Devletimizin
selametini düşünerek iki isteğe de peki dedim!.. Fakat, şimdi ki istedikleri şey,
benim değil, milletin maldır!.. Millete ait bir şeyi, Yabgu dahil hiç kimse
başkasına veremez, böyle bir hakkı yoktur!.. Unutmayın ki, vatan parçası kıraç ta
olsa, çorak da olsa verilmez!.. Toprak, Devlet demektir!.. Toprak, Devletin
temelidir!.. Vatan toprakları kan ile alınır, ancak kan ile verilir!.. Vatan
toprağını düşmana savaşsız veren bir kumandanın yaşamaya hakkı yoktur!..”
(İlgar 2013: 107).
Mete Han, devletin bekasını her şeyden üstün gören bir lider olmanın
yanında devletini bayındır hâle getirmek için de var gücüyle çalışır. Türk halkını
bir araya getirerek onları zenginleştirir ve refah seviyelerini yükseltir. Mete
adaletiyle, disipliniyle ve otorite kurmaktaki becerisiyle üstün özelliklere sahip
278
bir lider olduğunu gösterir. O, millî şuur ve bilinçle hareket eden ve attığı her
adımı ülkesinin menfaatleri için atan bir liderdir.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Mete Han’ında Mete’nin tam anlamıyla
vatanını ve milletini her şeyin üstünde tutan bir lider olduğu görülür. “Hayatında
değer verdiklerini bile yurdu için, milleti için, üzerinde yaşadıkları topraklar için
feda edebilecek bir yüreğe sahip olan Mete” (Erdoğan 2018: 151) bir an olsun
devletin bekası için yapacakalarını yapmaktan çekinmez. Hayalindeki Hun
devletini tesis etmek için Mete, en sevdiği varlıklardan vazgeçer. Mete Han,
Thung-hu elçisi kendisinden bin mil koşan atını istediğinde herkesi şaşırtır ve
ülkesinin geleceği için bu atı vermeyi kabul eder. “‘Bir at nedir ki? diye
mırıldandı. ‘Bir at, bir yurdun komşularından daha mı değerlidir? Tabii ki
vereceğim. Bu benim için çok fazla bir önem taşımaz. Benim komşum, atımdan
daha önemlidir’” (Erdoğan 2018: 186). Mete Han, sabırlıdır ve Thung-huların
isteklerini zaman kazanarak ordusunu güçlendirmek kullanır. Mete Han zamanı
geldiğinde Thung-huların küstah isteklerine karşılık savaşla cevap verir.
Türklerde önemli olan vatan toprağı kavramının Mete’nin kişiliğinde de
vücut bulduğu görülür. Thung-huların her isteğine evet diyen Mete, bir parça
vatan toprağının istenmesi üzerine bunun savaş sebebi olduğunu söyler ve
Thung-hulara karşı savaş ilan eder. Mete Han, aynı zamanda ülkesini ilgilendiren
kararları alırken kurultayı toplar ve kurultayda bulunan beylerin de fikrini alır.
Yönetimi konusunda demokratik bir tutum sergileyen Mete, her şeye karşın son
sözü kendisi söyler ve vatan toprağına ihanet edenleri ve emrine itaat etmeyenleri
infaz etmekten de çekinmez.
Thung-huları dize getiren Mete Han daha sonra Yüeçileri de mağlup ederek
düşmanlarını bir bir temizler. Mete Han, aynı zamanda zeki ve ileri görüşlü bir
devlet adamıdır. Çevresinde olup bitenleri doğru analiz eden ve kimin dost kimin
düşman olduğunu çok iyi tahlil eden bir yapısı vardır. Mete Han, ordusunun
generallerininden baba dostu Kiale’nin ihtirasını görebilecek bir ferasete sahiptir.
Mete’nin Kiale ile ilgili fikirlerini beyan ettiği kısım şu şekildedir:
279
“‘Onun ruhlarla dostluğu biteli çok oldu sevgili arkadaşım Akçar,’diye
karşılık
verdi
Metehan.
‘Koyunlar
ona
kanabilir
ama
kurtları
asla
kandıramazsın. Onlar tuzağa gelmezler.’
Metehan’ın ileri görüşlü ve isabetli yargılarına katılan Akçar, ondaki
feraset konusunda asla yanılmadığını biliyordu” (Erdoğan 2018: 244-245).
Özetle bu eserde Mete Han, vatan toprağını her şeyden üstün tutan ve
milletinin çıkar ve menfaatlerini yüceltmek uğrunda her şeyini feda edebilecek
ileri görüşlü, cömert, mütevazı, zeki, yenilikçi bir lider olarak tasfir edilmişitir.
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Mete Han’ında Mete Han, Türk devlet
geleneklerine uyan iyi bir yönetici ve kurt bir siyasetçi olarak betimlenmiştir.
Mete Han, babasının üvey annesi ile birlikte kendisine kurduğu tuzaktan
kurtulduktan sonra sabırla beklemiş ve babasını tahttan indirdikten sonra da
ülkede kendi kafasında tasarladığı düzeni getirmiş ve dünyayı düşmanlarına dar
etmiştir. Mete Han; uyguladığı politikalar, entrikalar karşısındaki kurnazlığı,
keskin zekâsı, yüksek disiplini ve vatanperverliği üst noktada olan bir liderdir.
Mete Han bu eserde Çin liderinin kendisinden çok sevdiği atını istemesine
ülkesinin çıkarları için göz yummuşken Çin İmparatoru’nun kendisinden toprak
isteme cürretinde bulunması üzerine Mete Han, Kurultay’ı toplar ve Şadlarına,
Toygunlarına şu şekilde seslenir:
“Ey güngörmüş ihtiyarlar! Ey şadlarım, Toygunlarım! Bilirsiniz ki bu Çin
elçisinin üçüncü gelişidir. İlk geldiğinde atımı istedi; verdim. İkinci gelişinde
kılıcımı istedi; onu da verdim. Zira ordumuzun talim ve disipliniyle uğraştığım
bu zamanda, ordumu bir harp meydanına sürmek istemedim. Bütün bunları
verdim, çünkü bunlar nefsime ait şeylerdi. Çok sevdiğim ama vatan için
vazgeçebileceğim şeyler… Ne var ki şimdi alçak Çin Hükümdarı benden toprak
istemektedir. Hun çerilerinin kanlarıyla suladıkları, görünüşte çorak ve değersiz
bir toprak… Değil mi ki, o toprak için nice çeriler şehit düşmüştür, değil mi ki o
toprağın altında benim yiğitlerim yatar, o toprak bana en kıymetli topraktır.
Şimdi siz söyleyin bana şadlarım, tiginlerim, Toygunlarım! Ne kadar
değersiz olursa olsun toprak verilir mi hiç? Hayır, vermeyeceğim. Atım benimdi;
280
verdim. Kılıcım benimdi; verdim. Ancak bu toprak benim değil, tüm Hun
Türklerinindir” (Efe 2018b: 112)
Mete Han, bu örnekte de görüleceği üzere ülkesinin çıkarlarını her şeyin
kendisinin bile üstünde tutan bir liderdir. O, Türklerin toprağa ve vatana verdiği
değeri ilk gösteren liderlerden birisidir. Onun bu eylemi binlerce yıl boyunca
Türklerin toprağa verdiği önemi göstermek bakımından örnek olmuştur. Mete
Han aynı zamanda onurlu ve prensipli bir devlet adamıdır. Düşmanına saygı
duyan Mete, onlar antlaşmayı bozmadıkça onlara savaş açmaz (Efe 2018b: 131).
Çin’in küstahlığını onları yenerek ödeten Mete Han bu sefer Donghuarın
hadsizlikleriyle karşılaşır ve kendisinden Çin’den aldığı vergiden pay isteyen
Donghu liderine bu isteğini onları da mağlup ederek pahalıya ödetir (Efe 2018b:
148). Mete Han’ın başarıları ve devlet adamlığı düşmanı olan Çin İmparatoru
Qin tarafından dahi övgüye mazhar olur. Düşmanlarının dahi övgüsüne mazhar
olabilen Mete Han bu eserde adil, cömert, disiplinli, yenilikçi, vatansever,
törelerine sadık ve keskin zekâlı bir devlet adamı olarak betimlenmiştir.
Peyami Safa’nın Attilâ isimli eserinde Attilâ, keskin zekâlı ve ileri görüşlü
bir devlet adamı olarak okurun karşısına çıkar. Aynı zamanda iyi bir diplomattır.
Attilâ halkının çıkarlarını gözeten, adil, mütevazı ve cömert bir liderdir. Attilâ
sadece cephede yaptığı savaşta başarılı olmamıştır; cephe gerisinde de attığı
politik adımlar ile Hun toplumunun daha ileri gitmesini sağlamıştır. Attilâ, bu
eserde devlet meselesi söz konusu olduğunda aklındaki planları son ana kadar
kimseye söylemez ve rakiplerinin kendisine karşı önlem alabileceği hiçbir taviz
vermez. Onun Batı Roma seferi öncesi yürüttüğü siyaset de bunun en güzel
örneklerinden birisidir.
“Attila, bir taraftan dostane teminatının afyonuyla Roma imparatorunu
uyutmaya çalışırken, öte taraftan, Gol hükümdarı Teodorik’e de şöyle haber
gönderiyordu:
‘Maksadım,
Gol
arazisine
girerek
sizi
Roma
boyunduruğundan
kurtarmaktır.’
Hunların hakanı henüz bizzat sefere çıkmamıştı. Ordunun, muayyen bir
sahaya gittikten sonra durmasını emrettiği için, kendisi daima sarayda kalıyor,
281
Avrupa’nın dört köşesinden haberler getiren sailerle konuşuyor, kumandanlarına
mütemadi talimat veriyor, geceleri sabaha kadar odasında, sedirine yüzükoyun
yatarak, hareketsiz düşünüyor ve o saatlerde, huzuruna başvekil Onejes’ten
maada kimseyi kabul etmiyordu.
Her gece dehasıyla ördüğü muhayyirü’l-ukul istila ağının yeni bir parçasını
daha tamamlıyordu.
Hiç kimse, hatta başvekil bile, Attila’nın planlarını tahmin etmiyorlardı.
Hunların hakanı; ancak teferruata ait emirler veriyor, tasavvurlarının esas
çizgilerini en yakın adamlarına karşı bile meçhul bırakıyordu” (Safa 2015: 118119).
Attilâ, zeki bir devlet adamı olduğu kadar bir o kadar da adil ve
merhametlidir. Disipline ve düzene önem veren Attilâ, askerlerini yağma ve
katliam yapmamaları gerektiği konusunda uyarır. Kurduğu düzene uymayanları
cezalandırır.
“Rems Metropolitinin katlini duyan Attila müthiş bir gayızla köpürerek
yanındakilere bağırdı:
Yağma ve katliam yapılmayacaktır. Kılıçlarımızı bize müsavi olanlara karşı
çekelim. Müdafasız bir kızı öldüren katili yakalayınız ve huzuruma çıkarınız”
(Safa 2015: 151).
Attilâ’nın bu eserde öne çıkan bir diğer özelliği de halkına ve çevresindeki
insanlara karşı cömert oluşudur. Onejes ve Odekon gibi diğer milletlerden olan
yardımcılarına güvenen Attilâ onları kendi milletinden ayrı tutmamış ve hak
ettikleri değeri göstermiştir. Kendisi mütevazı bir hayat sürerken halkının bolluk
içerisinde yaşamasını önemsemiş ve kendisi için istemediğini halkı için
istemiştir. Özetle Attilâ bu eserde halkının refahını kendi refahı üzerinde tutan ve
halkı için çalışan bir devlet adamı olarak anlatılmıştır.
Büyük Hun Hükümdarı Attila isimli eserde Attilâ’nın Doğu Roma ile
yaptığı antlaşma onun ne derece iyi bir diplomat ve devlet adamı olduğunu gözler
önüne serer.
282
“Hunlar nezdinde esir iken kaçan Romalıların iadesi yahut her biri için
fidye verilmesi talebi, aslında Hun hazinesine altın teminatı maksadına dönüktü.
Hun hükümdarı, Doğu Roma devletinin bu Romalıları esarette bırakmamak için
fidyelerini vereceğini ümit ediyordu. Attilâ’nın bu tahmini yanlış çıktı. Doğu
Roma İmparatorluğu’nun senelik verginin iki misline çıkarılmasındaki maksat da
Hun hazinesinin gelirlerini çoğaltmaktan ibaretti.
Aetius’u en çok düşündüren nokta, Hun mültecilerinin, teslimine dair olan
madde idi. İlk bakışta önemsiz gibi görünen bu maddenin, gerçek anlamı çok
mühimdi. Çünkü bu maddeye göre, Attila, Doğu ve Batı Roma İmparatorlukları
ordularında hizmet eden her mülteci Hunu kaçak addediyor, kendi ırkına mensup
bir askerin yabancı bir devlete itatte devamını kabul etmiyor, Doğu ve Batı Roma
hizmetinde bulunan bütün tebaasını, doğrudan doğruya kendi emir ve hükmü
altına almak istiyordu.
Aetius, Hun hakanın bu talebinde, geniş ölçüde bir Hun birliği vücuda
getirmek isteyen bir siyasetin başlangıcını fark ediyordu” (Eryılmaz 2013: 7576).
Attilâ’nın yürüttüğü siyasetin altında yatan gerçeklerin ne olduğunu Aeitus
anlasa da diğer diplomatlar anlayamamıştır. Attilâ, Doğu Roma İmparatorluğu
öne sürdüğü antlaşma teklifini kabul etmediği takdirde de ordularını harekete
geçirmek için geçerli bir gerekçe elde edecektir. Attilâ’nın elçilerin tekliflerini
dinlemeden kendi tekliflerini sıralaması elçileri şaşırtmıştır. Elçiler bu şaşkınlıkla
onun gurur ve kaanati karşısında ezilerek öne sürdüğü teklifi kabul etmişlerdi.
Attilâ’nın en büyük özelliklerinden birisi de insanları peşinden sürükleyen
karizmatik kişiliğidir.
“Attila’nın garip bir kendine inandırma şekli vardı. Onda, sıradan insanları
peşinden sürüklemeye, onları etkilemeye elverişli bir ikna kuvveti vardı. Bazı
tarihçiler, onun nutuklarını kaydetmişlerdir. Ne gariptir ki bu nutuklar, insanları
sevk ve idare etmiş diğer dâhillerin nutuklarına çok benzemektedir. Bu
nutuklarda, torunların rahat ve güvenliği gayesi ileri sürülüyor, ganimet ve
servetin cazibesi ballandırılıyor, atalara layık olunarak vatani hizmetlerde
283
onlara varılmak, hatta onlardan da çok yükseltmek lüzumu beyan olunuyordu”
(Eryılmaz 2013: 92).
Kendi milleti ve diğer milletler üzerinde derin tesirler uyandıran Attilâ, bir
devlet adamının sahip olması gereken tüm vasıflara sahipti ve her şeyden önce
ülkesinin çıkarlarını gözeterek halkının menfaatlerini yücelten bir incelikle
donatılmıştı. Attilâ’nın Doğu Roma’nın kendisine düzenleyeceği suikasti
önceden haber alarak bunu kendi lehine çevirmesi de onun keskin zekâsını gözler
önüne seren önemli vakalardan birisiydi. Doğu Roma Attilâ’yı öldürme planları
yaparken o, bu suikast teşebbüsünü ortaya çıkararak Doğu Roma’nın alçaklığını
gözler önüne sermenin ve onlara karşı siyasal üstünlük elde etmenin planlarını
yapmıştı. Attila’nın bu kurnaz tutumu Doğu Roma’nın siyasal olarak dejavantajlı
konuma düşmesine neden olmuştu. “Attila, Roma İmparatorluğu’nun iptidai ve
beceriksizce diplomasisine karşı, son derece üstün bir müzakereci ve yüksek bir
siyasetçi oyunları uygulayarak, siyasi üstünlük sağlayabiliyordu” (Eryılmaz
2013: 293).
Galya Fatihi Atilla isimli eserde Attilâ karakteri, güçlü bir kişiliğe sahip
olarak okurun karşısına çıkar. Diğer eserlerden farklı olarak bu eserde abisi Bleda
ile taht mücadelesine girişmez bazı tarihî kaynakların da belirttiği üzere abisiyle
ülkeyi birlikte yönetmeye başlar. Amcası Rua öldükten sonra Attilâ, abisiyle
birlikte ülkede düzeni sağlar. Ülkedeki hainleri temizleyen Attilâ, otoritesini
kabul ettirir ve kendisine tam anlamıyla itaat edilmesini saplar. Attilâ’nın devlet
adamlığına tesir eden etkenlerden birisi de Roma’da geçirdiği zamanlardır. Attilâ
orada geçirdiği esaret günlerini kendisini geliştirerek ve Roma’nın siyasal
birikimlerini öğrenerek geçirmiştir.
“Roma
Sarayı’ndaki
esaret
günlerini
bilgi
edinerek
geçirmişti.
İmparatorluğun, dini, ekonomik ve siyasi yönetim sitemini çok iyi irdelemişti.
Soylu ve asilzadelerin elinde tuttuğu verimli ve zengin toprakların bir devlet için
ne kadar önemli olduğunu anlamıştı. Tarlalardan elde edilen hasadın orduyu
nasıl güçlü kıldığına şahit olmuştu. Bir devletin ayakta kalabilmesinin birinci
şartının da askerin karnının doyurulması olduğunu biliyordu. Batı Roma
İmparatorluğu’nun savaş stratejisinin mihenk taşını ise boyundurukları altında
284
tuttukları diğer kavimlerin sundukları destek oluşturuyordu. Bu devasa güç ile
mücadele edebilmek için dengenin sağlanması gerekiyordu. Attila, kaynağa akan
bu su kollarının kesilmesi gerektiğini düşünüyordu. Devletin bütün kurumlarıyla
kısa sürede toparlanması gerekiyordu” (Karahan 2014: 152).
Attilâ, İslamiyet öncesi Türk hükümdarlarının sahip olması gereken
niteliklere sahiptir. O, önce halkını sonra kendisini düşen bir lider olma özelliği
göstermektedir. Onun komutanları ile yaptığı şu konuşma onun ne derece
karakterli bir devlet adamı olduğunu gösterir.
“Hepimiz bundan böyle önümüze çıkacak olayları ve olabilecekleri
önemine göre ayırabilmeliyiz. Tehlikeleri sezebilme gücümüzü savaşma
yeteneğimizle geliştirebilmeliyiz. Eğer hata yapmadan önce tedbirimizi alırsak
korkudan, şaşkınlıktan ve kendini bilmezlikten uzak kalırız. Benim yapmam
gereken kendimi düşünmekten çok kavmimi düşünerek yaşamamdır. Kendime
güveniyorum ve kendime saygım var ki size duyduğum saygı kadar…”(Karahan
2014: 156).
Attilâ Doğu Roma İmparatorluğu ile yapacağı antlaşma esnasında antlaşma
için gelen heyeti at sırtında bilerek karşılamıştır; çünkü düşmanın yaşadığı
ezikliği siyasi arenada da hissettirmek istemiştir. Savaş alanında gösterdiği
başarıyı diplomatik olarak da gösteren Attilâ, bu eserde iyi bir komutan olduğu
kadar iyi de bir devlet adamı olarak okurla buluşmuştur. Halkını düşünen
çevresindeki insanlara değer veren ve düşmanlarına keskin zekâsı ile hem savaş
meydanında hem de sonrasında yapılan antlaşmalarda üstün gelen Attilâ, sürdüğü
mütevazı yaşamla ve cömertliğiyle diğer milletleri de etkilemiş ve ülkesinin
sınırlarını
sadece
toprakları
fethederek
değil
gönülleri
de
fethederek
genişletmiştir. “Hun askerleri Hıristiyan dünyası için önemli olan Akdeniz’deki
topraklara kadar akınlar düzenlemişlerdi. Bu da çılgın Attilâ’nın deli olmadığını
aksine çok akıllı ve stratejik hareket eden bir lider olduğunu ispat ediyordu”
(Karahan 2014: 324).
Başbuğ Attila’da Attilâ’nın Margüs Pazarı’na baskın düzenleme planı onun
ne kadar önemli bir strateji uzmanı olduğunu ve siyasi manevralar yapmak
hususunda ne derece üstün yeteneklere sahip olduğunu gösterir. Attilâ’nın
285
Onagesius ve Gleserich ile yaptığı aşağıdaki konuşma da onun bu vasıflarını
gösterir niteliktedir.
“Bakın, dedi. Burayı basit bir Pazar olarak görmeyin! Burası güç gösteri
yeridir. Kim pazarı koruyorsa, insanlar için bölgenin hâkimi odur!
Elindeki tahta maşrapadan bir yudum şarap daha aldı. İri bir et parçasını
ağzına attı ve elinin tersiyle ağzını sildi. Eti çiğnerken fısıldar gibi konuştu;
İkincisi, pazarın sahibi olarak görünen Bizans’a ve çevre insanlarına,
gücümüzü göstermeliyiz! Bizans, dost görünüp arkamızdan vurmaya çalışıyor”
(Adıgüzel 2015: 131).
Attilâ, yaptığı plan doğrultusunda pazara doğrudan baskın düzenletmez ve
eşkıyalar basmış gibi gösterir daha sonra da kendisi yardıma gider ve Bizans’ın
pazarı korumakta yetersiz olduğunu çeveredeki insanlara göstererek pazarı
korumaya talip olduğunu ilan eder. Attilâ’nın yaptığı bu siyasi hamleler Doğu
Roma karşısında güç kazanmasını sağlar. Daha sonra Bizans’a saldırmak için
atalarının mezarının soyulduğu bahanesini kullanır ve kendisine savaşmak için
bir başka haklı gerekçe daha bulmuş olur. Onun Doğu Roma karşısında
geliştirdiği bu stratejiler, rakibini zor durumda bırakır ve rakibinin kendisine
vergi vermeyi kabul etmesiyle sonuçlanır. Yine Attilâ, Türk askerî anlayışının bir
uzantısı olarak yaydığı korku ile Margus Psikoposu’nun şehri direniş olmadan
teslim etmesini sağlar ve ne kadar mahir bir devlet adamı olduğunu bir kez daha
ispatlar.
Rakiplerini speküle etmekte ve onların oyunarını bozarak oyunu kendi
kurallarına göre oynamakta başarılı olan Attilâ, bu yeteneğinin yanında halkı için
merhametli ve cömert bir liderdir. Danışmanlarının sözünü dinleyen ve yeri
geldiğinde onların fikirleri doğrultusunda planlar yapan Attilâ, sağduyulu ve
anlayışlı
bir
devlet
adamıdır.
Kendisiyle
ilgili
acımasızlık,
barbarlık
dedikodularını düşmanlarını psikolojik olarak yıpratmak için siyasi bir koz olarak
kullanmıştır.
“Bizans sarayının Attila’nın yanına izinsiz girenleri araştırdığını söyleyince
işi ciddiye almış ve kurcalamaya karar vermişti. Önce yanına izinsiz girenleri
düşündü. Oğlu İlek, amcası Aybars, Orestes, Onagesius, Geleserich ve Odekon.
286
Bu iş için en uygun aday Odekon olabilir, diye düşündü. Göndereceği elçilik
heyetine Odekon’u bu yüzden dâhil etti. Gitmeden önce ona, konuyu kısaca
anlattı. Onagesius’un bundan haberi olmadığını söyledi. Eğer kendisine böyle
bir teklif yapılırsa, önce şiddetle reddetmesini, sonra, teklif edilenlerin karşısında
kabul etmiş görünmesini sıkı sıkı tembih etti.
Senaryo doğru çıkmış ve Attila’nın planı da tutmuştu” (Adıgüzel 2015:
196).
Attilâ’nın ne kadar zeki bir devlet adamı olduğunun anlatıldığı kısımlardan
birisi de Doğu Roma’nın kendisine düzenleyeceği suikastı önceden bilen
Attilâ’nın Doğu Roma’yı küçük duruma düşürmek ve kendisine daha fazla vergi
vermesini sağlamak için suikast girişiminin son ana kadar gerçekleşmesine göz
yumduğu kısımdır. Suikast girişimini önceden bilen Attilâ, suikastçileri suçüstü
yaparak Doğu Roma’yı siyasi anlamda zor durumda bırakmıştır. Görüldüğü
üzere bu eserde Attilâ, attığı her adımı hesaplı atan ve bir plan dâhilinde hareket
eden ileri görüşlü bir devlet adamı olarak ele alınmıştır.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Tanrının Kırbacı Attila isimli eserinde
Attila’nın devlet adamlığı şu şekilde ele alınmıştır.
“İtalya’daki günleri güzel geçen Attila, iyi yetişen bir kral olacaktı. Bir gün
eline alacağı krallıkta, düşmanın tam içinde var olmasının artılarını yaşayacaktı.
Roma’yı
yakından
tanıyordu.
Zaman
içinde
gelişen
bilgisi
hayranlık
uyandırmaya başlamıştı” (Erdoğan 2016a: 34).
Attila’nın Roma’da esir kaldığı günler onun Roma’nın siyasi bakış açısını
kazanmasını sağlamış bu da ileride kuracağı imparatorluğun daha sağlam
temeller üzerinde kurulmasında etkili olmuştur. “Hun Prensi Attila, özenli bir
biçimde roma eğitimi aldı. Çok parlak yeteneklere sahip ve insanları etkilemesini
biliyordu” (Erdoğan 2016a: 35). Attila tüm bunların yanında kendisine karşı
sadakatini sunanları cömertçe ödüllendiren bir liderdi. Roma’da esir kaldığı
günlerde tanıştığı Onegese’yi kral olduktan sonra kendi ülkesinde danışmanı
yapmış ve geniş yetkilerle donatmıştı. Attilâ aynı zamanda eli açık bir
yöneticiydi. Dostlarına karşı olduğu kadar halkına karşı da cömetti. Bu eserde
Attilâ’nın yöneticilik vasıflarının gelişmesinde Roma Sarayı’nın büyük bir
287
etkisinin olduğu üzerinde de durulmuştur. Attilâ; kurnaz, zeki, adaletli ve ölçülü
bir devlet adamıdır. Savaşta olduğu kadar diplomaside de başarılır.
Attila’nın Kalkanı isimli eserde Attilâ, seferden döndüğü bir esnada yanan
bir binadan Ottigin isimli bir çocuğu kurtarır ve bu çocuğu komutanlarından
Suptar’a emanet eder. Çocuğun ailesinin katledilmesinden duyduğu üzüntüyü
dile getiren Attilâ bu olay sonucunda ülkesinin sınır güvenliğinin sağlanmasına
yönelik önlemler alınmasına yönelik buyruk verir.
“Haklısın, sınırlarımız daha sıkı korunmalı, insanlarımızın can ve mal
emniyetini güvence altına almalıyız. Bunun için vakit geçirmeden sınırlarımızın
güvenliğini sağlayacak atlı devriyeler oluşturmalıyız” (Erdem 2017: 21). Bu
eserde yukarıdaki paragraftan da anlaşılacağı üzere Attilâ halkının huzur ve
güvenliğini önemseyen onların refahını artırmaya çalışan bir liderdir. Merhametli
ve sağduyulu bir lider olmanın yanında kıvrak zekâsıyla siyasi oyunlar
oynamakta da başarılıdır. Margus Psikopos’unu korkutarak psikoposa kaleyi
teslim ederse canını bağışlayacağını söyler ve Margus şehrinin fethini
kolaylaştırır. Margus Şehrini ele geçirdikten sonra da hoşgörü politikası ile
Margus halkının gönlünü kazanmıştır. Aynı zamanda Margus Psikopos’unun
şehri teslim etmeden önce Attilâ için söyledikleri de Attilâ’nın nasıl bir devlet
adamı olduğunu gözler önüne seren önemli kısımlardan birisidir.
“Casuslarımızın raporlarına göre siz bayrağınız altında yaşayan
kavimlerin fertleri için Roma İmparatorluğu’ndakinden daha fazla can ve mal
emniyeti sağlıyormuşsunuz. Size barbar diyorlar ama Doğu ve Batı roma’yı
yönetenlerin gözünde insanlarının hayvanlardan farkı yoktur. Oysa siz
majesteleri, askerleriniz gibi gayet sade giyiniyor, onlarla aynı silahları taşıyor
ve de onlar ne yiyorsa siz de aynı şeyleri yiyor, onlar nerede uyuyor ise siz de
orada, basit bir hasırın üzerinde uyuyormuşsunuz. En önemlisi de katıldığınız
her
savaşta
canınızı
hiç
düşünmeden
askerlerinizin
önüne
geçerek
düşmanlarınızla en ön safta çarpışıyormuşsunuz” (Erdem 2017: 27).
Görüldüğü üzere Attilâ, İslamiyet öncesi Türk devlet adamlarının sahip
olması gereken tüm vasıflara sahiptir. Onun bu vasıflara sahip olması da
288
çevresinde her milletten insanın toplanmasını ve bu insanların ona sadakatle
bağlanmasını sağlamıştır.
Attilâ’nın komutanı Suptar’ın prenses Honoria’ya Attilâ’yı anlatırken sarf
ettiği sözler de Attilâ’nın nasıl bir devlet adamı olduğunun gözler önüne serildiği
kısımlardan bir diğeridir:
“Düşmanlarına korku salan hakanımız dostlarına karşı çok cömerttir.
Bilge, alçakgönüllü, iyiliksever, otoriter, asil ve töre bilir bir hakanımız olduğu
için biz çok şanslı bir milletiz” (Erdem 2017: 104). Attilâ, bu eserde mütevazı
yaşantısıyla halkını kendisiniden daha çok düşünen ve ülkesini yüceltmek için
çalışan karizmatik bir devlet adamı olarak okurun karşısına çıkmıştır.
Atilla’nın Kargısı isimli eserde Attilâ’nın güçlü bir lider ve iyi bir devlet
adamı olduğuna dair vurguların yapıldığı görülür. Ottigin Attilâ ile Suptar’ın
yanına gidip onunla görüştüğünde Attilâ’nın ne kadar yüce gönüllü bir kağan
olduğunu görür. Attilâ bu kısmın devamında kendisinin ve Suptar’ın amcası Rua
ile birlikte askerî seferlere katıldığını bu sayede çeşitli milletleri tanıma fırsatı
bularak amcasının yanında devlet yönetimi ve askerlik sanatını öğrendiklerini
söyler (Erdem 2018: 31-32). Honoria ile Suptar arasında geçen konuşmada da
Honoria okuduğu evraklardan yola çıkarak Attilâ’nın adil bir hükümdar
olduğunu belirtir (Erdem 2018: 133). Bu kısmın devamında sözü devralan Suptar
ise Hunların ve Attilâ’nın devlet yönetimiyle ilgili şu bilgileri nakleder:
“Suptar acı acı gülümsedi. ‘Augusta bizleri daha tanıyamamışsın. Hun
Türkleri’nde kağan, mutlak hükümdar değildir ve o yüzden de aklına her eseni
yapamaz. Kağan önemli konularda devletin ileri gelenlerine danışmak
zorundadır. Kağan, ölüm cezasına çarptırılmış bir Hunluyu tek başına karar
verip affedemez” (Erdem 2018: 134).
Suptar’ın söylediklerinde de görüldüğü üzere Hun devlet geleneğinde
danışma meclisi görevi gören bir kurultay vardır ve devletle ilgili kararlar
alınacağında hükümdar bu kurula danışmak zorundadır. Özetle Attilâ, bu eserde
demokratik, adil ve yüce gönüllü bir devlet adamı olarak betimlenmiştir. Ayrıca
Attilâ’nın Doğu Roma ile yaptığı anlaşma aracılığıyla da dış politika konusunda
da ne kadar kıvrak bir zekâya sahip olduğu görülür. Attilâ, Chrysaphius’un
289
kendisine karşı düzenletmeye kalktığı suikasti Doğu Roma’ya pahalıya ödetir.
Romalılar kendisini tuzağa düşürmeye kalkarken o, Romalıları tuzağına düşürür
ve ileri sürdüğü ağır şartları kabul ettirir. Kendisine suikast düzenleten
Chrysaphius’u fidye karşılığı affetmiş gibi görünür; ancak Suptar’ı gizli bir
görevle onu ortadan kaldırması için görevlendirerek kendisine karşı yapılan alçak
girişimi cezalandırır. Bu eserde Atilla, ülkesinin iç işlerinde olduğu gibi dış
işlerinde de başarılı bir lider görünümündedir.
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Attila’sında Attilâ, kurt bir devlet adamı ve
adaletli bir yönetici olarak okurun karşısına çıkar. Attilâ, babası erken yaşta
öldüğü için amcasının yanında kalarak devlet yönetimi konusunda tecrübe edinir.
Attilâ ülkenin başına geçtikten sonra Doğu Roma elçileri ile yaptığı görüşmede
elçileri at üzerinde karşılayarak ve attan inmelerine izin vermeyerek onlara
kendisinin üstün taraf olduğunu hissettirir. Attilâ bu esnada Bleda’ya: “‘Ee, savaş
her zaman kılıçla olmaz.’ (…) ‘Bazen düşmanlarını sözlerinle ve gözlerinle
perişan edersin” (Efe 2018a: 151) diyerek ne kadar usta bir siyasetçiye
dönüştüğünü de gözler önüne serer. Attilâ aynı zamanda cönmert, adil bir devlet
adamıdır. Halkıyla eşit şartlarda yaşayıp mütevazı bir yaşantı sürer. Attilâ’nın dış
politikada gösterdiği başarı Bizans elçisi Anatolius’u sözleriyle ve Attilâ’nın
azamametiyle titreği şu sahnede de gözler önüne serilir:
“Hayır, kendisini hiç de büyük bir devletin elçisi gibi hissetmiyordu
Anatolius. Roma’nın büyüsü kaybolmuş ve her şey, bu kahraman Türk hakanının
ateşten bakışında eriyip gitmişti. İşte bu yüzden daha fazla direnmesine gerek
yoktu. Boyun eğecekti Attila karşısında” (Efe 2018a: 190).
Anatolius Attilâ karşısında boyun eğdiği gibi onun tüm isteklerini de kabul
etmek zorunda kalır. Attilâ, Doğu Roma’dan aldığı vergiyi üç katına çıkararak
gücünü ve otoritesini ortaya koyar. Eserde daha sonra Batı Roma İmparatoru
Flavius Aetius, Attilâ’yı içten fethetmek için kendi kızı ile evlenmesini teklif
eder. Attilâ, keskin zekâsıyla bu teklifi kabul eder; ancak düşmanın asıl niyetini
anladığından dolayı Batı Roma’yı çeyiz olarak ister (Efe 2018a: 196). Attilâ’nın
bu hamlesi de onun ne kadar kurnaz bir siyasetçi olduğunu gözler önüne sermek
bakımından dikkate değerdir. Özetle bu eserde Attilâ dış politika noktasında zeki
290
ve kurnaz bir devlet adamı olarak anlatılmıştır. Ayrıca ülkesinde kurduğu düzen
ve halkına karşı geliştirdiği cömert tutum ile ön plana çıkarılmıştır.
Okay Tiryakioğlu’nun Avrupa’yı Dize Getiren Türk Attila isimli eserinde
Attilâ’nın cömert, anlayışlı, halkının çıkarlarını gözeten, emrinde bulunan
insanlarla benzer şekilde yaşayan adaletli ve mütevazı bir devlet adamı ve
siyasetçi olduğu görülür.
Attilâ’nın Batı Roma’da gladyatör okullarının
kapatılmasından sonra eşkıyalarla halkın hakkını korumak için giriştiği mücadele
onun mazlumların hakkını koruyan tavrını gözler önüne sermek bakımından
dikkate değerdir. Attilâ aynı zamanda çevresindekilerin sözüne kulak veren ve
atacağı adımları planlı olarak atan bir devlet adamıdır. Kendi tebası altında
yaşayan tüm ulusların çıkarlarını gözeten Attilâ’nın Paris’e dokunmayıp
Genevieve isimli azizeye hediyeler gönderilmesini söylediği kısımda bu
bakımdan önemlidir. Onun bu yaklaşımı Hun halkıyla birlikte Hristiyan
vatandaşlarını da önemsediğini göstermektedir. (Tiryakioğlu 2018: 303).
Attilâ’nın devlet yönetimi konusunda sahip olduğu bakışaçısını göstermek
bakımından eserdeki şu kısım dikkate derğerdir:
“Hatta makul bir savaş tazminatı ödemeleri dahi mümkündü. Ama tüm
bunlar bir süreç işiydi elbette. Birkaç yıla yayılabilirdi. Ulu Kağan gibi, devlet
meselelerinde tecrübeli ve iki medeniyetin de yakından tanığı gerçek bir Romalı,
muhataplarının halinden mutlaka anlardı. Malumuydu ki, kurumsal devletlerde
işler bir anda olup bitmezdi. Bürokrasinin işleyişi daha sağlıklı ama ne yazık ki
biraz dirençli, dolayısıyla ağırdı. Ama Attila gibi zeki, alçakgönüllü, destanlara
konu ve anlayışlı bir hükümdar için sabırdan daha büyük bir erdem
düşünülemezdi” (Tiryakioğlu 2018: 336).
Zeki, alçakgönüllü, anlayışlı ve sabırlı bir hükümdar olarak nitelendirilen
Attilâ ile ilgili Papa Leo’nun söylediği şu ifadeler de Attilâ’nın nasıl bir devlet
adamı olduğunu göstermek bakımından dikkate değerdir: “Bununla birlikte
cömertsin, Yıktıklarını onaran, düşmanlarının boyun eğmesiyle merhamete
gelensin” (Tiryakioğlu 2018: 359). Görüldüğü üzere Attilâ bu eserde düşmanları
tarafından da takdir görmeyi başarmış mazlumların yanında yer alan hükmettiği
topraklara huzur ve barış getiren bir lider görüntüsü çizmektedir.
291
Turhan Tan’ın (Mehmet S. Fethi) Cengiz Han’ında Cengiz Han, iyi bir
asker ve strateji uzmanı olmanın yanında cömert, disiplinli, zeki ve dirayetli bir
savaşçı hükümdardır. Düşmanlarını iyi tanıdığı gibi dostlarını seçmekte de mahir
bir devlet adamıdır.
“Cengiz dudaklarını ısırdı ve bir şey söylemeden atını ileri sürdü. Çünkü
Ulu Gökçe’nin han kesesinden yaptığı şu ikramla halkın gönlünde yeni bir yer
tuttuğunu anlıyordu. Kendi kazandığı zaferden ziyede bu ikram, halkı
sevindirmişti, bu sevincin şükranı ise Ulu Gökçe’ye ödenecekti” (Tan 2015: 108).
Cengiz kendisine karşı sadık olanlara karşı vefalı ve merhametli olduğu
gibi ihanet edenleri de unutmayacak kadar akıllı ve acımasızdır. Cengiz zaman
içerisinde Ulu Gökçe’nin kazandığı gücü fark eder ve Ulu Gökçe’yi devlet
işlerinden ve tahtından uzak durması için tehdit ederek bir daha kendi izni
olmadan hiçbir iş yapamayacağını söyler. Kıvrak zekâsıyla her türlü zorluğu
aşmayı başarır. Köşlük Han’ı ordusunu dahi kullanmadan alt etmeyi başarır.
Nayman hükümdarı Köşlük Han’ın eşi Göncü’yü almak suretiyle tüm Nayman
halkını kendisine bağlamayı başarır. Cengiz Han otoritesini kimseyle paylaşmaz
ve halkına karşı daima adil davranır. Halkının refahına ve zenginleşmesine önem
verir, ülkesini daha bayındır bir hâle getirir.
Cengiz Dağcı’nın Genç Temuçin isimli eserinde Cengiz Han’ın henüz daha
bir boy beyi iken halkını yönetmekte mahir bir yönetici olduğu görülür. Cengiz
Han; adil, cömet ve devlet kademesinde görev alacak kişileri seçmekte usta bir
yöneticidir. Dost kazanmakta başarılı olduğu gibi görev dağılımı yaparken de
liyakatli davranmaktadır. Başarısının altında yatan en önemli sebeplerin başında
çevresine topladığı dostlarını çok iyi seçmiş olması gelmektedir. Bağlılığa,
sadakate önem veren Cengiz Han; kendisine yararlılık gösteren tüm dostlarını
taltif etmiş ve onların hak ettiği değeri görmelerini sağlamıştır. En güçsüz olduğu
dönemde kurduğu ittifaklarla güçlenmiştir. Tuğrul Han ve Camuka gibi güçlü
savaşçılarla doğru zamanda doğru ittifaklar kurmuştur. Cengiz Han, kendisi
ülkede olmadığı zaman ülkenin yönetimini zamanında hayatını kurtaran Sorhan
Şira’ya bırakarak dostlarına verdiği değeri de göstermiştir.
292
“Sorgan Şira durdu. Omuzları çökük, başı göğsüne düşük, Temuçin’den
yana döndü Sorgan Şira.
-Evet, Temuçin; dedi yavaşça.
-Yarın… Yarından sonra, ben burada olmadığımda, sen Orluk olacaksın.
Ben bura bulunmadığımda Orda’nın tüm işlerini sen idare edeceksin” (Dağcı
2016: 247).
Cengiz Han, gerektiğinde başkalarının fikrini alabilen ve tecrübeli
insanların tecrübelerinden istifade etmeyi bilen bir liderdir.
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Gök Moğolların Başbuğu Cengiz Han isimli
eserinde Cengiz Han daha çocukluğundan itibaren lider vasıflara sahip olduğunu
gösterir. Cengiz Han, kendisini halkından ayrı ve üstün görmez savaşlar
sonucunda elde ettiği ganimetleri eşit şekilde paylaşır. Bu durum da onun
sevilmesini ve daha fazla taraftar toplamasını sağlar. Otoriter bir liderdir ve
koyduğu kurallara katiyen uyulmasına dikkat eder. Düzen ve disiplin sağlamada
başarılıdır. Söylediklerinin kayıt altında tutulması için yanında sürekli yazıcılar
bulundurur. Ayrıca Cengiz Han’ın kurduğu devlet yapılanmasının temelinde
Türk devlet anlayışı ve Türk mantığı önemli bir yer tutar.
“Yalnızca Moğol umagları değil, bütün bozkır budunları koşuyordu
tuğunun altına. Uzun zamandır bekledikleri oymuşçasına… Yazgıları aynı,
yaşantıları aynı bu budunları birbirinden ayırt eden özellikleri ise üzerinde
toplamaya çalışıyordu Timuçin. En yakınında yer alanlar arasında bile budun
ayrımı yapmıyordu. Gittikçe güçlenen Türk etkisi ile diliyle, töresiyle ve bileği
bükülmez yiğitleriyle kurucu baskısını hissettiriyordu. Bozkırda devlet olmak için
Türk gerekliydi. Eğer büyük bir devlet kurmak istiyorsa Türksüz olmazdı”
(Terzioğlu 2016c: 215).
Cengiz Han, başarılı bir devlet adamıdır ve birçok milletten farklı ulusları
tekbir çatı altında toplamayı başarabilmiştir. Ancak onun kurduğu devletin temel
yapı taşlarından birisi Türk ulusudur.
A. Hakan Bayrakçı’nın Bozkırın Oğlu Cengiz Han isimli romanında Cengiz
Han’ın devlet adamlığı ile fark yaratan bir lider olduğu görülür. Cengiz Han;
293
hoşgörülü, cömert, adaletli, sağduyulu ve kurnaz bir devlet adamı olarak okurun
karşısına çıkar. Altan Han, Huçar ve Saça Beki arasında geçen konuşmada
Cengiz Han’ın nasıl bir devlet adamı olduğu ve neden insanların onu tercih ettiği
konuşulur.
“-Altan Han, bu Temuçin denen adamı fazla önemsemiyor musun?
-Ben önemsemesem de o artık önemli biri oldu. Herkes onun obasından söz
ediyor. Her gün birileri onun yanına gidiyor.
Huçar hayretle ve hırsla başını kaldırdı.
-Peki neden? Neden ona gidiyorlar?
-Veriyor…dedi Altan Han. Her şeyini dağıtıyor. Kimsenin yapamadığı
büyüklükte avlar yapıyor.
-Altan Han, Temuçin neyi veriyor, diye sordu Saça Beki.
-Merkit ganimetlerinin hepsini dağıtmış. Sonra avlardan hiç pay
almıyormuş. Doğru dürüst çadırı bile yokmuş. Olan çadırı obadaki çadırlardan
daha küçükmüş.
-Peki, malı olmayan bir adamın nasıl sözü geçer?
-Çok güçlü adamları var. Noyanları onun kılına dokundurtmazlar. Çin
devleti gibi düzen kurmuş” (Bayrakçı 2013: 213).
Cengiz Han, dostlarını iyi seçer ve çevresinde canını emanet edecek kadar
güvendiği adamlar toplar. Bu adamları toplarken de özellikle onların sadakatli
olmalarına dilkkat eder. Ayrıca Cengiz Han, cömertliği ve adaleti ile de
çevresinde toplanan insanların güvenini kazanır. Her attığı adımı bilinçli olarak
atan Cengiz Han, tüm bu adımları daha güçlü bir devlet yapılanması kurmak için
atar. Bunlarla birlikte Cengiz Han, atılması gereken adımları zamanında atan
disiplinli ve sistematik hareket eden bir liderdir.
“Cengiz, Hasar’a ters ters baktı. Yıllardır bu gibi ince hesaplar yapmasını
öğretememişti Noyanlarına. Her defasında da anlatmak zorunda kalıyordu
akıllarının ermediği işleri,
294
-Her zaman sağlam durmalıyız, dedi sesini yükselterek. Biz Tatarların
üzerine yürürken Camuha da bize karşı yürürse? O zaman ne olacak?
-Bu kez yeneriz onu. Artık güçlüyüz. Huyuldar Noyan ve Çurçegeday
Noyan’ın oymakları bizimle beraber.
Huyuldar ve Çutçegeday da toplantıdaydılar, Hasar’ı onaylarcasına kafa
salladılar.
-Olsun yine de sağlam olmamız gerekir. Soruyorum size, Toğrul Han’la
birlikte hareket etseydik Camuha bize karşı gelebilir miydi?
Hasar duraladı.
-Gelemezdi… diye devam etti Cengiz Han peki, ya Toğrul Han olmadan
yola çıkarsak gelebilir mi? Evet, gelebilir. İşte buna hiç lüzum yok. Onu yerinden
bile kıpırdatmamamız gerekir” (Bayrakçı 2013: 264).
Görüldüğü üzere Cengiz Han, devlet işlerinde tam bir satranç ustasıdır ve
atılması gereken adımları isabetli bir şekilde atar. Cengiz Han, devlet meseleleri
söz konusu olduğunda incelikli ve ileri görüşlü bir şekilde düşünmektedir. Bu
durumların tamamı da onu devlet yönetiminde üstün kılmaktadır. Cengiz Han,
kendisine karşı düşman olan insanları kendi yanına çekerek onları kendisi için
savaşmaya ikna edecek kadar da üstün bir ikna kabiliyetine ve karizmaya
sahiptir. Kendisini okuyla vuran Cirhogoday’ı affeder ve kendi ordusunda
savaşmaya davet eder. Cengiz’in ordusuna katıldıktan sonra Cebe ismini alan bu
asker daha sonra Cengiz için fetihler yapar ve savaşlar kazanır. Cengiz’in ileri
görüşlülüğünün görülebileceği kısım ise Camuha’nın ileride Naymanlarla
işbirliği yaparak kendisine saldırabileceğini ön gördüğü kısımdır. Bu durumun
gerçekleşebileceğini önceden düşündüğü için ilk hamleyi kendisi yapar. Özetle
bu eserde Cengiz Han, tüm yönleriyle başarılı bir devlet adamı olarak
nakledilmiştir.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Cengiz Han isimli eserinde Cengiz Han, kıvrak
zekâya sahip bir devlet adamı olarak okurun karşısına çıkar. Aynı zamanda
Cengiz Han, çok cömert bir liderdir. Savaşlardan elde ettiği ganimetleri
askerleriyle eşit bir şekilde paylaşır. Ayrıca ileri görüşlü bir lider olan Cengiz
295
Han, amcaları kendisine hanlık teklif edince gelecekte onların da hanlıkta hak
iddia edebileceklerini düşünerek bu teklifi hemen kabul etmez. Bunun üzerine
amcaları taht üzerindeki haklarından feragat ederler. Cengiz Han, aynı zamanda
adaletli bir liderdir. Bu eserde Cengiz Han’ın kendi ağzından devlet adamlığı şu
şekilde ifade edilir:
“İnsan, ihsan edenin kölesidir. Malı, mülkü, zenginliği çok sever.
Zenginliğini paylaşanları da çok sever. Beni sevmelerini istiyordum. Saygı
duymalarını istiyordum. İsteseydim dünyanın en zengin, en malı mülkü çok insanı
olmam işten bile değildi. Ama bu bir hata olurdu. Ben nasıl yaşıyorsam,
adamlarım da, subaylarım da, askerlerim de, yaşlı ve soylu insanlarım da öyle
yaşamalıydılar. Ben böyle istiyordum.
Buna rağmen bana ihanet ederlerse, cezamnın adaletinden asla
kaçmamalıydılar. Adalete olan saygım ve düşkünlüğüm adımın daha da
anılmasına neden oluyordu. Adaletli olmak ve adaleti geciktirmemek, cezayı
anında kesmek benim en önemli özelliklerim arasındaydı” (Erdoğaan 2016: 181).
Görüldüğü üzere Cengiz Han hakkaniyetli bir liderdir ve üstün yöneticilik
vasıflarıyla ön plana çıkar. O sağduyulu, ileri görüşlü, adaletli, cömert, disiplinli
ve çalışkan bir devlet adamıdır. Kendi otaritesini güçlü kılmaya çalıştığı kadar
arkadaşlarının ve fikirlerine güvendiği insanların tavsiyesini alabilecek kadar da
bilge ve sağduyulu bir yapıya sahiptir. Birçok konuda kendi sözünün geçmesini
ister; ancak çoğu zaman kurultayın verdiği kararla birlikte Cebe’nin Sübutay’ın
annesinin kardeşlerinin ve eşinin tavsiyerine de kulak verir. Ayrıca Cengiz Han
kendisine sığınan inansları kollayıp gözettiği için de insanların takdirini toplar.
Tüm bu vasıflar Cengiz Han’ın çevresinde ona sadık ve onu canı pahasına
koruyan dostların toplanmasına sebep olur.
Okay Tiyakioğlu’nun Cengiz Han Rüzgâr ve Ateş İmparatorluğu isimli
eserinde Cengiz Han’ın daha çocuk yaşlardan itibaren başarılı bir devlet adamı
olacağı görülür. Yesügey Cengiz Han’ın kardeşlerinden sadece basiretiyle değil
zekâsıyla da ayrıldığını söyler (Tiryakioğlu 2016: 33). Cengiz Han, babasının
fark ettiği gibi zeki bir lider olduğunu her fırsatta gösterir. Daha çocuk yaştayken
Börte ile yapacağı evliliğin kendisine siyasi nüfuz getireceğinin farkındadır.
296
Henüz devlet kurmamışken arkadaşı Borçu ile hayalindeki merkezi devlet fikrini
paylaşır.
“Kendi göbeğimizi kendimiz keseceğiz Borçu. Artık çocukluk bitti! Bir
varlık savaşı vereceğimiz günler yakında… Merkezi devlet karşıtlarını ortadan
kaldırırsak babamın ve peşi sıra benim mutlak liderliğime boyun eğmek zorunda
kalırlar. Ortada bize muhalefet edecek kimse kalmaz ve hep özlenen ama
hayallerde kalan merkezi devlet bir anda ortaya çıkmış olur. Sadece cesaret
gerek kardeşim. Gazabımızdan kurtulanlar ise zamanla ya sinerler ya da
toprağın altındaki sükûnet ülkesine gönderirirz onları” (Tiryakioğlu 2016: 5152).
Cengiz Han, arkadaşlarının hepsini çevresine toplayarak onlara merkezi
devlet fikrini kimsiye söylememek ve zamanı geldiğinde bu fikri hayata
geçirmek için karşılarına çıkan babaları dahi olsa dinlememek için yemin ettirir.
Cengiz Han’ın bu girişiminden de anlaşılacağı üzere çevresinde toplanan
insanları etkilemede ve fikirlerini kabul ettirmede üstün vasıflara sahip olduğu
aşikârdır. Cengiz Han, babası ölünce kurultayı toplayarak hanlık iddiasında
bulunur; ancak onun bu iddiası kabul edilmez. Bunun üzerine kendini han olarak
halkına kabul ettirerek her şeye sıfırdan başlaması gerekir. Danışmanı Ye
Siyu’nun ve annesinin fikirlerine her daim kulak veren sağduyulu yapıcı fikirlere
açık bir liderdir. Ayrıca kendi bildiği doğruların arkasında diğer insanları da
sürükleyebilecek kadar karizmatik liderlik vasıflarına sahiptir. Kan kardeşi
Camuka ile yaptığı şu konuşma onun nasıl bir devlet adamı olduğunu gözler
önüne sere:
“Liderliğin sorgulanamaz Timuçin. Peki, neden aileni alıp da bir gece
gizlice ayrılmadın budunun arasından? Bunca tehlikeyi gördün madem, aileni
korumak için neden evvel davranmadın? Onları bilerek ateşe atmış olmadın mı?
Genç han başını usulca kaldırıp acı ve çaresizlikle baktı andasına.
O zaman bir hain, bir firari olarak itibarımı yitirip Tuğrul Han’ın insafı
kadar yaşardım. Buna tüm ailem de dâhildi. Üstelik liderliğim kabul görmez,
daima şüpheyle karşılanırdım. Ama şimdi ilk fırsatta ayağa kalkacak ve ailem ve
milletimden geri kalanları toplayacağım” (Tiryakioğlu 2016: 116).
297
Cengiz Han’ın çevresindeki insanların da fikirlerine değer verdiği görülür.
Hazırladığı yasalarla ilgili olarak Ye Siyu ile konuşurken ona şu cevabı verir: “Şu
an için birkaç bahis daha var. Kuzey Çin’in fethinden sonra bu taslağın geneli
üzerinde tekrar çalışır, yoldaşlarımın görüş ve tespitlerini tartışıp metni
genişletiriz!” (Tiryakioğlu 2016: 321).
Cengiz Han, işine yarayacak olan kişilerin öldürülerek ziyan olmasını
istemez bu yüzden kendisine karşı savaşan ve kendisini öldürmek isteyen
Camuka’yı dahi bağışlayarak kendi tarafına çekmek ister. Cengiz Han bu eserde
tüm yönleriyle başarılı bir lider olarak okurun karşısına çıkar. Adil, merhametli,
cömert, sağduyulu bir devlet adamıdır. Getirdiği kurallar ve yasalar ile önceden
dağınık bir hâlde bulunan Moğolları düzene sokar.
Bülent Bengisu’nun Savaşçıların Efendisi Cengiz Han romanında Cengiz
Han’ın daha küçük yaşlardan itibaren yaşadığı zorlukların üstesinden geldiği ve
sorunlarını kendi başına hâlletmeyi öğrendiği görülür. Cengiz Han eşi Börte’nin
babası kendisine yardım etmeyi teklif ettiği hâlde kabul etmez (Bengisu 2016:
35). Karayit Türklerinin lideri Tuğrul Han’ın karşısına eli boş çıkmak istemeyişi
de onun işlerini hâllediş tazındaki hassaslığını gözler önüne serer.
“Bu kararı bir inat, boş bir gurur değildi, daha Timuçin’in küçüklüğünden
kendini belli eden liderlik ilkelerinden biriydi. Dostlarının yanına bile güçlü ve
müttefik olarak olarak çıkmayı uygun buluyor, bunun dışında sıkıntıları kendi
çabasıyla aşmayı yeğliyordu” (Bengisu 2016: 36).
Cengiz Han, askerî yeteneklerinin yanında devlet yönetme kabiliyetini de
geliştirir. Kurduğu düzenin devamlılığını sağlayabilmek için yanında kendisine
sadakatle hizmet eden insanlara hak ettikleri değeri vermeyi bilir. Moğolları bir
araya getirmenin ve onların güçlü bir birlik oluşturmasının yolunun onlara ortak
bir hedef ve gaye vermek olduğunu görür ve bu doğrultuda Moğolların kendi
içlerindeki çatışmaları sona erdirerek onlara arzu ettikleri ortak düşmanı verir. Bu
hedef doğrultusunda da ordusunu düzenli hâle getirir ve han olduktan sonra
kendisine sadakatle hizmet eden sadık adamlarını mükâfatlandırır.
Cengiz Han, yaptığı eylemleri ve koyduğu kuralları yazıya geçirtmek
suretiyle önceden dağınık bir biçimde yaşayan Moğol ulusunu düzenli ve disipli
298
bir görünüme büründürür. Cengiz Han, suçlulara hak ettikleri cezayı verdiği gibi
suçsuzları da bağışlayarak adaletini tüm halkına gösterir (Bengisu 2016: 84-85).
Devlet yönetiminde kendisine yararlılık gösterecekleri seçmek noktasında
liyakati elden bırakmaz.
“Timuçin savaşçılıkta, silah kullanmakta usta olan kahramanlar kadar,
görüş sahibi olanları da dikkatle seçiyordu. Kızgınlığını gemleyip, son darbe için
en uygun zamanı bilen, sabırlı ve siyasi zekâları, ileriye dönük düşünceleri
olanları da takdir ediyordu.
Büyük kahramanlar, öldürücü savaşçılar ve zeki insanlardan kurulu heyeti
ve düzeni üzerinde otorite kurmak en zor olanıydı ama Timuçin bunu kişiliğiyle,
herekese örnek olmasıyla sağlıyordu. ‘Bir general açlığı susuzluğu bilmeli’
diyordu. ‘Bilmeli ve düşünmeli ki, açlık ve susuzluk çekenlerin acılarını
anlayabilsin. Aynı zamanda adamlarının ve hayvanlarının gücünü yavaş yavaş
harcasın. Açlığı ve susuzluğu bilmeyen general, subayların ve askerlerin de buna
ihtiyaç duymayacağını sanır’” (Bengisu 2016: 51).
Görüldüğü üzere Cengiz Han vizyon sahibi ve halkının sorunlarına ve
ihtiyaçlarına cevap vermesini bilen onları ödüllendirmekte ve kendisine yararlılık
sağlayanları mükafatlandırmakta cömertçe hareket eden bir liderdir. Aynı
zamanda Cengiz Han, bütün kabileleri tek bir çatı altında birleştirip otoritesini
kendi ülkesinin bünyesine kattığı tüm kavimler üzerinde de hissettirmek isteyen
bir idealisttir (Bengisu 2016: 52). Cengiz Han, iç işlerini sağlamakta mükemmel
olduğu gibi dış politikalarında da diplomasiyi çok iyi kullanmayı bilirdi.
Moğollar Çin üzerine sefere gittiğinde Cengiz’in tüm kumandanları Çin’in
başkenti Yeng King’e saldıracaklarını düşünürken Cengiz, saldırmak yerine
İmparator’a bir mesaj gönderir. Bu mesajda askerlerini geri çekeceğini; ancak
askerlerini yatıştırmak için hediyeler gönderilmesini söyler. Cengiz Han’ın bu
barış isteği “şaşırtıcı bir mesajdı ama aslında Cengiz Han’ın politik
manevralarından biriydi. Eğer imparator isteğini kabul ederse, hediyeleri
subayları ödüllendirmek ve rahatsızlıklarını gidermek için vermiş olacak ama
Ejderha tahtı da büyük çapta sarsıntıya uğramış olacaktı” (Bengisu 2016: 112).
299
Cengiz Han’ın bu planı tutar ve hem askerleri zaiyat vermez hem de
İmparator Way Wang’ın başkenti Güney Çin’e taşıma kararıyla sarayda ve
sokakta karışıklıklar başlar. Cengiz Han, tüm örneklerde de görüleceği üzere tam
manasıyla usta ve kurt bir siyasetçidir ve attığı her adımı planlayarak atar.
Coşkun Mutlu’nun Cengiz Han Bozkırın Hükümdarı isimli romanında
Cengiz Han’ın başarılı bir devlet adamı olduğu görülür. Babasının ölümünden
sonra elinde hiçbir şey kalmayan Cengiz Han, devleti kendi elleriyle sıfırdan
inşa eder. Cengiz Han’ın diğer imparatorlardan en büyük farkı beylikten
imparatorluğa giden sürecin tamamında var olmasıdır. Cengiz Han; bu romanda
töreye sadık, disiplinli, adaletli, cömert, sağduyulu, ileri görüşlü, temkinli ve
kurnaz bir lider olarak ön plana çıkar.
Cengiz Han, aldığı kararları tek başına almaz daima bir danışma meclisi
vardır. Danışma meclisi olmadığı zamanlarda da annesi, eşi ve yakın dostlarının
fikirlerine müracat etmekten çekinmez. Romanda Tatarlarla yapılan savaştan
sonra Tatar esirlerin akıbeti ile ilgili olarak Cengiz Han’ın bir kurultay topladığı
görülür.
“Temuçin başkanlığında toplanan Moğol ileri gelenleri esir alınmış
bulunan Tatarların hepsinin öldürülmesine karar verdiler” (Mutlu 2019: 124).
Cengiz Han bu kısımda da görüleceği üzere önemli kararları tek başına vermez
ve halkının önde gelenleri ile istişare eder. Bu durum da onun demokratik yönü
gelişmiş bir lider olduğunu göstermektedir.
Cengiz Han, aynı zamanda yasalara da önem veren bir hükümdardır. Han
ilan edildikten sonra ilk yaptığı iş ülkesinde yasal düzenlemer yaptırmak ve
bunları yazıya geçirtmek olur. O, yasal düzenlemer vasıtasıyla ülkesinde güçlü
bir sosyal düzen inşa eder.
“Beylerin gücü azaltılıp merkezi otorite kuruldu. Beylere Noyan unvanı
verildi. Özellikle Moğolların eğitimine önem verdiğinden, uygarlıklarına
hayranlık duyduğu, bu nedenle de yanından ayırmadığı Uygur bilgelerinden
yararlandı” (Mutlu 2019: 167).
Görüldüğü üzere Cengiz Han, sadece askerî alanda değil ülkesinin
kalkınması konusunda da son derece iyi bir yönetim algısı sergilemiş ve Moğol
300
toplumunu organize etmiştir. Cengiz’in devlet yönetimindeki başarısı sadece
bununla da sınırlı kalmamıştır. Harzemşahlara karşı yürüttüğü siyasette doğru anı
beklemiş ve düşmanına hemen saldırmamıştır. Daha çocuk yaşlardayken
ittifaklar kurmak suretiyle güç kazanmış ve beylikten hanlığa yükselmiştir. Tüm
bu söylenenler göstermektedir ki bu eserde Cengiz Han, başarılı bir devlet adamı
olarak ele alınmıştır.
Yukarıda örnekleri verilen tüm eserlerde Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han
karakterlerinin cömert, mütevazı, demokratik, adaletli, ileri görüşlü, yenilikçi
yönetim anlayışlarına vurgu yapılarak üstün liderlik vasıflarına ve siyaset
sanatındaki ustalıklarına değinilmiştir. Özellikle incelenen eserlerde bu üç ismin
dış siyasette gösterdikleri başarıların ön plana çıkartıldığı görülmüştür. Bunlarla
birlikte bu üç hükümdar, monorşik bir egemenlik anlayışına sahip olsa da devlet
yönetiminde sadece kendi dediklerini yapmayan kurultayda bulunan ülkenin ileri
gelenlerinin ve yakın dostlarının kararını da alan çoğulcu siyasetten yana liderler
olarak anlatılmışlardır. Ayrıca halkın problemlerine duyarlı dostlarına ve
arkadaşlarına karşı vefalı birer lider olarak betimlenmişlerdir. İncelenen eserlerin
büyük kısmında Mete, Attilâ ve Cengiz’in düşmanlarına karşı acımasız
olmalarına karşın kendilerine itaat edenlere ve himayelerinde bulunan kişilere
karşı merhametli ve cömert davranan liderler olarak ön plana çıktıkları
görülmüştür. Bu üç hükümdardan Mete, Türk devlet geleneğine ilişkin birçok
yapının kurulmasını sağlamış kendisinden asırlar sonra gelen Attilâ ve Cengiz de
onun kurduğu devlet yapılanmasına uygun bir yönetim algısı geliştirmiştir. Bu
bakımdan Türk devlet geleneğinin Mete ile sistemleştirildiği ve ondan sonra
gelen bozkır devletlerinin birçoğu tarafından da bu sistemin taklit edildiği
söylenebilir.
2.6. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Yaşam Tarzı,
Bozkır Hayatı ve Atlı Göçebe Kültür
Türklerin mizacının şekillenmesinde rol alan en önemli etkenderden birisi
yaşadıkları iklimdir. Onların yaşadıkları çevre karakterlerinin şekillenmesinde rol
aldığı gibi devlet yapılanmalarından günlük hayatlarına kadar birçok alanda da
etkili olmuştur. Türklerin savaşçı karakterlerinin altında yatan başlıca
301
sebeplerden birisi de yaşadıkları çevredir. Genel olarak denilebilir ki bozkır
yaşantısının getirdiği zorluklar Türklerin dayanıklı, sert ve güçlü yapılarının
oluşmasında etkili olmuştur.
“Orta Asya yaylasının, Çin ve öbür memleketlerden büsbütün farklı
olmasıdır ki, Türkleri dünyanın en harikulade kavmi olarak yetiştirmiştir. Burada
her şey civar memleketlerden ayrı ve farklıdır; otlar, çiçekler, hayvanlar ve
insanlar. İklimin bu özelliğidir ki, Türk’ün sosyal ve siyasi hayatını yaratmıştır.
Herhangi bir kavmin yaşadığı doğal çevrenin gereklerine göre bağlı olması
zaruridir. Bu tabii muhit, geniş bozkırları, kumsal çölleri, bereketli ve ferah
vahalarıyla Türkün başlıca karakterini yaratmıştır. Bu sert iklimdir ki dünyanın
en gürbüz ve yiğit askerlerini, en dayanıklı ve süratli atlarını yetiştirmiştir”
(Osman 2017: 27).
Türkler, bozkır kültürünün tesiriyle şekillenen milletlerin başında
gelmektedir. Türkler gibi Moğollar da aynı coğrafyada yaşadıkları için birçok
ortak özelliğe sahiptir. Mete ve Attilâ’da görülen özelliklerin Cengiz Han’da da
görülmesi bu yüzden bir rastlantı sonucu değil, tabiatın tesirinin bir sonucudur.
Bozkır kültürü, içerisinde yoğrulan milletleri doğa koşullarına dayanıklı ve güçlü
savaşçılara dönüştürmenin yanında onların doğayla uyumlu çevre koşullarını
kendi ihtiyaçlarına göre şekillendiren bir yetkinlik seviyesine de ulaştırmıştır.
“Türkler Dünya Tarihinde atı ilk kez binek hayvanı olarak kullanmış ve at
Türkler sayesinde Dünya Kültür Tarihine kazandırılmıştır. Türklerin ata önem
vermesi onların hayatına; siyasal, sosyal, ekonomik, askerî, dinsel, sanatsal ve
mitolojik alanlarda yansımasına imkân sağlamıştır” (Doğan 2006: 180).
Bundan mütevellit Türkler atı evcilleştirmek ve savaşlarda bu muazzam
canlılardan yararlanmak suretiyle doğa koşullarını kendi lehlerine çevirmiş ve
diğer toplumlara karşı atı kullanmaktaki becerileriyle üstünlük kurmuştur.
Bununla birlikte Türklerin atı evcilleştirmeleriyle ilgili tartışmalar olsa da
elde bulunan veriler Türklerin atı evcilleştiren millet olma olasığını
kuvvetlendirmektedir.
“Bozkır kültürünün kökeni, bilim dünyasındaki tartışma konularından
biridir. Birçok Batılı araştırıcıya göre atı evcilleştiren, demiri işleyerek ondan
302
alet ve silah yapan ve böylece bozkır (atlı göçebe, savaşçı çoban) kültürünü
yaratanlar Hint-Avrupalıların Avrasya'daki atalarıdır. Atın evcilleştirilmesi ve
atlı-çoban kültürünün ortaya çıkması ilk Türklere bağlanabilir. İnsanlık
tarihinde ulaşılan bu başarı, kavimlerin ve diğer kültürlerin gelişmesinde önemli
sonuçlar doğurmuştur. Tarihî bağlantıların gösterdiği gibi, büyük devletlerin
temeli için gerekli şartlar; ancak bu sayede belirlenebilmiştir.
Türklerin atı evcilleştirmesi ve besiciliği, dünya kültürüne yapılan en büyük
katkılardan biridir. Atın evcilleştirilmesi, uygarlığın en önemli evresidir.
Ticaretin yaygınlaştırılması ve gelişiminin at ile olduğu bir gerçektir. Orta
Asya'da oturan ve çok eski bir zamanda avcılık hayatından, hayvanları
evcilleştirmeye geçiş yapan ilk kavimin Türkler olduğunun kabul edilmesi, kültür
gelişiminin en önemli evresinin de Türklere ait olduğunu göstermektedir” (
Şencan 2007: 70-71).
Şencan’ın da belirttiiği üzere Türkler tarihin eski dönemlerinde birçok
kadim millet gibi dünya tarihine oluşturdukları kültürle önemli katkı sağlamıştır.
Onların dünya tarihine olan bu katkıları aynı zamanda kendi toplum seviyelerinin
de gelişmesinde etkili olmuştur.
Bozkır kültürünün bir sonucu olarak ortaya çıkan atlı kültür Türklerin
sosyal yaşamlarından askerî hayatlarına kadar birçok alana tesir etmiştir. Türkler
atların etinden sütünden istifade etmenin yanında bu canlıları taşımacılıkta, ağır
işlerde ve savaşlarda kullanmıştır. Özellikle savaşlarda Türklerin at üstünde ok
atabilmeleri düşmanları karşısında önemli bir avantaj sağlamıştır. Bunlarla
birlikte atlar Türk halkının can dostu da olmuştur. Öyleki Türk kültüründe
önemli bir yer tutan atlar destanlarda masallarda halk hikâyelerinde önemli birer
motif olarak kullanılmıştır. Atlara isimler verilmiş hükümdarlar öldüklerinde
atlarıyla birlikte defnedilmiştir. Bozkır yaşantısının çetin şartlarını dayanılır kılan
ve insaların o dönemde yükünü önemli ölçüde hafifleten bu canlılar aynı
zamanda sahiplerine sadık bir yoldaş olmuşlardır.
“Atın evcilleştirilip binek hayvanı olarak kullanılmaya başlanması, Türk
kültür ve uygarlığının önemli bir aşama kazanmasını sağlamıştır. At; hızlı, açlığa
303
dayanıklı, dağ silsilelerini aşmaya uygun olması vb. özellikleri ile Türklerin
geniş coğrafyalara yayılmasına yardımcı olmuştur” (Belek 2015: 111).
“Türkler hayatlarının çok önemli bir unsuru olan ata kutluluk derecesinde
bir değer verilmiştir. Bozkır kültürü Türkleri diğer milletlerden çok farklı bir
dünya görüşü ve yaşayış tarzına götürmüştür. Büyük maharet isteyen at terbiyesi
ile, otlaklar etrafında ve su başlarında meydana gelen mücadeleler yüzünden
metanet ve savaşçılık kabiliyeti kazanan bozkır insanı, aynı zamanda huzur
içinde bir arada yaşayabilmek için insanların karşılıklı saygı hissi ile donanması
gerektiğini öğrenmiş ve insan kitlelerini sürekli olarak barış hâlinde tutabilmek
için toplulukta herkes tarafından riayet edilen bir hukuk düşüncesine ulaşmıştır”
(Güney 2002: 11).
Doğayla iç içe yaşayan, doğaya ve doğada yaşayan canlılara saygılı olan
Türkler, yarattıkları medeniyet seviyesi ile dönemlerinde birçok millete örnek
teşkiledecek bir hoşgörü ve anlayış seviyesi geliştirmiştir. Dil, din, ırk ayrımı
gözetmeksizin diğer milletlerle kaynaşan Türklerin bu görüşlerinin altında yatan
temel sebeplerden birisi de onların rehberinin doğanın kendisi olmasıdır.
Çevrelerine ve diğer canlılara saygı duymayı öğrenen Türk toplumu o çevrede
yaşayan diğer milletlere de saygı duymuştur. Bununla birlikte doğanın bir gereği
olarak mevcut rekabet ortamında düşmanlarının korkulu rüyası, amansız rakipleri
olarak da doğal rekabetin sınırları içerisinde kalmıştırlar.
Bozkır yaşantısı birçok konuya etki ettiği gibi Hunların ve Moğolların
geçim kaynaklarından mimamiri tercihlerine ve giyim kuşamlarına kadar birçok
noktaya daha tesir etmiştir.
“Hayvan yetiştiriciliğinin çok önemli yer tuttuğu bozkır toplumunda hayatın
devamı adeta hayvancılığa bağlıydı. Evcil hayvan olarak tabii ki bütün bozkır
tarihi boyunca söz konusu olduğu gibi koyun ve at ön plana çıkmıştı. Bozkır
şartlarında en fazla bulunan at ve koyun sürüleri bir bakıma ekonominin de
temeli olduğu anlaşılmaktadır. Evcilleştirilen diğer hayvanların arasında sığır ve
devenin de olduğunu söylemek gerekir.
(…)
304
Hunlara
ait
ordu-kent
tarzında
şehirlerin
varlığı,
özellikle
Çin
kaynaklarına dayanılarak biliniyorsa da bu yapıların özellikleri hakkında
bilgimiz yoktur. Diğer taraftan Hun mimarisi denilince akla çadır ve kurganlar
gelmektedir. Kurganlar, çadırlar ve yavaş yavaş ortaya çıkan diğer yapılar ve
unsurlar sonraki devirlerde ortaya çıkan Türk mimarisinin kaynaklarını
oluşturmaktadır” (Taşağıl 2018: 56-57)
Yukarıda görüldüğü üzere bozkır yaşantısı toplumsal hayatı baştan aşağı
şekillendirmektedir. Bununla birlikte bozkır hayatının sanata da etki ettiği
görülmektedir. Eski Türklerin yaşantı biçimleri, sanat anlayışlarının da o
yaşantıya uygun biçimde şekillenmesine neden olmuştur.
“Bozkır kültürünün kendine has bir sanat anlayışı vardır. Bu anlayış birçok
eserler vermiştir. Tahta oymacılığı, maden işçiliği bölgelere göre gelişme imkânı
bulmuştur. Bunun yanında bir bozkır sanatı vardır ki hayat şartlarına uygun
olarak ve hayvanlarla yakın ilgisinin etkisi ile kemer tokaları, kılıç, hançer
kabzası, diğer süs eşyası ve at koşum takımı gibi taşınabilir malzeme üzerine
işlenmiş, pars, kaplan, kurt, yırtıcı kuş, geyik, at, koyun, keçi ve benzeri
hayvanların birbirleri ile mücadeleleri ile meydana gelen Hayvan Uslubu
(Animal Style) ürünleridir” (Taşağıl 2018: 58).
Türklerin
büyük
çoğunluğunun
göçebe
olması
ve
hayvancılıkla
geçinmesiyle birlikte küçük bir bölümü de şehirlerde oturmakta ve tarımla
uğraşmakta idi. Bu bakımdan İslamiyet öncesi Türklerin göçebeliğini doğru
okumak gerekir. Onları sürekli bir yerden bir yere göç eden yerleşik hayatın
izlerinin hiç görülmediği tarımla uğraşmayan kuralsız yaşayan topluluklar olarak
görmek de doğru değildir. Bu konuda Hüseyin Nihal Atsız’ın verdiği şu bilgiler
dikkate değerdir:
“Türklerin büyük kalabalığı göçebe idi, Hayvanların eti, sütü ve derisiyle
geçindikleri için otlaklaklar arar, öteye beriye göçerlerdi. Bununla beraber
Kunlarda ve Gök Türklerde herkesin bir toprağı olurdu. Orayı ekerlerdi. Demek
ki bunların göçebeliği herhangi bir şekilde olmayıp muntazam kaidelere tâbi,
muntazam zamanlarda yapılan ve muntazam yerler arasında olan bir
305
göçebeliktir. Türklerin küçük bir bölümü ise şehirlerde otururlardı” (Atsız 2014:
28).
Nihal Atsız’ın da belirttiği gibi Türklerin göçebeliği muntazam kaidelere
tabidir ve bu kaideler onların karaklerlerinin oluşmasında ve kurdukları
medeniyetin anlaşılmasında büyük bir öneme sahiptir. Bu bakımdan onları daha
iyi anlayabilmek için onların yaşam tarzlarını ve karakterlerini oluşturan bozkır
yaşantısını doğru bir şekilde okumak gerekmektedir.
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ı konu alan Türk romanlarında göçebe
yaşamın ve atlı kültürün izlerinin şu şekilde görmek mümkündür:
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Büyük Hun Hakanı Mete Han isimli eserinde
Mete Han’ın ve Hunların göçebe bir hayat tarzı sürdürdüğü görülmektedir. Aynı
zamanda Hun ulusu için bu göçe hayattaki vazgeçilmez unsurlardan birisi
atlardır. Hun askerlerinin büyük bir bölümü süvarilerden oluşmaktadır. Salık
karakterinin atı Kapgın gibi her Hun askerinin atının bir adı vardır. Hun halkı atı
kullanmakta ustalaşmış bir halk olarak ifade edilmektedir.
“Biz Hunlar, atların dilinden anlarız, onlar da bizim dilimizden. Küçük
yaşta, neredeyse daha yürümeyi öğrenmeden başlar binicilik eğitimimiz. At,
bizim her şeyimizdir. Atla birlikte doğmayız belki, ama atla birlikte yaşarız. ‘Atla
yapışık budun’ olarak anılırız acunda. Her şeyimizi at üzerinde yapmayı isteriz,
bunu beceririz de. Hatta uzun yollar giderken at üzerinde uyuruz” (Terzioğlu
2016a: 15).
Salık karakterinin de anlattığı üzere Hunlar, atlı külüre sahip bir millettir.
Bu durumda bir bakıma göçebe hayatın getirdiği zorunluluklardan ileri
gelmektedir. Çadırlarda yaşayan ve konargöçer bir toplum olan Hunlar yerleşik
yaşamı sevmezler. Bu durumu Salık karakterinin Çin duvarları ve şehirleri ile
ilgili düşüncelerinde görmek mümkündür:
“Ötüken Yış’ı böylesi bir duvarın ardında düşünemiyorum. Eğer Ötüken Yış
Hun başkentiyse, Hun özelliği taşımalı. Duvarlar, surlar boğar bizi. Üstelik
böylesi duvarların ardında savaşmayı bilmediğimiz ortada. Bilmek bir yana,
sevmeyiz” (Terzioğlu 2016a: 69).
306
Salık, Çin’de zorunlu bir göç yapıldığıyla ilgili haber aldığında Çinlilerin
göç etmesine duyduğu şaşkınlığı dile getirerek göçebe hayata vurgu yapar: “Biz
göçer
bir
budunuz.
Yaşantımız
ona
göredir.
Kullandığımız
eşyadan,
barınağımıza kadar, yiyeceğimize, giyeceğimize kadar her şeyimiz göçer yaşama
dönüktür” (Terzioğlu 2016a: 128).
Bu eserde eski Türk toplumlarında görülen konargöçer hayatın ve atlı
kültürün tam anlamıyla Hunlarda da var olduğu görülmektedir. Ayrıca bu eserde
Hunların göçebe hayatı severken şehirleri ve kentleri özgürlüklerini kısıtlayan
birer hapishane olarak gördükleri de ifade edilmiştir.
Hayrani İlgar’ın Mete Han isimli eserin de Mete Han’ın ve Hun halkının
karakterine bozkır yaşantısının yaptığı etki Tanju karakteri aracılığıyla anlatılır.
Ayrıca atlı göçebe kültürün oluşmasında ve Hun toplumunun mizacının
oluşmasındaki etki de Tanju karakteri aracılığıyla ifade edilir.
“Tanju, Türklerin bu paltoları neden hayvan postundan yapmış olduklarını
şimdi daha iyi anlıyordu. Tanju yine bir gün babasının, Türklerin niçin sert
yaradılışlı ve gözüpek olduklarını anlatırken, bütün bunların biraz da iklim ve
yaşayış şartlarından ileriye gelmiş olduğunu söylemiş olduğunu hatırladı.
‘Babam haklıymış…’ diye düşündü” (İlgar 2013: 27).
Hun Türklerinin yaşadıkları zorlu koşullara uyum sağlaması onların
karakterlerine etki etmiştir. Zorlu koşullarda hayatta kalabilen Türkler
kazandıkları bu beceri sayesinde düşmanlarına karşı birçok savaşta üstünlük
kurmuştur.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Mete Han isimli eserinde Hunların bozkır
yaşantısının zorlu koşullarında yaşamaya alışmış bir millet olduğu görülür.
Hunlar bozkır yaşantısının getirdiği yaşam standartlarına uygun yaşarlar. Onlar
için at çok önemlidir. Akçar karakterinin ailesinin yaşam tarzı da bunu
yansıtmaktadır: “Tam anlamıyla yaban yaşamı içindeki bu Hun aile, kendi
kendilerine sürdürdükleri yaşamları için gerekli olan çadır, giyecek ve
yiyeceklerini sağlıyorlardı” (Erdoğan 2018: 28). Akçar ve ailesi gibi Mete
Han’ın da çadırda kaldığı ve bozkırın zor şartlarında yaşadığı görülür ayrıca
Hunlar için atın ne kadar önemli olduğu Mete’nin en değerli varlıklarını
307
askerlerine disiplin dersi eğitimi verdiği sırada görülür. Bu eserde bozkır
yaşantısına dolaylı olarak değinilse de yazarın çok fazla detaya girmediği
görülmektedir.
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Mete Han’ında Hunların bozkır hayatı
yaşadıkları ve bozkır hayatının zorlu koşullarına adepte oldukları için güçlü,
dayanıklı ve sert bir yapıları olduğuna vurgu yapılır. “Hayır, sayılar hiçbir anlam
ifade etmiyordu Türkler karşısında. Çin ordusu her ne kadar kalabalık olsa da
bozkırın zorlu şartlarında pişen Türk çerileriyle baş edemiyorlar ve daha
savaşların ilk anlarında bile büyük bir korkuya kapılıyorlardı” (Efe 2018b: 27).
Mete Han, bozkır yaşantısında pişmiş güçlü bir liderdir ve atlı göçebe
kültüre mensup insanlardaki sert mizaca sahiptir. Çin’i savaşta yenmesine
rağmen halkının onların şehirlerine yerleşerek asimile olmasını istemez ve
Ötüken’e bozkır yaşantısına geri döner. Görüldüğü üzere bozkır yaşantısı ve bu
yaşantının beraberinde getirdiği atlı göçebe kültür Hunların askerî karakterinde
ve savaşçılık yeteneklerinde önemli bir etkiye sahiptir. Bozkır hayatı onları
düşmanları karşısında güçlü kılmıştır. Hunlar şehir hayatına alışmış yumuşak
karakterde insanlar değildir. Onlar bozkır yaşantısının etkisiyle zorluklara alışmış
dayanıklı insanlardır.
Peyami Safa’nın Attilâ’sında Hunların göçebe yaşantılarıyla ilgili olarak
Priskus’un naklettiği şu bilgilere yer verilir:
“Hunlar, kadınlar gibi tüysüzmüşler. Yemeklerinin ateş ve mevsimle
münasebeti yokmuş, vahşi nebat kökleri yahut da kalçalarıyla atın sırtı arasına
yerleştirerek ezdikleri etleri yerlermiş. Ne evleri, ne kulübeleri varmış. (Prisküs
de misafir oldukları çatısız meskenin eve de, kulübeye de benzemediğini
hatırladı.) Hunlar bir çatı altında kendilerini emin bulmazlarmış. Esasen bu
kavmin dağdan dağa, ormandan ormana gittiği, mütemadiyen mesken
değiştirdiği, çocukluktan beri bütün ızdıraplara, susuzluğa, açlığa, soğuğa
mukavemete
alıştığı
malumdur.
Onlar
muhaceret
ederlerken
sürüleri
yanlarındadır. İçinde aileleri bulunan arabalarında kadınları erkeklerinin
esvaplarını örer ve dikerler, erkekleri tarafından orada kucaklanırlar.
Çocuklarını orada dünyaya getirir ve buluğa kadar orada terbiye ederlerdi,
308
Hunlara nereden geldiklerini, nerede yaşadıklarını, nerede doğduklarını
sorunuz, cevap alamazsınız. Zira kendileri de bilmezler. Elbiseleri yün bir
ceketten ve vahşi fare derilerinden mamul bir mantodan ibarettir. Ceketleri koyu
renktedir ve vücutları üstünde durur. Başları üsütünde arkaya doğru atılmış bir
miğferleri vardır. Ölçüsü ve biçimi olmayan kunduralarından o kadar
rahatsızdırlar ki, yayan yürümekten hoşlanmazlar, hele piyade olarak hiç
harbetmezler, bütün hayatları at üsütnde geçer, hayvanlara mıhlanmış gibidirler
ve şimşek gibi giderler. At üstünde yer, içer, uyurlar. Yeryüzünde ne kadar Hun
varsa, hepsinin atı vardır” (Safa 2015: 23-24).
Peyami Safa’nın da yukarıda belirttiği üzere Hunlar göçebe bir hayat
yaşardı ve hayatları bu göçebe hayat doğrultusunda şekillenmişti. Ayrıca
Hunların bir diğer belirgin özelliği atlı kültürün hayatlarının önemli bir parçası
olmasıydı.
Muharrem Eryılmaz’ın Büyük Hun Hükümdarı Attila isimli eserinde
Hunların göçebe yaşantıları ve atlı kültürüyle ilgili olarak şu verilere yer verilir:
“Hunlar kah Çin İmparatorluğu sınırlarıma, kah Volga nehrine dökülen
Kama çayı sahillerinde görünürlerdi. Garp kavimlerince meçhul olan uzak
memleketlerden geliyorlardı. Orta Asya’nın yüksek yaylarında, bulundukları
bölgede kendilerine ve atlarına gıda verdikçe, göçebe kabileler hâlinde, barış
içinde yaşıyorlardı. (…)
Hunlar, bu suretle bir göçebe hayata tabi oldular ve çöl ile komşuluğun
tehlikelerine yavaş yavaş uyum sağladılar. Hayatları da, durmaksızın yerinden
alınıp götürülen ve her seferinde yeni baştan meydana gelen kum dalgaları gibi
kararsızdı. Onların kasabaları, evleri yoktu. Hatta çadırları da yoktu. Kadınlar
ve çocuklar arabalar içinde, erkekler at üstünde yaşardı. Gerektiğinde birkaç
saniye içinde bütün millet seferber olurdu” (Eryılmaz 2013: 18).
Muharrem Eryılmaz eserinin bir başka kısmında da Hunların göçebe
yaşama
alışık
oldukları
için
uzun
süre
hareketsiz
kalmalarının
beklenmeyeceğinden söz eder. Ayrıca Hunların bu eserde arabalarla kurulmuş
geniş bir ordugâhta yaşadığı az çok şehirleştikleri; ancak bununla birlikte göçebe
hayatın özelliklerini devam ettirdiklerinden söz edilir.
309
İbrahim Karahan’ın Galya Fatihi Atilla isimli eserinde Hun Türklerinin
yaşantısı şu şekilde anlatılır:
“Hun Türkleri’nin yaşadığı topraklar göçebe yaşam tarzına elverişliydi.
Kurak geçen yıllarda bozkırın oldukça seyrek otlaklarında içecek bir damla su
bulabilmek için insanlar, olmadık maceralara atılıyorlardı. Göçebe ve yoksul
Hun Tükleri, Maveraünnehir’den Kiev’e kadar bereketli topraklara sahip olmak
için buhran getirmiştir. İran’ın yeşil bereketli bahçelerinde tomurcuklar koyu
yeşil yapraklar hâlinde patlıyordu. . Çin’in kuzeyindeki zengin araziler ve Kuzey
Avrupa kıyılarındaki verimli topraklar âdeta onları kendisine doğru çekiyordu.
(…)
Bir vakitler atlarla birlikte binek hayvanı olarak geyikleri de kullanan
Hunlar, mükemmel sanat eseri olan koşum takımlarını icat ederek hareket
hâlinde bile at sırtında rahatça durup ok atmayı da biliyorlardı. Kopçalar, kılıç
kuşağı plakaları, koşum takımı bronz plakaları kullanan Hunların en büyük
merakı ise dayanıklı ve süratli atlardı” (Karahan 2014: 31-32).
Bu eserde Hunların çadırla birlikte ahşap evlerde de yaşadığı ifade edilir.
“Şehir yaşamına alışan Hun halkı, ahşap evlerinde barınırken, geri kalanlar da
çadırları tercih ediyorlardı. Çadırlar, ahşap yapılar kadar yaşama elverişliydi”
(Karahan 2014: 150). Avrupa Hunları göçebe hayatı ve çadır kültürünü Attilâ
devrinde devam ettirse de Attilâ birçok alanda olduğu gibi bu alanda da yeniliğe
gitmiş ve halkının yerleşik yaşama geçmesi için büyük bir çaba göstermişti.
“Attila, karagahını Eflak yakınlarında kurduğu Etzelburg kentine taşımıştı.
Askerî sahada gerçekleştirdiği başarılarını şehirleşmede de sergilemişti. Yerleşik
hayata geçmeye çalışan Hun kavminin rahat içerisinde yaşaması amacıyla yeni
yerleşim alanları oluşturmuştu. Tek katlı ahşap ve taş binalar inşa ettirmişti”
(Karahan 2014: 177).
Attilâ Roma’da kaldığı dönemde onların zayıf yönlerini öğrendiği gibi
onları güçlü kılan yanları da öğrenmiştir. Bu yüzden halkını yerleşik yaşama
geçirmek için ve daha sağlam bir üretim ve ticaret ağı kurmak için gayret
göstermiştir. Bunlarla birlikte Hunların askerî becerilerinde ve savaşçı
310
karakterlerinde onların göçebe kültürlerinin ve bozkır yaşantısının ne kadar etkili
olduğu da bu eserde gözler önüne serilmiştir.
Hüseyin Adıgüzel’in Başbuğ Attila isimli eserinin hemen başında bozkır
yaşantısının ve göçebe hayatın çetin şartlarına değinilir:
“Bozkır, kendisini bozkır yapan o yeknesak yaşamı, buğdaya, süte, peynire,
yüne, deriye, bala çeviren insanları da, kaybetme korkusu içinde, tir tir titriyor
gibiydi. Sağa sola âdeta uçarak giden atları nal sesleri, dışarıdan birini
ürkütecek boyutlara ulaşsa da, bozkır sakinlerinin kılını bile kıpırdatmıyordu.
Herkes, bir şeyler yapmanın gayreti içindeydi…
Çetin geçen kış nihayet sona ermek üzereydi. Göz açtırmayan tipi, fırtına,
aralıksız kar yağışı, bozkır sakinlerinin yaşamını zorlaştırmış, öyle günler
olmuştu ki, çadırlarında başlarını bile çıkarmalarına izin vermemişti. Bu durum,
bozkır halklarını sıkıntıya sokmuş, açlık çadırların kapısını sık sık çalımıştı.
Burada kabile, boy şuuru, dayanışma ruhu kendini göstermiş, açlık tehlikesini
hisseden ailelere elinde olanlar, yardımı hiçbir zaman esirgemedi” (Adıgüzel
2015: 5-6).
Hunlar bozkır yaşantısına ve göçebe kültüre alışık bir toplumdur. Bu
konuyu Attilâ ve Onagesius tartışır. Onagesius Attilâ’ya İstanbul’u almanın
yeterli olmayacağını halkın yerleşik yaşamı da benimsemesinin gerektiğini
söyler.
“Hakanım, bir Hun ile bir Bizanslı birbirinden çok farklıdır. Hayata bakışı,
hayatı algılayışı ve hayatı uygulayış tarzları farklıdır. Birbirine benzer hiçbir
yönleri yoktur. Bunun için Bizanslı şehirde, Hun Bozkırda yaşar. İstanbul
alınacaksa, bugünden başlayarak Hunları şehir yaşamına alıştırmak gerekir.
Onagesius bunu söylemek istedi. İstanbul’u alırsınız, ama şehir yaşamını
benimsemeyen Hunları o şehre yerleştiremezsiniz. Orada yalnız kalırsınız ve o
zaman, o şehir, sizi yer, bitirir” (Adıgüzel 2015: 139).
Attilâ
Onegesius’un
bu
sözü
üzerine
alıştırılmasının bir zorunluluk olduğunu düşünür.
311
Hunların
şehir
yaşamına
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Tanrının Kırbacı Attila isimli eserinde bozkır
hayatının zorlukları ilk olarak Attilâ’nın babası öldükten sonra bozkırda yalnız
başına kaldığı bölümde ifade edilir.
“İşte kötü, kapkara gün o gündü Attila için. Yapayalnız dolaştı bozkırda.
Bulduğu bazı bitkilerin köklerini kemirdi. Bazı otları ve bazı bitkilerin
soğancıklarını kendine katık yaptı. Zor durumdaydı” (Erdoğan 2016a: 21).
Bu eserde bozkır hayatına alışık olan ve çadırlarda yaşayan bir Hun
toplumu olmasına rağmen Attilâ Roma’da kaldığı günlerden yerleşik hayata dair
birçok beğeni elde etmiştir. Hun topraklarına döner dönmez ilk iş olarak
Osegene’ye kendisine Roma saraylarında olduğu gibi bir hamam inşa ettirir
(Erdoğan 2016a: 37).
Bu eserde yer yer bozkır hayatından halkın çadırlarda yaşadığından ve
atların yaşamlarında önemli bir yeri olduğundan bahsedilse de yazar doğrudan
Attilâ döneminin yaşantısına temas etmemiş çok yüzeysel olarak içinde yaşanılan
zamanı ve çevreyi betimlemiştir.
Hasan Erdem’in Attila’nın Kalkanı isimli eserinde Bozkır hayatı şu şekilde
okurun karşısına çıkar.
“Hunlarda kaç-göç yoktu. Kız ile erkek obalarında geçen günlük yaşamının
her anında hep bir arada yaşadıkları için birbirlerini yakından tanıma fırsatı
bulurlardı. O gece oba sakinlerinin tamamı meydanda toplandılar., korların
üzerinde döne döne nar gibi kızaran, bakır kazanlarda kaynayan koyun etlerini
iştahla yediler, kımız çamçaklarını boşaldıkça doldurdular ve Hunlar kahramanı
Suptar’ı soru yağmuruna tuttular. Suptar büyük bir sabırla kendisine sorulan her
soruyu cevaplamaya çalıştı.
Yemekten sonra iki yırcı yiğitlik ve kahramanlık yırlarını söylediler”
(Erdem 2017: 193-194).
Bu eserde Hunların çadırlarda ve evlerde yaşadığı görülür. Bununla birlikte
günlük hayatları bozkır yaşantısına ve Türklerin o dönemdeki geleneksel
yaşantısına benzerdir. Hunların yaşadığı Etzelburg şehri ise şu şekilde tasvir
edilir.
312
“ Büyük Roma kentlerine göre tek katlı ahşap binaları, yüksek tavanlı yurt
çadırları ile sıradan küçük bir kasaba olan, tahta surlarla çevrili Etzelburg’un
ana kapısına geldiklerinde nöbetçiler tarafından tanınan Suptar, yanındakilerle
birlikte sorgusuz sualsiz içeri alındılar. Kent ve meydanları çok kalabalıktı”
(Erdem 2017: 195).
Eserde tasviri yapılan Hun başkenti dönemin tarihî kaynaklarında da benzer
şekilde tasvir edilir. Attilâ’nın halkının bir kısmı çadırlarda yaşarken bir kısmıda
yerleşik yaşama geçmiştir. Aynı şekilde atlarda Hunlar için hayati önem taşıyan
varlıklar olarak bu eserde de yerlerini alırlar. Hunlar iyi süvarilerdir ve atlarıyla
birlikte düşmanları için ölümcül derecede tehlikeli olurlar.
Atilla’nın Kargısı isimli eserde bozkır yaşantısı Suptar karakteri üzerinden
vurgulanır. Doğu Roma’ya Chrysaphius’u Attilâ’nın emriyle öldürmeye giden
Suptar orada geçirdiği şehir hayatından sıkılır ve bozkırı özler. Onun bu özlemini
General Zenonla yaptığı şu konuşmada görmek mümkündür: “Hareketi severim.
Bir ayı aşkın bir süredir büyük taş binalara hapsolmaktan sıkılmıştım. Daha
şimdiden bozkırı ve geniş av sahalarını özledim” (Erdem 2018: 124). Bu kısımda
Suptar karakteri üzerinden Hun Türklerinin bozkır yaşantısını şehir yaşantısına
tercih ettiklerini görmek mümkündür. Bu romanda Hunların ve Attilâ’nın
yaşantısıyla ilgili de bir takım ipuçları bulmak mümkündür. Doğu Romalı
elçilerin Attilâ ile görüştükleri kısımda Attilâ’nın nasıl bir yerde yaşadığı
Ottigin’in gözünden şu betimleme ile ifade edilir:
“Hun muhafızlarının huzurundan ayrıldılar ve kampın dışında kurulan
kendi çadırlarına götürüldüler. Tekerlekli evinin önünde, maiyetnin ortasında
yüksek bir iskemlede oturan Attila, sağ taraflarında yerlere serilmiş kürklerin
üstünde dizüstü oturan oğulları İlek, Dengizik ve İrnek’e takılıp kalmış olan
kartal gibi keskin bakışlarını kaldırıp kampa giren, sürülerin, ağılların ve
çadırların arasından geçerek bulunduğu yöne doğru ilerleyen süvarilere doğru
çevirdi” (Erdem 2018: 28).
Bu eserde örneklerde de görüldüğü üzere Hunlar çadırlarda yaşamakta ve
bozkıryaşantısını sevmektedir. Attilâ’da halkı ile birlikte benzer koşullarda onlar
gibi mütevazı bir yaşantı sürmektedir.
313
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Attila isimli eserinin birkaç yerinde Avrupa
Hunları’nda ve Attilâ’nın yaşamında bozkır hayatının izlerini görmek
mümkündür.
Eserin baş kısımlarında Attilâ bozkırda babasını kaybetmenin
verdiği acıyla yalnız başına seyahat ederken okurun karşısına çıkar. Eserin
ilerleyen kısımlarında Roma’ya yardım etmek için giden Attilâ oradaki yaşantıyı
görünce kendi yaşantılarının ne kadar güzel olduğunu düşünür. Romanda bu
kısım şu şekilde ifade bulur:
“‘Bu devasa taş binalarda nasıl yaşıyor bu insanlar?’ demişti Roma’yı ilk
gördüğünde. ‘Ruhlarını nasıl olup da böyle dört duvar arasına hapsediyorlar?
Kıl çadırlarda yaşamanın hürriyetini, tabiatla koyun koyuna iç içe olmanın
keyfini bilmeden, soğuk duvarlar arasında nasıl tüketiyorlar ömürlerini?’” (Efe
2018a: 121).
Bu eserde Attilâ’nın bozkır yaşantısına karşı bir sempati duyguğu
görülmektedir. Hunlar çadırlarda yaşayan ve bozkırın getirdiği güç koşullara
alışmış dayanıklı insanlar olarak okurun karşısına çıkarlar.
Okay Tiryakioğlu’nun Avrupa’yı Dizze Getiren Türk Attila isimli eserinde
bozkır hayatına ve atlı göçebe kültüre dair çok sınırlı bilgi vardır. Eserin
içerisinden Hunların çadırlarda yaşadıkları hayvancılıkla uğraştıkları gibi
çıkarımlar yapılabileceği gibi eserde bozkır yaşantısı doğrudan anlatılmamıştır.
Bununla birlikte bu eserde Hun Türklerinin çadır gibi taşınabilir ahşap evleri
olduğundan
bahsedilmektedir.
(Tiryakioğlu
2018:
25).
Eserin
geneline
bakıldığında Hun Türklerinin bozkırda yaşadığı zorlu doğa koşullarına alışık
olduğu görülür. Attilâ Doğu Roma seferini yaparken Constantinapolis’in
soğuğunun ve rüzgârının bozkırın zorlu koşullarına alışmış olan Türkler için bir
etki etmeyeceğini söylemesi de bu söylenene delil niteliğindedir. Bu eserde
ayrıca Hun Türklerinin hayatında atın da önemli bir yer tuttuğu görülmektedir.
Turhan Tan’ın (Mehmet S. Fethi) Cengiz Han’ında Moğolların göçebe
hayat yaşadığı şu şekilde betimlenmiştir:
“Cengiz, 1189 yılında, adı sanı bilinmeyen bir köyde Türk birliği kurmayı
düşünürken, elinde sadece bir Moğol ulusu vardı. Bu Ulus, o güne kadar tarihte
büyük ve küçük bir rol oynamamıştı. Ağıllar içinde ömrünü geçiriyordu. Yulaf
314
bulamacı yiyor, kımız içiyor, koyun postu giyiyordu. Yayladan kışlığa ve kışlıktan
yaylaya göçmekten ibaret dar bir çerçeve içinde yaşıyordu” (Tan 2015: 268).
Göçebe hanyat yaşayan Moğolların yaşamı her ne kadar basit olsa da bu
hayat tarzı onların güçlü ve dayanıklı savaşçılar olmarının altında yatan temel
nedendir. Cengiz Han’ın dehasıyla halkının dayanıklılığı ve savaşçı yetenekleri
de birleşince ortaya dünyanın gördüğü en hızlı büyüyen imparatorluklarının birisi
çıkmıştır.
Cengiz Dağcı’nın Genç Temuçin’in de Moğollar ve Cengiz Han bozkırda
çadırlarda yaşarlar ve atlar onlar için çok önemlidir.
“Yaz olmasına rağmen, geceleri toprağı donduracak kadar, hava soğuk
oluyordu buralarda. Tan yeri kızarmdan önce bozkıra dağ yamaçlarına süt
beyazı ağır ve kalın bir sis tabakası çöküyordu” (Dağcı 2016: 22). Bozkır
yaşantısının getirdiği zorluklar bozkırda yaşayan insanların bu zorlu koşullar
kaşısında dirençli olmalarını ve doğanın getirdiği zorluklara karşı dayanıklı
olmalarını sağlar. Bu durum da onların güçlü savaşçılar olmalarında etkildir.
Kargun Batır bozkırda yolculuk yaparken gördüğü kurtların hareketlerini Gök
Moğolların haretlerine benzetir. Moğollar için atlar da önemli varlıklardır. Bozkır
yaşantısında onların en yakın dostları ve yardımcısı olan atlar etiyle sütüyle ve
gücüyle Moğollara fayda sağlarlar. Cengiz Han atları çalındığında onları geri
almak için tek başına hırsızların peşine düşer (Dağcı 2016: 217).
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Gök Moğolların Başbuğu Cengiz Han isimli
eserinin hemen başında bozkır hayatı ve atlı göçebe kültüre temas edilir.
“İşte bu çadır arabaları ve yük taşınan arabaları kadınlar yönetir.
Bozkırın kısıtlı verimi içinde pek çok budun birbirine yakın, komşu, zaman
zaman yapılığı en üst düzeyde yaşayarak, birbirlerinin hayatlarına karışarak
gerektiğinde
anlaşmalarla
dostluklar
kurarak
varlıklarını
sürdürmeye
çalışıyorlardı” ( Terzioğlu 2016c: 8).
Moğollar bozkır hayatına ve o hayatın getidiği güçlüklere alışkın bir
millettir. Eserde Bozkırın insnalar üzerindeki etkisine de değinilir.
315
“Bozkırın, budunları değiştiren bir yapısı vardı. Hangi soydan, hangi
ulustan olursa olsunlar, bozkırın ortak değerlerinde çizilen yazgıları benzerdir.
Bir uçtan diğer uca, değerince kullanarak bozkırlı kalmak kolay değildir.
Güçlüdürler. Yüreklidirler. En önemlisi bozkır onlara yok olmaktan korkmayı
öğretmiştir” (Terzioğlu 2016c: 99).
Birçok kaynakta bozkır yaşantısının o yaşama alışmış milletleri güçlü
kıldığı savaşçılık yeteneklerini artırdığı söylenir. Bu eserde de bu durumun ifade
edildiği görülmektedir. Eserde ayrıca Moğolların göçebe yaşam tarzına da
değinilmiştir.
“Moğollar bir yere yerleşmezler. Gök, onların göçer olmasını istemiştir.
Yurtları yaşamayı seçtikleri, beğendikleri her yerdir. Gök’ün altı… Gök’ten kut,
yerden güç alarak yaşarlar. Her Moğol boyu sürülerini nerelerde yayacağını
bilir. Kışın daha sıcak ve korunaklı yerlerde kışlarlar, yazın serin yerlere
göçerler. Susuz yerler kışın gidebildikleri yerlerdir. Kar bulurlarsa karı su yerine
kullanmaktan çekinmezler” (Terzioğlu 2016c: 244).
Moğolların göçebe yaşantısı da Türklerin göçebe yaşantısına çok benzer ve
onlarda Türkler gibi bu yaşam tarzını daha yaşanabilir hâle getirmek için Türkler
gibi atları kullanırlar. Bu yüzden at onlar için değerli varlıklardır.
A. Hakan Bayrakçı’nın Bozkırın Oğlu Cengiz Han isimli romanında isimli
eserinde bozkır yaşantısı ve göçebe hayat diğer eserlede olduğu gibi okurun
karşısına çıkar. Moğollar bozkır iklimine sahip bir ortamda çadırlarda
yaşamaktadır ve atlı bir kültüre sahiptirler. At onlar için önemli bir varlıktır.
Askerlerin büyük bir çoğunluğu süvari birliklerinden oluşmaktadır ve at binek
olarak kullanılmanın yanında etinden sütünden istifade edilen bir canlı olarak
Moğllar arasında önemli bir yere sahiptir. Ayrıca kurban törenlerinde de
kullanılır. Altan Han ve Cengiz Han’ın yapacağı sürek avının betimledndiği
kısımda bozkır yaşantısı ve Moğolların yaşam tarzları hakkında bilgiler görmek
mümkündür:
“Bin beş yüz kadar atlı, av yapacakları sahaya doğru ilerlediler.
Avlanılacak yeri, ava reislik eden han seçerdi. Fakar bu seçimi yaparken
Cumuha ve Temuçin’in fikirlerini almanın akıllıca olduğunu düşünerek onlara
316
da danıştı Altan Han. Sonunda Burhan Haldun dağının kuzey eteklerindeki
araziyi av sahası olarak belirlediler. Oraya ulaştıkları gece yalnızca bir büyük
çadır kuruldu. Burada, önce başlara, Noyanlara, bağadırlara toy verilecek sonra
da Altan Han yatacaktı. Diğerleriyse kaputlarına bürünerek atlarının hemen yanı
başında uyuyacaklardı. Altan Han’ın düzenledği toyda kımız sel gibi aktı. Yoğurt,
peynir, yağ, eyer altında kurutulmuş et, kızartılmış tarla kuşları ve haşlanmış
dağa sıçanları doyasıya yendi. Büyük çadırın için otuz kadar reis ve Noyan
vardı” (Bayakçı 2013: 215).
Bozkır hayatının getirdiği zorlu koşullar Moğollar için alışılmış bir
durumdur ve hayatlarını bu koşullara göre dizayn etmişlerdir. Cengiz Han ve
ailesi Yesügey’in ölümünden sonra zorlu koşullarda hayatta kalmayı başarır.
“Yalnız bırakıldıkları ilk günlerin sıkıntısı artık geride kalmış, bu zor
yaşamı kanıksamışlardı. Üç senedir sürüyordu doğayla boğuşmaları. Mücadele,
hayatlarının ana bölümü olmuştu. Sürüleri yoktu. Tarla kuşları, dağ sıçanları,
tatlı su balıklarıyla besleniyorlardı” (Bayrakçı 2013: 47).
Cengiz Han ve ailesi doğayla yani bozkır yaşamıyla verdikleri bu
mücadeleden başarıyla ve daha güçlü olarak çıkarlar. Cengiz’in yaşadığı bu zorlu
çocukluk yılları onu daha güçlü ve dayanıklı hâle getirir.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Cengiz Han isimli eserinde bozkır yaşantısının
önemli bir yer tuttuğu görülür. Bozkır yaşantısı Cengiz Han’ın karakteri üzerinde
büyük bir tesir yapar ve Cengiz Han bozkır yazantısının getirdiği terbiye ile
birçok beceri kazanır.
“Sanki demirden yapılmış bir adam gibiydim. Acı bana değişik bir zevk
eriyodu. Acı çekenin yüzündeki kırışıklık ve acı çektiğini belli eden ifadeyi benim
yüzümde göremezdiniz. Soğukta, ayazada, fırtınalı ve rüzgârlı havalarda
bıyıklarım soğuğun etkisiyle donup kazık gibi olduğu zamanlarda bile,
askerlerimin önünde, mosmor olan yüzümle yürmem, onlardaki cesareti daha da
arttırıyordu.
Askerlerim acı çekiyordu. Ama bu benim asla umrumda olmuyordu. Elleri,
parmakları donanlar, attan düşüp yarananlar, elini kolunu talim esnasında
kaybedenler oluyordu. Bunlar benim için normal şeylerdi.
317
Demim ya, önderleri yani ben Temuçin, demir nir adam gibiydim”
(Erdoğan 2016b: 85).
Bozkır yaşantısı içinde yaşayan insanlar güçlü olmak ve doğanın getirdiği
zorluklarla mücadele edecek donamıma sahip olmak zorundadırlar. Eğer buna
sahip değillerse hayatta kalamaz veya düşmanları tarafından kolaylıkla yok
edilirler. Cengiz Han’da çocukluk döneminden itibaren bozkırın zorlu
koşullarında kendisini gelirştirmiştir. Bozkır hayatı onun askerî karakterinden
liderlik özelliklerine kadar birçok vasfına etki etmiştir.
Okay Tiyakioğlu’nun Cengiz Han Rüzgâr ve Ateş İmparatorluğu isimli
eserinde bozkır yaşantısı ve konargöçerlik ön plana çıkarılmıştır. Yesügey
Bahadır oğlu Cengiz’e Türklerin yerlerşik yaşama geçtiği için değiştiğini ve güç
kaybettiğini söyler. Göçebe yaşnatının kendilerini daha güçlü kıldığını belirtir.
“Ama daima hareket hâlinde olan biz göçebelere en karışık, en güçsüz
zamanımızda dahi kimseler ulaşamaz. Destanlarımız, kopuzlarımızın tellerinde
kuşkatan kuşağa tarihimizi taşır. Gerçek fikir çzgürlükte büyür oğlum; oysa şehir
halkları o daracık sıcak ve havasız evlerinde, uğursuz mabetlerinde, kadirbilmez
tarlalarında ve işliklerinin alacakarnlık avlularında tutsaktır.
Bozkır ise ışık, aydınlık, özgürlük ve doğruluk demektir. Şehirlerin yalanı,
bizim küçümsenen kurnazlıklarımızdan daha fenadır. Moğolların en kanlı asiliği
bile, şehirlerin tiya yüklü sükûnet ve sadakatinden daha temizdir. Biz sürekli
hâlinde kalarak kitaplara sığmayacak hafızamızı arar, yerleşiklerin sürekli
düşünmekten doğan yapış yapış ikiyüzlülğünden uzak kalırız. Türkler bir zaman
sonra yerleşik düzene geçmekle ne kadar büyük yanlış yaptıklarını anlayacak
ama çok geç olacak” (Tiryakioğlu 2016: 28).
Cengiz Han babasının düşüncesine tam olarak katılmaz bir Türk olan
annesinin babasından farklı düşündüğünü belirtir. Annesinin yerleşik hayatın
faydaları olduğunu söylediğini belirtir ancak babasının sözleriyle ikna olarak
şehir hayatı yaşayanların kendileri için düşman olduğunu kabul eder. Cengiz Han
daha sonra Moğol devletini kurup genişlettikten sonra babasının verdiği öğütleri
oğlu Cuci’ye verir ve konargöçer olarak kendilerinin altına gümüşe ihtiyaçları
olmadığını altının ve gümüşün şehirli insanların ayakalarındaki prangalar
318
olduğunu belirtir (Tiryakioğlu 2016: 330). Bozkırda yaşayan Moğollar için
atlarda çok önemli bir yer tutar.
“Moğollar adına ihtiyaçlarından çok daha fazla ata sahip olmaları
alışılageldik bir hâldi. Ne var ki tek bir binek atı için ömrü boyunca çalışıp
çabalayan, büyük ihtimalle de iyi bir atın gölgesine dahi sokulamayan Batılıların
bu manzarayı kavramaları güçtü. Üstelik Hristiyan ülkelerin çoğunda, soylular
haricindekilerin ata binmesi yasaktı. Zira at ezici bir güç, mutlak tesirli bir silah
ve her şeyden ötesi iyi bir dosttu” (Tiryakioğlu 2016: 147).
Tiryakioğlu’nun bu eserinde bozkır yaşntısına göçebe kültüre bir övgü
vardır. Bozkır hayatının o hayatı yaşayan insanları üstün ve güçlü kıldığı
anlatılır. Cengiz Han da bu eserde buna inanarak hareket eder.
Bülent Bengisu’nun Savaşçıların Efendisi Cengiz Han romanında bozkır
yaşantısı ve atlı göçebe kültür eserin hemen başında okura tanıtılır:
"Rüzgârın, soğuğun, yoksulluğun ve acının hâkim olduğu bir yerdi Kuzey
Gobi, Buralarda yaşayan çeşitli kabilelerde doğan çocuklar, dünyaya gözlerini
açınca soğukla, rüzgârla karşılaşıyorlar ve bu zorlu hayata alışarak
büyüyorlardı. Ana süründen kesildikten sonra sıkrak sütüyle geçinmesini de
biliyorlardı. Bu zorlu hayat için doğmuşlardı âdeta.
İlkbahar, ortalığın şenlendiği, her şeyin daha iyi olduğu dönemdi.
Kısraklar ve inekler bol miktarda süt veriyor, koyunlar gelişiyor, av daha bol
oluyordu. Kabilelerin avcıların, tilki, sansar gibi kürkü için avlanan
hayvanlardan başka, Ren geyikleri ve ayı avlıyorlar; etlerinden bolca
yararlanıyorlardı. Bunun dışında et, oldukça kıt bulunan bir yiyecekti bozkırda
yaşayan Türk, Tatar ve Moğollar için.
Çocukların koyun çobanlığı yaptığı, erkeklerin ve kadınların avlanmak
zorunda olduğu ve daha iyi geçim temin etmek için göçebe bir hayat yaşadığı
kavimler, yaşadıkları coğrafyanın ve iklimin şartlarına uyan bir fiziğe sahiptiler”
(Bengisu 2016: 15-16).
Bozkır
yaşantısının
getirdiği
dezavantajlar
Moğolların
savaşçılık
yeteneklerinin gelişmesinde ve onların dayanıklılığının artmasında etkili olduğu
319
için bir avantaja dönüşmüş ve bu avantaj Cengiz Han’ın keskin zekâsıyla
birleşince insanlık tarihinin gördüğü en büyük imparatorluklardan birisi vücuda
gelmiştir. Cengiz Han, bozkır yaşantısının içinden geldiği ve göçebe hayatı
yerleşik yaşama tercih ettiği için imparatorluğu çok geniş sınırlara ulaştığı hâlde
dahi çadırda yaşamaya devam etmiş kendisine saraylar yaptırmamıştır (Bengisu
2016: 117). Bu imparatorluk içerisinde bir diğer bozkır halkı olan Türkler de
önemli bir rol oynamıştır.
Coşkun Mutlu’nun Cengiz Han Bozkırın Hükümdarı isimli eserinde Cengiz
Han’ın bozkır hayatına uygun bir yaşantısı olduğu görülür. Cengiz Han ve ailesi
önce çadırda kalırlar daha sonra kendilerine bir kulübe yaparak yaşamlarına
devam ederler. Hayatlarını avcılık ve toplayıcılıkla geçiren ailenin bir diğer
geçim kaynağı ise atlarıdır. Eserde Cengiz Han’ın bu zorlu bozkır yaşantısı şu
şekilde anlatılmıştır:
“Ormanın içindeki yabani meyveleri, ağaç köklerini toplayarak karınlarını
doyuruyorlar, bazen av yapabilirlerse mutluluk duyuyorlar ara sıra da rast
gelirse dereden balık avlıyorlardı.
Doğa acımasızdı. Açlık ve soğukla geçen gecelerin verdiği ders Temuçin
için acımayı unutmak olmuştu ve hayatının tüm aşamasında kimseye acımamaya
karar vermişti.
Zaman aktıkça bozkırda insanlar kendi yaşam alanlarını kuruyorlardı.
Hoelun ne kadar çile çekerse çeksin çocukları çocukluklarını yaşıyorlardı.
Bozkırın sert tabiatının içinde yaşam kavgasında olan Temuçin de tam kendine
göre bir arkadaş bulmuştu.” (Mutlu 2019: 34).
Bu kısımda da ifade edildiği üzere bozkırın çetin şartları Cengiz Han’ın
kişiliğine de tesir eder ve onun acımasız karakterinin altında yatan temel
sebeplerden birisi olur. O, zor şartlarda hayatta kalmayı başaran ve zoruluklarla
mücadele etmeyi öğrenmiş bir lider olarak okurun karşısına çıkar. Bozkır
yaşantısı onların kültütünün de şekillenmesinde büyük rol oynar. Töreleri ve
adetleri bozkır yaşantısına göre şekillenirdi. “Bozkırda ittifaklar çok önemliydi.
Bu topraklarda her an herkes herkese düşman olabilirdi” (Mutlu 2019: 71).
320
Bozkır halklarının en büyük yardımcıları atlardır. Bu husus bu eserde de
işlenmiştir. Cengiz atlarının çalındığı kısımda atların Temuçin için önemli
olduğuna şu şelilde değinilmiştir:
“Atlar adını duyan Temuçin biraz da olsa rahatladı. Ancak bu geçici bir
rahatlamaydı. Çünkü atlar onların her şeyiydi” (Mutlu 2019: 57). Görüldüğü
üzere bu eserde bozkır hayatı tüm gerçekliğiyle anlatılmış ve bozkır hayatının
Cengiz ve ailesi üzerindeki etkisi gözler önüne serilmiştir. Sonuç olarak
denilebilir ki bozkır hayatı getirdiği tüm zorluklara rağmen Cengiz Han’ın
yaşantısında çok önemli bir yere sahip olmuş ve onun güçlü karakterinin
oluşmasına, yeteneklerinin gelişmesine katkı sağlamıştır.
Sonuç olarak görülmüştür ki bozkır hayatı ele alınan tüm romanlarda
getirdiği zorluklar ve güçlüklerle ele alınmıştır. Aynı zamanda bozkır hayatının
bu zorlu koşullarının Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han üzerindeki tesirine
değinilmiştir. Romanlar üzerinde yapılan inceleme sonucunda üç hükümdarın da
karakterinin bozkır yaşantısının getirdiği zorluklarla güçlü bir yapıya büründüğü
görülmüştür. Üç hükümdar da zorlu doğa koşulları sayesinde fiziksel ve mental
olarak dayanıklılık ve direnç kazanmıştır. Aynı zamanda bozkır hayatı onların
sahip olduğu sert mizacın ve savaşçı karakterlerinin oluşmasında da etkili
olmuştur. Eserlerin tamamında bozkır yaşantısıyla birlikte göçebe kültürün
izlerini de görmek mükündür. Ancak onların göçebeliği alalade bir durum
değildir. Onların göçebelik anlayışı sistemlidir. İncelenen tüm romanlarda da üç
hükümdarında belli bir başkentte ikamet ettikleri ve savaşlardan sonra o başkente
döndükleri görülmüştür. Türklerde ve Moğollarda görülen göçebelik yazları
farklı, kışları farklı bir yerleşim yerinde kalmaktan müteşekkil bir durumdur. Bu
bakımdan onların yaşam biçimine yarı göçebe denilebileceği gibi yarı yerleşik de
denilebilir.
Ayrıca ele alınan tüm eserlerde bozkır halkları için atın önemine ve
hayatlarındaki yerine de bir şekilde değinilmiştir. Bunların yanında incelenen
tüm romanlarda insanların geçimlerini hayvancılıkla avcılıkla kazandıklarına
değinilmiştir. Çadırlarda ya da ahşap yapılarda yaşayan üç hükümdar da bozkır
hayatını seven liderler olarak anlatılmıştır. Bununla birlikte bu üç liderin eserler
321
içerisinde zaman zaman yerleşik yaşama geçme konusunu tartıştıkları
görülmüştür. Bu tartışmalar sonucunda şehir hayatının -insanların özgürlük
alanını kısıtladığı için- Türk halkının karakterine uymadığı kanati ortaya
konulmuştur. Ayrıca bu incelenen eserlerde Türklerin az da olsa bir kısmının
yerleşik olarak yaşadıkları görülür. Genel itibariyle değerlendirilecek olursa
incelenen eserlerde Mete Han, Attila ve Cengiz Han’ın bozkır yaşantısına uygun
mütevazı bir yaşantı sürdükleri ve zorlu doğa koşullarına uyum sağlamış odukları
görülür.
2.7. Türk Romanında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Töreler ve
Âdetlere Bakışı
“Töre, eski Türklerde devlet adamlarının ve halkın günlük yaşamda
uymaları gereken sosyal ve siyasal kurallar bütünüdür. Töre, eski Türk devlet
hukukunun dayandığı sözlü geleneğin anayasasıdır” (Uğurlu vd. 2011: 954).
Bir başka ifadeyle töreler eski Türklerde toplumun hükümdar da dâhil
üzerinde mutabık olduğu ve uymak zorunda olduğu sözlü hukuk kurallarıdır.
Törelerin yazılı hukuk kurallarına dönüştürülüp dönüştürmediğine dair Cengiz
Han dönemi dışında elimizde veri bulunmamaktadır. Ayrıca Cengiz Han’ın
yaptırdığı gibi Mete Han ve Attilâ’nın da töreleri yazıya geçirttirip
geçirttirmedikleri yeni tarihî vesikalar keşfedilmediği sürece muamma olarak
kalacaktır.
“Türk Töresi, Kağan da dâhil olmak üzere tüm toplumca mutlak suretle
uyulması gereken hukuk kuralları toplamıdır. Töreye atfedilen önem o kadar
büyüktür ki, etkin hukuk kurallarının konulması ve bunlara eşitlik ve adalet
ilkeleri çerçevesinde riayet edilmesi hem kağanın iktidarının, hem de devletin
sürekliliği için en önemli koşullar arasında gösterilmiştir. Bu sebeple de,
kaynaklarda törenin çok önemli olduğu, hatta devletten bile önde geldiği,
töresini kaybetmiş bir ulusun yok olmuş sayılacağı hatırlatılarak, kağanlardan
her zaman töreye uygun davranmaları istenmiştir” (Pamir 2009: 360).
Bu yüzden Türkler güçlü töreleri ve âdetleri olan bir millettir. Türklerin
töreleri ve âdetleri onların binlerce yıl boyunca güçlü bir biçimde ayakta
322
kalmalarını sağladığı gibi kültürlerini korumalarını ve Türklük bilincinin
yaşatılmasını da sağlamıştır. Türk töresi ve âdetleri onları güçlü kılan ve güçlü
devletler kurmalarını sağlayan etkenlerin başında gelmektedir.
“Töre eski Türklerde sadece devleti ilgilendiren alanlarda geçerli olan bir
kanun olarak görülmemiştir. Töre eski Türklerde, devleti ilgilendiren kanuni
hususlarda bir anayasa hükmünde olmasının yanında, budunu ilgilendiren sosyal
ve ahlaki konularda geleneğin, göreneğin, âdetin ve teamülün hükmünü de
işletmiştir. Bu hâliyle töre, eski Türk devlet ve topluluklarında, devletin ve
milletin dâhil olduğu o büyük kamusal alanda, tek söz sahibi olan sözlü
geleneğin anayasası durumundadır” (Uğurlu vd. 2011: 954).
“Türklerin, Mongolların, Tatarların iki nev’ [tür] âdet [ve] kânunları
vardı: ‘yasak, töre’. Léon Cahun’un tetkîkâtına nazaran yasak yahut yasa nizâmı askerî, tenbîhât-ı askerîyye [askerî emirler] makamındadır, töre ise örf âdet
demektir” (Akçura 2018a: 76).
Mete, Attilâ ve Cengiz Han’da görülen en önemli özelliklerden birisi
onların töre ve âdetlerini önemsedikleri gibi töre ve âdetlerini yeniden
şekillendirerek kendi zamanlarının şartlarına göre yeniden dizayn etmiş
olmalarıdır. Onlar toplumsal yaşamı düzenlemek ve hükmettikleri toplumları
disipline edebilmek için binlerce yıllık birikimin bir sonucu olan töre ve
adatlerini daha da geliştirerek yasalar hâline dönüştürmüşlerdir. Örneğin Cengiz
Han’ın yasaları kendi örf ve adatlerinin yeniden organize edilmiş ve çağının
şartarına göre eklemeler ve değişikler yapılmış hâlinden başka bir şey değildir.
İşte töre ve âdetlere dayanan bu yasalar da Cengiz Han’ın kurduğu muazzam
imparatorluğu kurmasını sağlamıştır. Aynı durum Mete ve Attilâ için de
geçerlidir. Onlar da kendilerinden önce gelen töre ve âdetlere sıkı sıkıya sarılıp
onlara sahip çıktıkları gibi zamanlarının ihtiyacı doğrultusunda töre ve âdetlerini
yeniden yapılandırmış ve bunu güçlü bir devlet yapısı, düzenli bir sosyal hayat
tesis etmekte kullanmışlardır. Onların bu tutumları da başarılı olmalarında etkili
olmuştur.
“Hun kanunlarına göre bir kişi eğer adam öldürmek maksadıyla bıçağını
sıyırırsa idam edilir. Hırsızlık yapanın mallarına el konulur. Bir suçluya hafif bir
323
ceza verilecekse bir uzvu ezilir, eğer ağır ceza verilecekse idam edilir. Hapis
müddeti de on günü geçmezdi. Mahkûmların sayısı ancak birkaç kişidir. Hun
sosyal hayatını düzenleyen kanunlar, Çin’deki gibi karışık ve zor uygulanır
değildi, kısa ve kesin hükümlerdi. Cezaların ağır olması caydırıcı gücü ve
milletin erdem sahibi olmasını, suçluların sayısının çok az olması sonucunu
doğuruyordu. (…) Kanunlar karşısında hiç kimse ayrıcalıklı değildi. Devlet
memurlarının kanunları ve devlet işlerini iyi bilip uygulaması gerekiyordu”
(Taşağıl 2018: 66-67).
Hunların kanunlarına yani törelerine bu derece bağlı olmarı onları diğer
milletlerden daha disiplinli bir toplum hâline getirmenin yanında daha etkili bir
güç haline de getirmişti. Bunu bilen Cengiz Han da kendisinden önceki
hükümdarların izinden giderek yukarıda belirtildiği üzere ilk olarak toplumsal ve
askerî hayatı düzenleyen törelerle Türk-Moğol halklarının güçlü ve sistemli bir
yapıya kavuşmasına vesile olmuştur. Töreler bozkır toplumlarında bir devletin
olmazsa olmazıdırlar ve geçmişte özellikle günümüzdeki anayasalar ve
kanunların benzeri bir işlev görmüşlerdir.
“Örf ve âdet kuralları, özellikle modernleşmemiş toplumlarda bireylerin
davranışlarını yönlendiren en önemli kurallardandır. Örf ve âdet kuralları
sosyalleşme sürecinde kişiden kişiye, nesilden nesile aktarılır. Toplumun büyük
bir çoğunluğu, özellikle de çeşitli iktidar araçlarını kullananlar tarafından
benimsenen bu kurallara uyulmaması, bazen moder hukuk sistemlerindeki hukuk
ihlallerine verilen tepkiden çok daha ağır olabilir. Üstelik örf ve âdetler, kişilerin
kimlik algılarında da kurucu unsurdur” (Aydın 2012: 8).
Görüldüğü üzere bir toplumun örfüne ve âdetlerine bağlı olması ve bu inanç
doğrultusunda hareket etmesi onların ahlaki anlamda güçlü olmalarını
sağlamaktadır. Ahlaki anlamda güçlü olmaları da onların disiplinli, çalışkan
özverili olmarına yol açmakta sonuç olarak da başarılı olmalarına etki
etmektedir. Bu bakımdan denilebilir ki “Milletlerin temeli ahlaktır. Ordu, bilgi,
teşkilat gibi şeyler ahlaktan gelir. Gerek Türk milleti olsun, gerek başka milletler
olsun, ahlakça yüksek oldukları zaman büyümüşler, ahlak sağlamlıkları
bozulduğu zaman çürüyüp dağılmışlardır” (Atsız 2003: 81). Bunun bilincinde
324
olan Mete Attilâ ve Cengiz Han da ilk olarak emirleri altında bulunan milletleri
hizaya getiren ve toplumsal ahlakı ve disiplini ön plana çıkaran yer yer acımasız
olarak da görülen önlemler almışlardır. Bunu da töre ve âdetlerine bağlı kalarak
başarmışlardır. Toplumun yozlaşmış olan taraflarını getirdikleri kurallarla
ortadan kaldıran bu üç hükümdar dönemlerinin en disiplinli ordularını ve en
refah toplumsal yapılarını inşaa etmişlerdir.
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Büyük Hun Hakanı Mete Han isimli eserinde
Mete Han’ın ve Hunların törelerine ve adetlerine bağlı olduğu görülmektedir.
Özellikle Mete Han’ın aldığı kararlarda töreleri ve adetlerini göz önünde
bulundurduğu görülmektedir. Bu eserin hemen başında okurun karşısına
Hunların isim alma geleneği çıkar. Salık karakteri Danış Ata’nın kendisine nasıl
isim veridğini anlatır (Terzioğlu 2016a: 11). Mete Han, bu eserde törelere uyan
bir lider olmanın yanında kendisi de töre yani kanun yapıcı olarak okurun
karşısına çıkar.
“O gün de sürdü kurultay! Yeniden konuşuldu! Anlatıldı. Ertesi gün de,
daha ertesi günde…
Tam on beş gün, doğdu ve battı. Kurultay sürdü…
On beşinci gün, günbatımında, Mete Tanhu töresi, Hun töresi oldu. Devlet,
yeniden devlet oldu…
‘Ya devlet başa! Yakuzgun leşe!’
Mete Tanhu töresidir!
Tanhu, başkent Ötüken Yış’ta oturur. Tahtı her zaman karayana kurulur,
tahtında otururken yüzünü kızılyana döner. Sol yan, Güneş’in doğduğu yan,
kutludur. Güneydoğusu, kutlu yanıdır devletin. Güneş oradan doğduğu, gün
oradan başladığı için…
Sağ yan, günbatısı devletin diğer yanıdır.
Hun devleti Ötüken Yış’tan yönetilir. Orhun, devletin değişmez merkezidir.
Devletin sol yanını bir elig, sağ yanını başka bir elig yönetir” (Terzioğlu 2016a:
399).
325
Yukarıdaki örnekte de görüldüğü üzere Mete Han, töreleri geliştiren ve
kendisi de yeni töreler yapabilen bir liderdir.
Hayrani İlgar’ın Mete Han isimli eserinde Mete’nin töreye değer veren töre
yapan bir lider olduğu gözlemlenir. Türklerin töresine göre düşman ülkeye
hanedan üyelerinin rehin verilmesi söz konusudur. Bu doğrultuda Teoman Han,
Mete’yi Yüeçilere zaman kazanmak için rehin olarak verir (İlgar 2013: 29).
Mete Han, hükümdarlığı devraldıktan sonra ülkesinde hızlı bir şekilde yeni
bir yapılanmaya gider ve bu doğrultuda yeni düznenlemer yapmak için bir kurul
oluşturur.
“Bu kurul altı ay çalıştı, Sonunda gerek Karakurumda gerekse Mete’ye
bağlı diğer şehirlerde yaşayanların uymaları gerektiği her çeşit ve her konudaki
kurallar ve yasakları; bunlara uymayanlara ne gibi cezalar verileceğini tespit
etti. Böylelikle Mete, törelerine uygun yasaları tesbit edip bir esasa bağlamış
oldu…” (İlgar 2013: 70).
Bu eserde Türklerin âdetlerine de sahip çıktıkları görülür. Mete’nin
askerlerinin Bahar Bayramı kutlamalarında yaptıkları gösteriler izleyen herkesi
hayran bırakır. Görüldüğü üzere Hunlar, Türk geleneğinin bir parçası olan bahar
bayramını kutlamaktadır.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Mete Han isimli eserinde töre ve adetlere
doğrudan vurgu yapılmadığı görülmektedir. Buna karşın bilindiği üzere Türk
töresine göre tahtın birincil varisi en büyük çocuktur. Bu bakımdan bu eserde bu
kısım töre ile ilişkilendirilerek anlatılmasa da Mete Han’ın tahtın kendisinin
hakkı olduğunu söylemesi bu töreden ileri gelmektedir.
“Üvey annem şeytan gibi bir kadındır. Kafası zehir gibi çalışır. Babam
Tuman’ı cilveleriyle avucunun içine aldı. Babam Tuman, onu asla kıramıyor, ne
derse yapıyor. Şimdi de beni hiç sevmediği için Yüeçilere gönderdi. Çünkü şimdi
bir üvey kardeşim var ve onu veliaht ilan etmek istiyor. Şanyü ben olmam
gerekirken, kendi oğlunu yani üvey kardeşimi han yapmak istiyor” (Erdoğan
2018: 81).
326
Eserin ilerleyen kısımlarında Mete’nin vatan toprağının değersiz de olsa
düşmana verilemeyeceğini söylemesi de doğrudan Türk töresiyle ilgili
kısımlardandır. Eserde görülen Türk âdetleri de vardır. Mete’nin askerleriyle
birlikte çıktığı sürek avları eski Türklerin âdetleri arasındadır. Özetle bu eserde
töre ve âdet kavramları doğrudan geçmese de Türk töresine ve âdetlerine uygun
bir yaşantının mevcudiyeti göze çarpmaktadır.
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Mete Han’ında Mete Han, törelerine bağlı
attığı adınları törelerine uygun olarak atan ve töreleri çiğnemekten imtina eden
bir liderdir. Mete Han, törelerine karşı arşırı derecede saygılıdır. Mete Han’a
karşın babası Teoman, Türk törelerine karşı gelen bir lider olarak betimlenmiştir.
Bu durumda Mete Han’ın babasına karşı yürüttüğü mücadeleye meşruluk
kazandırmıştır. Çünkü Türk töresine göre hükümdar dahi olsa töreye karşı gelen
cezasız bırakılmaz. Teoman Han’ın töreye karşı giriştiği faaliyetlere Mete’nin
gözünden şu şekilde bakılır:
“Gerçi en son yaptığı şeyler yenilir yutulur gibi değildi. Öyle ki, töreye,
Türk’ün kadim kanunlarına bile aykırıydı tüm bu yaşananlar. Buna rağmen, güç
onda olduğu için ona karşı çıkmak pek zordu” (Efe 2018b: 13).
Teoman Han, Mete Han’ın veraset hakkını Çinli eşinin fitnelerine kanarak
elinden almak ister ve Mete’ye hak ettiği değeri vermez ona bir yabancı gibi
davranır. Buna rağmen Mete Han, Türk töresi nedeniyle babası karşısında boyun
büker; ancak Mete Han yine bir başka Türk töresine göre de haklarını babasına
hatırlatır. İlk çocuk olmanın verdiği yasal hakla kendisinin tahtın varisi olduğunu
şu kısımda dile getirir:
“‘Benden sonra tahta senin geçeceğini kim söyledi?’ İşte bu söz, adeta bir
Çin tokadı gibi çarptı Mete’nin yüzüne. Bir anda sanki kalbi duracak gibi oldu.
Ne demek istiyordu Teoman Han? Türk’ün töresi gayet açık değil miydi? Kut,
onun damarlarındaki asil kanda dolaşıyordu. Atasının kutlu kanı onun
damarlarında çağlıyordu. Kök Tengri, atasından sonra ona nasip edecekti
Hanlığı. Böyle diyordu Türk töresi, Şadlar ve Şamanlar öyle diyorlardı.
‘Töremiz.’ dedi Mete yutkunarak.’ Anam da atam da Türk. Kanımızdaki
kut, kanımdadır” (Efe 2018b: 42-43).
327
Mete Han’ın bu hatırlatmasına karşın Teoman Han, Türk töresini çiğner ve
yarı Çinli oğlunu varis ilan eder. Bunun üzerine Mete Han’ın harekete geçmesi
için gereken yasal hak doğmuş olur ve Mete Han töreleri gereğince sahip olduğu
hakkı almak için yapılması gerekeni yapar. Bu eserde töreye vurgu yapılan
kısımlardan bir diğeri de Mete Han’ın Çinli askerler karşılaştığı kısımdır. Mete
Han’ı tuzağa düşürerek öldürmek isteyen Çinli asker Türk töresiyle ilgili şunları
söyler: “‘Bilirim elbet.’ dedi. Çinli. ‘Törenize ve bozkır kanunlarına göre,
kınından çıkan bir kılıç, kana doymadan bir daha kınına girmez. Siz Türkler,
ölmeden ya da öldürmeden bırakmazsınız savaşı” (Efe 2018b: 18).
Türkler savaşçı bir millet olduklarından dolayı savşla ilgili birçok töre
yapmışlardır. Onların töreleri, onurlu birer savaşçı olmalarında, düşmanlarına
saygı göstermelerinde ve savaş kurallarına uygun hareket etmelerinde bağlayıcı
bir rol üstlenmiştir. Töreler bir bakıma günümüz dünyasında yasalarla korunan
savaş kanunlarının binlerce yıl önce sözle verilmiş ant metinleridir.
“Gerçi Hunlara düşmanlık etmediği ve vergisini aksatmadığı sürece
herhangi bir Hun saldırısı yaşamazdı Çin. Hun Türkleri ve Mete Han, verdikleri
sözden asla caymazlar, Teoman zamanında esneyen Türk töresini yaşatmak için
gerekirse canlarını verirlerdi” ( Efe 2018b: 131).
Mete Han bu eserdeki tüm örneklerde görüldüğü üzere törelerine sıkısıkıya
bağlı attığı adımları töreleri uyarınca atan bir liderdir. O, bu eserde törelere
uyarak gösterdiği hassasiyetin yanında töre yapıcı özelliğiyle de ön plana çıkar.
“Mete Han, sefer boyunca yeni yasalar koymuş, elinde kılıç bulunmayan, Türk’ü
öldürme kastı olmayan ve ihanet etmeyen herkesin düşman saflarında dahi olsa
affedilmesini emretmiştir ” (Efe 2018b: 161).
Bu eserde baştan sona kadar Türk töresine ve törelerin toplumsal düzeni
oluşturmadaki önemine vurgu yapılmış, törelere yani yasalara uyulmasının güçlü
bir toplum yapısı ve güçlü bir devlet için vazgeçilmez olduğu üzerinde
durulmuştur.
Peyami Safa Attilâ isimli eserinin hemen başında Hunların misafirperverliği
ve âdetleri Priskus’un gözünden anlatılır:
328
“Kadın erkek, bütün ev halkı misafirlerine hizmet için paramparça
oluyorlardı: Kurutmak için elbiselerini çıkardırlar ve kendilerine temiz çamaşır
ve esvap verildi, mükellef bir yemek hazırlandı. Sofrada misafirlere hep güzel
kadınlar hizmet ettiler. Şerefli misafirlere cemile yapmak için, hizmetlerine güzel
kadınlar tesis etmek Hun kavminin âdetlerinden biriydi” (Safa 2015: 18).
Hunlardaki bir diğer âdette öldürdükleri kimselerin eşlerini veya kızlarını
kendi haremlerine almalarıydı. Peyami Safa, bu âdete eserinde şu şekilde değinir:
“Zira Moğollar’da olduğu gibi Hunlarda da siyasiyat ekseriya memleket
adatına karışır. Hun cihangirleri kurban ettikleri adamın dul karısını veya kızını
tezviç ederler. Asya fatihlerinin sık sık evlenmeri bundandır…” (Safa 2015: 255).
Muharrem Eryılmaz’ın Büyük Hun Hükümdarı Attila isimli eserinde
Attilâ’nın inkılapçı bir karakterde olduğu ifade edilmektedir. Attilâ halkının eski
gelenek ve âdetlerini değiştirmek isteyen ileri görüşlü ve çağının gerekliliklerini
görebilen bir liderdir:
“Attila, Avrupa ve Asya’da dağınık olan boylar üzerinde hâkimiyetini
sağlayabilmek için, yaklaşık yirmi yıl çalışmıştı. Şimdi de ordusunun şeklini
değiştirmek için, yeniden uzun yıllar geçirmeye hazırlanıyordu. Hunlar’ın
stratejisi, zamanın gereklerine uygun değildi. Bu, ancak Asyalı kavimlerle
savaşmak durumunda etkin olabilirdi. Bu yüzden yeni duruma uyum sağlamk,
düşmanlarının tabiyesine uymak gerekiyordu. Bunun için de mutlak surette Hun
ırkının alışkanlıklarını değiştirmek, göçebeliği bırakıp şehirlerde yaşamaya
alıştıkları hâlde, hâlen devam etmekte olan göçebe âdetlerini kaldırmak
gerekiyordu” (Eryılmaz 2013: 300).
Muharrem Eryılmaz’ın eserinde Hun töre ve âdetlerine örnek teşkil
olabilecek bir diğer vaka da yabancıların Hun Hakanı’nın düğün törenine
katılmalarının yasak omasıdır. Priskus ve diğer Doğu Romalı elçiler Attilâ’yı
görmeye geldiklerinde düğün töreni olduğu için onunla görüşemezler (Eryılmaz
2013: 167). Hun töresine göre ayrıca hiç kimse Hun Hakanı’nın çadırından
yüksek yere çadırını kuramazdı. Eryılmaz’ın eserinde Priskus Hunlara ait bu
töreyi şu şekilde anlatır:
329
“Onların hiddet ve tehdidi, Hun Kralı ovada karargâh kurmuşken, bizim bir
tepede yerleşmemizin saygısızlık olmasından kaynaklanıyormuş. Böyle bir
durum, Hun milletinin gelenek göreneklerine aykırıymış. Hükümdarlarına karşı
istemeyerek böyle bir cinayette bulunduğumuzdan dolayı özürlerimizi bildirdik”
(Eryılmaz 2013: 160).
Priskus ve kafilesi daha sonra çadırlarını daha alçak bir yere taşımak
suretiyle Hun töresine riayet eder. Bu eserde Hunların töre ve âdetlerine bağlı
olduğu bununla birlikte Attilâ ile birlikte bu töre ve âdetlerin yeniden dizayn
edildiği görülmektedir.
İbrahim Karahan’ın Galya Fatihi Atilla’sında genelek görenek ve âdetler
konusunda okurun karşısına çıkan örneklerden birisi Attilâ’nın amcası Rua’nın
ölümünden sonra düzenlenen yuğ törenenidir.
“Acılarınu içinde yaşayan Hunlar, mezara yaklaştıkça yalnızlık ve
kimsesizlik dugusuyla iyice sessizliğe gömülmüşlerdi. Büyük bir hüzün yaşayan
gençler de büyükleri gibi tırnaklarıyla yüzlerinde derin yarıklar oluşturmuşlardı.
Atalarından öğrendikleri üzere yaslı günlerinde yüzlerinden kan akıtma
geleneğini sürdürüyorlardı” (Karahan 2014: 117-118).
Hun Türklerinin bu eserde karşımıza çıkan geleneklerinden bir diğeri de
kurban geleneğidir:
“Rua, düşman ülkeye sefere gitmeden önce atalarının yaptığını yapmak
istemişti. Hun Türkleri her vakit atalarının ruhunun dipdiri kendileriyle
olduğuna inanıyorlardı. Rua da bu yüzden kefaret kurbanı geleneğini
uygulatmıştı” (Karahan 2014: 114).
Attilâ ve Hunlar geneklerine bağlıdır ve atalarının birçok gelenek ve
göreneğini devam ettirirler. Attilâ aynı zamanda törelerine bağlı bir liderdir.
Kendi başına hareket etmez atalarınının yaptığı gibi kurultayın sözüne önem
verir. Düşmanlarına karşı merhametlidir. İhaneti ve kalleşliği affetmez.
Törelerine uygun olarak yeni bir evlilik yapacağı zaman önce eşi Arıkan’a
danışır.
330
Hüseyin Adıgüzel’in Başbuğ Attila’sında Attilâ, kardeşi Bleda’nın tahtta
oturmasının törelerine uygun olmadığını söyler. Türk töresine göre hakan iyi bir
yönetici değilse onun değiştirilmesi hakkı vardır ya da güç kullanarak tahttan
indirilmesi. Attilâ’nın da bu eserde bu töreden yola çıkarak hareket ettiği görülür.
“Yiğitlerim! Bugün tarihin akışını ve Roma’nın kaderini değiştirecek büyük
bir işin ilk adımını atacaksınız! Bugün hakanı değiştireceksiniz! Bleda, hakanlık
görevini yerine getirmemiştir! Artık onun orada oturması töremize göre mümkün
değildir” (Adıgüzel 2015: 122). Bu eserde Hunların birtakım âdetlerini devam
ettirdikleri görülür. Attilâ’nın ölümünden sonra ona düzenlenen cenaze töreni de
onların bu âdatlerine örnek teşkil edecek biçimdedir.
“Attila’nın yas belirtisi olarak saçlarını kökünden kazımış, yüzlerini derin
şekilde kesmiş olan kırk Hun savaşçısı tarafından Tisa nehri üzerindeki küçük
adacıklardan birine gömüldü. Tisa nehrinin yeri değiştirildi. Kırk Hun savaşçısı
orada birbirlerini öldürdüler. Bu yüzden Attila’nın mezarı hâlâ kimse tarafından
bilinmiyor” (Adıgüzel 2015: 334).
Bu eserde Attilâ’nın ölümü üzerine askerlerin saçlarını kökünden kazıması
ritüeli yuğ törenlerinde yapılan uygulamalara benzer. Bu eserde de diğer
eserlerde olduğu gibi Hunların töre ve gelenklerini devam ettirdikleri ve onları
önemsedikleri görülür.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Tanrının Kırbacı Attila isimli eserinde Attilâ,
abisinin taç giyme törenine gelerek kurallar dâhilinde tacı giymediği için hâlâ
kendisinin taçta söz sahibi olduğunu söyler. Eski Türklerde ailedeki diğer
fertlerin taç eğer doğrudan aile fertlerinden birisine devredilmemişse taçta hak
talep etme hakları vardır.
Bu eserde Attilâ; Türk geleneğindeki han, hakan ya da kağan unvanları ile
anlatılmamış bu unvanlar yerine kral unvanı ile okurun karşısına çıkmıştır. Buna
karşın Attila’nın eski dönemlerin anayasaları olarak kabul edilen törelere riayet
eden ve Türk geleneğini devam ettiren bir lider olduğunun emareleri
görülmektedir. Ancak bu eserde Attila’nın kral olmak için yapması gereken
kaideler Türk töresinden ziyade Batılı kralların uyması gereken kaidelerdir.
Örneğin eserde ön plana çıkan taç giyme töreni, tamamen Batılı krallara has bir
331
âdettir. Batılı geleneğe göre kral adayı, tacı başına geçirmediği ya da taç giyme
töreni yapılmadığı sürece krallığı meşruiyet kazanmamaktadır. Bu eserde de
Attila’nın Batılı gelenekte olduğu gibi bir taç giyme töreni sonucunda kral
olduğu görülür.
Bu eserle ilgili olarak yapılan önceki değerlendirmelerde de görüldüğü
üzere Türk geleneklerindan daha ziyade Batılı gelenekten gelme bir Attila profili
çizilmiştir. Bu durumun temel sebebi de eserin Batılı popüler kültürün
harmanlamasıyla oluşturulmuş bir TV filminin romanlaştırılmış hâli olmasıdır.
Bu bakımdan eserde Türk töresi ve âdetlerinden ziyade Roma etkisinde kalmış
bir Hun devleti ve Roma eğitimiyle harmanlanmış bir Attilâ okurun karşısına
çıkar. Bunun bir sonucu olarak da Batılı âdetler uyarınca yapılan bir taç giyme
töreni betimlenmiştir.
“‘Henüz tacı kafana geçirmedin Bleda!’ diye bağırdı Attila. ‘Yani halk
tarafından kral sayılmazsın. Kurallara göre, önce taç kafanda olmalıydı’”
(Erdoğan 2016a: 67).
Bu eserde gelenek ve görenekler anlatılırken de eski Türk gelenekleri ile
Batılı geleneklerin birleştirilmiş bir hâlde ifade edildiği görülmektedir. Attilâ’nın
evlilik töreni klasik İslamiyet öncesi evlilik törenlerinden biraz uzaktır. Yazar
sadece evlilik törenine bir şaman eklemek suretiyle geleneksel çizgiye
yaklaşmıştır.
“Kortej şehirden çıkınca borular öttü. Genç kız ve erkeklerin refakatinde
beyaz bir şaman davulların kulakları sağır eden gümbürtüsü altında onları
karşıladı. Attila ile İldiko atlarından indiler. Şamanın onları kutsayan,
evliliklerini kutlayan Hun imparatorluğunda barışın ve refahın daim olmasını
dileyen dualarını dinlediler. Tekrar atlarına bindikten sonra kortej büyük bir tur
daha yaptı. Attila her bir ordunun önünde durarak onlara kısa konuşmalar
yaptı” (Erdoğan 2016a: 228).
Attilâ’nın İldiko ile olan düğün töreni Batılı geleneklerle harmanlanmış
olarak tasvir edilse de Attilâ’nın cenaze töreni Türklerin yuğ törenlerinde
uyguladıkları âdetlerle bezenmiştir. Buna rağmen yine de yazarın Hun askerlerini
332
şövalye olarak isimlendirmesi okurun zihninde ilginç bir tasvir oluşmasına neden
olur.
“Muhafız
kıtasındaki
savaşçıları
kanla
ağlamak
için
yanaklarını
tırmıkladılar çünkü gerçek bir şövalyeye gözyaşı dökerek ağlamak yakışmazdı.
Attila’nın cesedi üçlü bir tabuta yerleştirildi. Tabutlardan en içteki demir,
ortadaki gümüş, en dıştaki de altından yapılmıştı” (Erdoğan 2016a: 234-235).
Özetle bu eserde töre ve âdetleri yazarın Batılı bir muhayyile ve
perspektifle yansıtmış olduğu görülmektedir.
Hasan Erdem’in Attila’nın Kalkanı isimli eserinde Attilâ amcasının
ölümünden sonra Theodosios’un elçilerini at üstünde karşılar. Onun bu hareketi
kendi gelenekleriyle alakalıdır. Karşısındaki elçilik heyetini küçümsemek için
onları at üzerinde karşılamıştır (Erdem 2017: 8). Romanın başkahramanı Suptar
geleneklerine ve törelerine bağlı bir generaldir. Hororia’ya yardım ederken
aslında Türk töresine uygun hareket eder. Türk töresine göre yardıma ihtiyacı
olan ve kendilerine sığınan kişiye yardım etmek âdettendir. Aynı zamanda Suptar
töresi gereği Attilâ’ya çok bağlıdır ve saygılıdır.
Atilla’nın Kargısı isimli eserde Türk töresinin önemine ve törenin
hükümdar dahi olsa ne kadar bağlayıcı olduğuna vurgu yapılır. Özellikle Suptar
karakterinin casus olarak Doğu Roma’ya gidebilmesi için tezgâhlanan oyun
vasıtasıyla Türk töresinin bağlayıcılığıyla ilgili bilgi verilir. Attilâ, Suptar’ın
gerçek görevinden haberi olmayan Ottigin’e Suptar’ın kendisine karşı çıktığı için
ölümle cezalandırıldığını bu yüzden de kaçtığını söyler. Bu kısımda Ottigin’e
kendisinin Suptar’ı affetmek istese bile törelerinin buna izin vermeyeceğini
belirtir. Attilâ’nın bu ifadesi şu şekildedir:
“Birlikte büyüdüğüm Suptar’ın beni yaralayan sözlerini affedebilirim ama
töreler var oğul ve bizim törelerimiz kağandan da üstündür. Acundaki bütün
budunlara hükmetse bile kağan törelerin dışına asla çıkamaz, çıkmamalıdır. Töre
olmazsa düzen de olmaz. Suptar, başbuğuna karşı geldi, kılıç çekti. Törelerimize
göre işlediği suçun cezası idamdır ve Suptar’ın cezası, aradan uzun yıllar geçse
bile yakalandığı yerde kararsızlık göstermeden yerine getirilecektir. Gök Tanrı
333
Türk budununu acunu yönetmek için yaratmıştır. Acuna adalet ve düzen ancak
Türk töresi ile gelebilir” (Erdem 2018: 30-31).
Attilâ’nın Ottigin ile yaptığı konuşmada görüleceği üzere Attilâ törelere sıkı
sıkıya bağlı ve törelerin düzen ve nizam için gerekli olduğuna inan bir liderdir.
Attilâ gibi Suptar karakteri de Doğu Roma’da iken düşmanlarını aldatmak için
töreyi çiğnediğinden dolayı kaçmak zorunda kaldığını ve bir daha topraklarını
geri göremeyeceği için üzgün olduğunu söyler (Erdem 2018: 124).
Bu eserde özellikte Türk töresi Attilâ ve Suptar’ın gizli oyununu
gölgelemek için bir araç olarak kullanılmıştır. Türk töresinin ne kadar güçlü ve
bağlayıcı olduğunu bilen Romalılar dahi Suptar’ın Attilâ’dan canını kurtarmak
için kaçtığına inanmış ve onun bir casus olabileceği fikrini akıllarına
getirememiştir.
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Attila isimli eserinde Attilâ, törelerine sıkı
sıkıya bağlı bir lider olarak okurun karşına çıkar. Eserin birçok yerinde Türk
töresine ve törenin Türkler için ne kadar önemli olduğuna vurgu yapılır. Attilâ
babasının ölümünden sonra Bozkırda kamp yapmışken kendisine saldıran
Vizigotlardan iki tanesini öldürdükten sonra şu ifadeleri kullanarak törelere riayet
ettiğini belirtmiş olur:
“ ‘Hala şansınız ver.’ dedi Attila. ‘Türk’ün töresinde aman dileyene kılıç
çekilmez. Şimdi aman dileyip, burayı terk ederseniz canlarınızı bağışlarım” (Efe
2018a: 28).
Eserde Attilâ’nın töresine ne kadar bağlı olduğu Rua’nın onu Roma’ya
gönderirken Attilâ’nın aklından geçen şu düşünceler yolu ile de ifade edilmiştir:
“Kök Tengri’ye sonuna kadar sadıktı Attilâ. Türk töresine ölümüne bağlıydı”
(Efe 2018a: 128).
Kardinal Albert’in Papa’ya söylediği şu ifadeler de Türkler için törenin ne
kadar önemli olduğunun belirtildiği kısımlardandır:
“‘Zira Türkler tanıdığımız hiçbir millete benzemiyorlar. Adalet duyguları
çok fazla ön planda. Kendilerine kılıç çekilmedikçe kılıç çekmiyorlar.
diyorlar buna’” (Efe 2018a: 47).
334
Töre
Eserin ilerleyen kısımlarıda Attilâ’nın Karaton Kağan’ın fikirlerini kabul
etmemesine karşın ona başkaldırmaması da Türk töresi gereğidir. Türk töresine
göre Hakan’a isyan edilmez (Efe 2018a: 67). Türklerin töresine çok bağlı olarak
anlatıldığı bu eserde Türklerin adetlerine de benzer şekilde bağlı olduğu görülür.
Rua’nın ölümünden sonra düzenlenen yuğ töreni de bunun örneklerinden birisidir
(Efe 2018a: 138). Özetle bu eserde törelerine ve adetlerine sıkı sıkıya bağlı bir
Attilâ ve Hun milleti vardır. Bu bağlılık eserin birçok yerinde yukarıdaki
örneklerde de görüldüğü üzere vurgulanmıştır.
Okay Tiryakioğlu’nun Avrupa’yı Dize Getiren Türk Attila isimli eserinde
töre ve âdetlerle ilgili çok fazla vurgu yapılmamakla birlikte eserin birkaç
yerinde bu tematik unsura rastlanmaktadır. Bleda’nın Attilâ ile devletin hukuk
düzeni üzerine tartıştığı şu kısım bu eserde töreyle ilgili vurgu yapılan yegâne
kısım olma özelliği göstermektedir:
“Ancak Bleda’nın devleti akıllıca ve yerinde bir tutumla kurumsal bir
yapıya dönüştürme çabalarını Attila anlamsız ve yorucu buluyordu. Yaşı
ilerledikçe, kudretli karakterinin gelecek nesiller üzerinden devam edeceğine
dair tuhaf bir inanç beslemeye başlamıştı. Oysa Bleda, kendilerinden sonra,
devletin bekası için mutlaka yerleşik bir Roma hukuk sentezinin; en azından,
Türk töresini temel alan yapısal bir kodeksin çıkarılmasından yanaydı”
(Tiryakioğlu 2018: 235).
Eserin son kısmında Attila’nın ölüm töreni için cenazesini defneden
askerlerin öldürülmesi geleneği de gelenek vurgusunun yapıldığı kısımlardandır.
“Attila’nın en yakınındakiler, töre gereği başlarını tıraş etmiş, canhıraş biçimde
gözyaşı dökerken üstlerini başlarını parçalamış, silahlarıyla bedenlerinde derin
kesikler açmışlardı” (Tiryakioğlu 2018: 379).
Attilâ’nın ölüm töreninde de görüldüğü gibi Attilâ da geleneklerine ve
töresine bağlıdır. Buna karşın Attilâ’nın abisi Bleda’nın aksine törelerin Roma
hukukuyla sentezlenme fikrine sıcak bakmaması ve devleti kurumsal bir yapıya
büründürme fikrine sahip olmaması ilginçtir. Attilâ törelere uygun hareket
etmesine karşın onları devleti kurumsallaştırmakta kullanmamıştır. Yazar bir
335
bakıma bu varsayım ile Attilâ öldükten sonra devletin hızlı bir şekilde çöküş
sürecine girmesini gerekçelendirmiştir.
Turhan Tan’ın (Mehmet S. Fethi) Cengiz Han Bozkırların Mavi
İmparatoru’nda Cengiz Han, törelerine bağlı bir lider olarak ifade edilir. Cengiz
Han’ın kardeşinin infaz emrini verirken kanının dökülmeden öldürülmesini
emretmesi onun geleneklerine ve törelerine ne derece bağlı olduğunu gösteren
önemli kısımlardan birisidir.
“Kardeşinin kanı akmadan ölebilmiş olmasını iyi bir baht işi sayıyordu. O
sırada böyle şeyler düşünmek, Cengiz’in türeye çok bağlı oluşundan doğma bir
garabetti. İleride de görüleceği üzere o, kendinden evvel türeyi düşünürdü, en
müşkül dakikalarda ve hatta ölümle karşılaştığı demlerde bile türeye riayetsizlik
göstermezdi, gösteremezdi. Zaten kendisini muvaffakiyetten muvaffakiyete
götüren de bu kanun severliğidir. Daima kanunu düşünmesi, Türkeli’ni kendisine
itimat ettirmiş ve bu itimattan cihangir Cengiz doğmuştur” (Tan 2015: 121-122).
Cengiz Han, sadece törelere riayet etmekle kalmıyor aynı zamanda töreleri
“Cengiz Yasası” denilen yasalara dönüştürerek ve modernize ederek halkını daha
disiplinli bir hâle getiriyordu.
Cengiz törelere bağlı bir savaşçı lider olmanın yanında aynı zamanda bir
kanun yapıcıydı.
“Cengiz bile, millet meclisi demek olan kurultayı her şeyin ve saltanat
hakkının üstünde tutuyor, devlet reisini ancak kurultayın seçebileceğini
söylüyordu. (…)
Yasadan tarihlere geçebilen on beş, on altı maddelik kısmın üst tarafı
askerî, idari, adli hükümleri ihtiva etmekte olup her biri uzun uzun teşrihlere
mütehammildir ve gene her biri derin bir görüşün mahsulüydü. Bunların hemen
hepsi, herhangi bir millet için şikâyet vesilesi teşkil etmeyecek kadar; umumî
emirlerdir, içlerinde pek hususî mahiyet taşıyanları da vardı” (Tan 2015: 308).
Onun yarattığı yasaların bazıları kendi fikri olsa da çoğunluğu halkının
binlerce yıllık törelerinin yeniden şekillendirilmiş biçimiydi. Turhan Tan’ın da
336
söylediği gibi Cengiz’i başarılı kılan unsurların başında onun törelerine bağlılığı
geliyordu.
Cengiz Dağcı’nın Genç Temuçin’inde Türk ve Moğol töresi ile ilgili birçok
örnek görülür. Bunlardan birisi de Merkit Türklerinin törelerine değinildiği
kısımdır:
“Dinle: Kaatile karşı af hakkı kullanılmaz Merkit ulusunda. Öldürmeyip de
kol kesen suçlunun kolu kesilir, bacak kesen suçlunun bacağı kesilir; vücuda
verilen her yara karşılığında suçluya aynı yara verilir. Hırsız ve dolandırıcılar
da şunu bilmelidirler: Bir tek ok çalan hırsızın beline yedi kırbaç, yay çalan
hırsızın beline onyedi kırbaç, kargı çalan hırsızın beline yirmiyedi kırbaç, keçi
çalan hırsızın beline kırkyedi kırbaç, koyun çalan hırsızın beline elliyedi kırbaç,
inek çalan hırsızın beline altmış yedi kırbaç, deve çalan hırsızın beline yetmiş
yedi kırbaç, kadın çalan hırsızın beline yüzyedi kırbaç vurulur. At çalan hırsızsa
ölümden kurtulamaz; çünkü vücudu tam orta yerinden ikiye bölünerek etleri
Orda’nın itlerine atılır” (Dağcı 2016: 26).
Görüldüğü üzere töre gereğince en büyük ceza at hırsızlarına verilmektedir.
Bu durum da Türkler için atın ne kadar önemli olduğunu gösteren örneklerden
birisidir. Eserde Türklerin geleneklerine de değinilir. Kalgutay Merkit obasında
iken Uygur Türklerinin gerçekleştirdiği ölü çocukları evlendirme ritüeline tanık
olur ve çok şaşırır.
“-Ölü çocuklar evlenirler mi hiç?
-Evlenirler ya. Bir babanın dört, beş; ya da altı yaşında olan bir kızı ölürse,
az vakit geçince, aynı yaşta oğlu ölmüş bir babayı aramağa koyulur. Öyle bir
babayı bulunca ikisi başbaşa verir, konuşur ve ölmüş çocuklarını evlendirirler.
-Ama nasıl?
-Önce şamana giderler. Şamana çocuklarını evlendirmek istediklerini
bildirirler. Sonra ya bir Uygur, ya da resim yapmasını bilen bir şaman bulurlar,
Şu çadırda resim çizen ihtiyar gibi birini… Şaman, ya da Uygur kâğıda iki
çocuğun resmini çizer, kâğıdı götürüp kuru çıraların arasına kor ve kâğıdı yakar.
Ateşin dumanı göğe yükselirse eğer öbür dünyadaki çocukların evlenmiş
337
olduklarından hemen haberli olurlar; iki baba ise o günden sonra yeryüzünün en
mutlu insanı sayılır. Atlarını aynı otlaklarda otlatır, iki Anda’dan daha yakın
olurlar birbirlerine” (Dağcı 2016: 59).
Bu eserde Cengiz Han, törelere ve geleneklere bağlı bir lider olarak okurun
karşısına çıkar. Eserde yazarın değindiği bir Eski Moğol âdetine göre:
“Moğol hatunları gizli gizli çadıra girer, uyuyan erlerinin yahut da
sevgililerinin ayakuçlarına çöküp, ellerini onların sırtlarını örten derilerin altına
sokuşturarak etlerini çimdikler ve bu şekilde kendi çadırlarına sevişmeğe davet
ederler[miş]” (Dağcı 2016: 167).
Bu âdet dolayısıyla Cengiz Han, annesi birgün kendi çadırına girip onu
uyandırmak için ayağını çimdiklerdiğinde durumu yanlış anlar. Annesi aslnda
Cengiz Han’a haber getirmiş olan bir erin geldiğini söylemek için onu çadırına
davet etmiştir. Görüldüğü üzere Cengiz Han ve Türk ulusu törelerine bağlıdır ve
onların töreleri birçok caydırıcı müeyyide içermektedir.
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Gök Moğolların Başbuğu Cengiz Han isimli
eserinde Cengiz Han, törelerine bağlı bir han olduğu gibi aynı zamanda kendisi
de bir töre yapıcıdır. Kardeşi Beyter ile yaşadığı sorun sonucunda Cengiz’in
töreye bakışını açık bir şekilde görmek mümkündür.
“Sıradan bir iş bellenebilirdi. Sonunda bir avdı ucunda olan. Oysa Timuçin
daha şimdiden töre koyuyordu” (Terzioğlu 2016c: 141).
Cengiz Han kurallara önem veren bir liderdir. Bozkır halklarlarının
kurallarını da töreler belirlediği için Cengiz, törelerine bağlıdır. Cengiz’e göre
otorite sağlamanın yolu törelerden geçer bu yüzden sözünü dinlemeyen ve bir
beye ait olan bir eşyaya el uzatanın kandaşı da olsa cezasının ölüm olduğunu
belirtir.
Moğol âdetlerine göre yeni bir han seçileceği zaman toy kurulur ve alınan
karar sonucu han olacak kişi belirlenir. Cengiz Han’da bu şekilde Moğol
ulularının kurduğu bir toyda han ilan edilir.
Cengiz Han ile törelerin ve âdetlerin önemi daha fazla artmış Cengiz
törelerin uygulanmasına karşı büyük bir titizlik göstermiştir. Curkin Bey’inin eri
338
dövüldüğünde Cengiz Han, adaleti mutlak suretle sağlayacağını ve hiçbir suçu
cezasız bırakmayacağını söyler:
“Bu sözler Cengiz Han’ın yargusunun imiydi. Ona yağı olmayı seçip çekip
gidenler oldu belki, ama hanın yargu anlayışı duyulunca gelenler daha çok oldu.
Bozkırın birlikten duyumsuz, yasa töre bilmez duruma gelmiş, başına
buyruk budunlarını zapt etmek, bir arada tutmak ancak ve ancak eşit yargulu
yönetimle, kararlılıkla, suçu bağışlamamkla mümkündü. Birbirlerinin sürülerini
yağmalayan, kadınlarını, çocuklarını kaçırıp mallarını çalan düzensiz budunlar
artık eskisi gibi yaşayamayacaklarını anlamaya başlamışlardı. Bu da Cengiz
Han’ın başarısıydı” (Terzioğlu 2016c: 243).
Mete ve Attilâ gibi Cengiz Han da töreye ve geleneklerini önem veren bir
liderdir. Bu özelliği de onun Mete ve Attilâ gibi başarılı olmasında etkili
olmuştur. Özetle bu eserde Moğolların âdetlerine ve törelerine bağlı oldukları
görülür.
A. Hakan Bayrakçı’nın Bozkırın Oğlu Cengiz Han isimli romanında Cengiz
Han’ın âdetlere ve törelere bağlı bir lider olduğu görülür. Cengiz Han, yasalara
önem veren ve yasalar yani töreler doğrultusunda obasında düzen ve nizamı
sağlamkta başarılı olan bir liderdir. Onun yasalara verdiği önemi Altan Han şu
şekilde ifade eder:
“-Peki, malı olmayan bir aadamın sözü nasıl geçer?
-Çok güçlü adamları var. Noyanları onun kılına dokundurtmazlar. Çin
devleti gibi düzen kurmuş. Kendilerine göre bir sürü yasaları var.
-Yasa mı?
-Evet, Temuçin koymuş.
-Nasıl yasalar bunlar? Yazılı mı?
-Yok canım, o kadar değil. Hem kim yazacak? Hiç birisi okuma yazma
bilmez ki!” (Bayrakçı 2013: 213).
O dönemde yasa demek töre demektir ve Cengiz Han’da töreye değer veren
bir liderdir. O, töreler sayesinde askerlerini ve halkını düzen ve disiplin içerisinde
339
tutmayı başarır. Onun bu başarısı da beraberinde fetihleri getirir. Düşmanlarına
karşı başarılı olması ve ülkesini hızlı bir şekilde büyütüp önemli başlarılar elde
etmesinde onun yasalara yani törelere bağlılığının önemli bir etkisi vardır.
Bu eserde ayrıca Moğollara ait birçok geleneği de görmek mümkündür.
Bunlardan birisi Cengiz Han’ın babası tarafından evlenecek yaşa gelene kadar
kendisine eş olarak seçtiği Börte’nin kabilesinde damat olarak bıraktığı kısımdır
(Bayrakçı 2013: 20). Eserde ayrıca İslamiyet öncesi Türklerin geleneklerinden
olan yuğ töreni yapıldığı da görülür. Cengiz Han’ın ünlü komutanlarından
Huyuldar’ın ölümü üzerine düzenlenen Yuğ töreni de Moğolların ve Türklerin
töreler ve gelenekler bakımından birbirlerine ne kadar çok benzediğini gösterir.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Cengiz Han isimli romanında törelere değer
veren bir Cengiz Han karakteri olduğu gibi kendisi de töre yapan bir Cengiz Han
vardır.
“Yapacağım yasalar konusunda herkesin görüşlerine başvuruyordum. İtiraz
etme ve kabul etmeme hakkımı saklı tutarak onları değerlendiriyordum. İlk
koyduğum yasa suyla ilgi olanlardı. Suyu aşırı kullanmanın cezası ölümdü. Ateş
içinde tedbirler getirmem gerekiyordu. Önce su ve ateş konusunu düzenledim.
Ardından, ırmaklarda yıkanmayı yasakladım.
Moğolların
bu
yasaları
bildiğini,
bunların
yabancısı
olmadığını
biliyordum. Esas olan yabancıların bilmesiydi. Koyduğum yasaları onlar da
bilmeliydi ve uygulamalıydı” (Erdoğan 2016b: 95).
Cengiz Han, törelere bağlı olmanın toplumsal düzeni sağlamakta ve halkı
disiplin altında tutmakta önemli olduğunu biliyordu. Bu yüzden günlük hayattan
askerî hayata kadar birçok alanda yeni yasal düzenlemelere gitmiştir. Bu durum
da eserde tarihi gerçeklerle bağdaşacak bir biçimde ifade edilmiştir. Ayrıca
Cengiz Han, töreler gibi âdetlerine de bağlıdır. Börte ile evlilik akitleri mevzunda
Moğolların evlilik âdetlerini görmek mümkündür.
“Geleneklerimize göre üç gün boyunca şölenler sürecekti. Aç kurtlar gibi
koyunlara saldıran konuklar ve Day-seçen’in subayları koyunları kemiklerine
kadar yiyip bitirdiler. Benim aklım ise hâlâ Börte’deydi” (Erdoğan 2016b: 24).
340
Özetle bu romanda Cengiz Han, hem törelerine hem de âdetlerine bağlı bir
lider, Moğol toplumunun kadim kurallarının yılmaz bir bekçisidir.
Okay Tiyakioğlu’nun Cengiz Han Rüzgâr ve Ateş İmparatorluğu isimli
eserinde Cengiz Han, törelere riayet eden bir lider olmakla birlikte kendisi de
töre yapan ve toplumsal kuralları belirleyen bir lider olarak okurun karşısına
çıkar. Cengiz Han, Çinli danışmanı Ye Siyu’ya önceden yazdırdığı yasaları
okutur. Bu yasalar şu şekildedir:
“1. Cengiz Han düşünmüş ve karar vermiştir ki zina yapanlar, evli olup
olmadığına bakılmaksızın idam edilir.
2. Livatadan suçlu herhangi bir kişi idam edilir.
3. Kasten yalan söyleyen veya büyücülük yapan veya başkalarının hakkında
ispiyonculuk yapan veya kavga eden kişinin arasına, birisini yanında diğerine
karşı olarak girenler idam edilir.
4. Suya pisleyen veya suyu kirletenler idam edilir.
5. Her kim mal veya para alır ve iflas eder, sonra tekrar mal alır ve yine
iflas eder, sonra yine mal alır ve yine iflas ederse üçüncü defadan sonra idam
edilir.
6. Sahibinin iznini almadan bir esire yiyecek ve giyecek veren idam edilir.
(…)
11. Cengiz Han bütün dinlere saygı gösterilmesini ve aralarında ayrım
yapılmamasını emreder…” (Tiryakioğlu 2016: 320-321).
Cengiz Han yukarıda örneği görülen çoğu eski törelerine dayanan ve
kendisinin de ilaveler yaptığı yasaları ile toplumsal hayatı yeniden düzenler ve
Moğol halkını disipline ederek hayalini kurduğu imparatorluğu gerçekleştirir.
Camuka’nın infaz edilidiği kısımda Moğol asilzedelerinin geleneksel infaz
biçiminin uygulandığı görülür.
“Birden geleneksel Moğol infaz hüküm konuşmasına geçti Timuçin.
Uttuğun atlarının yüzleri ve yitirdiğin ruhları adına söyle savaşçı; ölümün
açık ve kanlı mı, yoksa gizli ve kansız mı olsun?” (Tiryakioğlu 2016: 290).
341
Özetle Cengiz Han, bu eserde törelerine ve âdetlerine sahip çıkan ve onlara
büyük önem veren bir liderdir.
Bülent Bengisu’nun Savaşçıların Efendisi Cengiz Han romanında Cengiz
Han’ın törelerine ve âdetlerine sıkı sıkıya bağlı bir lider olduğu görülür. O
törelerine bağlı olmakla birlikte bu töreleri yeniden şekillendirerek Moğol ulusu
için ciddi bir yasal düzenlemeye gider. Cengiz Han, töreleri yazıya geçritmek ve
törelerin eksiklerini tamamlamak suretiyle düzensiz hâlde yaşayan Moğol
toplumundan devrinin en disiplinli ve düzenli toplumunu oluşturur. Aynı
zamanda âdetlerine bağlı kalarak da Moğol toplumunun kültürel değerlerinin
korunmasına katkı sağlar. Onun yegâne amacı başında Moğol ulusunun olduğu
bir cihan hâkimiyeti kurmaktır ve bu cihan hâkimiyetini de kendi töreleri ve
âdetleri üzerine inşa etmek gayesi gütmektedir.
“Yasaların tümüyle üç hedefi vardı: Cengiz Han’a kesin itaat, göçebe
kabileleri bir arada tutmak ve yanlış davranışları kesin biçimde cezalandırmak.
Yasalar kişilerle ilgili olduğu için, insanlar bunları uyguluyorlardı. Bu
yasalardan sonra kabile aralarında pek kavga yaşanmamış, yaralama ve
öldürme olayları hemen hemen hiç yaşanmamıştır” (Bengisu 2016: 84).
Cengiz Han’ın törelerine sıkı sıkıya bağlı olduğu hatta onları sitemli hâle
getirdiği gibi adaetlerine de bağlı olduğu görülür. Bu doğrultuda Börte ile
geleneklerine uygun bir evlilik yapar.
“Moğollar, erken yaşta evlenirlerdi ve erkekler kabile dışından bir kızla
evlenirdi. Timuçin dokuz yaşına geldiğinde babasına elenmek istediğini söyledi.
Babası Olkuno’utlardan kız istmek amacıyla Timuçin’i yanına aldı ve birlikte
yola koyuldular” (Bengisu 2016: 28).
Görüldüğü üzere bu eserde de Cengiz Han diğer tüm Cengiz Han’ı konu
alan romanlarda olduğu gibi törelerine ve âdetlerine bağlı bir liderdir.
Coşkun Mutlu’nun Cengiz Han Bozkırın Hükümdarı isimli eserinde
Cengiz’in ve özellikle romanda bulunan Türk kökenli karakterlerin törelerine
bağlı oldukları vurgulanmıştır. Ayrıca eserde Cengiz Han, törelere bağlı olmakla
birlikte yeni töreler yapan bir lider olarak da okurun karşısına çıkmıştır.
342
Yesügey öldükten sonra kabilesi dağılmış ve kabile mensupları töreye
ayrıkı olmasına rağmen Hoelun Hatun ve çocuklarını geride bırakmıştır. Bu
kısımdan sonra Cengiz Han’ın Tuğrul Han’a eşinin çeyiz olarak getirdiği samur
kürkü hediye ettiği kısımda da töre vurgusu yapılmıştır.
“Bozkır töresi gereği dostluklar pekiştirilirken karşılıklı hediyeler alınıp
verilirdi” (Mutlu 2019: 71). Görüldüğü üzere Cengiz Han da bu töreye uygun
hareket etmiştir.
Eserin ileryen kısımlarında töreye vurgu yapılan kısımlardan bir diğeri de
Camuka’nın kardeşinin Cengiz Han’ın atlarını çaldığı kısımdır. “Bozkırın yazılı
olmayan bir yasası vardı. O yasada at çalmak en büyük suçtu ve at çalanlar
derhal idam edilirdi” (Mutlu 2019: 89). Bu yasa gereğince Camuka’nın kardeşi
ok yağmuruna tutularak öldürülmüştür. Görüldüğü üzere bozkırda töreler katidir
ve törelere uymamanın cezası genellikle idam ile sonuçlanmaktadır. Eserin
devamında Cengiz Han’ın savaş esnasında atını öldüren Cirho isimli genç ile
konuştuğu kısımda da töreye vurgu yapıldığı görülür.
“Herkes derin bir sessizlik beklerken genç hiç konuşma tarzını
değiştirmeden, ‘Türk töresi gereği bir asker hanına bağlıdır. Düşman kim olursa
olsun hanı savaştaysa onun için canı pahasına savışır’” (Mutlu 2019: 117).
Cengiz Han Cirho’nun töreye olan bu bağlılığından etkilenir ve onu
bağışlayarak genç askere Cebe adını verdikten sonra kendi ordusuna alır. Eserde
Celaleddin Harzemşah karakteri ve Temur Melik karakteri ile de töreye vurguda
bulunulduğu görülür. Celaleddin Harzemşah, babasının kardeşini veliaht
seçmesine töre gereği sesini çıkarmaz. Temur Melik de Türk töresine bağlı bir
Türkmen olarak ifade edilir. Özetle bu eserde Cengiz Han töreye uyan bir
liderdir. Ayrıca eserde Türklerin de törelerine bağlılığı vurgulanmıştır.
Mete Han’ı, Attilâ’yı ve Cengiz Han’ı konu alan romanların önemli ortak
noktalarından birisi de bu üç hükümdarın törelerine ve adetlerine sıkı sıkıya bağlı
liderler olarak işlenmiş olmasıdır. Bu üç hükümdar yukarıda da örneklerle ifade
edilmeye çalışıldığı üzere törelerine bağlı olmanın yanında törelerini geliştiren ve
halkın ihtiyaçlarına ve kurdukları düzenin gerekliliklerine göre töreleri yeniden
şekillendiren liderler olarak da ön plana çıkmışlardır.
343
Romanların tamamında bu üç hükümdarın başarısının altında yatan sırların
başında törelerine bağlı olmaları gelmekte ve töreler aracılığıyla adil bir toplum
düzeni inşa etmiş olmaları görülmektedir. Üç hükümdar da töreler aracılığı ile
toplumsal hayatı düzenledikleri gibi törelere yani hukuk kurallarına bağlı adaletli
yönetim anlayışları ile sınırları içerisine dâhil ettikleri uluslara da adalet
götürmüşlerdir. Aynı zamanda bu üç hükümdar töreler aracılığı ile toplumsal ve
askerî disiplini de sağlayarak savaşta ve barışta asayişi sağlamış ve kendilerine
duyulan güveni artırmışlardır.
Özetle denilebilir ki incelenen romanlarda Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han
hukukun üstünlüğünü tanıyan ve kendi dönemlerinin hukuk kuralları olan
törelere bağlı liderler olarak ele alınmışlardır. Ayrıca bu eserlerin tamamında üç
hükümdarın adetlerine de sıkı sıkıya bağlı oldukları ifade edilmiştir. Eserlerin
büyük bir çoğunluğunda Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han ölümlerinin ardından
eski Türk geleneklerine uygun bir biçimde defnedilmiştir.
2.8. Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ı Ele Alan Eserlerde Barbarlık,
Acımasızlık, Katliam ve Aile Mensuplarının Öldürülmesi
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han isimleri tarihe altın harflerle kazınmış
liderler olmanın yanında isimlerinin yanına acımasız kavramının da kimi
çevrelerce iliştirildiği isimlerdir. Bu üç hükümdar kendi yaşadıkları dönemde
aldıkları kararlar konusunda yer yer çok katı olmuş taviz vermemişlerdir. Ancak
adaletten şaşmayan ve vatandaşlarını refaha ulaştıran liderler olmuşlardır.
Toplumsal düzeni ve ordu disiplinini sağlayabilmek için aldıkları önlemler ve
düşmanlarının
gözünü
korkutlmak
için
yaptıkları
uygulamalar
onların
acımasızlıkla itham edilmesine yol açmıştır.
Yer yer aşırıya kaçan önlemleri olmakla birlikte bu üç hükümdarın kendi
devirlerine damga vurmalarının altında yatan temel etken; haksızlıklara,
usulsüzlüklere ve kuralsızlığa karşı gösterdikleri katı tutum ve insanlarına karşı
gösterdikleri adil yaklaşım tarzıdır. Gerektiği takdirde sert tedbirler almış ve sert
uygulamalarla hükmettikleri toplumları disipline etmişlerdir. Zaman zaman da
kendilerine atfedilen acımasızlık ünvanlarını düşmalarının gözünü korkutmak ve
344
savaşlarda bunu bir avantaj olarak kullanmak için bilerek kabul etmişlerdir.
Yarattıkları korku imajıyla Türk askerî geleneğinin de bir parçası olan
düşmanlarını psikolojik olarak yıpratma sanatını başarıyla uygulamış daha savaşa
gitmeden bazı düşmanlarının teslim olmasını sağlamışlardır. Acımasızlık unvanı
onlara birçok kansız zafer kazandırdığı gibi kendilerine saygı duyulmasını da
sağlamıştır.
Mete Han, ordusunu disipline etmek için en sevdiği atını ve eşini feda
etmiş; ancak daha sonra bu fedakârlıkları ile disipline ettiği ordu döneminin en
vurucu, en öldürücü, en kabiliyetli ordusuna dönüşmüştür. Onun bu tutumu belki
de en çok kendi canını yakmıştır; ancak o ülkesi için herkesten her şeyden
vazgeçebileceğini göstermiştir. Muhtemeldir ki Mete, devrinin acımasız koşulları
içerisinde merhametin getireceği zayıflığı görmüş ve düşmanlarının hiçbir zaman
bu zayıflıktan istifade etmesine izin vermemiştir.
Cengiz Han, acımasızlığıyla ve yok ettiği şehirlerde taş üstünde taş
bırakmaması ve çok kan dökmesiyle nam salmış; ancak bu nam sayesinde birçok
toprağı fazla güç kullanmadan kazanmış bir liderdir. Baltık Denizi’nden Çin
içlerine kadar kurduğu imparatorluğu kendisine duyulan saygıyla bir arada
tuttuğu gibi bunu kendisine duyulan korku sayesinde de başarmıştır. Cengiz’in
gazabından korkanlar sesini çıkaramamış ona itaat etmenin en doğru seçenek
olduğunu kabul etmişlerdir.
Unutulmamalıdır ki Cengiz’in ya da Mete’nin yaşadığı dönemde insanlar
güçlü, kararlı, cesur, gözü kara liderlerin arkasında durmuşlardır. Örneğin Cengiz
Han’ın kardeşi Bekter’i öldürmesi Moğol halkı arasında ona duyulan saygıyı
artırmıştır. Moğol halkı bu olaydan sonra Cengiz Han’ın kendilerini
yönetebilecek irade ve otoriteye sahip olduğunu düşünmeye başlamıştır. Benzer
bir şekilde Mete Han’ın kıymetli atını ve sevgili eşini oklatması da askerlerinin
saygısını kazanmasına vesile olduğu gibi toplum nezdinde de otoritesini
güçlendirmiştir. İnsanlar onların bu davranışları sonucunda onları kendilerini
yönetmeye layık liderler olarak görmüşlerdir. Çünkü bu liderler bu tutumları ile
kendi
arzuları,
ihtirasları
ve
çıkarları
için
hareket
etmeyeceklerini
göstermişlerdir. Bu bakımdan onların yaptığı bazı eylemleri acımasızlık olarak
345
okumadan evvel bu eylemlerin yapılış mahiyeti üzerinde düşünmek yerinde
olacaktır.
Bu isimlerle birlikte Attilâ da benzer yakıştırmalarla itham edilmiştir. Batılı
kaynaklarda Attilâ’nın abisi Bleda’yı öldürmesiyle ilgili çeşitli rivayetler
anlatılmış; Attilâ, barbar olarak nitelendirilmiştir.
Doğu Roma ve Batı Roma arasında kurduğu denge siyaseti ve isminin
önüne atfedilen Tanrı’nın Kırbacı unvanıyla gözü kara, yılmaz ve amansız bir
savaşçı olan Attilâ da Mete gibi kurduğu disiplinli ordu teşkilatıyla Avrupa’da
balyoz etkisi yapmıştır. Attilâ, daha önce Avrupalıların görmedikleri şekilde
acımasızca savaşan ordusuyla Avrupalıların önce zihninde daha sonra da
destanlarında yer etmiştir. Doğu Roma’nın ve Batı Roma’nın birçok şehri
Attilâ’nın kendisini görmeden daha ayak sesini duyar duymaz teslim olmuştur.
Attilâ kendisine yakıştırılan acımasız sözcüğünü ordusu kadar etkili bir silah
olarak kullanmıştır. Çoğu zaman gerçek bir savaş dahi yapmadan düşmanlarına
verdiği korkuyla onların şehirlerini ele geçirmiş, bürokratik olarak onlara
üstünlük kurmuş ve onları vergiye bağlamıştır. Bunların yanında merhamet,
hoşgörü ve cömertliğin de timsali olmuştur.
VI. yüzyılda yaşamış olan ünlü tarihçi Jordanes’in şu tasviri Attilâ’nın
döneminin tarihçilerinin gözünden nasıl görüldüğünü ifade etmek bakımından
önemlidir:
“Kavimlerin sarsılması, bütün dünyanın korkması için doğmuş bir adam;
hakkında yayılan korkunç haberler nedeniyle herkesin kendisinden korktuğu kişi
idi. Kibirle iki kat yürür, gözleri ışık saçar, gururlu gücünü vücudunun
hareketleriyle de hissettirirdi. Savaşı her şeyden çok sevmesine rağmen
düşünerek hareket eder, birçok şeyi aklıyla başarırdı. Kendisinden aman
dileyenlere merhamet gösterir ve kendine sadık olanlara karşı kütuf gösterirdi”
(Çeviren Ahmetbeyoğlu: 2017: 110).
Peyami Safa; acımasızlık, barbarlık ve savaş konularına nasıl bir yaklaşım
sergilenmesi gerektiği 20. Asır Avrupa ve Biz isimli eserinde çok güzel bir
biçimde özetler ve savaşlar ve savaşların beraberinde getirdiği yıkımın canavarlık
olamayacağını belirtir:
346
“Hiçbir Türk şu veya bu harbin, kısaca harbin canavarlık olduğunu ve
medeniyeti yıktığını söylemeye izinli değildir.
(…)
Nerede, ne zaman, niçin yapılmış olursa olsun, her harp bir ıstıfa
kasırgasıdır; çürümüş, mukavemetini kaybetmiş, yıkılmak için sarsını bekleyen
kıymetleri kökünden söker, boşlukta savurur ve tarihin uçurumundan fırlatıp
atar. Zelzeleler de böyledir, buhranlar da böyledir, ihtilaller de böyledir,
buhranlar da böyledir, ihtilaller de böyledir. Bunlar hepsi bir ıstıfa zaruretinden,
kıymetlerin tasfiyesi zaruretinden doğar” (2012: 147).
Safa’nın da belirttiği üzere kahramanların canavarlıkla, savaşların felaketle
nitelendirmesi olaylara ve duruma kaybeden kişilerin gözleriyle bakmatan başka
bir şey değildir. Mete’nin Attilâ’nın ve Cengiz’in düşmanları onlar karşısında
başarılı olmuş olsalardı kendilerini kahraman ilan edecek galibiyetlerini de
felaket değil zafer olarak göreceklerdi. Bu bakımdan Mete Han’ı, Attilâ’yı ve
Cengiz Han’ı acımasızlıkla ve barbarlıkla itham eden zihniyetin bakış açısını
doğru analiz etmek gerekir. Ayrıca tarihî kaynaklar göstermektedir ki bu üç isim
harp usullerine uygun hareket etmekten öte geçmemiş düşmanlarına karşı saygılı
ve ölçülü olmuşlardır. Sivil halkı ve kendilerine itaat edenleri kendi halklarından
ayırmamış onlara istedikleri özgürlükleri vermiş; onların dinlerine, dillerine ve
yaşantı tarzlarına müdahale etmemiştirler. Hatta onların bu adil yönetimleri
birçok
kavmin
de
kendiliğinden
onların
kurdukları
İmparatorluğa
eklemlenmesine vesile olmuştur.
Tüm bu söylenilenler göz önünde bulundurlularak Mete Han, Attila ve
Cengiz Han’ı konu alan eserlerde barbarlık, acımasızlık, katliam kavramları ve
aile
mensuplarının
öldürülmesi
olgusu
Türk
romanlarında
şu
şekilde
görülmektedir:
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Büyük Hun Hakanı Mete isimli eserinde Mete
Han vatan ve millet için gerektiğinde acımasız olabilen bir karakterdir. Vatanın
bekası, ordusunun disiplini ve halkının geleceği için en sevdiği varlıklara dahi
kıyabilecek kadar güçlü bir iradeye sahiptir. Öncelikle ordusunu disipline
edebilmek için kendi atını kendisiyle birlikte oklamayan daha sonra ise kendi
347
eşini kendi okunu takip ederek oklamayan tüm erlerini infaz eder. En sevdiği
varlıklardan güçlü bir ordu yapılanması elde edebilmek için vazgeçen Mete, daha
sonra babasının ülkenin geleceği ve kendi geleceği için attığı yanlış adımlardan
dolayı babasını da atına ve eşine yaptığı gibi soğukkanlılıkla infaz eder. Salık
karakteri Mete Han’ın babasını oklattığı sahneyi şu şekilde tasvir eder.
“Bizler, Bahadır Şad yoldaşları, onun ıslıklı okunu izleyen oklarımızla Hun
Han’ı Teoman Tanhu’yu oklamıştık. Şad’ın en yakınında olan ben bile böyle bir
şey yapacağımı bilmiyordum. Geçmişin karanlık günlerini düşündüğümde
olanları
ancak anlayabiliyor,
Bahadır
Şad’ın
bügünleri
çok önceden
düşündüğünü, bizleri bugün için eğittiğini anlıyordum artık.
Ak at boşa can vermemişti. Teoman Tanhu’nun atı boşuna oklanmamış,
Bögde Hatun bilinçsiz bir tercihle uçmağa varmamıştır. Bahadır Şad en sevdiği
atını, Atasının atını, çok sevdiği hatununu bile amacı uğruna feda edeceğini,
buyruğunda, yalnızca buyruk dinleyen erler bulunduracağını, çünkü yapmayı
düşündüğü işin çok tehlikeli bir iş olduğunu anlatmaya çalışıyordu” (Terzioğlu
2016a: 369).
Mete Han, bu romanda özetle hedeflerine ulaşmak için gözünü kırpmayan,
en yakınında bulunan ve en sevdiği insanları feda eden bir lider olarak
betimlenmiştir.
Hayrani İlgar’ın Mete Han isimli eserinde Mete’nin söz konusu vatan ve
töreler olduğunda acımasız bir karaktere büründüğü ve kimseye taviz vermediği
görülür. O, gaddar ya da cani bir lider değildir. Onun farkı törelerine ve koyduğu
kurallara riayet etmeyenlerin gözlerinin yaşına bakmamasıdır.
“Motun için duydukları aslında bu kadar da değildi… Motun Yueçilere
gönderilmeden birkaç gün önce arkadaşlarını toplamış, evli onlanların
evdeşlerini birlikte talim yerine getirmelerini istemişti. Evli olan on iki genç, o
gün evdeşlerini yanlarında getirmişler. Motunun, kadınları sıraya [dizdirip],
karşılarına da kocalarını sıralamış. Sonra, çerilere: “Oklarınızı hazırlayın!..
Gözleyin!.. Saklayın!.. diye emir vermiş. On iki çeriden dokuzu gözlerini
kırpmadan oklarını çekerek evdeşlerini oklamışlar. Üç tanesi oklarını çekmekte
duraklayınca Motun (Türkçesi: METE), bu üç çeriyi orada oklatarak öldürtmüş.
348
Sonra da oradakilere: ‘Bir kumandanın emrini derhâl ve tereddütsüz yerine
getirmeyenlere aramızda yer yoktur! Zira, disiplin, bir ordu için başta gelen
değerdir!.. Benim yanımda böylelerine yer yoktur!..’ demiş. Fakat, kimse oradan
ayrılmamış ve Mete için ölmeye hazır olduklarını bildirmişler” (İlgar 2013: 18).
Mete Han’ın disipline değer verdiği gibi ihaneti de asla affetmediği görülür.
Babası Yüeçilere saldırma kararı alınca kendi ölüm fermanının imzalandığını
anlayan Mete, babasına karşı bir ordu kurarak onun bulunduğu Karakurum
şehrine saldırır ve bu saldırı esnasında babası Mete’nin askerleri tarafından
öldürülür. Mete için önemli olan devletin büyümesi ülkenin kalkınması ve
halkının refahıdır. O, bu hedeflere ulaşmak için kanlı bir yoldan geçmesi
gerektiğini görmüş ve yer yer acımasızca denilebilecek uygulamaları yapmaktan
çekinmemiştir. Bu durumda onun başarısında büyük rol oynamıştır.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Mete Han isimli eserinde Mete’nin atını,
sevgilisini ve babasını oklattığı kısımlarda Mete’nin acımasızlığına vurgu yapılır.
“Mete, istediğini elde etmek için acımasız bir plan yapmıştı anlaşılan. Önce
en sevdiği atını, ardından en sevdiği insanı oklarla yok etmekten çekinmemişti.
Bu durum korku yaratmıştı. En sevdiğini feda edebilen bir insan, neleri feda
etmezdi ki!” (Erdoğan 2018: 165).
Yukarıda görüldüğü üzere Mehmet Kemal Erdoğan doğrudan Mete Han’ın
kararlarının acımasızca olduğunu ifade etmiştir.
Mete Han’ın atından ve sevgilisinden sonraki hedefi babası olmuştur. Mete
Han, hükümdarlık yolunda öz babasını da yok etmekten çekinmemiştir. Mete
Han’ın tüm bu eylemlerinin altında yatan sebep güçlü bir Hun devleti yaratmak
ve tüm Türk boylarını bir araya toplayarak asıl düşmanı olan diğer devletleri
ortadan kaldırmaktır. Özetle bu eserde Mete Han, ülkesinin çıkarları uğruna en
sevdiği varlıkları kendi eliyle öldürmeyi göze alan acımasız bir lider olarak ifade
edilmiştir.
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Mete Han’ında Mete Han’ın merhametli,
bağışlayıcı ve hoş görülü bir lider olduğu görülür. Mete Han’ın babasını
öldürmesi ve tahtı ele geçirmesi de töreler ile doğan yasal hakları ile
gerekçelendirilir.
349
“‘Keşke böyle olmasaydı atam.’ dedi büyük bir kederle. ‘Keşke töreyi hiç
bozmasaydın.’ ve okunu salıverdi Mete. Aynı anda da yüzlerce, binlerce ok yağdı
okunu çevirdiği yöne. Çinli muhafızlar delik deşik olurken birkaç ok da
Teoman’ın vücuduna saplandı. Teoman, kalan son takatiyle sarayına –Yenişi’yedoğru koştu” (Efe 2018b: 104).
Son nefesini verirken Yenişi’nin yanına koşan Teoman Han, onun
hakaretlerine maruz kalınca yıllar boyu Çinli eşi tarafından kullanıldığını anlar;
ancak artık çok geçtir. Bu yüzden Teoman Han, ölürken töreyi çiğnediği ve
Mete’ye zulmettiği için büyük bir pişmanlık duyar.
Bu eserde yazarın Mete Han’ın babasını katledişini meşru bir zemine
oturttuğu görülür. Mete Han, babasını öldürmek konusunda haklıdır ve ülkesinin
geleceği için yapabileceği başka bir şey olmadığından bu yola girmiştir. Bu
eserde Mete Han, genel anlamda merhametli bir liderdir ve aman dileyene kılıç
çekmez; ancak Mete Han’ın yer yer sert bir karaktere sahip olduğuda ifade edilir.
Mete Han’ın askerlerini eğittiği şu kısımda bunu göremek mümkündür:
“Okçularla ilgili çok radikal tedbirler almıştı Mete. Onları disiplin ve itaat
altından tutabilmek için, zaman zaman kanlı oyunlar bile oynamıştı.
Bir keresinde, tüm okçularının gözleri önünde Güntay’ı hedef almıştı Mete
Han. Okunu, o çok sevdiği atına doğru doğrultmuş ve bunu gören okçular da
hemen yay çekip kendi atlarını vurmuşlardı. Lakin bazıları büyük bir tereddüt
geçirmiş ve kendi atlarını vurmaya bir türlü gönülleri razı olmamıştı. İşte o
zaman inanılmaz bir hamle yapmıştı Mete. Okunu bu kez tereddüt geçirenlere
çevirmiş ve diğer okçular onları anında oklamışlardır” (Efe 2018b: 109-110).
Bu eserde Mete’nin okçularını eğitmek için verdiği eğitim diğer eserlere
göre hafifletilerek verilmiş ve Mete’nin kendi atını ve eşini okçularına eğitim
vermek için feda edişinden bahsedilmemiştir. Ayrıca Mete’nin bu eğitimi
vermekteki amacının savaşta daha fazla hayat kurtarmak olduğu ifade edilmiştir.
Mete Han’ın savaş esnasında tereddüt yüzünden daha fazla askerinin ölmesi
yerine böyle kanlı bir oyuna giriştiği vurgulanmıştır (Efe 2018b: 109).
Özetle bu eserde Mete Han acımasız bir lider değildir ve babasını
öldürtmesine kadar birçok şey mecburiyetten ve zorunluluktan kaynaklanmıştır.
350
Mete Han’ın bazı zor kararlar almasının altında yatan temel sebep kendi kişisel
ihtirasları değil ülkesinin geleceğidir.
Peyami Safa’nın Attilâ’sında kardeşi Bleda’nın ölümüyle ilgili kısma
değinilmemiş; çünkü olaylar Attilâ’ya karşı yapılan suikast teşebbüsüyle
başlamıştır. Attilâ bu eserde adil merhametli ve gereksiz yere kan dökmekten
sakınan bir savaşçıdır. Attilâ, Rems Metropolitini öldüren Burgont’lu askeri
cezalandırır ve silahsız, savunmasız bir kimsenin öldürülemeyeceğini söyler.
Attilâ askerine yağmaya ve zulme karşı olduğunu yukardaki örnekle açıkça
belirtir. (Safa 2015 152-153). Attilâ böyle davranmasına rağmen Attilâ’nın fetih
hareketleri sırasında fethettiği ülkedeki insanlar ondan korkmaya devam ederler.
“Hun hakanının adalet aşkına rağmen bütün Gol, bilhassa Belçika
eyaletleri dehşet içinde idiler. Yığın yığın ahali, neferleri birer yıldırım olan bu
muazzam istila ordularından kaçıyordu. Küçük şehirler halkı büyük şehirlere
iltica ediyorlar ve orada da selamete çıkamadıklarını görerek sahralara, oradan
da dağlara sığınıyorlardı. Ormanlara kaçanlar vahşi hayvanlar tarafından
parçalanıyorlar, nehirlerde kayıklarla hadd-i istiabisinden fazla binenler, suda
boğuluyorlardı.
‘Attila geliyor!’ kelimeleri bütün şehir halkını yerinden oynatarak dağlara,
vahşi ormanlara atmağa kâfiydi” (Safa 2015: 153-154).
Özetle Attilâ, bu eserde alicenap bir komutandır. Kendisine onurlu bir
şekilde
direnen
Akile
şehrinin
halkına
yağdırdığı
övgüler
de
bunu
göstermektedir.
Muharrem Eryılmaz, Büyük Hun Hükümdarı Attila eserinde Attilâ’nın çok
zeki
olduğu
için
düşmanlarının
kendisinden
korkmasını
bir
avantaja
dönüştürdüğünü söyler:
“Attila’nın Latin ve Bizans mahfillerinde kendisine dünyanın en nefret
edilen adamı unvanı verilmesi hoşuna gitmiyor değildi. Bir gün Gal
memleketinde dünyadan el çekmiş papazlardan biri, Hun Hakanı’nı aşağılamak
yahut onun eliyle ölüme ermek amacıyla Attila’ya ‘Tanrı’nın Kırbacı’ unvanını
vermişti. Attila bu unvanı sevinç ve heyecanla kabul etmişti. Çünkü bu namın,
351
kendisine yeniden toplanacak yüz bin kişilik bir ordudan daha başarı temin
edeceğine kesin gözüyle bakıyordu” (Eryılmaz 2013: 120).
Bu esere göre Attilâ, kendisine atfedilen nefret unvanlarını bir koz olarak
kullanmasına rağmen öyle birisi değildir. Düşmanları onu karalamak ve
kötülemek için böyle yakıştırmalarda bulunmuştur. Yazarın bu yaklaşımı
Attilâ’nın kardeşi Bleda’nın ölümüyle ilgili olan kısımda da devam eder:
“Bleda, bir av esnasında kazayla öldü. Bir takım garazkâr dedikodular
Attila’nın kardeşini öldürttüğünü iddia ediyordu. Hatta Attila’nın korkusuyla bir
kat daha Hun düşmanlığı besleyen Konstantiniye ve Roma’nın siyasi
arenalarında Attila’nın kardeşi Bleda’yı kendi elleriyle öldürdüğü bile
konuşuluyordu” (Eryılmaz 2013: 95).
Birçok kaynakta Attilâ’nın kardeşinin ölümünden sorumlu olduğu ifade
edilse de Muharrem Eryılmaz’ın eserinde bu yaklaşımın ve savın kabul
edilmediği görülmektedir.
İbrahim Karahan’ın Galya Fatihi Atilla’sında Doğu Roma İmparatorluğu
yaptığı katliamlar ve zulümlerle ön plana çıkarken Attilâ merhamet ve hoşgörü
politikasıyla okurun karşısına çıkmaktadır.
“Yaşlılar diz çöküp dua ederken katlediliyordu. Bir anda çamurlu arazi kan
gölüne dönmüştü. Kılıç darbesiyle askerlerin bedeni yere düşerken tok ses
çıkarıyorlardı. Katliam kadın, çocuk ve yaşlı demeden saatlerce sürmüştü.
Ansızın yakalanan muhafızlar karşılarındaki büyük gücün darbesiyle yok olup
gitmişti. Baskın sonrası evlerden alevler yükseliyordu. Kimileri cayır cayır
yanarak can vermişti. Elbiseleri paramparça edilen kadınlar ve genç kızlar
tecavüz edildikten sonra kılıçtan geçirilmişti. Evlerden boğuk çığlıklar
yükseliyordu. Camria’nın gözü dönmüştü. Âdeta ağzına kan damlamış bir kurt
gibi
saldırıyor,
saldırıyordu.
Hun
askerlerinin
kellesini
vücudundan
koparmaktan büyük bir keyif alıyordu. (…)
Attilâ, Doğu Roma askerlerinin katlettiği insanların üst üste kemikleriyle
kaplı topraklardan geçerken hüzünlenmişti. Her taraftan çürümüş et kokusu
yükseliyordu. (…)Attila’nın emri üzerine askerler yüzlerce aç ve susuz kalmış
insana kurutulmuş yiyecek ve su verdiler. Kurulan çadırlara yerleştirdiler. Attila
352
kendileri için canlarını veren Macarların ve Tatarların geride kalan
akrabalarına sahip çıkmıştı” (Karahan 2014: 201-202).
Attilâ bu eserde zalimlerle savaşan ve katliamların, yıkımların karşısında
duran düşmanına saygı gösteren onurlu bir savaşı olarak anlatılmıştır.
Hüseyin Adıgüzel’in Başbuğ Attila isimli eserinde Attilâ; zevk, sefa ve
eğlence düşkünü olan ve bu yüzden ülke yönetimini boşlayan abisi Bleda’dan
hakanlığı almak ister; ancak Bleda hakanlığı Attilâ’nın alması için kendisini
öldürmesi gerektiğini söyler ve daha sonra Attilâ’nın yanında getirdiği bir asker
tarafından öldürülür. Bu sahne romanda şu şekilde anlatılmıştır:
“Attila bir iki adım geriye doğru çekildi. Yüzü asılmış, gözleri parlamıştı.
İnce çizgi göz bebeklerinde yeniden belirmişti. Elini kılıcına doğru götürürken;
-Seni öldürmek istemiyorum Bleda! Hakanlığı bırak, benim yerime geç, şu
sefih yaşamına devam et!
Bleda bir iki adım daha yaklaştı.
-Beni öldürmeden hakan olamazsın, diye bağırdı ve kılıcını kaldırarak
Attila’nın üzerine doğru bir hamle yaptı. Aynı anda bir ok vızıltısı duyuldu. Bleda
olduğu yerde sarsıldı. Eli, boğazına saplanan oku çıkarmak için oka doğru
giderken gözleri büyüdü ve yere düştü. Boğazından oluk gibi kan akıyordu.
Herkes şaşkındı. Attila hırsla geriye döndü. Oku atanı gördü ve bir kılıç dabesi
ile başını yere düşürdü” (Adıgüzel 2015: 125).
Attilâ’nın bu eserde görüldüğü üzere kardeşini öldürmediği sadece ondan
tahtı devralmak istediği; ancak yanında getirdiği adamının ondan emir almadan
kardeşini öldürdüğü görülür. Birçok Batılı kaynakta ise Attilâ’nın kardeşini
öldürdüğü belirtilir. Attilâ ayrıca bu eserde Bizanslılar tarafından barbar olarak
görülür. Attilâ Doğu Roma İmparatorluğu’na taruza geçtiğinde onunla ilgili
korkutucu söylentiler ortaya çıkar. Doğu Roma İmparatoru Thedesyus başveziri
Hrisanof ile konuşurken şu ifadeleri kullanır:
“Bu nasıl insan Tanrı’m!
Yok, bu insan falan değil…Tanrı’nın bizi
cezalandırmak için gönderdiği bir bela bu!... Tanrı’nın kırbacı bu!...Bak
Hrisanof, Serdika’yı yakıp yıktığı yetmiyormuş gibi, Sukupu’yi, Manastiri’yi
353
Komanıva’ı, Larissa’yı, Karmotokinan’ı da yakp yıktı. Binlerce insanı öldürdü.
Teselya ovasını tek tahıl bırakmamacasına yaktı. Bu herhâlde bize verilecek en
büyük cezadır. Keşke seni ona teslim etseydim. Bütün bunları senin için feda
etmeseydim” (Adıgüzel 2015: 237).
İmparatorun yaşadığı korkunun benzerini halk da yaşar ve Attilâ ile ilgili
anlatılan dedikodular ayyuka çıkar. “İstanbul daha Attila gelmeden, ‘Attila
korkusuna’ teslim olmuş gibiydi” (Adıgüzel 2015: 240) sözleri de bu korkunun
boyutunun ne derece yüksek olduğunu gösterir.
Attilâ ömrünün sonuna doğru geldiğinde halkı için yaptığı savaşları,
vahşeti, yıkımı ve kardeşinin ölümüne sebep olmak gibi yaptığı fedakârlıkları
düşünür ve bütün bunları halkını daha fazla refaha, huzura, mutlu ve zengin bir
hayata ulaştırmak için yaptığını söyler. O esnada pişmanlık duyar gibi olur;
ancak pişmanlık duymadığını sadece savaşmaktan yorulduğunu söyler ( Adıgüzel
2015: 317). Bu eserde özetle Attilâ’nın savaşırken acımasız olduğu ve ordusuyla
dehşet veren bir yıkım gücüne sahip olduğu ifade edilmiştir. Bu bakımdan
yazarın Batılı kaynakların bazılarında bahsedildiği gibi acımasız bir Attilâ
portresi çizdiği görülmektedir.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Tanrının Kırbacı Attila isimli eserinde aile
fertlerinin öldürülmesiyle ilk olarak Bleda’nın amcası Rua’yı zehirleyerek tahtı
ele geçirmesi anlatılır. Bleda amcası Rua’yı zehirlemek için kâhin kızı
kullanmıştır.
“Önce Bleda ile birlikte hareket etmiş, doğadaki en zehirli mantarları
toplayıp zehrini ayırmış ve Bleda’ya teslim etmişti. Bleda o zehri yavaş yavaş
Kral Rua’nın yemeğine karıştırmış ve sonunda ölümüne neden olmuştu”
(Erdoğan 2016a: 74).
Bleda, Rua’yı öldürdükten sonra tahtı ele geçirir; ancak amcasının
öldüğünü öğrenen Attilâ Hun topraklarına dönerek tahtta kendisinin de hakkı
olduğunu ve Bleda’nın tahtı hileyle ele geçirdiğini söyler. Bleda’yı taht için
düello yapmaya davet eder. Bu düello öncesinde de Bleda, Kâhin kızdan zehir
alarak oklarının ucunu zehire bular. Ancak bu sefer Kâhin kız Attilâ’ya onu
Bleda’nın zehirli oklarına karşı korumakta yardım edeceğini söyler. Attilâ ve
354
Bleda düelloya başladıktan bir süre sonra Attilâ Bleda’nın attığı zehirli okla
yaralanır ve zehir vücuduna zerk ederken kâhin kız büyülü güçlerini kullanarak
Attilâ’daki zehrin Bleda’ya geçmesini sağlar ve Bleda ölür. Bu esnada kâhin kız
da çok fazla güç harcadığı için hatyatını kaybeder (Erdoğan 2016a: 81-82). Attilâ
bu eserde doğrudan hiçbir akrabasının ölümüne neden olmamıştır.
Bu eserde Attilâ bir barbar olarak ifade edilmemiş olsa da düşmanları
tarafından korku duyulan bir savaşçı olarak betimlenmiştir.
“Şimdi batıda Attila rüzgârı esiyordu. Ortalık kavruluyordu. Attila gibi bir
yiğitin korkusuyla ne yapacaklarını bilemeyen düşmanlar girecek delik
arıyorlardı. Adı, namı dört bir yanı sarmıştı. Hun korkusu hiçbir şeye
benzemiyordu. Adı bile insanları korkutmaya yetiyordu” (Erdoğan 2016a: 184).
Attilâ, ismiyle bile korku salan bir savaşçı olmanın yanında merhametli bir
savaşçıdır. Attilâ Paris’i kuşatmaktan Genevieve isimli bir kadının şarkısını
duyduktan sonra vazgeçer ve rotasını Galya’ya çevirir. Attilâ, bu eserde
korkulacak bir savaşçı olmanın yanında kibar, yüksek ruhlu ve erdemli bir
savaşçıdır.
Hasan Erdem’in Attila’nın Kalkanı isimli eserinde Attilâ çok hoşgörülü,
cömert ve yardım sever bir liderdir. Attilâ halkının derdine derman olan onların
ihtiyaçlarını gideren ve düşmanlarına karşı da aynı şekilde merhamet gösteren bir
lider olarak okurun karşısına çıkar. Attilâ’nın Margüs şehrini ele geçirdikten
sonra gösterdiği tutum onun bir barbar olmadığının gösterildiği kısımlardan
birisidir.
“Korku içindeki sivil halk başlarına neler geleceğini düşünüp duruyordur.
Doğu Roma İmparatorunun yüksek vergilerle yıllardır ezdiği, umarsızca
sömürdüğü halkı eziyet etmeden meydana toplayın. Sıradan insanlar için hayat
yeterince acımasız ve yaşamın kendisi bir sürü ağır yük ile dolu. Kaderleri bizim
elimizde olan masum insanları rahatlatmalıyız. Benim işim Roma halkı ile değil,
kendilerini Acun’un efendisi sanan, diğer ulusları barbar diye aşağılayan Romalı
yöneticilerledir” (Erdem 2017: 46).
355
Görüldüğü üzere Attilâ ele geçirdiği şehrin halkını önemser ve asıl acımasız
olanların Romalılar olduğunu belirtir. Ele geçirdiği Margus halkının hayatını
kolaylaştırmak için emirler verir.
Hasan Erdem’in devam kitabı Atilla’nın Kargısı’nda Attilâ genel olarak
adil, demokratik, cömert ve hoşgörülü bir lider olarak anlatılır; ancak Attilâ’nın
düşmanlarına karşı acımasız olduğu Orestes’in Theodosios’a söylediği şu
sözlerde görülür:
“Kalleş bir adam olan ve belli ki sizden habersiz fırıldaklar çeviren
başvekilinizi koruyarak hata ediyorsunuz. Şunu unutmayınız ki Attila’nın
gazabından hiçbir hain kellesini kurtaramaz. Attila kendisine baş eğenlere iyi ve
yumuşak davranırken düşmanlarına karşı çok merhametsizdir” (Erdem 2018:
13).
Bu eserde Batılı zihniyetin söylediğinin aksine Attila’nın ve Hunların
barbar olmadığına tam tersine ilk eserde olduğu gibi barbarlık ve caniliği
Romalıların yaptığına vurgu yapılır. Doğu Roma İmparatoru Thedosios
karakterinin nasıl bir canilik sergilediği Pallas karakterinin ağzından şu şekilde
anlatılır:
“Maviler partisini destekleyen Theodosios, Tessalonika halkının, katıldığı
her araba yarışını kazanan Hipodrom’un Kralı Marius’a duyduğu aşırı
hayranlığı çekemeyerek barbarca bir duyguya kapıldı ve öç almak istedi.
Theodosios kentte yaşayan herkesi eğlenceye davet ederek, akşam saatlerinde
açık tiyatroda topladı. Sonra eli kanlı askerlerine verdiği buyrukla yaş cinsiyet
farkı gözetmeksizin neşe içinde yiyip içen on iki bin masum insanı kılıçtan
geçirtti” (Erdem 2018: 47).
Eserin bu kısmının devamında Pallas karakteri Theodosios’un barbarların
en barbarı olduğunu ve yaptığı katliamı hiçbir zaman unutmayacağını söyler.
Pallas’ın anlattıklarından sonra Ottigin, onlara bir Hun Türkü olduğunu söyler.
Bunun üzerine Pallas ve Karyus onun bir Hun Türkü olduğuna inanmazlar
Hunların kısa boylu şekilsiz cadıların ve şeytanların ortak eseri olan barbarlar
olduğunu söylerler. Bu bakımdan Ottigin’in bir Hun olamayacağını belirtirler.
Bunun üzerine Ottigin bu ikilinin söylediklerinin tamamının bir iftira olduğunu
356
kendilerini yenemeyen ulusların uydurmalarından ibaret olduğunu ifade eder.
Daha sonra Hunların masumlara saldırmadığından suç işlememiş insanları
öldürmediğinden bahseder (Erdem 2018: 53).
Bu eserde özetle Hunların değil Romalıların barbar ve acımasız olduğu
vurgulanır. Attilâ ile ilgili söylenilenlerin de onu çekemeyen ve ondan korkan
rakiplerinin karalamasından ibaret olduğu belirtilir.
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Attila isimli eserinde Attilâ hoşgörülü
rakiplerine saygılı bir lider olarak anlatılır. Attilâ düşman askerlerinin
cenazelerine dahi saygı duyan bir liderdir ve kendi askerlerinin cenazesi gibi
onların cenazelerinin de defnedilmesini söyler (Efe 2018a: 163). Bu eserde Attilâ
kardeşi Bleda’yı da öldürmez. Bleda ile arasında geçen bir tartışmanın sonucu
Bleda’nın kalbine isabet eden bir okla ölmesi üzerine insanlar Attilâ’nın Bleda’yı
öldürttüğüne dair dedikodu yaparlar. (Efe 2018a: 185). Eserde Attilâ’nın kimi
insanlar tarafından acımasız bir lider olarak kimileri tarafından ise adaletli bir
hükümdar olarak anlatıldığı şu şekilde ifade edilir:
“Artık durmuyordu, durdurulamıyordu Attila. İsmi ve ülkesinin sınırları
günden güne büyüyor ve tüm Avrupa ona dair anlatılan efsanelerle
çalkalanıyordu. Kimisi vahşi bir adam gibi anlatıyordu onu, kimisi ise Tanrı’nın
kırbacını elinde tutan ve dünyada adaleti sağlayan bir melek gibi… Attila ismi
anılınca korku ve hayranlık kol kola giriyordu ve koca koca imparatorlar bile
hizaya geliyordu” (Efe 2018a: 193).
Bu kısımda da görüldüğü üzere bu eserde Attilâ’nın acımasız bir lider
olmadığı Attilâ’nın acımasızlığına dair söylenenlerin insanların farklı bakış
açılarından kaynaklandığı ifade edilir. Özetle Attilâ ile ilgili yazılmış romanlar
içerisinde en merhametli Attilâ profillerinden birisi bu romanda çizilir.
Okay Tiryakioğlu’nun Avrupa’yı Dize Getiren Türk Attila’sında Attilâ’nın
hoşgörülü merhametli olmasının yanında bazı durumlarda düşmanlarına karşı
acımasız bir tutum sergilediği de görülmektedir. Attilâ ilk olarak gladyatör
oyunlarında mecbur kaldığı için masum birisinin kanını akıttığını söyleyerek
vicdan azabı duyar. Yeri geldiğinde de düşmanları için acımasız olabilmektedir.
Margos Piskoposu’nun Hun Türklerinin mezarını yağmalatmasının bedelini
357
Piskopos’un rahip arkadaşlarından birisinin boynunu keserek akıttığı kanı
Piskopos’la birlikte gelen heyettekilere içirterek ve içlerinden sadece bir tanesini
olan biteni anlatması için sağ bırakarak ödetir. (Tiryakioğlu 2018: 250).
Attilâ bu eserde aynı zamanda kuzeni Bleda’yı da kendisine ihanet ettiği
gerekçesiyle bir kılıç düellosu sonucunda öldürür. (Tiryakioğlu 2018: 270). Bu
bakımdan Attilâ’nın ülkesi söz konusu olduğunda ve kendisine yapılan ihaneti
affetmemek noktasında aile fertlerine dahi acımadığı görülür. Eserin birçok
kısmında Romalılara tarafından Attilâ’ya barbar sıfatının yakıştırıldığı da
görülmektedir. Buna karşın Attilâ kendisinin hak ve adalet için savaştığını asıl
barbarlığı onların yaptığını ifade eder.
Özetle bu eserde Attilâ gerektiğinde acımasız bir karaktere bürünürken
çoğunlukla merhamet sahibi mazlumların hakkını koruyan ve adalet dağıtan bir
lider olarak göze çarpar.
Turhan Tan’ın (Mehmet S. Fethi) Cengiz Han Bozkırların Mavi
İmparatoru’nda Cengiz Han kardeşi Beyter, Cengiz’i Börte’yi ve onun çocuğu
Cuci’yi kabul ettiği için ağır biçimde aşağılar ve hakaret eder. Cengiz bu
hakaretleri kaldıramayınca kardeşini döverek öldürür. Cengiz’in kardeşini
öldürdüğü sahne şu şekildedir:
“ ‘Sus uğursuz, sus alçak!’ diye bir sayha fırlattı ve yıldırım çarpar gibi
kardeşini yumrukladı, altına aldı, çılgın bir teverrüh içinde onu dövmeye
koyuldu. Beş on saniye içinde Beyter’in yüzü gözü kan içinde kalmıştı, birkaç dişi
kırılmıştı, soluğu kesilmeye başlamıştı. Cengiz, ellerine bulaşan ılık ılık kan
damlalarını sezince biraz acır gibi oldu, hem kızgın, hem affa mail bir sesler
sordu.
‘Nasıl, leş miyim, yoksa pars mıyım? Söyle, suçunu söyle. Yoksa seni
geberteceğim.”
Beyter, yediği dayaktan biraz ötede ayakta duran Börta’nın bir öç hazzı
aldığını sandı, inat etti.
‘Leşsin, leşten de aşağısın. Leşlerin hiç olmazsa piçi olmaz. Senin el dölü
piçin de var. Tu sana, tu sana.”
358
Kanla karışık bu iki parça tükürük Cengiz’in gözlerini kararttı, iradesini
eritti ve var kuvvetiyle kardeşinin boğazını sıkmaya başladı” (Tan 2015: 119).
Cengiz Han’ın kardeşini öldürüş şekli ve sebebi tarihî kaynaklarda
farklıdır. Cengiz kardeşi Beyter’i daha küçük yaşlardayken kendisinden avını
çaldığı için oklayarak öldürmüştür. Ancak bu eserde sebep olarak Beyter’in
Börte’nin hamileliğinden dolayı Cengiz’i küçük görmesi ve onunla alay etmesi
gösterilmiştir. Cengiz Han da Mete ve Attilâ gibi ellerine akraba kanı bulaşmış
bir liderdir. Büyük liderlerin ortak noktalarından birisi de budur. Onlar
gerektiğinde kendi kanlarından birisini öldürebilecek kadar gözü karadırlar.
Hükümdarlık yolunda onları bundan alıkoyabilecek hiçbir güç olmamıştır.
Liderlik yolunda gerektiğinde kendi kanlarından birisini feda etmekten geri
durmamışlardır.
Cengiz Dağcı’nın Genç Temuçin isimli eserinde Cengiz Han, kardeşi
Bekter’i diğer kardeşi Kasarla sürekli kavga ettiği ve avladıkları avları çaldığı
için oklayarak öldürür.
“Temuçin’in ve Kasar’ın ellerindeki Bektar’a doğrulmuş oklar yaylarından
kurtuldular ve vahşi bir cızıltı çıkararak Bektar’ın göğsüne ve arkasına
saplandılar. Elleri açılı Bektar, havada yüzen bir kartal gibi, üç beş adım
Temuçin’e doğru yürüdü, fakat tepeden inmeden yere cansızca sırtüstü düştü”
(Dağcı 2016: 161).
Cengiz Han’ın kardeşini öldürmesinin sebebi öncelikle kendi çadırı
içerisinde otoritesini sağlamlaştırmak istemesidir. Daha kendi çadırımda düzeni
sağlayamadan nasıl olurda Moğol halkı üzerinde otorite kurabilirim diye
düşünür. Cengiz Han, düşmanlarına karşı da acımasızdır. Merkitlere saldırdıktan
sonra ele geçirdikleri esirlerin tamamının ölüm emrini verir.
“-Barış mı? Diye bağırdı.
-Öyle Temuçin! Dostça yaşamak istiyorlar.
-Gölyalgu’daki ordamı bastıkları zaman düşünmemişlerdi barışı? Onlara
şunu söyleyin: Ben de barış istiyorum. Ama suçlular yok edilmeden bu topraklar
359
üstünde barış olmaz. Söyleyin onlara! Barış!... Öldürünüz onları!” (Dağcı 2016:
263).
Cengiz Han’ın ölüm emrini verdiği kişiler arasında zamanında onun
hayatının kurtulmasını sağlayan Kargun Batur da vardır. Kargun Batur, ölmeden
önce Cengiz Han’ın suçlu ya da suçsuz olduğuna gelecek nesillerin karar
vereceğini onun yaptığı kıyımın eğer Moğol ulusunu birleştiririse bir önemi
olmayacağını düşünür.
Özetle bu eserde Cengiz Han haksız yere kimseyi öldürmemiş, toplumsal
düzeni ve adaleti sağlayabilmek için zor kararlar almak zorunda kalmıştır.
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Gök Moğolların Başbuğu Cengiz Han isimli
eserinde kardeşi Bekter’i otoritesini çiğnediği için öldürdüğü görülür. Cengiz
Han, kardeşimin yaptığı sadece bir balık çalmak değil beyin sözüne karşı
gelmektir der. Kardeşi Bekter’i oklayarak öldürdükten sonra kendisine sitem
eden annesine şu cevabı verir:
“Sana söylemiştim ana. Oğullarına sahip çıkmanı, hadlerini aşmamaları
gerktiğini hatırlatmıştım. Ben bu uruğun başıysam, kandaşım bile olsa saygısızlık
edeni bağışlamam. Bunu herkes böyle bilsin. Bir tek av, bir tek balık değil söz
konusu olan, Beyin malına, beye ait bir şeye el uzatılması… Bugün bir balığa, bir
kuşa sahip olamazsam, yarın yurda, buduna nasıl sahip olurum? Hak ettiğime
göz koyan, bunun için kıyın olarak canını vermeye hazır olsun. Asla bağışlamam
saygısızlığı” (Terzioğlu 2016c: 141).
Cengiz Han’ın kardeşine yaptığı gibi Tayçitleri ele geçirdikten sonra
onların da acımasız bir şekilde katledilmeleri emrini verir.
“Bu işe alışkın erler hanlarının buyruğunu yerine getirmekten geri
durmadılar. Önce kör bıçaklarla erkeklik organlarını kesip çöle attılar. Ardından
kaynayan kazanlara ağır ağır daldırdılar bedenlerini.
(…)
Cengiz Han ve Noyanları, zerre kadar sızı duymadılar yüreklerinde, Hatta
yağıları acı çekerken kahkahalar attılar” (Terzioğlu 2016c: 276).
360
Bu eserde görüldüğü üzere Cengiz Han acımasız bir lider olarak betimlenir.
Dostlarına karşı merhametli ve hoşgörülü olduğu kadar düşmanları için acımasız
amansız bir tutum sergiler.
A. Hakan Bayrakçı’nın Bozkırın Oğlu Cengiz Han isimli romanında
düşmanlarına karşı acımasız bir Cengiz Han karakteri vardır. Cengiz Han, daha
çocuk yaştayken kardeşi Bekter’i Hasar’ın avladığı kuşları sürekli çalması
sebebiyle Hasar ile birlikte oklayarak öldürür. Onun kardeşini öldürmesi
Moğolar arasında olumlu karşılanır ve otoritesi sağlamlaşır (Bayrakçı 2013: 59).
Cengiz Han’ın kardeşi Belgütay, Muglik ile konuşurken Cengiz’in neden
Bekter’i öldürdüğünü şu şekilde ifade eder.
“Neden öldürdü biliyor musun?
-Av yüzünden…
Belgütay acı acı içini çekti.
-Yok, Munglik amca… O bir bahane… Bekter güçlü bir çocuktu.
Bildiğinden şaşmazdı. Temuçin’i de pek dinlemezdi .
Aksine ona söz geçirmeye çalışırdı. Ama işte olan oldu, Temuçin ve Hasar
öldürdüler onu… Cengiz Han düzeni daima kendi kurmak ister. Her yerde…
Çadırda, obada, orduda, ulusta, her yerde her zaman… Buna karşı çıkan olursa
onları birer birer yok eder. Gücü yetiyorsa hemen, yok yetmiyorsa
sabrederek…İşte, benim kağan ağabeyim bir tuhaftır böyle.
Onun kurduğu düzeni senin biricik oğlun Kokoçu da kendine göre
değiştirmeye çalıştı ve o nedenden ötürü öldürüldü” (Bayrakçı 2013: 510).
Görüldüğü üzere Cengiz Han, kendi kurduğu düzeni bozmaya kalkan kim
olursa olsun merhamet göstermez ve cezasını ölümle verir. Bununla birlikte
Cengiz Han’ın merhametli bir yanı olduğu da görülür. Kendisine karşı gelen
Camuha, yakalanarak kendisine getirildikten sonra Cengiz Han onu bağışlar ve
kendisine katılmaya davet eder. Cengiz Han’ın değer verdiği önemli karakter
özelliklerinden birisi sadakat diğeri de cesarettir. O, cesur ve mert düşmanlarının
ölmesine razı olmaz ve kendisine karşı başarıyla ve onurla mücadele etmiş
düşmanlarını mağlup ettikten sonra kendi safına davet eder. Özetle bu eserde
361
Cengiz Han otoritesinin sağlamlaştırmak için düşmanlarının kalbine korku
salmış, kendi otoritesinin çiğneyen kim olursa affetmemiştir.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Cengiz Han isimli romanında Cengiz Han
kendi halkı için iyi bir lider olduğu gibi düşmanlarının da korkulu rüyasıdır.
Güçlü bir liderde olması gereken önemli özelliklerden birisi de yeri geldiği
zaman bağışlayıcı olmak yeri geldiğinde de güçlü olduğunu herkese
göstermektir. Cengiz Han da böyle bir liderdir. Böyle bir lider olduğunu daha
küçük yaştayken kardeşi Bekter’i öldürerek gösterir.
“Babamın tercihi ne olursa olsun, bütün oğullarına adil davrandı. Bekter
beni hep kendisine rakip olarak gördü. Meyvenin içindeki kurt gibiydi. Ortalığı
karıştırmada kimse onun eline su dökmezdi. Kendini beğenmişti. Yılan gibiydi.
Aç kaldığımız o günlerde benimle alay ediyor, kurduğum tuzakları bozmakla
zaman harcıyordu. Avdan boş döndüğümüzde aç mideyle uyuyacağımızı
unutuyor, sevinçten çılgına dönüyordu. Köpeğimiz Bekter’in ardından gidiyordu.
Bir gün balık tutarken, tuttuğum balığı aldı, götürüp Bekter’e verdi.
O gece köpeği boğazladım. Kellesini ırmağa attım. Bekter, uyarımı
anlamazdan geldi.
(…)
Daha fazla dayanamadım. Okum onun ciğerini deldi. Kasar’ınki yüreğini”
(Erdoğan 2016b: 38).
O, kendisine karşı gelinmesine ve otoritesinin çiğnenmesine hiçbir koşul
ve şartta kim olursa olsun izin vermiyordu. Cengiz Han, kardeşi Bekter’i kendi
elleriyle öldürdüğü gibi arkasından iş çeviren Şaman Kököçü’yü de kardeşine
öldürtür.
Cengiz Han, düşmanlarına karşı çoğu zaman merhamet göstermez ve
gaddarca hareket eder. Cengiz Han’ın ordusu Harzem şehri Buharayı ve
Semerkant’ı yakıp yıkar kim varsa öldürür. Cengiz Han bu eserde kendisini
Tanrı’nın gazabı olarak tanımlar.
“Harzem Şahı ile savaşırken, Buhara da camide yaşlı adamlara söylediğim
söz, yani Tanrının Gazabıyım derken, asla şaka yapmamıştım. Zaten o yaşlı
362
adamlar da bunun farkındaydılar ve ciddiyetini kavramışkardı” (Erdoğan 2016b:
250).
Cengiz Han, bu eserde kendisinin sadece bir kağan olmadığını aynı
zamanda bir korku imparatoru olduğunu söyler. Özetle bu eserde yazarın,
gazabından korkulacak acımasız bir Cengiz Han portresi çizdiği görülür.
Okay Tiyakioğlu’nun Cengiz Han Rüzgâr ve Ateş İmparatorluğu isimli
eserinde Cengiz Han söz konusu devlet olduğunda acımasızlaşır ve kimsenin
gözünün yaşına bakmaz. Cengiz Han bir gün kardeşi Bekter’e Tuva Türklerinin
av sahasında avlandığı için kızar. Disipline ve intizama önem veren Cengiz bu
yüzden kardeşiyle tartışırken sinirlenir. Kardeşi Bekter’in kendisine karşı gelmesi
ve üzerine yürümesi sonucu o da karşılık verir ve kılıcını çekerek Bekter’i
öldürür. Cengiz Han, toplumsal düzene önem veren bir liderdir ve toplumsal
alanda ve askerî alanda disiplini sağlamak için katı yaptırımlar uygular. Ayrıca
kendisine karşı yanlış yapan insanları her ne olursa olsun cezalandırır ve
intikamını alır. Ayrıca yazar eserin sonunda Moğolların yaşattığı dehşeti İbn-i
Esir’in sözleriyle şöyle ifade eder:
“Bu büyük ve dehşet verici olay, muazzam musibet, gün ve gecelerimizi
karattı, hayatımızı perişan etti. Bölgede yaşayan bütün insanları ve özellikle
Müslümanları kökünden kazıdı” (Tiryakioğlu 2016:431).
Bülent Bengisu’nun Savaşçıların Efendisi Cengiz Han romanında Moğollar
ve Cengiz Han acımasız savaşçılar olarak betimlenir. Cengiz Han’ın yaptığı
fetihler sırasında gösterdiği gözü karalık ve kimsenin gözünün yaşına bakmayan
tavrı ve türlü işkencelerle ve korkunç biçimde gerçekleştirttiği infazlar onun
düşmanlarına karşı ne kadar merhametsiz olduğunu gösterir. Romanın birçok
bölümde Cengiz Han’ın acımasızlığıyla ön plana çıktığı görülür. Moğollar ve
Çinliler arasında ateşkes yapıldıktan sonra Moğollar yanlarına aldıkları esirlerin
tamamını öldürüler. Bu durum romanda şu şekilde anlatılır:
“Sonbaharda Cengiz Han ordularıyla Gobi’ye döndü. Çölün kıyısına
geldiklerinde, beraberlerinde getirdikleri ne kadar tutsak varsa öldürttü. Bu
Moğolların gelenek hâline gelmiş bir alışkanlığı olmuştu. Yurtlarına dönerken,
sanatkârlar ve bilginler dışında bütün esirleri acımadan öldürüyorlardı.
363
Esirlerin uzun çölleri yayan olarak geçemeyeceğini biliyorlardı ve serbest
bırakmak yerine, hayatlarına son veriyorlardı. Moğolların gözünde insan
hayatının hiçbir değeri yoktu” (Bengisu 2016: 113).
Cengiz Han, Otrar şehrine saldırdıktan sonra Moğol tücarları öldürten Otrar
Valisi İnalcık’ı yakalar ve infaz emrini verir. Onun verdiği bu emirde
düşmanlarına karşı ne denli acımasız olduğu görülmektedir.
“Cengiz Han, onun ölümü hak ettiğini söyledi. Gözlerine ve kulaklarına
eritilmiş gümüş dökülmesini emretti.
Otrar şehrinin bütün surları yerle bir edildi. Sağ kalabilen halkı da, dürüp
götürüldü” (Bengisu 2016: 157).
Cengiz Han’ın acımasızlığının görüldüğü kısımlardan birisi de Buhara’ya
düzenleği saldrı sonrasında yaşanan gelişmelerdir.
“Cengiz kızın yanına geldi, kolundan tutup fırıldak gibi çevirdi. Cengiz
kahkahalarla gülerken, kız birden Cengiz’in belindeki hançeri kavrayıp, vurmak
için elini kaldırdı ama indiremedi. Bir asker bileğini tutmuştu.
Cengiz hançerini kızın kalbine saplayıp, kalbini göğsünden çıkardı.
Parmakları arasında kanları sızan sıcak kalbi gören Moğollar bile dehşet içinde
kalmıştı.
Cengiz avluya çıktığında meydanda büyük bir ateş yakılmasını, Buhara’da
ne kadar kitap varsa toplanıp ateşe atılmasını emretti” (Bengisu 2016: 167).
Eserin ilerleyen kısımlarında Subutay ve Kurt Cebe’nin Avrupa’ya doğru
yaptığı akınlarla ilgili olarak da şu ifadeler kullanılır.
“İkinci bir Attila, yeni bir barbar kavim geliyor, ‘Tanrı’nın gazabı olarak’
Avrupa ülkelerinin ve Hristiyanlığın geleceğini tehdit ediyordu” (Bengisu 2016:
197). Bu eserde Cengiz Han, acımasızlığı ile gözler önüne serilmiştir. Savaş
esnasında ve sonrasında uyguladığı yöntemler onun barbar olarak adlarılmasında
etkili olmuştur.
Cengiz Han’ın acımasızlığının gözler önüne serildiği kısımlardan birisi de
kardeşi Bektar’ı öldürdüğü kısımdır.
364
“Göçebe hayatını yaşayanların çoğunda olduğu gibi gözükara ve
düşmanlık edenlere karşı merhametsiz biri olarak yetişen Timuçin, iki kez
balığını çalan üvey kardeşlerinden Bektar’ı hiç tereddüt etmeden bir köpeği
öldürür gibi öldürdü” (Bengisu 2016: 35). Daha küçük yaştan itibaren zorlu
hayat şartlarının ve mücadelelerin etkisiyle kişiliği şekillenen Cengiz Han tüm
dünyanın korktuğu ve çekindiği bir lider olmuştu.
Coşkun Mutlu’nun Cengiz Han Bozkırın Hükümdarı isimli eserinde Cengiz
Han’ın bozkırın getirdiği zorlu şartlar sebebiyle ve çocukken yaşadığı zorluklar
yüzünden acımasız bir karakter kazandığına değinilir. Cengiz Han, bozkırın ya öl
ya da öldür yasasından dolayı hayatta kalmak için acımasız olması gerektiğini
öğrenir.
“Doğa acımasızdı. Açlık ve soğukla geçen gecelerin verdiği ders Temuçin
için acımayı umutmak olmuştu ve hayatın tüm aşamasında kimseye acımamaya
karar vermişti” (Mutlu 2019: 34). Cengiz’in bu kararından ilk nasibini alan da
üvey kardeşi Bekter olur. Cengiz üvey kardeşinin sürekli olarak avını çalmasına
tahammül edemez ve onu öldürür. Romanda bu kısım şu şekilde anlatılır:
“Okunu yaya gerip Bekter’e, ‘Daha önce seni kaç defa uyardım. ‘Bir daha
avımı çalarsan seni öldürürüm’ dedim. Sen dinlemedin ve kendi sonunu
hazırladın’ dedi. Karşısında oku yayına germiş bir halde bekleyen Temuçin’i
gören Bekter ne yapacağını şaşırdı. Aman diledi; ancak Temuçin yayına gerdiği
oku fırlattı. Yayından fırlayan ok gelip tam Bekter’in göğsüne saplandı.
Açıkgözlerle Temuçin’e bakarken sallanıp düştü ve nefessiz kaldı. Bu olaydan
sonra Temuçin yemin etti. Haksızlık yapan kim olursa acımayacaktı” (Mutlu
2019: 37)
Söz verdiği gibi bu olaydan sonra Cengiz Han, karşısına çıkan
düşmanlarına kendilerine boyun eğmedikleri takdirde merhamet göstermedi ve
özellikle hainlere hiçbir şekilde acımadı. Tatarlarla yaptığı savaştan sonra
çocuklar ve yaşlılar hariç tüm Tatarları öldürten Cengiz Han Tatar lideri
Yekeçeren’in kızlarını da kendisine eş olarak aldı. Bu kızlardan Yesui’nin
kocasının kellesini de acımasızca aldıran “Temuçin hanlık yolunda kimseye
365
acımamıştı. Bu olay da onun bundan sonra da kimseye acımayacağını
gösteriyordu” (Mutlu 2019: 129).
Temuçin’in yani Cengiz Han’ın sonraki eylemleri de bundan farklı olmadı.
Cengiz Han Harzemşah ülkesini işgal ederken kendisine savaşmadan teslim olan
herkesi infaz ettirdi. Bu eserde yukarıdaki örnekleden de görüleceği üzere Cengiz
Han düşmanlarına karşı merhametsiz bir komutandır ve onun bu azımasızlığının
temelinde çocukken maruz kaldığı güçlükler yatmaktadır.
Bu bölümde elde edilen veriler sonucunda denilebili ki Mete Han’ı,
Attila’yı ve Cengiz Han’ı konu alan eserlerin büyük bir kısmında bu üç
hükümdar kendi ülkelerinin çıkarları için ve düşmanlarına korku salmak
maksadıyla yer yer acımasız tutumlar sergilemiş; ancak bununla birlikte sivil
halka ve kendi ülkelerinde yaşayan insanlara karşı merhametli ve hoşgörülü
olmuşlardır. Mete Han’ın, Attilâ’nın ve Cengiz Han’ın, romanların büyük bir
kısmında devletin bekası için veya otoritelerini sağlamlaştırmak maksadıyla aile
fertlerinden birisini öldürmek zorunda kaldıkları da anlatılmıştır. Ayrıca bu üç
hükümdarı ele alan eserlerin büyük bir kısmında bu üç hükümdara yakıştırılan
barbarlık sıfatının onlar karşısında mağlup olan ve onları karalamak isteyen
düşmanlarının söylemleri olduğu ifade edilir. Bununlarla birlikte eserlerin büyük
bir çoğunluğunda aslında Mete’yi Attilâ’yı ve Cengiz’i barbar olarak nitelendiren
ulusların barbarlık emaresi gösterecek davranışlar sergilediklerinin vurgusu
yapılır.
2.9. Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın Hayatında Sürgünün Esaretin
Yeri
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın hayatlarındaki ortak noktalardan birisi
de üçünün de esaret hayatı yaşamış olmalarıdır. Onların muazzam başarılarının
altında yatan birçok etken olduğu gibi şüphesiz çocuk yaşta esaretin kekremsi
tadını almış olmaları da onların idarecilik vasıflarının güçlenmesinde etkili olmuş
ve daha küçük yaştan boyun eğmemenin önemini kavralamarında etkin bir rol
oynamıştır. Üç imparator da önce dağınık hâlde yaşayan kendi milletinden
366
insanları bir araya getirmiş daha sonra inşa ettikleri devleti kısa süre içerisinde
büyük imparatorluklara dönüştürme başarısı göstermiştir.
Mete Han, babası tarafından üvey annesinin oyununa gelerek Yüeçilere
rehin olarak gönderilmiştir:
“O zamanın hıkukunca rehin, barış için bir teminattı. Barışı bozanın
hukukunca rehin, barış için bir teminattı. Barışı bozanın rehini öldürülürdü.
Üvey anası Mete’yi rehin olarak yollattıktan sonra Tuman’ı yine kandırarak
Yüeçilere savaş açtırdı. Tabiî Yüeçiler de öldürmek için Mete’yi aradılar. Mete
Yüeçilerin atlarına binerek kendi yurduna kaçabildi” (Atsız 2014: 17).
Esaret zamanı Mete’nin fikirlerinin olgunlaşmasında etkili olmuş onun
devleti ve babasıyla ilgili gerçeği göremesini sağlamıştır. Mete Han gibi Attilâ da
babası öldükten sonra çok küçük yaşlarda Batı Roma’ya rehin olarak verilmiştir.
Attilâ rehin olarak geçirdiği bu yılları devlet yönetiminde tecrübe kazanmak ve
ileride düşmanı olacak olan Batı Roma’yı daha iyi tanımak için kullanmıştır.
Birçok kaynağa ve romancılara göre de Mete gibi Attilâ’nın da yöneteceği devlet
ve kuracağı sistemle ilgili fikirler özellikle bu esaret yıllarında şekillenmiştir.
Çalışmaya konu olan son isim Cengiz Han da babası öldükten hemen sonra
çok küçük yaşlarda Mete ve Attilâ’dan daha kötü koşullarda bir esaret hayatının
acı tecrübesini yaşamıştır. Babasının eski komutanlarından olan Targutay’ın
babasından kalan beyliğin başına geçmesiyle birlikte Cengiz’in beylik
mücadelesi verebilecek olması olasılığı Targutay tarafından bir risk olarak
görülmüş ve daha sekiz on yaşlarındayken onun tarafından rehin alınmış ve
boyunduruğa vurulmuştur. Hasmının elinden kendi çaba ve gayretleriyle kurtulan
Cengiz Han, bu esaretin üzerinde bıraktığı derin yarayı unutamamış ve zamanı
geldiğinde düşmanlarından intikamını aldığı gibi babasından kalan mirası
korumayı da bilmişitir. Bu esaret ve zulüm zamanları onun çelikten iradesini
güçsüzleştirmek yerine daha da perçinlemiştir.
Görüldüğü üzere üç hükümdar da bir esaret hayatı yaşamış ve bu esaret
hayatlarından edindikleri tecrübeler onların güçlü birer devlet adamı ve savaşçı
olmalarında etkili olmuştur.
Esaretin bu bakımdan ilginç bir etkisi olduğu
aşikârdır. Eserate maruz kalmış liderlerin daha güçlü, daha korkusuz ve
367
düşmanlarına karşı daha acımasız oldukları görülmektedir. Esarete maruz kalmış
bu üç hükümdar özellikle esaret yıllarının etkisiyle daha güçlü karaktere sahip
birer lidere dönüşmüştür.
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Büyük Hun Hakanı Mete Han isimli
romanında Mete Han’ın üvey annesinin babasını dolduruşa getirmesi ve laflarıyla
zehirlemesi sonucu Yüeçilere esir düştüğü görülür. Mete Han’ın esir düşmesi
Yen-chih Hatun’un işini kolaylaştırır ve kendi oğlunu veliaht yapabilmek için
Ulu Hatun olur. Bu arada Mete Han da Yüeçi ilinde esaret hayatını sürdürür;
ancak onun esaret hayatı çok da kötü değildir. Yüeçiler ona bir Hun prensine
yaraşır biçimde saygı göstermiştir. Mete’nin esasret hayatı romanın anlatıcısı
Salık karakteri tarafından şu şekilde anlatılır:
“Gerçeği söylemek gerek! Yüeçiler Şad’ımıza öylesine güzel bir otağ yeri
hazırlamışlar ki… Sanki Hun ilinde yer alan bir otağ yeri görüntüsünde… Demek
ki Şad’ın her dediğini yapmışlar. Çünkü onlar, ellerindekinin hâlâ Hun tahtının
veliahtı olduğunu düşünüyorlar. Değerli rehinelerine değerince davranıyor
Yüeçiler.
Yarı tutsak bir yaşamın kötülüğü ortada olsa da hem yeri hem de çadırının
görkemini beğendim” (Terzioğlu 2016a: 225).
Mete Han’ın esaret hayatı her ne kadar rahat olursa olsun bu esaret yılları
onun fikirlerinin keskinleşmesinde ve geleceğe yönelik alacağı kesin kararlarda
etkili olur. Mete Han, bu esaret sürecinde babası ile ilgili ve devletin bekası ile
ilgili ileride uygulayacağı planları kesinleştir.
Hayrani İlgar’ın Mete Han’ın da Mete’nin Yüeçilere esir olduğu; ancak tam
anlamıyla bir esaret yaşamadığı görülür. Kendisine ait özel bir birliği vardır ve
Yüeçi topraklarında istediği gibi hareket edebilmektedir. Bununla birlikte
Mete’nin gelecekle ilgili aldığı kararların oluşmasında bu esaret büyük bir etkisi
olur.
Mete’nin esir olduğu dönemde babasının kendisine karşı yaptığı faaliyetler
Mete’nin babasına karşı taht mücadelesine girişerek başarılı olmasında etken rol
oynar. Mete esaret dönemini hayalini kurduğu devletin planlarını hazırlayarak
368
geçirir. Esaret bir nevi Mete için fikri hazırlık dönemidir. Onun kendi geleceğine
ve ülkesinin geleceğine yönelik fikirlerinin bu dönemde geliştiği görülür.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Mete Han isimli eserinde Mete Han, olaylara
Yüeçilerin yanında esaret hayatı yaşarken dâhil olur. Bu esaret hayatının ilk
kısımlarında Mete Han, tam anlamıyla bir esaret hayatı yaşamamaktadır. Ancak
Mete’nin Akçar’ın babasını öldürmeye teşebbüs eden Çinli askerleri Yüeçilerin
toy beyine teslim etmek istemediği kısımda Mete’nin esaret hayatına vurgu
yapılır:
“‘Mete, esirleri bana vermek zorundasın!’ diye yükseltti sesini toy beyi.
‘Onlara ceza verilecekse, ben vereceğim. Burada rehin tutulduğunu unutma. Sen
bizim misafirimiz değilsin, baban Tuman’ın bize saldırmayacağına dair bir
güvencesin yalnızca. Yani şu tepesinde pala kaldırdığın Çinliden farkın yok bizim
için. Şimdi o palanı yere indir ve tutsakları bize teslim et!’” (Erdoğan 2018: 77).
Daha sonra Teoman’ın Yüeçilere saldıracağı haberinin gelmesi üzerine
Mete’nin hayatı tam anlamıyla bir esaret hayatına dönüşür ve infaz edilmek üzere
bir kafese kapatılır. Sevgilisi Yanzhi’nin ve Akçar’ın yardımlarıyla tutsak olduğu
yerden kurtulan Mete, ülkesine geri döner; ancak esaret hayatı yaşamadan önceki
Mete değildir. Esaret hayatı süresince öğrendikleri ve babasının kendisini ölüme
terk edişi onun fikirlerini değiştirmiş ve ülkesinin geleceğiyle ilgili radikal
kararlar almasına neden olur. Özetle bu eserde Mete’nin esaret hayatının Ahmet
Haldun Tezioğlu ve Hayrani İlgar’ın eserlerine nazaran daha trajik bir şekilde
anlatıldığı görülmektedir.
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Mete Han isimli eserinde Mete Han babası
tarafından kandırılarak barış için elçilik yapacağı gerekçesiyle Yüezhilere
gönderilir. Aslında Teoman Han, Mete’yi elçi olarak değil Yüezhilere rehin
olarak göndermiştir. Mete Han, Yüezhilerin kendisini aramasına ve silahlarını
almalarına müsaade etmek istemese de rehin alınır ve zindana kapatılır. Üvey
annesinin tuzağıyla Yüezhilere esir düşen Mete Han, zindandan kurtulmanın
çarelerini arar.
“Bir an evvel bu yerden çıkmalıyım. Artık iyice emin oldum. Atam beni
ölmem için gönderdi buraya. Yenişi denilen o şeytanın oyununa gelip o büyük
369
fitmeye inandı ve baha düşman kesildi. Benim yokluğumda Yenişi’nin oğlunu
varis yapacaklar Hun tahtına. Atamdan sonra da param parça edecekler güzel
vatanımı. Buna asla müsaade edemem. Karşımdaki atam bile olsa buna müsaade
edemem.’ dedi” (Efe 2018b: 61).
Mete Han, içine düştüğü çıkmazdan kurtulmanın çarelerini ararken
babasının Yüezhilere saldırdığını görür ve bunun tam anlamıyla ölüm fermanı
olduğunu anlar. Yüezhiler kendisini infaz etmeden önce zindandan kaçmayı
başarır. Mete Han’ın bu esaret hayatı ona babasına bile güvenemeyeceğini
öğretir. Mete Han, daha sonra kendisine yapılan bu ihanetin bedelini ödeterek
ülkenin kontrolünü eline geçirir.
Mete Han’ın esaret hayatı onun alacağı kararlarda etkili olduğu gibi
mizacınının da değişmesine sebep olmuştur. Bu esaret hayatından sonra babasına
boyun eğen yumuşak başlı Mete Han, yerini sert mizaçlı ve kararlı bir tigine
bırakmıştır. Esaret hayatı Mete Han’ın gerçekleri net bir biçimde görmesini
sağlamış ve ülkesinin geleceği için atması gereken adımları atmasında rol
oynamıştır.
Peyami Safa’nın Attilâ’sında Attilâ’nın yaşadığı sürgün ve esaret hayatına
yer verilmemiştir. Çünkü eser Attilâ’nın hükümdar olduktan sonraki dönemini
ele almaktadır.
Muharrem Eryılmaz’ın Büyük Hun Hükümdarı Attila isimli eserinde Attilâ
Roma’da rehin olarak yaşadığı dönemde kendisini hapisteymiş gibi hisseder;
ancak orada kaldığı dönemi Roma’yı daha iyi tanımak ve Roma’yı
gözlemleyerek Roma’nın zaaflarını öğrenmek için kullanır.
“Tuna vadisinden birdenbire Roma’ya nakledilen Attila, sarayın içinde,
kafese hapsedilmiş bir aslan gibi gezip dolaştı. Güzel kokulu salonlar onu sanki
boğuyordu. Diğer rehinelerin gözlerini kamaştıran zenginlik ve görkem, onda
nefret uyandırıyordu. O, memleketindeki hükümdarlara has arabayı, Tuna
kenarındaki ahşap sarayı, çadırları hatırlıyordu. Kısrak sütüne ve sert ete
alışkındı. Roma mutfaklarının önüne çıkardığı ince ve ustalıklı yemekleri tükürüp
atıyordu. Bu heybetli sarayda her şey onu yaralıyor, bir kâbus gibi baskı altında
tutuyordu. Burada kendisini zindana atılmış bir mahpus gibi hissediyordu.
370
Arkadaşlarında isyan hissi uyandırmaya çalıştı ama diğer genç prensler onunla
alay ettiler. Roma’dan kaçıp kurtulmak istedi, başaramadı. Bu iş için daha fazla
kuvvete sahip olacağı uygun vakti beklemek üzere bu mücadeleyi erteledi”
(Eryılmaz 2013: 45-46).
Attilâ soylu bir rehin olarak Roma’da yeterince hürmet görmüş olsa da
“bülbülü altın kafese koymuşlar ah vatanım” demiş sözünü doğrulayacak bir
hissiyata sahip olmuştur. Netice itibariyle esaretin her türlüsü insanda derin izler
bırakacak travmatik bir hadisedir. Ancak Attilâ, bu esareti gelecekte kuracağı
Hun İmparatorluğunun planlamasını yaparak avantaja dönüştürmüştür.
İbrahim Karahan’ın Galya Fatihi Atilla isimli eserinde Attilâ’nın esaret
yıllarının onda nasıl bir tesir bıraktığı şu sözlerle ifade edilir:
“Kiliseye bağlı din adamlarının ve saraydaki memurların yanında geçen
kölelik günleri, onun Romalılara karşı olan kinini daha da keskinleştirmişti”
(Karahan 2014: 42). Attilâ Roma’da esir kaldığı yıllarda Romalıların devlet
yönetimleri ve sosyal yapıları hakkında birçok şey öğrenmişti ve onların
samimiyet ve sıcak davranışlarının tam anlamıyla şekilcilikten ibaret bir
ikiyüzlülüğün ürünü olduğuna kanaat getirmişti. Bu durumda onun Roma’ya
karşı olan düşüncelerinin şekillenmesinde büyük pay sahibi olmuştu. Bu eserde
diğer eserlerden farklı olarak Attilâ ile birlikte Bleda’nın da esir olduğu
görülmektedir. Bleda bir köle tüccarı tarafından Aeitus’un babasına satılarak
onun hizmetinde çalışmaya başlar. Daha sonra Aetius’u kaçırarak esaretten
kurtulur ve Aetius’u Attilâ’nın takasında kullanır.
Hüseyin Adıgüzel’in Başbuğ Attila isimli eserinde Attilâ, Roma’ya esir
verilirken oldukça üzülür; ancak kısa sürede geriye döneceğini ümit eder. Esareti
sırasında Athaulf ve Gleserich isimli kendi yaşlarında iki çocukla arkadaş olur.
Gleserich, Attilâ’ya Hunların istenmeyen prensi olduğu için mi rehin verildiğini
sorar; o da yeni arkadaşının sorusunu onaylar (Adıgüzel 2015: 35).
“Rehinelik hayatı, şartları ne kadar güzel olsa da, Attila’ya tutsaklık gibi
geliyordu. Bir elleri yağda bir elleri baldaydı. Ne isterlerse yiyorlar, ne zaman
isterlerse şehirde izin almak koşulu ile gezebiliyorlardı. Onlardan aş ve iş isteyen
yoktu. Ama bu yaşam, Attila’ya göre değildi. Bir an önce buradan kurtulmak
371
istiyor, bozkıra dönerek uçsuz bucaksız ovalarda özgürce at koşturmayı
düşlüyordu. Kaçma düşüncesine iki dostu da, önemli sebepler bularak karşı
çıkıyor, bunu deneyenlerin hiç birinin başaramadığını ve öldürüldüklerini
söylüyorlardı” (Adıgüzel 2015: 37).
Attilâ rehin hayatını sevmemekle birlikte onun halkının geleceğiyle ilgili
düşünceleri bu rehin hayatı sırasında şekillenir. Rehin olduğu sıralarda Gleserich
ile konuşurken geleceğe yönelik planlarını anlatır.
“Birincisi olarak, Hun kabilelerini bir millet haline getireceğim. Hepsini
millet ve devlet fikrinde ortak hareket edecek hâle getireceğim. Çok zor
biliyorum, ama, bazılarının kellesi gitse de bu işi mutlaka yapacağım. Bunu
yaptıktan sonra, ikinci büyük işim, Roma düşmanı bütün boylar ile bir birlik
oluşturmaktır. Bunu önce konuşarak, olmazsa güçle yerine getireceğim. Bu
benim programının temelini oluşturuyor” (Adıgüzel 2015: 41).
Attilâ görüldüğü üzere esaret günlerini Roma’ya sadık bir müttefik olmak
yerine onları ileride yok edecek planlar yapmakla geçirmiştir.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Tanrının Kırbacı Attila isimli eserinde
Attilâ’nın Roma’ya esir olarak gönderilmesi diğer eserlere nazaran bir takım
farklılıklar arz eder. Attilâ’nın Amcası Rua, yakın arkadaşlarından birisi olan
General Aetius’un Attilâ’yı abisi Bleda ile iyi geçinemedikleri için yanında
konuk olarak Roma’ya götürme fikrini sevinçle karşılar. Rua’ya göre Attilâ
Roma’da öldürülür ise taht kavgası bitmiş olacak öldürülmez ise Attilâ güçlü bir
biçimde geri dönecektir. Bu bakımdan Attilâ’nın gitmesi onun için en iyi
seçenektir (Erdoğan 2016a: 27). Attilâ bu eserde bir rehin değil de Aetyüs’ün bir
konuğu gibi anlatılır.
“Aetius’un konuğu olarak Roma’da bulunan Attila, Roma-Yunan eğitimine
burada sarayda başladı.
Attila burada, Ravenne nehrinin kanallarında, yanında Yunan öğretmen
Onegese ile birlikte sandal gezileri yapıyordu” (Erdoğan 2016a: 28).
Attilâ bu eserde bir rehin olarak anlatılmasa bile saraydan ve saraydaki
entrikalardan sıkıldığı vurgulanır. Bununla birlikte Attilâ’nın bozkır yaşantısını
372
özlediği de vurgulanır. Attilâ bu özlemini Aetius ile yaptığı av gezilerinde
gidermektedir. Ayrıca bu eserde Attilâ, diğer romanlarda ele alınan Attilâlardan
farklı olarak Roma’dan ciddi oranda etkilenen ve Roma’nın mimarisine
kültürüne hayran kalan bir karakter olarak okurun karşısına çıkar. Bu eserde
Attilâ “Roma kültüründen etkilendiğini hiç sakla[maz]” (Erdoğan 2016a: 37).
Hasan Erdem’in Attila’nın Kalkanı isimli eserinde Attilâ’nın gençlik
döneminde Roma’da esir olarak kaldığı yıllara değinilmemiş olaylar Attilâ’nın
tahta geçişinden sonraki dönemle başlamıştır. Eserde uzun süreli bir esaret
yaşantısı örneği yoktur; ancak Honoria ve hizmetçisi Fulvia, köle avcıları
tarafından kaçırılır. Bu arada Fulvia köle avcılarının tacizine maruz kalır ve
kendisine saldıran köle avcısının elinden kurtulmaya çalışırken atıyla beraber
düşerek feci bir şekilde ölür. Esaretin ne kakadar kötü bir durum olduğu bu esaret
hikâyesiyle gözler önüne serilir.
Hasan Erdem’in Atilla’nın Kargısı isimli eserinde ilk eserde olduğu gibi
Atila’nın esaret hayatına değinilmez; ancak bu eserde Suptar karakterinin Doğu
Roma’ya Chrysaphius’u öldürmek için gidişi üzerinden sürgün teması ve yurttan
uzak kalmanın verdiği üzüntü gözler önüne serilir. Suptar, Zenon ile yaptığı
konuşmada bir daha büyüdüğü topraklara dönemeyeceğini milletine düşman bir
kentte kaldığını belirtir (Erdem 2018: 124). Bu eserde Suptar karakteri üzerinden
sürgün teması görülse dahi Suptar’ın yurdundan ayrılığı gerçek bir ayrılık
değildir. Buna rağmen Suptar orada kaldığı bir aylık süre zarfında bile ülkesini
özler.
Yiğit Recep Efe’nin Kumandan Attila isimli eserinde Attilâ’nın Rua
tarafından Roma’ya gönderilmesinin nedeni Attilâ’nın Batı Roma’ya Doğu
Roma karşısında yardım etmesi ve Roma siyasetini öğrenmesi maksadıyladır
(Efe 2018a: 124).
Bu bakımdan bu eserde Attilâ’nın esaret hayatından söz
edilmemiştir.
Okay Tiryakioğlu’nun Avrupa’yı Dize Getiren Türk Attila isimli eserinde
Attilâ’nın Batı Roma’ya rehin olarak gönderildiği ilk dönemde Gaidentius
himayesinde rahat bir hayat sürdüğü iyi bir eğitim aldığı görülür. Ancak
durumlar daha sonra değişir ve Attilâ tam bir esaret hayatı yaşamaya başlar.
373
“İki buçuk aydır, Roma Gladyatör Okulu’nun hücrelerinden birindeydi
artık. Rakiplerinden ayrıcalıklı muamele görmemesine karar verilmişti. Bu
rutuberli duvarlar, esaretini, ona ilkdefa yürekten duyuruyordu” (Tiryakioğlu
2018: 61). Attilâ’nın esaret hayatını gerçek manada hissetmeye başladığı bu anlar
onun için bir kırılma noktası olur, Roma’nın geleceği ile ilgili ileride alacağı
kararlar bu süre zarfında şekillenmeye başlar. Ayrıca Gladyatör Okulunda kaldığı
süre boyunca aldığı zorlu eğitim ve hayatta kalma mücadelesi onun daha güçlü
bir karaktere bürünmesinde, daha sağlam bir iradeye sahip olmasında etkili olur.
Sonuç olarak esaret hayatı tüm olumsuzluklarına rağmen Attilâ’nın kişiliğinin
şekillenmesinde oynadığı rol bakımından ve Roma’nın iç siyasetini ve zayıf
yanlarını öğrenmesini sağlaması bakımından bir avantaja dönüşür. Attilâ rehin
olarak gittiği Roma’dan bir özgürlük savaşçısı olarak ayrılır.
M. Turhan Tan’ın Cengiz Han Bozkırların Mavi İmparatoru’nda Cengiz
Han’ın çocukken esir düştüğü kısımlar yoktur. Eser Cengiz’in Merkitlerle
giriştiği mücadeleyle başlar bu savaş esnasında Cengiz’in eşi Börta esir düşer. Bu
eserde esaretin Börta üzerinden işlendiği görülmektedir.
“Tanrı uludur. Değerli bacı düşman eline düştü, ulu Temuçin kurtuldu.
Yasımızı bu sevinç kapayacak!..”Temuçin, yüreğine bıçak sokulmuş gibi sarsıldı,
dudakları titreye titreye sordu. ‘Hay seni ölüm alsın. Düşman eline düşen bacı
benim Börta mı?’” (Tan 2015: 24).
Cengiz, esir düşmemiştir; ancak eşi Merkitlere esir düşmüştür. Cengiz Han
bunun üzerine Merkitlerden intikam almaya yemin eder. Daha sonra Börta
kendisi Merkitlerin elinden kurtularak Cengiz Han’ın yanına geri döner.
Cengiz Dağcı’nın Genç Temuçin isimli eserinde ilk olarak Cengiz Han,
babası öldükten sonra obasına saldıran Targutay’ın adamları tarafından yakalanır
ve boyunduruğa vurulur. Esaretin acı yüzüyle daha küçük yaştayken karşılaşır.
Cengiz Han, Merkitler obasına saldırıp eşini kaçırdıktan sonra İlah Ötegey ile
konuşurken şu ifadeleri kullanır: “Babam Yesügey Bahadır hayatta iken kimse
bana itsin, kölesin, demedi. Moğol toprakları üstünde ben de, her Moğol gibi,
özgürdüm. Ama şimdi… Bak, boynumdaki boyunduruk yaralarına, bak!” (Dağcı
2016: 218).
374
Cengiz Han’ı esaret yaşadığı dönemde çektiği sıkıntılar onu daha güçlü
hâle getirmiştir ve düşmanları karşısında daha temkinli olmaya itmiştir. Aynı
zamanda Cengiz Han, Moğolların esir yaşayamayacak bir millet olduğunu
düşünür ve esareti kabullenmeyerek kaçıp kurtulur. Eserde esaretin görüldüğü bir
diğer kısım Börte’nin Merkitler tarafından kaçırıldığı kısımdır. Börte bir yıl
kadar bir esaret hayatı yaşadıktan sonra Cengiz Han tarafında kurtarılır.
Ahmet Haldun Terzioğlu’nun Gök Moğolların Başbuğu Cengiz Han isimli
eserinde Cengiz Han, kendisinden beyliği çalan Targutay’a esir düşer. Esaret
sırasında çok sıkıntılı günler geçirir.
“Kıpırdayamaz hâldeydi Timuçin. Ağırlığı ile onu engelleyen bu
boyunduruk olduğu sürece kaçması mümkün değildi. Üstelik onu ortaya çakılan
bir kazığa bağlamışlar başına da bir sakçı dikmişlerdi. Tuzağa yakalanmış bir
hayvan gibi hissediyordu kendisini. Direniyor, yıkılmamaya çalışıyor, yanına
gelip alay edenlere, onu itip kakıp tekmeleyenlere dayanıyordu. Öç duyguları
yakıyordu yüreğini.
Artık sıradan bir kişi, sıradan bir çocuk değildi Timuçin. Yaratıldığı gibi
kalmamıştı duyguları. Kişioğlu olmaktan çıkacak durumdaydı. Yine de
umutluydu. Bir fırsat istiyordu. Bir fırsat… Bunun olacağına da inanıyordu”
(Terzioğlu 2016c: 118).
Bu esaret sırasında çektiği sıkıntılar onun kişiliğinde tamiri mümkün
olmayan izler bırakır. Esaretin getirdiği ağırlık Cengiz Han’ın kişiliğini ezip küle
çevirmek yerine bir kor hâline getirir ve daha fazla güçlendirir. Esaretin
kişiliğinde açtığı derin yaralar onun ileride alacağı karaları ve ileride devlet
yönetiminde yapacaklarını da şekillendirir. Cengiz Han’ın esaret günleri hiç
kuşkusuz onun acımasız karakterinin oluşmasında ve düşmanlarına taviz
vermemesindeki temel etkenlerden birisi olmuştur. Bu bakımdan esaretin
Mete’nin Attilâ’nın kişiliğinin oluşmasında büyük tesiri olduğu gibi Cengiz’in
kişiğinin oluşmasında da tesiri olmuştur” (Terzioğlu 2016c: 118).
A. Hakan Bayrakçı’nın Bozkırın Oğlu Cengiz Han isimli romanında Cengiz
Han, Targutay’ın obasına yaptığı baskın sonrasında tutsak düşer ve boynuna
bukağı takılır. Cengiz Han daha çocuk yaştayken esaretin acı yüzüyle karşılaşır.
375
“Kısa gezintiden sonra yorgun düşmüştü Temuçin. Bukağı ağır geliyordu, hiç
alışamamıştı.
-Bunu taşımak ne zormuş!
-Alışırsın.
Çadırın önünde yere otudular. Temuçin alnında tanelenen teri elinin
tersiyle sildi” (Bayrakçı 2013: 72). Temuçin’in yaşadığı kısa süreli esaret hayatı
ona acı bir tecrübe katar; ancak o bu esaretten daha fazla güçlenerek çıkar.
Esaretten kurtuluşu kendisine duyulan sempatiyi artırır. Bu eserde okurun
karşısına çıkan bir diğer esaret vakası da Börte’nin Merkit’lere esir düştüğü
kısımdır. Börte, Merkitlerin elinde bir yıla yakın bir süre esir kaldıktan sonra
Cengiz Han, tarafından kurtarılır.
Mehmet Kemal Erdoğan’ın Cengiz Han isimli romanında Cengiz Han’ın
diğer eserlerde anlatıldığından daha kötü koşullarda farklı bir şekilde esaret
hayatı yaşadığı görülür. Cengiz Han Camuka’ya karşı giriştiği savaşta mağlup
olunca savaş esiri olarak alınır ve daha sonra köle tüccarlarına satılır. Köle
Tüccarları da onu Tangut krallığına esir olarak askerleriyle birlikte satarlar.
Tangut Kralı Cengiz Han’ı şehirin göbeğinde bir kafesin içerisine koyar ve onu
bir hayvanmışçasına insanlara teşhir eder. Bu kafeste aç ve susuz kalan Cengiz
Han yıllar boyunca kafesine gelen güvercinleri yiyerek ve yağmur suyu içerek
hayatta kalır. Bu zorlu yıllar Cengiz Han’ın hayatında ve gelecekte alacağı
kararlarda, ayrıca kuracağı imparatorluğun yapısı hakkında uzun uzun düşünmesi
ve fikirlerinin şekilllenmesi için zorlu bir mektep görevi görür.
“İnsanlar için hayat olan suyun ne kadar değerli bir şey olduğunu şimdi
daha iyi anlıyordum. Yapacağım yasalarda su ile ilgili yasaları, kuracağım
devlette yeniden ve daha ince ayrıntılarla yapmaya karar verdim o gün.
Yasalarıma, buyruklarıma uymayanlara ölüm cezası getireceğimi bir kez daha
kendime kabul ettirdim. İnsanlar iyice kirlenmeden yıkanmamalıydı. İşte şimdi
benim yaşadığım gibi, suyun değerini anlamalıydılar. Her Moğol benim
yaşadığımı yaşamalıydı. O zaman kağanlarının neye katlandığını daha iyi idrak
etmiş olacaklardı” (Erdoğan 2016b: 127).
376
Cengiz Han’ın zorlu esaret günleri onun karakterini güçlendirdiği gibi
geleceğe yönelik fikirlerinin oluşmasını da sağlar. Eserde esaret konusu ayrıca
Börte üzerinden de ele alınır. Cengiz Han gibi eşi de esaretin ne demek olduğunu
tatmış kendi rızası olmadan bir Merkitliden hamile kalmıştır. Daha sonra da o
Merkitliyi Cengiz Han kendisini kurtarmaya geldiğinde öldürmüştür. Bu eserde
esaretin korkunç yüzü ve esaret hayatı yaşayan insanların üzerinde bıraktığı
tamiri olmayan etki Cengiz Han ve Börte üzerinden ifade edilir. Cengiz Han’ın
acımasızlığının altında yatan temel sebeplerden birisi de yaşadığı bu esaret
hayatıdır. Esaret yılları ona düşmanlarına karşı acımasız olması gerektiğini
öğretmiştir.
Okay Tiyakioğlu’nun Cengiz Han Rüzgâr ve Ateş İmparatorluğu isimli
eserinde Cengiz Han Camuka ile birlikte esir düştüğünde Moğol toplumuyla
ilgili aksaklıkları görür ve esaretin ruhunda açtığı derin yaralar ile düşünceleri
keskinleşir ve öfkesi bilenir. Esaret günleri onun gelecekle ilgili alacağı kararları
etkiler. Camuka ile yaptığı konuşma esaretin Cengiz’in fikirleri üzerindeki
tesirinin derecesini gösterir.
“Gün gelecek göreceksin kardeşim, sen yalnızca sabırlı ol ve bizi buradan
çıkar. Pek yakında öyle bir zaman gelecek ki disiplin nedir, emre itaat nedir,
sadakat nedir; hepsini öğrenecek Moğol milleti! İtaat etmeyenleri, o içinden
çıkmadıkları şarap küplerinde boğacağım; işte o zaman nöbette uyuyan bir asker
dahi görülmeyecek bu topraklarda. Genel intizama hakkıyla riayet etmeyenin
derisini diri diri yüzdürdüm mü, bir daha disiplinden taviz verecek tek bir
Moğol’a dahi rastlanmayacak!” (Tiryakioğlu 2016: 143).
Cengiz Han’ı hiçbir şey bu esaret sürecindeki kadar derinden etkilemez ve
onun ruhunda kırılmaya yol açmaz. Romanın anlatıcısı bu du durumu şu şekilde
izah eder.
“Timuçin’in o genç yaşına kadar muhafaza ettiği serinkanlı tabiatını
ansızın parçayalacak, hasta ve tükenmiş bedeniniyse bundan sonra hiç
sönmeyecek bir öfkenin emrine vererek canlandıracak o kırılma anı gelmişti işte.
O günden sonra tutunacağı gazavı, tabii sürecinde olması gerektiğinden çok
daha sert biri hâline getirecekti onu” (Tiryakioğlu 2016: 141).
377
Esaretin ruhunda açtığı derin yararlarla daha da güçlenen Cengiz Han bu
esaretten birlikte esir düştüğü Camuka’nın yardımıyla kurtulur ve yurduna geri
döner. Ancak geri döndüğünde artık her şeye bir başka bakar.
Bülent Bengisu’nun Savaşçıların Efendisi Cengiz Han romanında Cengiz
Han Targutay’a yakalandıktan sonra boyunduruğa vurulur ve bu esaretten kendi
çabasıyla ve Sorkan Şira’nın yardımıyla kurtulmayı başarır (Bengisu 2016: 33).
Cengiz Han’ın yaşadığı bu esaretten sonra eşi Börte evlendikten kısa bir süre
sonra Merkitler tarafından kaçırılarak tutsak edilir. Cengiz Han çok sevdiği
eşinin esaretten kurtulması için Merkitlere karşı savaşa girişir. Cengiz Han savaş
sonucunda eşini kurtarır. Ancak eşi Börte hamile olarak Cengiz’e döner ve
Cengiz Han hiçbir zaman Börte’nin Merkitler’den mi yoksa kendisinden mi
hamile kaldığını anlayamaz, çocuğun kendisinden olduğuna emin olamaz
(Bengisu 2016: 41). Cengiz Han’ın ve eşinin yaşadığı esaret onun kişiliğinde
derin yaralar açar ve karakterindeki acımasızlığın oluşmasında büyük etken olur.
Coşkun Mutlu’nun Cengiz Han Bozkırın Hükümdarı isimli eserinde Cengiz
Han’ın Targutay’a esir düştüğü ve boyunduruğa vurulduğu görülür. Cengiz Han,
daha çocuk yaştayken esaretin soğuk yüzüyle karşılaşır.
“Targutay daha büyük kahkaha atarak, ‘Köpek soyuna bak hele beni
öldürecekmiş. Varın gidin bu iti boyunduruğa vurun ve köy köy gezdirelim.
Yesügey’in soyunun ne halde olduğunu herkes görsün’ dedi. Emri alan askerler
hemen ağaçtan yapılma boyunduruğu onun narin boynuna geçirdiler. Kafası
tahtadan dışarı çıkarken iki kolu da iki yana uzatılıp bağlanmıştı. Başta Targutay
olmak üzere Tayciutlar kahkahalar atarak zafer kazanmış bir komutan edasıyla
gülüyorları.
Onlar gülerken Temuçin dudaklarını ısırıyor, ağzında biriken kanı yutarak
öfkesini önlemeye çalışıyordu. Ömrü boyunca da bu kanın tadını unutmaycaktı.
Bozkırın acımasız yasası on beş yaşında bir çocuğu boyunduruğa vurduruyordu
” (Mutlu 2019: 43).
Cengiz Han, bu eseret sırasında aşağılanır, hakarete maruz kalır ve
hırpalanır. Ancak bu esaret onun içinde yanan ateşi daha fazla güçlendirir ve
kurtulduktan sonra düşmanlarının tamamından intikam almaya yemin eder.
378
Aradığı fırsatı da bir gün yakalar ve nöbetçisini öldürerek esaretten kurtulur.
Özetle bu eserde Cengiz Han’ın yaşadığı esaret, kişiliğinde önemli bir etkiye yol
açar ve kendi düşmanlarına karşı acımasız bir kimliğe bürünmesinde rol oynar.
Mete Han’ı, Attilâ’yı ve Cengiz Han’ı konu alan romanların birkaçı
haricinde esaret hayatından ve esaret hayatının bu üç hükümdarın ruhunda ve
karakterinde meydana getirdiği etkiden bahsedilmiştir. Esaret hayatı; bu üç
hükümdarda derin tesirlere yol açarak onların, ülkelerinin ve düşmanlarının
geleceği ile alacakları kararda büyük bir rol oynamıştır. Onlar esaret hayatı ile
daha sert bir mizaca bürünerek düşmanları karşısında zayıflık göstermemeleri
gerektiğini öğrenmiştir. Mete Han, Yüeçilere esir düştükten sonra babası
hakkındaki ve düşman ülkeler hakkındaki hükmünü vermiş, Attilâ Roma’da esir
kaldığı süre sonucunda Roma’nın geleceğiyle ilgili kararlarını ve nasıl bir ülke
kuracağı fikrini olgunlaştırmıştır. Benzer şekilde Cengiz Han da Targutay’a esir
düştükten sonra rakipleri karşısında en küçük bir zafiyet göstermemesi ve her
zaman güçlü olması gerçeğini görmüş ve düşmanlarına karşı fikren ve bedenen
bilenerek esaret hayatından daha güçlü bir şekilde kurtulmayı başarmıştır. Ayrıca
kuracağı ülke konusundaki fikirleri de daha net bir hâle gelmiştir. Yukarındaki
örneklerde de görüldüğü üzere bu üç hükümdarı ele alan romanların büyük bir
kısmında esaret hayatı üç hükümdarın hayatlarında önemli bir kırılma noktası
olmuş ve onların kişiliklerinin oluşmasında ve iradelerinin sağlamlaşmasında
büyük bir etki yaratmıştır.
379
380
SONUÇ
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın hayat hikâyeleri göz önünde
bulundurulduğunda onların başarılarının altında yatan nedenlerin bireysel farklılıkları
dışında ortak olduğu görülür. Kendi dönemlerinin yaşayan en zeki, en akıllı liderleri
olmanın yanında yaşadıkları dönemler farklı olsa da yetiştikleri çevre koşullarının ve
kişiliklerinin oluşmasını sağlayan etkenlerin benzerliği dikkat çeker. Üç hükümdar
da zorlu hayat koşullarından geçmiş ve hükümdarlık haklarını ağır bedeller ödeyerek
elde etmiştir. Benzer kültürel özellikler taşıyan liderler bozkır hayatının mizaçlarına
kattığı sertlik ile olgunlaşmış; kanla, acıyla ve kederle geçen zorlu ilk gençlik
yıllarının ardından dağınık hâlde bulunan toplumlarını sert müeyyideler ve yasalar ile
disipline ederek düzene sokmuştur. Önce kendi uluslarının kenetlenmesini sağlamış,
daha sonra birçok ulusun bir arada yaşadığı imparatorluklar kurmuşlardır.
Uyguladıkları askerî disiplin ile dönemlerinin en güçlü ve etkili ordularını
yaratmışlardır. Törelerine, geleneklerine ve inançlarına mutlak bir bağlılık gösteren
bu muazzam liderler yaptıkları yenilikler ve yasal düzenlemeler ile çok kısa bir
sürede toplum mühendisliğinin en üstün örneklerini sergilemişlerdir. Onların Türk
romanlarına yansımaları da bu doğrultuda olmuştur. Türk romancıları tarafından
askerî dehaları, sağlam otoriteleri; adil, eşitlikçi, yasalar dâhilinde özgürlükçü ve
cömert devlet adamlıklarıyla ele alınmışlardır. Kadına karşı duyarlılıkları ve
yaşadıkları ihtiraslı aşklar ile kurmaca gerçeklik içerisinde entrika unsurunun göz
alıcı bir parçası hâline gelmişlerdir. İncelenen birçok romanda Türklüğün yılmaz
bekçileri oldukları Türk milletini yüceltmek yükseltmek ve refaha kavuşturmak için
gösterdikleri mücadeleler ile ele alındıkları görülmüştür.
Mete Han ve Attilâ’nın ele alındıkları eserlerin çoğunda Türk olarak ele
alındıkları görülürken Cengiz Han birkaç eserde Türk olarak ele alınmış geriye kalan
eserlerin birçoğunda da kurduğu devletin Türk aklı esas alınarak oluşturulduğu
belirtilmiştir. Gök Tanrı inancına mensup bu üç hükümdarın bu inançtan beslendiği
ve yönetme yetkisini kut inancı doğrultusunda elde ettikleri temi işlenmiştir. Göçebe
kültürün muhafazası noktasında gösterdikleri duyarlılık ve kendi çağlarını yakalamak
için yaptıkları yenilikler anlatılmıştır. Ayrıca bu üç hükümdarın askerî karakterleri ve
devlet adamlıkları da Türk romancıları tarafından benzer biçimde işlenmiştir. Mete,
381
Attilâ ve Cengiz yaşadıkları dönem farklı olsa da Türk romancıları tarafından
yaşadıkları esaret ve bozkır yaşantısının mizaçlarına kattığı sertlik ve acımasızlık ile
anılmışlardır. Bu üç hükümdarı ele alan romancıların birçoğunun bu isimleri
törelerine ve geleneklerine sıkı sıkıya bağlı; ancak aynı zamanda yeniliklere açık
birer lider olarak betimledikleri de görülmüştür. Aynı zamanda bu üç hükümdar Türk
romancıları tarafından kanunlara değer veren ve kanun yapan liderler olarak
anlatılmıştır.
Yukarıdaki kısımdan da anlaşılacağı üzere Türk romancıları Mete, Attilâ ve
Cengiz’i ele alırken bilinçli olarak birlikte hareket etmese de ortaya koymaya
çalıştıkları tez bakımından tesadüfi ve habersiz bir fikir birliği oluşturmuştur. Mete
Han, Attilâ ve Cengiz Han farklı dönemlerde yaşayıp birbirlerinden farklı liderler
olsalar da Türk romancıları tarafından benzer bir zihniyet doğrultusunda ele
alınmışlardır. Bu çalışmaya konu olan eserlerin birçoğunun tezli birer eser olması da
bu eserlere konu olan bu isimler arasındaki ortak paydanın oluşmasında etkili olmuş
ve bu üç isim ile verilmeye çalışılan ortak bir mesaj oluşmasına yol açmıştır.
Özetle denilebilir ki; Türk romancıları Mete, Attilâ ve Cengiz’i eserlerinde
benzer yaklaşım tarzlarıyla benzer bir şekilde işlemişlerdir. Onların hayatlarını konu
alırken tarih biliminin dolduramadığı boşlukları kendi hayal güçleriyle doldursalar
dahi genel olarak vermek istedikleri mesaj ortak olmuştur. Örneğin, bu üç hükümdarı
konu alan romancılarının hemen hepsi onların karakterlerindeki sertliği bozkır
yaşantısıyla ve geçirdikleri zor çocukluk dönemiyle ilişkilendirmişlerdir. Yine
yazarlar bu üç hükümdarı mütevazı, cömert ve kadına karşı duyarlı birer lider olarak
ele almışlardır.
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han tarihte iz bırakan liderler olmalarının yanı
sıra geçmişte birçok efsanelere ve destanlara da konu olmuşlardır. Mete Han “Oğuz
Kağan” destanında, Attilâ “Attilâ ve Nibelungen” destanlarında, Cengiz Han
“Cengiz-name”de anlatma esasına bağlı metinlerden olan destanların içerisindeki
yerlerini almıştır. Aynı zamanda kendi devirlerinde de birçok yabancı tarihçinin
üzerinde önemle durduğu isimler olmuşlardır. Tarihin her döneminde isimlerinden
söz ettiren bu kıymetli şahsiyetler, Türk tarihçileri tarafından da geniş çaplı
araştırmalara konu olmuş haklarında birçok eser yazılıp çizilmiştir. Özellikle 2010
382
yılından itibarende bu üç isim Türk romancılarının da ilgi odağı haline gelmiştir.
Türk tarihinin eski dönemlerine olan ilginin artması ve Türk tarihini bütünlük
içerisinde ele alan tarih anlayışının ülkemizde daha fazla yerleşmeye başlaması da
bunda etkin rol oynamıştır. Bir bakıma Mete, Attilâ ve Cengiz Han karakterleri sözlü
anlatı türleri olan destanlardan yazılı anlatı türü olan romanlara bir geçiş yapmıştır.
Bu durum da göstermektedir ki tarihe yön veren kişiler her çağda ve zamanda edebî
eserlerin konusu olmaktadır. Ayrıca onlar edebiyatçıların iletmek istedikleri
mesajları ileten birer araç olarak geçmişte olduğu gibi bıraktıkları fikirlerle toplumsal
dinamizme katkı sunmaya devam etmektedirler. Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han bu
bakımdan ölümleri üzerinden yüzlerce binlerce yıl geçmesine rağmen hâlâ
fikirleriyle ve örnek devlet adamlıklarıyla yaşamaya devam etmektedirler.
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın kurdukları devletler kendi dönemlerinde
çok güçlüyken inşa ettikleri ülkeler oğulları arasında paylaşıldıktan sonra güç
kaybetmiştir. Bu durum da onların neden özel liderler olduğunu gösteren kısımların
başında gelmektedir. Çünkü bu durum devleti kurmakta ve devletin güçlü
kalmasında liderlerin ne kadar önemli olduğunu göstermek bakımından dikkate
değerdir.
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ın ortak noktalarından birisi de Türk birliğini
sağlamış ve Türk kavimlerini bir araya getirmek suretiyle güçlenmiş olmalarıdır. Bu
bakımdan onları ele alan romancıların büyük bir bölümü eserlerinde Türk birliği
tezini işlemiştir. Anne tarafından Türk olan baba tarafından Moğol olan Cengiz Han
dahi Türk birliğini kurmayı amaçlayan bir lider olarak ele alınmıştır.
Bu çalışma ile Türk aydınının Türk tarihine duyduğu ilginin devam ettiği
görüldüğü gibi Türk tarihinin bir zincirin halkaları gibi bütün olduğunu kabul eden
bir tarihçilik ve yazarlık anlayışının var olduğu da görülmüştür. Ayrıca üretilen
eserlerin büyük bir bölümünün Türkçülük ve Turancılık fikirlerinden beslenerek
üretildiği tespit edilmiştir.
Bu çalışmaya konu olan Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ı romana taşıyanlar
arasında Peyami Safa, M.Turhan Tan gibi eski dönem Türk tarihine Cumhuriyet’in
ilk yıllarında Atatürk’ün de desteklediği tarih tezini destekleyen bir pencereden
bakan isimlerle beraber Cengiz Dağcı gibi Türk edebiyatında önemli bir yer etmiş
383
yazarlar olduğu da görülür. Bu isimlerle beraber son dönemlerde ürettiği popüler
tarihi romanlarla Türk tarihî roman yazıcılığına katkı sunan ve kendi çizgisini
oluşturan Ahmet Haldun Terzioğlu gibi yazarlar da vardır. Ayrıca Mehmet Kemal
Erdoğan, Hasan Erdem, Yiğit Recep Efe, Hayrani İlgar, Hüseyin Adıgüzel, Okay
Tiryakioğlu gibi özellikle İslamiyet öncesi Türk tarihini ele alan popüler tarihî roman
temsilcilerine ve tarihî romanlarında yaşanan tarihî olayları, kahramanlarının sosyal
statüleri ve kişilikleri üzerinden değerlendirerek bir tablo ortaya koymaya çalışan 1
İbrahim Karahan gibi yazarlara da rastlanmaktadır. Bülent Bengisu, Muharrem
Eryılmaz, A. Hakan Bayrakçı, Coşkun Mutlu gibi tarihî roman yazıcılığında ilk
eserlerini veren isimler de bu üç hükümdarı konu alan yazarlar arasında yer
almaktadır.
Bu çalışmada toplamda dokuz adet Attilâ, sekiz adet Cengiz Han ve dört adet
Mete Han’ı doğrudan eserin merkezine yerleştiren romana yer verilmiştir. Bu
romanların tamamında Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han isimleri romanın adı
olmuştur. Ayrıca bu eserlerin tamamı Türkçe olarak Türkiye’de yayımlanmış
eserlerdir. Aynı zamanda eser yazarlarının birkaçının bu çalışmaya konu olan üç
hükümdarın ikisi ya da üçüyle ilgili roman yayımlamış olduğu görülmüştür. Bu
bakımdan çalışmanın sonuç kısmına gelindiğinde bu üç hükümdarın bir arada
değerlendirilmesine yol açan etmenlerin onları konu alan yazarların zihinlerinde de
bir ortaklık taşıdığı söylenebilir. Örneğin Mehmet Kemal Erdoğan bu üç isimle ilgili
romanlarının üçünde de ortak bir zeminden hareket etmekte olaylar ve kişiler değişse
de İslamiyet öncesi Türk toplumunun töreleri âdetleri inançları ve yaşayış biçimlerini
benzer şekilde anlatmaktadır. Ahmet Haldun Terzioğlu hem Mete Han hem Cengiz
Han’ı konu alan; Yiğit Recep Efe, Mete ve Attilâ’yı konu alan; Okay Tiryakioğlu,
Attilâ ve Cengiz Han’ı konu alan romanlarında bu isimleri benzer şekilde işlemiştir.
Ayrıca bu yazarların bu üç hükümdardan birisinin romanını yazdıktan bir süre sonra
bir diğerinin romanını yazması bu isimlerle ilgili tek bir roman yayımlamış olan
isimlerin de ilerleyen dönemlerde yayımlayacakları romanlarda diğer iki ismi
muhtemelen konu alacakları konusunda bir ipucu vermektedir. Sonuç olarak
denilebilir ki Mete Han’ın, Attilâ’nın ve Cengiz Han’ın hayat hikâyelerindeki ortak
1
https://1000kitap.com/yazar/Ibrahim-Karahan
384
noktalar Türk yazarlarının da onlarla ilgi eser üretme fikrinde ortak bir bilinç
yaratmıştır.
Başlangıçta Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han’ı ele alan romanların sayısı az
olsa da zamanla bu üç hükümdarı ele alan yazarların bu isimlerle ilgili ürettikleri
romanların sayısı artmıştır. Ayrıca bu üç hükümdarın hayat hikâyelerine yeni bakış
açıları getirilmek suretiyle onların hayat hikâyeleri birçok farklı biçimde ele
alınmıştır. Ancak görülmüştür ki her yazar farklı bir bakış açısıyla bu üç hükümdarın
hayat hikâyesini ele alsa da romanların kurguları birbirine birtakım benzerlikler
taşımaktadır. Bu eserlerin ele alınışında yazarların büyük bir kısmı tarihî gerçeklere
hassasiyet göstererek Türk ve dünya tarihi için önemli olan bu isimlerin itibarlarının
zedelenmemesi ve gelecek kuşaklara yanlış tanıtılmaması konusunda hassas
davranmıştır. Ancak bazı yazarlar bu üç hükümdarın gerçek hayat hikâyesinden
sapmalarda bulunmuşlardır. Muhtemelen bu yazarlar bunu yaparken Batılı
kaynakların acımasız eleştirilerine öykünmekten kendilerini kurtaramamıştır.
Tarihî roman yazarları elbette birer tarihçi değildir; ancak tarihî bir konuyu
ele alırken topluma ve tarihî gerçeklere olan sorumluluklarından dolayı dikkatli
davranmaları gerekmektedir. Romancıların kurmaca dünyanın özgürlüğü içerisinde
kaleme alacakları yanlış bilgiler toplum nezdinde tarihin en önemli simalarının yanlış
bir intiba ile yer etmesine yol açmakta ve milli tarihe olan saygının zedelenmesine,
geçmişle olan bağların sarsılmasına, tarih ve millet şuurunun tesis edilmesinde
gereksiz tartışmaların oluşmasına yol açmaktadır. Bu bakımdan tarihî roman
yazarlarının sosyal sorumluluklarının farkında olarak kalemlerinden dökülen
sözcüklere değer katmaları gerekmektedir. Bu çalışmada ele alınan romanların büyük
bir kısmında bu hassasiyete dikkat edildiği görülmüştür. Mete Han, Attilâ ve Cengiz
Han incelenen romanların büyük bir kısmında yukarıda da bahsedildiği üzere tarihî
gerçeklere uygun biçimde doğru bir tarih bilinci tesis etmek gayreti gözetilerek ele
alınmıştır. Ayrıca bu üç kıymetli hükümdarı ele alan Türk romancıları Türklük, Türk
birliği gibi kavramları ve Türk tarihininin ayrılmaz bütünlüğünü gözler önüne
sermek bakımından toplumun ihtiyaçlarına önemli bir katkıda bulunmuştur.
Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han romanları bu üç önemli tarihî şahsiyetin
gerçek hayat hikâyelerinden esinlenerek kurgulanmıştır. Ayrıca bu üç ismin ve
385
onların yakın çevresinde bulunan kişilerin vaka içerisinde güçlü bir Türklük
bilinciyle kurgulandığı görülmüştür. Mete, Attilâ ve Cengiz konu oldukları
romanlarda Türklük bilinci çerçevesinde hareket eden ve en büyük amacı Türk
birliğini kurmak olan liderler olarak ön plana çıkmıştır. Türklük bilincine sahip olan
bu üç hükümdar ve onların hikâyesini anlatmak için kurgulanmış Suptar, Ottigin,
Tanju, Akçar gibi karakterler aracılığı ile de Türklük ve Türklerin ahlaki özellikleri
yüceltilmiştir.
Çalışmaya konu olan eserlerin tamamında bu üç hükümdar ve yakın
çevresinde yer alan yardımcı karakterler Türk töresine, geleneklerine bağlı, dinine
sahip çıkan, adaletli, cesur, korkusuz, vatanını ve milletini kendisinden üstün tutan,
düşmanlarına karşı acımasız; ancak mazlumların yanında olan erdemli ve yüksek
ahlaki değerlere sahip kadim Türk milletinin şerefli bir mensubu olarak eserlerin
içerine konumlandırılmışlardır. Yazarların eserlerinde yer alan karakterleri bu şekilde
anlatmalarının temelinde tarihî gerçekler yattığı gibi son beş on yılda yazarların bu
tarihî gerçekleri popüler kültürün ihtiyaçlarına cevap verecek biçimde yeniden
anlatma isteği de yatmaktadır. Bu bakımdan Türk yazarları bu şahısları konu alarak
bir bakıma kendi tarihimizi ve benliğimizi keşfetmeye yönelik bir iç hesaplaşma
süreci başlatmıştır. Bu süreç sonunda da Türk tarihinin eski dönemlerinin gurur
duyulacak, örnek alınacak dönemler olduğu görülmüştür.
Kadim Türk tarihinin aydınlatıldığı bu eserler tarihî birer vesika olmamakla
birlikte, Türklerin kadim dönemlerde sanıldığı gibi barbar ve ilkel bir toplum
olmadığını göstermek bakımından da dikkate değerdir. Ayrıca unutulmamalıdır ki
çalışmada kullanılan romanların büyük bir çoğunluğu tarihsel gerçekliğe vurgu
yapacak biçimde kurgulanmış ve büyük oranda tarihî gerçeklerden istifade etmiştir.
Yapılan son bilimsel çalışmalar da göstermektedir ki Türkler tarihin uzak
dönemlerinde bilimde, sanatta ve zanaatta yaşadıkları çağın ötesine geçmiştir.
Onların başarısı sadece at üstünde kılıç savurup ok atmakla olmamış kurdukları ileri
düzey medeniyet yapısı da bunda etkili olmuştur.
Tüm bunların yanı sıra Türklerin kadim tarihinin ilerleyen dönemlerde daha
fazla aydınlatılacağı ve Türklerin sadece Çin ve bazı Batılı kaynaklarda ifade
edilenden çok daha fazlası olduğu görülecektir. Ayrıca bu çalışmanın malzemesini
386
oluşturan eserleri üreten yazarlar Türk milletinin günümüzde sürekli yok edilmeye
çalışılan değerlerinin savunulmasına yönelik bir reaksiyonun sonucu olarak da bu
eserleri kaleme almışlardır. Bu eserler bir bakıma Türk tarihinin Türk romancıları
tarafından keşif macerasıdır.
Batı dünyasının Attilâ’yı Cengiz’i ve Mete’yi birer barbar olarak değil de
askerî ve idari deha olarak yeniden keşfettiği ve onların başarılı liderlik sırlarını
çözmeye çalıştığı bir dönemde bizlerin de Attilâ, Cengiz ve Mete’nin askerî
karakterini, liderlik özelliklerini ve düşünce yapılarını daha iyi bilmeye ihitiyacı
vardır. Bu ihtiyaç geleceğin güçlü liderlerini yetiştirmek, Türk devlet geleneğinin
köklerinin ne kadar derine uzandığını göstermek bakımından da önem arz
etmektedir. Batı dünyasının bugün Attilâ’yı kişisel gelişim kitaplarında “Başarılı
lider nasıl olunur”un örneği olarak gösterdiği gerçeği bizim olan değerlere sahip
çıkmanın önemini bir kat daha artırmaktadır. Bu bakımdan gelecek kuşakların rol
model alabileceği böyle üstün yetenekli devlet adamlarını Türk romancılarının
eserlerinde konu almaları ve onların fikirlerini günümüz dünyasına taşımaları iki kat
daha fazla önem arz etmektedir.
Bizim tarihimizde yer alan kahramanların ve dünyayı derinden sarsmış
liderlerin örneği çoktur. Gelecekte, tarihte atalarımızın inşa ettiği devletler gibi güçlü
bir Türkiye yapılanmasına gitmek için Atatürk’ün zamanında yapmaya çalıştığı gibi
Türk tarihini daha doğru ve detaylı bir biçimde okumaya ihtiyaç vardır. Bu sebeple
romancıların bu tezin konusu olan isimlerle ve Türk tarihini yakından ilgilendiren
diğer önemli şahsiyetlerle ilgili daha fazla eser üretmeleri bu gerçeği görmeye
başladıklarını göstermekte ve böylelikle geçmişle geleceği kuşatmak vazifesini
yerine getirmek noktasında daha etkin olduklarını ortaya koymaktadır. Çalışma
içerisinde görülmüştür ki Attilâ ve Cengiz Han ile ilgili yayımlanmış olan roman
sayıları yeterli düzeydeyken Mete Han ile ilgili daha fazla eser üretilmesine ve
çalışma yapılmasına ihtiyaç vardır.
Çalışma sonucunda ayrıca başarılı liderlik konusunda Mete Han, Attilâ ve
Cengiz Han’ın adaletli oluşlarıyla ve liderlik vasıflarıyla her dönemde örnek
alınabilecek liderler olduğu da anlaşılmıştır. Bununla birlikte Türk toplumunun tarih
öğrenirken bilimsel yayımlardan ziyade roman gibi kurmaca eserlere yönelmek
387
noktasında sergiledikleri tutum romancıların tarih konusunda bir bilinç oluşturmak
noktasında da hassasiyet göstermelerinin önemini bir kat daha artırmaktadır.
Görülmüştür ki çalışmaya konu olan eserlerin sayısı ve bu eserlere olan ilgi
gün geçtikçe artmaktadır. Bu artışta yukarıda sıralanan birçok etmen etkili olduğu
gibi bir diğer etmen de eserlerin daha fazla okunmasından ileri gelmektedir. Bir
bakıma bu eserlerin artmasında arz talep dengesi söz konusudur. Yazarlar
toplumların sosyolojik ihtiyaçlarına cevap verdikleri gibi toplumun ilgi gösterdiği
konularda da daha fazla üretim yapmaktadır.
Sonuç olarak, Türk romanında Mete, Attilâ ve Cengiz Han’a karşı son yedi
sekiz yılda giderek artan bir ilginin olduğu ve bu ilginin de Türk tarihine ve Türk
kültürüne duyulan ilgiyle doğru orantılı biçimde gerçekleştiği görülmektedir. Son
dönemlerde toplumumuzda Türk tarihine ve kaybolan değerlerimize olan ilginin
artması ve yeni neslin millî bir şuurla yetiştirilmesi fikri de bu eserlerin artmasında
etkin bir rol oynamıştır. Bu doğrultuda da Türk yazarların Mete, Attilâ ve Cengiz
gibi Türk ve dünya tarihinde yer etmiş isimler ile Türk milletinin özlediği güçlü
günlerine olan özlemlerini gidermek için bu eserleri kaleme aldığı düşünülebilir.
Ayrıca bu romanların son yıllarda ortaya konulan güçlü Türkiye fikrini Türklerin
güçlü günlerine yapılan atıfla pekiştirmeyi hedeflediği de söylenebilir. Bunlarla
birlikte Türk romancıları Mete, Attilâ ve Cengiz isimlerini konu alan eserleri ile yeni
kuşaklara tarih bilinci aşılayarak kaybolmaya yüz tutmuş kadim Türk gelenek ve
göreneklerini anlatmak suretiyle kültür taşıyıcılığı görevini de üstlenmişlerdir.
Bu eserlerin sayılarının artmasının temel sebebi ise Türk toplumun giderek
yozlaşan değer yargılarının ve kültürünün bozulmasının önüne geçmeye yönelik
toplumsal bir tepkinin oluşmasıdır. Ayrıca bu isimleri konu alan eserlerin son
yıllarda sayısının hızla artmasının altında yatan bir diğer önemli sebep Türk
kimliğinin öne çıkarılması konusunda yaşanan tavrın dışavurumu ve milli kimliği
daha fazla ön plana çıkarma isteğinin bir tezahürüdür. Romanlar toplumların
aynalarıdır ve günümüzde Mete Han, Attilâ ve Cengiz Han romanlarının sayılarının
artması, bir bakıma Türk milletinin sesini duyurma ihtiyacından ileri gelmektedir. Bu
ihtiyacın yanında milli kimliği ve duruşu güçlendirmeye yönelik atılan adımlar da
etkili olmuştur. Bu bakımdan bundan sonraki süreçte de Türk romancılarının bu
388
dışavurumlarının
incelenmesi
ve
araştırılması
tahlillerinin yapılması gereklidir.
389
ayrıntılı
biçimde
sosyolojik
390
KAYNAKÇA 1
ABBOTT, Jacob (2016). Cengiz Han. (Çev: Esra Çıldır Kırtay). İstanbul: Altın Bilek
Yayınları.
*ADIGÜZEL, Hüseyin (2015). Başbuğ Attilâ. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları.
AGACANOV, Sergey Grigoreviç (2015). Oğuzlar. (Çev: Ekber N. Necef / Ahmet
Annaberdiyev). İstanbul: Selenge Yayınları.
AHMETBEYOĞLU, (2017). Attila’nın Sarayında Bir Romalı Grek Seyyahı
Priskos’a Göre Avrupa Hunları. İstanbul: Yeditepe Yayınevi.
AKALIN vd., Şükrü Haluk (2011). Türkçe Sözlük. Ankara: Türk Dil Kurumu
Yayınları.
AKÇURA, Yusuf (2018a). Müverrih Léon Cahun ve Muakkim Barthold’a Göre
Cengiz Han. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
AKÇURA, Yusuf (2018b). Türkçülüğün Tarihi. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
AKÇURA, Yusuf (2018c). Üç Tarz-ı Siyâset. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
AKSOY, İhsan (2017). “Toplumsal ve Siyasal Süreçte Türk Kadını”. Yaşam Dergisi.
32: 7-20.
ALPARGU, Mehmet (Ed.) (2008). Kuruluş ve Çöküş Süreçlerinde Türk Devletleri
Sempozyumu Bildirileri. Sakarya: Sakarya Üniversitesi Basımevi.
APUHAN, Recep Şükrü (2008). Türklerin Tarihi (Göktürkler’den Türkiye
Cumhuriyeti’ne 2500 Yıllık Savaş). İstanbul: Timaş Yayınları.
ATALAY, Canan (2014). “Asya Hun Devletinde Mao-Tun (Metehan) Dönemi”.
KMÜ Sosyal ve Ekonomik Araştırmalar Dergisi . 16: 107-109.
ATSIZ, Hüseyin Nihal (2003). Türk Ülküsü. İstanbul: İrfan Yayımcılık.
ATSIZ, Hüseyin Nihal (2014). Türk Edebiyatı Tarihi. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
1
Çalışmada malzeme olarak kullanılan romanların başına * işareti konulmuştur.
391
ARGUNŞAH,
Hülya (1990). Türk Edebiyatında Tarihî Roman (Türk Tarihiyle
İlgili). İstanbul: Yayımlanmamış Doktora Tezi. Marmara Üniversitesi.
Sosyal Bilimler Enstitüsü.
ARSLAN,
İhsan (2015). “Büyük Hun İmparatoru Cengiz Han’ın Din Algısı”.
Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi. 38: 1011-1027.
AYDIN, Ufuk (Ed.) (2012). Hukukun Temel Kavramları. Eskişehir: Anadolu
Üniversitesi Yayınları.
BALABAN, Ayhan (2006) İskit, Hun ve Göktürklerde Sosyal ve Ekonomik Hayat.
Ankara: T.C. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eski Çağ Tarihi
Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi.
*BAYRAKÇI, A.Hakan (2013). Bozkırın Oğlu Cengiz Han. İstanbul: Kerasus Kitap.
BELEK, Kayrat (2015). “Eski Türklerde At ve At Kültürü (Dünden Bugüne Kırgız
Kültürel Hayatı Örneği)”. Gazi Türkiyat. 16: 111-128.
BELGE, Murat (2008). Genesis “Büyük Ulusal Anlatı” ve Türklerin Kökeni. İstanbul:
İletişim Yayınları.
*BENGİSU, Bülent (2016). Savaşçıların Efendisi Cengiz Han. İstanbul: Hükümdar
Yayınları.
BOZDEMİR, Mevlüt (1982). Türk Ordusunun Tarihsel Kaynakları. Ankara: Ankara
Üniversitesi Siyasal Bilgiler Fakültesi Yayını.
BOZDOĞAN, Ahmet (2008). Romanda Türkiye Dışındaki Türk Dünyası. Ankara:
Akçağ Yayınları.
CENGİZ, Oğuzhan (2016a). Attila. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları.
CENGİZ, Oğuzhan (2016b). Cengizhan. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları.
CENGİZ, Oğuzhan (2016c). Metehan. İstanbul: Bilgeoğuz Yayınları.
ÇAKMAK, Tülay (2003). “Hsiung·nu ( Hun) Kişi Ad ve Unvanlarının Eski Çince
Yazı Çevrimi”. A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi. 21: 1-17.
ÇANDARLIOĞLU, Gülçin (2003). İslam Öncesi Türk Tarihi ve Kültürü. İstanbul:
Türk Dünyası Araştırmaları Vakfı.
392
ÇEŞMELİ, İbrahim (2016). İskitler, Hunlar ve Göktürkler’de Din ve Sanat. İstanbul:
Cinius Yayınları.
ÇETİN, Nurullah (2009). Roman Çözümleme Yöntemi. Ankara: Öncü Kitap.
*DAĞCI, Cengiz (2016). Genç Temuçin. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
DALKILIÇ,
Ercan (2007). Hikmet Tanyu’da Gök Tanrı İnancı Üzerine
Karşılaştırmalı Bir İnceleme. Kayseri: T.C. Erciyes Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri Anabilim Dalı Dinler Tarihi
Bilim Dalı Yüksek Lisans Tezi.
DEVLET, Nadir (2010). Avrasya Fatihi Cengiz Han. İstanbul: Başlık Yayın Grubu.
DİNÇ, İhsan (2002). Cengiz Han. İstanbul: Kastaş Yayınevi.
DİYARBEKİRLİ, Nejat (1972). Hun Sanatı. İstanbul: Millî Eğitim Basımevi.
DOĞAN, Orhan (2006). Bozkır Kavimlerinin Kültür ve Mitolojilerinde At. Ankara:
T.C. Gazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Eskiçağ Tarihi Bilim
Dalı Yüksek Lisans Tezi.
DONUK, Abdülkadir (1981). “Çeşitli Topluluklarda ve Eski Türklerde Aile”.
İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Tarih Dergisi (Fatih Sultan
Mehmet’e Hatıra Sayısı). 33: 147-168.
EBERHARD, Wolfram (1941). “Eski Çin Kültürü ve Türkler”. Çığır. 99: 37-40.
*EFE, Yiğit Recep (2018a). Kumandan Attila. İstanbul: Acayip Yayıncılık.
*EFE, Yiğit Recep (2018b). Kumandan Mete Han. İstanbul: Acayip Yayıncılık.
ENGİNÜN, İnci (2009). Cumhuriyet Dönemi Türk Edebiyatı. İstanbul: Dergâh
Yayınları.
ENGİNÜN, İnci (2012). Yeni Türk Edebiyatı Tanzimat’tan Cumhuriyet’e (18391923). İstanbul: Dergâh Yayınları.
*ERDEM, Hasan (2017). Atilla’nın Kalkanı. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
*ERDEM, Hasan (2018). Attila’nın Kargısı. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
ERCİLASUN, Ahmet B. (2008). Türk Dili Tarihi. Ankara: Akçağ Yayınları.
393
*ERDOĞAN, Mehmet Kemal (2016a). Attila Tanrının Kırbacı. İstanbul: Kariyer
Yayıncılık.
*ERDOĞAN, Mehmet Kemal (2016b). Cengiz Han. İstanbul: Kariyer Yayıncılık
İletişim.
*ERDOĞAN, Mehmet Kemal (2018). Mete Han, İstanbul: Kariyet Yayıncılık.
ERDOĞAN, Sinem Bereketli (2011). Peyami Safa’nın Romanlarında Kadın ve Kadın
Eğitimi. İzmir: T.C. Dokuz Eylül Üniversitesi Eğitim Bilimleri Enstitüsü
Orta Öğretim Sosyal Alanlar Eğitimi Bölümü Türk Dili ve Edebiyatı
Eğitimi Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi.
ERENDOR, Metin (2018). Türk Ordusu Tarihi Ötüken’den Ankara’ya. Anlara:
Kamer Yay.
ERGİN, Muharrem (2009). Orhun Abideleri. İstanbul: Boğaziçi Yayınları.
*ERYILMAZ, Muharrem (2013). Büyük Hun Hükümdarı Attila. İstanbul: Neden
Kitap Yayıncılık.
FETHİ, Mehmet Samih (2016). Cengiz Han. Ankara: Armada Kitap.
GÖĞEBAKAN, Turgut (2004) Tarihsel Roman Üzerine, Ankara: Akçağ Yayınları.
GÖMEÇ, Sadettin (2012). Türk-Hun Tarihi. Ankara: Berikan Yayınevi.
GUMİLEV,
Lev Nikolayeviç (2005). Hunlar. (Çev: D. Ahsen Batur). İstanbul:
Selenge Yayınları.
GÜLENSOY, Tuncer (2017). Ve… Tanrı Türkü Yarattı. İstanbul: Bilge Kültür Sanat
Yayıncılık.
GÜNAY,
Umay (2012). Türklerin Tarihi Geçmişten Geleceğe. Ankara: Akçağ
Yayınları.
GÜNAYDIN, Hasan (2016). Mete Han ve Devlet Yönetimi. İstanbul: İlgi Kültür
Sanat Yayıncılık.
GÜNEŞ, Zeliha (2005). “Tarihsel Bir Roman Attilâ”. Türkbilig. 9: 67-102.
394
GÜNEY, Adnan (2002). Türk Siyasal Kültüründe Devlet Anlayışı. Isparta: T.C.
Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu
Yönetimi Anabilimdalı Yüksek Lisans Tezi.
GÜR,
Murat (2012). “Tarihle Popülerliğin Birleştiği Çizgide Bir Peyami Safa
Romanı: Attilâ”. NEÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi. 1: 53-69.
*ILGAR, Hayranı (2013). Mete Han. İstanbul: Hamle Yayınları.
İNAN, Afet (1975). Tarih Boyunca Türk Kadının Hak ve Görevleri. İstanbul: Milli
Eğitim Basımevi.
KANLIDERE, Ahmet (Ed.) (2013). Orta Asya Türk Tarihi. Eskişehir: T.C. Anadolu
Üniversitesi Yayınları.
*KARAHAN, İbrahım (2014). Galya Fatihi Atilla. İstanbul: Parola Yayınları.
KARNAS, Mustafa (2010). Attila. İstanbul: Anonim Yayıncılık.
KELLY, Christopher (2016). Attila (Hunlar ve Roma İmparatorluğunun Çöküşü).
(Çev: Turhan Kaçar). İstanbul: Alfa Basım Yayım.
KOZANOĞLU, Aptullah Ziya (1976). Atlı Han. İstanbul: Atlas Kitabevi.
KUNDERA, Milan (2012). Roman Sanatı. (Çev: Aysel Bora ). İstanbul: Can
Yayınları.
LAMB, Harold (2006). Moğollar’ın Efendisi Cengiz Han. (Çev: A. Göke Bozkurt).
İstanbul: İlgi Kültür Sanat Yayıncılık.
Namık Kemal (2005). Celaleddin Harzemşah. (Yay. Haz. : Oğuz Öcal). Ankara:
Akçağ Yayınları.
NEAGOE, Manole (2011). Bozkırın Üç Atlısı Attila-Cengiz Han-Timur. (Çev:
Müstecip Ülküsal). İstanbul: Çatı Kitapları.
NÉMETH, Gyula (2014). Attila ve Hunlar. (Çev: Tarık Demirkan). Konya: Kömen
Yayınları.
MANDALOĞLU, Mehmet (2016). İslamiyetten Önce Türklerde Aile Hukuku.
Konya: Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi. (33): 133159.
395
*MUTLU,
Coşkun
(2009).
Cengiz
Han
Bozkırın
Hükümdarı.
Ankara:
MahzenYayıncılık.
ÖZTÜRK, Murat (2013). “İslamiyet’ten Önce Türklerin Din Anlayışı ve Gök Tanrı
Dini”. History Studies A Tribute to Halil İnalcık. 5/2: 327-346.
PAMİR,
Aybars (2009) Orta-Asya Türk Hukukunda “Töre” Kavramı. Ankara:
Ankara Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi. 359-375.
ROUX, Jean-Paul (2007). Türklerin Tarihi Pasifikten Akdeniz’e 2000 Yıl. (Çev: Prof.
Dr. Aykut Kazancıgil / Lale Arslan-Özcan). İstanbul: Kabalcı Yayınevi.
ROUX, Jean-Paul (2015). Eski Türk Mitolojisi. (Çev: Musa Yaşar Sağlam). Ankara:
Bilgesu Yayıncılık.
SAFA, Peyami (2012). 20. Asır Avrupa ve Biz. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
SAFA, Peyami (2013). Türk İnklâbına Bakışlar. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
*SAFA, Peyami (2015). Attila. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
SARI, Eren (2016). Mete Han. Antalya: Net Medya Yayıncılık.
STEVİCK, Philip (2010). Roman Teorisi. (Çev: Prof. Dr. Sevim Kantarcığolu).
Ankara: Akçağ Yayınları.
ŞENCAN, Yusuf Cem (2007). İslamiyet Öncesi Türk Devlet Geleneği. Malatya:
İnönü Üniversite Sosyal Bilimler Enstitüsü Kamu Yönetimi Anabilim
Dalı Yüksek Lisans Tezi.
ORKUN, Hüseyin Namık (2013). Attila ve Oğulları. İstanbul: Bilge Karınca
Yayınları.
OSMAN, Yusuf (2017). Mete Han. İstanbul: Mavi Çatı Yayınları.
ÖGEL, Bahaeddin (2016). Türklerde Devlet Anlayışı. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
ÖZGEN Cansu Canan (Ed.) (2019). Türklerin Serüveni. İstanbul: Kronik Kitap.
TAŞAĞIL, Ahmet (2017). Kök Tengri’nin Çocukları (Avrasya Bozkırlarında İslam
Öncesi Türk Tarihi). İstanbul: Bilge Kültür Sanat Yayıncılık.
TAŞAĞIL, Ahmet (2018). Bozkırın Kağanlıklar (Hunlar, Tabgaçlar, Göktürkler,
Uygurlar). İstanbul: Kronik Kitap.
396
*TAN, M. Turhan (2015). Cengiz Han Bozkırların Mavi İmparatoru. İstanbul: Kapı
Yayınları.
TANYU, Hikmet (1980). İslamlıktan Önce Türklerde Tek Tanrı İnancı. Ankara:
Ankara Üniversitesi Basımevi.
TEKİN, Mehmet (2008). Roman Sanatı 1 Romanın Unsurları. İstanbul: Ötüken
Neşriyat.
TEKİN, Arslan (2014). Yerin ve Göğün Oğlu Mete Han Hunların Tarihi. İstanbul:
Kariyer Yayıncılık.
TEKİN Talat ve ÖLMEZ Mehmet (2003). Türk Dilleri Giriş. İstanbul: Yıldız Dil ve
Edebiyat.
TEKİNOĞLU, Hüseyin (2017). Hun Türkleri. İstanbul: Kamer Yayınları.
TELLİOĞLU, İbrahim (2016). “İslam Öncesi Türk Toplumunda Kadının Konumu
Üzerine”. A.Ü. Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi. 55: 209-224.
*TERZİOĞLU, Ahmet Haldun (2016a). Büyük Hun Hakanı Mete Han. Ankara:
Panama Yayıncılık.
TERZİOĞLU, Ahmet Haldun (2016b). Hunların Çılgın Tarihi Hunlar da Çılgındı.
Ankara: Panama Yayıncılık.
*TERZİOĞLU, Ahmet Haldun (2016c). Gök Moğolların Başbuğu Cengiz Han.
Ankara: Kripto Basım ve Yayım.
*TİRYAKİOĞLU, Okay (2016). Cengiz Han Rüzgâr ve Ateş İmparatorluğu.
İstanbul: Timaş Yayınları.
*TİRYAKİOĞLU, Okay (2018). Avrupa’yı Dize Getiren Türk Attila. İstanbul: Timaş
Yayınları.
UĞURLU Serdar ve KAAN Yılmaz (2011). Türk Devlet Yönetme Geleneğinde
Töre’den Örf’e Değişim. Turkish Studies - International Periodical For
The Languages, Literature and History of Turkish or Turkic, 6/2: 949972.
USLU, Bahattin (2017). Türk Mitolojisi. İstanbul: Kamer Yayınları.
397
UYGUN, İsmail (2014). Cumhuriyet Dönemi Tarihî Romanları 1923-1946: “Eski”
Kahramanların Yeni Söylemleri. Ankara: İhsan Doğramacı Bilkent
Üniversitesi Ekonomi ve Sosyal Bilimler Enstitüsü Türk Edebiyatı
Bölümü Yüksek Lisans Tezi.
ÜSTÜN, Abdullah (2007). Türk Tarihinin Bir Kaynağı De Origine Actibusque
Getarum. Balıkesir: T.C. Balıkesir Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
Tarih Anabilim Dalı Yüksek Lisans Tezi.
YALÇIN, Alemdar (2006). Siyasal ve Sosyal Değişmeler Açısından Cumhuriyet
Dönemi Türk Romanı 1920-1946. Ankara: Akçağ Yayınları.
YILMAZ, Durali (2002). Roman Kavramı ve Türk Romanın Doğuşu. İstanbul: Ozan
Yay.
YÜAN-CH'AO Pİ-SHİ (1986). Moğolların Gizli Tarihi (Yazılışı:1240) I Tercüme.
(Çev: Ahmet Temir) Ankara: Türk Tarih Kurumu Basımevi.
Ziya Gökalp (2010). Türkçülüğün Esasları. İstanbul: Parıltı Yayınları.
Ziya Gökalp (2015). Türk Medeniyeti Tarihi. İstanbul: Ötüken Neşriyat.
http://www.bilgicik.com/yazi/cengiz-han-ve-aksak-temir-bek-hakkinda-huseyinnihal-atsiz/ Erişim tarihi: 08.03.2018
http://www.tdk.gov.tr/index.php?option=com_bts&arama=kelime&guid=TDK.GTS.5
b53aa5ce745f8.1391033 Erişim tarihi: 26.07.2018
398
ÖZ GEÇMİŞ
KİŞİSEL BİLGİLER
Adı Soyadı: Volkan ÇİL
Uyruğu: T.C.
Doğum Tarihi ve Yeri: 09/10/1988 Sivas
e-posta:
[email protected]
EĞİTİM
Derece
Mezuniyet Yılı
Kurum
Lisans
Cumhuriyet Üniversitesi
Yüksek Lisans
Cumhuriyet Üniversitesi
05.06.2013
İŞ TECRÜBESİ
Tarih
Kurum
Görev:
2015-2017 Özel Sivas Bahçeşehir Okulları
Türk Dili ve Edebiyatı
Öğretmeni
2018-
Özel Sivas Batı Ortaokulu
Türkçe Öğretmeni
YABANCI DİL BİLGİSİ
Yabanci Dilin Adı: İngilizce
YÖKDİL(76,25)
399