Hazırlayan
Bayram KÖK
Son Okuma
Ayşegül GÜLŞEN KAÇMAZ
Selda BUĞRUL
Muhammed Refik TEKELİ
Dizgi ve Düzenleme
Hatice ELMAS
Ayşegül GÜLŞEN KAÇMAZ
Muhammed Refik TEKELİ
Kapak Tasarımı
Hatice ELMAS
ISBN
978-605-68804-5-2
Yayın Hakları
Bu çalışma “Liseler Aydınlarını Tanıyor Projesi” bildirilerinden oluşmaktadır.
Bu eserin yayın hakları Tiryakizade Kıraathanesi’ne aittir. Kaynak gösterilerek
alıntısı yapılabilir. Kısmen ya da tamamen kopyalanamaz, basılamaz çoğaltılamaz.
İÇİNDEKİLER
Takdim…...…………………………………………………………………….……i
Önsöz…………...……………………………………………...………………......iv
BİLDİRİLER
Sıradışı Bir Akademisyen: Prof. Dr. Hüsamettin Arslan
Ayşe DEMİREL……………..…………………………………….…….…1
Hüsamettin Arslan’a Göre Doğu ile Batı Arasında Kalmış Kavramlar Üzerine Bir
Çalışma
Yahya Bekir SULAK…………………………………………….….……..7
Hüsamettin Arslan’ın Çeviri Anlayışı ve Çevirdiği Eserler Üzerine Bir İnceleme
İdil ELİT………………………………………………………………….13
Hüsamettin Arslan’da Batı’dan Doğu’ya “Pozitivizm”
Azra ÇOBAN……………………………………………………………..21
Hüsamettin Arslan’da Epistemik Cemaat Kavramı
İlayda KANDİLCİ………………………………………………………..27
Tek Nüsha Bir Türk Münevveri: Erol Güngör
Ayşegül GÜLŞEN KAÇMAZ……………………………………………36
Hâkim Kültür ve Mahkûm Kültür İlişkisinde Bilginin Eksik Kullanımı
Azra TEMÜRHANOĞLU……………………..…………………………42
Kültürel İnkişaf ve Kültürlerarası Güç Mücadelesi
Saadet Nur GÜRLÜ……………………………………………………....48
Kültür Kavramı ve İnsanın Tekâmülü üzerinde Belirleyiciliği
Şefika ÇURMAN…………………………………………………………58
Bilginin Önemi
Dilara ÖZDEMİR………………………………………………………...64
Vicdan, Norm, Sağduyu Arasında İnsan Olmak, İnsan Kalmak
Rukiye BAĞCI……………………………………………………………72
Mütecessis Bir Fikir İşçisi Cemil Meriç’in Entelektüel Biyografisi
Pelin ÖZKAN…………………………………………………………….79
Cemil Meriç’e Göre; Kültür, Medeniyet ve İrfan Kavramları
Gülce ŞEHİTLİ…………………………………………………….……..87
Dil İşçiliğinin Güzide Üç Örneği: Sözlük, Lügat ve Kamus Bizim Coğrafyamızda
Kamus Kültürü
Gülfem ÇAKIROĞLU………………………………..……………….….96
Asabiyet: Birliğin Kaynağı Asabiyet: Ayrılın Kaynağı
Gülru ÇAKIROĞLU…………………………………………….………106
Karıştırılan Üç Kavram: İhtilal, İnkılap ve Devrim
İrem ÖZENSEL…………………………………………………………116
Yaralı Bir Şifacı Psikiyatrist Prof. Dr. Kemal Sayar'ın Entelektüel Biyografisi
Berna ÜSTÇETİN……………………………………………….………124
Her Şeyin Bir Anlamı Var
Ayşenur ÇETİNKAYA……………………………………….…………131
Ritmini Yakala
Sıla AKGÜN…………………………………………………….………136
Ağrıyan Bir Varlık Olarak İnsan
Berna ÜSTÇETİN…………………………………………………….…143
Hüznün Denizinde Kulaç Atmazsanız Mutluluğun Denizine Varamazsınız
Sude Nur OPAN…………………………………………………………153
Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe: Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Eşkıyalık Olgusu ve
Edebiyatımızda Yeri
Başak Cemre BUĞRUL…………………………………….…….……..161
Osmanlı’dan Cumhuriyete Köy Olgusu ve Edebiyatımızdaki Yeri
Elif AKGÜN…………………………………………………….………168
Osmanlı İmparatorluğu 19. Yüzyıl Nüfus Hareketleri ve Genç Cumhuriyete
Bıraktığı Miras
Ömer ÖZEL………………………………………………………..……176
Ulus Devlet Kavramı ve Ulus Devlet Kavramının Osmanlı Coğrafyasına Etkisi
Gülsüm KAVLIÇ……………………………………………………..…194
Osmanlı İmparatorluğu İçin Bir Kırılma Noktası: Âyanlığın Yaygınlaşması
Tarık KAYA……………………………………………………...……..214
Safahat'ın Vücut Bulmuş Hâli: Mehmet Akif Ersoy
Elif TEKİN…………………………………………………………..…..224
Türkiye'nin İlk Sivil Veterineri: Mehmet Akif Ersoy
Ece ÖZKAN……………………………………………………………..228
Bozkırın Gönül Eri: Cengiz Aytmatov
Fatih KARADEMİR ve Berke BODUÇ………………………….……..234
Cengiz Aytmatov’da Kimliksizleştirmeye Karşı Kimliğini Koruma Çabası
Pelin ÜNAL…………………………………………………………..…240
Cengiz Aytmatov’un Romanlarındaki Kişi Tasvirleri Üzerinden Hayatının
Eserlerine Yansıması
Kübra Nur KIRDAŞ…………………………………….…….…………246
Cengiz Aytmatov'un Eserlerinde Yalnızlık Kavramı
İlayda CİRİT………………………………………………….…………252
Savaşın Gölgesinde Yaşamış Üç Cengiz: Cengiz Han, Cengiz Aytmatov, Cengiz
Dağcı
İremnur GÖNENLİ…………………………………….………………..258
SONSÖZ……………………..…………………………………………………..263
TAKDİM
Yeni Bir Kitap, Yeni Bir Umut…
“Liseler Aydınlarını Tanıyor Projesi’nin” beşinci yılı tamamlandı.
Projemiz, büyük imkânlarla geniş kitlelere ulaşmayı hedefleyen bir proje değildir.
Ulaşılabilen, odaklanılabilen, emek verilebilen, meram anlatılabilen, kısmet ve
murad olunan kadar gence bir medeniyetin birikiminden bugüne ulaşanları yarına
aktarmak için katkı sunmakla kendini mesul gören mütevazı insanların mütevazı
bir çabasından ibarettir.
Projemiz, kendi imkânlarından öte bir hedefle yola çıkmadığı gibi bugün
de herkesle, her şeyle ve herkes için katkı sunma hayâl ve hedefi içinde değildir.
Mütevazı niyetlerle, mütevazı imkânlarla ve mütevazı insanlarla yerelde iyi işler
yapma gayesi önemini korumaktadır. Okuma eyleminin belirli bir amaca matuf
olarak, hiyerarşik bir bütünlük içinde, bilinç ile gerçekleşen ve sonuç doğurucu bir
eylem olarak genç nesillere aşılanmasını vicdani ve insani bir sorumluluk olarak
gördüğümüzü vurgulamak isteriz.
Bizden sonra lise düzeyinde daha iyi imkânlarla okuma projeleri
uygulanmaya başlandığına şahit olduk. Her çabaya ve iyi niyetli girişime saygı
duymaktayız. Bizim çalışmamızın diğer çalışmalardan temel farkı kavramlara
odaklanan bir “eleştirel ve nitelikli okuma” projesi olmasıdır. Belirtilen özelliğiyle
halâ emsalsiz olduğunu söyleyebiliriz.
Bu kitabın muhtevasını oluşturan bildirilerin sunulduğu oturumların
başlayacağımız günlerde şahit olduğum “nahoş” bir diyaloğu nakletmeden
geçemeyeceğim. Sabah saat 09.00 gibi bu dünyanın önemsiz gailelerinden bizi
uzak tuttuğu için her gün hamd ettiğimiz Tiryakizade’nin kapı eşiğinde bir
diyaloğa şahit oldum. Bir grup öğrenciyi gezmeye getirmiş orta yaşlı iki
öğretmenden erkek biri müzeler açılıncaya kadar kıraathane’ de oturalım, gençler
kitaplara göz atsın derken, diğeri “daha fazla kitap görmek istemiyorum” sözünü
söyledi. Gençleri bilgilendirme amacı gütmeyen binlerce öğrenci gezisinden biri
gerçekleşirken telaffuz edilen kelimeler insan olma onurunu taşıyan herkesin aklını
ve duygularını rahatsız edecektir ve etmelidir. Bu sözün yalnız eğitimciler değil
insan olan herkesin ağzından bir daha çıkmaması için duacı olmaktan başka
yapılacak bir iş yoktur. Kem söz sahibine yakışır.
i
Bu yılki oturumlarımızı ve çıktılarını, hayırlı işler yaparak ruhunu varlığın
sahibine teslim eden Prof. Dr. Hüsamettin Arslan’ın ruhuna dua olarak
gönderiyoruz. Sempozyum görsellerimizde ve yapılan konuşmalarda bu yılki bilgi
şölenimizi Rahmeti Hüsamettin Arslan’ın hatırasını yâd ve yarım kalan çalışmaları
devam ettirecek gençler yetiştirme hedefiyle sunduğumuzu ifade ettik. Mensubu
olduğu medeniyetten utanan değil, gurur duyarak layık olmak için gayret eden
yüzlerce Hüsamettin Arslan yetişmesine ihtiyacı var bu toprakların. İnşallah bu
projeler yeni Hüsamettin Arslanlar yetişmesine vesile olur.
Hüsamettin Arslan, Iain Thompson’un “Heidegger/ Ontoteoloji/ Teknoloji
ve Eğitim Politikaları ” kitabının ön sözünde “ben, ‘çevirme ’cüretinde bulundum
dostum, sen de okuma ve anlama cüretinde bulun; bu konuda bir yeti’ ye sahip
olduğuna bütün samimiyetimle inanıyorum. Bazen klişeler de işe yarar: okur
doğulmaz, okur olunur. Okumadıkça okumayı öğrenemezsin; tıpkı tekrar tekrar
binmedikçe bisiklete binmeyi öğrenemeyeceğin gibi. İyi ve derin kitapların okuru
‘olabilmek’ zordur, düşündüğünden çok daha zor; emek ister, zaman ister, sabır
ister.” cümlelerini yazarken Liseler Aydınlarını Tanıyor Projesi ile bizim yapmaya
çalıştığımız işlere de şahitlik etmektedir. Bu ülkenin, dört şıktan ikiye indirgediği
seçeneklerinden birine ilişkin tahmin yapabilen değil, okuyarak, öğrenerek,
kavrayarak, bilgi üretebileceğini idrak eden ve bunun için çaba harcayan yeni
nesillere ihtiyacı var.
Bu proje ile gençlere diyoruz ki; okuyunuz, düşünerek ve analiz ederek
okuyunuz. Âlemleri yaratanın bize öğütlediği gibi aklederek okuyunuz ve
aklederek yaşayınız.
Bu yılki okumaların kapsamını Cemil Meriç, Kemal Karpat, Hüsamettin
Arslan, Mehmed Akif Ersoy, Erol Güngör, Fuat Sezgin, Mustafa Kemal Sayar,
Cengiz Aytmatov gibi değerli aydınlar oluşturdu. Oturumlarımıza Prof. Dr.
Selahattin Turan, Doç. Dr. Ahmet Yıldız, Doç. Dr. Emine Gümüşsoy, Dr. Hilmi
Demiral, Yazar Ebubekir Kurban, Yazar Şaban Abak, Eğitimci Selda Buğrul ve
Eğitimci Ayşegül Gülşen Kaçmaz başkanlık ettiler.
Neden her yıl Cemil Meriç okuduğumuzu soranlar oluyor. Bilgi yerine
malumat ve hamaset dört bir yanımızı kuşatmaya devam ederken okuduğumuzu
sandıklarımızı doğru dürüst okumaya, anladığımızı sandıklarımızı doğru dürüst
anlamaya ihtiyacımız var. Okuma eylemi alelade bir eylem değildir. Yeni kuşaklar
Cemil Meriç’i tarafgirlik duygularıyla değil bir aydın duyarlılığıyla okumalı, iyi
okumalı ve iyi anlamalı ki malumattan bilgiye geçişi tesis edebilelim.
ii
Projemizle ilgili merak edilen ve soruların yoğunlaştığı birkaç hususu
birleştirerek bir cümleyle açıklamak istersek; Liseler Aydınlarını Tanıyor Projesi,
bir eleştirel ve nitelikli okuma projesidir ve okuma eyleminin önemini dikkate
alarak gerçekleşir. Okuma eyleminin hayat boyu sürdürülmesi gereken bir eylem
olduğunu, bir gayeye matuf olması gerektiğini, bir metotla yapılması gerektiğini
genç kuşaklara uygulamalı olarak öğretmeyi amaçlamaktadır. Projemiz, eserleri
okunacak aydınların seçimini yaparken sosyal bilimlerin farklı alanlarından
mümtaz isimler olmasına dikkat etmektedir. Liseler Aydınlarını Tanıyor projesi
kendi medeniyetine ilişkin bilinci oluşmuş, istikamet sahibi aydınları çalışma
konusu yapar. Batı medeniyeti karşısında aşağılık duygusu taşımayan, devanın da
derdin doğduğu yerden doğması gerektiğine inanan ve devayı hariçte değil dâhilde
arayan, söylediğini kaynağıyla söyleyen, ilimden-hakikate ulaşılabileceğini idrak
edebilen, kopyalayan değil eleştirel bir bakış açısıyla metni tahlil etmeyi göze
alabilen aydınları kapsar bu okumalar. Böylece, üniversiteye geçiş sınavı öncesinde
gençlerin sosyal bilimlerin farklı alanlarını doğru isimler üzerinden keşfetmesini
sağlamak gibi bir gaye taşımaktayız.
Projemiz beş yıldır Eskişehir İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile birlikte
yürütülen bir projedir ve ilk günden beri Barış Hancı Bey ve ekibinden Melih
Ünlüer Bey ile iş birliği içinde gerçekleştirilmektedir. Projenin başından beri katkı
sunan Mehmet Konukçu Hocam, üç yıldır farklı düzeyde katkı sunarken bu yıl iki
okulun etütlerini de üstlenen Selda Buğrul Hocam, yine üç yıldır katkı sunan ama
bu yıl en az 120 etüt yaparak çocuklarımıza destek olan, rehberlik eden Ayşegül
Gülşen Kaçmaz Hocam projenin yapı taşlarıdır. Gönüllü olarak katkı sunma
duyarlılığı gösterdikleri için büyük bir saygıyı hak etmektedir.
Projenin uygulanmasında, sunumların gerçekleşmesinde ve kitabın
hazırlanmasında emeği geçen herkese sonsuz şükranlarımı sunarım.
Bayram KÖK
iii
ÖNSÖZ
Entelektüel Bir Okuma Çalışması
İnsanoğlu düşünen, duyan, düş kuran bir yaratıktır. Bu edinimlerini daha
doğrusu bu edinimlerin ürünlerini ifadelendirmek, aktarmak ve kalıcı kılmak için
yazıyı bulmuştur. Hayata dair fark ettiklerini, saptadıklarını, keşfettiklerini
geleceğe ulaştırmak, geride bir iz bırakmak için bulmuştur yazıyı.1 Bu yazıyı da
kitap denen büyülü nesnenin içine yerleştirmiştir. Bu nesneyle çağlar aşmış,
medeniyetler kurmuş ve geliştirmiştir. İnsanoğlunun bana göre en kadim, en güzel,
en anlamı ve en kalıcı keşfidir yazı ve kitap. Yazı ve kitap, geçmişten günümüze
medeniyetleri kuran temel yapı taşları olmuşlardır.
Okumak en basit anlamıyla, kitabın içindeki yazıları birbirine çatarak
yapılan bir eylemdir. Ancak şu unutulmamalıdır ki harfleri birbirine ulayarak
kelime denen harfler bütününü okumak sadece okuryazarlıktır, okurluk değildir.
Gerçek anlamda okurluk belirli bir düzen ve de çaba gerektirmektedir.
Okur, metnin anlaşılması için gereken çabayı gösteren kişidir. Başka türlü
söylersek basılı ve yazılı sayfaya bakarak onunla iletişim sürecine giren kişidir
okur. Okurluk belli bir okuma donanımı gerektirir. Değişik yapıda metinler
üzerinde okuma deneyimi ister.2 Peki, okurluk donanımı neleri içermektedir? Okur
şunları yapabilmelidir:
Metnin düşünce ve duygu yapısını oluşturan öğeleri ayırabilmeli, yazarın
amacını kestirebilmeli.
Okunan metnin yazı türünü (makale, köşe yazısı, deneme, eleştiri, öykü
vb.) belirleyebilecek durumda olmalı.
Yazarın seçtiği konuya karşı takındığı tutumu metnin dil ve anlatım
özelliğinden çıkarabilmeli.
Metnin dokusu içinde yer alan anahtar kavramları, cümleleri, paragrafları
ve bunların birbiriyle ilişkisini araştırıp bulabilmeli.
Metnin duygusal ve düşünsel gelişimini (yere ya da zamana göre
düzenleniş biçimi; nede-sonuç ilişkisine göre düzenlenişini) gösterebilmeli.
1Emin
2Emin
Özdemir, Okuma Sanatı, İnkılap Kitapevi, İstanbul 1983, s.12
Özdemir, Eleştirel Okuma, Bilgi Yayınevi, Ankara 2018, s.12-13
iv
Metnin sözcük örgüsünü oluşturan öğeleri, bunların temel, yan,
değişmeceli anlamlarını metin içindeki konumuna göre adlandırabilmeli.
Yazarın başvurduğu anlatım biçimlerini, düşünceleri geliştirme yollarını
metne bağlı kalarak seçebilmeli.
Algılamadığı düşüncelere karşı eleştirel bir tutum takınabilmeli.
Okumayı bir öğrenme ya da dinlenme ve eğlenme aracı olarak
kullanabilmeli.
Öğrenme amaçlı soruların yanıtını metinlerde bulabilmeli; belirli bir
konuda bilgi toplayabilmek için metinlere başvurmasını bilmeli.3
Okur ile ilgili bunun gibi pek çok şey eklenebilir. Okurluk konusunda
tanınmış yazarlar, bilim insanları ve düşünürler her fırsatta düşüncelerini dile
getirmişlerdir. Hem Goethe hem de Manguel okumanın nitelikli bir eylem olup
sonucunda mutlaka bilgiye dönüştürülmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır.
“Goethe Eckermann ile Konuşmalarında doğru dürüst okumayı öğrenmek
için seksen yıl harcadığını, yine de kendini bu ülküye tam ulaşmış saymadığını
söyler. Goethe bu sözde besbelli okullarda öğrenilen okumayı değil, fakat bu
melekeyi işlete işlete onu gerçek okuma sanatı haline getirmeyi kastediyor ve
ilerlemiş yaşında bile bu sanata istediği kadar sahip olamadığından dert yanıyor.”4
Goethe’nin bahsettiği okuma eyleminden kastı nitelikli ve bilgiye
dönüştürdüğüdür. Okumanın pek çok amacı vardır. Bunlardan en önemlisi diye
nitelenebilen onun orijinal bir üslup ile yazmaya dönüşmesidir.
Alberto Manguel şöyle der: ”Okurların gücü onların bilgi toplama
becerilerinden, düzene sokma ve kataloglama yeteneklerinden değil, okuduklarını
yorumlama, ilişkilendirme ve dönüştürme yetisinden gelir. İslâmiyet okulları gibi
Talmud okulları açısından da bir bilim insanı dinsel bir inancı okuma sanatı
aracılığıyla etkili bir güce çevrilebilirdi, çünkü kitaplardan edinilen bilgi Tanrı’nın
bir armağanıdır. İlk hadislerden birine ya da İslâm geleneğine göre, “Şeytan’a karşı
bir edip ibadet eden bin kişiden daha güçlüdür.” Bu kitap kültürleri için bilgi ne
metinlerin ne malumatın birikiminden ne de kitabın amacından, ama sayfadan
edinilen ve yine deneyime dönüştürülen deneyimden, hem dış dünyayı hem de
okurun kendi varlığını yansıtan sözlerden doğar.”5 Okunanların algı süzgecinden
3Emin
Özdemir, Eleştirel Okuma, s.33
Winkelman, “Okuma Sanatı Üzerine,” Tercüme, Sayı: 58, MEB, Ankara 1966, s.34
5Alberto Manguel, Geceleyin Kütüphane, Çev: Dilek Şendil, YKY, İstanbul 2008, s.90
4Walter
v
geçerek bilgiye dönüşüp yazıya aktarılması elbette bir süreç işidir. Bu süreç
zarfında sadece yazıya odaklanarak zorlama bir şeyler kaleme alınması hem yazanı
hem okuyanı sıkar. Böyle bir duruma meydan vermemek için okumayı sürdürüp
yazmayı biraz daha yavaşlatmak daha iyi bir yöntemdir.
Her okuma mutlaka bir amaca yönelik olmalıdır. Bu amaç doğrultusunda
okuma eylemini gerçekleştirdiğinde bilgiyi işleyerek yararlı hala getirebilir. Bu
çeşit okumalardan mutlaka bilim üretilir. Şu unutulmamalıdır ki okumak bir boş
zaman faaliyeti değildir. Bu eylemi bir sıkıntı giderme aracı gören mekanizmalar
asla bilim ve dolayısıyla bilgi üretemezler. Okumak, hayatın her türlü alanına
yayılması gereken; yemek, içmek ve uyumak gibi en temel ihtiyaçlardandır.
İslam Medeniyeti, Orta Çağ’da okumak eylemini doğru anlayıp ve
hayatlarında doğru konumlandırdıkları için yüzyıllarca bilim üretebilmişlerdir. Bu
nedenle zahiri ve batıni bütün bilim ve ilimlere vâkıf olmayı başarabilmişlerdir.
İslam âlimlerinden bazılarının okuma yöntemleri şöyledir: İbn Sina, okurken
uykusu gelip okuma bölünmesin diye sürekli su içermiş. İbn Teymiyye, uykusu
gelip başı düşerse uykusu açılsın diye uzun saçlarını duvara çivilermiş. İmam Razi,
yemek yerken bile okurmuş ve kolay çiğnenecek şeyleri yermiş ki, çiğnerken vakit
kaybetmeyeyim diye. İbn Rüşt, biri evlendiği gün diğeri de babasının öldüğü gün
olmak üzere hayatında sadece iki günü okumadan geçirmiştir.
Daha yakın zamanlara geldiğimizde Hilmi Ziya Ülken, okurken uyumamak
için sürekli ayaklarını soğuk suda tutarmış. Erol Güngör, sabahlara kadar okuyup
çok az uyumuş. Cemil Meriç’in okuma serüveni herkes tarafından malumdur ki
zaten zayıf olan gözlerini okumaktan kaybetmiş denilirse mübalağa olmayacağı
aşikârdır.
Hem diğer ülkelerden hem Türkiye’den verilen örneklerin ışığında okumak
konusunda aydınlar, entelektüeller, bilim insanları farklı yöntemlerle bunu
gerçekleştirseler de aşağı yukarı şunu amaçlamaktadırlar:
“Gerçekte okuma sırasında bir beklentiden ötekine, bir varsayımdan
ötekine geçerken sürdürdüğümüz bilinç etkinliği, bu algı konumunun aranışından
başka bir şey değildir. Haşim’in şiirindeki karanfil, Kafka’nın öyküsündeki böcek,
Orwell’ın düşsel ülkesindeki kent bizim gündelik deneyimlerimizden tanıdığımız
karanfil, böcek, kent sözcüklerinin alıştığımız dilde gösterdiği nesneler olmaktan
vi
uzaktır. Dolayısıyla yerleşik algı alışkanlıklarımıza karşı bir süreçtir yazın metninin
kavranışı. Böyle olması da amaçlanmıştır.6
Şunu bilmeliyiz ki okuduğumuz her metin bir okunuş şekli vardır. Her
yazılı metin aynı şeklide okunamaz. Emin Özdemir bu konu da şunu ifade eder:
“Yazınsal her metin bir dünya, bir yaşantı sunar bize. Bize sunulan bu dünya ve
yaşantıyı algılama, kavrama öncelikle bu tür metinlerin dokusunu tanımamızı
gerektirir. Bir öyküyü, bir romanı kısacası düz yazıyla oluşturulan yazınsal
metinleri nasıl okuyacağız? Hangi açılardan bakacağız bu tür metinlere? Bu tür
metinlerde bize neler sunuluyor? Sunulan evrenin kapısından nasıl girebiliriz? İşte
bunlar ve bunlara benzer sorular üzerinde durup düşünmeliyiz.7 Bütün bu sorularını
cevaplarını yine ancak okuyarak verebileceğimiz su götürmez bir gerçekliktir. Eğer
bilim dünyasında var olmak isteniliyorsa bu yapılması zorunlu bir eylemdir.
Okuma eylemi ile ilgili verilen bu teorik bilgi herkesin aklına şu soruyu da
beraberinde getirmektedir. Teorik bu bilgi pratiğe nasıl aktarılır? Aslında son
yıllarda Türkiye’de bu konuda çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bunlardan biri de
“Eskişehir Aydınlarını Tanıyor Projesi’dir. Bu proje tam da anlatılmaya çalışılan
okuma eyleminin pratiğe dökülmüş halidir diyebiliriz.
Proje kapsamında öncelikle Milli Eğitime bağlı lise düzeyindeki okullardan
çocuklarla yapılan bu çalışma, gençlerin kavramsal ve eleştirel okumaya adım
atmasını sağlamaktadır. Okuma etütleri gerçekleştirilmeye başlandıktan sonra
gençlerle yoğun bir süreç gerçekleştirilmektedir. Okunulan metinin ne anlatamaya
çalıştığı, alt metinde neler verildiği, metinde bilinmeyen kelimelerle sözlük
çalışması yapılmaktadır.
Bu süreçte öğrenciler bir yazarın, aydının ya da bilim adamının birden
fazla kitabını çapraz okuma, karşılaştırarak okuma, kavramsal okuma ve eleştirel
okuma teknikleri ile okuyarak okumanın bilimsel ve niteliksel bir faaliyet olduğunu
deneyimleyerek öğrenmektedirler.
Projenin amaçlarından biri de okumayı hayatın bütününe yaymaya zemin
oluşturmaktır. Bu nedenle her çocuğun ilgisi ve kabiliyeti doğrultusunda metinlerle
onları baş başa bırakarak bu işten zevk almaları sağlanmaktadır.
Çalışma ilerlerken çocuklarda görülen değişikliklerden biri de başlangıçta
her hangi bir fikir beyan etmekten kaçınırken daha sonra net bir şekilde kendilerini
6Emin
7Emin
Özdemir, Eleştirel Okuma, s.110-111
Özdemir, Eleştirel Okuma, s.111
vii
ifade etmeleridir. Konularıyla ilgili anlamlı ve özgün fikirler üretmeye başlamaları
oldukça dikkat çekicidir.
Özellikle kavramsal çalışmalar sırasında başlangıç ve bitiş arasında büyük
bir fark söz konusudur. Örneğin, çalışmanın başında entelektüel bir biyografi nasıl
olur gibi bir soruya cevap vermekte tereddüt eden öğrenciler, projenin sunum
aşamasında hangi metin entelektüel biyografi olup olmadığı konusunda fikir beyan
edip doğru tespitlerde bulunmaktadırlar.
Çalışmanın diğer bir boyutu ise öğrencilere okumanın çok boyutlu
olduğunun fark ettirmesidir. Özellikle çapraz okuma denilen teknikle yapılan
çalışma da akademik bir metnin bir edebi metin ile nasıl birleştirilerek okunduğu
gösterilmektedir. Örneğin bir Erol Güngör metninin Kıta Avrupası edebiyatı örneği
bir metin ile nasıl paralellik kurularak okunacağı ve böylece metin değişik
açılardan ele alınacağı ortaya konmaktadır.
Bu çalışmanın finalinde öğrencilerin bir okuma programı belirlediklerini
görmek istenilen amaca ulaşıldığını göstermektedir. Örneğin, 2019 yılında proje
kapsamında Kemal Karpat okumalarına dâhil olan dört öğrenci 2020 yılı yaz ayları
için Kemal Karpat ve Halil İnalcık’ın kitaplarından bir liste hazırlayarak okuma
programı oluşturmuşlardır.
Projenin başlangıcında her hangi bir disiplinli okuma faaliyeti içerisinde
olmayan öğrenciler daha sonra bunun hem derslerine hem de hayatın farklı
alanlarına yaptığı katkıyı gördüklerinde bunu devam ettirmek istediklerini dile
getirmektedirler.
Özetle, Eskişehir Aydınlarını Tanıyor Projesi bir entelektüel okuma
faaliyetidir. Hem Katılan öğrenciler hem Türkiye akademik ve entelektüel dünyası
bu projesinin yararını yıllar geçtikçe daha iyi anlayacak ve fark edecektir.
Temennimiz bu ve bunun gibi okuma merkezli projelerin ülkede artmasıdır. Son
olarak umulur ki bu proje uzun yıllar devam etsin ve Tıpkı İngiltere (Oxford ve
Cambridge Ünv.) ve ABD (Harvard ve Michigan Ünv.)olduğu gibi gelenek haline
gelmesidir.
viii
KAYNAKÇA
Özdemir, E. (1983). Okuma Sanatı. İnkılap Kitapevi.
Eleştirel Okuma. (2018). Bilgi Yayınevi.
Winkelman, W. (1966). Okuma Sanatı Üzerine. Tercüme, 58
Manguel, A. (2008). Geceleyin Kütüphane. Yapı Kredi Yayınları.
Ayşegül GÜLŞEN KAÇMAZ
ix
SIRADIŞI BİR AKADEMİSYEN: PROF. DR. HÜSAMETTİN ARSLAN
Ayşe DEMİREL
ÖZET
Bu çalışmanın amacı ilginç yönleriyle Hüsamettin Arslan’ın entelektüel bir
biyografisini ortaya koymaktır. Bunun için röportajlar, video kayıtları, makaleler
ve diğer biyografik yazılar araştırılmıştır. Yakın çevresinde şahsen tanıştığı
kişilerin Hüsamettin Arslan hakkında yazdığı yazılar, yapılan kaynaklardan
yararlanılmıştır. Bunun sonucunda, genel olarak hayatı, yaşadığı zorluklar ve “sıra
dışı” çalışmaları, Paradigma Yayınları hakkında genel bilgi ve kuruluşu, hocanın
doktora tezi olan “Epistemik Cemaat” ve fikir dünyasında Cemil Meriç’in etkisi ele
alınmıştır.
Anahtar Kelimeler: Hüsamettin Arslan, biyografi, epistemoloji, Paradigma
Yayınları
Eti
Sosyal Bilimler Lisesi 9. Sınıf Öğrencisi
1
GİRİŞ
Hüsamettin Arslan; hayatı boyunca kendine has entelektüel değerlerini
geliştirmeye adamış nevi şahsına münhasır bir düşünür, bir sosyologdur.
Karakteriyle öne çıkan, kendini ifade etmeyi her zaman bilmiş, kahvehane
köşelerinde yabancı diller öğrenmiş, hiç evlenememiş, kurduğu yayıneviyle Türk
sosyoloji entelektüelitesine katkıda bulunacak eserler çevirmiş bu insanı tanımak,
çalıştığı konular ve bakış açısını anlamada yardımcı olacaktır.
Hüsamettin Arslan; 1956 yılında Ordu - Mesudiye’de doğmuş, 2018’de
vefat etmiştir. 10 çocuklu ailenin 3 erkek evladından biridir. Evin içinde on çocuk
olmasının avantajını bu kadar neşeli olmasına bağlamaktadır. Çocukluğu oyun
oynayarak geçmiş ve sürekli merakını geliştirmiştir. Daha henüz beş yaşındayken
okumayı öğrenmiş, kendi söylemlerine göre de, okul hayatının ilkokul ve lise
dönemlerinde de her zaman başarılı bir öğrenci olmuştur. İlkokuldaki öğretmeni
Ahmet Bey, hayatında büyük bir tesir bırakmıştır. Ona okumanın manidarlığını
göstermiş, araştırmayı öğretmiş, yıllar sonrasında bile aklında kalan öğretmenidir.
Esasen daha sonrasında öğretmeninin yolundan gitmek üzere Tunceli’de öğretmen
okuluyla ilerlemiştir. Daha o zamanlarda yaşadığı maddi zorluklar bile önünde
engel teşkil etmeye başlamıştır. Arslan geldiği sosyal düzeyi, “Toplumun en
dibinden geliyorum, buranın daha dibi yok.” sözleriyle açıklamaktadır. Hatta
çocukluk dönemlerinde daha öncesinde portakal görmemiş, evlerine birkaç kilo
portakal geldiğinde portakal kabuklarını boynuna iğneleyip süs olarak
kullandığından söz etmiştir.
Çok kısa süre sonra üniversite yıllarına geçeceği dönem, okumak istediği
iki bölüm olmuştur: Dil ve gazetecilik. Lakin dil sınavına girdiğinde yetersiz puan
almış, gazetecilikten de vazgeçmiştir. Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari
Bilimler Fakültesi’nde Tarih Bölümü kazanmış ve burada babasının geçim
sıkıntılarıyla ilgili tembihleriyle okumuştur. Yeni yeni ideolojilerle tanıştığı
yıllarda, siyasi konulara ilgili olmuştur. Hatta öyle ki, aslında karakteri ve
değerlerine bu kadar bağlı olmasına tezat, elinde fırça ve kırmızı boya ile sloganlar
yazıp, mitinglerde “Kahrolsun Kapitalizm!” diye bağırdığından da “O zamanki
literatürümde her şeyin kahrolması gerekiyordu.” diyerek kinayeyle bahsetmiştir.
Daha sonrasında ideolojilerden kurtuluşunu yine aynı bölümde yüksek lisans
zamanlarda ikinci sınıf yabancı diller öğrencisi, âşık olduğu insana bağlamıştır.
Öyle ki, ondan başka bir şey düşünemeyecek, ona adeta tapar duruma gelmiş, bu
yüzden de ideolojilerle ilişkisinin kesildiğini söylemiştir. Bu önemli kişinin,
2
kaderinin güzel yanlarından biri olduğunu söylemiştir. Aşk denilen kavramın
karşılıksız olduğuna inanmıştır. Kim bilir, evlenmeyişinin ardında yatan sebep
belki bu unutamadığı şahıs olmuştur.
Sonrasında İstanbul Üniversitesinde Genel Sosyoloji ve Metodoloji alanına
geçmiş ve doktorası olan “Epistemik Cemaat”i yazmıştır. Bölümü ve bu sosyoloji
dalını seçmesindeki asıl sebeplerden bir tanesi çok sevdiği ve saydığı Ahmet Saltık
adlı öğretmeninden aldığı dersler olmuştur. Kendi hayatında bir dönüm noktası
olmuş hocası Cemil Meriç ve yine ona çok şey katmış tez danışmanı -ve aynı
zamanda Cemil Meriç’in kızı- Ümit Meriç, bu tezin çıkmasında çok emeği geçen
insanlardandır. Epistemik Cemaat, tam anlamıyla, Arslan’ın “Ben buradayım.”
dediği eseridir. Türkiye’ye pek çok insanın direkt olarak epistemoloji için kaynak
sayabileceği, ancak uzun süre Arslan’ın muhafazakâr oluşu, yaşanılan zamanın
tutuculuğu, yeniliklere olan önyargı gibi sorunlarla sözde “âlimler ve düşünürler”
tarafından hor görülmüştür. Tezini kabul ettirmek, onun için hiç de kolay
olmamıştır. Derinlikli düşüncenin aforoz edildiği, itaat ve sadakat kültürünün
egemen olduğu bir hareketle karşı karşıya kalmıştır. Türkiye’de üzerinde tek bir
metin yazılmamış bir konuda çalışmayı kabul ettirmek bir hayli zor olmuştur.
Aynı dönemde Bursa’da akademisyenlik de yapmıştır. Tam bu dönemlerde
bir felsefe profesörü olan Ahmet Cevizci ile Paradigma Yayınlarının kurulmasına
girişmiştir. Arslan’ın çevirileri, Cevizci’nin telif eserleriyle birlikte Paradigma’da,
hem kendi tezi hem de daha sonrasında Türkiye’de daha önce Türkçe çevirisi
olmayan önemli metin ve eserleri yer almıştır. Önce öğrencisi, daha sonra
Paradigma’da kader ortağı olduğu Gökhan Yavuz Demir’in söylediğine göre adeta
imkânsızlıklardan imkân oluşturularak Paradigma Yayınları kurulmuş ve
Türkiye’nin entelektüel tarihinde çok özel bir yer kazanmıştır. Kuhn’un tanımı ve
Arslan’ın tasdikiyle “Paradigma, bir bilimsel cemaatin üyelerinin paylaştığı şeydir
ve başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, bilimsel cemaat bir paradigmayı
paylaşan insanlardan oluşur.” (Arslan, 2018: 119) olarak açıklanabilir.
Arslan; Gadamer, Ricoeur, Toulmin, Lakoff, Heidegger, de Man ve
Ellul’den eserler yayımlamıştır. Fransızca, İngilizce, Almanca ve İtalyanca
çeviriler yapan Hüsamettin Arslan’ın büyük emekleriyle açtığı yayınevi, kitaplarını
ve çevirilerini insanlara gösterebilmek için uygun bir ortam sağlamıştır. Üstelik
diğer akademisyen ve entelektüellerin aksine yurtdışına çıkmanın bu kadar önem
arz etmediğini düşünmüştür. Yabancı dilleri kendisi öğrenmiş olmakla beraber
bunu çok kompleks kitapları çevirebilecek kadar ilerletebilmiştir. Felsefe ve
3
sosyoloji alanlarında gerekli sayılabilecek yirmi eser çevirmiştir. Bunlardan
bazıları: Bilim Dedikleri/Bilimin Doğası, Statüsü ve Yöntemleri Üzerine Genel Bir
Değerlendirme (Chalmers, Alan), Bilimsel Bilginin Sosyolojisi (Barnes, Barry),
Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi (Lakatos, ImreMusgrave, Alan), Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik (Hekman, Susan), Post-modern
Toplumsal Analiz ve Post-modern Eleştiri (Murphy, John W.), Sözün Düşüşü
(Ellul, Jacques). Tüm bu çabaları çalışkanlığının eseri olmuştur. Röportajlarından
birinde kendine yöneltilen, “Sosyolog olduğunuzu nasıl anladınız?” sorusuna da,
“Benim gibi adamlar, cebinde kalan son kuruşlarını kitaba veren insanlardır.
Okumak için okunur, ilgi ve meraktan okunur. Ben de sosyolog olmak için
okumadım. Okuduğum için sosyolog oldum.” diyerek anlatmıştır. 70’lerde
dayatılmış olan ideolojik ‘normların’ etkisinde kalmamış hatta bunları yıkmış olan
naçizane insanlardan biri olmuştur. Azim ve ona karşı duran tüm duvarları yıkacak
sabrı ile kendinden söz ettirmiştir. Gerek çevresindeki insanlar, gerek sosyoloji ve
felsefeye ilgi duyanlar ya da değerlerin önemini kavramak isteyenler için
Hüsamettin Arslan büyük bir önem arz etmektedir.
Hüsamettin Arslan’ın Hayatında büyük etkiler bırakmış, düşünce
dünyasında önemli gelişmelere sebep olmuş ve kendi fikirlerinin oluşmasında yol
göstermiş kişilikler vardır. Bunlar Hegel, Heidegger, Şerif Mardin ve Cemil
Meriç’tir. Cemil Meriç’le yaptığı röportaj, Meriç’in verdiği konferanslara katılmak
onun sosyolojiye ve felsefeye ilgi duymasında önemli bir etkendir. Meriç’e büyük
ilgi duyan Arslan, Meriç’e ait tüm kitapları okumuş, onunla konuşma, ona soru
sorma fırsatını elde ettiği her zaman hangi kitabın hangi sayfasından olduğunu
söyleyerek detaylıca bilgi edinmek istediğini belli etmiştir (Açıkgöz, 2018) Birçok
kişiye göre Cemil Meriç’i en iyi tanıyan insan olduğu kabul edilmiştir. Ve bir fikir
hocası da Heidegger’dir. Kendini Almanca ve İngilizcede geliştirdiği zamanlarda
yaptığı okumalarla, zaten çoktan haberdar olduğu bu düşünürün kitabını çevirmesi
ayrıca önemlidir. “Hayır” diyebilen, arkadaşları arasında lakabı “İtirazî” olan,
Sultanahmet Camiine bakan çatı katında sabahlara kadar sohbet eden, statükoya
yüz çevirebilen, çeviri eserlerle Türkiye’de bir “paradigma” kurmaya çalışan sıra
dışı biridir Hüsamettin Arslan.
4
SONUÇ VE ÖNERİLER
Hüsamettin Arslan, Türkiye’de sosyoloji açısından nadir görülebilecek
azmi ve çalışkanlığıyla entelektüel dünyaya katkıda bulunmuş bir insandır. Türkiye
genelindeki lise öğrencilerinin ülkeye mal olmuş sıra dışı entelektüelleri tanıması
ve bildirilerini sunması için yapılan bu etkinliğin devamı gelmelidir. Hüsamettin
Arslan’ı daha iyi tanımak isteyen insanlar için Cemil Meriç’in “Biyografi,
kronoloji, otobiyografi, bir düşünürü anlayabilmek için başvurmamız gereken
ikincil malzeme. Asıl çaba, onu eserlerinden tanımaya çalışmak, satır satır,
paragraf paragraf, sayfa sayfa, cilt cilt olandır.” (Meriç, 2006: 21) sözü dikkate
alınmalıdır. Biyografilerle beraber, söz konusu kişinin eserlerini okumak bir
düşünürü anlamanın en iyi yoludur. Özellikle lise öğrencilerinin, kısa bilgi içeren
kronolojiler dışında kavramsal okumalar çerçevesinde biyografiler hazırlamaları
önerilebilir.
5
KAYNAKÇA
Meriç, M. A. (2006). Entelektüel Bir Otobiyografi. T.C. Kültür Bakanlığı.
Öz, A. (2018). Hüsamettin Arslan’ın Yuvaya Dönüşü. Kriter Dergisi, 21.
https://www.yenicaggazetesi.com.tr/acilari-tadan-alim-husamettin-arslan45765yy.htm
Güngörmez, B. (2019, Eylül 19). Doç. Dr. Bengül Güngörmez’in Hüsamettin
Arslan
ile
Söyleşisi
[Video].
YouTube.
https://www.youtube.com/watch?v=uKDQS-Dldys
Kiras, İ. (2019, Eylül 20). Hüsamettin Arslan. Karar Gazetesi.
Tekin, A. (2019, Kasım 19) Acıları Tadan Alim: Hüsamettin Arslan. Yeniçağ
Gazetesi.
https://www.karar.com/yazarlar/ibrahim-kiras/husamettin-arslan-5862
6
HÜSAMETTİN ARSLAN’A GÖRE DOĞU İLE BATI ARASINDA KALMIŞ
KAVRAMLAR ÜZERİNE BİR ÇALIŞMA
Yahya Bekir SULAK
ÖZET
Bu çalışmada kavramların modernleşme ve pozitivizm sürecinde bir etkiye
uğrayarak anlamlarından uzaklaşmak ve bozulmak durumunda kalmasıyla oluşan
anlamsal bozukluk durumu “Doğu ile Batı Arasında Kalmış Kavramlar” adı altında
incelenecektir. Bu çalışmanın amacı bahsedilen süreç ve faktörler sonucu
kavramların değişime uğramak suretiyle bozulduğunu, insanların zihninde bu
durumun yanlışlığının nasıl yer aldığını, kavramların manalarının doğru
kullanılmasının önemini açıklamayı amaçlamaktadır. Batı’da doğan kavramların
Doğu’da nasıl karşılık bulduğu, ne gibi bir karmaşaya uğradığı hakkında nitelikli
çalışmaların yapılmasını önermektedir.
Anahtar Kelimeler: Hüsamettin Arslan, Doğu-Batı, Cemaat, Cemiyet,
İlim, Bilim
Eskişehir
Eti Sosyal Bilimler Lisesi 10. Sınıf Öğrencisi
7
GİRİŞ
Hüsamettin Arslan, Kitap Dergisi’nde yayımlanan bir yazısında “Ebediyete
intikal eden düşünür için okunacak Fatiha, onun düşünceleri üzerine yazılmış aklı
başında bir eleştiridir” demektedir. Bu bildiri de Hüsamettin Arslan'a okunan bir
Fatihadır.
Hüsamettin Arslan yeterince duyulmamış, sıra dışı akademisyenlerden
biridir. Kendisi hiçbir erk ve yapının etkisinde olmadan yerleşik entelektüel
tekellerin ezberlerini bozmaya çalışmış bir kişidir. Hüsamettin Arslan kullandığı
kavramları özenle seçmiş ve bu kavramların asıl anlamları üzerinden ilerlemiştir.
Bu kavramlara modernleşme süresince bir anlam yükleme çabasına girmemiş,
kullandığı kavramları kendi ana anlamları ile değerlendirmiş ve okuyuculara
aktarmıştır.
Öncelikle bu çalışmanın başlığı gereği kavram kelimesinin anlamıyla
başlamak doğru olacaktır. Kavram “[Ing.concept, Fr.concept; Al.begriff] bir şeyin,
bir nesnenin zihnindeki ve zihne ait tasarımı; soyut düşünme faaliyetinde kullanılan
ve belli bir somutluk ya da soyutluk derecesi sergileyen bir düşünce, fikir ya da
ide” anlamına gelmektedir (Cevizci, 2010: 598). Türkiye’de kullanılan kavramlara
bakıldığında ise karşımıza pek vahim bir sorun ortaya çıkarmaktadır. Kullanılan
bazı kavramlar ülkemizde bulunan siyasi partiler, politika, din veyahut din kisvesi
altında kurulmuş rant, yani halkı dolandırma, güdümlü gruplar yüzünden kendi
anlamlarını yitirmeye başlamıştır. Bu konunun önemini Hüsamettin Arslan
“Modern insan gözleriyle düşünür, kulaklarıyla değil. Göz dışarıyı görür, içeriyi
değil”8 sözleriyle açıklamaktadır. İnsan gördüğü görüntülerden önce duyduğu
seslere tepki vermektedir. Türk-İslam geleneğinde doğmuş çocuğun kulağına
adının söylenmesi durumu buna örnek niteliktedir. Kavramların modernleşme
sürecinde değişime uğramasının sorun teşkil etmesinin sebebi duymaya bağlı
öğrenmenin engellenmesi veyahut yanlış öğrenmeye teşvik etmesinden
kaynaklanmaktadır. Bu durumun vahameti göz önüne alınmalı ve kavramların
yanlış anlam yükleri alınmasına engel olunmalı, Batı olarak nitelendirdiğimiz
gelişmiş modern toplumlardan kavramların çevrilerek alınması durumunda
kelimenin manası derinlemesine incelenmeli ve bu şekilde alınmalıdır. Bu sorunla
ülkemiz sürekli yüz yüze kalmaktadır. Bu sorunu daha derinlemesine Hüsamettin
Arslan’ın örnek nitelikte bahsettiği kavramlarla açıklamak mümkündür.
8Röportaj:
Nazife Şişman, Nihayet Dergisi, Aralık 2015
8
İnsan varoluşundan itibaren fıtratında bilgi arayışı olan bir varlıktır. Bu
arayış süresince sürekli bir gelişme ve ilerleme kaydetmektedir. İnsanlar bu
ilerleyiş sonucunda duygu ve düşüncelerinin soyut ve genel tasarımlarına verdikleri
anlam yükü ile kavramları oluşturmuşlardır. Fakat az gelişmiş veya gelişmemiş
“cemaatlerin” (toplulukların), modern, siyasal, “cemiyetsel” (toplumsal) ve
kültürel bakımdan sanayileşmiş ülkeler modelini benimseyip onlara benzeme
sürecine girmesiyle yani “modernleşmesiyle” bu kavramlar değişime uğramıştır.
Günümüzde “cemaatimizin” kullandığı birçok kavram olmasına karşın bu
kavramların çoğu gerek siyaset, gerek din, gerekse ideolojilerden etkilenerek
değişime uğramaktadır. Fark edileceği üzere çalışmanın başından itibaren iki defa
“cemaat” kavramına yer verilmiştir. Bu kavram kimilerinin aklında siyasi,
kimilerinin aklında ise dinî bir çağrışım oluşturmaktadır. Bu kavram, bu
çağrışımlara karşın herhangi bir örgütü, oluşumu ya da siyasi destekli dinî bir
grubu vurgulamamaktadır. Bu çağrışımlardan uzaklaşıp yani modernleşme
faktörünün etkisini göz önüne alınmayıp kavramın asıl anlamına inildiğinde
“cemaat” dediğimiz kavramın (topluluk) anlamına geldiği görülmektedir. Aynı
şekilde “cemiyet” kavramına bakıldığında ise karşımıza “toplum” kavramı
çıkmaktadır. Tabi ki bu kavramlar birbiri ile tamı tamına aynı anlama
gelmemektedir. Fakat iç içe ilerleyen kavramlardır. Hüsamettin Arslan bunu
“Dünün toplumları geleneksel cemaatleri barındırıyorlardı, bugünün toplumları
‘modern’cemaatleri barındırıyorlar. Modernleşmenin sergilediği değişme
istikameti, Cemaatten-Cemiyete, Cemaat yapısından Cemiyet yapısına doğru değil,
Cemaatten Cemaate doğrudur. Cemiyet nerede ise Cemaat orada, Cemaat nerede
ise Cemiyette oradadır.” diyerek açıklamaktadır (Arslan, 2018: 19).
İngilizce pozitivizm, Fransızca pozitivizme, Almanca pozitivizmus olan
“pozitivizm” köküne inildiğinde, pozitif kelimesinden türediği görülmektedir.
“Ponere’’ fiilinden türemiş olan pozitivizm sözcüğü, Latincede vaz etmek, göz
önüne yerleştirmek, öne koymak ve karşıya koymak anlamlarına gelmektedir
(Cevizci, 2010: 1289). Pozitivizm kavramı olguculuk anlamına da gelmektedir.
Olguculuk kavramına bakıldığında ise bu kavramın deney ve gözlem sonucu ortaya
çıkan gerçeğe ulaşma öğretisi anlamına geldiği görülmektedir. Bu yönüyle
pozitivizm aslında sadece somut olguları incelemektedir. Felsefe ve din gibi iki
büyük kavramı görmezden gelen bu sistem insanları bir yandan ilerletirken diğer
yandan ise geriye çekmektedir. Matematik, kimya, fizik vb. alanlarda yapılan
çalışmalar sonucunda insanlık ilerlese de felsefe ve din kavramlarına zıt bir
ilerleyiş olduğu için insanı düşünmeye ve hakikati bulmaya değil, bulunan bilgi
9
üzerinden ilerlemeye itmektedir. Bu durum her ne kadar şu an bir sorun teşkil
etmese de zamanla insanlığın ilerlemesini yavaşlatacak ve hatta geriye dönüşe
sebep olacaktır.
Bir diğer örnek niteliği taşıyan kavramlar ikilisinden bahseden Hüsamettin
Arslan, bilgi felsefesi üzerine çalışmış bir kişi olarak bilginin elde edilmesi
yönünde kullanılan ilim ve bilim kavramlarının da ne şekilde yanlış kullanıldığını
şu sözleriyle ifade etmiştir: “Tanzimat döneminden bu yana aydınlar,
entelektüeller, politikacılar, bürokratik elitler Kur’an-ı Kerim’de geçen ilimde
kastedilenin fizik, kimya, astronomi gibi bir bilim olduğu imasında bulundular.
Bunun son derece yanlış olduğunu düşünüyorum.”
Hüsamettin Arslan “ilim” kavramının pozitif bilimler olmadığını
belirtmekte ve bu ifadesini “Modern bilimin incelediği alan maddi dünyadır.
Modern bilim materyalisttir, maddeye inanır ve maddi olmayan şeyi
reddetmektedir. Çünkü maddi olmayan şeyler gözlemlenemez, deneyleri
yapılamaz.” sözleriyle desteklemektedir. Bu sözleriyle bilimin doğa ve toplum
üzerinde iktidar kurmak isteyen pragmatist yani faydacı bir yapı olduğu
belirtmektedir. “ilm” kavramı üzerine çalışma yapmış Şakir Kocabaş bir yazısında
“Kur’an'daki ‘ilm (= bilgi) kavramı bütün ilimleri kapsamaktadır ki buna hangi
soyutluk düzeyinde olursa olsun gerçekliği yansıtan bütün bilimler de dâhildir.”
diyerek aslında pozitivizmin ayırdığı “ilm” ve “bilim” şeklinde iki kavramın
bulunmadığını pozitivizm kavramı altında incelenen alanların “ilm” kavramının
içinde incelendiğini belirtmektedir. Burada anlambilimin eş anlamlılık sorunundan
bahsetmek gerekmektedir.
Eş anlamlılık sorunu olarak bahsedilen olay, bir olguyu anlatan iki
kavramın olamayacağını, bunların birinin asıl olguyu anlattığını diğerlerinin ise
farklı bir anlam taşıması gerektiğini Hüsamettin Arslan belirtmektedir. Bundan
Avrasya Dil Eğitimi ve Araştırmaları Dergisi’nde “Doğal bir dilde, eş süremli
olarak aralarında hiçbir ayrım olmaksızın iki veya daha fazla dilsel formun aynı
anlamı ifade etmesi mümkün değildir.” şeklinde bahsedilmiştir. İlim ve bilim
kavramlarına geri dönmemiz durumunda ilimin kavram anlamı olarak bilim olduğu
belirtilmektedir. Burada bir hata olduğu aşikârdır. Aslına bakarsanız bu hatalar
sadece bunun gibi bir iki kavram ikilisi ile sınırlı kalmamaktadır.
Günümüz dünyasında Doğu olarak nitelendirilen ve bizim de içinde
bulunduğumuz “az gelişmiş” veyahut “gelişmemiş” toplumlar anlamına gelen
Doğu kavramı ile modern ve gelişmiş toplum veya toplumlar olarak nitelendirilen
10
Batı kavramının her alanda olduğu gibi kavramlar üzerinde de bir çatışması
bulunmaktadır. Bu çatışmalar bu çalışmada da bahsedildiği üzere Doğulu ilim (ilm)
ve Batılı bilim ikilisi, Doğulu cemaat ve Batılı cemiyet ikilisi gibi birçok kavramda
görülmektedir. Bu duruma sebebiyet veren faktörler bazen o toplumun Batılıları
veyahut sahte ilim (ilm) adamları bazen de Batılı kavramların tam manası ile
çevrilmemesi sonucu oluşmaktadır.
Pozitivizm ve modernleşme ile çoğu kavram bir etki altına girmekte, anlam
yükü bakımından değişmektedir. Günümüzde modern kaynaklara bakıldığında
kavramların pozitivizm ile ilişkilendirilme çabasında olunduğu görülmektedir. Bu
özel çaba gelişmemiş toplumlara bir şeyleri yanlış aktarma ve gelişim sürecini
engellemek adına atılan bir adım niteliğindedir. Batılı kavramları geldiği şekli
itibarı ile kabullenip o anlam yüküyle bakılması durumunda pozitivizmin
pragmatist yapısının pençelerinden Türkiye kurtulamayacaktır. Sistemin genç nesle
eğitim verirken dahi kullandığı pozitif bilimler baskın durumdadır. Batı’da doğan
kavramların, Batılı olmaya çalışan Doğulularca (!) başka bir coğrafyaya taşınması
sorunu hep var olacağa benzemektedir. Bu çatışma bir sorun olarak hep sürecektir.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Bu çalışmada Prof. Dr. Hüsamettin Arslan’ın da bahsettiği belirli
kavramlar üzerinden Doğu-Batı çatışması anlatılmaya çalışılmıştır. Prof. Dr.
Hüsamettin Arslan kavramlar konusuna çok temkinli yaklaşmakta ve kavramların
yanlış aktarımını engellemek amacı ile belirli bir uğraş içine girmektedir.
“Eskişehir Liseleri Aydınlarını Tanıyor” Projesi kavramsal çalışmalar üretmeye
çalışan mütevazı bir çalışmadır. Benzeri çalışmalar, farklı eğitim süreci yaşayan
öğrenciler arasında Türkiye genelinde planlanabilir.
11
KAYNAKÇA
Arslan, H. (2018). Epistemik Cemaat. İstanbul: Paradigma Yayınları.
Profesör bilimi 'Batı'nın günahı' diyen niteleyip sordu: 'Niye ortak olalım?' (2019,
Eylül
07).
https://www.google.com/amp/s/www.cnnturk.com/amp/turkiye/profesorbilimi-batinin-gunahi-diyen-niteleyip-sordu-niye-ortak-olalim
“Bilim
düşmanı
‘Bilim
Adamı’”
(2019,
Haziran
05).
https://www.aydinlik.com.tr/bilim-ve-teknoloji/2017-subat/bilim-dusmanibilim-adami
Akçataş, A., & Arı, E. (2018). Anlambiliminin Eş Anlamlılık Sorunu. Avrasya Dil
Eğitimi
ve
Araştırmaları
Dergisi,
2
(2),
126-152.
https://dergipark.org.tr/tr/pub/adea/issue/41715/455331
Kocabaş, Ş. (1996). İslam ve Bilim. Divan: Disiplinler Arası Çalışma
Dergisi.96(1),
67-83.
https://www.academia.edu/4609844/%C4%B0sl%C3%A2m_ve_bilim_%C
5%9Eakir_KOCABA%C5%9E
Öz, A. (2019, Mayıs 28). Hüsamettin Arslan için eksik bir Fatiha. Star Gazetesi.
https://m.star.com.tr/acik-gorus/husamettin-arslan-icin-eksik-bir-fatihahaber-1294541/
Şişman, N. (2019, Haziran 05). Hüsamettin Arslan: Modern insan gözleriyle
düşünür.
http://www.nihayet.com/roportaj/husamettin-arslan-modern-insan-gozleriyledusunur/
12
HÜSAMETTİN ARSLAN’IN ÇEVİRİ ANLAYIŞI VE ÇEVİRDİĞİ
ESERLER ÜZERİNE BİR İNCELEME
İdil ELİT
ÖZET
Hüsamettin Arslan “Düşüncenin gübresi farklılıktır; homojenite değil.”
demiştir(Arslan, 2002: Mütercimin Önsözü). Bu yüzden yabancı eserleri de
okuyarak farklı görüşler edinmeyi amaçlamıştır. Okuduğu eserleri tercüme etmiştir
ki “İnsan tercümeyle, başka dünyalara açılır” (Arslan, 2002: Mütercimin Önsözü)
sözünde belirttiği gibi toplumun da farklı düşünceleri geliştirmesine katkı
sağlamaya çalışmıştır. Bu çalışma da, bu düşünce temelini benimseyen Hüsamettin
Arslan’ın çeviri anlayışı incelenmeye çalışılmıştır. Çalışmanın içeriğinde Arslan’ın
süregelmiş çeviri metinlerin yapısını eleştirerek kendi çevirilerinde dikkat ettiği
unsurların neler olduğu ve bu işte nasıl bir yol izlediği araştırılmış ve bizzat
hocanın açıklamaları paylaşılmıştır. Hüsamettin Arslan’ın bizzat kurucusu olduğu
“Paradigma Yayınları”nın bu yoldaki yeri kısaca belirtilmiştir. Hoca tarafından
yapılan çevirilerin konuları ele alınarak gruplandırılmış, bu gruplandırma tablo
haline getirilerek olabildiğince çevirilerin içerik incelemesi yapılmıştır. Türkiye’de
çeviri sorunu, yapılan farklı çevirilerin eleştirisi üzerine sempozyumlar, çalıştaylar
düzenlenebilir.
Anahtar Kelimeler: Hüsamettin Arslan, Çeviri, Paradigma yayınları,
Sözün düşüşü, Martin Heidegger
Eti
Sosyal Bilimler Lisesi 10. Sınıf Öğrencisi
13
GİRİŞ
Hüsamettin Arslan “Çeviriye önem verilmeyen bir ülkede entelektüel
gelişmeden söz edilemez; ‘düşünceden’ hiç söz edilemez.” Demektedir (Tozal,
2010: 6). Entelektüel sefaletlerden birini bu olarak görür ve Türkiye’nin entelektüel
bir çöl olduğunu belirtir. “Tercüme bizi nispeten homojen kendi entelektüel
dünyamızdan kurtarır ve düşüncede kozmopoliteye açar. Kozmopoliteye açılmak,
farklı düşüncelere ve bakış açılarına ve söylemeye bile gerek yoktur ki, başka
dillere ve dünya görüşlerine açılmaktır.” Görüşündedir (Arslan, 2002: Mütercimin
Önsözü). Bu görüş hocanın sahip olduğu hayatın büyük bir parçasını yabancı
düşünürlerin sunduğu düşüncelerden kendi payını almak için çabalamasını
sağlamıştır. Bunu yapabilmesi anca yabancı dile hâkim olması ile mümkündür ve
bu durum Arslan’da oldukça mevcuttur. Hüsamettin Arslan hayatı boyunca hiç yurt
dışında bulunmamıştır, buna rağmen kendi imkânlarıyla öğrenip geliştirdiği
yabancı diliyle ağır metinlerin üstesinden gelmiş ve yirmiden fazla kitap
çevirmiştir. Bu çevirilerin içerik incelemesi metnin devamında yer almaktadır.
Çevirilerini yaparken metnin orijinal halini Türkçeye direk yansıtmak için
çabalamıştır. Tabii ki bunu yapmak oldukça zordur çünkü bir metin bir dilden
başka bir dile tercüme edilirken her kelime karşılığını tam anlamıyla bulamaz.
Arslan bunu felsefeyi anlama üzerinden “Türkiye’de felsefe çevirmenlerinin
kendilerinin de izah edemeyeceği bir ‘milliyetçi,’ ‘Türkçü’ damarı var. Başka
konularda kozmopolit, üniversalist bir tutumu benimsedikleri halde, dil bahis
konusu olduğunda ‘ırkçı’ bir tutumu benimsemekte beis görmüyorlar. Her dilin
her şeyi karşılayacak kelimeleri ve kavramları olduğunu sanıyorlar. Türkçede
neden ‘dekonstrüksiyon’ kelimesinin karşılığı olması gereksin; ‘dekonstrüksiyon’
(yapılandırma) kelimesinin dilimizde karşılığı olmadığı için neden ‘aşağılık
kompleksine’ kapılalım? ‘Logos’un, Geist’ın Türkçede karşılığı olmaması
Türkçenin eksikliği midir? Kültürlerin, dinlerin, dünya görüşlerinin temel
kavramlarına saygı göstermeliyiz. ‘Allah’ kelimesini Türkleştirerek Müslüman
olamazdık, aynen aldık. Eğer modern felsefeyi kendimize mal etmek istiyorsak,
eğer modern anlamda ‘felsefece’ düşünmek istiyorsak, öncelikle modern felsefenin
sözünü ettiğim temel kavramlarını içselleştirmeliyiz.” diyerek açıklamıştır (Tozal,
2010: 7). Hüsamettin Arslan aslında çevirinin imkanlarını üst düzeyde kullanmıştır.
Çünkü dili kendi imkanlarıyla öğrenmesi onun için avantaj olmuştur. Böylelikle
çeviride kendi sistemini oluşturmuştur denilebilir.
14
Hüsamettin Arslan’ın, Jacques Ellul’un “Sözün Düşüşü” adlı kitaba özel
yazdığı ön sözünde çeviri metinlerin ülkemizde elimize ulaşma sürecinin nasıl
olduğu hakkındaki düşüncelerinden bahsetmiştir. Bunu “Toplumumuzda, tarihi
nedenlerle, Batı dillerini bilenler, toplumumuzun modernleşme sürecinin öncü
kesimine mensup ‘aydınlar’dır. Onlar bu konumlarıyla Batı toplumuyla
toplumumuz arasındaki entelektüel eleştirinin aracılarıdır. ‘Aydın olmaklıkları’
büyük ölçüde bu ‘aracı olma’ rollerinden doğar. Onlar öncelikle ‘düşündükleri’
için değil, Batı dillerini bildikleri için ‘aydın’dırlar. Batı düşüncesi toplumumuza,
bu aracı “aydın” kesimde, bu prizmada ‘kırıldıktan/tahrif olduktan’ sonra ulaşır.
Durum, kaçınılmazdır. Genelde tercüme tahriftir; orijinal metnin tahrifi.” sözüyle
vurgulamıştır (Ellul, 2015: 10). Bu düşüncesini “Onlar bu tahrif işleminde
toplumlarına Batı’yı ve modern uygarlığı bütün renkleriyle birlikte sunmazlar,
kendi ‘ilgi ve çıkarlarına’ uygun düşen Batı’yı ve modern uygarlığı, kendi
Batı’larını ve modern uygarlıklarını sunarlar.” sözüyle temellendirmiştir (Ellul,
2015: 10). “Sözün Düşüşü” hocanın çeviri manifestosu olmuştur. Hüsamettin
Arslan kendi çeviri metinlerini oluştururken diğer çeviri metinlerin hatalarına
düşmemek için büyük uğraş göstermiştir.
Hüsamettin Arslan’ın çeviri yapmayı hayatının bu denli odak noktasına
koymasının temel nedeni düşüncelerinin şekillenmesinde katkısı olan yabancı
düşünürlerin eserlerini tek çaresi çeviri metin okumak olan çevreye ulaştırmaktır.
Bunu kendisi adına bir sorumluluk olarak görmüştür çünkü kendisi topluma
ulaşmanın yolunun bu şekilde olacağı düşüncesini benimsemiştir. Çevirilerini
topluma ulaştırabilmek üzere de dostu merhum Ahmet Cevizci ile kendi bütçeleri
çerçevesinde Paradigma Yayınları’nı kurmuştur. Hüsamettin Arslan “Paradigma’yı
Paradigma yapan şeylerden biri dile hassasiyetidir. Anlaşılır olmak temel
kaygımızdır. Amacımız “meselesi” olan insanlara ulaşmak. Eğer Türkiye’de
üzerinde uzlaşılabilir bir çeviri diline, bir çeviri anlayışına ulaşabilirsek,
toplumumuza en büyük hizmeti yapacağımıza inanıyorum.” açıklamasında
bulunmuştur (Tozal, 2010: 9). Bu açıklama kurdukları yayınevinin amacını açıkça
belirtmiştir.
Hüsamettin Arslan yirmiden fazla çeviriye imza atmıştır. Bu çevirilerde
kendine has titiz bir duruş sergilemiştir. Başka yayınevlerinin çevirmek
istemedikleri eserleri Türkçeye kazandırmıştır.
15
Hüsamettin Arslan’ın Çeviri Çalışmaları
Eserin Adı
Yazarı
Başlıca Konusu
Sözün Düşüşü
Jacques Ellul
Söz, dil, yazı,
teoloji
İnsan Bilimlerine Prolegomena
Dil, Gelenek ve Yorum
Kollektif
Din Sosyolojisi Elkitabı
Michele Dillon
Bilim Dedikleri
Alan F. Chalmers
Bilim felsefesi
Kozmopolis/Modernitenin Gizli
Gündemi
Stephen Toulmin
Bilim felsefesi
Bilimsel Bilginin Sosyolojisi
Barry Barnes
Bilim felsefesi
Steve Woolgar
Bilim felsefesi
Paul Ricoeur
Hermeneutik
Susan Hekman
Hermeneutik
Kollektif
Hermeneutik
Kollektif
Hermeneutik
Bilim/Bilim İdesi Üzerine
Sosyolojik Bir Deneme
Yorumların Çatışması
Hermenoytik Üzerine Denemeler
Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik
Hermeneutik ve Hümaniter
Disiplinler
Gadamer-Habermas, GadamerRicoeur,GadamerDerrida Tartışması
Retorik, Hermeneutik ve Sosyal
Bilimler
İnsan Bilimlerinde Retoriğe
Dönüş
Hermeneutik ve Hümaniter
Disiplinler
Gadamer - Habermas, Gadamer Ricoeur, Gadamer - Derrida
Tartışması
Kollektif
Hermeneutik
16
Heidegger Moderniteyle
Hesaplaşma
Teknoloji, Politika, Sanat
Heidegger’in Çocukları
(Hannah Arendt, Karl Löwith
Hans Jonas ve Herbert Marcuse)
Heidegger, Ontoteoloji, Teknoloji
ve Eğitim Politikaları
Postmodern Toplumsal Analiz ve
Postmodern Eleştiri
Michael E.
Zimmerman
Richard Wolin
Iain D. Thomson
John W Murphy
Çağdaş Filozoflarla Söyleşiler
Richard Kearney
Romantizm, Pragmatizm ve
Dekonstrüksiyon
Katleen Wheeler
Eğitim ve Toplum
Rob Moore
Hüsamettin Arslan inandığı doğrulara Gadamer, Ricoeur, Toulmin,
Heidegger ve Ellul gibi düşünürlerin kitaplarını okuyarak ulaşmıştır. Gadamer
Alman, Ricoeur Fransız filozoftur ve Hüsamettin Arslan bu düşünürleri okuyarak
hermeneutik felsefeyi benimsemiştir. İngiliz asıllı Amerikan filozof Toulmin
sayesinde bilim felsefesi hakkındaki düşüncelerini geliştirmiştir. Fransız düşünür
Ellul birçok düşüncesinin şekillenmesinde katkı sağlamıştır. Heidegger Hüsamettin
Arslan’ın düşüncelerinin en çok etkilendiği kişidir. Alman filozof Heidegger ve
onun düşüncelerini ele alan birçok kitabın çevirisini üstlenmiştir. Aynı zamanda
Heidegger, Arslan’ın ve düşüncelerini benimsediği yazarların ortak paydasıdır.
Hepsi Heidegger okumuş ve ondan etkilemiş savunuculardır. Hüsamettin Arslan bu
düşünürlerin benimsedikleri konular üzerine çalışmış birçok yazarın kitaplarını da
çevirmiştir. Genelde ele alınan konular “Bilgi Sosyolojisi, Bilim Sosyolojisi,
Sosyal Bilimlerde Yöntem ve Hermeneutik” olmuştur.
Hüsamettin Arslan’ın Paradigma Yayınları’nda ilk olarak Imre Lakatos ile
Alan Musgrave’e ait “Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin
Eleştirisi” aynı zamanda Alan Chalmers’a ait “Bilim Dedikleri” kitaplarına yaptığı
çevirileri yer almıştır.
17
“Bilim Dedikleri” bilim felsefesini konu edinmektedir. Kitapta da
belirtildiği gibi “Kendisine has bir niteliği yoksa bilimi bu kadar özel kılan nedir?
Özellikle sözü edilen, hürmete layık veya güvenilir sonuçlara yol açan ‘bilimsel
yöntem’ nedir?” gibi soruları açıklamak amacıyla ele alınmıştır. “Bilim Dedikleri”
kitabında “Bilmin özel bir yönteme veya özel yöntemlere göre işleyen rasyonel bir
faaliyet olduğu düşüncesini tamamen yok etmektir.” açıklaması kitabın içerdiği
düşünceyi açıkça belirtmiştir (Chalmes,2016: 3). Arslanı’ın bilim felsefesi üzerine
çevirdi tek metin “Bilim Dedikleri” değildir. Stephen Toulmin’a ait
”Kozmopolis/Modernitenin Gizli Gündemi”, Barry Barnes’a ait “Bilimsel Bilginin
Sosyolojisi”, Steve Woolgar’a ait “Bilim/Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir
Deneme” gibi kitaplar da aynı konuyu işlemektedir.
Hocanın üzerinde çalıştığı, benimsediği ve üzerine çeviriler yaptığı diğer
bir konu “Hermeneutik”tir. Farklı yazarlarla aynı konuya değinmiş ve temel içeriği
hermeneutik olan birden fazla kitap çevirmiştir. Susan Hekman’a ait “Bilgi
Sosyolojisi ve Hermeneutik”, Paul Ricoeur’e ait “Yorumların Çatışması
Hermenoytik Üzerine Denemeler”, kollektif bir çalışma olan “Hermeneutik ve
Hümaniter Disiplinler”.
Martin Heidegger. Hüsamettin Arslan’ı anlamanın düğüm noktasıdır çünkü
Heidegger hocanın neredeyse her eserinin ortak paydasıdır. Kendisi düşünceleriyle
Hüsamettin Arslan’ın bizzat entelektüel babası olmuştur. Alman filozoftur ve
varlık felsefesinin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinir. Hüsamettin Arslan
Heidegger’in düşünclerini benimseyen farklı yazarların çalışmalarının çevirilerini
yapmıştır. Bu çalışmalar genelde kollektif oluşturulmuş eserlerdir. “Heidegger
Moderniteyle Hesaplaşma”, “Heidegger’in Çocukları”, “Heidegger/Ontoteoloji”
gibi kitaplar bu eserlere örnektir.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Hüsamettin Arslan “Heidegger/Ontoteoloji” kitabında yazdığı ön sözde
okuyucuyu çeviri metin okumakla ilgili kendi üslubuyla bilgilendirmiş ve okumaya
teşvik etmeyi amaçlamıştır. “Ben ‘çevirme’ cüretinde bulundum dostum, sen de
okuma ve anlama cüretinde bulun; bu konuda bir ‘ability’ye (yeti’ye) sahip
olduğuna bütün samimiyetimle inanıyorum. Bazen klişeler de işe yarar: okur
doğulmaz, okur olunur. Okumadıkça okumayı öğrenemezsin; tıpkı tekrar tekrar
binmedikçe bisiklete binmeyi öğrenemeyeceğin gibi. İyi ve derin kitapların okuru
18
‘olabilmek’ zordur, düşündüğünden çok daha zor; emek ister, zaman ister, sabır
ister.” Bu söz amacının açıklamasıdır (Thomson, 2012: Çeviriye Önsöz).
Çeviri zor bir uğraştır. Bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya, bir düşünce
dünyasından başka bir düşünce dünyasına, bir zihinden başka zihinlere bir metni
taşımak oldukça güç bir o kadar da sorumluluk gerektiren çabadır. Uzun süredir
çeviri sorunları yaşayan Türkiye’de çeviri sorunu, yapılan farklı çevirilerin
eleştirisi üzerine sempozyumlar, çalıştaylar düzenlenebilir.
19
KAYNAKÇA
Arslan, H. (2002). İnsan Bilimlerine Prolegomena. Paradigma.
Toza, Y. E. (2010). Sosyolog ve Mütercim Hüsamettin Arslan: Türkiye Bir
Entelektüel Çöl. Ayraç Kitap Tahlili ve Eleştiri Dergisi, 5-9.
Chalmers, A. F. (2016). Bilim Dedikleri. Paradigma.
Thomson, I. D. (2012). Heidegger/Ontoteoloji. Paradigma.
Demir, G. Y. (2019, Ekim 15). Bu dünyadan bir Hüsamettin Arslan geçti. Gazete
Duvar.
https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2018/01/02/bu-dunyadan-birhusamettin-arslan-gecti/ http://paradigmayayinlari.com/
Erişim tarihi:
Eylül-Aralık 2019
Ersözlü, K. (2019, Aralık 17). Hüsamettin Arslan. İstanbul Üniversitesi.
https://www.academia.edu/35569675/H%C3%BCsamettin_Arslan
20
HÜSAMETTİN ARSLAN’DA BATI’DAN DOĞU’YA “POZİTİVİZM”
Azra ÇOBAN
ÖZET
İnsanlık; bir ideolojinin bir ülkeye, daha sonra tüm dünyaya tek ve doğru
çözüm olarak pazarlanmasının ‘mümkünlüğünü’ pozitivizm sayesinde görmüştür.
Bu metinde kurucularının pozitivizmi nasıl tanımladıkları, Türkiye’nin (zamanın
Osmanlı’sının) bu tanımları nasıl alıp kullanmaya başladığı ve tüm bunların sebep
ve sonuçları Hüsamettin Arslan’ın bakış açısıyla açıklanmaya çalışılmıştır.
“Bilimin meşruiyeti” düşüncesini bilginin oluştuğu epistemik cemaat formuyla
reddeden Arslan, ayrıca eserlerini pozitivist görüşün yarattığı epistemik bunalıma
çözüm getirmek amacıyla da yazmıştır. Onun yazdıklarının anlaşılması bugün,
belki de bu epistemik bunalım için gerçek bir deva olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Hüsamettin Arslan, Pozitivizm, Bilim, Epistemik
Cemaat, Doğu, Batı
Eti
Sosyal Bilimler 9. Sınıf Öğrencisi
21
GİRİŞ
Pozitivizm, dünya üzerinde insanlığın yürüdüğü yolun saklı kalmış
köşelerini aydınlatacak bir meşale gibi görünürken, zamanla o kuytu köşeleri
yangın yerine çevirmiş bir gayedir. Deney ve gözlem yoluyla elde edilen bilginin
en saf doğru olduğunu iddia eden pozitivistler, spekülatif olmayan, gözlemlenebilir
büyüklükler üzerine çalışır (Giddens, 2000:7). Gözlem ve deney doğanın sözünün
çevirmenidir, yani bilgiyi oluşturmak için dile gelen doğadır. Pozitivizm
savunucularına göre doğa bilimlerinin bu yolla ortaya koyduğu bilgi, düşünceleri
ile uzun süre ilgili ve araştırmacı olduğumuz Hüsamettin Arslan’ın deyimiyle
“biricik” doğrudur.
19. yüzyılın ikinci yarısında özellikle Auguste Comte tarafından batıda dile
getirilmeye başlanmasından sonra pozitivizm, bulunduğu yerden Dünya’ya yavaş
yavaş dini tutuculuğun ortaya çıkardığı sorunları çözmeyi vadeden bir olguya
dönüşmüştür. 20. Yüzyılda Dünya’nın büyük bir kısmına etki edecek olan akım
devamında olabildiğince iyi pazarlanabilmesi için şekillendirilmiştir. Bu yüzyılın
büyük devrim umutlarını besleyen pozitivizm insanlığa en ütopik haliyle, yani
mantıksal pozitivizm olarak John Stuart Mill ve Moritz Schlick öncüsü olmak
üzere insanlığa sunulduğunda var olan sorunların tamamı için çözüm olarak
görünmüştür. “Evrensellik”, “benzerlik” gibi kavramların üzerine kurulu olan bu
olgu, aynılığı doğal olarak farklılığa tercih eder. Aynı ve tekdüze olanın altını çizer
çünkü bir düşüncenin anlamı, onu doğrulamak için aynıları bulmaktan geçer.
(Ayer, 1946:102). Kişi, kültür, kuramsal çevre, bağlam gibi birçok etkeni göz ardı
ederek doğrulanan bilgiyi, kaynağı bilimi ve dolayısıyla bilim insanlarını saf ve tek
doğruyu belirleyen otorite ilan eder. Ancak bilimsel araştırmanın ortaya koyduğu
doğruların “objektif”, “tarafsız” ya da toplumsal etkilerden bağımsız bir şekilde
“evrensel” olduğu düşüncesi yanlıştır. Sıkı bir sosyalizasyon sürecinden geçerek
epistemik cemaatin (epistemic community) ürünü olarak ortaya çıkan bilgi,
pozitivizmin muaf tuttuğu bütün süzgeçlerden geçerek oluştuğu için objektiflikten
uzaktır. Cemaat (community) kavramı bilginin önceleyicisi, üreticisi, taşıyıcısı ve
devam ettiricisidir; çünkü bilgi ileticisi ve alıcısı olmadan bir hiçtir (Arslan,
2017:106). Bilgiyi oluşturup ileten bir, alıp onaylayan veya reddeden bir en az iki
kişi olmadan bilginin oluşması imkansızdır, bilgi bir etkileşim ürünüdür. Böylece
cemaat sürekli bir kavram oluşunu ispatlar, cemaatin bir başı, sonu, doğum ya da
ölüm anı yoktur; çünkü insanlar arasında zorunlu bir iş birliği vardır, insan var
oldukça bilgiyi paylaşmak dolayısıyla bir cemaat oluşturmak zorundadır. Bu da
22
kanıtlar ki bilgiyi toplumsal, subjektif etkilerden bağımsız olarak inceleyip
doğrulayan bilim düşüncesi epistemik cemaat ile oluşumundan itibaren içi çürümüş
bir ağaçtır; nötr ve objektif doğrunun savunucusu, toplumsal tüm bağlardan arınmış
bilgi kaynağı bilim insanı, alimin de deyimiyle bir illüzyondur (Arslan, 2017: 111).
Yani kendinden önceki teolojik yapının sorunlara sebep olmasından sonra bu
yapının üzerine dikilen pozitivizm ağacı, insanların beynine köklerini salmıştır
ancak çözdüğünü iddia ettiği sorunlar aynı ya da farklı formlarla yeniden baş
vermiştir. Bu yüzden ağacın köklerini 20. Yüzyıl insanlarının derinliklerine
ustalıkla saklamış pozitivist bilim ideolojisinin içinin çürüklüğünün fark edilmesi
uzun sürmüştür.
Tarih ilerler, ancak yaşadığınız sırada ilerleyişinin şeklini saptamak zordur,
bizim için ancak geçmişe bakınca görebildiğimiz bir ilerleyişi vardır ki bu da
hâlihazırda benimsenen ideolojideki küçük sapmalarla başlar. En başta küçük
birkaç farklı düşünce olarak gelişen bu sapmalar zamanla büyür, var olan sistemin
insanlığa faydasından çok zararı dokunmaya başladığında bu düşünceler artık bir
sonraki ideoloji olabilecek güçtedir. Ancak bu yeni ideolojin gelişi sadece yaratım
ve yeniliklerden oluşmaz, yıkım da vardır. Hüsamettin Arslan, dünyaya hakim
olmuş düşünceleri eleştirirken “Her aydınlığın bir de gölgesi vardır.” Demektedir
(Arslan, 2018: 17). Her ne kadar ilk benimsenmeye başlandığında pozitivizm çağın
yaralarını kapatacak gibi görünse de açtığı yeni yaralarla bir, hatta birkaç neslin
kazanımlarını yıkmıştır. Pozitivizmin yol açtığından bahsettiğim kendisinden
önceki ideolojinin sorunlarıyla gerek aynı, gerek farklı formlarda ortaya çıkan
sorunlardan bazıları işte bunlardır. Bir önceki sistemin eksilerini gün yüzüne
çıkarmak için gerçekleştirilen tarihsel yıkımlarda o kadar çok düşünce, o kadar çok
gelenek, o kadar çok bilgi ve o kadar çok başyapıt yok edilmiştir ki, her nesil bir
önceki neslin deneyimlerini kullanıp daha iyiye gitmesi gerekirken kendinden
önceki deneyimlerin bir çoğunu kaybetmiştir. Arslan’ın pozitivizm için bahsettiği
gölgeyi anlamamız için bu tarihsel döngüden haberdar olmamız gereklidir. Aklın
ve bilimin gölgesi iki dünya savaşı, Hiroshima ve Nagasaki, kanser, açlık, aşırı
tüketim, stereotipleştirme, standartlaştırmadır. İlim ve bilimi birbirinden ayıran
pozitivizm bununla da bir epistemik bunalımın öncüsü olmuştur. Özellikle
ülkemizdeki yansımaları Hüsamettin Arslan tarafından incelenen bu bunalım,
çözüm ideolojisi olarak belirdiğimiz pozitivizmin, bilginin kaynağı ve doğruluğu
konusunda düştüğümüz boşluğu doldurmamasından kaynaklanmaktadır.
23
Peki pozitivizm tüm bunlara rağmen ürettiği bilginin meşruiyetini nasıl
sağlar, tek doğru bilginin bilim insanlarından geldiğini nasıl savunur? Bulundukları
cemaat bilgiyi üretme ve işlemeyi yaptığı için kendi doğruluğunu yine kendisi
söyler. Bilimsel bilginin gücü, onu üreten cemaatin gücüdür. Kendi hükümdarlığını
kendisi kuran epistemik otorite bu gücü eline almasıyla “bilgi”nin doğruluğunu
denetleyen mercii tanımını üstlenir, tek bir doğrunun varlığını dayatır ve bunu
yasalarla sınırlar. Bu yüzden de bilginin kaynağı ve doğruluğu konusundaki
sorularımızdan sıyrılır gibi görünür. Pozitivist bilim ideolojisinin en temel normu
budur; insan ve toplumun bütün boyutlarıyla buna göre dizayn edilmesini ister. Bu
noktada bilim farklılığı kabul etmez, mutlak doğru olan takip etmemiz gerek tek
yol iken, yanlış olan var olmaması gerekendir.
Bir düşüncenin devamlılığı için en önemli etken gelecek nesillere
iletilmesini sağlamaktır. Bu doğru-yanlış çarkının gelecek nesiller tarafından
kabulü için ne yapılmıştır? Elbette nesiller tüm boyutlarıyla bu doğru yanlış çarkını
kanıksayana kadar eğilip bükülmüştür: eğitimi kastediyorum. Kendi çalışma
sistematiğinde olduğu gibi insan yetiştirmede de aynılığı tercih eder bilim. Birkaç
farklı fikrin tarihsel süreçte ne gibi köklü değişikliklere neden olduğundan
bahsetmiştim, pozitivizm savunucuları bunun farkındadır. Bu yüzden bilimsel
bilginin üstünlüğü elinde bulundurduğu hiyerarşi kişilere öyle üstünlükle aşılanır ki
onlar bunun farkında bile olmaz, bu hiyerarşiyi süregelen doğru olarak kabullenir.
Ustalıkla yapılan bu eğitimin ülkemizde uygulanması ve pozitivist bir nesil
yetişmesi de uzun sürmemiştir.
Pozitivizmin Türkiye’ye gelişi doğrudan felsefi bir kanalla olmamıştır,
edebiyat akımları, o devirdeki okullara konan pozitif bilim dersleri, doğrudan
Fransızca tedrisat yapan okullar, Avrupa’ya gönderilen bazı öğrenciler, eğitim
kurumlarımıza gelen uzmanlar, bazı dernekler vb. aracılığıyla gerçekleşmiştir
(Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 1, 2011:215). Zamanında Mustafa Reşit
Paşa’nın Fransız yazar ve düşünürlerden etkilenmesi sonucu Prince de Jon ville ile
mektuplaşması, pozitivizmin Osmanlı’da dile dolanmasının başlangıcı olmuştur.
Daha sonra Paris’e giden ve oradaki düşünürlerle arkadaşlık kuran İbrahim Şinasi,
Littre ve Comte’dan etkilenmiştir. Bu düşünce değişimi şiirlerine de yansımıştır,
doğru ve tek bilginin kaynağı olarak gördüğü insanı tanrılaştıran dizeler yazmışıtr.
İleriki yıllarda Reşit Paşa’nın söylemlerinin devam ettiricisi olan Mithat Paşa ile
birlikte bu üç önemli şahıs zihinlere bir çözüm olarak pozitivizmi düşürmüştür. Zor
durumda olan Osmanlı, bu üç şahsiyetin ve İttihat ve Terakki cemiyetinin
24
“sağlamlaştırdığı” pozitivizm yolunda ilerlemeye başlamıştır. Batılılaşma,
modernleşme kavramlarıyla ilerlemeye başlayan Osmanlı, daha önce bahsedilen
kültürel yıkıma hayli büyüklükte maruz kalmıştır.
SONUÇ VE ÖNERİLER
Sonuç olarak Hüsamettin Arslan bilimin “doğadan gelen nihai doğru”
söyleminin yanlışlığını, “doğanın alternatif tarzlarda anlaşılabilir ve açıklanabilir
olması, bu alternatif tarzların birbirine oranla daha doğru olabileceklerini
söylememizi sağlayabilecek hiçbir kriter olmamasına sebep olur” (Arslan, 2017:
29) diyerek açıklar. Bu yüzden doğayı dile getirdiğini iddia eden bilimin, oluştuğu
epistemik cemaatin ve insanın kurallarının yansıması olduğunu söyler. Osmanlı’da
başlayıp günümüz Türkiye’sinde de devam eden bu düşünce karmaşasını bir
epistemik bunalım olarak açıklayan Arslan, eserlerini ve çevirilerini bu bunalıma
bir çare olması amacıyla da topluma mâl etmiştir. Özellikle Türkiye’de yüz yıldır
yaşanan kavram sorunu, epistemik bunalım akademisyenlerin tarafsız, özgün
çalışmalarıyla açıklığa kavuşmayı beklemektedir. Prof. Dr. Şerif Mardin’in
“Kavramsal Kopuş” makalesindeki “Türkiye özelinde ise yapılmayı bekleyen şey,
Duara’nın hatırlattığı “yaşam dünyası” türündeki yeniden tahsis edilişlerin detaylı
bir şekilde çalışılmasıdır. Kopuk kavramların bolca rastlandığı Türk dünyasında
bu, özellikle zor olsa da böylesine ayrıntılı bir fenomenoloji, Türklerin kendilerini
tanıması için gerekli bir başlangıç.” (Mardin, 2011) cümleleri bir itici güç olarak
durmaktadır. Böylece kullanılan kavramlar bakımından karmaşık Türk fikir
hayatında kavram sorunu üzerine akademisyenler sözlük çalışmaları yapabilir.
25
KAYNAKÇA
Alkan, M. Ö. (2004). Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce. İletişim Yayınları.
Arslan, H. (2018), Epistemik Cemaat. Paradigma Yayınları.
Arslan, H. (2018). Jöntürkler Jönkürtler Muhafazakarlar. Paradigma Yayınları.
Douglas, J. D. (1973). Understanding Everyday Life [Günlük Hayatı Anlamak].
London.
Fenni, İ. (1341). Lugatçe-I Felsefe. İstanbul.
Giddens, A. (2000). Sosyoloji. Ayraç Yayınları.
Kolakowskı, L. (1972). Positivist Philosophy: From Hume To The Vienna Circle
[Pozitivist Psikoloji: Hume’dan Viyana Çevresine Kadar]. Middlesex.
Mardin, Ş. (2011), Türkiye’de İslam ve Sekülarizm. İletişim Yayınları.
Siyavuşgil, S. E. (1840). Tanzimatın Fransız Efkarı Umumiyesinde Uyandırdığı
Akisler. Ankara.
26
HÜSAMETTİN ARSLAN’DA EPİSTEMİK CEMAAT KAVRAMI
İlayda KANDİLCİ
ÖZET
Bu çalışmanın amacı genelde “bilgi sosyolojisi”, özelde bilgi sosyolojisinin
bir alt dalı olan “bilim sosyolojisi” veya “bilimsel bilginin sosyolojisi” konusunun
ele alınarak epistemik cemaatler hakkında Hüsamettin Arslan’ın doktora tezi
üzerinden bilgi vermektedir. Epistemik cemaat kavram olarak epistemoloji; Antik
Yunanca “bilgi” anlamına gelen “episteme” ve “akılcı söz” anlamına gelen “logos”
sözcüklerinin birleşiminden meydana gelmektedir. Cemaat ise kısaca topluluk
demektir ve bilgiyi önceler aynı zamanda bilginin zorunlu şartıdır; çünkü bilginin
hem kaynağı, yaratıcısı, inşa edicisi, taşıyıcısı, hem de sonraki kuşaklara intikal
ettiricisidir. O halde epistemik cemaate bilgi veya bilim topluluğu diyebiliriz.
Epistemik cemaatin olduğu yerde bilimsel bilgi de vardır ve toplumdan topluma,
dilden dile ve kültürden kültüre göre bilgi sistemi farklılık gösterir. Bilgi, epistemik
cemaatin varlık nedenidir, onu ayakta tutandır. Epistemik cemaatin onaylamadığı
bilgi, bilimsel bilgi kabul edilmez. Her isteyen, epistemik cemaatin üyesi olamaz.
Bu toplulukların üyesi belli bir eğitimden geçmiş ve alanında en iyi olmuş olan
kişilerdir.
Anahtar Sözcükler: Hüsamettin Arslan, Epistemik Cemaat, Bilgi
Sosyolojisi Cemaat, Cemiyet.
Eti Sosyal Bilimler Lisesi 10. Sınıf Öğrencisi
27
GİRİŞ
Hüsamettin Arslan doktora tezinin ikinci baskısının ön sözünde
Nietzsche’nin “İlk söz yazarın, son söz okuyucunundur.” (Arslan, 2018: 15)
cümlesinden bahseder. Bizde elimizden geldiğince merhum Hüsamettin Arslan’ın
Epistemik Cemaat başlıklı doktora tezinden bilimsel bilginin sosyolojisi konusunu
Hüsamettin Arslan’ın bakış açısından açıklamaya çalıştık. Hüsamettin Arslan
doktorası sırasında üniversitedeki hocalarına “bilim sosyolojisi” alanında çalışmak
istediğini söylediğinde ona “bilim sosyolojisi” diye bir alan olmadığını söyleyerek
karşı çıkmışlar. İki kere iki dörttü ve bunun toplumla nasıl bir ilişkisi olabilirdi!
Hüsamettin Arslan bütün karşı çıkmalara direndi ve tezinin ön sözünde “Direndim.
Bu yüzden, elinizdeki metnin her ayrıntısı bir bakıma, tezimin muhataplarına,
1960’lı yıllardan bu yana batı sosyolojisinde bilimi ve bilimsel bilgiyi sosyolojik
eleştirinin odağına alan bir sosyoloji disiplininin var olduğuna ikna etme çabamı
yansıtır.” olarak ifade etmiştir. Bu çalışmada da Hüsamettin Arslan’ın bakış
açısından Epistemik Cemaat kavramı açıklanmaya çalışılmıştır.
Bilgi sosyolojisi, bilgi ve toplum kuramı arasındaki ilişkileri inceleyen bir
sosyoloji dalıdır. Peki bilgi nedir, bilgiyi “bir ya da daha fazla toplumsal grup ya da
insan topluluğu tarafından kabul edilen her türlü fikir ve edim biçimleri; onların
kendileri ve ötekiler için gerçek kabul ettikleri olgulara ilişkin fikirler, edimler"
(Carthy, 2002: 50) şeklinde tanımlanabilir. Bu tanımda toplum ya da belirli bir
insan grubuna egemen bilgilerin toplumsal gerçekliği inşa ettiğine değinilmektedir
(Anık, 2006: 5). Yani insan bir yönüyle bilgiye konu olan nesne, diğer yönüyle de
bilginin öznesidir (Apalı, 2015: 190).
İnsan hangi sosyal sistem içinde yer alıyorsa o sisteme uygun bilgi
sistemine bağlanır. Bilgi sosyolojisi; bilgiye, sosyolojik bir bakış; bilginin,
sosyolojik bir perspektif dâhilinde açıklanma çabasıdır. Zinaniecki’ye göre bir tek
sosyoloji mümkündür o da bilgiyi taşıyan, işleyen, idame ettiren ve öğreten
insanların sosyolojisidir (Arslan, 2018: 120).
Bilgi sosyolojisinde üzerinde durulması en önemli olan kişilerden olan
Karl Mannheim bilgi sosyolojisinde toplumu şöyle yorumlamıştır “Maddi hayatın
üretim tarzı, hayatın politik, sosyal ve ruhsal veçhelerini belirler. İnsanların
varoluşlarını belirleyen bilinçleri değil, tersine bilinçleri belirleyen sosyal
varoluşlarıdır.” (Arslan, 2018: 18).
28
Toplumsal zihniyetin hem hammaddesi hem de mamul ürünü olarak,
toplumun ayırt edici vasfı olma, toplumun sınırlarını tayin ve tespit etme ve
içeriğini görünür kılma özelliği ile de bilgi, bir diğer sıfatla tafsir edilmektedir
(Anık, 2006: 5). Bilgi sosyolojisi, “araştırma konusu olarak düşünmenin
günümüzün kriz şartlarında açığa çıkan teoriler ve düşünce biçimlerinin toplumsal
bağlılığını seçmiştir.
Bu açıklamadan hareketle kısaca denilebilir ki, bilgi sosyolojisi bireysel
düzeyin dışında toplumla ilişkisi kurulabilen bir bilgi anlayışı ve aynı zamanda
bilgi sistemiyle bağlantısı bakımından her türlü toplumsal gerçeklik bilgi
sosyolojisinin konusunu oluşturmaktadır.
Epistemik Cemaat
Epistemik cemaat hakkında bilgi vermeden önce epistomoloji ve cemaat
kavramlarını açıklamak istiyorum.
Epistemoloji; Antik Yunanca “bilgi” anlamına gelen “episteme” ve “akılcı
söz” anlamına gelen “logos” sözcüklerinin birleşiminden meydana gelen
epistemoloji veya diğer adıyla bilgi felsefesi, bilişsel süreçlerde nasıl oluştuğundan
ziyade bilgiyi genel olarak ele alan, bilginin doğasını, kaynağını, imkânını ve
doğruluğunu inceleyen felsefi bir disiplindir. Yani genel olarak bilgi ile ilgili olmak
uğraşmak demektir.
Bilgi sosyolojisine bireysel düzeyin dışında toplumla ilişkisi kurulabilen
bir bilgi anlayışı olarak söyledik. O halde toplum içerisinde en fazla kullanılan
kavram olan Cemaat ve Cemiyeti epistemoloji ile bağlantılı olarak düşünebiliriz.
Fakat cemaat ve cemiyet aynı şeyler değildir cemaat kısaca topluluk, cemiyette
toplum demektir. Günümüzde cemaat veya cemiyet denildiğinde aklımıza birçok
anlam gelebilir gerek siyasi olsun gerek dini fakat Hüsamettin Arslan’ın kullandığı
cemaat ve cemiyet kavramları bu anlamlarda kullanılmamıştır. Cemaat ve cemiyet
bağlantılı şeylerdir birbirinden ayrı düşünülemez. Aynı zamanda Hüsamettin
Arslan “dünün toplumları geleneksel cemaatleri barındırıyorlardı bugünün
toplumları “modern” cemaatleri barındırıyorlar.” tezini savunarak modernleşme
süreci ile beraber, “geleneksel cemaat” yapısından, “modern cemaat” yapılarına
geçildiğini ifade etmektedir (Dever, 2012: 205).
29
Cemaat, bilgiyi önceler ve bilginin zorunlu şartıdır; çünkü bilginin hem
kaynağı, yaratıcısı, inşa edicisi, taşıyıcısı, hem de sonraki kuşaklara intikal
ettiricisidir. Cemaat en az iki kişiden oluşur. Bu iki kişi, bilgiyi öne süren bunu
onaylayan ve kabul edendir; en az iki kişinin birbiriyle uzlaşmadığı ya da
uzlaşamadığı yerde ne cemaat mümkündür ne de bilgi mümkündür (Arslan, 2015:
108). Cemiyet ise akılcı, sözleşmeye dayanan çıkar ilişkilerinin bulunduğu
gruplardır. Kişisel olmayan soğuk, rasyonel ve özgür ilişkiler üzerine kuruludur.
Sanayi ve ticaret işletmeleri, baskı grupları, şehirler gibi örnekler cemiyete karşılık
gelmektedir (Palabıyık, Tönnies, 2001: 224).
Kavramsal düzeyde yapılan bu ayrımların, gerçek yaşam içindeki bir
birlikteliğin niteliğinin ortaya çıkarılmasında kullanılabilecek modelleri
oluşturuyor oldukları gerçeği göz ardı edilmemeli ve ele alınan birlikteliğin gerçek
yaşamdaki dinamikleri çerçevesinde yorumlar geliştirilmesi gerekmektedir
(Palabıyık, 2011: 224).
Bu noktadan hareketle epistemik cemaat nedir? Epistemik kısaca bilgi ile
ilintili olan; cemaat ise kısaca topluluk anlamına gelmekte idi. O halde epistemik
cemaate bilgi veya bilim topluluğu diyebiliriz. Hüsamettin Arslan’da “bilimsel
bilgi dahil bütün bilgi türlerinin varoluş temeli epistemik cemaattir, eğer epistemik
cemaat varlık kazanamamışsa, bilgi de var olamaz; epistemik cemaat genelde
bütün bilginin, özel olarak da bilimsel bilginin sine qua non’udur” (Arslan, 2018:
103) hipotezi üzerinden makul bir açıklama bulmayı denemiştir.
Epistemik cemaat, kavram olarak uzun bir geçmişe sahip olmamasına
rağmen, yüzyıllardır kendisini farklı isimlerde sergilemektedir. Bu isimler
‘akademik cemaat, bilimsel cemaat, görünmeyen kolej, paradigmatik grup,
araştırma grubu’ şeklinde özetlenebilir. İsimler farklı olmasına rağmen, hepsinin
özü aynıdır: Epistemik Cemaat.
Bilimsel bilginin sosyolojisi ile ilgili olarak “bilimsel epistemik cemaat” i
ele alacağız. Bilimi ve bilimsel bilginin sosyolojik olarak öncüsü ya da kurucusu
1938 yılında yayınlanan 17. Yüzyıl İngiltere’sinde, Bilim, Teknoloji ve Toplum, adlı
kitabıyla R.K. Merton’a aittir (Arslan, 2018:105). Merton, bilime tanınan yüksek
statüyü onaylamakta ve bilimde etik tarafsızlığın mümkün olduğunu
düşünmektedir.
Bilginin özel olarak da bilimsel bilginin sosyolojisindeki köklü dönüşümler
Kuhn’un 1960’lı yılların başında yayımlanan Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı
30
eserinin etkisiyle ortaya çıkarmıştır (Arslan, 2018: 106). Kuhn’un sosyologlar
üzerinde böylesine etki yaratmasının sebebi, bilime sosyolojik açıdan bir yorum
getirmesidir.
Epistemik cemaat, bir bilme, kavrama, anlama cemaatidir ve bilgiyi inşa
eden, işleyen, geliştiren ve daha sonraki kuşaklara intikal ettiren, bilgiyi taşıyan
insanlar topluluğunu ima eder olarak söyledik. Bu durumda bilginin varlık şartı
cemaattir; çünkü insanlar işbirliği yapmaksızın yaşayamazlar ve bilginin en faydalı
niteliklerinden biri de paylaşılabilir olmasıdır. “Bu paylaşma ögesinin yokluğunda
cemaat ve dolayısıyla bilgi de ortaya çıkmaz” (Arslan, 2018: 109)
Bilim felsefesi, tarihi ve sosyolojisi literatürüne “bilimsel cemaat”
kavramını armağan edenler 1935’te Almanca olarak yayınlanan ‘Bilimsel Olgunun
Doğuşu ve Gelişimi’ adlı kitabıyla sosyolog Ludwing Fleck ile, yazılarını 1950’li
yıllarda yayınlamış bulunan fizikçi ve bilim felsefecisi Michael Polanyi’dir. Fleck
ve Polanyi tarafından araştırmanın odağına alınan bilimsel cemaat ya da grup yine
1950’li yıllarda ünlü sosyolog E. Shils tarafından geliştirilmiş ve 1960’tan sonra
sosyolojinin klasik kavramlarından biri haline gelmiştir (Arslan, 2018: 110).
Shils’e göre cemaat terimi yalnızca mecaz bir anlam değildir, entelektüel
cemaati cemaat yapan unsur, cemaati oluşturan bireylerin ortak standartlara sahip
olmalarıdır (Arslan, 2018: 112). Shils’in merkez çevre teorisinde entelektüel
cemaat kavramında her toplumun olduğu gibi entelektüel cemaatinde bir merkezi
ve çevresi olduğunu savunmaktadır. Merkez, entelektüel yaratıcılığın teminat altına
alındığı yerdir. Örnek olarak imparatorluğun beyni, merkezdeki bir avuç yaratıcı
bilim adamı ya da entelektüellerdir (Arslan, 2018: 114).
Bilgi ile epistemik cemaat arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Bilgi,
epistemik cemaatin varlık nedenidir, onu ayakta tutandır. Bilgi, genel manada
bilinendir. Ya da daha açık ifade ile öznenin (süjenin) nesneyi (objeyi)
yorumlamasına, onun hakkında bir yargıda bulunmasına veya açıklama yapmasına,
bilgi denmektedir. Bilimsel olsun ya da olmasın bilginin varlık temeli epistemik
cemaattir.
Bilgi kavramıyla dile getirilmek istenen şey bütün bir kültürel ürünler
serisidir. Yani insan bir yönüyle bilgiye konu olan nesne, diğer yönüyle de bilginin
öznesidir (Apalı, 2015 :190). Bilgi - toplum etkileşimi bağlamında bilgiyi ele alan
Max Scheler. Bir toplumdaki egemen fikir ikliminin, belirli bir grup tarafından
üretildiğini, ancak bu fikirlerin, “mutlak gerçek” lerle hiçbir zaman tam anlamıyla
31
örtüşmeyeceği için, toplumsal zemin (toplumun maddi koşullarıyla, mevcut örf,
adet, gelenekleri vs.) tarafından içerik değişikliğine uğrayabileceğini belirtmektedir
(Anık, 2006: 6).
Bilgi gücünü öteden beri düşünüldüğü gibi doğadan almaz. Durkheim,
doğa bilimlerinin düşüncesinin, doğa bilimlerinin kategorilerinin ve sınıflandırma
sistemlerinin de toplum yapısının bir yansıması ve toplumun ürünü olduğunu
düşünmektedir (Arslan, 2018: 91). Bilimin, bilginin araştırma, esinlenme, inceleme
nesnesi doğadır. Fakat burada doğayı dolaydı yoldan ele almamız gerekir. Çünkü
doğa ile bilimsel bilgi arasında bilgiyi işleyen, geliştiren ve daha sonraki kuşaklara
intikal ettiren, epistemik cemaat bulunur.
Bilgi enformasyon değildir. Enformasyon bilginin elde edilmesi için
önceden var olması gereken bir şeydir. Bilginin varlık kazanabilmesi için işlenmesi
gerekir. Bilgi, enformasyondan daha açık, daha sistemli ve tutarlıdır. Ayrıca bilgi
kolektiftir, bireyin ürünü değil toplumun ve kültürün ürünüdür. Marx, toplumun
bilinç formlarının nihai belirleyicisi olduğunu şöyle ifade eder. “maddi hayatın
üretim tarzı, hayatın politik, sosyal ve ruhsal veçhelerini belirler. İnsanların
varoluşlarının belirleyen bilinçleri değildir, tersine, bilinçlerini belirleyen sosyal
varoluşlardır” (Arslan, 2018: 54).
Bir ulusu ortak paydada toplayan ve ulusa millet kimliğini veren dildir,
kültürüdür. Farklı toplumlar farklı dillere sahiptirler ve diller, toplumların
ihtiyaçlarından doğmaktadır. İhtiyaçlar sonucunda da bireyler arası iletişimi
sağlamak amacıyla dil ortaya çıkmıştır. Toplumların ve dillerin farklılığı,
düşüncelerin, dünya görüşlerinin, bilgi sistemlerinin farklılığına tekabül eder. Dil
toplumsal bir fenomendir ve kendisini kullananlara göre açıklanmalıdır. Temelinde
kültürel normlar dilin yapısını etkileyen faktörlerden birisidir. Yani kültürel
normlar ve dil kalıpları birbirlerini etkileyerek müşterekten gelişirler (Cooper,
1973: 101). İnsan yalnızca toplum bireyi öncelediği için toplumsal bir varlık
değildir; dil ya da kavramlar sistemi dediğimiz şey bireyi öncelediği için de
toplumsal bir varlıktır (Arslan, 2018: 68). Durkheime göre dil topluma,
düşünceyse dile bağlıdır ve dil toplumun bir ürünüdür (Arslan, 2018: 68).
“Doğanın bize kendisini anlatabileceği bir dili yoktur, onun sözcülüğünü üstlenmiş
olan ve onun adına konuşan bilimsel cemaatin dili vardır. (Arslan, 2018: 131)
Dilsel olmanın yanı sıra her epistemik cemaat, aynı zamanda dogmatiktir.
Yani, geçmişten gelen bilgilere olduğu gibi inanılması durumu söz konusudur.
32
Dogma bilgiler olmayan bir epistemik cemaatten söz edilemez. Bilgiyle inancın,
daha yerinde bir söyleyişle bilimsel bilgi ile inancın birbirlerine zıt kutuplar
oldukları miti, günümüzde de pek yaygın bir mittir ve bu dogma büyük ölçüde
kabul görmektedir (Arslan, 2018: 137). Yani bilgi ile inanç arasında her sınır
çizgisi çekme eyleminin pozitivist bir tutum olduğundan bahsetmekte.
Epistemik cemaat normlara dayalı cemaatin ve her epistemik cemaat bağlı
bulunduğu entelektüel geleneğin normlarına uyar (Arslan, 2018: 131). Norm, bir
takım kurallar dizisi olarak tanımlanabilir. O halde, bu cemaatlerde, kurallara
uyulması mecburidir. Aksi takdirde, bilim adamları, cemaatin normlarına
uymadıkları sürece, o cemaatin üyeliğinden çıkartılacaktır. Sınırlayıcıdırlar ve
epistemik cemaatin varlığını sürdürmesi, üyelerinin bu normları içselleştirmiş
olmalarına bağlıdır. Her epistemik cemaat bağlı bulunduğu entelektüel geleneğin
normlarına uyar. “evrensel bilimsel normlar yoktur, epistemik cemaatten epistemik
cemaate, dönemden döneme, bağlamdan bağlama değişen normlar vardır”
Hüsamettin Arslan’ın Epistemik Cemaat başlıklı tezinde genel olarak
konuşmamdan da anlayacağınız üzere üzerinde durduğu temel sorular bilimsel
bilgi nasıl inşa edilmekte ve nasıl meşrulaştırılmaktadır olmuştur. Bu masum
sorunlar çerçevesinde çalışmayı motive eden varsayım ise “Türkiye’ de 19. Yüzyıl
basından bu yana bir entelektüel veya epistemik kirlenme, bu epistemik
kirlenmenin yol açtığı bir epistemik kargaşa veya epistemik bunalım yaşanmakta”
oluşudur (Arslan, 2018: arka kapak). Devletin de pozitivist bilim ideolojisini
toplumu değiştirmek için bir silah olarak kullanıldığını da fark etmiştir. Ona göre;
“önce pozitivist ve sonra materyalist, milliyetçi ve Batıcı olunur. Çünkü pozitivizm
gelenekten kopmanın biricik aracıdır. Tarihi süreç te göstermektedir ki, ülkemizde
Batıya ilk açılanlar kendi toplumlarından devraldıkları geleneğe pozitivist bilim
ideolojisiyle karşı çıkmışlardır (Vayni, 2019)”
Her isteyen, epistemik cemaatin üyesi olamaz. Bu toplulukların üyesi belli
bir eğitimden geçmiş ve alanında en iyi olmuş olan kişilerdir. Hiç kimse bilimsel
eğitim sürecine formel mantık okuyarak giremez; taklit ve tecrübe yoluyla, bilimsel
cemaatin sosyal ilişkilerine vücut veren çok sayıda bilimsel geleneği öğrenerek
başlar. Bilimsel cemaate kabul edilmek için öncelikle aday olmak gerekmektedir.
Bu aşamada birey, sadece bilimsel cemaati ve kültürü öğrenir. Kuhn, “eğitim
sürecinin nesnesi olan öğrencinin sinir mekanizmasının işleyiş tarzının bile eğitim
sürecinde şekillendiğini öne sürmüştür”. Eğitimde esas yol gösterici hocalar ve
kitaplardır. Öğrenciler için, alınan bilgiye duyulan güven, hocaya duyulan güveni
33
oluşturur. Bunun sebebi ise dersi veren hocaların uzmanlardan oluşuyor olmasıdır.
Eğitimin sonunda birey güven kazanma çabasına girer çünkü cemaatte güvenilirlik
son derece önemlidir.
Epistemik cemaat içinde bilimsel bilginin meşruiyeti ve güvenilirlik elde
etme sürecinde mesleki bilimsel dergiler yer almaktadır. Bir düşüncenin bilimsel
sıfatını kazanabilmesi için yazıya dökülmesi gereklidir. Yazıya dökülmemiş hiçbir
şey bilimsel değildir, çünkü bir konu düşünce ancak yazılı formla bilimsel
cemaatin diğer üyelerinin görüş ve değerlendirmelerine açık hale gelebilir.
Dergiler, bilimsel bilgi ve araştırmaları iletmek ve yaymak için yeni bir biçim
sağlamış, daha hızlı bir basıma olanak vermiş ve bilim dünyasının üretim birimi
haline gelen bilimsel makaleyi yaratmıştır.
SONUÇ VE ÖNERİLER
“Antipozitivist bir entelektüel tutumu yansıtan” ve “bir bilim sosyolojisi
denemesi” olan Hüsamettin Arslan’ın doktora tezi, “Türkiye’deki egemen bilime
bakış açısının” bir eleştirisi olarak üzerinde düşünülmesi gereken bir çalışmadır.
Hüsamettin Arslan bilime, epistomolijiye farklı bir bakış açısından
bakmayı denemiştir. Doktora tezini o zamanki üniversitede çok zor kabul ettirdiği
bilinmektedir, çalışmamın başında da belirttiğim üzere. Öneri olarak Hüsamettin
Arslan’ın bu tezinin akademik hayatında ve başkalarının akademik çalışmalarda
nasıl etkili olduğu ayrı bir bildiri konusu olarak çalışılabilir.
34
KAYNAKÇA
Arslan, H. (2018). Epistemik Cemaat. Paradigma Yayınları.
Arslan, H. (2018). Jöntürkler Jönkürtler Muhafazakârlar. Paradigma Yayınları.
Anık, C. (2006). Bilgi Sosyolojisine Göre Bilginin İşlevi ve Bir Model Denemesi.
https://docplayer.biz.tr/amp/3636598-Bilgi-sosyolojisine-gore-bilgininislevi-ve-bir-model-denemesi.html
Apalı, Y. (2015). Bilgi Sosyolojisi Açısından Din ve Zihniyet. Nevşehir Hacı
Bektaş
Veli
Üniversitesi
SBE
Dergisi,
5,
189-213.
https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/184930
Dever, A. (2012). Bilginin Efendileri: Epistemik Cemaat. Felsefe ve Sosyal
Bilimler
Dergisi,
Bahar,
13,
201-217.
https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/803748
Palabıyık, A. (2011). Epistemik Cemaat: Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi Kitabı
Üzerine Bir Derkenar. Muhafazakâr Düşünce Dergisi, 7(27), 223-234.
https://www.academia.edu/31346282/Epistemik_CemmatBilim_Sosyolojisi_Denemesi_%C3%9Czerine
Polatlı, A. (2019, Kasım 16). Dil, Fikir, Kültür ve Toplum İlişkisi.
https://www.makaleler.com/dil-fikir-kultur-ve-toplum-iliskisi
Vayni, C (2019, Kasım 16). Hüsamettin Arslan ve Epistemik Cemaat.
https://www.ittifakgazetesi.com/husamettin-arslan-ve-epistemik-cemaatm547.html
35
TEK NÜSHA BİR TÜRK MÜNEVVERİ: EROL GÜNGÖR
Ayşegül GÜLŞEN KAÇMAZ
ÖZET
Türkiye’de bazı isimler, kitaplar, durumlar vardır. Herkes onlardan
bahseder. Hep iyi yad eder ancak gerçekte bahsedenlerin büyük bir çoğunluğu
maalesef o bahsettiklerini gerçekten bilmezler. Yüzeysel ve kulaktan dolma
cümlelerde anlatırlar. Erol Güngör bu bilinmeyenlerin, hakkı ile anlaşılamayanların
en başında gelmektedir. Kısa süren hayatına onlarca kitap, makale ve tercüme eser
bırakan Güngör ne kadar tanınıyor? Kitaplıklarda kitapları bulunsa bile gerçek
anlamda kaç kişi ciddi bir okuma yapıyor? Birini tanımak doğum ve ölüm
tarihlerini bilmek değildir. Kronolojik sıra ile anlatma hiç değildir. Birini hakkı ile
tanımak onun fikri zeminin, ne demek istediğini, derdinin ne olduğunu bilmek
demektir. Erol Güngör’ün bir değil birden fazla derdi vardı. Çünkü ancak derdi
olan yazabilir. Kafa yorabilir ve hatta yaşamı pahasına çalışabilir. Bu ülkenin
meselelerine bilimsel bir yöntemle çözüm aramış, kendine uykuyu çok görecek
kadar okumaya düşkün bir aydındır Erol Güngör. Az konuşan çok düşünen, çok
okuyan ve okuduğunu kaleme yansıtan bir entelektüeldir o. Bir konuya yaklaşımı
hem orijinal hem de bu kültüre dairdir. Halkın içinden ve onların ne istediğini bilin
biridir.
Bir entelektüel biyografi olan bu çalışma kısa Güngör’ün hayatını ve
sadece kendi yazdığı kitapları içermektedir. Çevirdiği kitaplar ve yazdığı makaleler
bu çalışmada muhteva dolayısıyla yer almamaktadır.
Anahtar
Düşünmek.
Bilecik
Kelimeler:
Entelektüel,
Aydın,
Bilim
adamı,
Okumak,
Şeyh Edebali Üniversitesi Dr. Öğrencisi
36
GİRİŞ
İnsan bir bütün. Yaşam öyküsü, biyografik de olsa otobiyografik de olsa,
ikisinin karışımı da olsa kronolojik bir sıralamanın da çok daha ötesinde, o kişiyi
anlamak ve tanımak için sadece bir adım. İkinci önemli adımsa o insanın eseri, o
eseri tanımak ve anlamaya çalışmak. Biyografi, onu kaleme alan kişinin
eğilimlerine, tercihlerine, yorumlarına göre okuyucu yanıltabilir. Biyografilerdeki
kronoloji ise anlamlı ve anlamsız tarihler yığını. Anlamlı, bu tarihleri amanın
olaylarıyla, siyasi ve kültürel gelişmeleriyle bağlantılı olarak verebiliyorsak tabii
kişinin o gelişmelerden etkilendiği veya etkilendiğini sandığımız kadarıyla.
Anlamsız, salt bir gün ay ve sene belirten rakamlar silsilesinden ibaretse.9
Biyografi insan keşfidir. Keşfi yaparken en küçük ayrıntılara dikkat etmek
gerekir. Biyografiler, kişileri anlamak için seçilmiş ikincil bir yoldur. Asıl
yapılması gereken kişiyi eserlerimden anlamaya çalışmaktır. Yazdığı her paragrafı,
satırı ve kelimeyi tanımak ve anlatmak istediğine ulaşmaktır.
Burada anlatmaya ve anlamaya çalıştığımız kendinden çok eserlerinin
konuştuğu, hoca, münevver ve mütefekkir Erol Güngör’dür. Güngör; ilk, orta ve
lise eğitimini doğduğu şehir olan Kırşehir’de sürdürmüştür. Bulunduğu sülale,
Kırşehir’in âlim ve abid olarak tanınan ailelerden biridir. Yetiştiği çevrenin
entelektüel kimliği üzerinde etkisi büyüktür.
Ortaokul ve lise yıllarında evlerinde bulunan kütüphanedeki Osmanlıca
kitaplarının hepsini okuyup incelemiştir. Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Hilmi Ziya
Ülken, Mehmet Kaplan’ın kitaplarının okuyup Cevdet Tarihi ve Taberi’nin tarihini
incelemiştir.10
1956 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girmiştir. Hocası
Mümtaz Turhan ile tanısınca onunda telkini ile 1957 yılında aynı üniversitenin
Felsefe Bölümü’ne girmiştir.
Erol Güngör İstanbul’un, dolayısıyla Türkiye’nin en önemli kültür
adamlarıyla tanışma, konuşma ve dostluk kurmak suretiyle bilgi alışverişi içine
girme imkânı bulmuştur. Marmara Kıraathanesi’ndeki buluşmalar entelektüel
9Mahmut
Ali Meriç,” Entelektüel Bir Otobiyografi,” T.C Kültür Bakanlığı Cemil Meriç, Ankara
2006,s.10
10Mehmet Dönmez, Erol Güngör’de Kültür, Aydın, Milliyet, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Doktora tezi, Malatya 1996, s.10
37
birikiminde önemli yer tutmuştur. Nihal Atsız, Mükrimin Halil Yinanç, Asaf Halet
Çelebi, Sezai Karakoç, Fethi Germuhluoğlu, Ekrem Hakkı Ayverdi, Nurettin
Topçu, Hilmi Oflaz, Necip Fazıl, Dündar Taşer gibi birçok ilim ve fikir adamı ile
hemen her akşam sohbet imkânı bulmuştur.11
1965 yılında Mümtaz Turhan yönetiminde hazırladığı “Kelami (verbal)
Yapılarda Estetik Organizasyon” konulu tezini vererek tecrübi psikoloji doktoru
olmuştur.12
Yazma Faaliyetinin En Hızlı Dönemi
Birçok gazetede hem edebi hem akademik yazılar yazmıştır. Fransızca ve
İngilizcesi çok iyi olduğu için çeviri faaliyetlerinde bulunmuştur.
1970 yılında “Şahıslar Arası İhtilaflarda Lisanın Rolü,” başlıklı teziyle
Sosyal Psikoloji doçenti olmuştur.13
Milli Eğitim Bakanlığı’na sekiz adet “Ahlak ve Psikoloji” ders kitabı
yazmıştır. “Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar “ adlı teziyle Sosyal Psikoloji
profesörü olmuştur.14
“Türkiye’de Misyoner Faaliyetleri,” adlı eserinde Türkiye’de misyonerlik
faaliyetleri çerçevesinde açılan okul ve benzeri kurumlardan bahseder. İddiasız ve
mütevazı sunumuna rağmen, misyonerlik faaliyetlerine farklı bir bakış getiren bir
eser olmuştur.15
“Türk Kültürü ve Milliyetçilik,” kitap olarak basılan ikinci eseridir. Mili
kültür, halk kültürü, münevver kültürü, milli kültürün dünü ve bugünü, İnsanımızın
kaynağı, maddi ve manevi kopuş gibi konulardan bahis açmıştır.
“Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik” adlı kitabı ikinci kitabı olan “Türk
Kültürü ve Milliyetçilik” eserinin devamı niteliğindedir. Çağdaş bir Türk milli
11Yavuz
Alptekin, Erol Güngör, KTÜ Sosyal Bilimler, Trabzon 1996, s.4-5
Türkönü, Erol Güngör, Türk Kültürü Araştırmaları, Erol Güngör İçin, Sayı.11, Ankara
1988, s.7
13Yavuz Alptekin, a.g.e,s.8
14Mehmet Dönmez, a.g.e,s.19
15Yavuz Alptekin, a.g.e,s.16-17
12Mualla
38
kültürü kurmanın gereği ve bunun yolları, zihin yapısı tahlili, örf ve adet kavgası
gibi konulara değinmiştir.
“İslam’ın Bugünkü Meseleleri” adlı kitabı üzerine en fazla söz söylenen,
yazı yazılan kitabıdır. İslam’ın uyanışı, uyku ile uyanıklık arasında, kültür
alışverişi, İslam felsefesi, İslam hukuku gibi konularını ele almıştır.16
“İslam Tasavvufunun Meseleleri” adlı kitabı tasavvufun tarihi gelişimi,
mistisizm, İbni Arabi, Hallac-ı Mansur, Gazali, Ebu Zer, bilgi meselesi, vecd
psikolojisi, günümüzde tasavvuf gibi başlıklar altında konuları anlatmıştır.
“Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik” kitabı 1973-1982 yılları
arasında çeşitli mecralarda yayımlanan makalelerden oluşmaktadır. Tarih meselesi,
Türkiye’de sosyal ilimler, düşünce ve kültür buhranımız, Türk Dili, vicdan
hürriyeti, kültür politikaları ve yabancı kültür karşısında milli kültür gibi konulara
değinmiştir.
“Sosyal Meseleler ve Aydınlar” yine Türkiye’de sürekli gündemde olan
konuları ele alan kitabıdır. Milli kültür, aydın ve meselelerimiz gibi herkesin
yazdığı ancak aynı şeylerin söylendiği konularda, ilmi delillerle konulara yaklaşmış
ve çözüm yolları ileri sürmüştür.
“Tarihte Türkler” adlı bu kitabında İslamiyet’ten önceki Türkler, İslamiyet
dönemi, Osmanlı gibi konuları yazmıştır.17
Bütün bu akademik ve entelektüel faaliyetleri sürerken Selçuk Üniversitesi
Rektörü olarak atanmıştır. Üniversiteye geldiğinde iki fakültesi olan Konya’ya altı
fakülteyi açarak büyük bir üniversite armağan etmiştir. Halk Konferansları
düzenleyerek ahalinin üniversiteye gelmesini sağlamıştır.18
Bu çalışmalarının eseri olarak genç yaşta çok bereketli eserlere imza atmış
fakat hayatının düzeni sarsılmıştır. Uykusuzluk onun hayatında en önemli
eksiklerden biridir. Hayatı boyunca normal bir uyku uyumadığı ve böyle bir düzene
sahip olmadığı bilinmektedir. Hatta evlenene kadar ailesiyle kaldığı zamanlarda
kardeşlerini özellikle küçük kardeşi olan kız kardeşini uyutmamıştır. Kendisi sesli
bir şekilde kitap okumuş, kardeşine de onu dinlemek düşmüştür. Geceler boyunca
16Yavuz
Alptekin, a.g.e,s.22
Alptekin, a.g.e,s.39
18Mehmet Dönmez, a.g.e,s.27
17Yavuz
39
okumuş, odanın içinde düşünceye dalarak, dolanmış durmuştur. Bu durum sürekli
bir hal almıştır.19
SONUÇ
Az zamana çok eser sığdırmaya çalışan Güngör, sanki bu dünyadan erken
gideceğini biliyormuşçasına çok çalışmıştır. Bu yorucu ritimle devam
edilemeyeceğini bilen yakınlarının uyarılarını pek dikkate almayan Erol Güngör,
kalp krizi geçirmiştir. İstanbul’dan Konya’ya gelmek için yola çıkarken bir anda
hastalanır. Hemen eşi Şeyma Hanım tarafından hastaneye kaldırılan Erol Güngör,
bütün bu yoğun ve hızlı ritimli hayata 24 Nisan 1982 yılında kimsenin uzun süre
inanmak istemediği ancak “Her canlının bir gün ölümü tadacaktır.20”ayetini
selamlayarak Hakk’a yürümüştür.
Bu dünyadan kişilik olarak sessiz, entelektüel olarak fırtına, söz
kullanımda tasarruflu, fikir üretiminde geceleri uyumayacak kadar yoğun,
mütevazı, ahlaklı ve son olarak “tek nüsha bir “Türk Münevveri21,” Erol Güngör
geçmiştir demeyeceğim. Çünkü kitapları, düşüncesi ve ruhu, çalışkanlığı, milletini
sevmesi, bu ülke için canı pahasına çalışması ile Türk Milleti’ne hala hizmet
etmektedir.
19Yavuz
Alptekin, a.g.e, s.15
Kerim, Âli İmran 3/185; Enbiya, 21/35; Ankebut, 29/57
21Bu cümle Ayvaz Gökdemir’in Erol Güngör İçin söylediği bir cümledir.
20Ku’ran-ı
40
KAYNAKÇA
Alptekin, Y. (1996). Erol Güngör. Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler
Fakültesi, Trabzon.
Dönmez, M. (1996). Erol Güngör’de Kültür, Aydın, Milliyet. İnönü Üniversitesi
Sosyal Bilimler Enstitüsü [Doktora Tezi].
Ku’ran- ı Kerim, Âli İmran 3/185; Enbiya, 21/35; Ankebut, 29/57.
Meriç, M. A. (2006). Entelektüel Bir Otobiyografi. T.C Kültür Bakanlığı.
Türkönü, M. (1988). Erol Güngör, Türk Kültürü Araştırmaları, Erol Güngör İçin.
11.
41
HÂKİM KÜLTÜR VE MAHKÛM KÜLTÜR İLİŞKİSİNDE
BİLGİNİN EKSİK KULLANIMI
Azra TEMÜRHANOĞLU
ÖZET
Bu bildiride, hâkim kültür-mahkûm kültür ilişkisi ve bunlar arasındaki
iletişim ile etkileşimin hangi süreçlere tabi olduğu Erol Güngör’ün verdiği bilgiler
doğrultusunda anlatılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Hâkim kültür, Mahkûm kültür, Bilgi, Yanlış kullanım.
Eskişehir
Sarar Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi, 11. Sınıf Öğrencisi
42
GİRİŞ
Bilgi: Bir iş veya konu hakkında bilinen şey; malumat, vukuf, ilim,
marifet, anlayış, idrak.
İnsan aklının alabileceği gerçek, olgu ve ilkelerin tümüne verilen ad.
Bir hüküm vermek için gerekli unsurlardan her biri.
İnsan aklının alabileceği gerçek, olgu ve ilkelerin tümüne verilen ad.
Erol Güngör’e göre bilgi; duyu verilerini tetkik ederek onlardan parça
parça bilgiler çıkarmak yerine, eşyanın özünü vasıtasız ve derhal kavramadır.
Erol Güngör’ün bilgi ile ilgili düşünceleri şu şekildedir: “Bir milletin başka
bir millete ait kültür benimsemesi, olduğu gibi alması imkânsızdır. Bu, tıpkı bir
millete ait tarihin bir başka millet tarafından aynen yaşanması gibi olur. Tarih bir
milletin hayatıdır; yani hayat içinde karşılaşılan ve büyük ölçüde
başkalarınınkinden farklı olan şartların ve bu şartlara yapılan tepkilerin hikâyesidir;
kültür ise bu tepkilerden doğan inanç, norm ve davranış özellikleridir.
Avrupalılaşmayı imkânsız kılan şey işte budur.”
Erol Güngör şunları der: “Bir ülke bir başka ülkenin sadece teknolojisini
veya sadece manevi kültürünü benimsemek istese bile bunu istediği şekilde
gerçekleştiremez. Bir takım teknolojik değişmeler manevi kültürde de değişmelere
yol açacak uygun bir zemin yaratır.
Mahkûm Kültür: Nesilden nesile aktardığı, gelenek halinde devam eden
maddi ve manevi varlıklarının, değerlerinin; inanç, fikir, bilgi, sanat, adet ve
gelenekleri bütünüyle yaşayış ve davranış şekline hükmolunan kültür.22
Gelenek ve değerlerine hükmolunan toplum kültürü.23
Sanat ve fikir eserlerinin bütününe hükmolunan kültür.24
Erol Güngör’e göre mahkûm kültür; Hâkim kültürle beraber hâkim kültürü
temsil edenlerin siyasi kudretlerine boyun eğen toplum kültürü demektir.25
22Milli
Eğitim Bakanlığı, Örnekleriyle Türkçe Sözlük 3,s.1879
23www.luggat.com
24İlhan
25Erol
Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Yayınları, 2003 s.757
Güngör Sosyal Meseleler ve Aydınlar Ötüken Yayınları, İstanbul 1993,s.13
43
Hâkim Kültür: Bir milletin nesilden nesile aktardığı, gelenek halinde
devam eden maddi ve manevi varlıklarının, değerlerinin; inanç, fikir, bilgi, sanat,
adet ve gelenekleri bütünüyle yaşayış ve davranış şekline hükmeden kültür.26
Bir milletin gelenek ve değerlerine hükmeden toplum kültürü.27
Bir milletin sanat ve fikir eserlerinin bütününe hükmeden kültür.28
Erol Güngör’e göre, hâkim kültür; Bir millete siyasi kudretleriyle boyun
eğdiren toplum kültürü demektir. 29
Hâkim kültür ve mahkûm kültür ilişkisinde bilgi; bir toplumun bilimsel
alanda yaptığı çalışmaların bütünüdür. Toplumda kültür için yeri çok önemlidir.
Üretilen bilgi sayesinde kültür hâkimiyet kazanır ya da kaybeder. İçinde bulunulan
sisteme bağımlılığı aşmanın yolu da daha fazla kültürel ve bilimsel malzeme
üretmektir.
Erol Güngör’e göre ilmi ihmal; problemin ilmi bir şekilde ele
alınmamasıdır.30
İlmi ihmal; bir toplumun bilimsel yöndeki çalışmaların azlığıdır. Toplum
olarak bilgi üretmek yerine hazır üretilmiş bilgiyi kullanmak tercih ediliyor. Bu
hem toplumun gerilemesine sebep oluyor hem de bir nevi toplumu mahkûm kültür
haline getirmek isteyenleri de amaçlarına ulaştırıyor. Aslında insan bu zaten
üretilmiş olan bilgiyi kullanırken kötü bir amaç düşünmüyor. Bilgi üreten bir
toplumun ürettiği bilgiyi kullanarak kendinin de ilerleyeceğini sanıyor. Fakat bu
beklenildiği gibi olmuyor. İlerlemek istenirken mahkûm hale gelmektedir. Bu da
tamamen düşünülen düşüncenin yanlışlığından kaynaklanıyor. “Bilgiyi üretmek
kadar yaymakta önemlidir.” derken kastedilen şey de tam olarak buydu. Türkiye
bilgi üretmiş, fakat ürettiği bilgiyi yayamamıştır. Bu konuda toplumun
bilinçlendirilmesi lazımdır. Toplum kendi ülkelerinin ürettiği bilgiyi kullanmalıdır.
Bu sadece ekonomik olarak değil, ülkenin otoritesi açısından da etkili olur.
İlim öğrenmek için okuma, öğrenme.31
Kültür Cemiyetleri: Kültür toplulukları.32
26Milli
Eğitim Bakanlığı, Örnekleriyle Türkçe Sözlük 2,s1116
27www.luggat.com
28İlhan
29Erol
30
31
Ayverdi,a.g.e,s.459
Güngör,a.g.e.s,13
Erol Güngör,a.g.e,s,13
İlhan Ayverdi,a.g.e.s,1190
44
Birkaç milletin gelenek ve değerler bütünü.33
Bir milletin sanat ve fikir eserlerinin bütününü oluşturan topluluk.34
İşte bu gayeyi tahakkuk ettirebilmek için Hristiyan kültürünü en iyi
yapabilecek müesseseler olarak kolejler kurulması işi ele alınmış, daha sonra
muhtelif kültür cemiyetleri vasıtasıyla aynı gayeye hizmet edilmiştir.35
İktisat, kültür, siyaset, din vb. alanlarda topluma hizmet veren resmi,
mahalli veya özerk kuruluş, kurum, işletme.36
Kültür Müesseseleri: Kültür kuruluşları.37
Bir toplumun yaşayış şeklini savunan kurumlar.
Bir milletin sanat ve fikir eserlerini savunan ve o milletin düşüncelerine
taraftar kazandırmak için çalışmalar yürüten kurumdur.38
Bugün ayakta kalan kültür müesseseleri, mazideki tecrübelerden son
derece istifade etmekte ve doğrudan doğruya böyle bir kültür aşılamak yerine
vasıtalı bir metot kullanmaktadır. 39
Kültür Propagandacılığı: Bir kültürü yaymak, bir kültüre taraftar
kazandırmak için düzenlenen programların bütünü, bu maksatla girişilen her türlü
faaliyet ve gayreti gösterme.40
Bir kültürün tanıtılma faaliyeti.41
Bir kültüre taraftar kazandırmak, düşünce, kıraat ve değer hükümlerini
değiştirmek, davranış tarzlarını istenen yönde etkilemek amacıyla söz, yazı vb.
yollarla yapılan çalışma.
Milli Eğitim Bakanlığı, Örnekleriyle Türkçe Sözlük 1,441
www.luggat.com
34
İlhan Ayverdi, a.g.e,s.189
35
Erol Güngör, a.g.e,s,14
36
İlhan Ayverdi, a.g.e.s,869
32
33
37Milli
Eğitim Bakanlığı, Örnekleriyle Türkçe Sözlük 3,2039
Ayverdi,a.g.e.s,869
39Erol Güngör,a.g.e.14
40Milli Eğitim Bakanlığı, Örnekleriyle Türkçe Sözlük 3,2329
41www.luggat.com
38İlhan
45
Kültür: Bir insan topluluğunun (milletin) nesilden nesile aktardığı, gelenek
halinde devam eden maddi ve manevi varlıklarının, değerlerinin bütünü; inanç,
fikir, bilgi, sanat, adet ve gelenekleri, bütünüyle yaşayış ve davranış şekli.42
Her türlü fikir, sanat ve adet varlıklarının hepsi.43
Bir milletin sanat ve fikir eserlerinin bütünü.44
Ziya Gökalp’in şu tanımı da çok açıklayıcı olmuştur: Bir milletteki dini,
ahlaki, hukuki, lisani, estetik, iktisadi müesseselerin toplamı demektir.45
Gökalp’e göre, kültür millidir. Bu açıdan bakıldığında, binlerce yıl
edindiğiniz her türlü maddi ve manevi varlık kültürün içinde yer almaktadır. Erol
Güngör, bunu şu şekilde ifade eder: “Siz kültürü oluşturabilirsiniz ancak onu
muhafaza etmek ve ileriye taşımak daha önemlidir.” Belki de kültürü başkalarına
aktarabilmek gayelerden biri olmalıdır.
Kültürler mutlaka birbirlerinden etkilenir. Etkilenmesi de normaldir.
Ancak bağlı olduğunuz kültür kökünden değişip başkalaşıyor ise kültür aşınmasına
uğruyorsunuz demektir ki bunun son aşaması kendi kültürünüzün yok olması
demektir.
SONUÇ
Hâkim kültür, bir toplumun kültürüne hükmedip o topluma kendi
kültürünü benimseten kültürdür. Mahkûm kültür ise kendisine hükmolunan, kültür
istilasına uğrayan kültürdür. Hâkim kültür ile mahkûm kültür arasındaki adil
olmayan ilişki çoğu kez yazıldığı gibi din adamlarının toplumun alt ve arka
sınıflarının tutucu davranışlarından değil ilmi ihmalden kaynaklanır. İlmi ihmal; bir
toplumda üretilen bilimsel malzemelerin az olmasıdır. Ne yazık ki mahkûm
kültürde bilgi yeteri kadar üretilmiyor. Hatta üretmek yerine başkalarının ürettiği
bilgiler kullanılıp hazıra konuluyor, biraz da. Bu, şimdi olmasa da ileriki
zamanlarda çok büyük neticelerle sonuçlanabilir.
42Milli
Eğitim Bakanlığı, Örnekleriyle Türkçe Sözlük 2,s.1826
43www.luggat.com
44İlhan
45R.
Ayverdi, a.g.e,s.726
Kardaş, Z. Gökalp, Terbiyenin Temelleri,s.30
46
KAYNAKÇA
Ayverdi, İ. Misalli Büyük Türkçe Sözlük. Kubbealtı Yayınları.
Güngör, E. (1993). Sosyal Meseleler ve Aydınlar. Ötüken Yayınları.
Maksutoğlu,
M.
(2019,
Kasım
13).
http://mehmetmaksudoglu.com/makale/kultur-istilasi
Kültür
İstilası.
Milli Eğitim Bakanlığı. (1996). Örnekleriyle Türkçe Sözlük 1-2-3-4. MEB
Yayınları.
Terzioğlu, A. (2019, Kasım 13). H. Erol Güngör’e Göre Millet- Milli Kültür Ve
Milliyetçilik 2. Bölüm. http://ahmethaldunterzioglu.com/hikaye-siirmakale/57-erol-gungore-gore-mllet-mll-kultur-ve-mllyetclk-2-bolum.html
47
KÜLTÜREL İNKİŞAF VE KÜLTÜRLERARASI GÜÇ MÜCADELESİ
Saadet Nur GÜRLÜ
ÖZET
Bu bildiride gelişmiş ve azgelişmiş kültürlerin hâkim kültür ile
mücadelesinin kıyaslaması yapılacaktır. İlkel bir kültür ile gelişmiş bir kültür
karşılaştıklarında aynı oranda birbirlerinden etkilenirler mi yoksa ilkel olan gelişme
sağlarken gelişmiş kültür gerektiği kadarını mı kopyalar sorularına cevap aranacak,
farklı düzeylerde kültürel gelişmişlik seviyelerinin hâkim kültür dayatmalarına
karşı direncini belirleyen unsurlar tahlil edilecektir.
Anahtar Kelimeler: Kültür, İptidai, İnkişaf,
Mahkûm kültür, Toplum.
Sarar
İktibas,
Hâkim kültür,
Kız Anadolu İmamhatip Lisesi
48
GİRİŞ
Kültür, insanların kendilerini kolektif bir bütün olarak algılamalarını
sağlayan değerler, inançlar, dil ve iletişim sistemleri gibi şeylerdir. Orta çağlardan
sonra, özellikle Aydınlanma çağında, kültür, insan beyninin "geliştirilmesi"
anlamında kullanılmaya başlandı. Önce Fransızca ve İngilizcede, sonra Almancada
görüldü. Uygarlık (medeniyet) Latince "civilis" kavramından gelir. "Civilis"
vatandaşın veya vatandaşa ait anlamına gelir. Uygarlık kavramı İngilizce ve
Fransızcada on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru barbarlık ve ilkellikten kurtulup
incelmeye, yontulmaya, düzene ve ileriye doğru giden insan kalkınması olarak
kullanıldı. İnsan gelişimi kültürün içinde gerçekleşir. Hiçbir insan içinde
bulunduğu kültürden bağımsız olarak davranamaz.46
Erol Güngör’e göre “Sosyal bilimlerde kültür denince bir topluluğun kendi
hayati problemlerini çözmek üzere denediği ve uzun yıllar için standart haline
getirdiği usuller ve vasıtalar anlaşılır. Kültür topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak
üzere benimsemiş bulunduğu hayat tarzı bütün maddi ve manevi unsurlarıyla
birlikte onun kültürünü teşkil etmektedir.”47
Erol Güngör hocanın tanımladığı üzere kültür bir toplumun maddi ve
manevi birikimlerini bütünüdür. Kuşaklar arası sürekliliği sağlayan toplumların
devamlılık unsurudur. Kültürel birikimi olmayan ya da yetersiz olan toplumlar
toplum olma vasfını kazanamamışlardır.
Kültür değişmesi nedir?
İç ya da dış etmenler sonucu bir kültürün davranış kalıplarında ve
örneklerinde (tiplerinde) ortaya çıkan değişme süreci.48
“Kültür değişmesi, bir cemiyetin mevcut nizamın, yani içtimai, maddi ve
manevi medeniyetine bir tipten başka bir tipe kaybeden bir prosestir. Böylece
kültür değişmesi, bir cemiyetin siyasi yapısında idare müesseselerinde ve toprağa
yerleşme ve iskan tarzında ve kanatların da bilgi sisteminde, terbiye cihazında
kanunlarında maddi alet ve vasıtalarında bunların kullanılmasında içtimai
iktisatlığın dayandığı istihlak maddelerinin sarfında az çok husule gelen
46Çiğdem
Kağıtçıbaşı, İnsan ve İnsanlar, 1998.s
Haldun Terzioğlu, Erol Güngör’e Göre Millet- Milli Kültür Ve Milliyetçilik 2. Bölüm
48www.tdk.gov.tr
47Ahmet
49
tahavvülleri ihtiva eder. Terimin en geniş manası ile kültür değişmesi insan
medeniyetinin daimi bir faktörüdür; her yerde ve her zaman vukua gelmektedir.”49
Kültür değişmeleri her zaman olumsuz yönde mi etki eder?
Kültürel değişmesine iki farklı nazarla bakarsak bunlardan ilki kültürel
gelişmedir bu da toplumun kalkınmasında etkin rol oynar. Diğeri ise kültürel
yozlaşmadır ki bu durum toplumu olumsuz yönde etkiler ve bu da toplumsal
çöküşe sebep olur.
İptidai (azgelişmiş) kültür nasıldır?
“İnsan, tabiatı icabı muhafazakâr ve taklide mütemayil’dir. Bu itibarla
herhangi bir ihtiyacını tatmine yarayan bir vasıtayı başkasından almayı, onu
yeniden icada kalkışmaya tercih eder.”50
Bundandır ki iptidai kültürler kendileri bir şey üretemedikleri için
kendilerine kıyasla inkişaf etmiş kültürlerden, iktibas yaparlar. Merkezden uzak
mesafeli kültürlerde inhilal zaruridir. İnhilal gerçekleştiğinde iptidai kültür,
medeniyetler tarafından inhitata maruz kalır. Toplumla kültürü ayrı düşünemeyiz
bu durumda eğer toplum kültürünü geliştirmeye yönelik çalışmalara zahmet
etmezse kültürde tarih gibi tekerrüre uğrar. Ve bu durum kültür gelişene kadar
böyle devam eder.
İnkişaf (gelişmiş) etmiş kültür nasıldır?
“İnsan yaradılışı itibariyle taklide mütemayil, itiyatlarına bağlıdır; yaratıcı
ve icatkâr değildir.”51
Fakat bu durum etkili, mantıklı ve kullanılabilir ürünler ortaya koymasına
engel değildir. Güzel buluşlar ortaya koyan medeniyetler inkişaf etmiş kültüre
eğilimlidir. Daha şümullü bakarsak ilim, irfan sahibi bireylerin bulunduğu bilim ve
sanat üzerine çalışmalar yapan medeniyetler terakki etmiş kültüre sahip olurlar.
Bir milletin başka bir millete ait kültürü benimsemesi, olduğu gibi alması
imkânsızdır. Benzediği ya da aynı olduğunu söylemek bile yozlaşma örneğidir.
49Mümtaz
Turhan, Kültür Değişmeleri, Altınordu Yayınları, 4. Baskı, Ankara, s.38
Turhan, a.g.e. s.15
51Mümtaz Turhan, a.g.e. s.15
50Mümtaz
50
Hiçbir taklit, taklit ettiğinin tıpkısı olamayacağı gibi daha fazla benzeme hevesi ile
yozlaşmasına sebep olacaktır.
“Bu, tıpkı bir millete ait tarihin bir başka millet tarafından aynen yaşanması
gibi olur. Tarih bir milletin hayatıdır; yani hayat içinde karşılaşılan ve büyük
ölçüde başkalarınınkinden farklı olan şartların ve bu şartlara yapılan tepkilerin
hikayesidir; kültür ise bu tepkilerden doğan inanç, norm ve davranış
özellikleridir.”52
Zorunlu-ikna tekniklerinden hangisi hangi durumda kullanılır?
İkna, başkalarını fikirlerini, düşüncelerini, eylemlerini ve kararlarını
değiştirmeye razı etme becerisidir. Kurduğunuz iletişim yoluyla insanları
etkilemektir. Burada bahsettiğimiz ikna, etik anlamda ikna etmektir.
Zorunlu- ikna teknikleri:
Mümtaz Turhan zorunlu ve ikna tekniklerini serbest ve mecburi değişimler
olarak ele almıştır. Mümtaz Turhan Kültür Değişmeleri kitabında serbest kültürden
şöyle bahsetmiştir:
“Serbest kültür değişmesinden, bir içtimai grup veya cemiyetin, yabancı bir
kültüre sahip grup veya cemiyetle temasa geldiği zaman hiçbir dahili veya harici
tazyik altında bulunmaksızın münferit unsurlar yahut o kültürün muayyen bir
kısmını alıp benimsemesi neticesinde bünyesinde husule gelen tahayyüller kast
olunmaktadır.” 53
Mecburi kültür değişmesini ise şöyle açıklar. Mecburi kültür değişmesi ise
ayrı kültürlere sahip iki toplumsal grup ya da toplumdan birinin kendi kültürünü
veya belirli bir kısmını kabul etmesi için diğerine baskı yapmasıdır. Bu durum
bazen de bir toplumun yöneticilerinin yabancı bir toplumun kültürünü ya da belirli
bir kısmını kendi toplumuna zorla kabul ettirmeye çalışması sonucunda toplum
yapısında meydana gelen değişmeler olarak kendini gösterir.
52Ahmet
Haldun Terzioğlu (bu makalede sayfa numarası ve yayınevi bulunmamaktadır.)
Turhan a.g.e, s.39
53Mümtaz
51
İkna, bireylerin toplumların kültürlerin de birbirlerini etkilediği,
düşüncelerini, fiillerini değiştirme becerisidir. İknaya ilişkin birçok tanım
yapılmaktadır.
Brembeck ve Howell’e (1952: 24) göre ikna “önceden belirlenmiş
sonuçlara ulaşmak amacıyla, bilinçli olarak, insan güdülerinin manipülasyonu
yoluyla düşünce ve eylemlerin değiştirilmesi girişimidir”. Burada bahis olan ikna
etik anlamda iknadır. Fakat karşıdaki ikna olmuyorsa onu zorlayarak, baskı
uygulayarak durum kabul ettirilmeye zorlanır. 54
Bozkurt Güvenç’in insan ve kültür kitabında alınmıştır:
Kültürleme: İnsanoğlunun çocuk veya ergin olarak kendi kültüründe
etkinlik kazanması ve eğitim sürecinde karşılaştığı bilinçli ve bilinç-dışı
şartlanmalar.
Kültürleşme: İnsanın başka toplumdan öğrendikleri, karşılıklı etkilenmeler.
Kültürlenme: Alt-grupların veya farklı kültürlerden birey ve grupların belli
bir kültürel etkileşime girerek yeni sentezler oluşturmaları.
Kültürel yayılma: Toplumda maddi manevi ögelerin içten dışa veya tersi
sürekli yayılması.
Kültür şoku: Bir kültürden başka bir kültüre giden bireylerin, yeni kültüre
uyum noktasında yaşadıkları sorun, sıkıntı, bunalımlar, gösterdikleri tepkiler.
Zorla kültürlenme: birey ve grupların kültürlerinin zorla değiştirilmesi.
Kültürel özümseme: Bir kültür
egemenliğine alması, kendine benzetmesi.
sisteminin
bir
diğerini
kültürel
Kültürel değişme veya kültürel değişmesi: Yukarıdaki bütün süreçlerin ve
diğer kültürel etkenlerin bir bileşkesi olarak toplumun bütünüyle veya bazı
kurumlarıyla değişmesi veya değişikliğe uğraması. 55
54H.Andaç Demirtaş, Temel ikna Teknikleri: Tutum Oluşturma ve Tutum Değiştirme Süreçlerindeki
Etkilerinin Altında Yatan Nedenler Üzerine Bir Derleme, yayını belirtilmemiştir,2004,s.74
55Hasan Yazıcı, Kitap İncelemesi, Birey ve toplum,2018 cilt 8 s.281
52
Toplum:
1. Birbiriyle bağları bulunan bireylerin bir aralığındadır.56
2.Aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan ve temel çıkarlarını sağlamak için
iş birliği yapan insanların tümü, cemiyet.57
Toplum kültür ilişkisi:
Kültür toplumun bireyleri arasında karşılıklı etkileşim sonucu
oluşmaktadır. Bu nedenle kültür, toplum üyelerinin davranış şekillerini belirleyen
ve yönlendiren en önemli unsurdur.
Bir toplumun doğması, büyümesi, gelişmesi veya yok olması için önemli
güçlerden birisi kültürdür. Bir toplumda, bireylerin yaratma özgürlükleri iç
dinamiğe bağlıdır ve kültür yönetsel, hukuksal, siyasal ve çevresel tüm yapıların
şekillenmesinde en temel özelliktir. Yaratma özgürlüğü düşünce özgürlüğüne,
düşünce özgürlüğü yeniliklere açık kültürel oluşumlara bağlıdır. Bu durum, kültür
ürünlerinin niteliği ile toplumsal gelişmişlik düzeyi arasındaki bağı
belirlemektedir.58
Yani inkişaf etmiş bir toplumda kültür, iptidai olan toplumda kültür
düzeyine oranla daha gelişmiştir. Bir kültürün inkişaf etmiş olabilmesinde en
önemli etken
Kültür, besin barınak gibi temel gereksinimlerimiz dâhilindedir.
Malinowski (1992): “İnsanoğlu besinsiz ve barınaksız yaşayamaz,
çoğalmadan varlığını sürdüremez. Öteki türler için de geçerli olan varlık koşulları
karşısında, konuşma ve kavramsal düşünce yeteneğine sahip olan insan, kültür adı
verilen bir varlık alanını yaratmış, geliştirmiş; beslenme, barınma ve çoğalma gibi
toplumun temel biyolojik (yaşam) gereksinmelerini kurumlaştırmıştır” 59
56Toplum
57
Nedir?, Ne Demektir? Bknz. Kültürel Tutumlar ve Kültürler Arası Etkileşim
www.tdk.gov.tr
Hasan Yazıcı, Kitap İncelemesi, Birey ve toplum,2018 cilt 8 s.281
Seçil Gül Meydan Yıldız, Kültürün Mekânsal Değişimler Üzerindeki Etkisi, Gazi İktisat ve
İşletme Dergisi, 2018; 4(3): 173-184
58
59
53
İlkel kültür göstergeleri:
İlkel kültürler bilim ve sanat adına işe yarayacak fikirler ortaya
koyamadıkları için iktibas yoluna kaçarlar. Tamamını alıp uygulayamayacakları
için inhilal durumuna düşerler, gelişim göstermedikleri sürece düşmeye de
mahkûmdurlar. Başka bir deyişle hangi toplumun ilkel kültüre sahip olduğunu
görmek istiyorsak kıyaslamamız yeterli olacaktır.
Gelişmiş kültür göstergeleri:
İlkel kültüre nazaran bilim ve sanat adına daha başarılı şeyler ortaya koyan
topluma denir. Erol Güngör "Milli kültürlerin varlığı ve zenginliği dünya
medeniyetini soysuzlaşmaktan korumakla kalmaz, aynı zamanda onun gelişmesi
için de en büyük dayanağı teşkil eder”60
Hâkim kültür:
Mahkûm kültürlere fikirlerini dayatmaya çalışan kültürdür.
İlkel kültür ile hâkim kültür arasındaki ilişki:
Tarihi bir birikim sonucu kültürü meydana getiren toplumlar, geleceğini
devam ettirebilmek için, sahip olduğu değerleri korumak zorundadır.61
Toplumsal hayattaki çöküntüyü durduracak ve "geri kalmış" toplumu
"ileri" götürecek bir araç olarak Batılı düşünce organizasyonlarının ürettiği
kurumları görmeye başlayan idareci-aydınlar Batının üstünlüğünü kabul ve tasdik
etmelerine karşılık, iki kültürün dokuları farklı olması nedeniyle kendi toplumsal
koşullarına uydurmaya çalışmışlardır.62
Çağdaş uygarlıkla ilkelliği ayıran hemen bütün ölçüler, yazı, matematik,
hukuk, madencilik, gemicilik, ticaret, para ve pazar ekonomisi, örgün eğitim, iş
bölümü, doğal çevreden daha fazla yararlanma, yeni enerji kaynaklarının bulunup
60Ahmet
Haldun Terzioğlu (bu makalede
Gül Meydan Yıldız, Kültürün Mekânsal Değişimler Üzerindeki Etkisi, Gazi İktisat ve İşletme
Dergisi, 2018; 4(3): 173-184
62Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1983,s.24
61Seçil
54
kullanılması ve kentleşme tarım devrimi ile başlamış ve belli merkezlerden bütün
dünyaya yayılmıştır.
Gelişmiş kültür ile hâkim kültür arasındaki ilişki:
Hâkim kültür gelişmiş bir kültür ile etkileşime girdiğinde hâkim olan
kültür, gelişmiş olandan veya gelişmiş olan hâkim olandan istediği kadarını alır.
İptidai kültür ile inkişaf etmiş kültür arasındaki ilişki:
Gelişmiş toplumun kültürü, geri kalmış toplumun kültürüne doğru yayılır.
Gelişmemiş toplum, gelişmiş toplumun kültüründe kullanılan tekniği alır, kullanır
ve bunun yanında manevi kültürünü de benimsemeye başlar. Maddi ve manevi
kültürden herhangi birinin değişmesi diğerinin de değişmesine sebep olur.
Erol Güngör’e göre : "Geri kalmış bir memleket değil, fakat geriye giden bir
memlekettir".63
SONUÇ
Kültür bir tarihi gelişimin ürünüdür. Toplumsal sürece ilişkin bir birikim olan ve
bir sürece yayılarak gelişen kültürün bu yönüyle eskisi ve yenisi olmaz. Toplumsal
hayat gibi bir yerden başlamış ve gelişerek bir yere gelmiştir. Kültür teknik
değildir. Teknoloji değildir. Toplumsal hayatta etkisi devam ettikçe teknolojinin
yenilenmesi sonucu demode olan bir eşyanın çöpe atılması gibi yerleşmiş kültür
unsurlarını bir kenara ayıramaz ve atamazsınız.
"Medeniyet insanlık tarihi boyunca daima tek istikametli ve ileriye doğru bir
gelişme göstermiştir. Bu yüzden medeni veya teknolojik eserlerde yenilik her
zaman mükemmellik manasına gelir”.64
Kültür değişmesini iki farklı nazardan ele alırsak olumlu ve olumsuz olarak ikiye
ayırırız biri kültürel değişmedir ki bu toplumu olumlu yönde etkiler, inkişafında rol
63Erol
Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, s.301.
Haldun Terzioğlu,a.g.e,s.
64Ahmet
55
oynar diğeri ise kültürel yozlaşma ki toplumun dağılım ve yozlaşmasına sebebiyet
verir
“Taklitçi zihniyetin hâkimiyetine, milli kültürün yozlaşmasına sebep olabilecek
her türlü davranışa tavır koymaktır.”65
” Kültür değişmelerini, toplumların gelişmesindeki esas faktör sayan, Mümtaz
Turhan kültür araştırmalarının, misyonerlik ve sömürgecilikle birlikte geliştiğine
işaret eder”66
Kültürlerin serbest veya zorunlu olarak birbirlerini etkilemesi ikna
kavramının ortaya çıkmasına sebebiyet verir. İkna; bir fikri karşı tarafa kabul
ettirme durumudur bu bahsedilen etik iknadır. Zorunlu ikna ise tam tersi bir
durumdur karşı tarafı cebren ve hile ile kabul ettirme uğraşısıdır. İnsani olan
iletişim ve etkileşime dayalı kültürel aktarımların var olması ve varlığını
sürdürmesidir. Zor ve tahakküm ile kişi ve toplum hayatına yeni kültürlerin
aşılanmaya çalışılması bir süre sonra karşı reaksiyonların varlığını gündeme
getirecek ve insan saygı içermeyen, değerden yoksun, normatif ve beyhude bir
çaba olarak kalacaktır.
65Ahmet
66Prof.
Haldun Terzioğlu, a.g.e,s.
Dr. Nuri Bilgin, Kültür Değişmeleri ve Kimlik Sorunları,2007
56
KAYNAKÇA:
Bilgin, N. (2019, Kasım 05). Kültür Değişmeleri ve Kimlik Sorunları.
https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/konuk-yazarlar2/2378-kulturdegismeleri-ve-kimlik-sorunlari
Kağıtçıbaşı, Ç. (1998). Dünden Bugüne İnsan ve İnsanlar. Evrim Yayınevi.
Terzioğlu, A. (2019, Kasım 13). H. Erol Güngör’e Göre Millet- Milli Kültür Ve
Milliyetçilik 2. Bölüm. http://ahmethaldunterzioglu.com/hikaye-siirmakale/57-erol-gungore-gore-mllet-mll-kultur-ve-mllyetclk-2-bolum.html
Turhan, M. (2015). Kültür Değişmeleri. Altınordu Yayınları.
Yazıcı, H. (2018). İnsan ve Kültür. Birey ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi, 8 (2) ,
277-288. DOI: 10.20493/birtop.486877
Yıldız, S. G. M. (2018). Kültürün Mekânsal Değişimler Üzerindeki Etkisi. Gazi
İktisat ve İşletme Dergisi, 4(3).
57
KÜLTÜR KAVRAMI VE İNSANIN TEKAMULÜ ÜZERİNDE
BELİRLEYİCİLİĞİ
Şefika ÇURMAN
ÖZET
Bu çalışmamızda “kültür kavramı ve insan tekâmülü (gelişimi) üzerinde
belirleyiciliği konusu araştırılmıştır. Bir toplumu, milleti diğer toplumlardan ayıran
ortak değerlere kültür denir. Yazılı kuralları olmayan bir değerler topluluğudur. Bu
nedenle kültürün farklı tanımları yapılmakla birlikte tam olarak sınırları
belirlenemez. Kültürün bireyin gelişmesi üzerinde ne kadar etkisi vardır? Birey
içinde yaşadığı toplumdan bağımsız ne kadar değişim gösterebilir ne kadar
gelişebilir? Bireysel olarak toplumdan aldığı kültürün üstüne çıkabilir mi veya bu
değerlere bir katkısı olabilir mi? Kültür kavramının insanın gelişmesindeki yeri
nedir? Burada sorulan soruların sayısını artırmak mümkündür. Zira kültür kavramı
tartışmaya, değerlendirmeye ve unsurlarını belirlemeye her zaman açık bir
kavramdır. Bu çalışma esas olarak aşağıdaki kavramlar üzerinden bir tartışma ve
kültürel tekâmül için gerçekleştirilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Kültür, Tekâmül, İnsan, Toplum.
Sarar
Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi
58
GİRİŞ
Kültür, Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde şöyle tanımlanmaktadır (Türk
Dil Kurumu, 2019):
1. Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve
manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan,
insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların
bütünü, hars, ekin.
bütünü.
2. Bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin
3. Muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim ve yaşantılar
yoluyla geliştirilmiş olan biçimi.
4. Tarım.
Kültür, başlı başına bir yaşayış, hal, hareket durumdur.
C.Wisller`a göre“ Kültür, bir halkın yaşam tarzıdır.67
Gelecek nesillere sürekli bir bilgi aktarımı söz konusudur bu durumu kültür
tevarüsü diye adlandırabiliriz.
Bu bağlamda M. Turhan`ın Kültür Değişmeleri adlı kitabındaki tariflerden
biri de:“Kültür, insanın nesilde nesile intikal eden başarılarından meydana
gelmiştir.68
”E.B. Taylor‘a göre kültür,“Bilgiyi, imanı, sanatı, ahlakı, örf ve adetleri,
ferdin mensup olduğu cemiyetin bir uzvu olması itibariyle kazandığı itiyatlarını ve
bütün diğer maharetlerini ihtiva eden girift bir bütünüdür.”69
“ İnsan yaratılışı itibariyle taklide mütemayil itiyatlarına bağlıdır; yaratıcı
ve icatkar değildir. Bu nedenle yüksek bir kültürün meydana gelebilmesi için
fevkalade müstesna ve müsait şartları ihtiva eden bir muhite bir mıntıkaya ihtiyaç
vardır.’’70
Turhan, Kültür değişmeleri, Altınordu Yayınları, 4.baskı, Ankara s.15
Turhan, a.g.e., s.15
69Mümtaz Turhan, a.g.e., s.15
70Mümtaz Turhan, , a.g.e., s.15
67Mümtaz
68Mümtaz
59
“İnsan yaratılış itibariyle taklide eğilimli alışkanlıklarına bağlıdır. Yaratıcı
icatkar değildir. Bu nedenle yüksek bir kültürün meydana gelebilmesi için
olağanüstü kural dışı ve uygun şartları içeren bir çevreye bir bölgeye ihtiyaç
vardır.”
Kültür’ün gelişebilmesi için bu nevi fevkalade, müsait şartların oluşması
gerekir. Aksi takdir de kişiler içine doğdukları toplumun kültürel değerlerine bir
katkıda bulanamaz. Önceden çizilmiş sınırların dışına çıkamaz. Böyle toplumlarda
yeni değerler oluşmaz. Kültürün gelişimini sağlayacak toplumsal şartların
olgunlaştığı medeniyetler de kültürel değişimden bahsedilebilir.
Eski Mısır’da bu şartlar vardı ve hakikaten yüksek bir medeniyet meydana
geldi. Sağlıklı mekânsal çevrelerin oluşumu ve sürekliliği, kültürel gelişmişlikle
yakından ilişkilidir.71
Kültür ve toplum münasebetini izah etmek gerekirse; topluluk halinde
yaşamayı tercih eden insanoğlu belli bir kültüre doğmuş, yaradılış gereği düşünen
öğrenen öğrendiklerini fiiliyata geçiren fenomendir.
Bu bağlamda “Kültür, insanların toplumsal ve tarihsel gelişim içinde
ürettikleri maddi ve manevi öğelerin toplamıdır” 72 diyerek toplumun kültürle
ilişkisini açıkladık.
Bir arada yaşama zorunluluğu toplumsallaşmayı, toplumsal yapılaşmalar
ise kültürel unsurları yaratmıştır.
Kültür bir toplumdaki paylaşılan ortak değerden oluşurken, toplum da
ortak kültürü paylaşan ve birbirleriyle etkileşimde bulunan insanlardan
oluşmaktadır. Böylece, toplum kültür olmadan, kültür de kendisini koruyan ve
geliştiren bir toplum olmadan varlığını sürdüremez. Kültür ve toplumun farklı
kavramlar olsa da birbirinden ayrı düşünülemez.
Kültür kavramı insandan ayrı düşünülmeyeceği gibi insanın üzerindeki
etkisi görmezden gelinemez. Benedict ,"Kültür büyütülerek ekrana yansıtılmış
bireysel psikolojidir.” demektedir.73
71Seçil
Gül Meydan Yıldız, Kültürün Mekânsal Değişimler Üzerindeki Etkisi, Gazi İktisat ve İşletme
Dergisi, 2018; 4(3): 173-184
72Memet Erkenekli, Toplumsal Kültür Araştırmaları İçin Değer Merkezli Bütünleşik Bir Kültür
Modeli Önerisi, Savunma Bilimleri Dergisi, Cilt 12, Sayı:1, Mayıs 2013, s.147-172.
60
İnsanın gelişiminde rol oynayan toplumun gelenekleri örf ve adetleri yazılı
olmayan kuralları kültürü oluşturur. “Kültür“ insanın hareketlerini davranışlarını
içinde bulunduğu toplumu olumlu yönde etkiler.
Eliot, Doç. Dr. Sevim Kantarcıoğlu tarafından Türkçeye çevrilen Kültür
Üzerine kitabında, “Kültür aslında herhangi bir toplumun dininin vücut bulmuş bir
şeklidir.” demektedir. 74 Bu bağlamda “insan gelişimi kültürün içinde gerçekleşir.
Hiçbir insan içinde bulunduğu kültürden bağımsız olarak davranamaz.” 75
İnsanın tekâmülü (olgunlaşması), bireysellik haricinde, dış etkenlere de
bağlıdır. Dış etkenlerden kast edilen kültürdür. İnsanın “neyim kimim” gibi soruları
toplumsal kültür benliğini ortaya koyar. Bireysel olarak olgunlaşma gösterirken
içinde bulunduğu toplumu etkiler. Toplumların kültürleri oluşturduğunu
düşünürsek dolaylı yoldan birey, kültürlerin gelişmesinde, tekâmülünde etkili rol
oynar.
Mümtaz Turhan ise şöyle tanım getirir; “Kültür, bir cemiyetin sahip olduğu
maddi ve manevi kıymetlerden teşekkül eden öyle bir bütündür ki, cemiyet içinde,
umumi tavır, görüş ve zihniyet ile her nevi davranış şeklini içine alır.”
SONUÇ
Kültür için birden fazla tanım yapılmıştır.
Cemil Meriç’e göre kültür, kaypak bir kavramdır. Tahlil edemezsiniz,
çünkü unsurları sonsuz. Tasvir edemezsiniz çünkü bir yerde durmaz. Manasını
kelimelerle belirtmeye kalktınız mı, elinizde havayı tutmuş gibi olursunuz.
Bakarsınız ki her yerde hava var ama avuçlarınız bomboş. Kültürün tarımdan
idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce manası
vardır.76
Nesilden nesile bir öncekine kıyasla daha fazla gelişme göstererek
aktarılan, medeniyet ölçütünü gösteren, toplumların terakkisini sağlayan, insanın
73Doç.
Dr. Zafer İlbars, Kişiliğin Oluşmasındaki Kültürel Etmenler, s.202
Dr. Sevim Kantarcıoğlu, Kültür Üzerine Düşünceler, Ankara, kültür Bakanlığı, 1981
75Çiğdem Kağıtçıbaşı, İnsan ve İnsanlar, 1998.s
76Ahmet Haldun Terzioğlu, Erol Güngör’e Göre Millet Milli Kültür ve Milliyetçilik 2.Bölüm sayfa
sayısı ve yayınevi belirtilmemiştir.
74Doç.
61
yükselmesine ön ayak olan kavramdır. Velhasıl kültür, ne kadar gelişirse insanın
gelişimi de buna doğru orantılıdır. Kültür ve birey iç içedir. Bireyin hareketleri
toluma yön verir toplumda içinde bulunduğu kültüre yön verir. Kültür insan
tekâmülünde etkin rol oynar bundandır ki birey içinde bulunduğu kültürden ayrı
düşünülemez.
Erol Güngör’ göre kültür "Sosyal bilimlerde kültür denince bir topluluğun
kendi hayati problemlerini çözmek üzere denediği ve uzun yıllar içinde standart
hale getirdiği usuller ve vasıtalar anlaşılır. Şu halde bir topluluğun ihtiyaçlarını
karşılamak üzere benimsemiş bulunduğu hayat tarzı bütün maddi ve manevi
unsurlarıyla birlikte onun kültürünü teşkil etmektedir” 77.
77Prof. Dr. İbrahim Arslanoğlu, Kültür ve Medeniyet Kavramları, sayfa sayısı ve yayınevi
belirtilmemiştir.
62
KAYNAKÇA:
Aslanoğlu, İ. (2019, Kasım 05). Kültür ve Medeniyet Kavramları.
http://www.ekultursanat.com/makale/eser-2328-Kultur-ve-MedeniyetKavramlari-DocDr-Ibrahim-Arslanoglu
Erkenekli, Mehmet. Toplumsal Kültür Araştırmaları İçin Değer Merkezli
Bütünleşik Bir Kültür Modeli Önerisi, Savunma Bilimleri Dergisi, Cilt 12,
Sayı:1, Mayıs 2013, s.147-172.
Güzel, D. (2011). "Sosyal Yapı" ve "Toplumsal Yapı" Bileşkesinde Sosyo-Kültürel
Yapı Kavramı. Istanbul Journal of Sociological Studies, 0(34), 83-96.
https://dergipark.org.tr/tr/pub/iusoskon/issue/9518/118918
İlbars, Zafer. (1987). Kişiliğin Oluşmasındaki Kültürel Etmenler, Ankara
Üniversitesi, Dil ve Tarih- Coğrafya Dergisi, 31(1-2), 202.
Kağıtçıbaşı, Ç. (1998). Dünden Bugüne İnsan ve İnsanlar. Evrim Yayınevi.
Kantarcıoğlu, S. (1981). Kültür Üzerine Düşünceler, Kültür Bakanlığı Yayınları.
Terzioğlu, A. (2019, Kasım 13). H. Erol Güngör’e Göre Millet- Milli Kültür Ve
Milliyetçilik 2. Bölüm. http://ahmethaldunterzioglu.com/hikaye-siirmakale/57-erol-gungore-gore-mllet-mll-kultur-ve-mllyetclk-2-bolum.html
Turhan, M. (2015). Kültür Değişmeleri. Altınordu Yayınları.
Yıldız, S. G. M. (2018). Kültürün Mekânsal Değişimler Üzerindeki Etkisi. Gazi
İktisat ve İşletme Dergisi, 4(3): 173-184.
63
BİLGİNİN ÖNEMİ
Dilara ÖZDEMİR
ÖZET
İslam Tasavvufunun Meseleleri adlı eserinde İslam Tasavvufunun
kaynakları, tarihi gelişmesi, tasavvufi yapıların iki dünyalı yapıları üzerinde duran
Erol Güngör tasavvufla ilgili konuları tarihi ve sosyolojik perspektiften incelemeye
çalışmıştır.
Öncelikle şunu belirtmemiz gerekir ki, Erol Güngör çalışmasında
“Tasavvuf” ve “Mistisizm” kavramları arasındaki ilişkiyi irdeler, iki kavramın
birbirinden anlam bakımından farkı olup olmadığını kaynaklarıyla ortaya koyar.
Biz bu çalışmada daha çok tasavvufta bilginin önemi üzerinde duracağız ve
konunun İslam medeniyeti ve kültürü bakımından yansımalarına değineceğiz.
Anahtar Kelimeler: Tasavvuf, Mistisizm, Bilgi, Bilmek, Mutasavvıf,
Fakih, İrfan, İlm-i Tasavvuf.
Sarar
Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi 11. Sınıf
64
GİRİŞ
Konu tasavvufta bilginin önemini anlamaya yönelik olduğundan, bilginin
oluşumunda önemli bir yer tutan ve bilginin gelişimini ölçmekte öncelikle
başvurulan tasavvuf ve bilgi ile ilgili kavramların anlamlarının verilmesi bu
bildirinin önceliği olacaktır. .
Tasavvuf: Allah’ın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlıkla birlik anlayışı içinde
açıklamaya çalışan dini ve felsefi akım.78
Temelinde Allah sevgisi olan ve kâinatın meydana gelişini vahdeti vücut
anlayışıyla açıklayan dini ve felsefi görüş.79
Kalbi dünyanın fani islerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlamak tarikat ehli
olmak.
80
İnsanın Allah’ın birliğini zevkini bütün benliğinde hissederek kendi iç
âleminin derinliklerine ve dış âlemin sırlarına ermek için takip ettiği düşünce ve
amel sistemi.81
Mistisizm: Duygu ve sezgiyi ön planda tutan belli bir bakış tarzına sahip felsefi
doktrin (tasv).
Tanrı’ya gönül yoluyla, ilahi aşk sayesinde ulaşılacağını benimseyen inanç
ve düşünce (tasv).82
Allaha ve gerçeğe akıl ve araştırma yolu ile değil de gönül yolu ile his ve
sezişle ulaşabileceğini kabul eden felsefi ve tasavvufi inanç.83
Duygu ve sezgiyi aşırı derecede yer veren felsefi doktrin, gizemcilik,
sırrilik, sırrıye84
Bilgi: Herhangi bir konuda bilinen, zihince kavranmış olan şey, malumat.85
78Erol
Güngör, İslam Tasavvufunun Meseleleri, Yer-Su Yayınları, Ankara 2018, s. 247
Eğitim Bakanlığı Örnekleriyle Türkçe Sözlük,s. 2769
80www. Lügat. Com
81İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, s 1206
82Erol Güngör, a.g.e, s235
83Mili Eğitim Bakanlığı Örnekleriyle Türkçe Sözlük s.1994
84İlhan Ayverdi, a.g.e,s.829
85İlhan Ayverdi,a.g.e,s. 148
79Mili
65
Öğrenme, araştırma veya gözlem sonucu elde edilen gerçek ve ilkelerin
bütününe verilen ad.86
Bilmek: Bir şey hakkında bilgisi, malumatı olmak, o şeyi öğrenmiş bulunmak.87
Hakkında olduğu konu için bir yol alış, bir menzile varıştır.88
Mutasavvıf: Tasavvuf ehli olan kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah
sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimse.89
Tasavvuf bilgisine sahip olan; derin bilgi ve sırları içinde olan ilahi hikmet
yolunu benimsemiş olan, bu bilgi ve sırları bilen kimse.90
Tasavvufu benimseyen ve bu yolla Allah’a ve ilahi hikmetlere ulaşmaya
çalışan kimse.91
Erol Güngör’e göre; Tasavvuf inanç ve kurallarını benimseyen ve bu yolla
Allah’a ulaşmaya çalışan kimse. 92
Mutasavvıf ta zahit ve züht kavramlarını içeren bir kelimedir tasavvuf ehli
olan tasavvufu benimseyen tasavvuf bilgisine sahip olan tasavvufa inanandır. Yani
gönül ehlidir. İslam ile tasavvuf hemen hemen aynı manaya gelir nitekim hicretin
ilk üç yüz yılında gördüğümüz başlıca mutasavvıfların esas karakteri bu olmuştur.
Fakih: Fıkıh ilmini bilen, İslam hukukçusu93
Fıkıh Âlim’i karşılaştığı meseleler hakkında fıkıh’ i hüküm verme
yetkisinde olan kişi.94
Zeki, anlayışlı kimse, fıkıh bilgini.95
Bir şeyi gereği gibi anlamak bilme.96
86G.
H. Topdemir, Felsefe nedir, bilgi nedir 23
Ayverdi,a.g.e,s.149
88İhsan Fazlıoğlu, Kendini Aramak, Papersense Yayınları, İstanbul, s.63
89www. Lügat. Com
90İlhan Ayverdi,a.g.e,s. 1375
91Mili Eğitim Bakanlığı Örnekleriyle Türkçe Sözlük, s.3292
92Erol Güngör, a.g.e,s.253
93www. Lügat. Com
94Erol Güngör,a.g.e,s.221
95Mili Eğitim Bakanlığı Örnekleriyle Türkçe Sözlük, s. 887
96İlhan Ayverdi,a.g.e,s.367
87İlhan
66
Fıkıh kelimesi bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, içyüzünü ve
inceliklerini kavramak anlamına gelir. Fakihler ise fıkıh ‘ı bilen kişidir fakih yani
İslam hukuku üzerinde yorumlar yapan kimsedir. Fakihler İslam’ın hükümlerini
değiştiremezler. Hükümler üzerinde oynama yapama yetkileri yoktur. Onlar
sadece fıkıh hükümler üzerinde yorumlarını söylerler. Erol Güngör’ün dediği üzere
Hasan Basri’nin dini Fikirleri Ehlisünnet akidesine sahip bir fakihin veya
müfessirin fikirlerinden hiç farklı değildir, demiştir.
İrfan: Bilme, anlama, biliş, anlayış.97
İlm-i Tasavvuf: Tasavvuf ve tasavvufla ilgili bilim dalı.98
Erol Güngör Hoca, İslam Tasavvufunun Meseleleri kitabını şu
bölümlerden oluştur; giriş, “Şark’tan Haber”, “Batı Rüzgârı”, “İslam Tasavvufunun
Yabancı Menşe’leri”, “İslam Tasavvufunun Tarihi Gelişmesi”, “Manevi İktidarlar
ve Maddi Teşkilatlar”, “Bilgi Meselesi”, Vecd’in Psikolojisi” , “Tarihi-Sosyolojik
Manzara”, Günümüz ve Tasavvuf”. Kitabın içerisinde Erol Güngör’ün değinmiş
olduğu kimi metinlere ekler başlığı altında yer verilmiş ve kitabın sonuna sözlük,
şahıs, yer, devlet, eser ve bazı terimlerle ilgili açıklamalar eklenmiştir.
Erol Güngör yaptığı çalışmanın yanlış zemine oturtulmaması için kitabının
önsöz bölümünde temel bir vurgulamada bulunur ve” tasavvufun İslam’da yeri
nedir? Bu soru ilk bakışta dini bir mesele olarak görünmektedir ki buna din
açısından verilecek cevap din âlimlerinin işidir. Diğer taraftan İslam tasavvufu
İslam medeniyeti ve kültürünün özel bir yanı olmak itibariyle incelenmeye değer
olmalıdır.”99 Tasavvuf kavramının tarih, sosyoloji, kültür ve medeniyetin alanı ile
ilgili boyutunu çalışacağını ifade eder. Bunun nedeni olarak da ülkemizde tasavvuf
ile ilgili yayınlanan eserlerin daha çok dinin nasları ile ilgili olmasını gösterir.
“Tasavvuf İslam mistisizminin adıdır”100 tespiti ile konunun terminolojik
tarafına dair bakışını ortaya koyan Güngör’ün kitabında mistik kelimesi esas
noktalarından birisini teşkil etmektedir. Kelime Yunanca asıllı olup, “ İlahi şeyler
hakkında birtakım batini bilgiler verilmiş olup bunlar hususunda kimseye bir şey
söylememesi gereken insan demektir.”101 Erol Güngör kendisiyle aynı görüşte
97İlhan
Ayverdi,a.g.e,s.570
Güngör, a.g..e,s.227
99Erol Güngör, a.g.e,s.9
100Erol Güngör, a.g.e,s.13
98Erol
101
Erol Güngör,a.g.e,s.13
67
olmayan fikir insanlarına örnek olarak günümüzde İslam tasavvufu denilince akla
gelen ilk isimlerden olan Rene Guenon’un yaklaşımını örnek gösterir. Guenon;
mistisizm ile tasavvuf ayrı şeylerdir ve konunun özünü bilmeyen batılılar bunları
birbirine karıştırmaktadır fikrindedir.102
Mistisizm sadece İslam’a özgü ve münhasır olarak teşekkül etmiş bir
kavram değildir. Farklı zaman ve dönemlerde, inanılana göre değişen ve dönüşen
bir kavramdır. Felsefe ile ilintilenebileceği gibi yaşanılan olarak ortaya çıkışı yani
bilgi alanına dair kavramın anlaşılması ile var olan anlamında yaşanana tekabül
eden kısmı da söz konusudur. Bu farklılıkların hepsi kelimenin zaman içinde
yolculuğunda değişim ve dönüşümünde ortaya çıkmasına etkilidir.
Erol Güngör Hoca İslam tasavvufuna ilişkin olarak şunu söyler: “ilk
dönemlerde tasavvufi harekete örnek diye gösterilebilecek haller sonraki
yüzyılların doktriner-teşkilatlı tasavvufundan büyük ölçüde farklı idi ve esas
itibariyle ferdi zühd vak’alarından ibaretti.”103
Mistik kelimesinin Hint coğrafyasının yanı sıra Batı coğrafyasında Eski
Yunan’dan başlayarak izlerini sürmek mümkündür. İlk mistik düşüncenin
Pitagoras’da görüldüğünü aktaran çok sayıda esere ve kayda rastlanmaktadır.
Düşüncenin serüveni Doğu’dan Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya doğru seyrederken
mistik düşüncede aynı seyrin içindedir. Konuya bu çerçeveden yaklaşıldığında
Hind, İran ve Batı etkisinin İslam tasavvuf anlayışına, İslam tasavvufunun da Batı
ve Hint coğrafyasına etkisinden söz etmek mümkündür. Bu etkinin abartılması da
çok yanlış olacaktır. Nitekim Erol Güngör Hoca: “İslam tasavvufunda yabancı
unsurlar meselesinin Müslümanları rahatsız edecek boyutlara nadiren ulaştığını
görürüz. Tasavvufun dinin hudutlarını zorladığı zamanlar olmuştur, fakat İslam
cemaatinin hayret verici gücü sayesinde eğrilerin doğrultulduğuna, bütün sapma
teşebbüslerinin çizgi dâhiline sokulduğuna şahit oluyoruz. İslam cemaatinin gücü o
kadar büyüktür ki, ana yoldan sapmaları ortak inanç sitemi dâhilinde uygun bir
te’vile tabi tutarak hem yabancı fikre İslami bir renk vermiş, hem o fikrin
sahiplerini cemaat içinde tutmayı becerebilmiştir.” der104
102Erol
Güngör,a.g.e,s.13
Güngör,a.g.e,s.51
104Erol Güngör,a.g.e,s.50
103Erol
68
Tasavvufunun çıkış noktası itibariyle bir içe dönük hareket olarak, manaya
vakıf olmayı esas aldığını söyleyebiliriz. Belli bir kurallar bütünü, doktrin
anlamında takip edilecek kurallar bütününden çok kişinin kendisine yönelik ve
özüne yönelişin hikâyesidir. Fakat sonraki zamanlarda terimlerin manalarına
açıklık kazandırma amacıyla kâğıt ile bir ilişki kurma zorunluluğu ile biraz daha
detay öngören bir yapıya evirilmiştir bu arayış.
Bilgi ve mistisizm ilişkisine gelince şunu söylemek gerekir: İlmi bilgi elde
ederken kullanılan analitik yol sadece görünen (zahir) şeyleri verebilir. İlim esas
itibariyle duyu verilerini kullanır105 diyen Erol Güngör, mistisizmin ise “sezgi” ile,
eşyanın özüne vasıtasız ve derhal kavrama imkanı vermektedir.” tespitini yapar106
Mistiklerin bilgiye yaklaşımları bireysel anlamda daha çok anlam ifade eder, fakat
toplumsal açıdan ise biraz havada kalan bir durumdan söz edebiliriz. Sezgi işin
içine girince bireysellik ister istemez kendini ortaya çıkarır ve bu sorgulanabilir
olmaktan ziyade inanılabilir olana ilişkindir. Bu kapsamda mistik tecrübeler ve
deneyimler, bilgiler şahıslar için anlam ifade eder ama toplum açısından bir
eksikliğe işaret etmektedir.
Günümüze ilişkin önemli tespitler yapan Güngör; “Memleketimizde
yirminci yüzyılın başından itibaren aydın çevrelerde hâkim olmaya başlayan basit
bir rasyonalizmin, put haline getirilen pozitivizmin büyük prestijinden
faydalanarak, hayatımızın bütün kesimlerine sokulduğunu belirtir. En tanınmış din
âlimlerimizin veya bile İslamiyet ile müspet ilim arasında hiçbir çatışma
olmadığını, İslam’ın ilm’i başlıca değer saydığını ispat etme derdine düştüğünü
söyler.107
Tasavvuf diğer mistik sistemlerde olduğu gibi hayata karşı bir tavır ve
davranış olarak başlamış daha sonra bir düşünce halinde sistemleştirilmeye
çalışılmıştır. Tasavvuf, dini sadece kaideler olarak almayıp onun deruni manasına
nüfus etmeye çalışmak ve dolayısıyla manevi hayatı, maddi hayata üstün kılmak,
Allah’la kul arasındaki münasebeti iyice derinleştirmek şeklinde alınırsa, İslam ile
tasavvuf hemen hemen aynı manaya gelir.
105Erol
Güngör, a.g.e,s.91
Güngör,a.g.e,s. 91
107Erol Güngör, a.g.e,s.107
106Erol
69
SONUÇ
Birçok ilim adamı gibi tarih ve sosyolojinin alanına giren konuda meseleye
İbn-i Haldun’un bakışını da aktaran Güngör İbn Haldun’un şu tespitini paylaşır:
“insanın insan olmak itibariyle diğer hayvanlardan farkı idrak etme kabiliyetine
sahip bulunmasıdır. İnsanın idraki iki türlüdür. Birincisi ilimleri ve marifet
konularını idrak etmektir ki, bu bilgiler yâkin, zan, şek ve vehm derecelerinde
olabilir. İnsan aynı zamanda kendisiyle kaim olan halleri idrak eder ki bunlar da
neşe, hüzün, gevşeme, sabır vs. gibi şeylerdir. Böylece insandaki akli düşünce
idraklerden, iradi hallerden ve manevi hallerden doğar. İşte insan bunlar
vasıtasıyla diğer hayvanlardan ayrılır. Bilgi, delil ve ispattan gelir, elem ve neşe,
elem ve haz verici şeylerin idrakinden doğar. istirahatten enerji, yorgunluktan atalet
çıkar.”108 Bilgi ile marifetin idrak ile hayatımızı anlamlandırması dileğiyle saygılar
sunarım.
108Erol
Güngör İslam Tasavvufunun Meseleleri 101
70
KAYNAKÇA
Güngör, E. (2018). İslam Tasavvufunun Meseleleri, Yer-Su Yayınları.
Ayverdi, İ. (2010). Misalli Büyük Türkçe Sözlük. Kubbealtı Yayınları.
Devellioğlu, F. (2013). Osmanlıca Türkçe Ansiklopedisi Lügat. Aydın Kitabevi.
Fazlıoğlu, İ. (2016). Kendini Aramak. Papersense Yayınları.
Topdemir, G. H. (2009). Felsefe Nedir? Bilgi Nedir? Pegem Akademi Yayıncılık.
Milli Eğitim Bakanlığı. (1996). Örnekleriyle Türkçe Sözlük 1-2-3-4. MEB
Yayınları.
71
VİCDAN, NORM, SAĞDUYU ARASINDA
İNSAN OLMAK, İNSAN KALMAK
Rukiye BAĞCI
ÖZET
İngiliz filozofu G.E. Moore göre, doğru bilgi elde edemeyişimizin sebebi
sorulan sorunun önemini düşünmeden cevabında takılı kalmamızdır. Diğer ahlak
felsefecilerine göre felsefenin asıl konusu iyinin ve kötünün anlamlarını
araştırmadır. Fakat tüm filozoflar iyinin tarifini bulmaya çalıştıkları için büyük
hataya düşmüşlerdir.109
Felsefenin bir sahası olarak ahlak (etik) felsefe yaşıt bir konudur.
Felsefenin eski kaynağı sayılan Sokrates ilk kez nasıl davranmamız gerektiği
hakkında fikirler öne sürmüş ve bu fikirler ile ahlak felsefesinin ve vicdanın,
normun, sağduyunun ne olduğunu bize göstermiş oluyordu. Bu konuda diğer
filozoflar ise Kant gibi farklı bir yol ortaya çıkarmışlardır.110
İlim ve ahlak konusuna gelince de ahlaki davranış günlük hayatımızda
yaptığımız şeyler arasında başlıca gelenlerdendir. Yaptığımız davranışlardan
vicdanımızı kullanarak hangilerini yaparsak iyi hangilerini yaparsak kötü davranış
ortaya çıkarmış oluruz? Bu davranışları özellikle de çocuklara öğrete bilmek için
neler yapabiliriz? Kötü yapılan davranışların yerine sağduyumuzu kullanarak
sergilediğimiz iyi olan davranışları nasıl koyabiliriz? Bu tarzda pratik sorulan
sorulara cevap bulabilmek için Erol Güngör “insan tabiatı dediğimiz şeyin
gelişmesiyle ilgili birtakım bilgilere ihtiyaç doğuyor” demiştir.
Vicdan, norm ve sağduyu çerçeve kavramların etrafında insan olmak ve
insan kalmak konusunu Erol Güngör’ün düşüncelerinden hareketle anlatılmaya
çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Vicdan, Norm, Sağduyu.
Eskişehir
Sarar Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi, 11. Sınıf Öğrencisi
Güngör, Doktora, Doçentlik, Profesörlük Tezleri, Yer-Su Yayınları, Ankara, 2018, s.167
110Erol Güngör, Doktora, Doçentlik, Profesörlük Tezleri s.168
109Erol
72
GİRİŞ
Vicdan
1.Toplum üyelerinin davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, toplumun
kendi ahlak değerleri üzerine yargılama yapmasını sağlayan güç.111
2. Duyma, duygu inanç ve şuur.112
3. Bulma hali.113
Vicdan, Freud zihin aşamasında süper egoyu temsil etmektedir.114
Vicdan insana iyiyi ve kötüyü gösteren en iyi pusuladır.
Erol Güngör’ün vicdan hakkındaki görüşü, “doğruyu yanlıştan iyiyi kötüden
ayırma gücü, kişinin iç dünyasındaki yargılama gücü” olarak tarif edilmektedir.
115
Vicdan, insana bazı yargıları ayırma gücü veren içimizden gelen bir huzur
sesidir. C. Brenteno’nun dediği gibi “iyi bir vicdan en rahat yastıktır.” Herhangi bir
yerde bir şey sorulduğunda veya bir yerde önemli bir karar vermek zorunda
kaldığımızda her zaman aile, arkadaş, dost, akraba veya çevremizde birilerini
sormak yerine ilk önce sorulan şeyi Vicdanımıza sorarız. Ve vicdanımızın verdiği
kararlar bizim için herkesin dediği cevaptan daha önemlidir. Bu arada şu soruda
ortaya çıkmaktadır ki; acaba vicdanımızın bize verdiği cevaplar her zaman için
doğru mudur? Kişiye göre doğrudur. Çünkü kişinin vicdanı rahatsa verdiği kararın
doğruluğuna inanır.
Günümüzde olduğu gibi Suriye, Filistin ve bunun gibi savaşla mücadele
eden bir ülkeden gelmiş insanlara baskı uygulayan veya onları dışlayan insanların
vicdanlarını sorgulaması gerekmez mi? Ya da bu ülkelere savaş açan insanların
yaptığı zulümler düşünülürse bu insanların vicdanı olduğundan şüphe duyabiliriz
ancak bizler bu dünyadaki en kötü insanda bile vicdanı olduğunu biliyoruz ve ne
olursa olsun o insan da bir gün bu vicdanı ile yüzleşecektir. Bu yüzden de vicdanın
sesini dinleyen insanlar olmalı ve insan kalmalıyız.
www.türkçesözlük.gov.tr
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbe Altı Neşriyat İstanbul 2005, s.1318
113
İlhan Ayverdi, a.g.e s.1318
114
Erol Güngör, Doktora, Doçentlik, Profesörlük Tezleri, s.203
115Erol Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, Ötüken Yayınları, İstanbul 2010, s.55-57
111
112
73
Norm
1.Kural olarak benimsenmiş, yerleşmiş ilke veya kanuna uygun durum, düzgü.116
2.Belirli bir yörede çoğunluğun uyduğu düzen. Yere ve zamana göre
değişkendir.117
Normların öğrenilmesi ve benimsenmesi ise sosyalleşme dediğimiz sürecin büyük
bir parçasıdır.118
Norm, insanların kendi çevrelerinde var olan kurallardır. Toplumun uyduğu
kurallar silsilesidir. İnsan sosyal bir varlıktır. Sosyal yaşamın gereği olarak normlar
ortaya çıkmıştır. Kaos ortamının oluşmamasından için insanın toplumsal normlara
uyması gerekir. Toplumsal normlar çevreden çevreye değişir. Bu normların
belirleyicisi kültürdür. Örneğin; aileler çocuklarının geç saatlere kadar dışarıda
kalmasına izin vermez. Ancak bu saatler aileden aileye farklılık gösterir.
Girdiğimiz her yerde uyulması gereken farklı farklı kurallar vardır. Hatta
günümüzde olduğu gibi toplumun hayatından kaldıramayacak bazı kuralları vardır
ki bu kurallar genellikle okul işyeri gibi yerlerde daha çok görülmektedir.
Toplumun en küçük üyesi olan aile içinde de geçerli bazı kurallarımız vardır. Bu
kurallar hayatımıza yön verir.
Sağduyu
1.Doğru, akla uygun yargılar verme yeteneği, aklıselim.119
Felsefi Olarak: Doğruyla yanlışı birbirinden ayırma ve doğru yargılama yetisi
olarak tanımlanmaktadır.120
Dünyayı ve kendimizi anlamamızda sağduyunun gücünün (sağduyunun
sorgulanamazlığı, kişinin kendini olumlamasını sağlama kapasitesi), hükümlerinin
görünüşteki tartışma götürmez karakterine bağlı olduğunu hatırlayalım. Bu,
sağduyumuzu biçimlendiren ama aynı zamanda onun tarafından biçimlendirilen
116
www.tdk.gov.tr
www.türkçesözlük.gov.tr
118
Erol Güngör, Doktora, Doçentlik, Profesörlük Tezleri s.177
119
www.türkçesözlük.gov.tr
120
www.türkçesözlük.gov.tr
117
74
günlük hayatın rutin, tekdüze doğasına dayanan döngüdür. Günübirlik işlerimizin
çoğunu oluşturan alışılagelmiş ve tekdüze hareketlerimizi sürdürdükçe çok fazla
kendimizi irdeleme ve çözümleme gereği duymayız. Yeteri kadar sıklıkla
yinelendiğinde şeyler bildik hale gelirler ve bildik şeyler kendi kendilerini
açıklarlar; soru ve kuşku doğurmazlar.121
Kendimiz ve çevremiz için herhangi bir konu da karar vermemiz
gerektiğinde vicdanımızın sesini dinlemeliyiz ve aklımızı kullanmalıyız. Sağduyu
düşünme yeteneğimizi kullanmamızı gerektirir. Bunun içinde zamana ve çabaya
ihtiyacımız vardır. Deneyimimiz artıkça sağduyu yeteneğimiz gelişecek daha
isabetli kararlar alacağız. Karar vermeden önce bilgilerimizi gözden geçirmeli,
sebep-sonuç mantığı ile bir karara varmaya çalışmalıyız. Aşırı duygusallığa
kapılmadan karar verirsek daha mantıklı ve isabetli sonuçlar alabiliriz.
Vicdan: Birey
Muhatap: Birey
Norm: Devlet, Sistem, Kanun
Muhatap: Toplum
Sağduyu: Toplum
Muhatap: Bireyler
Sağduyu; Doğru akla uygun yargılar verme yeteneği, aklıselim doğru ile
yanlışı birbirinden ayırma ve doğru yargılama gücüdür. Vicdan ise gönüldür. İlahi
içgüdü, Tanrısal içsestir. O insanoğlunun kendisiyle ve tanrıyla
hesaplaşabilmesidir. Vicdan, “içinizden geçen birisi size bakıyor olabilir sesidir”.
Sağduyu acaba dediğimiz zamanlarda, içimizden gelen “hayır yapma” diyen bir
işarettir. Sağduyu dünyada herkese en fazla eşit olarak dağıtılmış olan bir şeydir.
Çünkü herkes ona yeter derecede sahip olduğuna inanır.
Vicdan insanın görgü ve bilgileriyle kendini yargılama yetkisidir. C.
Brenteno’nun dediği gibi ‘iyi bir vicdan en rahat yastıktır’. Victor Hugo Üstad
şöyle der: “En mükemmel adalet vicdandır”. Yaşamımız boyunca en yakınlarımız
dâhil herkesi kandırabiliriz, ama yüzleştiğimiz vicdanımızı asla kandıramayız. O
bize karşı en acımasız eleştirileri getirecektir.
Zygmunt Bauman, Sosyolojik Düşünmek, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998, s.25
121
75
Asıl önemli olan soru şudur: “ Nerede insan kalınır?” Her şeye ve herkese rağmen
doğruyu yapmak noktasında insan kalabildiğimiz noktada insan kalabiliriz. Yani,
her hangi bir canlı ya da cansız varlığa verilebilecek zarar durumunda ne pahasına
olursa olsun doğruyu yapabilmek, insan olma ve kemale ulaşma yolundaki
adımlarımızı belirler.
Sağduyu bizi sürekliliğe götürüp sırat-i müstakimde tutabilirse, asıl ulaşmamız
gereken noktadayız demektir. Şunu unutmamalıyız ki insan olmak ancak sağduyulu
kalarak mümkündür. Bu yolculukta insanın sağduyusunu besleyen değerli
kaynaklarla devam etmesi, “insan olması ve kalması” noktasını destekler.
İnsanı “Yaratan” dan dolayı değerli bulup saygı göstermek ve bu noktadan
hareketle davranışa sergilemek bizi kemale ulaşma yolunda ilerletecektir. Kemale
ulaşma noktasında ferasetle hareket etmek bizi mutlaka istediğimiz yere
ulaştıracaktır.
Burada önemli olan kemale açılan kapıya talip olmak ve bu yolda ilerleme
gayretini göstermektir.
SONUÇ
Medeni bir toplumun temelleri ancak çocuklarla atılabilir ve onlara
öğreteceğimiz ilk kavram vicdan olmalıdır. Yaşıtlarına, hayvanlara, çevresine karşı
sağduyulu olmaları gerektiğini öğretmeliyiz. Çünkü onlar vicdan sahibi olmalı
insan olmalı insan kalmalıdırlar. Onlara hesap verme durumunda oldukları en
önemli otoritenin kanunlar olmadığını; onların içselleştirmiş değerlerinin kendi
vicdanları olduğunu öğretmeliyiz.
Zaman ilerledikçe doğru ile yanlışı ayırt etmeleri için onlara fırsat
vermeliyiz. Böylelikle sağduyu kavramının temellerini atmış oluruz. Kafaları her
karıştığında onlara bu iradeyi vermeliyiz ve kendileri doğru yolu bulmalıdır.
Mesela çaydanlıkta sıcak su olduğunu kaç kere söylesek de çaydanlığa
dokunacaklardır. Bırakalım da kendi iradeleri ile doğruyu bulsunlar. Duygular ve
mantık arasındaki farkları keşfetmelerine izin vermeliyiz.
Toplum da yanlış algılanan kavramlardan birisi de yasa ve norm
kavramlarının birebir aynı şeyler olduğudur. Yasalara göre neden ve sonuç ilişki
içerisinde aynı koşullar altında aynı olaylar hemen her yerde benzer şekilleri de
76
gerçekleşir. Yasalar yaşamda kesin ve şaşmaz olanı gösterir. Oysa normlar bire bir
olması gerekeni gösterir. Normlar ancak insanlar tarafından konulur ve dolayısıyla
onu gerçekleştirecek olan da insandır. Yani bireyin normlara uyması aslında
yaşamının kaliteli olması için gereklidir. Son olarak vicdan, norm, sağduyu birer
insani değerdir. İnsanca yaşamak için bu değerlere sahip olmalıyız.
77
KAYNAKÇA
Ayverdi, İ. (2005). Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbe Altı Neşriyat.
Bauman, Z. (1998). Sosyolojik Düşünmek, Ayrıntı Yayınları.
Güngör, E. (2010). Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak. Ötüken Yayınları.
Güngör, E. (2018). Doktora, Doçentlik, Profesörlük Tezleri. Yer-Su Yayınları.
78
MÜTECESSİS BİR FİKİR İŞÇİSİ CEMİL MERİÇ’İN ENTELEKTÜEL
BİYOGRAFİSİ
Pelin ÖZKAN
ÖZET
Anahtar Bir Türk entelektüeli olan Cemil Meriç’i konu alan entelektüel
biyografiyi sizlerle paylaşacağım. Cemil Meriç kendi hayatını Türk irfanına adayan
münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi olarak tanımlar. Başta dil tarih edebiyat
felsefe ve sosyoloji olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanında eserler vermiş
araştırma yapmış ve yazılar kaleme almış çok yönlü bir düşünce ve sanat
adamıdır.122 Cemil Meriç bugün pek çok konuda kaleme aldığı eleştirel kitap,
makale, inceleme ve denemeleri ile tanınsa da onu asıl var eden entelektüel kişiliği
ve farklılığıdır.123 Erken başlayan yazı hayatı ve vardığı nokta arasındaki düşünsel
serüveninde, kader olduğuna inandığı coğrafya ve kalıtımın payı büyüktür. 124
Anahtar Kelimeler: Entelektüel, Tecessüs, Fildişi kule, Oryantalizm,
Doğu-Batı çatışması.
Hacı
Süleyman Çakır Kız Anadolu Lisesi Öğrencisi
www.aa.com.tr (Hilal Uştuk) 12.06.2019
123
Tülay Gencer, Cemil Meriç İle Türk Modernleşmesine Bir Bakış, BEU SBE Dergisi, C.1, S.1, s 20
124 Tülay Gencer, a.g.m. s20
122
79
GİRİŞ
Cemil Meriç’ in hayatını ve fikir dünyasını sizlere aktarırken Cemil
Meriç’in de önemle üzerinde durduğu kavramlardan yola çıktım. Bu noktada ilk
kavramım “entelektüel”.
Entelektüel: Tahsil, bilgi, görgü sâhibi olan, fikrî meselelerle uğraşan
kültürlü kimse, aydındır. 125Cemil Meriç’ e göre ise entelektüel kalabalığa doğruyu
gösteren, her düşünceye saygılı olan, vuzuhu fethe çalışan kişidir. 126Gerçek
entelektüel ülkesini bütününü bütün ülkelere karşı müdafaa edecek, sınıflar üstü
hakikatleri araştıracaktır.127
Cemil Meriç’in arayışlarla geçen fikir hayatı kendi yaptığı tasnife göre şu
dönemlere ayrılır:
1917-1925: Koyu Müslümanlık devri.
1925-1936: Şoven milliyetçilik devri.
1936-1938: Sosyalistlik devri.
1938-1960: Araf dediği kuluçka devri.
1960-1964: Hint devri.
1964 sonrası ise sadece Osmanlıdır.128
Cemil Meriç 1916’da Hatay’da doğmuştur. Hatay o yıllarda diğer Osmanlı
şehirleri gibi kozmopolit bir yapıdadır ve o yıllara tekabül eden zamanda Fransız
mandasıdır. İmparatorluğun son yıllarında isyanların ve Balkan Savaşları’nın
başlamasıyla Dimetoka’dan göçmüş bir ailenin çocuğudur. Hatay’a yerleşen
muhacir bir ailenin çocuğu olarak yalnızlığından kurtulmak için sığındığı kitaplar,
o günün Antakya’sının içinde bulunduğu şartlarla birleşince onun entelektüel
kişiliğini belirleyen iki önemli unsur da ortaya çıkar.129
O dönemde yaşanan mektep –medrese ikililiği ve Fransız okullarının da
bulunuyor olması Cemil Meriç’i etkiler. Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya
125
www.lugatim.com
Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul 2018. s. 19
127 Cemil Meriç, a.g.e.s. 19
128 Mustafa Armağan, “Meriç,Cemil” , TDV İslam Ansiklopedisi, 2004, C.29, S. 190-191
129 Tülay Gencer, a.g.m. s 20
126
80
Sultanisi’nde okuması Meriç’i Doğulu yaptığı kadar Batılı da yapar. Liseye dek
Osmanlıca okuyup, Osmanlıca yazarken, Fransız hocalardan Fransızca öğrenmeye
başlar.130 Bu, Meriç’e hem Fransız Edebiyatı’nı ve Batı düşüncesini sevdirir, hem
de emperyalist Batı’yı tanıtır.131 Bu nedenle şairliğinin de, Türkçülüğünün de bu
yıllara tekabül etmesi bir tesadüf değildir.132 Cemil Meriç’in “Geç Kalmış Bir
Muhasebe” başlıklı ilk yazısı 1933’te yerel Yenigün gazetesinde yayımlanır.133
Milliyetçi tutumu ve yayımlanan “Unutma ve Affetme Türk Genci” isimli yazısı
okulu bırakmasına sebep olur.134
Türkçülüğü lise son sınıfta gittiği İstanbul’da dönemin aydınlarından
Kerim Sadi ve Nazım Hikmet’i tanımasıyla son bulur.135 Bu dönemden sonra yeni
bir dönem başlar.136 Daha çok okuyup, daha çok düşündüğü bu yıllarda Meriç’in
amacı, insanları birbirinden ayıran tüm kelimeleri aydınlatmaya, yumuşatmaya
çalışmak olur.137 Bu dönemi ve daha sonra bütün hayatını özetleyecek sözcük de
burada ortaya çıkar: “tecessüs”.138 Tecessüs görme, anlama merakı anlamına gelir.
Meriç önce Batı’ya yönelir, Batı’nın kelimelerini araştırır.
1960‟lara dek Batı edebiyatını ve Batı düşüncesini anlamaya çalışır. Ancak
1955’ te gözlerinin miyopunun artması sonucu gözleri görmez olur ama çalışma
temposunu hiç düşürmez. Ancak o günden itibaren okuması yazması mümkün
değildir tek başına Meriç’in. Okunanları aklında tutması, ayıklaması, belli
sentezlere varması bunları yazdırması, yazdırdıklarından makaleler yapması, o
makaleleri kitaplaştırması… Nasıl güçlü hafızaya nasıl kuvvetli iradeye, çalışma
öğrenme ve öğretme azmine dayanır söylemeye gerek var mı? Eğer bu felaket
Cemil Meriç’i bulmasaydı inanıyoruz ki o, verdiklerinin kat kat fazlasını verecek,
fikir adamlığının yanı sıra belki bir aksiyon adamı da olacak, fikirlerini kalemiyle
savunduğu kadar davranışlarıyla da savunacak, kafalardaki mefhumlar keşmekeşini
aydınlatmakla kalmayacak davranış ve karar karmaşıklığına da kendi çapında bir
son vermeyi deneyecektir. Ve kendi sözleriyle Meriç gözlerinin görmediği yılları
130Tülay
Gencer, a.g.m. s. 21
Gencer, a.g.m.s. 21
132Tülay Gencer,a.g.m.s.21
133Tülay Gencer, a.g. m, s.21
134Tülay Gencer, a.g.m. s.21
135Tülay Gencer, a.g.m.s.20
136Tülay Gencer, a.g.m.s.20
137Tülay Gencer, a.g.m. s.20
138Tülay Gencer, a.g.m.s.20
131Tülay
81
“Sessiz, uyuşuk kendi kendine yeten bir hayat. Ve ebediyete yönelen bir ihtiras.139
Kelimeler dünyasının sultanı olmak, zindanımda, hayır fildişi kulemde, sanatın ve
düşüncenin gökdelenini inşa etmek…”şeklinde açıklar. 140
Meriç, bu yıllarda onun için hem bir sosyolog, hem bir tarihçi hem de bir
edebiyatçı olan Balzac’tan çeviriler yapar. Cemil Meriç dünyanın kaderini çizen
Balzac’tır der. Balzac’ın kendisi ise roman yazmayı ülkeler fethetmeye benzetir.
Tıpkı bir Balzac kahramanı gibi kitapların dünyasında tutkuyla yaşayan Cemil
Meriç için de Balzac külliyatı hayatın kristalizasyonudur. Cemil Meriç’in tercüme
ettiği “ONÜÇLERİN ROMANI” alt başlığını taşıyan seri üç bölümden oluşur
Ferragus (1833) Langeais Düşesi (1833) Altın Gözlü Kız (1833). Cemil Meriç, bu
üçlemeyi sondan başa doğru çevirir. 141Mahmut Ali Meriç’in katkısıyla yeni baskısı
yapılan Altın Gözlü Kız üçlünün son bölümüdür. Ayrıca Ayın Bibliyografyası,
Yücel, Gün, Amaç, Yirminci Asır, Yurt ve Dünya gibi pek çok dergide yazılar yazar.
Aynı zamanda bu yıllar onun “Fildişi Kulesi” nde olduğu yıllardır.
1960‟larda bu kez Doğu’ya yönelir, Doğu’nun kelimeleri üzerinde
düşünür. Doğu, ona İbn Haldun’u, İslam’ı, Hind’i, Maxime Rodinson’u tanıtır.
Meriç’e asıl entelektüel kimliğini kazandıran da bunlar olur. 142İbn Haldun için
kendi sahasında tek yıldız der Meriç. Bununla birlikte Edward Said Batı
eserlerindeki doğu temasının dönemin ünlü yazarları tarafından eserlerinde ne
şekilde temsil edildiğini ve nasıl sunulduğunu büyük bir ustalıkla analiz edip
yorumlamıştır. Cemil Meriç’in Edward Said ve oryantalizm kitabı hakkında
yazdığı yazıyı bu kitabı biz yazmalıydık serzenişi ile bitirmesi Edward Said ile
kendini ne kadar bağdaştırdığını ve ondan da büyük ölçüde etkilediğini gösterir
niteliktedir.143 Daha sonra yavaş yavaş İslam ve Sosyalizm sentezi oluşmaya
başlar.144 “Rodinson’u 1966‟lardan beri tanırım. İlk okuduğum kitabı, düşünce
hayatımda geniş ufuklar açan ciddi bir inceleme idi. “İslamiyet ve Kapitalizm”.
Aynı yıl Lozan Kulüp’te İslamiyet ve Sosyalizm üzerine uzun bir konferans
verdim… Sonra Rodinson’un “Marksizm ve Müslüman Dünya” isimli 700 sayfalık
bir eseri daha çıktı (1972). Bu çok zengin ve gerçekten çok düşündürücü eseri de
çevreye tanıtmak istedim”. Meriç’in bu sözleri belki, 1967‟de yazdığı “Saint –
139Cemil
Meriç, a.g.e.s. 45
Meriç, a.g.e. s. 45
141www.yenisafak.com ,(Melike Gökcan), 12 Ekim 2016
142Tülay Gencer, a.g.m. s. 21
143Tülay Gencer, a.g.m.s.21
144 Tülay Gencer, a.g.m.s.21
140Cemil
82
Simon” ile sosyalizme eğilmesini ve 1974‟te basılan “Bu Ülke” ile “Fildişi
Kulesi’nden çıkmasını açıklayabilir. Cemil Meriç “Fildişi Kule” için şu sözleri
kullanır: “Fildişi kule, davasız sanat meczuplarını barındıran miskinler tekkesi.
Ama her mücahit o tekkede silah kuşanır. Bu zindan değil, bir liman.”145 Cemil
Meriç’in yeri hep kütüphane olmuş. Kütüphanesinde bir Don Kişot o.
Kütüphanesinde ve “Fildişi Kule’sinde. Aslında hiçbir zaman çıkmamış
kütüphanesinden, fildişi kulesini terk etmemiş, İyi ki de diyebiliriz. Agoraya,
arenaya, ateş hattına, politikaya inmemiş kulesinden; yol gösterici, aydınlatıcı
uyarıcı olmuş hep.
70’li yıllarda fildişi kulesinden çıkar Cemil Meriç, makalelerinde, verdiği
konferanslarda, yayımladığı eserlerde, Asya’nın Avrupa’yla hesaplaşmasına tanık
oluruz, yüz elli yıldır “gölgeler âleminde” yaşayan ve insanından kopan aydının
trajedisini izleriz adım adım; kaypak, müphem, tarif edilmemiş, Avrupa’nın
emellerini dile getiren ama bizim şuursuzca benimsediğimiz mefhumlar,
ideolojiler, sloganlar… Aydınlığa kavuşur tek tek gözlerimizin önünde.146 Artık
Cemil Meriç gerçek bir entelektüel olarak karşımızdadır.147 Ona göre, gerçek
entelektüel bir zümrenin emir kulu değildir, gerçek entelektüel bir devrin şuuru
olmak zorundadır, bütün hakikatleri yoklamalı, bütün yalanların maskesini
yırtmalı, kalabalığa doğruyu göstermeli, her düşünceye saygılı olmalı, vuzuhu fethe
çalışmalıdır.148 Gerçek entelektüel ülkesini bütününü bütün ülkelere karşı müdafaa
edecek, sınıflar üstü hakikatleri araştıracaktır.149 Gerçek entelektüel dürüst olacak,
çok okuyacak, çok düşünecek ve ortaya çıkardığına inandığı hakikatleri vardığı
terkipleri korkusuzca yazacak yayımlayacak.150 Devamlı araştıran sık sık lügatlere
ansiklopedilere kitaplara başvuran notlar alan çeviriler yapan entelektüel bir fikir
işçisidir Cemil Meriç.
1964’te ilk telif kitabı “Hint Edebiyatı” yayımlanır. Bir dünya edebiyatı
yazma düşüncesiyle yola çıkan Cemil Meriç, İran edebiyatı ile başlamış ancak daha
sonra Hint edebiyatına yönelmiştir. Doğu’ ya karşı olan önyargıları yıkmayı
amaçlayan eser “Bir Dünyanın Eşiğinde” başlığıyla basılır. 1970‟lerde Meriç
Tülay Gencer, a.g.m.s.22
Meriç, a.g.e.s.18
147Cemil Meriç, ag.e. s.18
148Cemil Meriç, a.g.e. s. 19
149Cemil Meriç, a.g.e. s. 19
150Cemil Meriç, a.g.e.s.19
145
146Cemil
83
ayrıca Hisar, Orta Doğu, Türk Edebiyatı, Doğuş, Köprü, Gerçek gibi dergilerde de
yazar.
Meriç 70’li yıllarda, düşünce hayatı ve yaşamı bakımından bir yalnızlık
içerisindedir, bu sözleri o dönemini açıkça anlatır niteliktedir :“Benim trajedim şu
bir kaç satırda: Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım
yok. Yani dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla “Büyük Doğu” kadrosundayım.
Düşüncelerimle, inançlarımla “Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış. Başka
bir trajedi de şu: yabancı dil bilenler Türkçe okumuyor, ben yabancı dil
bilmeyenlere hitap edemiyorum, daha doğrusu yabancı dil bilmeyenler, kendi
dillerini de bilmiyorlar.” 151 Cemil Meriç’ in hayatının anlamı kitaplar… Kitaplar,
yani kitaplarda yaşayan insanlar: Düşünceleriyle duygularıyla büyük insanlar onun
her zaman kılavuzu, arkadaşı dert ortağı. Bazen onlarla beraber düşünür, bazen
onlardan yarı düşünür, her sese kulak verir, her düşünceye saygı duyar. Onlarla
diyalog içindedir sabırla dinler, titizce araştırır ve sonra kendisi çıkar sahneye:
Onun gür, onun kendinden emin onun yalın onun, kâh bilimsel kâh şiirsel üslubu
sürükler götürür size bir yerlere. Sataşan bir üslup, rahatsız eden, tedirgin eden ama
düşünmeye davet eden, hakikatı aramaya çağıran, önerilerini dile getiren ya da size
öneri getirme sorumluluğuyla baş başa bırakıveren sarsıcı bir yazı tarzı bir fikirleri
sunuş yöntemi.152
Cemil Meriç’in Eserleri
İnceleme
Deneme
Günlük
Diğer Kitapları
Hint Edebiyatı
(1964)
Saint Simon İlk
Sosyolog , İlk
Sosyalist (1967)
Mağaradakiler
(1978)
Jurnal I
(1992)
Kırk Ambar
(1980)
Bu Ülke (1974,
1985)
Jurnal II
(1994)
Bir Facianın
Hikayesi (1981)
Bir Dünyanın
Eşiğinde (1976)
Umrandan
Uygarlığa (1974)
151Cemil
Sosyoloji Notları
Ve Konferansları
(1993)
Meriç, Jurnal 1, (19.11.1964)
152
84
Işık Doğudan Gelir
(1984)
Kültürden İrfana
(1985)
Cemil Meriç’in Adı Verilen Yerler
Üsküdar Belediyesi Kültür merkezi (2004)
Hatay İl Halk Kütüphanesi (2012)
İzmir Cemil Meriç Ortaokulu (2013)
85
KAYNAKÇA
Gencer, T. (2012) Cemil Meriç İle Türk Modernleşmesine Bir Bakış. Bitlis Eren
Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1(1).
Meriç, C. (1964). Jurnal 1. İletişim Yayınları.
Meriç, C. (2018). Bu Ülke. İletişim Yayınları.
86
CEMİL MERİÇ’E GÖRE; KÜLTÜR, İRFAN VE MEDENİYET
KAVRAMLARI
Gülce ŞEHİTLİ
ÖZET
Bu makalede incelediğimiz üç kavram olan kültür, medeniyet ve irfan bir
millet için çok önemli ve daha derinden incelenmesi gereken ayrıca herkesin
anlamlarını ve aralarındaki farkı bilmesi gereken kavramlardır. Tabi ki Cemil
Meriç’te bu kavramları anlamak ve hayatına katmak için yıllarını vermiştir. Ben bu
makalede sizlere kendi okuduklarım, araştırdıklarım, eğitim durumum, yaşım ve
birikimlerimce bilgi vermeye çalıştım. Umarım sizin için faydalı olur.
Yıllar boyunca tarih sahnesinde birçok medeniyet görülmüştür. Bu
medeniyetler yaşadıkları dönem, çevre, coğrafi konumları ve benimsedikleri
dinlere göre kendi kültürlerini oluşturmuşlardır. Zamanla kültürlerin özünü elde
etmek ve kültürlerin irfan süzgecinden geçmesiyle irfan elde edilmiştir. Bu açıdan
kültür, irfan ve medeniyet birbiriyle bağlantılı ve bir ülkenin oluşması ve gelişmesi
için önemli kavramlardır. Bu çalışmada bu üç önemli kavrama Cemil Meriç’in
gözünden bakılarak incelenmiştir ve yorumlanmıştır. Şimdi sırasıyla bu üç değerli
kavramı sözlük anlamları ve kullanımları bakımından size açıklayacağım.
Anahtar Kelimeler: Kültür, Medeniyet, İrfan.
Hacı
Süleyman Çakır Kız Anadolu Lisesi Öğrencisi
87
GİRİŞ
Kültür
Yaptığım kavram çalışmasında TDK, Kubbealtı ve Lügat sözlüklerinden
yararlandım.
1.Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi
değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal
ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars,
ekin.153
2. Bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü.154
3. Bir kimsenin umumi bilgi seviyesi.155
Cemil Meriç’e göre kültür tanımları:
1. Gerçek kültür, insanı insan yapan değerlerin bütünüdür.156
2. Kültür, insanoğlunun fizik dünyaya, fizik çevreye söz geçirmek için sahip
olduğu kolektif araçlar bütünüdür.157
3. İnsana inanıştır, kendini insanlığın kaderinden sorumlu tutuştur. Bir sevgidir
kültür, insanın kendi kendini fethidir.158
4. Amaçları içerir.159
Yani Cemil Meriç’e göre kültür, gelenek, bilgi ve yaşanmışlıklara dayalı olarak
oluşan birikimdir.
Diğer yazarlara göre kültür tanımları:
Mehmet Kaplan’a göre kültür; edebiyatın dışındaki bütün güzel sanatlar,
resim, musiki, dans, heykel, mimari vb. tümünün kültür sahasına girdiği gibi, güzel
sanatlar dışında insanoğlunun elinden çıkma eşya, yiyecek, içecek, elbise, alet,
153www.tdk.gov.tr
154www.lügatim.com
155www.luggat.com
156Cemil
Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, İstanbul,2018,s.45
Meriç, Kültür’den İrfan’a, İletişim Yayınları, İstanbul 1986,s.43
158Cemil Meriç, Kültür’de İrfan’a, s.10
159Cemil Meriç, Kültür’de İrfan’a, s.49
157Cemil
88
silah vesaire de kültür sahasına girer. Edebiyatı ise kültürün aynadaki aksine
benzetir.160
Aliya Izzetbegoviç ise insanın terbiye sayesinde kendine hâkim olma
becerisini kazanmasıyla uğraşır.161
Erol Güngör’e göre her toplumun kültürü, o toplumda yaşayan insanların
çeşitli problemlere karşı denedikleri çözüm yollarından meydana gelmiştir. Çözüm
tarzlarından bazıları zamanla sabit hale gelerek, toplumun bütününe mal olur ve
toplumun kültürünü oluşturur.162
Özetle; kültür kavramından doğal olan yani "Hüda-i Nabit"ten yararlanarak
insanoğlunun kendini geliştirmek, gelecek nesillerde varlığını sürdürmek üzere
oluşturduklarının tamamını anlayabiliriz.
İrfan
Yaptığım kavram çalışmasında TDK, Kubbealtı,ve Lüggat sözlüklerinden
yararlandım.
1. Bilme, anlama, biliş, anlayış.163
2. Gerçeği anlama husûsundaki güçlü seziş yeteneği, görgü ve sezişten gelen ruh
uyanıklığı.164
3. Bilme, anlama. Mârifet. Kalble bilip tanıma. Allahü teâlânın ihsânı olan mânevî,
vehbî ilim. Buna ma'rifet de denir.165
Cemil Meriç’e göre İrfan Kavramı:
1.İrfan, kemâle açılan kapı, amelle taçlanan ilimdir.166
2.İrfan, bir Tanrı vergisi, cehitle(gayretle) gelişen bir mevhibe (bağıştır) dir.167
Bayram Kök, Medeniyetimizin Sonu Mu Geldi, Yayınlanmamış Makale, Eskişehir 2019
Mehmet Özcan, Aliya İzzetbegoviç’te Medeniyet Tasavvuru, Uluslararası Toplum Araştırmaları
162
Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Hisar Gönüllüleri 2003, s.8
163 www.tdk.gov.tr
164 www.lügatim.com
165 www.luggat.com
166Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul,1985,s.175
160
161
89
Diğer yazarların irfan kavramı üzerine değerlendirmeleri
Nurettin Topçu’ya göre toplumdaki bireylerin ve diğer bireyleri eğitme görevi
üstlenmiş eğitimcilerin ilim ile yetinmeyerek irfan sahibi olması gerektiğini
vurgulamıştır.168
Erol Güngör’e göre Türk milletinin irfan seviyesine diniyle, kimliğiyle
ahlakıyla yükselen bir kültürü olduğunu savunmuştur. Bir inançlar, bilgiler, hisler
ve heyecanlar bütünüdür. Yani maddi değildir. Manevi olan kültür, uygulama
halinde maddi formlara bürünür. Örneğin dini inançlar, cami, namazdaki beden
hareketleri, dini kıyafetler şeklinde görülür.169
Hilmi Ziya Ülken’e göre arayış sürekli ve sınırsızdır, her menzil bir
diğerine geçmek için vardır ve sonuçta da “birlik’’e varmak gerekir. Mertebelerden
geçerek birliğe varmanın aracı ise “irfan’’dır.170
O halde irfan kavramı ile ilgili değerlendirmeleri özetleyecek olursak
insanoğlunun bilme ve anlama ile sınırlı kalmayıp toplumun diğer katmanlarına bir
eğitim malzemesi olarak dönüştürmesi ve kendini eğitmesi ile ilgili yolculuğu irfan
olarak tanımlayabiliriz.
Medeniyet
Yaptığım kavram çalışmasında TDK,ve Lüggat sözlüklerinden
yararlandım.
1. Bir millet ve toplumun maddî, mânevî varlığına âit üstün niteliklerden,
değerlerden, fikir ve sanat hayâtındaki çalışmalardan, ilim, teknik, sanâyi, ticâret
vb. sâhalardaki nîmetlerden yararlanarak ulaştığı bolluk, rahatlık ve güvenlik
içindeki hayat tarzı, yaşama biçimi, medenîlik, uygarlık.171(TDK)
2. Medenilik, şehirlilik.172 (luggat.com)
3. Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik. Yaşayışta, içtimaî
münâsebetlerde, ilim, fenn ve san'atta tekâmül etmiş cemiyetlerin hâli.173
(luggat.com)
167Cemil
Meriç, Kültürden İrfana,s..11
Topçu, Kültür ve Medeniyet, Dergah Yay.,İstanbul,2000
169Erol Güngör, a.g.e.s.8
170Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2013 bkz.
171www.tdk.gov.tr
172www.luggat.com
168Nurettin
90
4. İslâmiyetin emirlerine göre, usulü dâiresinde yaşayış.174 (luggat.com)
5. Düzenli ve ileri hayat seviyesi, şehirlilik.175 (luggat.com)
Cemil Meriç’e göre medeniyet tanımları:
1.Umran, geniş mânâsiyle medeniyet, yani: bir kavmin yaptıklarının ve
yarattıklarının bütünü, içtimaî ve dinî düzen, âdetler ve inançlar. (Meriç, Umrandan
Uygarlığa,147)
2.Politika dediğimiz şeyin bir yüzüdür.(Meriç,Kültürden İrfana,49)
3.Araçları içerir.(Meriç,Kültürden İrfana,43)
Diğer yazarlara göre medeniyet tanımları:
Aliya İzzetbegoviç’e göre medeniyet; insanın hayatını idame ettirmesi için
gereken devlet, şehirler, ilim, teknik gibi işlevsel nitelikte unsurlar demektir.176
Nurettin Topçu’ya göre Medeniyet, insanlığın çalışarak ortaya koyduğu
teknik eserlerin bütününden ibarettir.177
Prof. Dr. Mehmet Kaplan'a göre medeniyet ve kültürler, bir bütün teşkil
ederler. Her medeniyet kendine has bir kültür ve sanat yaratır.178
Özetle medeniyet kültür ile bir topluluğun ulaştığı seviyenin cisme bürünmüş
halidir. Yani bir toplumun eğitim ve okumaya verdiği önemin fiziki çıktısı olan
kütüphaneler, sanat ve estetikte üst bir noktayı temsil eden abidevi mimari eserler
medeniyet kavramının yansımalarıdır.
Şimdi sıra geldi kültür, medeniyet ve irfan kavramlarını daha iyi tanımak
için unsurlarını aktarmaya.
173www.luggat.com
174www.luggat.com
175www.luggat.com
176Mehmet
Özcan, a.g.m,s.2637
Topçu, a.g.e, s.27
178Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergah Yayınları, İstanbul 2009, s.24
177Nurettin
91
Kültür Unsurları
Tarihsel, toplumsa gelişme sürecinde yaratılan bütün maddi ve manevi değeler.
Sonraki nesillere iletmede kullanılan birikim.
İnsanın egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü.
Umumi bilgi seviyesi
İnsanı insan yapan değerler bütünü.
İnsana inanıştır.
Kendini insanlığın kaderinden sorumlu tutuştur.
Bir sevgidir.
İnsanın kendi kendini fethi.
Her çağın yaşadığı düşünceler sistemi
Medeniyette bir merhale
Medeniyet Unsurları:
Bolluk, rahatlık ve güvenlik içindeki hayat tarzı, yaşama biçimi.
Ferah yaşayış.
Düzenli ve ileri hayat seviyesi.
Politika dediğimiz şeyin bir yüzüdür.
Düzenli ve ileri hayat seviyesi, şehirlilik.
İrfan Unsurları:
Güçlü seziş yeteneği.
Görgü ve sezişten gelen ruh uyanıklığı
Kendini tanımak.
İnsanı insan yapan değerler bütünü.
Teknik teçhizatımızın bütünü.
İnsanoğlunun has bahçesi.
Nefis terbiyesi.
Kemale açılan kapı.
Amelle taçlanan ilim.
Tanrı vergisi
92
Cemil Meriç’e göre kültür ve medeniyet kavramları aralarında karşılıklı ve
sürekli ilişkiler bulunmakla birlikte aslında birbirinden farklı olan iki kavramdır.
Cemil Meriç, kültürün doğup, gelişip, öldüğünü; medeniyetin bu vetire(süreç)’nin
son hamlesi olduğunu söylemiştir. Ona göre kültür binlerce yıl yaşayabilir fakat
medeniyetin ömrü altı yüzyılı aşmaz. Medeniyetler "kişiler dışı” ve
objektif(nesnel)tir. Kültür ise kişilere bağlı ve subjektif (öznel)tir. Fakat her kültür
bir medeniyet oluşturmaz. Kültürün medeniyete dönüşmesi için amacına ulaşması
ideasını gerçekleştirmesi gerekmektedir. "Her kültür, ferdin geçirdiği
merhalelerden geçer: çocukluk, gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık. Amacına ulaştıktan,
ideasını gerçekleştirdikten sonra katılaşır, yaratıcı gücünü kaybeder, medeniyet
olur.179
Kültürle irfan arasında nasıl bir bağ vardır?
Bir kültür adamı olmaktan öte, bir irfan adamı olarak Cemil Meriç'in
indindeki kültür, irfanla karşılaştırıldığında oldukça katı ve daha fakir bir kelime
olarak çıkıyor karşımız. İrfan için " Bir Tanrı vergisi, cehitle(gayretle) gelişen bir
mevhibe (bağıştır)(dir)"180 veya "Kemâle açılan kapı, amelle taçlanan ilimdir"181
gibi cümleler kullanan Cemil Meriç kültür için " İnsana inanıştır, kendini insanlığın
kaderinden sorumlu tutuştur. Bir sevgidir kültür, insanın kendi kendini fethidir"182
ya da "Gerçek kültür, insanı insan yapan değerlerin bütünüdür."183Cümleler
kullanmıştır. Ayrıca Cemil Meriç "Batı, kültürün vatanıdır. Doğu ise irfanın
yurdudur." diyerek kültür kelimesini Avrupa’yla; irfan kelimesini de Doğu ile
bağdaştırmıştır. Bu bilgilerden yola çıkarak kültür için insanın edindiği bilgi,
tecrübe, donanım; irfan içinse bilgi ve donanımının tamamının üstüne insanın
kemale olan yolculuğu seçerek bir hissedişe yönelmesidir bağını kurabiliriz.
Cemil Meriç’e göre kültürden irfana geçebilir miyiz?
Ona göre İbni Sina’yı, İbni Rüştü’yü, Farabi’yi, Sinan’ı okuyup
anlamadığımız sürece kültürden medeniyete ya da irfana geçme ihtimalimiz yoktur.
179Cemil
MERİÇ, Umrandan Uygarlığa, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s.111
Meriç, Kültürden İrfana,,s.11
181Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul,1985,s.175
182Cemil Meriç, Kültürden İrfana, s.10
183Cemil Meriç, Mağaradakiler, s.45
180Cemil
93
Çünkü medeniyet geçmişin üzerine yerleştirildikçe oluşur ve gelişir. Cemil
Meriç’in bu görüşü savunmasının sebebi eğer biz İbni Sina’nın ya da İbni
Rüştü’nün kitabını kendi dilinizde okuyup anlayamıyorsak kültüre ya da irfana
nasıl ulaşabiliriz?
SONUÇ
İnsanı insan yapan kültür amelle taçlanan, ilim olan irfan ile buluştuğunda
Cemil Meriç’in sözünü ettiği Doğu kültüründen beslenmek ve Avrupa’yı da tanıma
eylemi gerçekleşmiş olur. Kendi medeniyetini idrak ederek inşaya devam etmek
sözü yeni nesiller için bir kılavuz niteliğindedir.
94
KAYNAKÇA
Güngör, E. (2003). Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik. Hisar Gönüllüleri Yayınları.
Kök, B. (2019). Medeniyetimizin Sonu Mu Geldi?. Yayımlanmamış Makale,
Eskişehir.
Meriç, C. (1985). Bu Ülke. İletişim Yayınları.
Meriç, C. (1986). Kültürden İrfana. İletişim Yayınları.
Meriç, C. (1996). Umrandan Uygarlığa. İletişim Yayınları.
Meriç, C. (2003). Mağaradakiler. İletişim Yayınları.
Özcan, M. (2019). Aliya İzzetbegoviç’te Medeniyet Tasavvuru. Uluslararası
Toplum Araştırmaları Dergisi, 11(18).
Topçu, N. (2009). Kültür ve Medeniyet. Dergâh Yayınları.
Ülken, H. Z. (2013). Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi. İş Bankası Yayınları.
95
DİL İŞÇİLİĞİNİN GÜZİDE ÜÇ ÖRNEĞİ: KAMUS, SÖZLÜK VE LÜGAT
BİZİM COĞRAFYAMIZDA KAMUS KÜLTÜRÜ
Gülfem ÇAKIROĞLU
ÖZET
Hayatımız boyunca kullandığımız yazılı ve sözlü kültürde daima başrolde
dil yer almaktadır. Dil insanoğlunun dünyaya gelmesinden beri var olmaktadır. Bu
kadar uzun süredir var olmasına rağmen asla yok olmamıştır zaten yok olması gibi
bir durum söz konusu dahi değildir. Dil olmadan bir yaşam, bir toplum düşünmek
mümkün değildir. Buradan da çıkarabiliriz ki dil tükettiğimiz bir malzeme gibi
geçici değildir. Ancak bir dilin bir dil ailesine mensup toplum ya da toplulukların o
dilin bilim edebiyat ve kültür dili olarak varlığını sürdürmesinde ısrar etmemeleri
halinde sıradan bir dil olarak varlığını sürdürmesi mümkün olacaktır. Dil bütün
hayatımız boyunca üzerinde çalışılacak değerli bir hazinedir. Türk dili de tarihte
ortaya çıkan en eski dillerden birisidir. Türk dili bizim için elbette bu dillerden en
önemlisidir. Diline sahip çıkmayan bir millet yok olmaya mahkûmdur çünkü dili
yok olan millet her şeyini kaybetmiş demektir. Dil ve dilin önemiyle beraber
sözlükler, metinler edebi eserler de ortaya çıkmıştır. Sözlükler; dili doğru
kullanmamıza, dilin içindeki sözcüklerin anlamlarını öğrenmemize, nasıl
okunduğuna kullanıldığına kadar her alanda işimize yaramaktadır. Biz de bu
makale sayesinde bizim coğrafyamızda kullanılan kamusun ve kamusların
kültürlerini öğreneceğiz. Eskiler için çok yabancı olmayan kamus kavramının
aslında birçoğunuz için şu an zihninizde tam olarak ne olduğuna ilişkin sorular
canlanmıştır. Az sonra anahtar kavramlarımda hem bu konuya değineceğim hem de
farklı sözlüklerden yararlanarak anlamını vereceğim.
Anahtar Kelimeler: Dil, Millet, Kamus, Sözlük, Kültür, Dil işçiliği.
Hacı
Süleyman Çakır Kız Anadolu Lisesi Öğrencisi
96
GİRİŞ
1. Dil ve Kültür İlişkisi
Dil; insanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için kelimelerle
veya işaretlerle yaptıkları anlaşma, lisan, zeban.184Düşünce ve duyguları ve
düşünceleri anlatmaya yarayan herhangi bir anlatım aracıdır.185 Düşünce, duygu
ve isteklerin, bir toplumda ses ve anlam yönünden ortak olan öğeler ve kurallardan
faydalanılarak başkalarına aktarılmasını sağlayan, çok yönlü, çok gelişmiş sistem,
lisan.186
Cemil Meriç’te Dil
Türk düşüncesinin en büyük düşmanı dildeki istikrarsızlık(tır).187
Dilde ırkçılık yapmağa kalkışmak çılgınlık(tır).188
Kelimeler bir milletin, bir medeniyet camiasının ortak malıdırlar.189
Argo, yaralı bir vicdanın sesi; uydurma dil, hafızasını kaybeden bir neslin.190
Düşüncenin malzemesi dildir. İstikrarlı, aydınlık bir dil.191
Dilini kaybeden millet, yaşamak hakkını çoktan kaybetmiştir. 192
Dil devrimi, Selânik’in İstanbul’a isyanıdır. Dil devrimi kamusa Anadolu’nun
doluşudur.193
Yabancı dil bilen herkes haindir, yabancı dil bilmeyen herkes cahildir. 194
Dil olmayınca millet olmaz, düşünce olmaz.195
184TDK
Sözlüğü
Sözlüğü
186Kubbealtı Sözlüğü
187Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, İstanbul 2016, s.23
188Cemil Meriç, Mağaradakiler s. 23
189Cemil Meriç, Mağaradakiler s. 213
190Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul 2017, s. 86
191Cemil Meriç, Jurnal 1, İletişim Yayınları, İstanbul 2018, s. 126
192Cemil Meriç, Jurnal 1, s. 186
193Cemil Meriç, Jurnal 1, s. 301
194Cemil Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferansları, İletişim Yayınları, 2018, s.108
195Cemil Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferansları, s.326
185TDK
97
Biz evet farklı sözlüklerden size dil konusunda açıklamalarda bulunduk ve
Cemil Meriç ‘in sözlerinden alıntıladık ancak bunu bir cümlede açıklamak
gerekirse; Millet denilen insan topluluğunun en önemli sosyal varlığıdır. Kültürün
ilk ve temel unsurudur.
Kültür Kavramı
Kültür; bir milletin inanç, fikir, sanat, âdet ve geleneklerinin, maddî ve
manevi değerlerinin bütünü, hars, bir milletin sanat ve fikir eserlerinin bütünü.196
Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi
değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal
ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars,
ekin.197 Kültür kavramını da kısaca özetlemek gerekirse; toplumun maddi ve
manevi her şeyini oluşturur.
Dil Kavramının Unsurları
Düşünce ve duyguları bildirmek için insanların kelimelerle veya işaretlerle
yaptıkları anlaşmadır.
Kültür Kavramlarının Unsurları
Bir milletin inanç, fikir, sanat, âdet ve geleneklerinin maddi ve manevi değerlerin
bütünü.
Dil, millet denilen sosyal varlığı birleştirmektedir ve fertler arasında duygu
ve düşünce birliği vücuda getirmektedir. Bir milletin fertleri arasındaki ortak duygu
ve düşünce akımı dille kurulabilmektedir. Bu akım dünden bugüne, bugünden
yarına dille aktarılmaktadır. Bundan dolayı dil, aynı zamanda bir kültür aktarıcısı,
bir kültür taşıyıcısıdır. Bu yüzden kültür denilince ilk akla gelen şey dildir. Bir
milletin tarihi, coğrafyası, değer ölçüleri, folkloru, müziği, edebiyatı, ilmi, dünya
görüşü ve millet olmayı gerçekleştiren her türlü ortak değerleri yüzyılların
süzgecinden süzüle süzüle kelimelerde, deyimlerde sembolleşerek hep dil
hazinesine akıtılmakta, özünü orada saklamaktadır. Milletler duygu ve
196Kubbealtı
197TDK
Sözlüğü
Sözlüğü
98
düşüncelerini yazıya geçirince daha sağlam bir birlik meydana gelmektedir
böylelikle yazı sayesinde duygu ve düşünceler hem zaman hem de mekân içinde
yayılmaktadır.
Cemil Meriç’te Dil Ve Kültür Kavramları
Milletin
devamlılık.198
ana
vasfı:
devamlılık(tır).
Dilde,
terbiyede,
gelenekte
Bugün Türk aydını dilini, dinini, tarihini bilmek zorundadır.199
Dil üzerinde çalışmalar ve araştırmalar yapan kimseler bir dil işçisidir.
Ancak şu da unutulmamalıdır ki dil canlı bir varlıktır. Dili anlamlandırmak ve dil
üzerinde sadeleştirmeler yapmak kolayca yapılacak bir şey değildir. Dil zorlamaya
gelmez. Dil tarihi araştırmaları geçmişten günümüze verilen eserler üzerinde
yapılmıştır. Bu bağlamda sözlük çalışmaları önem kazanmaktadır.
2. Kamus ve Sözlük
“Kamus Namustur.”
Sözlük Kavramı
Sözlük: Bir dilin bütün veya belli bir çağda kullanılmış kelime ve deyimlerini
alfabe sırasına göre alarak tanımlarını yapan, açıklayan, başka dillerdeki
karşılıklarını veren eser, lügat.200 Türkiye’de “lugat” karşılığı olarak teklif edilip
çok kullanılan kelime diğer Türk lehçelerinde de vardır. Bir dilin kelimelerinin
bütününü veya belli bir kısmını, deyimlerini alfabe sırasına, bazen da konu veya
kavramlarına göre anlamlandıran, açıklayan veya başka dillerdeki karşılıklarını
veren eser, lugat.201
198Cemil
Meriç, Jurnal 1, s.71
Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferansları, s.348
200
TDK Sözlüğü
201
Kubbealtı Sözlüğü
199Cemil
99
Kamus Kavramı
Kamus: Bir dilin bütün kelimelerini içine alan büyük sözlük, büyük lügat
kitabı; bir konuyla ilgili maddeleri alfabe sırasına göre toplayan geniş eser [Meşhur
âlim Fîrûzâbâdî’nin (XV. yüzyıl) büyük Arapça lügatinin ismi olup aslında “deniz,
denizin en derin yeri, deryâ, okyanus” anlamında olan kelime bu esere isim
olduktan sonra “sözlük” manâsında kullanılmaya başlanmıştır].202
Sözlük, büyük sözlük.203
Sözlük Kavramlarının Unsurları
Bir dilin bütün veya bazı belli bir zamanda kullanılmış kelime ve
deyimlerin tanımını yapan eserdir.
Kamusun Unsurları
Bir dilin bütün kelimelerini içine alan büyük sözlük, büyük lügat kitabıdır.
Cemil Meriç’te Kamus
Kâmus bir millietin nâmusudur.204
Kamus, bir
şuuruyla...205
milletin
hafızası,
yani
kendisi;
heyecanıyla,
hassasiyetiyle,
Büyük milletler, kişiliklerinden vazgeçip alfabenin işaretlerine sığınınca, insanlar
da sloganlara teslim oldular.206
Türk Tarihinde Bazı Sözlük Çalışmaları
IV. (X.) yüzyılın sonlarına kadar yazılan lugat kitapları konularına göre değişik
adlar taşıdığından sözlük kavramını karşılayan ortak bir terim henüz mevcut
Kubbealtı sözlüğü
202
TDK Sözlüğü
204
Cemil Meriç, Bu Ülke, s. 18
205
Cemil Meriç, Bu Ülke, s.19
206
Cemil Meriç, Kültürden İrfan, İletişim Yayınları, İstanbul 2017, s.331
203
100
değildi. Bu dönemde ve daha sonraki süreçte lugat kelimesi “dil, lehçe” mânasına
geliyordu. “Sözlük bilimi” anlamında ilmü’l-luga ve mu‘cemiyyât ile sözlük
karşılığı olarak kullanılan mu‘cem ve kâmûs kelimeleri sonradan terim haline
gelmiştir.
Kaşgarlı Mahmud, Kitâbu Dîvânü Lugati’t-Türk
Şeyhülislâm Mehmed Esad Efendi, Lehcetü’l-Lügat
James William Redhouse, Müntahabât-ı Lügât-i Osmâniyye
Şemseddin Sâmî, Kamus-ı Türkî
Hüseyin Kâzım Kadri, Türk Lugati (4 Cilt)
Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat
Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük Kubbealtı (3 cilt)
Mehmet Kanar, Osmanlı Türkçesi Sözlüğü (2 cilt).207
Cemil Meriç’in Kelime Şiiri
Tanrı, yıldızlarla oynayan bir çocuk.
Senin yıldızların kelimeler, söyle raks etsinler, alev saçlarıyla sonsuz bahçesinde
hayallerinin.
Kelime ormanda uyuyan dilber; şair uzaklardan gelen şehzade.
Öyle seveceksin ki kelimeleri, sana yetecekler.
Yıldızlar Tanrı’ya yetmiş mi?
207Feyyaz
Kandemir, Türkçe Sözlükleri, 2017
101
Kelimeler benim sudaki gölgem, okşayamam onları, öpemem. Bir davet olarak
güzel kelime ve muhterem. Gönülden gönüle köprü, asırdan asıra merdiven.
Kelime kendimi seyrettiğim dere. Kelime sonsuz, kelime âdem.
Cemil Meriç’in Kelimeleri
Kelimeleri tarif etmeden girişilecek her tartışma kısır kalmağa mahkûm(dur).208
Ülkeler ne kadar bizimse, kelimeler de o kadar bizimdir.209 (J 1, 70)
Kelime sinen, şahlanan, kanatlanan, kâh uçuruma atılan, kâh ufuklara süzülen rüya
mahlûklarının boyunlarına takmak istediğimiz kement.210
Kelimeler bütün bir devri aydınlatan ateş böcekleri.211
Her kelime bir devrin billurlaşmış kıymet hükmü, bir devrin, bir cemiyetin, bir
sınıfın.212 Her çağ kendi kelimelerini söyletmiş kelimeye; her demagog kendi
yalanlarını.213
3. Dil İşçiliği
Anlamlandırmak isteyen ve anlam vermeye çalışan dil işçisidir.
Anlamlandırma yaşamını gerçekleştirmek isteyen insan için gereklidir. İnsan
doğduğu andan başlayarak sosyalleştirilme ve sosyalleşme süreci içinde yaşadığı
örgütlü yapıların işaret sistemlerini, sembol setlerini ve dillerini öğrenir. Böylece
insan yaşadığı çevredeki anlam sistemleri içine sosyalleşir. Bunun anlamı, insan
sosyalleştiği anlam sistemleri tarafından önemli ölçüde biçimlendirilir. İnsanın
düşünceleri yetiştiği çevrenin kültürel şifre setleri ve dünya görüşleri tarafından
harekete geçirilir ve yönetilir. İnsanın ilişkisini ve deneyimini yorumlamaları
sosyal bakımdan yaratılan ve sosyal bakımdan konumlandırılan sembolsel dünya
208Cemil
Meriç, Bir Facianın Hikâyesi, Umran Yayınları, İstanbul 1981, s.36
Meriç, Jurnal 1, s.70
210Cemil Meriç, Jurnal 1, s.130
211Cemil Meriç, Jurnal 1, s.143
212Cemil Meriç, Jurnal 1, s.143
213Cemil Meriç, Bu Ülke, s.20
209Cemil
102
tarafından imkân verilir. Bu sembolsel dünya, aslında insanın dışında, insandan
ayrı bir dünya değildir: bu dünyayı ve sembollerini yaratan ve kullanan insandır.
“Bu Ülke”, Cemil Meriç’in fikriyatının özeti gibidir. Bu eserde Meriç, bir
kez daha insanlığın komedyasını dolaşmış ve “Bu komedyayı kimin yazdığını
bilmesek, birkaç Homeros aramağa kalkardık” demiştir. Meriç, şu ilginç sözlerle
içindeki Balzac sevgisini ifade etmiştir: “Her mayıs Balzac’la yeniden doğarım.
Dante için Vergilius ne idi bilmiyorum. Yarı yolda bırakan bir kılavuz… Balzac’la
başladım yazı hayatına, Zweig ömür boyu yaşadı ve Balzac’ı, eserini
tamamlayamadan öldü. Yıllardır yazmak istediğim bir Balzac var: Belki de hiçbir
zaman gerçekleşmeyecek bir rüya.” Balzac, gerçekten de yazarken hissederek
benimseyerek yazmıştır, hiçbir zaman bir olayı uzaktan izler gibi değil daima
içindeymiş gibi yazmıştır. Yine Meriç, yazının devamında Balzac’tan bahsederken;
“Kaynakları hem hayal, hem hakikat. Rüyayla kaynaşan gerçek. Bu romanlar birer
itirafname değil, Balzac konuları seçmez, konular seçer Balzac’ı.” demiştir.
Balzac’ın söyledikleri, anlattığı konular insanların yaşamlarındaki bazı
dönemlerinden seçilmiş sahneler gibidir. Balzac’ı tanımak için; “düşüncelerini,
acılarını, heyecanlarını bilmemiz lâzım, hiç değilse.” Meriç’in dediği gibi Balzac,
gerçekçilik ancak sadece gerçeklik değil, hayatın en gerçekçi ve en doğal haliyle
kendisi. Aslında Balzac da bir dil işçisidir.
Edebiyatımızın önemli dil işçilerinde biride elbette Cemil Meriç’tir. Cemil
Meriç yazdığı her bir cümleden her bir kelimeyi en ince ayrıntısına kadar
düşünmüş ve bu şekilde anlamlandırmıştır. Meriç elbette bu anlamlandırmayı
yaparken ve yapmadan önce çok fazla kitap okumuş, sözlük anlamlarını
oluşturmuş, kendince anlamlar da yükleyip sadece sözlük anlamıyla kalmamıştır.
Cemil Meriç yanlış dil işçiliği hakkında şu sözleri söylemiştir: Tercüme eserler,
edebiyatı kucaklayan fikir kaynaklarından –çok defa- kirli ve delik deşik kovalarla
aktarılmış damlacıklardır.214
214Cemil
Meriç, Bu Ülke, s.43
103
SONUÇ
Bu çalışma ile aslında biz de bir dil işçiliği yapmaya çalıştık. Gerek günlük
dilde konuşmak için gerek yazım dilinde kullanmak için Balzac Cemil Meriç’in
örnek aldığı, yazmış olduğu birçok eserde üslubu olsun, yazı yazarken kelimelerine
anlam kazandırma biçimi olsun gerçek anlamda bir dil işçisidir. Düşüncelerini
okuyucuya aktarabilmek için diğer yazarlarda olduğu gibi dil işçiliği yapmıştır.
Yukarıda verilen Balzac örneğinde olduğu gibi günlük konuşma dilinde ve yazı
dilinde kullandığımız kavramları kullanıp geçmemek gerektiğini, üzerinde çalışma
yapmak, sözlük kullanmak, kamus karıştırmak ve fikir yürütmek gerektiğini
aktarmaya çalıştık. Günümüzde dijital ortamda da sözlükler bulunmaktadır.
Gelenekte olduğu gibi sözlüklerin sayfasını karıştırmadan başta Türk Dil Kurumu’
nun resmî sitesindeki sözlükler olmak üzere dijital ortamdan pek çok sözlüğe
ulaşılabilmektedir. Aynı şekilde Kubbealtı Lugati lugatim.com.tr adresinden
önemli bir ihtiyacı karşılamaktadır. Bu yönüyle umarım yaşıtım olan arkadaşlara
kavramların, hem de bizim hayatımızın bütününü ilgilendiren kavramların üzerinde
ne kadar çalışma yapılması ve hayatımızda bu çalışmanın bir entelektüel süreklilik
ile sürdürülmesi gerektiğini ifade edebilmişimdir.
Hüsrev Hatemi Bey’in bir dil işçiliği örneği olan Kelimeler Kitabı bu
konuda ilgi çekici bir örnektir. Bu kitaptan öğrendiğimiz şey şudur; dile merak çok
küçük yaşlarda başlar, ama hayat boyu sürdürülen bir serüven olursa ortaya böyle
saygı duyulacak bir eser çıkar. Cemil Meriç büyük eserlerin oluşum sürecini şu
şekilde anlatmıştır: Büyük eserler, uzun doğum sancılarının mahsulüdür.215 Yazar
küçük yaşlardan itibaren kullandığı kelimeleri hikâyesi ile birlikte okuyucuya
tanıtmaktadır. Kelimeler ve Kavramlar etrafımızdaki tüketim nesneleri ve dijital
unsurlar kadar dikkatimizi çekmelidir. Eskilerin bir sözü vardır; lugata meydan
okunmazmış. Sabırla ve gayretle anlamını bilmediğimiz kelimelerin anlamını
sözlüklerden araştırmalı, sonra kullanmaya başlamalıyız. Cemil Meriç’te kitap
kendi cümleleriyle şöyledir: Kitap, istikbale yollanan mektup, smokin giyen
heyecan, mumyalanan tefekkür.216 Okurken sadece ilham alırız. Kafamız dilediği
gibi çalışır.217 Kitap, beraber yaşar sizinle, beraber büyür.218
Cemil Meriç, Bu Ülke, 2017, s.44
Cemil Meriç, Bu Ülke, 2017, s.102
217
Cemil Meriç, Bu Ülke, 2017, s.114
218
Cemil Meriç Bu Ülke, 2017, s.102
215
216
104
KAYNAKÇA
Ayverdi, İ. (2011). Misalli Büyük Türkçe Sözlük. Kubbealtı Yayınları.
Meriç, C. (1981) Bir Facianın Hikâyesi. Umran Yayınları.
Meriç, C. (2016) Mağaradakiler. İletişim Yayınları.
Meriç, C. (2017) Bu Ülke. İletişim Yayınları.
Meriç, C. (2017) Kültürden İrfana. İletişim Yayınları.
Meriç, C. (2018) Jurnal 1. İletişim Yayınları.
Meriç, C. (2018) Sosyoloji Notları ve Konferansları. İletişim Yayınları.
Meriç, C. (2018) Umrandan Uygarlığa. İletişim Yayınları.
Tuncer, H. (2010). Nemesis’e İnat Körlüğün Nârını İlmin Işığına Çeviren Adamın
Aforizmaları. Hece/Aylık Edebiyat Dergisi.
105
ASABİYET: BİRLİĞİN KAYNAĞI ASABİYET: AYRILIN KAYNAĞI
Gülru ÇAKIROĞLU
ÖZET
Her insan topluluğunun kendine göre bir medeniyeti vardır, az veya çok
zengin, az veya çok eski bir medeniyet. Cemil Meriç’e göre ‘medeniyet’i en iyi
açıklayan iki kavram vardır: Umran ve Asabiyet. Bu çalışmada yıllardır düşünürler
arasında kargaşaya sebep olan asabiyet kavramı yorumlanmıştır. Büyük düşünürler
İbn Haldun, Babanzâde Ahmet Naim Efendi, Ziya Gökalp ve Cemil Meriç’in bu
kavram hakkındaki düşünceleri ve asabiyet kavramını açıklamamıza yardımcı olan
akraba kavramlar üzerinde durularak ve yorumlanacaktır.
Anahtar Kelimeler: Asabiyet, Medeniyet, Ümmet, Irk, Millet, Milliyet.
Hacı
Süleyman Çakır Kız Anadolu Lisesi Öğrencisi
106
GİRİŞ
Cemil Meriç, düşünce hayatında farklı dönemler geçirmiştir. Türk aydının
Avrupa karşısında kendini küçük görmesini eleştiren Meriç, yeni neslin hem Doğu
kültüründen beslenmesi gerektiğini hem de Avrupa’yı tanıması gerektiğini
vurgulamıştır. Bu çalışmada ‘kendisi olma’ tartışmaları içinde önemli yer tutan
asabiyet kavramına bakış açısı ve Cemil Meriç’ in etkilendiği düşünürlerin
görüşleri tespit edilmeye çalışılacaktır. Cumhuriyet Devri aydınları içinde özel bir
yere sahip olan yazarın “Umrandan Uygarlığa” eserinde asabiyet kavramına bakış
açısı tespit edilmeye çalışılacaktır.
Asabiyet:
1.Aynı soydan gelenlerin veya bir başka sebeple aralarında yakınlık bulunanların
muhaliflere karşı birlikte hareket etmelerini sağlayan dayanışma duygusu.
2.Akraba, soy sop, kavim, vatan, millet ve din gayreti gütme.
3.Akrabalık.
Millet:
1.Genellikle aynı topraklar üzerinde yaşayan, aynı soydan gelen ve aralarında dil,
din, tarih, sanat, töre, dünya görüşü ve ülkü birliği bulunan insanlar topluluğu, ulus.
2. Bir yerde toplanan veya bir yerde bulunan kimselerin tamamı, herkes, kalabalık,
ahali.
3. Bir din ve mezhepte bulunan cemaat.
Milliyet:
1. Millî vasıf ve nitelikleri taşıma, millî olma durumu.
2. Bir kimsenin mensup olduğu millet.
3.Ümmet. Aralarında din, dil ve tarih birliği olan topluluktaki hâl. Millet olma.
Aralarında maddi mânevi birlik ve beraberlik râbıtaları bulunan topluluktaki vasıf.
4. Aynı milletten olma hâli.
107
Ümmet:
1.Bir peygambere îman edenlerin, onun getirdiklerine inanıp tâbi olanların
meydana getirdiği topluluk.
2. Kavim, cemaat, tâife.
3. Bir Peygambere inanan insan topluluğu.
Irk:
1.Nesil. Zürriyet. Sülâle.
2. Soy. Kök. Damar.
3.Kök, asıl.
4.Ayrı soyda olan, ayrı dilde konuşan değişik kültüre sâhip, şeklî özellikleri
bulunan insan topluluğu, millet.
Medeniyet:
1. Bir millet ve toplumun maddî, mânevî varlığına ait üstün niteliklerden,
değerlerden, fikir ve sanat hayatındaki çalışmalardan, ilim, teknik, sanayi, ticaret
vb. sahalardaki nimetlerden yararlanarak ulaştığı bolluk, rahatlık ve güvenlik
içindeki hayat tarzı, yaşama biçimi, medenîlik, uygarlık.
2. Düzenli ve ileri hayat seviyesi, şehirlilik.
Cemil Meriç ‘Umrandan Uygarlığa’ kitabında ‘asabiyet’ kavramını başta
İbn Haldun olmak üzere birçok önemli düşünürlerden tanımlar alarak
yorumlamıştır. Şimdi sizlere Cemil Meriç’in düşüncelerini şekillendiren
düşünürlerin ‘asabiyet’ kavramını nasıl yorumladıkları anlatılacaktadır.
Cemil Meriç'in İbn Haldun'u, "Kılıcıyla fethedemediği ülkeleri kalemiyle
fethetmiştir." Gerçekten de Mısır'dan Tunus kırsallarına ve hatta Anadolu'ya
kadar bölük pörçük olmuş bir coğrafyada savaşlar savaşları, bozgunlar
bozgunları kovalarken, yazdığı eserin belki de en büyük talihsizliği İstanbul'un
fethinden evvel yazılmış olmasıdır. Belki de bu yüzden Cemil Meriç'in dediği gibi
İbn Haldun; daha sert, daha buhranlı, daha ümitsiz bir çağın adamıdır. Ve yine
108
bu yüzden 'nesep' veya 'sebepten' teşekkül etmiş asabiyetin yükselişi, kayboluşu
ve şehirli toplumu bir arada tutan tutkalın gevşemesi ile son bulan dairenin
devinimini dört nesille, bir yüzyıldan biraz fazla bir zamanla sınırlı tutar. 219
İbn Haldun’a Göre Asabiyet (Kavmiyetçilik)
İbn-i Haldun'a göre asabiyye bağı bir grup içindeki yardımlaşma ve şeref
duygusundan gelen ve dış düşmanlarla uğraşma gücü veren bir bağdır. Eğer tüm
topluluklar eşit oranda işbirliği yapmış olsalardı böyle farklılıklar olmazdı.
Toplumsal örgütlenmenin çap ve yoğunluğunu belirleyen değişken grup duygusu,
grup dayanışması Asabiyye'dir. Tüm ilkel gruplarda dayanışma, direniş gücü ve
cesaret vardır ve hepsi de zenginliğe ve boş zamana ulaşmak isterler. Grup
dayanışması onları fetihler yapmaya da götürür. Ya var olan bir devleti fethederler
ya da yenisini kurmaya çalışırlar. Ancak devlet kurma aşamasında kan bağı yeterli
gelmez. İhtiyaç duydukları yeni gücü ise dinde bulurlar Din, asabiyyesi en güçlü
olan grubun içinde gelişir ve yayılır. Din, dünyevi istekler ve hısımlığın ötesine
geçtiği için kan bağına dayalı asabiyyeden çok daha güçlü bir sadakat duygusu
yaratır. İbn-i Haldun'a göre din, bir uygarlığın yaratılışındaki en üstün güçtür ve
aynı zamanda o uygarlığı korumak için de en etkili olanıdır.
Haldun’un kendisi kavramı, “Himaye, müdafaa, mutalebe ve ortaklaşa
yapılan her türlü içtimai faaliyet o sayede husule gelir. Memleketlerin fethi, zaptı,
istilası, işgali, zaferlerin kazanılması bu şekilde tahakkuk eder”220 şeklinde açıklar.
Süleyman Uludağ da açıklamalarında, “Bir kabile ve fertleri, asabiyet hissi
sayesinde can ve mal emniyetine kavuşur. Bu hissin sevkiyle savaşır, öldürür veya
öldürülürler. Şu hâlde birleşmenin, dayanışmanın, feragatin ve fedakârlığın
kaynağı asabiyettir.” der.
Asabiyetin Üç Türü
İbn Haldun’a göre, kan bağına dayalı nesep asabiyeti esas olmakla birlikte,
başka nedenlerden doğan sebep asabiyetleri de vardır. Asabiyetin üç türünden söz
eder: Köle ile efendisi arasındaki velâ olarak isimlendirilen ilişkinin yarattığı ve
219Meryem
220İbn
İlayda Atlas, LacivertDergi,2017,s.22
Haldun, Mukaddime,S.Uludağ tercümesi, İstanbul-1982, s. 121
109
kölenin özgürlüğüne kavuşmasından sonra da devam eden asabiyet. Bir anlaşmaya
dayalı olarak yahut doğal dostluklarla oluşan ve hilf denilen asabiyet. İnsanların
bakım ve gözetimleriyle ilgili ilişkilerden doğan bir asabiyet ki, sultana bu şekilde
bağlanan ve mevali olarak nitelenen özel birliklerin asabiyetidir. Din, mezhepler,
siyasi anlayışlar yahut ideolojilerle ayrışan toplumsal kesimlerde de bu tür
asabiyetler oluşur. Ancak, hiçbir asabiyet nesep asabiyetine dayanmadan başarıya
ulaşamaz. Eski kabilelerde bu duygu çok güçlü ve kapsamlıdır; insanların bireysel
suçlarının sorumlulukları bile kabile çapındadır. Sorumlulukların/cezaların
şahsiliği ilkesi çok sonraki dönemlerde ulaşılan bir aşamadır.
Asabiyetin nihai hedefinin mülk / devlet olmak olduğunu söyleyen İbn
Haldun, Arapların kibirli, hırslı, rekabetçi, kıskanç ve zor boyun eğen bir kavim
olduklarını, bu vahşi karakterlerinden ötürü mülke ulaşamadıklarını ifade eder. Bu
tabiattaki milletler ancak peygamberlik, velayet yahut genel olarak dinin etkisiyle
mülke ulaşabilirler. “Tabiatlarında bir inkılâp meydana geldikten ve dinî bir boya
ile tebeddüle uğradıktan sonra ancak Araplar mülk elde ederler. Söz konusu dinî
renk, anlatılan şeyleri onlardan siler. Kendilerine dâhili ve vicdani bir müeyyide
meydana getirir; halkı birbirine karşı müdafaa etmeye, korumaya sevk eder.”221
Din, asabiyet sahipleri arasındaki rekabetleri, kıskançlıkları ortadan kaldırır ve
onları sadece Hakk’a yöneltir. “Dinî davet, yeterli sayıya sahip olan asabiyet
kuvvetine ek olarak devletin aslındaki kuvvetini daha da artırır.” Esas olan kabile
asabiyetidir; o olmadan toplumsal bir başarıya ulaşılamaz. Dinî renk bu asabiyete
ek bir güç kazandırarak başarılarını artırır. Bu yüzden, “Dinî davet asabiyete
dayanmadan tamamlanamaz.”222 Mütefekkirimiz, sahih olduğunu söylediği bir
hadis nakleder: “Allah, kavminin himayesinde olmayan bir peygamber
göndermemiştir.”
Dinî ıslahat, ihtilal ve ayaklanmalara girişenler de, kabile asabiyetine
dayanırlarsa ancak başarılı olabilirler. İ. Haldun bununla ilgili tarihi örnekler verir.
Dinî duyguları istismar ederek, ıslahat iddiasıyla mülke oturmak isteyenlerden hiç
biri, kabile asabiyetine dayanmadıkça başarılı olamamıştır. Samimi ıslahatçılar da
kabile asabiyetine dayanmadıkça başarılı olamazlar.
221İbn
222İbn
Haldun, Mukaddime, Dergâh Yayınları, İstanbul,2016,s.474
Haldun,a.g.e.s.488
110
Nesep asabiyeti doğuştan bir duygudur. “Allah’ın, kullarının kalbinde
yarattığı, dar ve sıkışık zamanlarda hısım ve akrabanın imdadına koşma ve onlara
karşı şefkatli olma duygusu insan tabiatında mevcuttur. Yardımlaşmaya ve
dayanışmaya vesile olan bu duygu olduğu gibi, düşmanlarına daha çok korku
salmalarının sebebi de budur.” Haldun, Kurân’ın Yusuf Suresinden de delil getirir.
Bugün biz bu gerilimin doğuştan motive edilmiş olmadığını, ancak sevgigüven ve korku-saldırganlık biçiminde gizilgüç olarak insanda var olduğunu
söyleyebiliriz. Bunun asabiyet olarak güdülenmesi ve ortaya çıkması yaşanan
kültür çevresinin etkisiyledir; en geniş anlamında, eğitimin eseridir. Esasen İbni
Haldun da şöyle demektedir: “Her ne kadar nesep tabii bir şeyse de, nihayet o da
vehmi (manevi, itibari ve hayali)dir. Kaynaşmanın husule gelmesine esas olan
(gerçek) husus ise, bir arada yaşama, yekdiğerini savunma, uzun süren mümarese,
birlikte yetişme ve süt emme durumunun meydana getirdiği rabıta ile hayat ve
mematla ilgili olan sair hâllerden ibarettir.”223 Görülüyor ki Üstat, asabiyetin
gerçeğini toplumsal ilişkiler ve yaşama beraberliğine bağlamaktadır. “Söz konusu
durumda kaynaşma hâsıl olunca, imdada koşma ve yardımlaşma hâli, onu takiben
ortaya çıkar. Kabile ve kavimler üzerindeki gözlemler bunun böyle olduğunu
göstermektedir.” 224 İbn Haldun, asıl ve güçlü olan asabiyet kabile asabiyetidir
derken, bu tespitini kuramsal ve sürekli bir ilke olarak ileri sürmemekte, tarihin ve
halin gözlemlenmesinden çıkan bir sonuç olduğunu söylemektedir; yani, kavmi
asabiyet tarihî bir gerçekliktir.
Babanzâde Ahmet Naim Efendi’ye Göre Kavmiyetçilik (Asabiyet):
II. Meşrutiyetin ilânından sonra millet/milliyet kavramlarının anlam
farklılaşmaları, yeni anlamlar kazanmaları giderek daha fazla milliyetçilik
tartışmaları içinde cereyan edecektir. Bu tartışmalar arasında Ahmet Naim Efendi
doğru kavramın ‘kavmiyet’ olduğunu ileri sürer.
Kavramlar ve terimler konusunda hassasiyetleriyle bilinen Naim Efendi
“kavmiyet”i kullanmakla birkaç şeye birlikte işaret etmiş oluyor. Bunlardan biri
Türkçü-milliyetçilerin yürüttüğü
“milliyetçilik”
mücadelesini
batıdaki
nasyonalizmle aynı veya ona yakın bir muhtevada anlaması veya kendi fikirlerini,
İbn Haldun,a.g.e.s.531
İbn Haldun, aa.g.e,s.531
223
224
111
iddialarını kuvvetlendirmek için böyle sunmasıdır. Bununla irtibatlı olarak Türk
Yurdu çevresinin yapmaya çalıştığının hâlâ ağırlıklı olarak din üzerinden
tanımlanan milletle-milliyetle alakalı olmadığını dolaylı olarak vurgulamaktır.
Ahmet Naim Türkçüleri önce “Halis Türkçü” ve “Türkçü-İslâmcı” olarak ikiye
ayırıyor ve müzakere ve tenkitte muhatap alacağı grubun esas itibariyle ikinciler
olduğunu söylüyor.225
Babanzâde Ahmet Naim Efendi’ye göre kavmiyetçilik, milliyetçilik,
ırkçılık İslâmiyet tarafından şiddetle yasaklanmış ve kötülenmiştir. Böyle bir dava
İslâm’ın kıvam ve bekasına, Müslümanların uhuvvetine, refah ve saadetine
aykırıdır. Hele İslâm diyarının çoğu düşmanların eline geçerken bir avuç
Müslümanın kavmiyet ve ırk davasına kalkışması cinnettir, dalâlettir.
“Ziya Gökalp ve İslâmcılık (Kavmiyetçilik)
Gökalp'in klâsik İslâm anlayışını modernleştirmek amacıyla öne sürdüğü
öneriler ve savunduğu düşünceler; onun kurumsal anlamda dinî hukukî ve siyasal
kurallarından arındırılmış bir genel ahlâk sistemi olarak değerlendirdiğini
göstermektedir. Bu bakımdan Gökalp’in düşün evreninde İslâmiyet, ahlâkî ve
normatif bir toplumsal sistemdir. Bu yargımızı kuvvetlendirmek adına, Şerif
Mardin’in de "Gökalp'i ilgilendiren, İslâmiyet'in teolojisi değil, toplumsal
işlevidir." Görüşünü hatırlatmak önemlidir.
Özellikle "İslamiyet ve Asrı Medeniyet" adlı makalesinde bu konuyu uzun
uzun ele alan Gökalp, Hıristiyanlığın bile ancak İslâmiyet'in esaslarına yaklaşmak
suretiyle medenîleşebildiğini ispata çalışmaktadır. Ve dinin gereği gibi
anlaşılmasını da bu toplumların ilerlemesinde eşdeğer tutmaktadır. Gökalp'e göre
"Türk fikir adamları Türklüğü inkâr ederek, dinler arası bir Osmanlıcılık hayal
ettikleri zaman İslamlaşmak gereğini duymuyorlardı. Hâlbuki Türkleşmek
mefkûresi doğar doğmaz İslâmlaşmak ihtiyacı da duyulmaya başladı."
Ayrıca, Ziya Gökalp sık sık şunu da tekrar etmektedir: "Türkleşmek ve
İslâmlaşmak ülküleri arasında bir çatışma olmadığını söylemiştik. Bunlarla
çağdaşlaşma ihtiyacı arasında da bir çatışma yoktur. Şu farkla, her birinin etki
alanlarının sınırlarını belirleyerek bu üç gayenin üçünü de kabul etmeliyiz; daha
225İsmail Kara, İslâm’da Dava-yı Kavmiyet’in Esas Meselesi Ne İdi? Zeytinburnu Belediyesi Kültür
Yayınları,s.197
112
doğrusu bunların bir ihtiyacın üç ayrı noktadan görünüş biçimleri olduğunu
anlayarak "çağdaş bir İslâm Türklüğü" yaratmalıyız. Kaldı ki, ona göre; söz konusu
üç akım aynı ihtiyaçtan doğmuştur.
Bütün bunların ışığında Gökalp'in, devleti ayakta tutabilmek için İslâmcılık
siyasetinden ayrılmadan, Türkçülük siyaseti izlemeyi amaç edindiği sonucunu
çıkartmak mümkündür. Yine bu bağlamda onun benimsediği İslâm anlayışının
siyasi bir İslâmcılık değil; Türkçülüğün yardımcısı olan bir mefkûre olduğu sonucu
da ortadadır.
"Türkçülüğün Esasları"na bakıldığında, Türklükte din meselesi onun için
bir dil meselesinden ibarettir. Bu nedenledir ki, Gökalp, din kitapları ve hutbelerle
vaazların Türkçe olmasını anlamaktadır. Bu düşüncesiyle, Ziya Gökalp'i
Cumhuriyet devrinin laik inkılâpçılarından ve hatta dinde reform yapmak isteyen
dindışı aydınlardan ayırt etmek çok güçtür." (Güngör, 1996, 51) O, bu şartlar
altında dini varoluşsal bir öğe olarak görmüş olmasına rağmen, O'nun çizgisi
dikkatlice incelendiğinde dinin tonunun düştüğü ve dini araçsal kullandığı
şeklindeki ithamlara hedef olduğu görünmektedir.
Gökalp’in dinî alandaki düşünceleri ve meselelere yaklaşımı onun
kişiliğinin en önemli bir özelliğinin yansıması olarak tasavvufi düşünce ile
rasyonalist ve pozitivist düşünceden de etkilendiği ve bu farklı akımları
sentezlediği gibi bir sonucuna ulaşmamıza yol açmaktadır.
SONUÇ
Meriç “Umrandan Uygarlığa” kitabında asabiyet kavramından şöyle
bahsetmiş: İnsan, daha güçlü hayvanlara karşı kendini koruyamaz tek başına, tek
başına ihtiyaçlarını karşılayamaz; demek ki, bir arada yaşamak tabii ve zaruri.
Ama insanlar saldırgandırlar. Bazı müeyyideler olmadıkça bir arada
yaşayamazlar. Bu müeyyidelerin kaynağı, ya iradesini kalabalığa kabul ettiren
güçlü bir ferttir yahut içtimai tesanüt. Ortak bir otoriteye duyulan ihtiyaçtan
devlet doğar. Şekil madde için ne ise, devlet de toplum için odur. Bunlar
birbirlerinden ayrılamaz. İçtimai tesanüdün (asabiyet) kaynağı akrabalıktır,
küçük toplumları o bağlar birbirine. Ama aynı çevrede, aynı hayatı yaşayan
insanlar için bu bağın hiçbir önemi yoktur. Bir arada yaşayış, akrabalık kadar
113
kuvvetli bir tesanüt yaratabilir. İçtimai tesanüt en çok göçebeler arasında
kuvvetlidir. Zira göçebelerin hayatı her an yardımlaşmalarını gerektirir.226
Buraya kadar Cemil Meriç’in değer verdiği üç temel düşünürün
kavmiyetçilik, asabiyet konusundaki görüşlerini özetlemeye çalıştık. Kavramların
üçünü de kullanmaya özen gösterdik. Henüz lise öğrencisi olmamız bu çalışmanın
çerçevesini ve içeriğini geniş tutmamızı gerektirdi, kavramların herhangi birisinin
üstüne yoğunlaşmam doğru olmazdı.
Asabiyet ve ilintili kavramlar günümüzde de tartışılmaya devam
etmektedir. Asabiyet, kimilerine göre birliğin kaynağı kimilerine göre ise
ayrışmanın kaynağıdır. Bu noktada İbn Haldun’un çok kıymetli tespitini
naklederek bitirmek yerinde olacaktır. İbn Haldun’a göre ‘asabiyet’ göçebe
toplumlarda düzensizliğe sebep olurken, yerleşik toplumlarda ise refah ve düzeni
sağlamaktadır.
226Cemil
Meriç, Umrandan Uygarlığa, İletişim Yayınları, İstanbul,1996,s.151
114
KAYNAKÇA
Haldun, İ. (2016). Mukaddime. Dergah Yayınları.
Kara, İ. (1992) “ İslâm’da Dava-yı Kavmiyet’in Esas Meselesi Ne İdi?” Babanzâde
Ahmet Naim Hayatı Eserleri Fikirleri. Zeytinburnu Belediyesi Kültür
Yayınları.
http://www.zeytinburnu.istanbul/Document/FileManager/babanzade.pdf
Meriç, C. (1985). Bu Ülke. İletişim Yayınları.
Meriç, C. (1986). Kültürden İrfana. İletişim Yayınları.
Meriç, C. (1996). Umrandan Uygarlığa. İletişim Yayınları.
115
KARIŞTIRILAN ÜÇ KAVRAM: İHTİLAL, İNKILAP VE DEVRİM
İrem ÖZENSEL
ÖZET
Fikir, olay, insan veya başka şeyleri sınıflandırmaya yarayan kelime veya
kelime öbeklerine kavram denir.227 Dilimizde olan ve kullandığımız fakat
anlamlarını tam olarak bilmediğimiz ya da birilerinin kendi fikirleri doğrultusunda
bize öğrettiği ve bu nedenle bilerek ya da bilmeyerek yanlış kullandığımız bazı
önemli kavramlar var. Cemil Meriç, Mağaradakiler kitabında bu önemli
kavramlardan birkaç tanesini konu edinmiş, diğer düşünürlerin ve devlet
adamlarının da bu kavramlar hakkındaki fikirlerini yazmıştır. Bu makalede,
kitaptan ve farklı kaynaklardan edindiğimiz bilgiler doğrultusunda, bu kavramlar
incelenmiş ve yorumlarla açıklanmıştır.
Anahtar Kelimeler: İhtilal, İnkılap, Devrim.
Hacı
Süleyman Çakır Anadolu Lisesi
227www.krkariyerrehberlik.com
116
GİRİŞ
İlk önemli kavramımız olan ihtilalin sözlük anlamları aşağıda verilmiştir.
Türk Dil Kurumu’na göre:
1. isim Bir ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını veya yönetim düzenini
değiştirmek amacıyla kanunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak yapılan
geniş halk hareketi.
2. isim Kargaşalık, düzensizlik, karışıklık.
3. isim Köklü değişim.228
Kubbealtı Lügati’ne göre:
1. Mevcut düzeni ortadan kaldırmak için zor kullanılarak yapılan değişiklik.
2. eski. Karışıklık, bozukluk, düzensizlik.229
Ansiklopedik Sözlük (1971)’e göre:
Bir devletin mevcut siyasal yapısını, ideolojik temellerini, iktidar düzenini
değiştirmek için, bu konudaki hukuk kurallarına başvurmaksızın, ortaya atılan
cebir hareketleri.230
Fransız Dili Lügati (1964)’ne göre:
İhtilal, ayaklanan toplumun bir kısmı iktidara geçip de toplumda siyasi,
iktisadi, sosyal, büyük değişiklikler olduğu zaman meydana gelen tarihi hadiselerin
bütünü.231
Büyük ihtilallerden biri, Fransız (1789) ihtilalidir. Fransız İhtilali’nde; Kral’ın
istekleri ve her geçen gün artan vergi yükü altında ezilen halk, bilinçlenerek
Kral’ın emirlerine karşı çıkmış ve yönetimde söz sahibi olmak istemiştir. İhtilalin
228www.tdk.gov.tr
229www.lugatim.com
230Cemil
231Cemil
Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, İstanbul,2018,s.135
Meriç, a.g.e,s..121
117
sonucunda, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu kabul edilmiş, eşitlik,
özgürlük ve adalet fikirleri benimsenmeye başlanmıştır. Fransa Kralı olan Louis 21
Ocak 1793’te ve 16 Ekim 1793’te de eşi olan Kraliçe Marie Antoinette asılarak
idam edilmiştir.232 Diğer büyük ihtilal ise, İsveç (1809) İhtilali’dir. Bu ihtilal,
liberal bir subay tarafından başlatılmıştır. Sonucunda; ihtilalci grup, basın
özgürlüğünü yeniden yürürlüğe koymuş, birkaç ekonomik reform gerçekleştirmiş
ve ayrıcalıkları azaltmıştır.233 Bu iki tarihi olayda ihtilal adını alır fakat bu ihtilaller
birbirine göre farklıdır, yani her ihtilalin kendine göre formu ve etkisi vardır.
İhtilallerin tahlilini yaparken önce eylemleri, sonra fert veya toplumları incelemek
lazımdır.234 Cemil Meriç de buna dikkat etmiş ve bu sayede ihtilalin nedenleri ve
sonuçlarını farklı pencerelerden görmemizi sağlamıştır.
Şimdi ise diğer düşünürlerin ve devlet adamlarının ihtilal kavramı
hakkındaki tanımları ve açıklamaları aşağıda verilmiştir.
Arthur Bauer: İhtilal, toplumların yapısında cebir yoluyla gerçekleşen
değişikliklerdir.235
Carlyle: İhtilalin bütün sahnelerinde büyük aktör: Yığın, kütle, halktır.
İhtilali doğuran: Ne krallığın hataları, ne millet meclisindeki tartışmalar… Yirmi
beş milyon aç insanın sefaletidir.236
Michelet: Kanunun iktidara geçişi, hukukunun dirilişi, adaletin tepkisi.237
Ahmet Taner Kışlalı: İhtilal, iktidarın sosyal yapısındaki hızlı değişimi
ifade eder, kısa sürede gerçekleşir.238
Condillac: İhtilallere yol açan hürriyet aşkı değil, çeşitli partilerin ikbal
hırsı veya huzursuzluğudur.239
Mathiez: Hakiki ihtilaller, yani, hükümet şekillerini ve iş başındakileri
değiştirmekle kalmayıp, müesseselere yeni bir biçim veren ve mülkiyete el
değiştirenler, beklenmedik bazı hadiselerin tesiriyle gün ışığına çıkmadan önce
232www.tarihiolaylar.com
233www.liberbird.com
234Cemil
Meriç, a.g.e,s.119
Meriç,a.g.e,,s.142
236Cemil Meriç a.g.e,,s.114
237Cemil Meriç,a.g.e,s.114
238Cemil Meriç, a.g.e,s.137
239Cemil Meriç,a.g.e,s.116
235Cemil
118
uzun zaman toprak altında yol alır. Nitekim karşı konmaz birdenbireliğiyle, hem
yaratıcılarını, hem kendisinden faydalananları, hem kurbanlarını şaşırtan Fransız
İhtilali de yüz yılı aşan bir süre içinde olgunlaştı. Gerçeklerle kanunlar,
müesseselerle adetler, lafızla ruh arasındaki uçurum gün geçtikçe büyüyordu; bu
uçurumdan doğdu ihtilal.240
Mahmut Esat Bozkurt: İhtilal, bir şeyin, esasından değişerek, yerine
yepyenisinin konulmasıdır.241
Raymond Aron: İhtilalin ezeli bir özü yoktur; iktidara el koyuş, bir rejim
değişikliğiyle neticelenirse, ihtilal adını alır.242
Cevdet Paşa: İhtilal çıkarmak, bir selin önünü açmak gibidir. Bir kere
açıldı mı, tabii hızı kesilmedikçe durmaz ve açanlar set ve bendine kadir olamaz.
Ve yalnız karşı gelenleri götürmeyip ona yol verenleri dahi beraber gark ve telef
eyler.243
İhtilaller Üzerine Deneme: Toplum yapısında zor yoluyla gerçekleştirilmek
istenen veya gerçekleştirilen değişiklikler.244
Bu tanımlara göre ihtilalin unsurları:
1-Zor kullanılarak yapılan köklü değişikliklerdir.
2-Her ihtilal uzun bir hazırlanış izler, fakat birdenbire olur.
3-Geniş halk yığınından tarafından yapılır ve ihtilallerin sonucu veya sonuçları
vardır.
İkinci önemli kavramımız olan inkılabın sözlük anlamları aşağıda verilmiştir.
Türk Dil Kurumu’na göre:
1. isim Toplum düzenini ve yapısını daha iyi duruma getirmek için yapılan köklü
değişiklik, iyileştirme.
240Cemil
Meriç,a.g.e,s.120
Meriç, a.g.e,s.130
242Cemil Meriç a.g.e,,s.142
243Cemil Meriç, a.g.e, s.125
244Cemil Meriç a.g.e, s.118
241Cemil
119
2. isim, eskimiş Bir durumdan başka bir duruma geçiş, dönüşüm.245
Kubbealtı Lugatı’na göre:
1. Bir durumdan başka bir duruma dönüşme.
2. Kısa sürede yapılan köklü değişiklik.246
Büyük Türk Lügatı’na göre:
Başka şekle ve tarza girmek, değişmek.247
Yeni Lügat’e göre:
Başka türlü olmak, altüst olmak.248
Şimdi ise diğer düşünürlerin ve devlet adamlarının inkılap kavramı hakkındaki
tanımları ve açıklamaları aşağıda verilmiştir.
Prof. Dr. Ayşe Afet İnan: İnkılap, mevcut köhne müesseseleri zorla değiştirmektir.
Türk milletinin son asırlarda geri bırakılmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine
milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini sağlayacak yeni müesseseler
koymuş olmaktır. 249
Mehmet Esat Bozkurt: İhtilal, bir şeyin, esasından değişerek, yerine yepyenisinin
konulmasıdır… İnkılap ise, bir şeyin aslını muhafaza ederek başka bir kalıba
girmesi, başka hale geçmesidir.250
Osman Turan: Avrupa’da halk tarafından yapılan ihtilaller, Türkiye’de de yalnız
hükümetler tarafından yapılan inkılaplar vardır.251
Ulaş: Teferruata ait bir takım ayaklanmalar, yani ıslahattan ibaretti.252
245www.tdk.gov.tr
246www.lugatim.com
247Cemil
Meriç,a.g.e,s.126
Meriç,a.g.e,s.126
249Cemil Meriç,a.g.e,s.129
250Cemil Meriç, a.g.e,s.130
251Cemil Meriç,a.g.e,s.130
248Cemil
120
Bu tanımlara göre inkılabın unsurları:
1-Toplum düzenini iyileştirmek için yapılan değişikliklerdir.
2-Kısa sürede olur.
3-Devlet eli ile ya da bir grup tarafından yapılır.
4-Her inkılap sonuç vermeyebilir.
Üçüncü önemli kavramımız olan devrimin sözlük anlamları aşağıda verilmiştir.
Türk Dil Kurumu’na göre:
1. isim Belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik.
2.isim, eskimiş.
3. isim, Çevrilme, katlanma, bükülme.253
Kubbealtı Lugatı’na göre:
1. Bir devletin siyâsî, ekonomik ve sosyal yapısındaki anî düzen değişikliği, zor
kullanılarak yapılan köklü değişiklik.
2. Alınan tedbirlerle kısa sürede yapılan köklü değişiklik.254
Sosyoloji Sözlüğüne göre:
Toplumun bünyesinde meydana gelen öyle bir değişikliktir ki devrim,
yalnız yönetici zümre iktidarı kaybetmekle kalmaz, toplumun tabakaları,
bütünlüklerini kaybeder ve toplum yeni bir bütünleşme kazanır.255
Aclan Sayılgan, Ansiklopedik Marksist Sözlüğü (1976): Devrim, bir
ülkedeki tek gerçek devrimci sınıfın, mevcut üretim tarzını değiştirmek üzere,
252Cemil
Meriç,a.g.e,s.132
253www.tdk.gov.tr
254www.lugatim.com
255Cemil
Meriç,a.g.e,s.137
121
müttefiklerinin desteği ile ya da müttefikleri ile beraber iktidara gelmesidir. Yani,
devrimin en temel sorunu iktidar sorunudur.256
Cemil Meriç, kelimenin dönüşümü için şunları söyler: “Kelimeyi siyasi bir
deyim olarak kullanan Yeni-Aristocular’a göre hep devrî bir hareket söz
konusudur. Ülkeler daima aynı hükümet şekillerini tekrarlar. Başka bir deyişle
sitelerin zaman zaman tercih ettikleri yönetim tarzları vardır. Yani yeni bir
hükümet şekli icat edemezler. Hükümet şekillerinden ilki, tabii olarak kurulan
monarşidir. Monarşi krallığı doğurur. Krallığın bozulmasından istibdat doğar.
İstibdatın sona ermesi ile aristokrasi sahneye çıkar; aristokrasi umumiyetle
oligarşiye inkılap der. Topluluk, yöneticilerin adaletsizliklerine son verince
demokrasi kurulur. Demokrasinin yozlaşması oligarşiye zemin hazırlar. İşte
hükümetlerin takip ettiği revolution (devrî hareket) budur. Ülkeler hep aynı yoldan
geçer, daima hareket noktalarına dönerler.”257
Şimdi ise diğer düşünürlerin ve devlet adamlarının devrim kavramı
hakkındaki tanımları ve açıklamaları aşağıda verilmiştir.
Meydan-Larousse: Köklü tedbirlerle kısa sürede meydana gelen önemli
değişiklik, büyük yenilik.
Ayaklanma sonucu iktidarı ele geçiren kimselerin zor kullanarak toplumun
ani ve derin siyasi, iktisadi ve sosyal değişiklikler yapması sonucu ortaya çıkan
tarihi olayların tümü.258
Ahmet Taner Kışlalı: İhtilal, iktidarın sosyal yapısının hızlı değişimini
ifade eder. Devrim ise, sosyo-ekonomik düzenin değişmesidir. İhtilal, kısa sürede
gerçekleşebileceği halde, devrim ancak bir süreç içinde oluşur. Devrim aslında
inkılap sözcüğünün karşılığıdır. İnkılap, sosyo-ekonomik düzenin değişmesi.259
Bu tanımlara göre devrimin unsurları:
1- Önemli değişiklik, büyük yenilik.
2- Bir süreç içinde oluşur.
256Cemil
Meriç, a.g.e,s.139
Cemil Meriç,,a.g.e,s.113
258
Cemil Meriç,a.g.e,s.136
259
Cemil Meriç,a.g.e,s.137
257
122
3- Bir devrimci sınıf, müttefiklerinin desteğini alarak devrim yapılır.
4- Düzen değişir.
SONUÇ
İhtilal, inkılap ve devrim kavramları; günlük hayatta anlamları tam olarak
bilinmediğinden, birbiri yerine ya da yanlış kullanılıyor. Bu yüzden, bu makalede
bu kavramların farkları, asıl anlamları, farklı düşünürlerin ve devlet adamlarının bu
kavramlar üzerine olan fikirleri açıklanmıştır.
Temennimiz toplumun hayatında zor kullanarak değil, yüksek bir bilinçle
iyiye yönelimi içeren köklü değişiklikler
KAYNAKÇA
Meriç, C. (2018). Mağaradakiler. İletişim Yayınları.
123
YARALI BİR ŞİFACI PSİKİYATRİST PROF. DR. KEMAL SAYAR'IN
ENTELLEKTÜEL BİYOGRAFİSİ
Berna ÜSTÇETİN
ÖZET
Bu metin “Eskişehir Liseleri Aydınlarını Tanıyor” projesi kapsamında,
hem psikiyatristliğiyle hem de yazdıklarıyla birçok insanın kalbine dokunan,
onların dertleriyle hemhal olan yaralı şifacı Prof. Dr. Kemal Sayar’ın hayat
hikâyesidir.
Anahtar Kelimeler: Kemal Sayar, Psikiyatri, Yaralı Şifacı, İnsanlık,
Merhamet.
Eskişehir Anadolu Lisesi
124
GİRİŞ
Psikiyatri:
Ruh ve sinir hastalıklarıyla, kişide görülen önemli uyumsuzlukları önleme,
teşhis ve tedavi etmeyle uğraşan uzmanlık dalı.260
Zihinsel hastalıkların önlenmesini ve tedavisini ele alan tıp uzmanlık
dalı.261
Tıbbi ruhsal tedavi.262
Biz beyin fonksiyonları olarak davranışlar ve duygular üzerinde
çalışıyoruz. Eskiler buna tababet-i akliye, asabiye ve de ruh hekimliği demişler.
Ama ruh hekimliğinin çağrıştırdığı anlam çok geniş. Metafizik çağrışım da var.
Büyük şairler, insanlığa yol gösteren önderler, mesela Hazreti Mevlana, Yunus
Emre en büyük ruh hekimleridir. O ayrı, üst bir kategori bana göre. Psikiyatri için
‘’zihnin bilimi, zihin bilimi’’ diyebiliriz.263
Şifa:
Bedensel veya ruhsal bir hastalığın son bulması, hastalıktan kurtulma,
onma.264
Hastalıktan kurtulma, iyileşme, iyi olma.265
İyileşme, tedavi.266
Yukarıdan bakan bir bakış şifa veremez. Kendisinin de yaralı bir şifacı
olduğunu düşünen bir bakış şifa verebilir. Ancak yaralı olan yaranın büyüklüğünü
ve verdiği sızıyı takdir edebilir.267
İnsanlık:
İnsanı insan yapan, insanın doğasını oluşturan niteliklerin hepsi,
insaniyet.268
260
www.tdk.gov.tr
www.seslisozluk.net
262
http://blog.milliyet.com.tr/psikiyatri-nedir--/Blog/?BlogNo=493160
263
Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, Timaş Yayınları, İstanbul 2017, s.192
264
www.tdk.gov.tr
265
www.luggat.com
266
www.etimolojiturkce.com
267
Edebiyat Söyleşileri | Kemal Sayar | 23. Bölüm ( https://youtu.be/Y0_6uvoGUnM )
261
125
İnsan olma durumu, insanca davranma.269
İnsana özgü olan, insana değerini, saygınlığını veren öz, insana yaraşır
düşünme ve yaşama ilkesi.270
Merhamet, içimizde bir yerlerde sönmeye yüz tutmuş, insanlık kandilini
yeniden tutuşturan ve bizi en temel halinde insanlığımıza geri çağıran bir duygu.271
Merhamet:
Başkalarının durumu karşısında duyulan şefkat hissi, acıma, gönül
yufkalığı.272
Bir kimsenin veya bir başka canlının karşılaştığı kötü durumdan dolayı
duyulan üzüntü, acıma.273
Acımak, şefkat göstermek. Korumak, iyilik etmek. Biçarelere yardımda
bulunmak. Esirgemek.274
Merhamet bir başkası için hissetmek, bir başkası için acı duymak, bir
başkasının seçimlerine saygı duymak, onun var olma hakkını kabullenmektir.275
Psikiyatrist Profesör Doktor Kemal Sayar 26 Mayıs 1966 yılında Ordu’da
dünyaya gelmiştir. Nuri Sayar ve Nuran Sayar’ın çocuğu olarak sevgi ve saygının
hâkim olduğu bir ailede büyümüştür. Annesi Nuran Sayar’dan kendisine
maneviyatı öğreten kişi olarak bahsetmektedir. Aynı zamanda annesi, bilge bir
Anadolu kadını olan anneannesinin irfanî kültürünü Kemal Sayar’a aktarmıştır.
Kötü alışkanlıklardan uzak sağlıklı bir hayat yaşayan babası Nuri Sayar ise hem
davranışlarıyla hem de çocuklarına gösterdiği sevgi ve merhametle her zaman
onlara örnek olmuştur. Belki hiçbir kötü alışkanlığı olmamasından ve sağlıklı bir
yaşam sürmesinden belki de her çocuğun babasını güçlü, asla zarar görmez bir
kahraman olarak görmesinden kaynaklı olarak Kemal Sayar, babasının uzun yıllar
yaşayacağını düşünmüş ancak onu erken yaşta kaybetmesiyle büyük bir üzüntü
yaşamıştır. Babası, çocuklarıyla çok yakın bir bağ kurmayan dedesinin tersine,
268
www.tdk.gov.tr
269www.sozce.com
270www.google.com.tr
271Kemal
Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Timaş Yayınları, İstanbul 2018, s.74
Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, Birlik Yayınları, Ankara 1986, s. 765
273www.tdk.gov.tr
274www.luggat.com
275Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s.138
272Mehmet
126
kendi çocuklarına her zaman sevgiyle yaklaşmış ve belki de kendisinin görmediği
merhameti Kemal Sayar’a göstermiştir. Bu yüzden ki Kemal Sayar ailesinden çok
etkilenmiş ve her zaman, kitaplarında, konferanslarında merhamet kavramı
üzerinde durmuştur.
İlköğretime Zonguldak Hisarönü 27 Mayıs İlkokulu’nda başlamıştır. Daha
sonrasında dönemin başarılı okullarından olan Eskişehir Anadolu Lisesi’nde, o
zamanki adıyla Maarif Koleji’nde, eğitim almıştır. Aldığı birincilikle TÜBİTAK
bursiyeri olmuştur. Çınarın gölgesinde geçen yedi yılın ardından 1983 yılında
okuldan birincilikle mezun olarak dönem mezunları temsilcisi olmuştur. Başarılı
bir lise hayatından sonra Hacettepe Üniversitesi İngilizce Tıp Fakültesi’ni
kazanmıştır. İnsanı seven, insanla uğraşmak isteyen Kemal Sayar insana en yakın
meslek olarak bulduğu tıbbı, tıbbın içinde de insana en yakın durmaya imkan
verdiğini düşündüğü psikiyatriyi seçmiştir. Kemal Sayar üniversite yıllarını şöyle
anlatmaktadır:
‘’İlk üç senem fanus içinde geçti. Hacettepe Üniversitesi zordu. Benim de
tutunmak için çok çalışmaya ihtiyacım vardı. Her sene elli-altmış arkadaşımız
derslerden kalıyordu.. Her birimiz geldiğimiz illerin çalışkan öğrencileri olmamıza
hem de üniversite sınavında belli dereceleri yapmış olmamıza rağmen işi o kadar
sıkı tutmuşlardı ki gece gündüz ders çalışıyorduk. Saçlarımın ilk defa o çalışmalar
sırasında öbek öbek döküldüğünü hatırlarım. Pek çoğumuz saçlarımızı o dönemde
dökmeye başladık.
O yoğun çalışmalardan sonra, dördüncü sınıftayken, başka bir dünya da
olabileceği fikri uyanmaya başladı bende. Sadece ders çalışmakla bu ömür
geçmeyeceği fikri oluşmaya başladı. Ruhun başka arayışları vardı. O dönemde
Zaman gazetesi Fehmi Koru ve Nabi Avcı’nın yönetiminde çıkmaya başlamıştı.
Bizler de Nabi hocayı çok sevdiğimiz için bir yolunu bulup bacadan gazeteye girdik
ve gazetenin gençlik sayfasını bir grup arkadaş hazırlamaya başladık. Ben de bu
arada edebiyat sayfasında yazılar yazmaya başladım. Bu iş benim için büyük
nimetti. Çünkü yazdıklarım okunuyor ve bir geri bildirim geliyordu. Yazının büyülü
dünyasıyla ilk o zamanlar tanışmaya başladım. Ama zaten ilkokuldan beri bir
defterimde, yazdığım şiirleri biriktiriyordum.’’276
276Kemal
Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s. 93
127
Üniversite yıllarında yazının büyülü dünyasına daha da kapılan Kemal
Sayar ilk yayınlanan şiirini yine üniversite yıllarında yazmıştır. Şiir 1986 yılında
Manevra dergisinde yayınlanmıştır. Sonrasında bazı şiirleri Yedi İklim’de
yayınlanmıştır. Hacettepe Üniversitesi’ndeki son yılında bir yandan Çubuk’ta kır
hekimliği stajı yaparken bir yandan bir grup arkadaşıyla birlikte Albatros edebiyat
dergisini çıkarmıştır. Albatros 12 sayı çıkaran ve o dönemde rağbet görmüş bir
dergi olmuştur.
1989 yılında Hacettepe Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra Marmara
Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda uzmanlık eğitimi almıştır.
Buradaki eğitimi 1995 yılında biten Kemal Sayar Vakıf Gureba Eğitim Hastanesi
ve Çorlu Asker Hastanesi’nde psikiyatri uzmanı unvanıyla görev yapmış, 2000
yılında psikiyatri doçenti, 2008 yılında psikiyatri profesörü olmuştur. 2000-2004
yılları arasında Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim
Dalı’nda Öğretim Üyesi olarak bulunmuştur. 2002 yılında, Kanada McGill
Ünivesitesi’nde Transkültürel Psikiyatri Bölümü’nde konuk öğretim üyesi olarak
çalışmıştır. Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde Gençlik
Kliniği’ni kurmuş ve dört yıl boyunca şefliğini yapmıştır.
Hem yurtiçinde hem de yurtdışında önemli çalışmalara imza atmıştır.
Psikiyatri konulu birçok kongre ve sempozyuma katılmış, konferanslar vermiştir.
Mesleki başarısının yanı sıra edebiyat ve sanatla yakından ilgilenmiş; şiir, deneme,
makale ve hikâye olmak üzere birçok yazı yazmıştır.
Kemal Sayar’ın Eserleri277:
277
Hızır ve Roza
İki Güneş Arasında
Antipsikiyatri (1997)
Psikiyatri ve Kültür (2000)
Bir Bilim Olarak Psikiyatri (2001)
Ruh Hastalığını Anlamak (2001)
Özgürlüğün Baş Dönmesi (2002)
Kültür ve Ruh Sağlığı (2003)
Ricat Şiirler (2003)
Ruhun Labirentleri (2003)
www.kemalsayar.com
128
Ruh Hali (2006)
Yavaşla (2007)
Merhamet – Kalbe Dönüş İçin Son Çağrı (2008)
Sufi Psikolojisi (2008)
Her Şeyin Bir Anlamı Var (2009)
Kendine İyi Bak (2009)
Otoyol Uykusu (2009)
Olmak Cesareti (2010)
Koruyucu Psikoloji (2010)
Terapi (2011)
Kalbin Direnişi (2012)
Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez (2012)
Hüzün Hastalığı (2012)
Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı (2014)
Beni Sessiz De Sevebilir Misin? (2014)
Ölümden Önce Bir Hayat Vardır (2017)
Başı Sınuklar İçin Kılavuz (2019)
Dünyaya Geldim Gitmeye (2019)
Sadece yaralı bir şifacı olduğunu düşünen bir bakışın şifa
verebileceğini düşünen Kemal Sayar, sadece terapileriyle değil eserleriyle ve
yazdıklarıyla da birçok insanın kalbine dokunmuş, insanlık değerlerini
sorgulatmış ve onlara şifa olmuştur. İnsanlara merhamet kavramını
hatırlatmıştır. Edebiyat, psikiyatri, felsefe, bilim ve aklınıza gelebilecek her
alandan bilgi sahibi olup Mevlana’dan Yunus Emre'ye, Irvin Yalom'dan
Freud'a çeşitli alanlarda çalışma yapan kişilerden etkilenmiş ve kitaplarında da
sık sık bu isimleri referans göstermiştir.
Yaralı şifacı, edebiyat ve sanat aşığı, evli ve iki çocuk babası olan Prof.
Dr. Kemal Sayar günümüzde halen Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde
öğretim üyesi olarak çalışmakta ve klinik pratiğini özel ofisinde
sürdürmektedir. Aynı zamanda da yazdıklarıyla insanların kalbine dokunmaya,
onlara merhameti hatırlatmaya ve yaralı bir şifacı olarak onlara şifa vermeye
devam etmektedir.
129
KAYNAKÇA
Benim Annem Babam – Kemal Sayar – 6. Bölüm [Video]. Youtube.
https://www.youtube.com/watch?v=lkJl5vgpgvY
Doğan, M. (1986). Büyük Türkçe Sözlük, Birlik Yayınları.
Edebiyat Söyleşileri - Kemal Sayar
https://youtu.be/Y0_6uvoGUnM
-
23.
Bölüm
[Video].
Youtube.
Sayar, K. (2017). Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı. Timaş Yayınları.
Sayar, K. (2018). Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez. Timaş Yayınları.
130
HER ŞEYİN BİR ANLAMI VAR
Ayşenur ÇETİNKAYA
ÖZET
Hekimle hasta arasında olan iletişim hastanın iyileşme sürecine katkı
sağlayacak olan en önemli etkilerden biridir. Eğer hasta hekimine inanıyorsa
iyileşeceğine olan inancı da üst seviyededir. Hekimin hastaya karşı olan olumlu
davranışları hastanın iyileşeceğine dair olan ümidini de arttırır. Plasebo etkisi,
herhangi bir rahatsızlığın tedavi ediliyor hissi verilmesiyle hasta üzerindeki etkisini
gösterir. Kişinin kendisine verilen maddenin ilaç olduğuna inanmasıyla birlikte
iyileşme sürecine girmesi, plasebo etkisine önemli bir örnektir.
Etrafımızda olan her şeyin bir anlamı var. Hayatta her şeyin kıymetini
bilerek yaşamalıyız. “İnsan düşüyor, kalkıyor, kendisine bir hikâye kuruyor. Kendi
hikâyesine çok inanıyor, az inanıyor, hiç inanmıyor. Başkalarının hikâyesine
inanıyor. Kendisine inanılacak değişik hikâyeler buluyor. Bir ömrü bir hikâyenin
parçası olmak için tüketiyor.”278
Anahtar Kelimeler: Doktor, Hekim, Ümidin gücü, Plasebo.
Eskişehir Anadolu Lisesi 11. Sınıf Öğrencisi
Kemal Sayar, Her Şeyin Bir Anlamı Var, Kapı Yayınları, İstanbul 2018, s.52-53
278
131
GİRİŞ
Ümidin Gücü
Doktor
Doktorluk, akademik bir derecenin adıdır. Bilindiği gibi kelime aslında,
bütün bilim alanları için kullanılan ve herhangi bir bilimsel yahut felsefi alanda
yüksek bir başarı düzeyine ulaşmış kişilere verilen bir unvan.279
Bu açıdan bakınca tıp fakültesi mezunlarına doktor demek aslında kelime
kökü olarak yanlış bir uygulama gibi gözüküyor.
Hekim
Hekim, hikmet kökenlidir ve belki de sadece bizim dilimizde ve bize yakın
coğrafyalarda yaşayanların dillerinde tababet (tıp bilimleri) ile uğraşan kişileri
nitelemek için kullanılan bir terimdir.280
Hikmet sahibi 281
Günümüzde doktor ve hekim kelimeleri genellikle eş anlamlı olarak
düşünülmektedir. Toplum arasındaki bu düşünce yanlış bir bilgidir. Doktorluk bir
unvandır hekimlik ise bir meslektir. Üniversite bitirip doktora yapmış birisi doktor
unvanı alabilir. Tıp fakültesini bitiren kişiler ise hekimdir. Kemal Sayar yazılarında
hekim kelimesini kullanarak hasta -hekim arasındaki ilişkiyi açıklamıştır.
Plasebo Etkisi
Farmakolojik olarak etkisiz bir ilacın telkine dayalı bir etki ortaya çıkarma
halidir. Latince kökenli bir kelime olup hoşnut etmek anlamına gelir. İlaç, vücuda
ağız, burun veya enjeksiyon yolu ile verilebilir. Aslında plasebonun fiziksel
anlamda tedaviye yönelik bir gücü yoktur. Sahip olduğu tedavi gücünü tamamen
hastanın verilen ilacın işe yarayacak ilaç olduğunu düşünmesinden alır. 282
Bugün tüm tıp dallarında, tanım güçlüklerine ve bilinmeyen içeriğine
rağmen plasebo etkisinin varlığı genel olarak kabul edilmektedir; tartışılan yalnızca
279www.gercekdiyetisyen.com
280www.sdplatform.com
281www.luggat.com
282
www.wikipedia.com
132
onun hangi hastalıkta ve hangi ilaçta ne düzeyde bir etkinlik oranına sahip
olduğudur. Plasebo etkisinin cerrahi rahatsızlıklarda bile ortaya çıktığı
saptanmıştır. Plasebo etkisi, hastalıktan hastalığa değişmekle kalmaz, ülkeden
ülkeye hatta bölgeden bölgeye değişiklik gösterebilir. Hekimin plaseboya inanması
bile plasebo etkisinde rol oynamakta ve onu artırmaktadır.283
Kemal Sayar’a göre plasebo etkisi, “herhangi bir sağaltım girişiminin
kullanılmasından doğan olumlu bir iyileşme etkisi. Bunun bizatihi hastaya
müdahale edilmesinin simgesel önemiyle gerçekleştiği düşünülüyor. Sözgelimi,
aktif ilaç olmayan bir molekülü, mesela şeker haplarını derdine deva olacak bir ilaç
olarak sunarsanız, hastanız iyileşebilir. Plasebonun gücü bedenin kendisini birden
iyileştirebilmesinde saklıdır.”284
Plasebo etkisi bazı araştırmalarda da görülmüştür. Kemal Sayar kitabında
bu araştırmalardan birkaçından söz etmiştir.
“Örneğin kronik ağrısı olan hastalar iki gruba ayrılmış. Ağrıkesici, bir
gruba otomatik bir düzenekle şırınga ediliyor ve hasta o sırada kendisine ağrıkesici
verildiğini bilmiyordu. Diğer gruba ise ağrıkesici hemşire tarafından veriliyor ve
hastalara ilaç aldığı söyleniyordu. Hangi grubun ağrısı azalıyordu dersiniz? Elbette
ikinci grubun. Ağrıkesici verilmesine rağmen, ilk grubun ağrılarında dikkate değer
bir azalma olmadı.”285 Plasebo etkisi bize insanın zihin ve beden etkileşiminin bir
sonucunu gösterir. İnsanın psikolojisinin bedenini etkilediği yapılan araştırmalarca
desteklenmiştir. Hasta tedavisinin olumlu sonuçlanacağına tüm kalbiyle inanırsa
hastanın ümidi iyileşeceği yönünde ise plasebo etkisi hastanın zihninde
yükseliyordur.
“Gülümseyerek verilen bir ilaç her zaman asık suratla sunulandan daha
etkilidir.” 286Bu yüzden hekim hasta arasında olan iletişim çok önemlidir. Hasta
doktoruna güvenirse iyileşmesi yönünde olan ümidi daha fazla yükselir. Hekimin
olumlu tavrı yazılan reçeteden bile önemli.
“İyileşmenin sırrı, her çağda olduğu gibi modern çağda da bir
gülümseyişte, sıcak bir sözde, anlam duygusunda gizli.
283http://www.turkpsikiyatri.com
284Kemal
Sayar, Her Şeyin Bir Anlamı Var, s.63
Sayar, a.g.e. s.64
286Kemal Sayar,a.g.e. s.65
285Kemal
133
Kelimelerin ve ümidin gücünde.”287 Bir hastalığın tedavisi sadece ilaçlarla
düzeltilmez. Psikoloji yönüyle düzeltilebilecek olan bir sürü hastalık bulunur.
Örneğin yıllar önce İbni Sina yatalak olmuş bir genci sevgilisine kavuşturarak
iyileştiriyor. Yatalak olmuş bu gencin hastalığı dönemin tıp bilimiyle uğraşan
hekimleri tarafından bilinemiyor. Gencin annesi ve babası o dönemde bilindik bir
hekimi İbni Sina’yı çağırıyor. İbni Sina genci muayene ettikten sonra gencin
annesine ve babasına bir takım sorular sorarak gencin hastalığının aşk olduğunu
söylüyor. O dönemde mahalledeki kızların nerede oturduklarını, kızların adlarını
tek tek araştırıp buluyorlar. Sonra bu mahallenin isimlerini gence okuyarak kalp
atışlarını kontrol ediyor. Gencin kalbi sevgilisinin adını duyunca hızla atmaya
başlıyor. Gencin sevgilisinin kim olduğunu anlayınca kızı gencin yanına
getiriyorlar. Kız geldikten sonra günlerdir yatalak olan genç uyanıyor, aşkına
kavuşuyor. Genç uğruna yataklara düştüğü günlerdir uyanamadığı sevgilisine
kavuşuyor. Gençle sevgilisi evlenerek mutlu mesut yaşıyorlar. Hasta olmamızın en
büyük nedeni aslında yaşadığımız psikolojik sorunlar bu hastalıkların tedavisinin
de psikoloji yoluyla olması mümkündür. İnsanın psikolojisi sağlığını olumlu veya
olumsuz yönde etkiler. Tedavi yolunda da psikoloji hastayı sağlığına kavuşturmak
için en büyük etken.
Her Şeyin Bir Anlamı Var
“Şimdi diyorum ki ben sana, her şeyin bir anlamı var. Çiçeğin, böceğin,
dalları eğen rüzgârın, ağzımızdan çıktıktan sonra uzayda yüzyıllarca asılı duran
sözcüklerin bir anlamı var. Hiçbir şey kaybolmuyor. Hiçbir hıçkırık, hayal
kırıklığının yaydığı hiçbir titreşim, içimizde bir coşkunun pır pır kanatlanışı, asla
kaybolmuyor. Kâinat gibi, insan da enerjisini sakınıyor. Sonra dağınık duran her
şey, biz onu çağırmayı bilirsek, bir yapbozun parçaları gibi birleşip bir şey
söylüyor. Sonra yine dağılıyor…”288
Kemal Sayar’ın dediği gibi etrafımızda olan her şeyin bir anlamı var.
Etrafımızda olup biten her şeyin kıymetini bilmemiz gerekir. En ufak şey gibi
gelen kelimelerin bile altında yatan bir sürü anlamı var. Kelimelerin anlamı kişilere
göre bile değişebilir. Hekimin hastasına söylediği olumlu yönde bir tek kelimenin
bile hastanın iyileşme sürecine olan katkısı büyüktür.
287
Kemal Sayar,a.g.e.s.66
Sayar, a.g.e. s.52
288Kemal
134
SONUÇ
Günümüzde doktor ve hekim kelimeleri eş anlamlı olarak çok fazla
kullanılmaktadır. Genellikle iki kelimenin birbirinden ayrılan yönü pek bilinmez.
Doktor akademik bir derece yapan kişilere denen unvandır. Hekim ise tıp bilimini
bitirmiş hastanede çalışan kişilere denen meslektir. Plasebo etkisi araştırmaları
çağımızda yapılan popüler deneyler arasındadır. Plasebo etkisi tamamen psikoloji
yönündedir. Aslında hasta yoktur hastalık vardır. İnsan psikolojisi insanın sağlığını
da olumlu veya olumsuz yönde etkiler. Bu hastalıkların tedavisi ise hasta olan
kişinin psikolojisiyle düzelir. Hastanın psikolojisi tedavi sürecinde iyileşeceği
yönündeyse hasta sağlığına kavuşur. İnsan karmaşık bir varlıktır. Bu karmaşıklık
arasında insan psikolojisiyle kendini yönetir. Hasta hekim ilişkisinde eğer hekimin
hastasının iyileşmesine karşı olan ümidi yüksek ise davranışlarında da bunu
hastasına belli ediyorsa hastaya güven veriyorsa hastanın iyileşeceğine karşı olan
ümidi üst seviyededir. Tedaviden genellikle olumlu sonuç alınır. Hekim doktor
arasındaki ilişkiler insan sağlığı için çok önemlidir. Hekimin hastasına karşı olan
olumlu tavrı tedavi sürecine olumlu yönde katı yapar. Hekimin kullandığı tek bir
kelimenin bile hastanın zihninde olan anlamları farklıdır. Kemal Sayar her şeyin bir
anlamı var demiş. Mesela kelimelerin anlamı her kişinin zihninde farklı farklı
anlamlar kazanan kelimeler… Kelimelerin altında bile hastanın iyileşmesine karşı
olan ümidinin gücünü arttıracak anlamlar vardır. Etrafımızda gördüğümüz her
şeyin bir anlamı var. Bugün en ufak bir şey gibi düşündüğümüz varlıkları
hayatımızdan attığımızda neler değişir hiç düşündük mü? İnsanoğlu etrafında olan
varlıkların değerini anlamaz pek. Hep daha fazlasını ister. Etrafındaki anlamları
algılamak da istemez. Yaşadığımız her anın tadını çıkararak yaşamalıyız. Her şeyin
anlamını düşünerek hareket etmeliyiz.
KAYNAKÇA
Sayar, K. (2018). Her Şeyin Bir Anlamı Var. Kapı Yayınları.
135
RİTMİNİ YAKALA
Sıla AKGÜN
ÖZET
Bu zamana kadar her alanda hızlanmamız öğütlendi. Vaktimizi boşa
harcamamak için hep hızlanmaya çalıştık. Bize bu öğretilmişti çünkü. Çok
çalışmak... Peki, çalışmak ve hızlı olmak kavramlarını neden aynı şeyler gibi
düşünüyoruz? Hem yavaş olup hem çalışamaz mıyız? Hem yavaşlayıp hem
başarıya ulaşamaz mıyız? Dünya'nın ritmine ayak uydursak mesela, her şey daha
güzel olmaz mıydı? Çevremizdeki her problem bu muazzam ritmi bozduğumuz
için kaynaklanmıyor mu zaten. Kuraklıklar, seller, küresel ısınma veya üzerine
düşündükçe aklımıza hemen gelebilecek yüzlerce problem... Hepsi insanoğlunun
hız tutkusu yüzünden ortaya çıktı. İnsan hızlanmaya çalıştı, Dünya ritmini korudu.
Ne Dünya insana ayak uydurabildi, ne de insan Dünya'ya. İnsan hızlandı, hızlandı,
hızlandı ve problemler doruğa ulaştı. İnsan da katlanamadı bir yerden sonra. Kendi
hızı kendine çok fazla geldi. İşte bunu süreklilik arz eden bir öfkeyle, mutsuzlukla
ortaya koyuyor şimdi. Etrafımıza baktığımızda gerçekten mutlu olan birini görmek
neredeyse imkânsız artık. İşte o nadir mutlu insanlar da, hayatın ve kendinin ritmini
yakalamış olanlar.
Anahtar Kelimeler: Ritim, Yavaşlama, Tabiat, Usul, Keşmekeş, Teenni,
Denge
Eskişehir
Anadolu Lisesi 11. Sınıf Öğrencisi
136
GİRİŞ
Ritim
Ritim, bir dizede, bir notada vurgu, uzunluk veya ses özelliklerinin,
durakların düzenli bir biçimde tekrarlanmasından doğan ses uygunluğu,
tartım, dizem. Çeşitli aletlere vurarak çıkarılan, düzenli ve akıcı seslerin
oluşturduğu bütündür. / Şiirde ya da düzyazıda vurgu, uzunluk ya da
seslerin, durakların düzenli bir biçimde yinelenmesinden doğan uyumdur.
Zaman içinde düzen, intizam, düzüm, âhenk.
Dizem.
"Çocukların iç dünyalarına saygı göstermeliyiz. Bize düşen, onlara güvenli bir
ortam sağlamak. Bu güveni hissettiklerinde etrafı daha kolay keşfeder, daha kolay
bağımsızlık duygusu edinirler. Bırakalım, çocuklarımız da biz nasıl büyüdü isek
öyle büyüsünler. Düşe kalka, toza çamura bulanarak, anne babalarının güven
verici varlığında seçim ve hata yapabilmenin özgürlüğünü içlerine çekerek.
Hayatın ritmine uyarak"289
Yavaşlama
Yavaşlamak eylemi.
Hızı azalmak, daha yavaş duruma gelmek.
Yavaş gitmeye başlamak, hızını azaltmak, yavaş olmak, yavaş gitmeye
başlamak, hızını azaltmak.
"Yavaşlayın! Bu Hayattan sadece bir defa geçeceksiniz."290
Tabiat
289Kemal
290Kemal
Doğa / Doğal özellik / Huy, karakter
Yaratılış, seciye, bir varlığın aslî yapısı, maddî dünya anlamında bir terim.
İnsan dışındaki canlı ve cansız varlıkların hepsi, doğa. / Dış dünyanın
dağlar, denizler, kırlar vb. daha çok güzelliğiyle insana hitap eden tarafı. /
Sayar, Yavaşla, Kapı Yayınları, İstanbul 2018, s.25-26
Sayar,a.g.e, s.22
137
(İnsanın sâhip olduğu güce karşılık) Dış dünyada hüküm sürmekte olan
düzenden doğan güç. / Bir varlığın tabiî özelliklerinin bütünü. / Bir
kimsenin davranışlarına yön veren yaratılışı, huy, meşrep, mizaç.
"Yoğunlaştığımız bir uğraşıda saatlerin nasıl geçtiğini fark etmediğimiz zaman
konuklarımız olmalı. Ancak o kovukların içinde ve çılgın kalabalıktan uzakta,
ruhumuzun ve kâinatın seslerini dinleyebiliriz."291
Usul
Yavaş. *Usul Usul: Yavaş yavaş.
Alçak bir sesle. / Yavaş bir biçimde.
Ağır, yavaş
"Evlere ve okula “Yavaşla!” tabelaları asabiliriz. Ve sonra atalarımızın ve
dedelerimizin öykülerini çocuk ve gençlerimize usul usul anlatmaya başlayabiliriz.
Usul asildir."292
Keşmekeş
Karışık olma durumu, karışıklık, kargaşa.
Karışıklık. / Çekişme, kavga. / Kararsızlık, tereddüt
"Modern hayatın keşmekeşi içinde sevdiklerine ve kendi ruhunu vakit
ayırabilen, anın getirdiği imkanları layıkıyla değerlendirebilen kaç kişi
kaldı?”293
Teenni
İlerisini düşünerek acelesiz iş görme, ağır davranma.
İhtiyatlı ve akıllıca davranma. Bir işte acele etmeyip bir düşünce dairesinde
hareket etme. / Acele etmeden düşünerek iş görme, dikkatli davranma. /
291Kemal
Sayar, a.g.e., s.12
Sayar, a.g.e., s.30
293Kemal Sayar, a.g.e,s.12
292Kemal
138
İlerisini düşünerek acele etmeden yavaş ve ihtiyatlı hareket etme. / Düşüne
düşüne iş yapma. / Yavaşlama, duraksama. / Dikkat gösterme. / Acele
etmeme.
Ağır davranmak, temkinli olmak.
"Güzel olan, kayda değer olan ne varsa yavaşlıkla yapılır. Telaş ve acelecilik
toplumuna karşı, teenni ve sükûnet toplumunu diriltmemiz gerekiyor."294
Denge
Bir nesnenin veya bir insanın devrilmeden durma hâli, muvazene, balans.
Zihinsel ve duygusal uyum, istikrar.
“Her şey kendi zamanında gerçekleşir.”295
Yavaşla
“Sevmek için zaman ayırmak gerekir. Bilmek için zamana ihtiyaç duyarız.
Güzelliği ancak zaman ayırarak fark ederiz. Zamanla olgunlaşırız. Lütfen yavaş
gidiniz"296 diyor Kemal Sayar. Hızlı olma hırsı gözümüzü kör etti. Sadece herhangi
bir şey yapmak için uğraşıyoruz. Yaptığımız şey işe yarıyor mu gerçekten?
Bilmiyoruz, yalnızca yapıyoruz. 24 saate çok şey sığdırmaya çalışıyoruz. Fakat
unuttuğumuz bir şey var ki "Çok aslında azdır." Bunu da yapayım, şunu da
okuyayım, onu izlemezsem de olmaz şimdi diye diye birini anlamadan diğerine
geçiyoruz. Kısa zamanda bin tane şey öğrenmeye çabalarken kala kala on tanesi
kalıyor geriye. O kısa zamanda sadece yirmi tane öğrenmeye çabalasak peki? İşte o
zaman hayattan en yüksek verimi alırız. Yeterli çabayla hem en yüksek verimi elde
edip hem de hayattan zevk almak yerine, neden hızlanmak için uğraşıyoruz.
Kendimizi hırpalamayı marifet sayıyoruz. "Zaman akıp gidiyor. Geçen her yıl
ömrümüzü nasıl yaşadığımız, onu hangi anlam ile taçlandırdığımız konusunda bizi
bir iç sorgulamaya yönlendirmiyor; takvim zamanının hızı, iç zamanımızın ancak
294Kemal
Sayar, a.g.e., s.38
Sayar, a.g.e., s.52
296Kemal Sayar, a.g.e, s.38
295Kemal
139
yavaşlıkla değer bulacak süreçlerini berhava ediyorsa, durup bir kez daha
düşünmemiz gerek."297
"Ben bugün bunu, bunu, bunu, bir de bunu yaptım. Çok yoruldum, çok
sıkıldım ama değdi." Çok duyuyoruz buna benzer cümleleri, hepsi de gururla
söylüyor. Dünya ile konuştuğumuzu bir düşünelim. "Ne güzel bir yaz günü değil
mi? Bugün yoğun bir kar fırtınası yaptım, rüzgarı da esirgemedim tabii, şimdi de
çıkardım dereceyi 40'a. Tek günde hallettim hepsini. Çok yoruldum, çok sıkıldım
ama değdi." dediğini farz edelim. Tabiatın ritminin bozulduğunu hayal edelim. Çok
mantıksız geliyor değil mi? Tabiat bu, ritmini bozmaz, bozarsa neler olabileceğini
bilir çünkü. Biri bize gelip sorsa tabiat ritmini bozarsa ne olur diye hemen karşı
çıkarız. Böyle bir şeyin olmasının imkânsız olduğunu, eğer olursa da bunun bizim
sonumuz olduğunu söyleriz muhtemelen. "Tabiatı telaşlandıramayız. Yağmuru,
rüzgârı, gündüzü acele ettiremeyiz. Her şey kendi zamanında gerçekleşir."298 Peki,
o kişi bize bu sefer de, sen neden kendi ritmini bozdun dese? İnkâr ederiz. Çünkü
bizim için ritim bu. Fazlasıyla bir şeyler yapmaya, hayatın tadını çıkaramamaya
alıştık, alıştırıldık. "İçinde bulunduğumuz çağ, "şimdi"yi yaşamamıza fırsat
vermiyor, her şey gelecek için yapılıyor."299 Bize de çağa ayak uydurmak kalıyor.
Zaman geçtikçe daha hızlı, daha mutsuz nesiller yetişiyor. "Tükenmişliğin son
demlerinde insanlar, kendi mutsuzluklarından kaçmak için daha da
hızlanıyorlar."300
İşte bunun için Kemal Sayar: "Yavaşla," diyor, "Bu hayattan bir defa
geçeceksin."301
Yavaşla diyen tek yazar da değil Kemal Sayar. Pek çok kitap yazılmış, söz
söylenmiş yavaşlık üzerine. Buna rağmen hala çoğu kişi hızlanmanın mutluluk ve
huzur getireceğine inanıyor ama Milan Kundera da diyor ki: "Yavaşlığın keyfi
neden yitip gitti böyle? Nerede şimdi geçmişin aylaklar... Bir Çek atasözü onların
tatlı aylaklıklarını bir eğretilemeyle tanımlar: Tanrı’nın pencerelerini seyrediyorlar.
Tanrı’nın pencerelerini seyreden kimsenin canı hiç sıkılmaz, mutludur.”302
297Kemal
Sayar, a.g.e., s.41
Sayar, a.g.e., s.52
299Kemal Sayar, a.g.e., s.24
300Kemal Sayar, a.g.e., s.43-44
301Kemal Sayar, a.g.e., s.22
302Milan Kundera, Yavaşlık, Can Yayınları, İstanbul 2013, s.10
298Kemal
140
Daha pek çok örnek verilebilir, pek çok alıntı yapılabilir ama hepsinin, her
sözün temel noktası dengeyi yakalamak. İşte Kemal Sayar da bunları söylerken
yavaşlık ve tembelliği keskin bir çizgiyle ayırıyor elbette. Dengeyi koruyor. İşini
yaparken ertelemek, baştan savma yapmak değil istenen. Yavaşla derken kimse
hiçbir şey yapma, sadece kendini dinle, tabiatı dinle demiyor. Hem tabiatı dinlemek
hem iç sesi duymak gerek. Ama bunları yaparken çalışmak da unutulmamalı elbet.
Ne çalışmayı abartmalı ne de dinlemeyi. Kısaca tabiatı örnek almalı. Nasıl ki
Güneş'in vaktinden fazla ya da az aydınlattığı görülmediyse bugüne dek, bizim de
hiçbir şeyi fazla ya da az yaptığımız görülmemeli. Yapılan şeyin hakkı verilmeli,
usul usul yapılmalı.
Her insanın kendine özgü bir usul tanımı vardır aslında. Özellikle
Türkiye'de yöreden yöreye büyük farklılıklar gösteren bir terim. Yaşam şartları bir
yörede hızlı olmayı gerektirirken, bir başka yörede hız, karışıklık ortaya çıkarıyor
olabilir. Ama bu iki zıt kişilik bile kendine göre usuldur. Bu çizgiyi tutturabilmek
büyük marifet ve bu da bize kalıyor. Kemal Sayar yazılarıyla bu ayarı
tutturmamıza yardımcı oluyor. Tembel değil, usul olmayı ilmek ilmek işliyor.
"Usul asildir."303
SONUÇ
Tembellik ve yavaşlık, usulluk arasında çok ince bir çizgi var. Hayat
gayemiz, işte bu ince çizgiyi yakalayabilmek olmalı. Ne hırpalamalıyız kendimizi
hayata çok şey sığdırabilmek için, ne de tamamen boş bırakmalıyız Dünya’yı.
Kolay değil bu dengeyi tutturmak, büyük marifet ama bu zor dengenin yükü
hepimizin üstünde. Kemal Sayar da bu dengeyi layıkıyla koruyabilen biri olarak
bizim de bu dengeyi tutturmamıza yardımcı oluyor. Bir psikiyatri profesörü olarak
da yavaşlamanın, bu dengeyi korumanın, tabiatı dinlemenin ve en önemlisi insanın
kendini anlamasının ne kadar önemli ve gerekli olduğunu usul bir üslupla biz
okuyucularına aktarıyor. Tembel değil, usul olmayı ilmek ilmek işliyor.
303Kemal
Sayar, a.g.e, s.30
141
KAYNAKÇA
Kundera, M. (2013). Yavaşlık. Can Yayınları.
Sayar, K. (2018). Yavaşla. Kapı Yayınları.
142
AĞRIYAN BİR VARLIK OLARAK İNSAN304
Berna ÜSTÇETİN
ÖZET
Bu metin “Eskişehir Liseleri Aydınlarını Tanıyor” projesi kapsamında
Kemal Sayar'ın kitaplarında işlediği konulardan yola çıkılarak günümüz insanının
mutsuzluğunu, birçok insanın mutsuzluğu özümsemek yerine ondan kaçtığını,
mutsuzluğun sebebinin olması gerekmediğini ama eğer ki istenirse herkesin mutsuz
olması için bir sebep bulunabileceğini anlatmak için yazılmış bir bildiridir.
Günümüz insanları birçok değerini yitirmiş, ruhun bazı ihtiyaçlarını
karşılayamaz hale gelmiştir. Ruh sevmek ister, sevilmek ister, merhamet ister, bir
başka ruha içini dökebilmeyi, derdini anlatabilmeyi ister. Dolayısıyla da bu
ihtiyaçları karşılanamayan ruhlarımız sızlamaya başlamış, hepimiz birer homo
melancholis haline gelmişizdir. Melankoli ve depresyon her tarafımızı kaplamıştır.
İnsanlara mutsuzluklarının sebebini sorsalar cevap veremezler belki ama aslında
herkesin bir sebebi var. Herkes merhametli bir insan olmanın yasını tutuyor, herkes
yitirilen insan ilişkilerinin yasını tutuyor, herkes diğerkâm insanlar olmanın yasını
tutuyor. Aslında herkes yitirdiği insanın yasını tutuyor.
Anahtar Kelimeler: Melankoli, Halet-i ruhiye, Yeis, Elem, Yas,
Depresyon, Istırap, Merhamet, Hüzün.
304Kemal
Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Timaş Yayınları, İstanbul 2018, s. 36
Eskişehir Anadolu Lisesi
143
GİRİŞ
Melankoli:
Kara sevda, hüzün.305
Kara sevda, malihulya, devamlı hüzün, kasvet, bunaltı.306
Ruhça ve bedence çöküntü, içine kapanıklık, dış dünyaya karşı ruhsal ve
fiziksel ilgisizlik ve genel bir suçluluk duygusuyla birlikte görülen ruhsal
bozukluk, kara sevda, malihulya. Nedeni belirsiz sürekli hüzünlü olma
hali. 307
Bir homo melancholis olabilseydik eğer, depresyon içimizde bu kadar kök
salamayacaktı. Hayatın bize sundukları içinde hüznü doğal bir seçimle sevebiliyor
olsaydık; iri kahkahalara, gösterişli hayatlara ihtiyaç duymayacaktık.308
Günümüzde yaygın görülen melankoli, birçok kişinin yaşadığı aynı
zamanda da korktuğu bir durumdur. Melankoliden korkan insanların çoğu
melankolik olduklarının farkında bile değillerdir. Günümüzde herkesin mutsuz
olmak için çeşitli sebepleri vardır. Bu yüzden de günümüz toplumlarında herkes
mutsuz, herkes melankoliktir.
Halet-i Ruhiye:
Duyuş hâli, tarzı; ruh hâli. 309
İnsanın ruh hali. Ruhsal durum. 310
Duyuş ya da düşünüş havası, ruhsal durum, duygusal durum.311
Varoluşun aydınlık ve karanlık tarafları var, tatlı ve acı yanları var.
Ruhsal durumunuza göre kendinizi bunlardan birine ayarlayabilirsiniz ama ancak
ikisine birden alıcılarını açan insan, daha tam ve bütün bir insan deneyimine
kendisini açmış olur.
305www.tdk.gov.tr
306Mehmet
Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, Birlik Yayınları, Ankara, 1986, s. 758
307www.lafsozluk.com
308Kemal
Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Timaş Yayınları, İstanbul 2018, s. 37
Doğan, a.g.e, s. 434
310www.luggat.com
311www.lafsozluk.com
309Mehmet
144
İnsanın halet-i ruhiyesi mutluluktan hüzne, sevinçten öfkeye ve daha
adlandıramadığımız birçok duyguya ev sahipliği yapan geniş bir yelpazedir. İnsan,
duyguları ve düşünceleri olan bir canlıdır. Bu yüzden yeryüzünde başka hiçbir
canlı yoktur ki halet-i ruhiyesi bu kadar çeşitli olsun. Düşüncelerimiz ve
duygularımızın birer renk olduğunu varsayarsak insanın halet-i ruhiyesi bir
gökkuşağıdır. Ancak bazen adlandıramadığımız, bize sıkkınlık veren duygular
silsilesi ruhumuzu esir alınca renklerin karmaşık bir şekilde birbirine karışmasıyla
halet-i ruhiyemiz simsiyah, kapkaranlık bir yere bürünür.
Yeis:
Ümitsizlik, ümitsizlikten meydana gelen üzüntü ve karamsarlık.312
Umutsuzluktan doğan karamsarlık, üzüntü.313
Şiddetli üzüntü, keder, ümitsizlik.314
Ruhumuzu faniliğin dalga boyuna ayarlayabilseydik, incinmezlik ve
sonsuzluk yanılsamasının avucumuzdan kayıp gittiği anlarda, yeis sırtımızı yere
vuramayacaktı.315
Yeis, tıpkı hüzün gibi, insanı geliştiren ve olgunlaştıran bir durumdur.
Kalbi yeisle yoğrulmamış hiçbir olgun insan yoktur.
Elem:
Ağrı, acı, sancı. Dert, üzüntü, gam, tasa, kaygı.316
Acı, üzüntü, dert, keder.317
Acı. Keder. Ağrı. Sancı. Dert. Gam. Kaygı. Sıkıntı. Üzüntü.318
Elemin ve anlamın olmadığı bir dünyada hepimiz yaşayan ölüler
olacağız.319
312Mehmet
Doğan, a.g.e, s. 1165
313www.tdk.gov.tr
314www.lugatim.com
315Kemal
Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Timaş Yayınları, İstanbul 2018, s. 37
Doğan, a.g.e, s. 312
317www.tdk.gov.tr
318www.luggat.com
316Mehmet
145
Yas Tutmak:
Ölüm veya felaketli hâlden ötürü takınılan üzüntülü tavır veya ağlama,
mâtem.320
Çok üzülmek, yasa bürünmek, matem tutmak. Duyulan acı ve üzüntüyü
bazı davranışlarla belli etmek.321
Ölüm veya bir felaketten doğan acı ve bu acıyı belirten davranışlar,
matem.322
Galiba hepimiz yitirdiğimiz insanın yasını tutuyoruz.323
Depresyon:
Buhran, bunalım, fiziki ve ruhi çöküntü. 324
Maddi veya manevi çöküntü. İç sıkıntısı. Ruhî çöküntü.325
Bunalım, çöküntü.326
Depresyon belki de inanç kaybının bir belirtisidir.327
Istırap:
Üzücü bir halin sonucu olan tasa, kuvvetli acı, ızdırap.328
Acı, üzüntü, sıkıntı, keder.329
Sıkıntı, aşırı elem, acı.330
Istırap anlayışı keskinleştirir ve kalbi yumuşatır. Istırap merhametin
kalbinizde kök salmasına yardım eder.331
319Kemal
Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Timaş Yayınları, İstanbul 2018, s. 42
Doğan,a.g.e, s. 1159
321www.tdk.gov.tr
322www.seslisozluk.net
323Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Timaş Yayınları, İstanbul 2018, s. 37
324Mehmet Doğan, a.g.e, s. 244
325www.luggat.com
326www.tdk.gov.tr
327Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 36
328Mehmet Doğan, a.g.e.s. 497
329www.tdk.gov.tr
330www.luggat.com
320Mehmet
146
Merhamet:
Başkalarının durumu karşısında duyulan şefkat hissi, acıma, gönül
yufkalığı.332
Bir kimsenin veya bir başka canlının karşılaştığı kötü durumdan dolayı
duyulan üzüntü, acıma.333
Acımak, şefkat göstermek. Korumak, iyilik etmek. Biçârelere yardımda
bulunmak. Esirgemek.334
Merhamet, senin mutluluğun olmazsa benim de mutlu olamayacağımın
bilgisidir. Sadece kendi refahına odaklanmış insanların erişemeyeceği gök bağışı,
ruhu mücevherle donatan bir ödüldür.335
Merhamet, günümüzde birçok insanın unuttuğu bazılarınınsa hiç bilmediği
bir kavram. Çünkü günümüzde çocuklar merhametin ne olduğunu bilmeden
büyütülüyor ve dolayısıyla benmerkezci bir nesil yetişiyor. Oysaki hiç kimse
sızlayan ruhlarımızın merhametle şifa bulabileceğinin farkında değil.
Hüzün:
Gönül üzgünlüğü, gam, keder, sıkıntı.336
Gönülde hissedilen gariplik ve burukluk, arzulanan bir şeyin elden kaçması
veya istenmeyen bir şeyin başa gelmesi yüzünden duyulan tasa, üzüntü,
gam, keder.337
Üzüntü.338
Hüzün kanatlarına dokunursanız, kendi adımlarınızın sesini duymazsınız.
Orada sadece meleklerin hışırtıları vardır.339
331Kemal
Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s.125
Doğan, a.g.e, s. 765
333www.tdk.gov.tr
334www.luggat.com
335Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 60
336www.tdk.gov.tr
337www.lugatim.com
338www.etimolojiturkce.com
339Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 35
332Mehmet
147
Hüzün birçok insanın korktuğu, içselleştirmek yerine ondan kaçtığı bir
duygudur. Oysaki hüzün insana insan olduğunu, kedere bürünecek bir kalbinin
olduğunu hatırlatan bir durumdur.
a) Ruhun Yeni Hastalıkları
İnsan, bedenin yanı sıra ruha da sahip olan ve bu yüzden yaratılmış tüm
canlılardan daha karmaşık olan bir canlıdır. Diğer canlılar gibi, yaşamını devam
ettirebilmesi için bedensel birtakım ihtiyaçları ve bunlara ilaveten ruhsal ihtiyaçları
vardır. Teknolojinin gelişmesiyle insanların ekranlara gömülmesi, asosyal
toplumların yetişmesi gibi zamanla ortaya çıkan sorunlar bazı insanlık
değerlerimizin unutulmasına ve ruhun bu ihtiyaçlarının karşılanamamasına sebep
olmuştur. Merhamet yitirilmiş, sevgi azalmış, insan ilişkileri zayıflamış ve
benmerkezcilik artmıştır. Oysaki insan ruhu sevmek sevilmek ister, merhamet ister,
başını her zaman omzuna yaslayabileceği bir dost ister, dertleşmek ister. Ancak
günümüzde başını ekrandan kaldırmayan, anne babasına saygı duymayan,
komşularının kim olduğunu dahi bilmeyen insanlar ruhlarının bu ihtiyaçlarını
çoktan unutmuşlardır. Ruhun karşılanamayan ihtiyaçları sebebiyle de birtakım
hastalıklar ortaya çıkmıştır. Kristeva'nın dediği gibi, 'ruhun yeni hastalıkları'. 340
Günümüzde birçok kişide melankoli, depresyon gibi insana çökkünlük
veren ve buhrana sürükleyen hastalıklar görülmektedir. Durum böyle olunca da
günümüz insanı bir homo melancholis341 haline gelmiştir.’Postmodern çağda
depresifiz hepimiz, zira çok seküleriz, çok ruhsuzuz, çok umutsuzuz.” diyor Kemal
Sayar. Yaşamımız acılarla dolu, ruhlarımız yorgun, kalplerimiz sızlıyor. Sonunda
işte ağrıyan bir varlık. Ağrıyan bir varlık olarak insan.342
b) İnsanın Doğal Hali Mutlu Değildir
Kemal Sayar’ın da dediği gibi mutluluk hakkında yanlış bildiğimiz
şeylerden biri, insanların doğal olarak mutlu olduğu düşüncesidir.343 Mutlu olmak
insanlar tarafından normal bir durum olarak kabul görür. Bu yüzden mutsuz birisini
gördüğümüzde bu “anormal’’ varsayılan durum direkt dikkatimizi çeker. Mutsuz
bir insan gördüğümüzde yanına gidip herhangi bir sorun olup olmadığını, neden
mutsuz olduğunu sorarız ancak hiçbir zaman mutlu bir insana gidip ‘’Neden
340Kemal
Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 36
Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 35
342Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 36
343Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 129
341Kemal
148
mutlusun?’’ diye sormayız. Çünkü halk arasındaki genel yargıya göre mutlu olmak
doğal bir şeydir, herhangi bir sebep gerektirmez fakat mutsuz olmak insanın doğal
halini bozan ve bunun için de sebebi olması gereken ‘’anormal’’ bir durumdur.
Oysaki bu düşünce yanlıştır. Mutluluk gibi mutsuzluğun da sebebi olmak zorunda
değildir. İnsanın yaşamı, insanın mutlu olduğu anlar ve mutsuz olduğu anlarla
birlikte bir bütün oluşturur. Ve insan yaşamı bir bütün olarak anlamlıdır. Eğer ki
bu ikisinden birini yok sayacak ve ‘’anormal’’ olarak nitelendirecek olursak
yaşamın yarısını boşa geçirilmiş bir zaman dilimi veya yanlış yaşanmış bir hayat
olarak görürüz. Kemal Sayar Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez kitabında bu durumu
şu cümlelerle anlatır: ‘’Zira önemli olan tek şey, yaşadığımız acı tatlı, iyi kötü,
olumlu olumsuz her ne deneyim varsa her birini özümsemektir. Yaşamımız onların
bütününden oluşur.’’344 Kısacası, Sayar’ın da dediği gibi mutsuzluktan kaçmak
yerine onu özümsemeliyiz.
c) Mutsuzluğu Özümsemek
Mutsuzluk çoğu insanın zihninde uzak durulması gereken ve insana zarar
veren bir durum olarak yer edinmiştir. Oysaki mutsuzluk, sanılanın aksine bizden
bir şeyler götüren değil bize bir şeyler öğreten, bizi geliştiren ve olgunlaştıran bir
durumdur. Kemal Sayar’ın da dediği gibi “Bir mutlu hayat olacaksa eğer, o biraz
da kendi ıstırabımızla yüzleşme, onu yaşama ve ondan öğrenme çabamızdan
kaynaklanacak.”345 Istırap, hüzün ve mutsuzluk insana özgü, insana insan olduğunu
hatırlatan durumlardır. Yeryüzünde acı çeken, yeise kapılan başka hiçbir canlı
yoktur. Bu yüzden ki insan mutsuzluktan ve hüzünden kaçmamalı, acısını
uyuşturmaya çalışmak yerine onu içselleştirmelidir. Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı
kitabında Kemal Sayar “Hüznümüz bize aittir. Hüznümüzü ilaçlardan da
psikiyatrinin tasallutundan da korumamız lazım.”346 demiştir. Hüznümüz bize aittir,
mutsuzluğumuz bize aittir. Dünya klasikleri arasında yer alan Anna Karenina'nın
ilk cümleleri de bize bunu söyler: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz
ailenin mutsuzluğu kendine göredir.”347 Nasıl her mutsuz ailenin mutsuzluğu
kendine göreyse her mutsuz bireyin mutsuzluğu da kendine göredir. Yaşadığımız
mutsuzluklar halet-i ruhiyemizi ve karakterimizi şekillendirir. Ruhumuz yeisle,
elemle yoğrulur. Acı çekmekle, ıstırapla şekle bürünür. Eğer ki insan mutsuzluğu
344Kemal
Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 182
Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 122
346Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, Timaş Yayınları, İstanbul 2017, s. 191
347Lev Nikolayeviç Tolstoy, Anna Karenina, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2015, s. 3
345Kemal
149
tatmayan bir canlı olsaydı diğer canlı varlıklar gibi gündelik ihtiyaçlarımızı
gidermekten başka bir derdimiz olmayan varlıklar olurduk. Yemeye, içmeye,
uyumaya ve bunları tekrarlanmaya programlanmış bir robotlar olurduk belki de.
İnsana özgü olan ruh kavramını yitirirdik. Ağrıdan ve ıstıraptan uzak durdukça,
hayal kırıklığını perdelemeye çalıştıkça, bize anlamlı bir hayat getirebilecek olan
değerli hediyelerden de mahrum kalıyoruz.348 İnsanî özelliklerimizden mahrum
kalıyoruz. Ruhumuzun şekillenmesinden mahrum kalıyoruz.
Mutsuzluk ve hüzün insanı olgunlaştırmasının ve ruhsal olarak
geliştirmesini yanı sıra kimi zaman bir şarkının sözlerinde, kimi zaman bir şiirin en
vurucu dizesinde, kimi zaman da boyalara karışıp görkemli bir tabloda yer almıştır.
“Hüznün kanatlarıyla, dünyaya dokunmadan uçuşan bu kelebeklerin hayatlarımızı
nasıl güzelleştirdiğini, dillerinden dökülen şiirlerin, yazıların, notaların dünyayı
nasıl yaşanılası kıldığını fark etmeksizin, sıradanlığın cehennemine mi
hapsedeceğiz onları?”349 En güzel şiirler hüzünle, en etkileyici şarkılar
mutsuzluğun etkisiyle yazılmıştır. Bu eserleri ortaya koyan insanlar kendi
hüzünleriyle aynı dertten mustarip olan insanların yalnız olmadıklarını
hissetmelerini sağlamış, onların da dertlerine ses olmuşlardır. Ve belki de bu
eserler birçok insana insanlık değerlerini, yitirilen değerleri tekrar sorgulatmıştır.
d) Aslında Herkes Yitirdiği İnsanının Yasını Tutuyor350
“Batı dünyasında yapılan istatistikler, gerek gençliğin gerekse genel
manada insanlığın geçmiş çağlara göre çok daha mutsuz olduğunu gösteriyor. Daha
büyük arabalarımız, bilgisayarlarımız, cep telefonlarımız var, evlerimiz daha
sağlam ama neden daha mutsuzuz? Bu soru ruh sağlığı uzmanı pek çok bilim
adamının ilgisini çekiyor. İnsan ilişkisini kaybettiğimiz için daha fazla mutsuzuz.
Belki daha güzel evlerde oturuyoruz ama komşularımızı tanımıyoruz. Daha büyük
şehirlerde yaşıyoruz ama dostlarımıza ulaşamıyoruz. Arabalarımıza binip uzaklara
gidebiliyoruz ama bayramlarda sevdiklerimizi ziyaret etmiyoruz da tatil yörelerine
kaçıyoruz. Yalnızlık mutsuzluğu getiriyor.”351
Mutsuzluk için bir sebebin olması gerekmez ama günümüzdeki insanların
mutsuzluğuna biraz yakından bakacak olursak hepsine bir sebep bulabilmek
Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 192
Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 35
350
Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 37
351
Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s. 72
348
349
150
mümkün. Günümüzde mutsuz olmak için epey bir sebebe sahibiz. Yitirdiğimiz her
değerle birlikte insanlığımızın bir parçasını da yitirdik. Ruhumuz bu yitirilen
insanlığın boşluklarıyla dolu. Ve bu boşluklar ancak merhametle yamalanabilir.
Ama maalesef ki merhamet kavramı da yitirdiğimiz bir kavram. Herkes mutsuz,
depresif. Herkes yasta. Çünkü herkes yitirdiği değerlerle birlikte kaybettiği insanın,
kaybettiği ruhunun yasını tutuyor. Herkes yitirdiği merhametin, diğerkamlığın,
dostluğun yasını tutuyor. Herkes iyi bir insan, iyi bir anne baba olmanın yasını
tutuyor. Herkes içindeki çocuğun, insanlığın yasını tutuyor. Herkes ruhunun yasını
tutuyor. Aslında herkes yitirdiği insanın yasını tutuyor. Bu yüzden de günümüzde
hepimiz melankolik ve depresifiz. Mutsuzuz. Günümüz mutsuz olana değil mutlu
olana soru sorulması gereken bir zamandır. O halde sorun kendinize. Yitirdiğiniz
bu kadar değer varken, ruhlarınız yitirdiğiniz değerlerin o ağır boşluğunu
taşıyamayıp sızım sızım sızlıyorken, her biriniz merhamete muhtaç kişiler
olmuşken gerçekten mutlu musunuz?
SONUÇ
Günümüz insanının bir homo melancholis hâlini almasının en büyük
sebepleri ruhun ihtiyaçlarının karşılanamaması ve insanların mutsuzluklarını
özümseyememesidir. Birçok insanın mutsuzluğu tamamıyla kötü bir durum olarak
görmesinden kaynaklanarak mutsuzluk, özümsenmek yerine bir hastalık gibi
geçirilmeye çalışılmaktadır. Oysaki mutsuzluk insana insan olduğunu, kırılacak bir
kalbinin, ıstırap çekecek bir ruhunun olduğunu hatırlatan durumdur. Dolayısıyla
mutsuzluktan kaçmak yerine mutsuzluğumuzla yüzleşip onu içselleştirmemiz
gerekir.
Yıllar geçtikçe insanlar, her yitirilen insanlık değeriyle birlikte ruhlarının
bir parçasını da yitirmiş ve sonuç itibariyle günümüz insanı ruhsuz, melankolik ve
depresif bir hale gelmiştir. Hepimizin ruhu yitirdiğimiz insanlığın ardından delik
deşik olmuştur. Ancak ruhumuzdaki bu delikler merhametle yamalandığı zaman
ruhumuzun ihtiyaçları karşılanmaya başlayacak. Ve hepimiz o zamana kadar
yitirdiğimiz insanların yasını tutmaya devam edeceğiz.
151
KAYNAKÇA
Doğan, M. (1986). Büyük Türkçe Sözlük. Birlik Yayınları.
Sayar, K. (2017). Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı. Timaş Yayınları.
Sayar, K. (2018). Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez. Timaş Yayınları.
Tolstoy, L. N. (2015). Anna Karenina, İş Bankası Kültür Yayınları.
152
HÜZNÜN DENİZİNDE KULAÇ ATMAZSANIZ MUTLULUĞUN
DENİZİNE VARAMAZSINIZ
Sude Nur OPAN
ÖZET
Bu çalışmada yaşanan her günde bireyin karşılaştığı yakınını kaybetme,
ailevi sıkıntı, hayal kırıklığına uğrama, gelecek kaygısı gibi olguların yani hüznün
artık modern zamandaki insanların istemediği bir durum haline gelmesi. Toplumda
ve bireylerin birbirini derdine ortak olmayıp (diğergamlık) hüznü hastalık yerine
konulması. Toplumda hüznün depresyon ile eş değer anlama gelmesi. Hüznün
içselleştirilmemesi ve ondan kaçınılmasıyla da artık bu doğal halin iyi yanlarının
göz ardı edilmesi ve güçlü olmak ve her zaman pozitif kalmanın bu durumu
çözeceğinin ve güçlü olmanın yanlış algılanması incelenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Diğergamlık, Alturizm, Hüzün, Güçlü olmak, Hemhal
olmak, Analjezi toplumu.
Eskişehir Anadolu Lisesi
153
GİRİŞ
Diğergamlık: özgecilik 352
Diğergamlık: Başkalarını düşünen, özgeci 2.son yüzyılda ‘’alturizm’’
karşılığı olarak kullanılmıştır.353
Asıl hazzı kardeşlikte, diğergamlıkta, başka insanları sevebilmekte, onlara
verebilmekte, kâinatı saran bu ilahi neşeyi fark edebilmekte bulacağını
söylüyorum.354
Diğerkamlık bir diğer ismiyle alturizm insanların başka insanların derdiyle
üzülüp onun yararını gözetmedir. “Kendine davranılmasını istediğin gibi
başkalarına öyle davran” veya negatif formda “Kendine yapılmasını istemediğin
şeyi başkalarına yapma” şeklinde formüle edildiğini söylemek mümkündür.
Dolayısıyla dinler diğerkâmlığı dışlayan veya törpüleyen değil aksine bu ahlaki
erdemin, öne çıkarılması, vurgulanması ve desteklenmesi gerektiği yönünde
mensuplarına kimi zaman emir kimi zaman öğüt veren bir hassasiyete sahiptir.”355
Bu kısımla da aslında diğergamlığın evrensel olduğunu anlarız.
Hüzün(Arapça): Gönül üzgünlüğü, gam, keder, sıkıntı.356
Hüznü hiç yüksünmeden taşıyabilen kalplerdir, İyiliği de taşıyanlar,
dünyamızı imar edenler, onu bulduklarından daha güzel bırakan iyilik erlerdir
onlar.357
Hüzünden kaçmak yerine onu içselleştirirsek ve ondan alacağımız derslerin
farkına varırsak hayatta bakış açımız ve dünyadaki varlık amacımızı sorgulamasına
sebep olur.
Güçlü olmak: Gücü olan.358
352www.tdk.gov.tr
353Mehmet
Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, Birlik Yayınları, Ankara 1981, s.256
Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, Timaş Yayınları, İstanbul,2017,s.84
355Şevket Özcan, Dünya Dinlerinde Altın Kural: Diğerkâmlık İnsan Ve Toplum Bilimleri Araştırma
Dergisi,2018,cilt 7 sayı 1sayfa 285 -308
356www.tdk.gov.tr
357Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s.8
358www.kelimecim.com.tr
354Kemal
154
Güç:
Fizik, düşünce ve ahlak yönünden bir etki yapabilme veya bir etkiye
direnebilme yeteneği, kuvvet, gayret. Zihin gücü. Yaşama gücü.359
Analjezi toplumu
Analjezi: Acı hissinin kaybı. Acı yitimi.360
Analjezi: Ağrı yitimi.361
Analjezi toplumu yani ağrısızlık toplumu olarak tanımlamışlardır. Bu tür
toplumlarda ızdırap ve acı adeta müstehcen, müstekreh kabul edilir, insanlar
onlardan kaçar.362
Günümüz insanında sosyal mecralarında etkisiyle mükemmel yaşam
anlayışı acının toplumda istenmeyen bir durum haline getirmiştir.
Hem hal olma:
Bütünleşmek, birliktelik özelliği göstermek363
Onunla hâllenmek, onun hali ile onun ızdırabı ile ızdıraplanmak, onun
derdini anlamak…364
Modern Zamanlarda Hüznün Anlamı
Modern zamanda insanlar hüznü artık hayatının yarası gibi görmektedir.
Oluştuğunda önemsenmeyen gizlenen bu yara siz onunla uğraştıkça ilerde öyle bir
hal alırki siz ne kadar güçlü kalmak isteseniz de geçmez kanar. Eğer onu uygun
merhemle desteklerseniz yaranız yanı sizin acınız ya da hüznünüz, bir bakmışsınız
kabuk bağlamış. Ve artık öyle yaranız olduğu bile aklınıza gelmez. O süreç size
sabrınızı acıyla yüzleşmeyi öğretir. Eğer ondan kaçsaydık o yara büyüyüp sizin
kalıcı bir iz bile oluşturabilirdi.
359https://tr.m.wiktionary.org
360https://www.nedirnedemek.com/analjezi-ne-demek
361www.tdk.gov.tr
362Kemal
Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s.83
363www.tdk.gov.tr
364Kemal
Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s.109
155
A)Acıya ‘’Hoş Geldin’’ Diyebilmek
Kemal sayar ‘’Sistem bize sen başkalarının sırtına basarsan var olabilirisin
ve ancak bu yarışta var olabilirsen değerlisin diyor. Hüzünlenmek bile verimi
düşüren bir olgu olarak kabul ediliyor ve istenmiyor’’365. Eğer hüznümüz
olmasaydı stabil giden hayatımızda nasıl güçlenebilirdik. Günlük hayatta söz ile
kullandığımız ya da hissettiğimiz özlem ve keder sözcüklerinin sözlük anlamlarına
bakarsak keder: acı, üzüntü, dert, sıkıntı, ızdırap, tasa366 ama bu kelimenin
anlamına başka bir şekilde bakarsak bize sabrı öğrettiğini ya da iyi geçirdiğimiz
anların kıymetini anlamamız gerektiğini fark etmemiz gerekir. Tahassür sözcüğü
kavuşmak istenen veya kimse için üzülme, yanıp yakılma anlamına gelen bu
sözcük özlemle eş anlamlıdır. Yanıp yıkılıp bireyin hem kendini maddi ve manevi
bir faydası olmamakla hem de beraber sevdiği insanın değerini anlamasına ve diğer
sevdiklerinin de kıymetini bilmesine aracı olur .”Ya da yoksulluk, toplumsal baskı
ve veya adaletsizlik gibi sosya-kültürel etkenleri fark etmiş oluruz.367. Istıraba
verilen olumsuz tepki onu üretkenlikten uzaklaştırıyor”. O halde, geldiğinde bize
çok şey öğretecek olan acıya ‘hoş geldin’ diyebilmeyi başarmamız gerek. 368
Örneğin kötü zamanlar geçirdiğimiz bir dönem ya da hayal kırıklığına uğradığımız
anlarda bize iyi gelen bir anımızı ya da kendi mutluluk parolamızı kullanmak
isteriz. Yapılan bu duruma yanlış demek doğru değildir. Fakat üstün körü
geçirmeye çalıştığımız bu geçici kurtuluş onlarla yüzleşmediğimiz için devam
edecektir.369 Kendi acımızı dürüst bir şekilde ve ondan bir şeyler öğrenebilirsek
aslında acımız canlı olduğumuzun ve insanın kendini sorgulamasına sebebiyet
verir.
B) Diğergamlık ve Modern Zamandaki Güven İlişkisi
Diğergamlık başka bir değişle alturizm toplumdaki bireylerin birbirinin
dertleriyle ortak olmaları ve birlikte üzülmeleri anlamına gelir. Herhangi bir
sorunla karşılaştığımız da biz peki derdimizi hüznümüzü güvendiğimiz insanlara
söylemeyi tercih ederiz. Modern zamanda gelişen şehrin ve toplumun getirdikleri
365Kemal
Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s.106
www.tdk.gov.tr
367Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Timaş Yayınları,2019,s.124
368Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s.122
369Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s.123
366
156
özellikler ile beraber belli bir yaştan sonra bireyler ailesinden uzaklaşabiliyor.
Bununla beraber küreselleşen dünyada insan ilişkilerinin zayıflaması ve bireylerin
artık ben merkezli davranması bireylerin kendi dertlerini anlatacak ve onun
derdiyle hüzünlenebilecek güvenebileceği ortamı oluşturamamasına sebep oluyor
İnsanları kendi özel yaşamlarını Internet’te “gönüllü” olarak paylaşmaya iten şey,
yalnızlık hissi ve kederden başka bir şey değildir.370 O zaman kendini
çözülemeyecek bir hüznün içindeymiş gibi hissediyor. Fakat bu hüzün toplumda
depresyon ile karıştırılır.
C) Hüzün ile Depresyon İlişkisi
“Depresyonda insanı tamamen hayata karşı körleştiren, felç eden bir taraf
var. Depresyon insanı tamamen işlevsiz bırakıyor. Oysa hüznün içinde kendine
mahsus bir enerji var. Hüzünlü insan yeni duyuşlara, yeni düşüncelere temas
edebilir; depresyon ise insanı hissiz, bomboş, ’’kör kuyularda merdivensiz’’
bırakır.371
Depresyon: Bunalım, çöküntü372 Maddi veya manevi çöküntü. İç sıkıntısı.
(Fransızca)
Ruhî çöküntü. 373Toplumda televizyon ya da diğer sosyal mecraların algısı
dolasıyla bireyin kendine bile tanı koyabileceği bir duruma gelmiştir. Belirtiler,
isteksizlik iştah değişikliği ve intihar eğilimi olan depresyon günümüzde
çoğunlukla hüzünlü olmakla karıştırılır. Bazı olaylara karşı verdiğimiz tepkiler
gayet olasıdır.” kimsenin işsizliğe neşeli bir tepki vermesi beklenmez. 374 Hüzün,
istenilmeyen bir duruma karşı verdiğimiz anlık duygu değişimidir. Hüzünde
zamanla ya da birey kendi başına geçirebilirken depresyon bir ruhsal rahatsızlıktır.
Maalesef Türk toplumundaki bu algı bireyin tedavisini geciktirebilir.
Türk Toplumu ve Hüzün
Türk toplumu olarak acıyı seven ve belki de ondan güç alan bir toplumuz.
Geçmişten yakınarak ve hüzünlerimizi tamamen kötü bir durum gibi algılayıp bu
370Kemal
sayar, Modern çağda dost olmak, ,2019
Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı,S32
372www.tdk.gov.tr
373www.luggat.com
374Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s.31
371Kemal
157
duruma şikâyet etmekteyiz. Bu bizim şiirlerimiz ve türkülerimiz de yansımıştır.
Fakat kolayca geçirmek istediğimiz hüznümüz birikerek ilerde bize farklı
hastalıklara sebebiyet verebilir. 375
D) Hüzün ile İyileşme
Hayatımızda beklenmeyen sıkıntılar istemediğimiz veya beklediğimiz
anlarda ortaya çıkabilir. Bu duruma hazırlı olmak beklenilecek bir durum
olmamakla beraber zorlu bir süreç te içerir. Bireyin bu zamanlarda kendinin
çözemeyeceği bir durum haline gelirse, yakın bulduğu kişilere paylaşması ya da
uzman görüşü olmaktan çekinmemelidir.
E) Birikip yeniden sıçramak için, elde var hüzün 376
ATİLLA İLHAN
Sevgili Anna,
En güvendiğin insanlardan kötülük görüp üzülmen güçsüz biri olduğun
anlamına gelmez. Fizik kurallarına göre, sırtını dayadığın bir nesne birdenbire
giderse sen de o yöne doğru devrilirsin, yani bunun güçsüzlükle alakası yok. (
Sigmund Freud ) 377
Modern zamanda ne olursa olsun asla yıkılmaman gerektiği algısı hem
sosyal medya ya da film ve dizi gibi toplum ile direkt ilişkili mecraların yanlış
algısıdır. İnsan duygu ve düşünceleri ile var olan onunla yetişen büyüyen bir canlı
olup doğduğu andan itibaren belli bir sosyal çevrede yetişir. İleriki zamanlarında
ise bu sosyal ortam bireyin hem kendi karakteri hem de yaşamın getirdikleri ile
şekil alır. Geniş sosyal çevredeki çeşitli her sıkıntıda kendini onarmaya ve asla
yıkılmamaya çalışırsa, bireyin bu egosu çok sürmemekle beraber onu daha kötü
bir ruhsal duruma bile sürükleyebilmektedir. İçselleştirmediği acısını bitirmediği
ızdırabı, ona katlanmış bir hüzün getirebilir. Bazı zamanlarda bireyin insan
olduğunu üzüldüğü kadar gülebileceği ve mutlu olmanın sadece gülümsemeden
ibaret olmamasından anlar ve fark etmelidir. Düşmenin kötü bir şey
olamayacağının bilincinde olup ayağa kalkmasına da bir zorlamadır.
375Kemal
Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, ,s.108
Sayar, Hüzün Hastalığı, Kapı Yayınları,2017,s.99
377https://1000kitap.com/sigmund-freudun-kizina-mektubu--702358
376Kemal
158
Salt Mutluluk ve Pozitif Düşünce
Her birey güne başlarken ya da ileriki zamanlarında mutlu olmak ister.
Ama bu durumda hayatındaki yoluna gitmeyen şeyleri göz ardı ederiz. Sadece
mükemmel bir yaşam iş ilişki ve düzenli bir sosyal ortam hayali günümüzde bu
durum çok yaygınlaşan ve gerçekleşmesi için çalışılan bir durumdur. Pozitif
düşünmenin insan ruhuna elbette bir katkısı vardır. Ama bu durum hümanistlik ile
karıştırılmamalıdır. Her pozitif düşünülen ya da istenilen iyi şeyler
gerçekleşeceğini bilemeyiz. Gerçekleşmeyen bu düşünceler bireyi bir bunalıma
sürükleyebilir ”.Pozitif düşünceye yapılan aşırı vurguyla gerçekliğin dışına kısmen
çıkılmış olması, zamanla gerçek dışı olumlu beklentilerin bir salgın halinde
dünyaya yayılmasına da sebep olmuştur. “378
F) Kemal Sayar’ a Göre Hüzün
Izdırap, bize bir şeyler öğretiyorsa geçmişte yapmış olduğumuz yanlışlara
karşı oradan büyüterek çıkartıyorsa o üretken bir ızdıraptır ve bize çok şey
kazandırır.379
Hüzün insanı ne kadar ruhsal olarak yıpratsa da ondan öğrenebileceğimiz
çok şey vardır. Onun özü acıyı içselleştirmektir. Tıpkı eski Türk ozanlarının
hüznün hayatın bir gerçeği olarak kabul etmeleri gibidir.
SONUÇ VE ÖNERİ
Sonuç olarak karşılaşılan her sorunun insanın hayatını kötüye etkileyecek
bir durum gibi düşünülmesinin yanlış olduğu ve aslında ondan çıkarabilecek
derslerle bireye hem karakter hem de hayatta dönük bakış açısını
geliştirilebileceğini bilmemizdir. Sorunla yüzleşmede ise bireyin içine atması veya
hüznünden kaçması ya da güçlü kalmak için kendini zorlaması ileriki zamanlarda
da hüznün devam etmesine sebep olur. Bu yüzden insanın sorunlarında kişinin
kendine dönmesi ve uzman görüşü olması ona yarar sağlayacaktır.
378Kemal
379Kemal
Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, S.115
Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s.109
159
KAYNAKÇA
Doğan, M. (1981). Büyük Türkçe Sözlük. Birlik Yayınları.
Özcan, Ş. (2018). Dünya Dinlerinde Altın Kural: Diğerkâmlık. İnsan ve Toplum
Bilimleri Araştırma Dergisi, (7)1.
Sayar, K. (2017). Hüzün Hastalığı. Kapı Yayınları.
Sayar, K. (2017). Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı. Timaş Yayınları.
Sayar, K. (2019). Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez. Timaş Yayınları.
160
YA DEVLET BAŞA YA KUZGUN LEŞE: OSMANLI'DAN
CUMHURİYET'E EŞKIYALIK OLGUSU VE EDEBİYATIMIZDA YERİ
Başak Cemre BUĞRUL
ÖZET
Bu çalışmada, "eşkıyalık" üzerinden hareket edilerek kavramın sosyal bir
olgu olması ve Türk romanına yansıması üzerinde durulmuştur. İlk olarak "eşkıya"
kavramı farklı sözlüklerdeki anlamlarıyla aktarılmıştır. Bundaki amaç kelimenin
karşılıklarının zihindeki yansımalarını ve metinlere aktarımını temellendirmektir.
Ayrıca eşkıyalık farklı adlandırmalı kaynaklardan tespit edilip aktarılmıştır. Bu
tespit, çalışmamızın ilerleyen kısmında roman örneklerinin ortak noktalarını
belirlemede yardımcı olmuştur. Yine eşkıyalığın toplumdaki karşılığını belirlemek
ve romanda bunun yansımasını görmek noktasında da adlandırmalar yolumuzu
açmıştır. Ardından Türk romanının eşkıyalık konulu iki önemli eseri, İnce Memed
ve Kuyucaklı Yusuf ele alınmıştır. Özellikle karakterlerin başkaldırma süreçleri
incelenip eşkıyalığın özellikleri bu karakterlerin yapısı üzerinden incelenmiştir. Bu
çalışmamızın çıkış noktası ise Prof. Dr. Kemal H: Karpat'ın Osmanlı'dan
Günümüze Edebiyat ve Toplum adlı eseridir.
Anahtar Kelimeler: Eşkıya, Eşkıyalık, Adalet, Türk romanı.
Eskişehir
Merkez Muzaffer Çil Anadolu Lisesi
161
GİRİŞ
İnsanlık tarihi, birçok sancılı sürecin, savaşların ve yıkımların yer aldığı bir
sahne gibidir. Bu sahne toplumsal olayların insan ruhunda açtığı yaraların
yoğunluğuyla kuşatılmıştır. Tarih boyunca büyük acılarla karşılaşan insanlar
özellikle adaletsizlik karşısında hak arayışı içine girince eşkıyalık gibi faaliyetler
ortaya çıkmıştır.
İnsanlığın, tarih öncesi devirlerinden başlayıp, uygar toplumların
oluşumuna kadar geçen süre içerisinde devamlı birlikte yaşamak zorunda kaldığı
toplumsal bir olgu vardır: "Eşkıyalık". "Eşkıya" ise Arapça şeka mastarının öznesi
olan "şaki"nin çoğulu olarak Türkçeye, Arapçadan geçmiş bir isimdir. Kelimenin
sözlüklerdeki farklı tanımlarını ortak bir paydada değerlendirdiğimizde "dağdakırda yol kesen, hırsızlık yapan, azgın, habis, fesatçı" bir insan tipinden söz
edildiğini anlarız.380
Eşkıyalık çeşitli sözlüklerde şöyle tanımlanmıştır:
Dağda, kırda yol kesen hırsızlar, haydutlar. 381
Şehir dışında dağlarda yol kesen hırsızlar, şakiler, haydutlar; haydut,
soyguncu, çeteci. 382 Şakiler. Yol kesenler. Asiler. Allah'a veya kanunlara isyan
edip kötülük yapanlar. Haydutlar, anarşistler, âsiler. Hak ve kanunlara
başkaldıranlar, Allah’ın emirlerine karşı gelenler. Yol kesici, isyancı. Haydutlar,
yol kesenler. 383
Şaki.384
Avrupa, Amerika ve Asya ülkelerindeki haydutluk kurumu üzerine bir
araştırma yapmış olan İngiliz tarihçisi E.J. Hobsbawn Bandits adlı kitabında
haydutları birkaç kategoriye ayırmış ve bu kategorilerin özelliklerini saptamıştır.
Hobsbawn'ı ilgilendiren, sıradan kanun kaçakları, katiller, hırsızlar değil, yasalara
göre suçlu oldukları halde halkın gözünde suçsuz hatta kahraman sayılan,
"toplumsal" dediği haydutlardır. Hobsbawn bu toplumsal haydutlar arasından
Sabri Yetkin, Ege'de Eşkıyalar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2018, s. 9.
https://sozluk.gov.tr/ Erişim tarihi: 30.11.2019
382
İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugati Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Yayınları, İstanbul,
2010, s. 356.
383
https://www.luggat.com/index.php#ceviri Erişim tarihi: 30.11.2019
384
Şemseddin Sâmi, Kâmûs-ı Türki, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1989, s.
380
381
162
ayırdığı ilk kategoriye "soylu eşkıya" adını verir. Bunlar, köylülerin baskı altında
ezildiği, sömürüldüğü kırsal kesimde, zalim yöneticilere karşı başkaldırmış.385
Eşkıyalık hukuksal açıdan tanımlandığında şu bilgiyi bulabilmek
mümkündür: " Mal zapt etmek, öç almak, suikastta bulunmak yahut memleketin
dâhili emniyetini bozmak için mesken, çiftlik, ağıl köy değirmen gibi mahalleleri
basarak veya yakarak, yahut tahrip ederek veya adam öldürerek veya yollarda ve
kırlarda soygunculuk yaparak veya adam kaldırarak ve bu fiillerden dolayı mevkuf
ve mahpus iken firar ederek silahla dolaşmak suretiyle emniyet ve asayişi
münferiden ve toplu olarak tehdit ve ihlal etmektir. 386
İnsan niçin insanca yaşamak varken "eşkıya" olur, yol keser, bel keser, ev
basar, başkaldırır? Bu soruyu sorduğumuzda hemen şu başlıkları sıralayabiliriz:
Devletlerin çöküşü, adaletsizlik, özgürlüğün olmaması, uygarlıktan uzak olmak,
sosyo-ekonomik yapıdaki çöküntüler, yoksulluk, toplumsal katmanlardaki
dengesizlikler ve zulüm gibi. Bu hareketin, yani eşkıyalığın altında sürekli olarak
"olumsuzluk" aramak zorundayız. Toplum yaşamını biçimlendiren gerçek, insanın
olumsuzluğa ve zora boyun eğmeyeceğidir. Çünkü insan, olumsuzluğa ve zora baş
kaldırmanın ürünüdür.387
Devletlerin çöküşünde evrensel bir yasa vardır: "ekonomik kriz." Öyleyse
bütün ayaklanmaların, eşkıyalığın, savaşların, diğer bir deyişle "asayişsizlik
dönemlerinin", nitelikleri farklı olsa da, kaynağı sosyo-ekonomik nedenlerdir.
Gerçekten de eşkıyalık, yoksullaşma ve ekonomik kriz dönemlerinde yaygınlaşma
eğilimi gösterir. Fernand Braudel'in belirttiği, geç 16. yüzyıl boyunca Akdeniz
eşkıyalığında görülen büyük artış, bu dönemde köylülerin hayat standartlarında
önemli düşüşü yansıtıyordu. Yapılan gözlem ve araştırmalar, bütün eşkıyaların
malı mülkü olmayan, fakir kimseler olduğu noktasında birleşmektedir. 388
Bu noktada "sosyal eşkıyalık" ve "soylu eşkıyalık" kavramları hem
eşkıyalık kavramının en baskın şeklini anlamamıza hem de ileride inceleyeceğimiz
iki romanı konumlandırmamıza yarayacaktır.
Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2, Sabahattin Ali'den Yusuf Atılgan'a, İletişim
Yayınları, İstanbul, 2003, s. 80.
386
Sabri Yetkin,a.g.e. s. 9
387
Sabri Yetkin,a.g.e. s. 9
388
Sabri Yetkin,a.g.e. s. 10-11
385
163
"Sosyal eşkıyalık" bir tepki ve direnç kurumu olarak, kır/köy insanının,
denetleyemediği merkezi otoriteye veya ona bağlı olan ya da ona dayanarak
yaşayan yerel otoriteye başkaldırışının simgesi yani sosyal protestonun en ilkel
biçimidir. "Sosyal eşkıyalık" bir başka anlatımla, zenginlere, yabancı işgalcilere,
baskı uygulayanlara ya da geleneksel düzeni bozup adaletsizliği yayan sömürücü
güçlere karşı sessiz, güçsüz ve edilgen köylü kitlesinin yukarıda belirttiğimiz
güçlülere karşı kendini korumasının simgesel olarak direnmesinin yaygın, somut ve
evrensel bir örneğidir. 389
Köylünün toprağa olan bağlılığı, kendi malını elde etme ve koruma savaşı,
açgözlü ağalara, insafsız memurlara karşı bağımsızlık arama çabası, halk
edebiyatının tükenmez kaynaklarından birisidir. Eşkıya, halk edebiyatında, adalet
arayan, toprağa kavuşmak için savaşan kahramanı temsil eder. Çoğu kez soylu
biridir, toprak sahibinin ya da devlet memurunun adaletsizliğine dayanamaz, dağa
çıkıp kendi adalet kavramını uygular, köylüye yardım eder. Eşkıyalığın ana sebebi,
devletin bütün ülkede üstünlüğünü, kanunlarını eşit bir şekilde yayamaması, yani
eski bir yaşayıştan artakalan derebeyliği bastıramamasıdır. 390
Eşkıyalık; savaş yıllarında, yoksulluk artınca, ekonomik sıkıntılar ve
adaletsizlik baş gösterince vb. durumlarda ortaya çıkan bir olgudur dedik. Bu
olgunun ise hayatın yansıması olan romanlarda tema olarak kullanılması doğaldır.
Toplumun yaşadığı kırılmaların sonucu olan eşkıyalık doğal olarak romanlara da
yansımıştır. Türk romanında eşkıyalık teması denince akla ilk gelen
romanlardandır İnce Mehmed ve Kuyucaklı Yusuf.
Edebiyatımız insanı, kişiliğini devamlı göz önünde bulundurarak, bağlı
bulunduğu sosyal grup içinde görmeli ve öyle incelemelidir. Sosyal grup ve tarih
içinde insanın hayatını çizmeye çabalayan bir edebiyat hem insanı hem de kendi
açısını genişletmiş olur. 391
Dolayısıyla Kuyucaklı Yusuf ve İnce Memed edebiyatımızda insanı ve
kişiliğini bağlı bulunduğu sosyal grup içinde görür ve buna göre kahramanlarını
şekillendirir.
389
Sabri Yetkin, a.g.e. s .11-12
Kemal H. Karpat, Osmanlı'dan Günümüze Edebiyat ve Toplum, Timaş Yayınları, İstanbul, 2017,
s.123-124.
391
Kemal H. Karpat, Çağdaş Türk Edebiyatında Sosyal Konular, Varlık Yayınevi, İstanbul, 1962, s.910.
390
164
Her iki romanda da "sosyal eşkıya" ve "soylu eşkıya" olarak
adlandırabileceğimiz karakterleri yukarıda bahsettiğimiz tanımlamalara
uymaktadır. Yine her iki romanda döneminin sıkıntılı izlerini görürüz.
Kuyucaklı Yusuf romanında Kuyucaklı olan Yusuf’un kendisini evlatlık
alan Kaymakam’ın kızı Muazzez'le olan aşkı ve onun mutluluğunu istemeyen
kişilerle mücadelesi anlatılmıştır. Bu mücadele Yusuf'un aynı zamanda dönemin
ezici güçlerine karşı sergilediği bir başkaldırıdır.
Kuyucaklı Yusuf'un olayları Osmanlı İmparatorluğu'nun son yirmi yıllık
döneminde geçerse de, yazıldığı 1930'lu yıllarda toplumsal yapı bakımından durum
pek değişik değildi. İşte Kuyucaklı Yusuf'ta bu yapıya ve düzene karşı çıkış,
yazarını, Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal'in ve genellikle Anadolu romancılarının
öncüsü yapar. 392
Onu (Yusuf'u) ilginç kılan, yalnızca, ilk köylü roman kahramanı olması
değil, belli bir toplumsal yapının yarattığı değerli görüşleri (nedenlerinin bilincinde
olmasa da) aşmak istemesi. Bu bakımdan, 1950'lerden sonraki Türk romanında,
düzenle uzlaşamayan kahramanların da ilk örneği sayılabilir. Böylece, Kuyucaklı
Yusuf Türk romanında yeni bir sorunsalı başlatmakla kalmaz, bu sorunsala bağlı
olarak yeni bir roman kahramanı tipi de getirir. 393
İnce Memed romanının konusu Anadolu halkının geri kalmışlığı, cahil
bırakılmışlığı, köy hayatının sefaleti ve ağaların tüm yöreye tamamen hakim
olması üzerine bu duruma karşı bir isyan öyküsüdür.
Memed karakteri bütün yönleriyle başkaldırının, adaletsizliğe karşı gelişin
sembolüdür.
Her iki romanda da olayların geçtiği dönemin sosyal yapısı ustalıkla
aktarılırken karakterler arasındaki ortaklıklar da ilgi çekicidir.
Kuyucaklı Yusuf da İnce Memed de babasızdırlar; ikisi de evlat edinilirler;
ikisinin de sevdiği kızı zengin kötü adam oğluna almak ister; Yusuf da Memed de
sevgililerini kaçırırlar; ikisi de rakipleri olan erkeği silahlı bir çatışmada tabancayla
öldürürler; ikisinin de karıları bir silahlı çatışmada ölür. İkisini de romanın sonunda
yalnız olarak atını dağlara sürerken bırakırız. Çeşitli episodlar arasındaki bu
392
Berna Moran, a.g.e s. 17-18
Berna Moran, a.g.e s..34
393
165
benzerlikler kendi başlarına önemli sayılmayabilirlerdi, ama Kuyucaklı Yusuf'un
yarım kalmış bir eşkıya romanı olduğunu kanıtlarsak bu episodalrın anlamı değişir
ve eşkıya romanlarında saptadığımız dört bölümden ilk ikisini oluşturdukları
görülür.394
İnce Memed para dağıtmaz, adalet dağıtır. Yaşar Kemal Çukurova'daki
açgözlü ağaları köylülerin topraklarını ne gibi yollarla ele geçirdiklerini ve toprak
dağlımı konusundaki haksızlığı belirtmek istediği için İnce Memed'i bu haksızlığa
baş kaldıran bir devrimciye dönüştürür. Gerçi İnce Memed soylu eşkıya geleneğine
uygun kişisel nedenlerle (Hatçe yüzünden) çıkar da, ama zamanla kendi kişisel öç
alma amacı, köylünün Abdi Ağa'nın elinden kurtarılması amacıyla birleşir ve bu
düşünce Memed'in kafasında gelişe gelişe oradaki köylere toprak mülkiyeti
konusunda yeni bir düzen getirme şeklini alır.395
İnce Memed ve Kuyucaklı Yusuf hâlâ çok okunan romanlardandır. İki
romanında sadece yazıldığı dönemin sosyal sorunlarını değil bütün insanlık
tarihinin adaletsizlik sorunsalını anlatıyor olması zamansız romanlar olmalarını
sağlamıştır.
Romanın çok tutmasının bir nedeni, öç alma, hapsedilmiş sevgiliyi
kaçırma, halkını bir canavardan kurtarma, fakir topluma bolluk getirme gibi,
okurların daima ilgisini çekmiş olan geleneksel kalıpların ve bunların gerektirdiği
işlevlerin aynı yapıtta ve aynı insanda (isterseniz "eyleyen" de) ustaca toplanmış
olmasıdır. Yaşar Kemal bunların tümünü bir potada eritmiş ve yer yer köylünün
psikolojisine ve karakterine ışık tutan çok yönlü bir eşkıya romanı yazmayı
başarmıştır.396
Sonuç olarak, tarih boyunca farklı sebeplerden de olsa eşkıyalık varlığını
sürdürmüştür. Adaletsizlik, haksızlık, eşitsizlik, savaşlar vb. sebeplerden beslenen
eşkıyalık kişilerin baş kaldırma süreciyle tamamlanmıştır. Eşkıyalık sosyal bir
olgudur. Her sosyal olgu da edebiyatın bir malzemesidir. Dolayısıyla Türk
edebiyatında birçok roman da bu kavramdan yola çıkarak roman tarihimize önemli
eserler olarak adını yazdırmıştır. Kuyucaklı Yusuf ve İnce Memed de bu eserler
arasında yerini almıştır. Dolayısıyla eşkıyalık kavramı toplum içinde yerini almış
ve edebiyatta da romanın mühim temalarından biri olmuştur.
394
Berna Moran, a.g.e s. 82
Berna Moran, a.g.e s.85
396
Berna Moran, a.g.e s. 92
395
166
KAYNAKÇA
Ali, S. (1999). Kuyucaklı Yusuf. Yapı Kredi Yayınları.
Ayverdi, İ. (2010). Kubbealtı Lugati Misalli Büyük Türkçe Sözlük. Kubbealtı
Yayınları.
Karpat, K. H. (2009). Osmanlı'dan Günümüze Edebiyat ve Toplum. Timaş
Yayınları.
Karpat, K. H. (Tarih bilinmiyor). Çağdaş Türk Edebiyatında Sosyal Konular.
Varlık Yayınevi.
Kemal, Y. (2016). İnce Memed. Yapı Kredi Yayınları.
Moran, B. (2003). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2: Sabahattin Ali'den Yusuf
Atılgan'a. İletişim Yayınları.
Sami, Ş. (2013). Kâmûs-ı Türki, Kapı Yayınları.
Yetkin, S. (2018). Ege'de Eşkıyalar. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
167
OSMANLI’DAN CUMHURİYETE KÖY OLGUSU VE
EDEBİYATIMIZDAKİ YERİ
Elif AKGÜN
ÖZET
Bu çalışmada Köy Enstitüleri ve bu enstitülerden çıkmış Köy Edebiyatı
yazarları “Osmanlı’dan Cumhuriyete Köy Olgusu ve Edebiyatımızdaki yeri”
başlığı altında incelenmiştir. Kemal H. Karpat’ın Edebiyat ve Toplum kitabında
sıkça karşılaştığımız Köy Edebiyatı kavramı ve bu kavramın Köy Enstitüleri ile
ilişkisi açıklanmıştır. “Köy Enstitüsü nedir?” , “Köy Edebiyatı Nedir?” , “Köy
Edebiyatı ile Köy Enstitüleri arasındaki ilişki nedir?” sorularına da cevap
aranmıştır.
Anahtar Kelimeler: Köy edebiyatı, Köy enstitüleri.
Muzaffer
Çil Anadolu Lisesi
168
GİRİŞ
Köy edebiyatı olgusu edebiyat tarihimizde Köy enstitülerinde yetişen
kuşak vesilesiyle önemli bir yer bulmuştur. Köy enstitülerinden yetişen köy
kökenli ve ilk görev yeri olarak köylerde bulunmuş öğretmenler köylerde yaşanan
günlük hayatı, problemleri, gelenekleri, düşünme biçimini ve toplumsal yaşamı iyi
tanıyor olmaları sebebiyle köyü içine alan edebiyat alanına önemli katkı
sunmuştur.
Köy Enstitüleri
Köy enstitülerinin kurulmasındaki en büyük problem buralarda görev
yapacak eğitimcilerin yetiştirilmesiydi. 1935 Yılında Atatürk eski kurmay
subaylarından Saffet Arıkan’ı Millî Eğitim Bakanlığına atadı. Aynı yıl içinde
Arıkan’da İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğüne atadı.397
Eğitmen yetiştirme deneyimi Köy Enstitüsü sisteminin ilk adımıdır. İlk
eğitmen kursu 1936 yılı aylarında deneme niteliğinde, Eskişehir’in Çifteler
bucağındaki Mahmudiye köyünde ilkokulda açıldı. Orada açılmasının nedeni
Çifteler harası araçlarından ve tarım elemanlarından yararlanmaktı. Burada verilen
8 aylık kursu bitirenlere öğretmen yerine eğitmen denilecekti. Askerlik görevleri
sırasında okuma yazma öğrenmiş köy gençleri bu eğitim programından
geçirildikten sonra köy ilkokullarında eğitmen olarak görevlendirilmişlerdir.
Böylece köy gençlerine ülkenin eğitim sistemi sorunlarının çözümünde yer
verilerek ilk adım atılmıştır.
Eğitmen kursu deneyiminden elde edilen fikirlerle hazırlanan 3803 sayılı
kanun tasarısı Mart 1940’ta meclis alt kuruluna verildi ve 17 Nisan 1940’ta genel
oturumda kabul edildi. Bu kanun 1940 ile 1943 yılları arasında 14 enstitü
kurulmasını gerektiriyordu. Bu kanunla beraber kurulan Köy Enstitüleri şunlardır:
397Gürsel,
Ö. (2009), Cumhuriyetin İlk Yıllarında Bir Eğitim Modeli Köy Enstitüleri, 1. İnşaat
Mühendisleri Eğitim Sempozyumu Antalya, s. 121
169
Tablo 1: Gürsel, Ö. (2009), Cumhuriyetin İlk Yıllarında Bir Eğitim Modeli Köy
Enstitüleri, 1. İnşaat Mühendisleri Eğitim Sempozyumu Antalya, s. 122
Adı ve Bulunduğu İl
Çifteler / Eskişehir
Kızılçullu / İzmir
Kuruluş Tarihi
1937
1937
Kepirtepe / Trakya
Gölköy / Kastamonu
Akçadağ / Malatya
Akpınar / Samsun
Aksu / Antalya
Arifiye / Kocaeli
Beşikdüzü / Trabzon
Cılâvuz / Kars
Düziçi / Adana
Gönen / Isparta
Pazarören / Kayseri
Savaştepe / Balıkesir
Hasanoğlan / Ankara
1938
1939
1940
1940
1940
1940
1940
1940
1940
1940
1940
1940
1941
İvriz / Konya
Pamukpınar / Sivas
Pulur / Erzurum
Dicle / Diyarbakır
Ortaklar / Aydın
Ernis / Van
1941
1941
1942
1944
1944
1948
İlk Çalışan Yöneticilerin Adları
Remzi Özyürek, M. Rauf İnan
Emin Soysal, Hamdi Akman, Talat
Ersoy
Nejat İdil, İhsan Kalabay
Ali Doğan Toran
Şinasi Tamer, Şerif Tekben
Nurettin Biris, Enver Kartekin
Talat Ersoy, Halil Öztürk
Süleyman Edip Balkır
Hürrem Arman, Osman Ülküman
Halit Ağanoğlu
Lütfi Dağlar
Ömer Uzgil
Sabri Kolçak, Şevket Gedikoğlu
Sıtkı Akkay
Lütfi Engin, Hürrem Arman, M. Rauf
İnan
Recep Gürel, İ. Safa Güner
Şinasi Tamer
Ahmet Korkut, Aydın Arıkök
Nafiz Evren
Hayri Çakaloz
İbrahim Oymak
Köy Enstitüleri Eğitiminin amaçlarına değinecek olursak:
Her şeyden önce köy öğretmeni ve diğer meslekler içerisinde köye
gerekli olacak elemanları yetiştirebilmek,
Yeni öğretmen tipinin, köyde önder rolü oynayabilmesi için farklı
bir eğitim süreci ve farklı bir öğretim yöntemini uygulayabilmek,
Eğitim aracılığıyla tarımsal ekonomiyi rasyonelleştirmek,
170
Yalnızca öğrenim çağında olanlara okuma yazma öğretmeye
yönelik değil,
Halkı eğitmeye yönelik biçimde bir eğitim sistemi kurmak,
Köylüyü ekonomik toplumsal ve kültürel yaşamda etkin kılmak,
bilinç düzeyini yükseltmeye çalışmaktır.398
Köy Enstitülerinin Eğitim Müfredatı
Kültür Dersleri ve Çalışmaları; Türkçe, tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi,
matematik, fizik, kimya, tabiat ve okul sağlık bilgisi, zirai işletme ekonomisi ve
kooperatifçilik, yabancı dil, el yazısı, resim-iş, beden eğitimi ve ulusal oyunlar,
müzik, ev idaresi ve çocuk bakımı, askerlik, öğretmenlik bilgisidir.
Teknik Dersler ve Çalışmaları ise şunlardır: Demircilik ve nalbantlık,
dülgerlik ve marangozluk, yapıcılık, köy ve el sanatları, makine ve motor
kullanma.
Tarım Dersleri ve Çalışmaları; Tarla ziraatı, bahçe ziraatı, sanayi bitkileri
ziraatı ve ziraat sanatları, zootekni, kümes hayvancılığı, arıcılık ve ipek böcekçiliği,
balıkçılık ve su mahsulleridir.
Bu enstitüler köyden alınan çocukları eğitmek (1952’ye kadar yirmi bin
enstitü yirmi bin kadar mezun vermiştir.) Sonrada onları köylerde öğretmenlik
yapmaya yollamak ve bu şekilde köylüyü kısa zamanda bilgisizlikten kurtarmak
amacını güdüyordu. Enstitülerin ders programları gerçekten ilginçti: Hem teorik
bilgi veriliyor hem de pratik çalışma ile öğrencinin gözlem yeteneği, kendine
güveni arttırılıyor, atılganlığı destekleniyordu. Amaç onun bir öğretmen olarak
köyde karşılaşacağı güç durumlardan yılmamasını sağlamaktı.399
Her enstitü, tarım dersi ve çalışmalarını bölgenin iklimine, coğrafyasına,
vs. özelliklerine göre düzenliyordu. Örneğin Çifteler Köy Enstitüsünde tarım
(pamuk, tütün vs) ürünleri üretimi vardı. (Tablo 2)
Gürsel, Ö. (2009), a.g.m, s. 122
Karpat, Kemal (2009), Osmanlı'dan Günümüze Edebiyat ve Toplum, Timaş Yayınları,
İstanbul. s. 105
398
399
171
Tablo 2: Çifteler Köy Enstitüsünde 1945-1946 yıllarındaki toplam üretim400:
Ürün
Buğday
Arpa
Yulaf
Mercimek
Nohut
Taze Bakla
Soğan
Sarımsak
Patates
Fasulye
Kabak
Miktar (Kg)
40.531
13.096
2.284
508
144
2.000
9.000
3.000
10.000
1.500
25.000
Ürün
Bezelye
Kuru Bakla
Patlıcan
Biber
Domates
Pırasa
Turp
Lahana
Ispanak
Bamya
Havuç
Miktar (Kg)
500
400
3.000
4.000
15.000
20.000
3.000
2.000
20.000
500
2.000
Yukarıdaki tabloyu incelersek, 40 bin kilogramı aşan buğday üretimiyle bölgenin
tarımı desteklenmiştir. Bugün hâlâ bu bölgenin temel geçim kaynaklarından biri de
buğdaydır.
Eleştirel bakan kimileri için sorun şudur: “Köy enstitüleri öğretimi kişinin
çevresine olan bağlılığını, köylünün esenliği için duyduğu ilgiyi düzenli bir
gelişme sonucunda sağlamlaştırmak amacını güttü. Bundan köy problemlerini basit
bir yoldan çözmeye kararlı yeni bir aydın tipi çıktı”.401
Köy Edebiyatı:
Köy Enstitü çıkışlı yazarlar köyün yaşamını vurgulamak için “Köy
Edebiyatı” adı verilen ve toplumcu gerçekçi köy romanı ortaya çıkmıştır. Bu
akımla birlikte Köy Enstitüsü kavramını beraber incelemek gerekir.
1950-1960 yılları arasında yazılmış köy romanlarını inceleme sebebimiz
ise “köy romanı” deyince, daha çok Köy Enstitülerinden mezun yazarların köyü ve
köylünün sıkıntılarını gerçekçi gözlemle ele alarak oluşturdukları hareketin akla
400Gürsel, Ö. (2009), Cumhuriyetin İlk Yıllarında Bir Eğitim Modeli Köy Enstitüleri, 1. İnşaat
Mühendisleri Eğitim Sempozyumu Antalya, s. 124
401Karpat, Kemal (1971), Çağdaş Türk Romanında Sosyal Konular, Varlık Yayınevi, İstanbul. s. 39
172
gelmesidir. Bu yıllar arasında yazılan köy romanlarının sayısı kırk beşi
bulmaktadır.402
Mahmut Makal’ın “Bizim Köy” kitabının yayımlandığı 1950 yılından
itibaren Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Dursun Akçam gibi pek
çok enstitülü çıkışlı yazarın yer aldığı bu akımın Türk edebiyatına etkili olduğunu
görüyoruz.403
Bunun dışında Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Mehmet
Başaran köy problemlerini gerçekçi ve değişik şekilde ele almışlardır. Yaşar
Kemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Sami Kocagöz ve İlhan Tarus ise gerçekçi,
nesnel, özel yaşantılara dayanır.404
Köy Edebiyatının temsilcilerinden olan Talip Apaydın; romanları doğduğu,
büyüdüğü ve çok iyi bildiği Polatlı, Eskişehir, Beypazarı ve çevrelerinde geçer.
Yoksul köylünün su, toprak, eğitim, parasızlık, köyden kente göçü gibi konuları
romanlarında işlemiştir. “Sarı Traktör” romanında ise tarımda makineleşme ile
gelen sorunları ve değişimi ele almıştır.405
Yaşar Kemal ise romanlarında mekânı Çukurova ve Toros çevresini
seçmiştir. Tabiata, köye, doğaya en yakın olan isim olmuştur. Yaşar Kemal uzun
yıllar boyunca aralarında yoksullukla yaşadığı köy insanını onların içinden biri
olarak anlatmıştır. Köy insanların çektiği sıkıntılar, yoksullar, ırgatlar, ırgatlarla
ağaların ilişkileri, eşkıyalar, kan davası gibi konuları ele almıştır. Yaşar Kemal’in
eserlerinde kişiler genellikle eşkıyalar, ağalar, ırgatlar üçgeninde şekillenir ve
köyde yaşayan her kesimden insan şahıs olarak karşımıza çıkabilir.406
SONUÇ
Her döneme ilişkin koşullar edebiyatta yansıma bulur. Bir başka deyişle;
edebiyat evrensel ve genel özellikler içerse de esas itibariyle şahitlik edilen
dönemin olay ve olgularını konu edinir. Yaşanan şartlar kahramanların temsil ettiği
402Sarıaslan,
S. (2014), Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir’in 1950-1960 Yılları Arasındaki
Köy Romanlarında Halk Kültürü Unsurları, s. 466
403Çankaya, E. (2013) Türk Köyü Köy Edebiyatına Nasıl Yansıdı? Köy Enstitülü Yazarlarda Tematik
Eğilimler, TurkishStudies. s. 51
404 Karpat, Kemal (1971), Çağdaş Türk Romanında Sosyal Konular, Varlık Yayınevi, İstanbul. s. 40
405https://www.edebiyatogretmeni.org/talip-apaydin/ (Erişim Tarihi: 14.12.2019 14.23)
406https://www.edebiyatogretmeni.org/yasar-kemal/ (Erişim Tarihi: 14.12.2019 15.16)
173
karakter ve olay örgüsü üzerinden insanlara ulaşır. Benden önce sunum yapan
arkadaşlarımın incelediği konular ve 150 yıllık zaman dilimi ülkede yaşanan
değişimin ve gelinen iktisadi sosyal sürecin neler içerdiğini öğrenmemizi sağladı.
Genç Türkiye Cumhuriyetinin devraldığı sorunların halli ve toplumsal yapının
dönüştürülmesinde Köy Enstitüleri önemli bir rol üstlendi. Köy enstitülerindeki
eğitimin amacı yalnızca öğrenim çağında olanlara okuma yazma öğretmeye
yönelik değildi, halkı eğitmeye yönelik biçimde bir eğitim sistemi içeriyordu.
Öğrencilere demircilik, nalbantlık, makine ve motor kullanma gibi derler
verilmiştir. Bunun nedeni köyde karşılaşılacak problemlere karşı kendini zor
durumlardan koruyabilmektir. Köy Enstitüleri çıkışlı yazarlar köyü ele alarak
birçok kitap çıkarmışlardı. Bu edebiyat alanı o dönemin dünya konjonktüründeki
akımlara da yakından ilgiliydi. Toplumsal gerçekçilik akımı birçok ülke
edebiyatında başat rol üstleniyordu. Ülkemiz edebiyatında bu rolü daha çok köyü
iyi tanıyan Köy Enstitüsü mezunu genç yazarlar üstlendi. Genç kuşaklar ve
şehirlerde yaşayanlar bu sayede köyü ve köylüyü daha fazla tanınmış ve çektiği
sıkıntıları anlayabilmiştir.
174
KAYNAKÇA
Çankaya, E. (2013). Türk Köyü Köy Edebiyatına Nasıl Yansıdı? Köy Enstitülü
Yazarlarda Tematik Eğilimler. Journal of Turkish Studies. 8. 49-49.
10.7827/TurkishStudies.5343.
Gürsel, Ö. (2009), Cumhuriyetin İlk Yıllarında Bir Eğitim Modeli Köy Enstitüleri.
1. İnşaat Mühendisleri Eğitim Sempozyumu, Antalya.
Karpat, K. (1971). Çağdaş Türk Romanında Sosyal Konular. Varlık Yayınevi.
Karpat, K. (2009). Osmanlı'dan Günümüze Edebiyat ve Toplum. Timaş Yayınları.
Sarıaslan, S. (2014), Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir’in 1950-1960
Yılları Arasındaki Köy Romanlarında Halk Kültürü Unsurları
[Yayımlanmamış yüksek lisans tezi]. Adnan Menderes Üniversitesi.
http://hdl.handle.net/11607/436
175
OSMANLI İMPARATORLUĞU 19. YÜZYIL NÜFUS HAREKETLERİ VE
GENÇ CUMHURİYETE BIRAKTIĞI MİRAS
Ömer ÖZEL
ÖZET
Osmanlı Tarihi üzerine yapılan araştırmalarda genellikle siyasî alan
ağırlıklı olarak ele alınmıştır. Toplumsal alanlarda yani devletin siyasetine
doğrudan doğruya etki eden sosyal, hukukî ve iktisadî meseleler, siyasî alanlarda
olduğu kadar dikkat çekmemiştir. Oysa tarihi olaylar değerlendirilirken bir bütün
olarak incelenmeli ve ele alınmalıdır. Böylece devletlerin tarihi süreçlerini
anlamada daha gerçekçi sonuçlar ortaya çıkarılabilecektir. Günümüze kadar
kurulmuş olan Türk Devletleri’nin sosyal ve siyasi hayatlarında “göç” olgusunun
önemli bir yer tuttuğu inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Orta Asya’dan çeşitli
nedenlerle başlayan Türk göçleri, Osmanlı Devleti döneminde Anadolu’dan
Balkanlara gerçekleşen iskân faaliyetleri ile devam etmiştir. Türkler, 1353 yılından
itibaren Rumeli, diğer bir ifadeyle Osmanlı Devleti’nin Avrupa-i Osmanî diye
adlandırdığı topraklarda hüküm sürmeye başlamıştır. Yaklaşık beş yüz yıl süren bu
dönemde Türk kültürü Balkanlar’da kalıcı bir hale gelmiştir. Balkanlar, dağıyla,
taşıyla, nehirleri ve ovalarıyla bize yâr olmuş vatan toprağı haline gelmiştir.
Anahtar Kelimeler: Tahrir defterleri, Taşra, Demografi, Rumeli, Kafkasya.
Muzaffer
Çil Anadolu Lisesi
176
GİRİŞ
Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden itibaren özellikle vergi mükellefi
olan ve askerlik çağında bulunan insanları tespit etmek amacıyla nüfus sayımları
yapıldı. . İlk zamanlarda tımar sistemiyle bağlantılı olarak ülkedeki vergi
potansiyelini görmek üzere tahrirler yapıldı ve bu çalışmalar sonucunda defterler
düzenlendi. Tımar sistemi önemini kaybedince tahrir işlemleri, avarız sayımları
şeklinde icra edilmeye başlandı ve sayımlar 18. yüzyıl boyunca bu şekilde devam
etti. 19. yüzyıldaki yeni gelişmelerle birlikte sayım işlemlerinin mahiyeti de
değişmeye başladı. Bu bağlamda ilk olarak 1828-29 yıllarında bir nüfus sayımı
yapıldıysa da savaş nedeniyle tamamlanamadı. Bunun ardından 1830- 31’de genel
bir nüfus sayımı yoluyla ülkedeki erkek nüfus belirlenmeye çalışıldı.
Nüfus Sayımı:
Bir ülke nüfusunun nitelik ve niceliği üzerinde gerekli verileri saptamak
amacıyla belli aralıklarla yapılan ölçümdür. Genel bir ifade ile nüfus, sınırları
belirli herhangi bir yerde belirli bir tarihte yaşayan insan sayısı olarak
tanımlanabilir. Günümüzde ülkelerin önem verdiği konulardan biri nüfustur. Çünkü
nüfus, ülkelerin kalkınmasında, tanıtılmasında doğal kaynakların işletilmesin de,
üretim ve tüketim üzerinde son derece etkilidir. Aynı zamanda ülkeler için önemli
bir güç kaynağı ve devamlılıklarını sağlamada önemli bir ölçüttür.
Tahrir Defterleri:
Klasik dönemde verginin tespiti amacıyla düzenlenen tahrir defterlerindeki
kişilerin isimleri, statüleri, alınan vergilerin cinsi ve miktarı, toprağın tasarruf şekli
ile mülkiyet ve vakıf sistemi kaydedilirdi. Defterlerde şehir halkı, mahalle
biriminin altına yazılır; ayrıca kişiler, birbirleriyle yakınlıkları nispetinde yan yana
gösterilirlerdi. Evli hane reisi ile onun erkek çocukları, kendi isimleri ve
babalarının isimleriyle verilir, belirleyici bazı özellikleri ile statüleri de bu isimlerin
yanında belirtilirdi. Vergiye tâbi, hür ve sağlıklı kişiler defterlere kaydedildiği için
köle menşeli kişiler ancak azat edildikleri ya da hür oldukları zaman yazılırlardı.
Bunun dışında sakat, hasta ve yaşlı kimseler de vergiden muaf olmaları sebebiyle
177
kayda geçirilirlerdi. Bir yerde gayrimüslimler mevcutsa bunlar genellikle defterde
ayrı başlıklar halinde gösterilirlerdi.407
Tahrir: Yazma, kitabet, kompozisyon.
Osmanlı Türkçesi Terimi Olarak Tahrir:
Osmanlı Devletinde yeni fethedilen toprakların mülkiyet ve vergi oranlarını
belirlemek amacıyla yürütülen yazım işlemi. Tarih terimi:-Osmanlı Devleti'nde
yeni fethedilen toprakların yazım işi.
Taşra: 1-Hariç ve dış taraf.( Osmanlıca Sözlükler)
2-İstanbul harici olan memleket.
3-Merkez-i hükümet hâricinde olan yerler.
4-İstanbul dışındaki yerler.
Demografi: 1-Nüfus Bilimi ( TDK Türkçe Sözlük. 1998: 1056 )
Osmanlıdaki Nüfus Sayımları
1831 Nüfus Sayımı
Osmanlı İmparatorluğunda toprak yazımı vesilesiyle olmayan gerçek
anlamdaki ilk nüfus sayımı, büyük hazırlıklardan sonra 1831 yılında Rumeli ve
Anadolu sancakları, kasaba ve köylerinde yapıldı. 2. Mahmut’un Yeniçeri ocağını
kaldırmasından sonra yapılması gereken ilk reform, yeni bir ordunun kurulmasıydı.
Bu ordunun kurulması için de, yeni vergi kaynaklarının bulunması ve askerlik
yapabilecek halkın sayısının bilinmesi gerekiyordu. Sayım, yalnız erkek nüfusu baz
aldığı için Anadolu ve Rumeli'nin gerçek nüfusunu göstermekten uzaktı. Ancak
erkek nüfusu ile kadın nüfusun sayıları aşağı yukarı aynı olabileceğinden o
dönemde doğruya yakın bir fikir verebilmektedir. Rusya ile savaş durumu ortaya
çıkınca bu sayım tamamlanamadıysa da savaşın ardından ülke genelinde 1830-31
döneminde yeni bir sayım daha yapıldı. Ayrıca bu sayımların ardından hazırlanan
407Halime Doğru, “Osmanlı Devletinde Toprak Yazımından Nüfus Sayımına Geçiş Ve Bir Nüfus
Yoklama Defteri Örneği”, Anadolu Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dergisi, I/2, Eskişehir 1989,
s. 236, 239.
178
defterleri incelemek ve muhafaza etmek üzere devlet merkezinde Ceride Nezareti
ve bunun bir uzantısı olarak taşrada defter nazırlıkları teşkil edildi.408
Ne var ki zamanla tımar sistemi önem kaybedince geniş çaplı tahrir
faaliyetleri de terk edilmeye başlandı. 17. yüzyıldan itibaren avarız vergisinin
düzenli hale gelmesiyle birlikte bu vergiden sorumlu olan halkın tespiti işi de
kadılar ile yerel idarecilere bırakıldı; kadıların nezaretinde avarız tahrir defterleri
hazırlanarak merkeze gönderildi. Bu şekilde avarız sayımları, 18. yüzyıl boyunca
icra edilmeye devam etti. Bahsi geçen genel nüfus sayımı 1831 yılı ortalarında
tamamlandıktan sonra sayımlar, yukarıda açıklandığı üzere nüfus yoklamaları
şeklinde devam ettirildi. Bunun dışında zaman zaman ülkede genel ve bölgesel
nüfus sayımları da yapıldı. Mesela 1844 yılında, orduya düzen vermek ve askere
alma usulünü değiştirmek amacıyla bir nüfus sayımı yapılmaya başlandı. Ancak
halkın bu harekete tereddütle yaklaşması ve çıkan şayialar üzerine nüfusu
gizlemeye kalkışmaları sebebiyle söz konusu sayımlardan sağlıklı neticeler
alınamadı.
Bunun dışında 1866’da Tuna vilayetinde nüfus ve emlak sayımları da icra
edilmeye başlandı.19 1866-1873 yılları arasında Tuna vilayetinde yürütülen ve çok
kapsamlı olan bu sayımlar sırasında vergilerin yanı sıra kişilerin meslekleri ile mal
varlıkları da kaydedildi Nüfus sayımlarına yönelik çalışmalar bundan sonra da
devam etti. Bu bağlamda 1874 yılında nüfus işleriyle ilgilenmek üzere Tahrir-i
Nüfus Umum müdürlüğü teşkil edildi. Yapılan görüşmeler neticesinde büyük
ölçüde 1874 yılındaki düzenlemeye dayanan bir nizamname hazırlandı ve bu
metin, 1881 yılında padişah tarafından yürürlüğe konuldu. Gerekli hazırlıklar
yapıldıktan sonra nüfus sayımları için çalışmalara başlandı. Ne var ki normal bir
süre içerisinde bitirilemeyen bu sayımlar 1880’li yıllar boyunca devam etti ve
sayımları tamamlamak uzun zaman aldı.24 Hatta merkeze yakın Edirne vilayetinde
dahi 1896 yılında sayımı yapılmamış yerler vardı. Sayımla ilgili ilk sonuçlar da
ancak 1893’te bir araya getirilebildi. Bu sayımları diğerlerinden ayıran önemli bir
özellik de erkeklerin yanı sıra kadın, çocuk ve yaşlıların da sayımlara dâhil
edilmesiydi.409
Buraya kadar üzerinde durulan sayım çalışmalarının ardından Osmanlı
Devleti’nde 1905-06 tarihinde tekrar nüfus sayımı icra edildi. Bu sayımların
408Yusuf
İhsan Genç, Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, Yusuf İhsan Genç vd., Başbakanlık
Basımevi, Ankara 2010, s. 99-100.
409Yaşar Yücel, Anadolu Beylikleri Hakkında Araştırmalar I, 1991 Ankara, s. 192-203.
179
yapılmasına yol açan sebepler, hem teknik hem de siyasi nitelik taşımaktaydı. Bir
defa Osmanlı idaresi, önceki sayımlardan pek memnun kalmamıştı; özellikle belli
bölgelerde nüfusun eksik sayıldığı belirtilmekteydi. Sayımların siyasi sebebi ise
gayrimüslim cemaatlerin kendi nüfuslarını çok göstermeye çalışmaları ve dini
cemaat liderlerinin nüfus istatistikleri hususunda çekişmeye girmeleriydi. Osmanlı
idaresi de böyle sorunlara son vermek üzere, eskisi gibi uzun sürmeyecek
Osmanlı’nın 19. yüzyılda icra ettiği nüfus sayımlarına bakıldığı zaman son iki
sayım çalışmasının diğerlerine göre daha özel bir yeri olduğu görülmektedir.
Osmanlı Devleti’nde 1881 yılında yayımlanan Sicil-i Nüfus Nizamnamesi’ne
dayanılarak yapılan bu sayımlar, Osmanlı’nın en kapsamlı sayımları olma niteliğini
taşımaktaydı. (Akbank, 1980; 3-4; Yalçıntaş, 1972;3; Gürtan,1966;125-140).
Nitekim bu sayımlarda halkın nüfusu yaşa, cinsiyete, doğum yerine, mesleğe,
medeni duruma ve cemaate göre ortaya konulmaktaydı. Yeni sayımların
yapılmasına karar verdi.
Misak-ı Milli Sınırları İçerisindeki Nüfusun İllere Göre Dağılımı410:
İLLER
Adana
İzmir-Aydın
Van
Ankara
İzmit
Maraş
Bursa
NÜFUS
422.400
1.819.616
379.800
953.817
246.824
494.214
1.371.667
İLLER
Kastamonu
Kars-Ardahan
Bitlis
Konya
İstanbul
Diyarbakır
Sivas
NÜFUS
961.200
182.000
398.700
1.038.994
1.300.000
471.462
1.169.443
Cumhuriyet Döneminde Nüfus Sayımları
1927 yılında ülkede nüfusun yüzde yetmiş beşi, 1960’da yüzde altmış sekizi
köydedir. Buna göre 1927'den 1960'a gelindiğinde ülkede ancak yüzde yedilik
şehirleşme olduğu ve halen nüfusun büyük kısmının köylerde yaşadığı aşikârdır.
Geçen süre zarfında köylerden şehirlere doğru nüfus çekilememiştir. Bunun en
410(Çavdar,
1973: s.129)
180
büyük nedenlerinden
geçilememesidir.
biri
sanayileşmeye
ülkenin
büyük
bölümünde
1927 Nüfus Sayımı
Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk genel nüfus sayımı 1927 yılında yapılmıştır.
Ülkenin nüfusu 13.464.564’ tür. Osmanlı Devleti’nde 14 Mart 1914 verilerine göre
14 Nisan 1919’da yapılan tahmine göre Misak-ı Milli sınırları içinde kalan nüfus
14.118.968’dir. Buna göre gerek Misak-ı Milli sınırlarının bir kısmının dışarıda
kalması ve gerekse Türk Kurtuluş Savaşı esnasında şehitlerin yanında azınlıkların
bir kısmının diğer ülkelere veya kendi ülkelerine göç etmeleri ile nüfus sayısında
azalma olmuştur.
Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte nüfus ülkenin en
önemli meselelerinden birini oluşturmaktaydı. Çünkü Osmanlı Devleti Trablusgarb
Savaşı’ndan Türk Kurtuluş Savaşı’na kadar devamlı savaşlarda hem sınırlarını hem
de nüfusunu önemli ölçüde kaybetmişti. Ülkede Türk Kurtuluş Savaşı’nda da nüfus
kaybı devam etmiştir. Bu süreç sonrasında Cumhuriyetin başlarında ülke nüfusu
13.464.564’tür. Bu nüfusun yaklaşık % 75’i köylerde yaşamakta, çoğunluğunu da
çocuk, kadın, yaşlı ve gaziler oluşturmaktaydı. Ülkede Cumhuriyetin niteliklerinin
halka benimsetilebilmesi için şehir nüfusunun arttırılması, ülke ekonominin
iyileştirilebilmesi için tarlalarda çalışacak ve üretim yapabilecek daha fazla nüfusa
ihtiyacı bulunmaktaydı. Bu çalışmada Cumhuriyet başında ülkeniz nüfusu ve süreç
içerinde yapılan nüfus sayımlarında gerçekleşen nüfus artışı ile nüfus yoğunluğu
incelenmiş, bu nüfus artışı içerisindeki dalgalanmalar ve nedenleri araştırılarak
bölgeler arası göç hareketleri ve şehirleşme sürecinin beraberinde getirdiği
meseleler ele alınmıştır. (Aydemir, 1999: 317)
Grafik 1: Yıllara göre Türkiye nüfus artış grafiği
Öncesinde 2. Dünya Savaşı olduğundan özellikle 1945 ten sonra nüfusta önemli bir
artış görülmüştür burada devletin nüfus arttırıcı politikalar izlemesi etkili olmuştur.
Doğum oranları ve ölüm oranları eş zamanlı olarak azaldığını görüyoruz.411
411Cem
Behar, “Osmanlı Nüfus İstatistikleri ve 1831 Sonrası Modernleşmesi”, Osmanlı
181
Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara 2000, s. 69. 20 K. H.
Karpat, a.g.e., s. 79.
182
Grafik 2: Yıllara göre Türkiye’nin köy ve şehir nüfusu
Özellikle 1970’den sonra önemli bir artış görülmüştür. En önemli etkenleri,
okuryazarlığın artmasıdır. Başlangıçta yani 1950’li yıllarda, iç göçün sebebi
sanayileşme ve kalkınma olarak 412 bilinmektedir. Bu yıllarda şehirleşme hızı %2.5
iken 1975 yılında %6’nın üstüne çıkmıştır.” Şehirdeki istihdam ortamı, eğitim ve
sağlık kurumlarının varlığı ve şehir hayatının çekiciliği kentleri cazibe merkezi
haline getirmiş nüfus hareketini hızlandırmıştır.
Osmanlı Toprak Fetih Sisteminin Bozulmasına Bağlı Nüfus Hareketleri Ve
Bunun Sosyal Yapımıza Yansıması
Rumeli ve Kafkasya Göçleri
Rumeli kelimesi ne anlama gelir?
Rumeli, sözündeki "Rum" kelimesi "Doğu Roma İmparatorluğu sınırları
içinde olan toprak, halklar" anlamıyla kelimenin yapısına katılmıştır. Osmanlı
Türkleri, Avrupa'ya ayak bastıktan sonra, burada fethettikleri yerlere Rumeli adını
verdiler.
Etimolojik anlamı
"Rumelia" veya "Roumelia", (Türkçe Rumeli, Batı Kayı Türkçesiyle
Urumeli Urumcuk Doğu Roma veya Bizans İmparatorluğu), Rumeli ismi genelde,
15. asrın devamında, Devlet-i Aliye-i Osmaniye konusunda Balkan Yarımadasının
bir bölümünü ifade etmek için kullanılmıştır.
Büyük Roma İmparatorluğu'nun ve daha sonra da Doğu Roma
İmparatorluğunun topraklarının en batısı ve İran topraklarının da en doğusu olduğu
için İranlılar ve Türkler buraya Rum demişlerdir.
412Mehmet
Taştemir, age., s. 76-79; Tahir Sezen, age. s. 193
183
Bugün Rumeli nereleri kapsar?
Rumeli eyaletinin kapsadığı alan günümüz Bulgaristan'ı, güney Sırbistan,
Makedonya, Bosna-Hersek, Karadağ, Arnavutluk ve Tesalya (orta Yunanistan)
bölgelerini içermekteydi.
17. Yüzyılda Rumeli
17.yüzyıldan başlayarak kurulan yeni eyaletler sonucunda Rumeli eyaletinin sahası
giderek daralmış ve 1864'e gelindiğinde sadece Arnavutluk ve batı Makedonya
mıntıkalarından ibaret olmuştur. 1864'ten sonra yürürlüğe giren Vilâyât-ı Umumiye
Nizamnâmesi ile birlikte Rumeli eyaleti ortadan kaldırılmıştır. Daha kesin sınırlarla
Rumeli denen coğrafya, Kuzey Bulgaristan, Batı Arnavutluk ve Mora yarımadası
tarafındaki Güney Arnavutluk’u veya diğer bir ifadeyle içerisinde İstanbul ve
Selanik, Trakya ve Makedonya'nın dâhil olduğu bölgeleri ifade eder.
Rumeli’nin Son Durumu
Rumeli ismi son olarak daha çok merkezi Arnavutluk'la çizilen ve Garbi (Batı)
Makedonya'yı ve Manastır Vilayetini de içine alan bölgenin adıdır. İdari yapıdaki
değişikliklerle, 1870 ve 1875 de Rumeli ismi de mülki taksimatla uyumlu hale
getirilmiş ve temsili de durdurulmuştur.
Doğu Rumeli
1878 de Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devletiyle Özerk Bölge haline getirilmiştir,
fakat 18 Kasım 1885 tarihinde savaşsız bir ihtilalden sonra Bulgaristan'la
bütünleşti.
Bugün Rumeli Sınırları
Bugün "Rumeli" ismi bazı zamanlar Türkiye'nin Avrupa yakasındaki bir bölgesini
(Edirne, Kırklareli, Tekirdağ vilayetleri ve [İstanbul] Vilayetinin batı kısımlarını
anlatmak için ) kullanılır.
184
Şekil 1: Günümüz Rumeli Sınırları
Balkan Savaşları Sonrası Rumeli’den Türk Göçleri:
Rumeli’ye geçişten itibaren sürekli büyüyen ve gelişme gösteren bir devlet
olan Osmanlı Devleti, Balkanlar'ın fethedilmesi ve devamında en geniş sınırlara
ulaşılması sürecini yaşamıştır. Duraklama ve dağılma dönemi ile başlayan geri
çekilme süreci göç problemini de beraberinde getirmiştir. 1787-1792 Osmanlı-Rus
savaşları sonucunda Balkanlardan Anadolu’ya kitleler halinde göçler başladı. Türk
göç tarihinin en önemli halkalarında birini 1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı’ndan
sonraki göçler oluşturur.
1683-1699 yılları arasında yaşanan Osmanlı – Avusturya Savaşları sonucunda
Balkan şehirleri önemli zararlar görmüştü. Bunun sonucunda halk yaşadığı
bölgelerden göç etmeye başlamıştır. B Sırp, Rum ve Bulgarların yaptığı
zulümlerden sonra 1806- 1812 yılları arasında 200.000’e yakın Türk ve Müslüman
muhacir durumuna düşmüştür. 1828- 1829 Osmanlı – Rus Savaşı sırasında da
Rusların kasaba ve köyleri talan etmesi nedeniyle Güney Trakya Türkleri yurtlarını
bırakarak İstanbul’a kaçmak zorunda kalmıştır bu şehirlerden Üsküp, Edirne’den
sonra Müslümanların yaşadığı en önemli ikinci merkezdir.413
413Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu 1830-1914, (çev. Bahar Tırnakçı), Timaş Yayınları, 1. Baskı,
İstanbul 2010, s.
185
1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı’ndan ( 93 Harbi) Balkan Savaşlarına Kadar
Yaşanan Göç Hareketleri:
1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı’ndan sonra göç etmek zorunda kalan
muhacir miktarı hakkında kesin bir sayı vermek biraz zordur. Günün gerektirdiği
şartlardan dolayı hiç kimsenin yoldaki muhacirleri sayma imkânı yoktu. Avrupa ve
Osmanlı kaynaklarında açıklanan tahmini muhacir sayısı 1.250.000 ile 1.253.500
arasında değişmektedir221. 1878 baharı ile 1879 sonu arasında yerlerini
değiştirenlerin sayısının 1.300.000’ i aştığı tahmin edilmektedir. Göçler Rumeli’nin
etnografik yapısını da değiştirmiştir. Göçlerin bir kısmı karayolu ile
gerçekleştirilmiştir. Yaklaşık 25.000 kişi hayvanları ve eşyaları ile Savaş öncesi
Tuna ve Edirne Vilayetlerinde yaşayan Müslüman nüfus toplam 1.500.000
civarındaydı. 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sırasında savaş ve katliamlar
nedeniyle 515.000 kişi Osmanlı topraklarına yerleştirilmiştir. Bunlardan bir kısmı
eski topraklarına geri dönmüştür. Savaş sırasında 261.937 kişi yani eski nüfusun %
17’si katledilmiş ya da sürgünler esnasında ölmüştürler Balkanlar üzerinden Kırk
kilise ve Çorlu taraflarına sevk edildiler.414
Balkan Savaşı’ndan önceki göçlerin önemli bir kısmı da Girit Adası’ndan
gerçekleştirilmiştir. 21 Kasım 1898’de Batılı Devletlerin baskısıyla Girit özerk bir
yönetim dönemi başlamıştır 230. Güvenliği kalmayan halk Ada’dan göç etmeye
başlamıştır. 1913 yılına kadar yaklaşık 20.000 civarında muhacir İzmir’e
yerleşmiştir.
Gördüğünüz gibi şu anki Türkiye cumhuriyeti nüfusunu o günkü değişimini
bugüne oranlarsak Türkiye’nin yaklaşık %3-3,5 civarına tekabul ettiğini söylemek
yanlış olmaz
Özetle, Herkes Balkan Savaşlarını 93 Harbini biliyordu ama bunun nüfusumuzu
nasıl etkilediğine ilişkin verilerimiz çok bağlantılı veriler değildi. Ben bu
çalışmayla aslında nasıl etkilendiğini bugünkü sosyolojik yapımızı nasıl anlamamız
gerektiğini öğrendim.
414Fahri Maden, “Osmanlı Devleti’nde 1881-1882/1293 Nüfus Sayımı ve Meydana Gelen Hadiseler”,
Türkiye’de İskân ve Şehirleşme Tarihi, Editör Mehmet Ali Beyhan, Kitabevi, İstanbul 2012, s. 100.
186
14 -17. Yüzyıllar Arasında Anadolu’ya Gelen Türk Göçleri ve Anadolu’nun
Doğusunda Meydana Gelen Demografik Değişmeler
14 ve 17. yüzyıllar arasına ait nüfusla ilgili fazla araştırma yapılmadığından
bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. Bu yüzden bölgenin nüfusu ile ilgili verilen bilgiler
bir tahminden öteye gidememektedir,
Göç ve Demografik Yapı İlişkisi Toplumların bilincinde derin izler bırakan
göç, insanın tarihiyle birlikte başlar ve insanoğlu var oldukça da devem edecektir.
Dolayısıyla yeryüzünde hayatın dağılışını belirleyen ve doğal ortamı şekillendiren
bir olgudur. Ayrıca, toplumsal değişmelerin de önemli unsuru
Anadolu’da son ve büyük mücadele Türklerle Bizanslılar arasında yaşanmıştır.
Türklerin Bizanslıları 1071yılında yenilgiye uğratması neticesinde iki yüz yıl
boyunca Asya’dan Anadolu’ya gelen Türk göçleri bölgenin demografik yapısını
Türkler lehine değiştirmiştir.
Şekil 2: Büyük Selçuklu Devleti
Etnik ve demografik yapısının değişmesi birkaç asrı bulmuştur. Bir yandan
Türk Beyleri fetih hareketlerini sürdürürken, diğer yandan da Türk boyları yoğun
göç dalgaları hâlinde Kafkasya’dan ve Hazar Denizi’nin güneyinden sel gibi
Anadolu’ya akıyordu.1 13. yüzyılın sonlarında 60.000 hanelik bir grup SürmeliAras havalisinde, 60.000 hanelik başka bir grup Bayburt, Erzincan ve Antep’e
kadar yayılmıştı. 1261 yılından önce Denizli bölgesinde 200.000, Kastamonu
187
yöresinde 100.000, Kütahya-Karahisar arasında 30.000 çadır ahalisi bulunuyordu /
İbn Fazlullah el Ömerî (1301-1349), Mesalikü’l-Ebsâr fî Memâlikü’l-Emsâr adlı
eserinde de Batı Anadolu’da Türkmen oymaklarının nüfusunu tahmin edilmiştir. 415
İbn Fazlullah elÖmerî; Germiyan Beyi’nin 40.000 askerinin bulunduğu ve
savaş zamanlarında ise 200.000 asker çıkarabileceğini ifade etmektedir. Ayrıca,
Hamid ilinin 15.000 atlı ve bir o kadar yaya, Kastamonu’nun 25.000, Bursa’nın
40.000, Nif’in* 8.000 atlı, Manisa’dan 10.000 atlı, Birgi’den 70.000 atlı, Foça’dan
100.000’den fazla, Antalya’dan 8.000 atlı, Karasar’dan 1.500 atlı, Ermenek’ten
25.000 atlıya yakın asker çıkardığını ifade etmektedir. Bu bilgiler göz önüne
alındığında 14. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra Batı Anadolu’daki Türk nüfusu
hakkında bir tahminde bulunmak mümkündür. 416
Nif (Kemalpaşa): Selçuklu Beylerinden Saruhan, 1313 yılında Manisa ve
çevresini aldıktan sonra eski Türk geleneği gereğince beyliği kardeşleri arasında
paylaştırmıştır. Kendisi Manisa’da otururken, kardeşi Çuğa Bey’e Demirci ve
yöresinin idaresini, Diğer kardeşi Ali Bey’e de Nif (Kemalpaşa)’in idaresini
vermiştir. Yöre 1390 yılında da Osmanlı Devleti yönetimine geçmiştir. . Birgi:
İzmir’in Ödemiş ilçesinin bir mahallesi. 13. ve 14. yüzyıllarda Aydınoğulları
Beyliği'ne başkentlik yapmıştır. 1426'da ise Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırlarına
dahil oldu. . Karasar ( Karahisar): Afyon' un da içerisinde bulunduğu bölge, vezir
Sâhib Ata Fahreddin Ali denetimine verilmiş ve 1275 yılında Afyonkarahisar’da
kurulan Sâhib Ataoğulları Beyliği’nin başkenti olmuştur. 1341 yılında
Germiyanoğulları Beyliği topraklarına katılan kent, 1390 yılında Osmanlı
egemenliğine, 1402 Ankara Savaşı sonucunda ise Afyonkarahisar tekrar
Germiyanoğulları’nın eline geçmiştir. II. Yakub Bey'in vasiyeti üzerine yerleşim
1429 yılında yeniden Osmanlı Devleti topraklarına katılmıştır. (3. Yaşar Yücel,
Anadolu Beylikleri Hakkında Araştırmalar Ankara,)
Bu karmaşa ortamında kendilerini baskı altında hisseden Bizanslılar ise Batı
Anadolu’ya doğru göç etmek zorunda kaldılar. İmparator Mihael de Pont
bölgesindeki tebaasının bakiyelerini batıya naklettirdi. Doğu Anadolu Bölgesi’nde
birçok köy, kasaba ve kentler boşaldı. Türkler de hiçbir zorlukla karşılaşmadan
boşalan bölgelere gelip yerleştiler.
415Başbakanlık
416Osman
Osmanlı Arşivi Rehberi, s. 247, 248
Turan, age., s. 303-304.
188
Hristiyanlar ise geleceklerini güvence altına alabilmek, yerlerini ve yurtlarını
kaybetmemek için bir yandan ihtida ederlerken diğer yandan da Türklerle kız alışverişinde bulunarak akrabalık bağları tesisi ediyorlardı. Bu durum zamanla onların
çocuklarının ve torunlarının kültürel ve etnik açıdan Türkleşmesine yol açıyordu.
Hatta 15. yüzyılda Anadolu’da herkes Türkçe konuşuyordu. Hristiyan halk bile
Grekçeyi daha anlamaz olmuşlardı417
Belirtilen göçler sırasında Anadolu’ya sadece Oğuz Türkleri gelmedi. Kara
Koyunlular, Ak Koyunlular, Ağaç-erleri, Karluklar, Halaçlar, Kıpçaklar, Kanklılar
ve Uygurlar gibi diğer Türk oymakları da geldiler. Gelenler bunlarla da sınırlı
değildi. 1242 yılında Moğolların Erzurum’u alıp Sivas ve Kayseri’yi
yağmaladıktan sonra Anadolu Selçuklu Devleti, Moğollara tabi bir duruma
düşünce Moğol işgal kuvvetleri ve değişik zamanlarda çok sayıda Moğol kabilesi
de Anadolu’ya geldi ve Sivas’tan Kütahya’ya kadar Orta Anadolu’nun çeşitli
yörelerine yerleştiler.
Doğu Anadolu’nun Demografik Yapısını Etkileyen Bazı Olaylar:
Hiç şüphesiz Timur’un Kara Koyunlu Türkmenlerine karşı takındığı tavır,
özellikle Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki bu oymağa mensup çok sayıdaki Türkmen
gruplarının bölgeyi terk etmelerine sebep oldu. Ayrıca, Timur, Anadolu Seferi’ni
tamamlayıp ülkesine dönerken beraberinde 40.000 çadır ahalisini zorla yerlerinden
yurtlarından ayırarak Maveraünnehir boylarına götürüp yerleştirdi. Kara Tatarlar
diye adlandırılan ve Anadolu’da doğup büyüyen bu insanlar rahat bir hayat
sürüyorlardı. Bu yüzden götürülürlerken çoğu kaçma teşebbüsünde ulunmuşlar,
ancak kaçmaya yeltenenlerin hepsi yakalanarak ölümle cezalandırıldılar. İspanyol
elçisi Clavijo, Damgan’ın dışında gördüğü kafatasından yapılmış kulelerin bu
zavallı insanlara ait olduğunu söylemiştir. Kara Tatarların Anadolu’da kalanlarını
ise Çelebi Mehmet, Rumeli’ye göçürmüş ve 15 -16. yüzyıllar arasında ise
Anadolu’da pek azı kalmıştı.
Diğer yandan 12. yüzyılın ikinci yarısından 16. yüzyılın başlarına kadar geçen
süre içerisinde Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki çeşitli boy ve ulusların birbirlerine
üstünlük sağlamak amacıyla giriştikleri mücadeleler bu bölgedeki nüfusun
417İpek,
Rumeli’den; İpek, Göçler; Karpat, Osmanlı Nüfusu; Şimşir, Rumeli’den Türk Göçleri,
Ülküsal, a.g.e.
189
azalmasına sebep olan bir başka faktördür.Bu tarihler arasında Mengücüklüler,
Artuklular ve Danişmendliler; Eretnalılar ile Erzincan Emirliği; Timur ile
Osmanlılar ve Kara Koyunlular; Osmanlılar ile Erzincan Emirliği; Kara
Koyunlular ile Ak Koyunlular ve Safevîler; Safevîler ile Osmanlılar arasındaki
mücadeleler çok sayıda insanın ölmesine ve çoğunun da yerlerini ve yurtlarını terk
etmelerine sebep oldu.16 Özellikle Kara Koyunlu Türkmenleri Beyi Kara Yusuf ile
Ak Koyunlu Türkmenleri Beyi Kara Yülük Osman zamanında bu iki kardeş ulusun
düşmanca rekabetleri yüzünden kentler harabeye döndü, köy ve kasabaların çoğu
da boşaldı.
19. Yüzyılda Kafkasya’dan Anadolu’ya Yapılan Göçler
Kavramlar: Kafkasya, Çerkez, Çeçen, Göç, İskân, Nüfus, Osmanlı, Anadolu
1856’dan 1914’e kadar geçen süre içinde kaba tahminlerle ülkeye gelen
muhacirlerin sayısı 6.425.000’i bulmuş6; 1923–1960 yılları arasında resmi
kayıtlara yansıdığı şekliyle de 1.187.292 kişi Türkiye’ye göç etmiştir7. 1914-1923
yılları arasında gelenler de dikkate alındığında, yaklaşık yüzyıllık bir süre içinde,
büyük kısmı Balkanlar, Kafkasya ve Kırım’dan olmak üzere, 7,5 milyon kişi den
çok daha fazla göçmenin ülkeye geldiğini söylemek mübalağa olmayacaktır. 19.
yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’ya yapılan göçlerin mühim bir kısmı Rusya’nın
tesiri ile Kafkasya’dan gerçekleşmiştir. Bu göçlerle gelen topluluklar, Anadolu
coğrafyasının etnik, kültürel ve siyasi hayatındaki gelişmelerde rol oynayan önemli
etkenler arasında yer almıştır.
1850-1876 Dönemi Kafkasya Göçleri:
1783’ten bu yana devam eden Kırım’dan göçler 19. yüzyılın ortasından
itibaren hız kazanmıştır. Bilhassa 1860–1862 yılları arasında pek çok Kırımlı,
Osmanlı topraklarına göç etmiştir. Bunların büyük bir bölümü -başta Romanya
olmak üzere- Balkan coğrafyasında iskân edilirken, bir kısmı da Anadolu’ya
yerleştirilmiştir. 1 Rus ordusunun hizmetine girmek ve başka yerlere nakledilmekle
karşı karşıya kalan Kafkasya Müslümanları, Osmanlı Devleti’ne göç etme yolunu
seçmişlerdir. 1862’de hızlanan göç hareketi, 1864 yılında en yoğun dönemini
190
yaşamıştır.418 Bu tarihlerden itibaren Kafkasya’nın çeşitli halkları, Anadolu ve
Rumeli’deki Osmanlı topraklarında iskân edilmiştir419 Kemal Karpat Osmanlı
Modernleşmesi kitabında Kafkasya Göçleri hakkında şöyle der:
“Osmanlı Devleti’nin aldığı göç, siyasi ve kültürel etkenlerin bir bileşimi
tarafından tetiklenmiştir. Bunun bir sonucu olarak, Kırım ve Kuban bölgelerinde
yaşayan çok sayıda Müslüman köylü, yeni Rus toprak ağalarının baskısından ve
vergiden kaçmak için göç etti. Ruslar da Kırım’dan Osmanlı Devletine göçü teşvik
ediyordu. 1856 ile 1862 yılları arasında doruk noktasına varan göç, 1917 yılına dek
devam etti.”420
Kafkasya: . Kafkasya, Karadeniz ve Hazar denizi arasında yer alan, Avrupa ve
Asya'nın sınırında bulunan bölgenin ismidir.
Çerkez: . Çerkez adı; M.Ö. 6. yüzyılda Batı Kafkasya'da Karadeniz kıyısında
oturanlara Yunanlılar tarafından verilmiş olan ''Kerket'' adından doğmuştur. Batı
Kafkasya’nın yerli halklarından biridir. Günümüzde Türkiye’de yaşayan Çerkes
sayısı, Kafkasya topraklarında yaşayan Çerkes sayısından fazladır.
İskân: insanları bir yere yerleştirme, yurtlandırma.
Şekil 3: Kafkasya Jeopolitik
Haritası
418Tevfik
Güran, “19. Yüzyıl Temettüat Tahrirleri”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik,
Başbakanlık
Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara 2000, s.76.
419Nazan Çiçek, “Talihsiz Çerkezlere İngiliz Peksimeti: İngiliz Arşiv Belgelerinde Büyük Çerkez
Göçü(Şubat 1864-Mayıs 1865)”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, C. 64, S.1, 2009, ss. 57-88.
420Kemal Karpat Osmanlı Modernleşmesi 2019 s.127
191
SONUÇ
Osmanlı Devleti’nde, kabul edilen muhacirlerle ilgili, iç ve dış siyasete
göre bir takım beklentiler hâsıl olmuştur. Zaten muhacir kabulü de bir yönüyle
devletin malî ve askerî insan kaynaklarını arttırması anlamına gelmektedir. Bu
sebeple idarecilerin dışarıdan göçü teşvik eden yaklaşımları görülmektedir.
1850’lerde ivme kazanıp 20. yüzyıla kadar yoğun biçimde süren ve sonrasında
günümüze dek azalarak da olsa devam eden Kafkas göçlerinin ve göçmenlerinin,
Anadolu’nun etnik, sosyal ve kültürel yapısına önemli derecede tesirleri olmuştur.
Bu çerçevede, önce Osmanlı tebaası, ardından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan
Kafkasyalılar için tek tip bir profil çizmek doğru değildir. Elbette, bu topraklara
göçleri, kimileri için 150 yıldan ötesine dayanan bu toplulukların, Türkiye’nin
geçirdiği ekonomik, sosyal ve siyasi değişimlerden etkilenmemesi düşünülemez.
192
KAYNAKÇA
Akad, A. (1970). Nüfus Sayımlarında Elde Edilen Verilerle İç Göçler
Hakkında Bir Araştırma.
Arvasi, S. A. (1992). Doğu Anadolu Gerçeği. Boğaziçi Yayınları.
Ayapınar, L., & Ayaönü, E. (2015). 14. ve 15. Yüzyıllarda Anadolu’ya ve
Balkanlara Türklerin Göçü. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları.
Başbakanlık Osmanlı Arşivi Belgeleri (BOA) (Aydın H. 1295-1296) (Ayniyat
Defteri)
Behlülgil, M. (1992). İmparatorluk ve Cumhuriyet Dönemlerinde İllerimiz.
BDS Yayınları.
DİE, (1927), 1927 Yılı Genel Nüfus Sayımı Verileri; (1950), 1950 Yılı Genel
Nüfus Sayımı Verileri. (1960), 1960 Yılı Genel Nüfus Sayımı Verileri.
Erdaha, K. (1975), Milli Mücadelede Vilayetler ve Valiler, Remzi Kitabevi.
Geray, C. (1962). Türkiye’den ve Türkiye’ye Göçler ve Göçmenlerin İskânı
(1923-1961). Kalan Yayınları.
Kesel, H. (1994). Kafkas Göçmen Vakıfları. OTAM, 5, 475–490.
Sümer, F. (1992). Anadolu Türklerinin Rolü. TTK. Yayınları,
193
ULUS DEVLET KAVRAMI VE ULUS DEVLET KAVRAMININ OSMANLI
COĞRAFYASINA ETKİSİ
Gülsüm KAVLIÇ
ÖZET
Kemal KARPAT’ın Edebiyat ve Toplum kitabının şu cümlesinden yola
çıktım; Roman türünün konusu olan toplumun, aynı zamanda siyasi ve coğrafi bir
çerçevesi vardır. Bu çerçeve ise devlettir. Halkı, dili ve kültürü ile birleşen devlet
milli devlettir. Kemal KARPAT’IN bu tespiti beni Milli devlet kavramını
araştırmaya, Milli devlet kavramının doğuşundan bugüne kadar olan sürecine
doğru anlamlar yükleyip, milli devlet olgusunun Osmanlı İmparatorluğu’nu nasıl
etkilediğini araştırmaya sevk etti.
Anahtar Kelimeler: Devlet, Ulus devlet, Milli devlet.
Muzaffer
Çil Anadolu Lisesi
194
GİRİŞ
Devlet
Devlet kavramını farklı sözlüklerden yola çıkarak inceledim. Bunlardan ilki Türk
Dil Kurumu Sözlüğüdür.
1 Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş veya milletler
topluluğu
2 Bu tüzel varlığın yönetim organları
3 Büyüklük, mevki
4 Mutluluk421
İkinci sözlük olarak Kubbealtı Büyük Türkçe sözlüğün internet ortamına
yüklenmiş şekli olan lugatım.com sitesini kullandım.
1 Talih
2 Mutluluk
3 Kültürel birliği olan ve kurumsallaşmış bir iktidar tarafından yönetilen millet
veya milletler topluluğunun, sınırları belirli bir toprağa yerleşmesi sonucunda
meydana getirdikleri siyasi varlık
4 Bu yönetim şekli
5 Hükümet ve yönetim katı mekânı
6 Kamu güçlerinin ve organlarının bütünü
7 Büyüklük; makam
421www.tdk.gov.tr
195
8 Varlık zenginlik 422
Ötüken yayınların Türkçe sözlüğü ise üçüncü sözlük çalışmam oldu.
1 Belli bir toprakta hükümet idaresi altında teşkilatlanmış bulunan bağımsız siyasi
topluluk, milletin hukuki şahsiyet kazanmış şekli
2 Böyle bir topluluğu yöneten, organ hükümet
3 Ululuk, büyüklük, büyük rütbe, büyük mevki ve makam423
Sözlüklere ilave olarak ansiklopedi kültürü ile sözlük kültürünün ortak yansıması
olan Larouse Ansiklopedik sözlüğü kullandım.
1 Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasi bakımdan örgütlenmiş kültürel birliği
olan, yönetilen ulus veya uluslar topluluğun belirli sınırlar içerisinde yaşamasıyla
oluşan siyasi toplum.
2 Devlet yönetimin merkezi ögeleri, hükümet
3 Kamu organlarının, güçlerinin tümü
4 Mutluluk, talih 424
Millet
Millet kavramını da devlet kavramında olduğu gibi farklı sözlükler ve
farklı kaynaklardan irdeledim. İlk olarak Türk Dil Kurumu Sözlüğünü inceledim.
1 İsim Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan aralarında dil, tarih, duygu,
ülkü gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu ulus
2Herkes, bir yerde bulunan kimselerin bütünü
422www.lugatim.com
423www.otukensozluk.com
424Larouse
Ansikloped
196
3 Halk ağızında benzer özellikleri olan topluluk425
İkinci sözlük olarak Kubbealtı Büyük Türkçe sözlüğün internet ortamına
yüklenmiş şekli olan lugatım.com sitesini kullandım.
1 Genellikle aynı topraklar üzerinde yaşayan aynı soydan gelen ve aralarında dil
din tarih ilişkisi sanat töre dünya görüşü ve ülkü birliği bulunan insan topluluğu
ulus
2 Demokrasiyle yönetilen bir ülkedeki insanların bütünü olarak kabul edilen ve
hâkimiyetin gerçek sahibi olan hukuki varlık
3Cisim tamlamasının ikinci ögesi olarak, Düşünce, sanat, menfaat, cins, meslek vb
yönlerinden ortak vasıflara, benzer özelliklere sahip topluluk ( Küçümseme anlamı
ifade eder.)
4Bir yerde toplanan veya bir yerde bulunan kimselerin tamamı, herkes kalabalık
ahali
5 Din akide inanç (eskimiştir)
6 Aynı dinden olan, aynı inançları paylaşan insanlar topluluğu ümmet (eskimiştir)
426
1 Aynı topraklar üzerinde yaşayan, aynı köke dayanan, tarih, töre, gelenek,
görenek, ülkü, dil, duygu v.b birliği bulunan insanların tümü, ulus
2.Aynı anayasa ile yönetilen bireylerden meydana gelen fakat bireylerin her birinin
üzerinde egemenliği elinde tutan hukuki varlık
3(Milliyet adlarından sonra tamlama olarak kullanıldığında) o millete ait bireylerin
tümü.
4 ( Cinsiyet, meslek, yaş, çıkar, düşünce grubu vb adlarından sonra tamlanan olarak
kullanıldığında) belirtilen yönden birleşen insanların tümü
425www.tdk.gov.tr
426www.lugatim.com
197
5 Bir yerde bulunan kimselerin tümü; herkes; ahali
6 Aynı dinden olan insanlar topluluğu; ümmet
7 Din, mezhep 427
Ulus Devlet Kavramı
Ulus kelimesi ve kavramı bütünüyle siyasi ve felsefi bireyciliği merkeze
alan ve kendini sadece modern demokrasilerde bulan bir anlama haizdir. 428 Bu
manada ulus, modern döneme ait ve onunla anlam kazanan bir olgudur. Sosyolojik
açıdan ulus aynı kültür ve egemenlik alanı üzerindeki kültürel, ekonomik ve siyasal
sistemlerin çakışma süreçleriyle birlikte yerel kültürlerin standartlaşarak merkez
iktidar tarafından desteklenen bir üst kültürle bağlamlamasını ifade eder. Siyasal
açıdan ise ulus hem bireyler topluluğu olarak oluşturulan bir grup, hem de diğer
uluslara göre siyasal bir bireyi temsil etmektedir. 429
Ulus ve milliyetçilik kavramlarının bu etimolojik tarihsel yolculuğu
milliyetçi akımların yoğunluk kazandığı 19. Yüzyıldan itibaren siyaset bilimin en
önemli konularından olan ulus devlet kavramının ana omurgasını oluşturmaya
başlamıştır. Günümüzde milletlerarası hukukun asıl aktörü olan ulus devlet 1648
yılında imzalanan Westefalya Antlaşmasın’dan sonraki üç yüzyıllık gelişmelerin
ürünüdür. Modernleşme süreci sonucunda artık devlet, hem milli birlik ve
bütünlüğünün tek temsilcisi hem de sosyal sözleşmeden kaynaklanan iktidarın
sahibi olan devletle özdeşleşmiştir. Hukuk ve siyaset alanında, ulus devletin
normatif yapısı nesnel olarak ele alınırken, sübjektif yanı da ihmal etmemiştir.430
Gerd Baumann, ulus devletleri uzlaşmaz gibi görünen iki farklı felsefenin
bir birleşimi olarak görmektedir; amaç ve verimliliğe başvurmayı gerektiren
“akılcılık” ve eylemlerin temeli olarak duygulara başvurmayı öngören
“romantizm”.
427www.otukensozluk.com
428Leca
,J. (1998) Neden Söz Ediyoruz ? Uluslar ve Milliyetçilikler. (Çev. S. İdemen .) Haz. Jean
Leca. İstanbul: Metis Yayınları. S.11
429Leca ,J. (1998). a.g.e, S.13-14
430Işıklar, C. ( 2008 ). Günümüz Türkiye’sinde Ordunun Asker Alma Sisteminin Korunması Meselesi
ve Milli Devlet Anlayışı ile İlgisi. Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi. Sayı:XII. S800
198
Ulus-devlet 19. ve 20. yüzyılın meşruiyet elde etmiş devletidir.
Milliyetçilik ulus devletin ideolojisidir. Milliyetçiliğin ortaya çıkışı ile ulusdevletlerin ortaya çıkışları aynı döneme denk gelmektedir. Ulus-devletler de ilk
olarak Avrupa’da Fransa, Almanya ve İtalya gibi devletlerde ortaya çıkmış, daha
sonradan ise doğu Avrupa’da ve dünya çapında görülmeye başlanmıştır. Ulusdevlette meşruiyet kaynağı, din, soy veya krallık olmaktan çıkmış ve laik,
demokratik yapı içerisinde kendini ifade etmeye başlamıştır. Vatandaşlar arasında
farklı sınıfsal yapıların olmaması bir zorunluluktu. Bu yolla bütün vatandaşlar
birbirlerini eşit olarak kabul etmeye başlamışlardır. Bu tür bir eşitlik sağlanmadan
ulusal dayanışmanın oluşturulması mümkün olamazdı 431 Buna göre ulus devlet
kavramı her kültürde farklılık göstermiştir. Bazı çıkarcı devletler bu kavramı
kullanmışlardır.
Ulus-devletin üç hayati fonksiyonu vardır: 1) İçte bütünleşme
(entegrasyon): Devlet doğal kaynakların dağılımını sağlamanın yanı sıra, toplum
içerisindeki değişik problemlerin de çözülmesine dönük olarak gerekli
mekanizmaları kendi içinde barındırmalıdır. 2) Toplumun uygun şartlarda değişim
ilişkilerini maksimize etmek: Devlet doğal kaynakların en iyi bir şekilde
kullanılmasını sağlamanın yanı sıra, yeni doğal kaynaklar ve yeni dış pazarlar
bulmak için girişimde bulunmalıdır. 3) Dış düşmana karşı güvenliği sağlamak. 432
Ulus-devlet bireyselleşen yurttaşlar üzerinde hâkimiyetini kurmaya çalışır.
Ulus-devlet, aile, cemaat, köy, aşiret gibi birincil toplumsallık alanlarının yerine
devlet merkezli olan ikincil toplumsallaşma alanını geçirmeye çalışmaktadır. Yani
devlet merkezli alanın daha üstün bir konum elde etmesi sürecinin hem kurulanıdır,
hem de kuranı. Ulus-devlet tasavvuru, birçok yerde geleneklerin durağanlığını
kırmayı, bölgesel güçlerin baskısına başkaldırmayı ve cemaatten bireye geçişin bir
sentezi durumundaydı. Bu süreç bireyi özgürleştirecekti. Bu tasavvurun taşıyıcısı
ise orta sınıftı. 433
Ulus-devletler üniter yapıya sahiptirler ve çoğulculuğu kolay kolay kabul
etmeye yanaşmamaktadırlar. Burada üniterlikten kasıt, tek bloklu toplum yapısıdır.
431Gündoğan,
Ali Osman (2002-3). ‘’ Devlet ve Milliyetçilik. ‘’ Doğu Batı. Yıl 6. Sayı 21. S184
,Akıncı .(2012).’’ Modern Ulus Devletlerin Doğuşu.’’ Dumlupınar Üniversitesi Sosyal
Bilimler Dergisi.
433İNSEL, Ahmet. (2000-01).“Kimlikler ve Devletin Hukuku”. Doğu Batı. Yıl 4. Sayı 13. Kasım.
Aralık. Ocak. s. 59-64
432Abdulvahap
199
Ulus-devletlerin hemen tamamı demokratik ve parlamenter bir yapıdan yana
olduklarını ileri sürseler de, uygulamada milliyetçi anlayışı devam ettirdikleri için
söyledikleri ile uygulamaları örtüşmemektedir. Bundan dolayı dışlayıcı ve
dayatmacı politikalardan ve uygulamalardan pek vazgeçemezler. Milliyetçiliğin
devlet ideolojisi haline gelmiş olduğu ulus-devletler, bir taraftan ulusal tarih
söylemine dayanırlarken, bunun doğal sonucu olarak da geleceği buna bağlı olarak
kendisi şekillendirmek istemektedir. 434
Gerçekte ise ulus-devlet bir uygarlık ve ilerleme göstergesi olmadığı gibi,
hiçbir toplum için kaçınılmaz bir kader de değildir. Aslına bakılırsa, uluslar
dünyasının dünyanın doğal haliymiş gibi görülmesini mümkün kılan milliyetçilik
ideolojisidir.435
Milli Devlet Oluşumu
1648 Westphalia anlaşmasının ardından Ulus devlet olgusu dünya çapında
yaygınlık kazanmış ve bu anlaşmanın ardından başta Avrupa olmak üzere tüm
dünyada yeni Ulus devletler ortaya çıkmıştır. Westphalia süreci ile birlikte
uluslararası hukukun temel öznesi ve sistemin belirleyicisi ulus devletler olmuştur.
Egemenlik merkezi devlet oluşumu ile millet temelinde tanımlanmış ve dönemin
monarşileri birbirlerini bu anlayışla tanıyarak ulus devletin, uluslararası ilişkilerin
temeli ögesi olması sağlanmıştır.436 Ulus Devlet oluşumu devletlerin aralarında
ilişkide söz sahibi olduğu söylenebilir böylece devletler aynı olguyu farklı
biçimlerde benimsemişler diyebiliriz
Bilindiği üzere hümanizm, Rönesans, reform devirlerinden itibaren insana
yani fert aydınlanma çağı ile de akıl akılcılık (rasyonalizm) ve Bilimcilik ön plana
çıkmış, 1776 Amerikan bağımsızlık bildirisi ve 1789 Büyük Fransız İhtilali’nin
arkasından yayınlanan insan hakları evrensel beyannamesi ile de toplumun
merkezine fert yani insan oturtulmuştur saatler sertler fertler yani insanlar hür ve
eşit doğarlar ilkesi evrensel değer haline getirilmiştir liberal felsefenin üzerine bina
edilen sistemin çıkış noktası çıkış noktası da bu olmuştur. 19 yüzyıl başlarında
GÜNDOĞAN, Ali Osman. a. g.e, s.185
Hüseyin. (2010). Ulus-Devletin Başağrısı Ayrılıkçılık: Kanada Quebec Örneği (Ankara:
Liberte). Syf105
436Çetin, Beyzade Nadir.(2008). ‘’ Siyasi Küreselleşme Bağlamında Ulus Devlet Tartışmaları ‘’. Fırat
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Elazığ. S177
434
435Kalaycı,
200
Alman idealizmin en önemli temsilcilerinden Hegel devleti kutsayan ve insanların
devlet için var olması gerektiğini öne süren felsefesi ve bu felsefenin ilkelerini
ortaya koymasıyla ortaya çıkmıştır. 437
Milli devlet kavramlarının, siyaset felsefesinde ki yerinin öneminin de
yolunu açmış oldu. Milli devlet kavramının dünya siyasetinde ön plana çıkması,
milletin tek bir “ünite” olarak kabul edilmesinde böyle milletlerin eşitliği,
milletlerin hürriyeti istiklali fikri ve ilkesinin de, evrensel değer kazanmasını
sağlamıştır. Aynı yüzyılda Avrupa, eşit hür fertler, eşit hür millete ilkesine göre
ferdiyetçilik, milliyetçilik, ve milli devletler çağına başlatmıştır Fransız ihtilali ile
hem devlet hem de ulusal vatandaşlık kurumu ve ideolojisi icat edilmiştir.
438
Böylelikle devletlerin ana ilkesi olmaya başlamıştır.
Jean Jacques Roussseau'nun yazılarından devrimciler 1789’da Kral 16.
Louis'ye karşı ayaklanmışlardır. Modern milliyetçiliğin babası sayılan Roussseau,
hükümetten genel idareye uygun olması gerektiğini savunmuştur. Böylece
milliyetçilik krala itaat etmek yerine, vatandaş olma üzerinde durarak devrimci ve
demokratik bir hareket olarak öne çıkmaktadır.439
Ulus devlet olgusu 19 yüzyılda özgürlük ve kurtuluş hareketlerine katkıda
bulunmuş bir model olarak değerlendirilen bir konumda bulunmuştur. Bu dönemde
Ulus devlet, esas olarak Fransız devriminden Miras alınan demokratik ve evrensel
değerlerle ayrılmaz olarak bağlı ilerici bir olgu idi. Ulus devlet yüzyıllardır
savaşlarla sarsılmış ve artık bu savaşların sebepleri oluşturan imparatorlukların ve
kişi keyfiyetine dayanan tek kişi otoritelerinin etkileri altında yaşayan ulusların
ekonomik ve sosyal bazlarda ortaya çıkan sıkıntıları aşmak ve yüzyıllardır süren
ulusların içine düşmüş olduğu karmaşalar dan kurtulabilmek için gösterdikleri
yoğun isteğe cevap olmuştur. Bu olgu ulusların üyeleri arasında bir topluluk
duygusunun yeniden yaşadığı rüyasının ve yeni idealizmin aşılanması yaşamın
ayartıcı bir seçenek olarak görünen tüm yönlerini kapsama yeteneği olan yeni bir
idelojinin merkezine oturmuştur. Ulus devlet her şeyden önce yüzyıllardır “kimin
ve neyin” olduklarından bilmeden yaşayan milyonlarca insana anlamlı bir aidiyet
duygusu sağlayan ulusçu bir hareket olmuştur. Ulus Devlet yeni yeni filizlenmeye
437Hegel.
(2003) Tarihte Akıl. Çev. Önay Sözen. İstanbul. S 147- 149
,Akıncı .a.g.m. s.12
439Köylü, Murat.(2019). ‘’Mustafa Kemal Atatürk`ün Ulus Devleti, Egemenlik ve Bağımsızlık
Anlayışını Fransız İhtilali Fikir Akımlarının Etkisi.’’ Uluslararası İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi 5.
S 114
438Abdulvahap
201
başladığı Fransız devrimiyle birlikte, ulusal topluluğu, kendi organik yapısı ile
yaşamın doğa ile benzeşen bir varlığı olarak kullanma yoluna gidilmiştir. 440 Ulus
devlet bakıldığında Fransız devriminin bağrından kopan bir parça olarak
düşünülebilir ve Fransız Devriminin etkisi yok sayılamaz.
Osmanlı'dan Ayrılan Topraklar
Savaşlar ve himayeler ile anılan devletlerin yanı sıra Osmanlı’nın
hükmettiği devletler ve çok dikkat çekmektedir. En etkili olduğu yıllarda Avrupa,
Asya, Afrika kıtalarında tam bir güç ile etki altına almıştır. Avrupa’nın en köklü
Devletleri olan Fransa Almanya İspanya ve İngiltere gibi devletlerin uzun süre etki
altında bırakarak kendi politikalarına göre neredeyse dünyayı tek bir merkezden
yönetim etmeyi başarmıştır. Tabii karşılaşılan birçok nedenden ötürü de Osmanlı
imparatorluğu yıkılarak yerine onlarca ülkede ortaya çıkmıştır. İşte Osmanlı
topraklarına şu anda hala var olan devletler;
Avrupa:
1Türkiye.
2 Bulgaristan
3.Yunanistan (400 yıl)
4.Sırbistan (539 yıl)
.Karadağ (539 yıl)
6.Bosna-Hersek (539 yıl)
7.Hırvatistan (539 yıl)
8.Makedonya (539 yıl)
9.Slovenya (250 yıl)
10.Romanya (490 yıl)
440Yaylı, Hasan.(2009). ‘’ Fransız Devriminden Günümüze Ulus-Devlet. ‘’ Türk Yurdu Dergisi. Sayı
262.
202
11.Slovakya (20 yıl) Osmanlı ad:Uyvar
12.Macaristan (160 yıl)
13. Moldova (490 yıl)
14.Ukrayna (308 yıl)
15.Azerbaycan (25 yıl)
16.Gürcistan (400 yıl)
17.Ermenistan (20 yıl)
18.Güney Kıbrıs (293 yıl)
19.Kuzey Kıbrıs (293 yıl)
20.Rusya’nın güney toprakları (291 yıl)
21.Polonya (25 yıl)-himaye- Osmanlı adı: Lehistan
22.İtalya’nın güneydoğu kıyıları (20 yıl)
23.Arnavutluk (435 yıl)
24. Belarus (25 yıl) -himaye25.Litvanya (25 yıl) -himaye26.Letonya (25 yıl) -himaye27.Kosova (539 yıl)
28.Voyvodina (166 yıl) Osmanlı adı: Banat
Asya
29.Irak (402 yıl)
30.Suriye (402 yıl)
31.İsrail (402 yıl)
32.Filistin (402 yıl)
203
33.Urdun (402 yıl)
34.Suudi Arabistan (399 yıl)
35. Yemen (401 yıl)
36.Umman (400 yıl)
37.Birlesek Arap Emirlikleri (400 yıl)
38.Katar (400 yıl)
39.Bahreyn (400 yıl)
40.Kuveyt (381 yıl)
41.İranın batı toprakları (30 yıl)
42.Lübnan (402 yıl)
Afrika
43.Mısır (397 yıl)
44. Libya (394 yıl) Osmanlı adı:Trablusgarp
45.Tunus (308 yıl)
46.Cezayir (313 yıl)
47. Sudan (397 yıl) Osmanlı adı: Nubye
48.Eritre (350 yıl) Osmanlı adı: Habeş
49.Cibuti (350 yıl)
50.Somali (350 yıl) Osmanlı adı: Zeyla
51. Kenya sahilleri (350 yıl)
52.Tanzanya sahilleri (250 yıl)
53.Cad'ın kuzey bölgeleri (313 yıl) Osmanlı adı: Reşade
54.Nijer'in bir kısmı (300 yıl) Osmanlı adı: Kavar
204
55.Mozambik' in kuzey toprakları (150 yıl)
56.Fas (50 yıl) -himaye57.Batı Sahra (50 yıl) -himaye58.Moritanya (50 yıl) -himaye59. Mali (300 yıl) Osmanlı adı: Gat kazası
60. Senegal (300 yıl)
61.Gambiya (300 yıl)
62.Gine Bissau (300 yıl)
63.Gine (300 yıl)
64.Etiyopya' nın bir kısmı (350 yıl) Osmanlı adı: Habeş
Türkiye'de milli devlet doğuşu
19. Yüzyıl sonu ve 20 yüzyıl başlarında, çok milletli çok dinli Osmanlı
imparatorluğu, şu veya bu sebeple çözünmüş parçalanmış ve bu arada Yunan milli
devleti Bulgar milli devleti gibi milli devletler, içerisinde önemli Türk nüfusu
olmasına rağmen Avrupa’nın desteğiyle kurulmuşlardır. Türklere böyle bir hak
tanınmamış iken, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde verilen milli mücadele ile
Anadolu’da ve Trakya’da Türk milletinin varlığı ve bu varlığın asla ortadan
kaldırılamayacağın, kullanılarak ispat edilmiş; milli Türk devleti, Lozan ‘ da
1923’te yapılan antlaşma ile sömürgeci ve materyalist Hristiyan Batı dünyasına
resmen ve hukuken kabul ettirilmiştir. Milli mücadele, ardından da anlaşılacağı
üzere, Türk milletinin istiklâlini muhafaza etme ve başkalarına kabul ettirme savaşı
idi. Anadolu’da Türk milleti olmasaydı bu savaşın adı milli olmayacağı gibi
kazanılması da imkânsız olurdu ve Lozan’da milli devlet olarak kabul görmezdi.
Ayrıca Batı Anadolu'da Yunanları, Doğu Anadolu’da Ermenileri mağlup eden
Rusları geri çekilmeye zorlayan ordunun adı Türk ordusu olduğu için bütün dünya
kamuoyu ve dünya basını Milli Mücadeleyi “Türk Milli Mücadelesi “ olarak
algılamış ve görmüştür. Bu itibarla Mustafa Kemal’de sembolleşmiş Milli irade ve
Milli hakimiyet, birkaç grubun, kavmin etnisitenin iradesinin ve hakimiyetin
toplamı değil; sadece Türk milletinin iradesi olarak görmeye mecburiyeti vardır.
205
İradeye, diğer gruplar sayıları az da olsa gönüllü olarak katılmışlardır. İrade ve
Milli Hakimiyet olması sebebiyle tektir bir bütündür, ortak kabul etmez
parçalanmaz. 1923'de kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni Türk milletinin
devleti olduğunu görmek için Mustafa Kemal'in söylev ve demeçlerinde,
telgraflarında “ Türk, Türk milleti, Türklük, milli, milli vatan” gibi kelime ve
kavramları ne kadar çok kullandığına bakmak kâfidir. Bu devletin kim için
kurulduğunu ve kime ait olduğunu herhalde Mustafa Kemal’den iyi bilecek birisi
olması gerektir. Bu itibarla Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin içte ve dışta karşı
hükümranlığına, milli iradesi ve üstün otoritesine her ne suretle olursa olsun başka
hiçbir makam ve mevki ortak olamaz ve bunlar hiçbir kimseye ve gruba devir
edilemez. Bundan vazgeçildiği an istiklali halel gelir ve tabii devlet durumuna
düşürür. 441
Ulus devletin temel nitelikleri Mustafa Kemal'in de yeni kurulacak olan
Türk devletinin ana omurgasını oluşturmasına istediği bu nitelik.
Ulusal Egemenlik
Ulusal egemenlik, ulus devletin en çok vurgu yapılan niteliğidir. Ulus
devletin temel unsuru olarak kabul edilen ulusal egemenlik anlayışının temelleri
16. Yüzyılda atılmıştır. 442 Ulusal egemenliğin var oluş nedeniyle incelendiğinde
ulus devletinin var oluş nedeniyle birlikte var olabilir.
Ulusal Kimlik (Milliyetçilik)
Ulusal devletleşme sürecinin önemli argümanların dan biri olan ulusal
kimlik oluşumu, modern çağın bir ürünüdür. Başka bir ifade ile bu süreçte devletin
kimliği ile devleti meydana getiren yurttaşların varsayımsal kimliği örtüşmüştür.
Modern ülkesel devlet olarak ifade edilen bu yeni devlet formuna gelene kadar
devletlerin uyruklarının kimliğini, kendisine tanımlama biçimine benzetme gibi bir
problemi veya uyruklarında olduğunu var sayıldığı bir ortak kimlikle kendisini
441Hocaoğlu, Durmuş. (2004). ” Türklerin tasfiyesi ve Türklerin eli ile İslam dünyasının ezilmesi.”
Yeniçağ Gazetesi. 23 Kasım. 2004
442Şahin, Köksal. (2006). ‘’ Türkiye’de küreselleşme tartışmaları ışığında Ulus devlet bakış .”
Sakarya: Sakarya üniversitesi sosyal bilimler entustisi kamu yönetim anabilim dalı. Yayınlanmamış
doktora tezi.
206
tanımlama ihtiyacı olmamıştır. Bu döneme kadar kimlik kendiliğinden cemaatsal
bir olgu özelliğini taşımaktadır. Burada kollektivitenin öznesi genellikle toplum
olmuştur. Modern öncesi dönemin devletleri, Meşrutiyetlerini uyruklarıyla
paylaştıkları ortak kimlik üzerine şekillendirmemişlerdir Meşrutiyetinin temeli
geleneksel bir zemin üzerine bina edilmiştir. 443
Ülkesel, Siyasal, Toplumsal İdari Ve Hukuki Bütünlük
Ulus devletlerde ulusun bütünlüğü açısından ülkesel bütünlük büyük önem
taşımakta olup, ülke sınırları içinde merkezi siyasal otoriteden aile ve eşit
egemenlik odacıkları sıcak karşılanmaz. Ülkesel bütünlük ilkesi, ulusal egemenlik
ve ulusal kimlik unsurlarından büyük oranda etkilenmiştir. Ulus devletlerde vatan
toprakları, sınırları kesin belirlenmiş, kendisine kutsal nitelikler atfedilen, sadakat
niteliğine sahip ve tek meşru otoritenin idaresinde olan bir alanı ifade etmektedir.444
Ulus Devlet Anlayışı
Ulus devlet oluşumunda “ulusal değerin” oluşması çok önemlidir. Ulusun
yaratmak için ulusun parası olan bireylerin birbirine benzemesi veya benzetilmesi
gerekir aynı kılık kıyafette, düşüncede, dilde, kültürde, şarkı ve türkülerde olduğu
gibi. Devlet, Ulus merkezcidir. Siyasal toplumsal ekonomik ve her türlü kararlar
merkez alır.445
“Osmanlı İmparatorluğu kendi etnik azınlıklarını aynı seviyede tutardı, bir
mozaik gibi, onların üzerinde bir hâkimiyet şemsiyesiydi. Fakat yeni devletimiz
Türk devleti olarak doğdu. Belli bir etnik grubun devleti olarak kuruldu. Tamamen
bir antitez olarak geldi. Milli devlet, milli birliği kurmak için milli tarih üzerine
yoğunlaştı. Şimdi soru şu: Sayıları milyonları bulan azınlıklar var. Bunlar kendi
milli bilincini oluşturdu. ‘Türk milletinin bir parçası değiliz’ hissiyatları doğdu.
Onlara kimlik verdi. Türkiye Cumhuriyeti, bu realite karşısındadır bugün. Bugün
443Yıldız,
Süleyman.( 2007). ” Kimlik ve Ulusal Kimlik Kavramlarının Toplumsal Niteliği.” Milli
Folklor. Sayı 74. s.9
444Çoşkun, İsmail. (1997) Modern Devletin Doğuşu. Yay İmge Kitapevi. S 171
445Güzel M. Şehmus.( 1995) Devlet-Ulus. Alan yayıncılık. on iki lehçe yayın. İstanbul s11
207
bir bunalım içindeyiz. Cumhuriyet, Atatürk zamanında Türk devleti ve Türkiye
olarak kuruldu.” 446
Türk milli kimliğin inşasının altında yatan dinamikleri açıklamak için yeni
bir kavramsallaştırma ya ihtiyaç vardır. Bu çerçevede batıdan farklı olarak Doğu ya
da az gelişmiş ülkelerde ulus-devlet, millet ve azınlık ilişkisi daha farklı
gelişmiştir. Bu gelişim evresi emperyalizm Aydınlar ulus-devlet az gelişmiş ülke
milliyetçiliği ideolojisi millet inşası azınlık milliyetçiliği şeklinde bir gelişim evresi
izlemiştir. Dolayısı ile hem teorik hem de pratikte batıda uzun süren Evrim devrim
ayrımında, çok kısa bir zamanı sıkıştırılmış birçok sorun ve trajediler doğuda
yaşanmıştır bunun yanında Anadolu toplumla Modern eğitim, iletişim, ulaşım,
ticaret, sanayileşme, şehirleşme ve vatandaşlık gibi temel modern devletin kültür
altyapısından mahrum kalması ve geleneksel yapıda kırsal alanda tarım toplumu
olarak kalması büyük sorun oluşturmuştur. 447
Kalp atışı millet ve millet bağlamından Türkiye’nin milli iyileşmesinin
çok özel bir yol izlediğini vurgular. Orta Asya'nın bu toplum kökenlerinde dil, soy,
siyasi idari özelliklerini kültüründe içeren Türk vardır. Fakat Osmanlı’da ve
Cumhuriyet’te var olan 40 Türk olmayan ama aynı kültürü ideli ve dili paylaşan
farklı etnik aidiyet sahip milyonlarca Türk vardır. 19 20 yüzyıl aynı milletin
parçası olarak Anadolu'ya göç eden fakat ayrı dili konuşan milyonlarca kişi” Türk”
milletinin nasıl çok özel şartlarda geliştiğini çok açık şekilde gösterir.448
Osmanlı İmparatorluğunun dini temellere dayanan geleneksel millet
sisteminin çözülmesinde uluslaşma ile birlikte uluslaşma düşüncesi de etkindir.
Özellikle 19. yüzyılda Avrupa devletlerinin siyasal çıkarlar doğrultusunda
Osmanlı’da bu düşüncenin yaygınlaşmasını sağladıkları görülmektedir. Bu konuyla
ilgili bkz. 449
446İNALCIK,
Halil. (2009) Milliyet Gazetesi. 16.11.2009 .
Süleyman. (1998). Özün Modernleşme, Milliyetçilik ve Türkiye. Bağlam Yayınlar. S. 149
448Karpat, Kemal. (2011). Osmanlı'dan Günümüze Ortadoğu’da Millet, Milliyet Milliyetçilik. Timaş
yayınları
449Karpat, Kemal. (2017), Osmanlı’da Milliyetçiliğin Toplumsal Temelleri, (Çev. O. G. Ayas),
İstanbul.
447Seyfi,
208
Günümüzde Avrupa’da Milli Devlet
Westfalya Barış Anlaşmasıyla, temel siyasal yapı olarak kabul edilen
ulus-devlet ve uluslararası sistem, Avrupalı bir karaktere sahiptir. Ancak
günümüzde, ulus-devletin doğasına aykırı, Avrupa bütünleşmesi olarak nitelenen
gelişmeler de burada görülmektedir. Yine ulus-devletin bir model olarak
kabulünden itibaren günümüze değin hizmet üreten, ekonomik faaliyette bulunan
böylece yurttaşın refahını güvence altına alan bir toplumsal alt-yapı inşası zor,
sermaye ve Avrupa Devletlerinin üretimi ile uğraşan ulus-devlet ve onun
oluşturduğu devletler sistemi kapitalist sistemin gerekliliği olarak görülmekteydi.
Ancak kapitalizm, doğası gereği, global bir nitelik almıştır. Dolayısıyla, kendine
özgü ve ulusal unsurlara aldırmadan işleyen hareket yasalarını oluşturmuştur.
Ancak gözden kaçırılmaması gereken nokta, ulusal ekonomi ve sistemlerin halen
varlığını sürdürdükleridir. Güçlerini halen ulus-devletten ve onun oluşturduğu
sistemden almaktadırlar. 450
Ulus-devletin oluşumunu sağlayan kapitalizm, günümüzde ulus devletin
meşruiyetini azaltma amacına yönelmiştir. Dolayısıyla, modern insanlık
durumunun bir sonucu olan globalleşme, kapitalizmin bir aşamasıdır ve
yüzyıllardır süregelen emperyalizmin kendisidir.451
Küreselleşme ile birlikte, getirdiği argümanlar yeni bir dünya düzenini
kafalarımıza nakşetmeye çalışan güçler tarafından, ulus-devleti, nedenini
anlamakta güçlük çekilecek bir şekilde olumsuzlamaktadır. Günümüz dünyasında
mevcut iki yüzün üstündeki devletin ve nüfusu yedi milyara yaklaşan
insanoğlunun, daha uzunca yüzyıllar yaşayabilmesi adına bazı evrensel değerler
etrafında birleştirilmeye çalışılmasına yönelik çabaları ilgiyle izlenmektedir. Ancak
insanoğlunun, son iki yüzyıl içindeki siyasi, sosyal ve ekonomik sıçramasının göz
ardı edilerek ulus-devletin bir kenara atılmasını nasıl karşılayacağı da merak
konusudur. Bu arada bu gelişmelerin hâkim güçler tarafından yoğun bir şekilde
işlenmesine karşılık, hala insanların bir “aidiyet” bağı ile bağlı hissettikleri ulusdevlet de varlığını sürdürmek için yoğun bir çaba içindedir.452
450Dr.
Öğr. Üyesi H. Gökçe ZABUNOĞLU ERÜHFD, C. XIII, S. 1, (2018). S.542
Öğr. Üyesi H. Gökçe ZABUNOĞLU, a.g.m.S.549
452Şen, Y. Furkan.(2004). Globalleşme Sürecinde Milliyetçilik Trendleri ve Ulus-Devlet. Yargı
Kitabevi. Ankara.
451Dr.
209
Küreselleşme, ulusal düzeyde birey ile devlet arasında bir tampon alan
oluşturulmasına çalışmakta, devletin egemenlik alanı, bir yandan küresel aktörler
tarafından paylaşılmak istenir iken, bireyin de egemen bir özne olarak devletin
egemenlik anlayışını içerde sınırlamasının yolları açılmaktadır. Bu süreçte,
uluslararası örgütler, insan hakları kuruluşları ve uluslararası sözleşmelerle bireyi,
kendi devletine karşı koruma amacı yönünde bir eğilim göze çarpmaktadır. Bu
eğilimin, ulusal vatandaşlık ile evrensel insan hakları arasındaki diyalektik
gerilimden beslenmekte olduğu söylenebilir. Yine tarihsel olarak, ulus-devlet
çerçevesinde şekillenen insan hakları ve yükümlülükleri, giderek artan ölçülerde
ulus-devlet sınırlarını aşarak evrensel bir aşamaya doğru yol almaktadır. Bu ve
benzeri sebeplerle, artık dünya vatandaşlığının inşasından söz edilmektedir. Dünya
vatandaşlığı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde düzenlemeye konu
edilmiştir. Bu beyanname, ulusal sınırları aşan haklara sahip bir küresel vatandaşlık
yaklaşımını sergilemektedir. Beyanname, her devletin kendi vatandaşlarına haklar
tanıması gerektiğini ve her insanın ulusal vatandaşlık hakkına sahip olduğu ısrarla
belirtmektedir.453
Ulus- devlet, belirli ölçülerde egemenlik erozyonuna uğramakla birlikte,
ister azınlık, ister çoğunluk anlamında alınsın, bir devlet modeli olarak kendi
uluslarının bazı kazanımları adına yeni nitelik ve işlevler de kazandığı
muhakkaktır. Hukuka kaynaklık etme fonksiyonunu hala sürdürmektedir, ancak
uluslar üstü yapılanmaların hukuki yönden vatandaşlarına nasıl davranmaları
gerektiğine dair birçok zorlanmalarından etkilendikleri de bir gerçektir. Özellikle
diğer aktörler olarak addedilen organizasyonların da artık bu süreçte etkin ve
belirleyici rol oynamaya başladıkları kabul edilmektedir. Ama bu aktörler
günümüz itibariyle, büyük devletlerin belirli alanlardaki ulusal uluslararası
alandaki problemlerdeki daha çok kendileri lehine müdahaleleri nedeniyle önemli
küresel olaylarda sık sık ikinci planda kalmaktadırlar ve ayrıca yine bazı büyük
devletlerin bu organizasyonların karar alma mekanizmalarındaki gücü nedeniyle,
bu organizasyonların bazı önemli olaylar karşısında aldıkları/alamadıkları kararlar
nedeniyle yoğun eleştirilere maruz kaldıkları ve güçlerinin ölçüsünün tartışıldığı da
kabul edilmelidir.
Özellikle Fransız Devrimi’nden itibaren, bir devlet modeli olarak teorik ve
pratik anlamda kurulması için büyük çaba sarf edildiği kabul edilen ve dünyanın
günümüzdeki siyasal sisteminin temel aktörlerinden olan ulus-devletin, yukarıda
453Sarıbay,
Ali Yaşar. (1998) Küreselleşme, Sivil Toplum ve İslam. Vadi Yayınları. Ankara.
210
anlatılanların ışığında gelişen uluslararası sistem içerisinde var olmak uğraşı içinde
olduğu da bir gerçektir. Ayrıca görülen odur ki uluslararası düzeyde gelişen yeni
küresel ya da uluslar üstü modellerin, eski yapıyı tamamen ortadan kaldıracak
nitelikte ve düşüncede olmadıkları da artık anlaşılması gereken bir durumdur.
Özellikle son yıllardaki gelişmeler de bunu teyit eder niteliktedir. Bu bağlamda,
birinin diğerini aşmasından ziyade, birinin diğeri üzerine eklemlenmekte olduğu
son yıllardaki genel kabullerden biri olarak görülmektedir. Bu yeni düzende, yeni
değerler, kurallar, standartlar ve mekanizmalar bulunmaktadır ve bunların
işleyebilmesi ulus-devletlerin hepsinin ayrı ayrı kabul edecekleri ilke ve normlar
dikkate alınarak uygulanabilecek gibi görünmektedir.454
SONUÇ
Milli devlet kavramı var olduğundan itibaren her millette farklı karşılık
bulmuştur. Bugün devletlerin var olması, topraklarda insanların bir arada yaşaması,
belli bir düzen içinde var olmalarında ulus devlet kavramının halk tarafından
benimsenmesinin çok büyük payı vardır. İnsanların ülke sınırları içinde barışçıl bir
şekilde yaşamalarını sağladığı kadar, ülke sınırları dışında belirli bir gerilim
yaratığı düşünebilir.
Ulus devlet kavramının doğuşundan günümüze kadar incelediğimizde,
değişim yaşadığını rahat bir şekilde inceleyebiliriz. Bu değişim kendi milletlerinin
çıkarını gözetirken başka milletlerin yine kendi çıkarları kullanma çabasıdır.
Bahsettiğimiz gibi ülkede yaşayan insanları bir arada tutan milli devlet
kavramı kadar milliyetçiliğin önemi atlanmaz. Yüzeysel bir şekilde üstünden
geçecek olursak ulus devletin temelinde milliyetçilik ilkesi yatar.
454
Yaylı, Hasan. (2009). Fransız Devriminden Günümüze Ulus-Devlet. Yıl 98 . Sayı 262
211
KAYNAKÇA
Akıncı, A. (2012). Modern Ulus Devletlerin Doğuşu. Dumlupınar Üniversitesi
Sosyal Bilimler Dergisi, 61-70.
Çetin, B. N. (2008). Siyasi Küreselleşme Bağlamında Ulus Devlet
Tartışmaları. Doğu Anadolu Bölgesi Araştırmaları Dergisi, 177-182.
Çoşkun, İ. (1997). Modern Devletin Doğuşu. İmge yayımcılık.
Gündoğan, A. O. (2003). Devlet ve Milliyetçilik. Doğu Batı Dergisi, 6(21),
181– 194.
Güzel, M. (1995). Devlet-Ulus. Alan Yayıncılık.
Hegel, G. W. (2003). Tarihte Akıl. Kabalcı Yayınları.
Hocaoğlu, D. (2004, Kasım 23). Türklerin Tasfiyesi ve Türklerin Eli İle İslam
Dünyasının Ezilmesi. Yeniçağ Gazetesi.
Işıklar, C. (2008). Günümüz Türkiye'sinde Ordunun Asker Alma Sisteminin
Korunması Meselesi ve Milli Devlet Anlayışı ile İlgisi. Gazi
Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, (22), 797-822.
İnalcık, H. (2009, Kasım 16). Milliyet Gazetesi.
İnsel, A. (2000). Kimlikler ve Devletin Hukuku. Doğu Batı Dergisi, 59-64.
Kalaycı, H. (2010). Ulus-Devletin Başağrısı Ayrılıkçılık Kanada Quebec
Örneği. Liberte Yayınları.
Karpat, K. (2011). Osmanlıdan Günümüze Ortadoğu'da Millet, Milliyet
Milliyetçilik. Timaş Yayınları.
Karpat, K. (2017). Osmanlı'da Milliyetçiliğin Toplumsal Temelleri. Timaş
Yayınları.
Köksal, Ş. (2006). Türkiye'de Küreselleşme Tartışmaları Işığında Ulus Devlet
Bakış [Yayımlanmamış doktora tezi]. Sakarya Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetim Anabilim Dalı.
Köylü, M. (2019). Mustafa Kemal Atatürk'ün Ulus Devleti, Egemenlik ve
Bağımsızlık Anlayışını Fransız İhtilali Fikir Akımlarının Etkisi.
Uluslarası İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 112-130.
212
Leca, J. (1998). Neden Söz Ediyoruz? Uluslar ve Milliyetçilikler. Metis
Yayınları.
Sarıbay, A. Y. (1998). Küreselleşme, Sivil Toplum ve İslam. Vadi Yayınları.
Süleyman, S. (1998). Özün Modernleşme, Milliyetçilik ve Türkiye. Bağlam
Yayınları.
Şen, Y. F. (2004). Globalleşme Sürecinde Milliyetçilik Trendleri ve Ulus
Devlet. Yargı Kitapevi.
www.lugatim.com. (tarih yok). Kubbealti Lugati. adresinden alındı
www.otukensozluk.com. (tarih yok). ötüken sözlük. adresinden alındı
www.tdk.gov.tr. (tarih yok). Türk Dil Kurumu Sözlüğü. adresinden alındı
Yaylı, H. (2009). Fransız Devriminden Günümüze Ulus-Devlet. Türk Yurdu
Dergisi, 98(262).
Yıldız, S. (2007). Kimlik ve Ulusal Kimlik Kavramların Toplumsal Niteliği.
Milli Folklor Dergisi, 19(74), 9-13.
Zabunoğlu, H. (2018). Günümüzde Ulus Devlet. Erciyes Üniversitesi Hukuk
Fakültesi
Dergisi,
13(1),
535-559.
https://dergipark.org.tr/tr/pub/eruhfd/issue/37046/425657
213
OSMANLI İMPARATORLUĞU İÇİN BİR KIRILMA NOKTASI:
ÂYANLIĞIN YAYGINLAŞMASI
Tarık KAYA
ÖZET
Bu çalışmada herkesin tarih kitaplarında gözüne çarpan âyan kavramı ve
bu kavramın yıllar içinde geçirdiği süreç, bu sürecin aşamaları Kemal H. Karpat ve
diğer tarihçilerin çalışmaları temel alınarak “Osmanlı İmparatorluğu İçin Bir
Kırılma Noktası: Âyanlığın Yaygınlaşması” başlığı altında incelenmeye
Çalışılmıştır. Kemal H. Karpat, Halil İnalcık, Özcan Mert, Ahmet Tabakoğlu ve
birkaç daha tarihçilerin makaleleri incelenmiştir. Bu bağlamda “Âyan Nedir?”,
“Âyanlığın Evrim Süreçleri Nelerdir?”, “Âyanlığın Güçlenmesindeki Temel Etken
Nedir?”, “Tımar Nedir?”, “İltizam Nedir?”, “Mültezim Nedir?” sorularına da cevap
aranmıştır. Âyanlığın zaten var olduğu ancak yıllar geçtikçe güç kazandığı
görülmüştür. Bu güçlenmeye zemin hazırlayan tımarın bozulması ve vergi
sistemindeki değişiklikler irdelenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Âyan, Tımar, Tımarlı Sipahi, İltizam, Mültezim,
Mukataa.
Muzaffer
Çil Anadolu Lisesi
214
GİRİŞ
Osmanlının askerî yapısının iki temel organı tımarlı sipahiler ve yeniçeri
ocağıdır. Tımar sistemi hem orduya asker temininde hem de arazilerin
işlenmesinde büyük rol oynuyordu. Askerî giderlerin yüzde 30 ila yüzde 40’ı tımar
tahsisi yoluyla karşılanıyordu.455 O dönemde ise merkezi hazinenin temel giderini
kapıkulu maaşları oluşturuyordu.
Tımar sistemi ile sipahi adı verilen asker besleniyordu. Askerin beslenme,
yetiştirme yükünü merkezi hazineden alıyordu. Bulunduğu bölgenin aynı zamanda
nizamını sağlıyordu. Daha da önemlisi topraklar boş kalmıyor işleniyordu. Osmanlı
Devleti’nde bölgeler; Salyâneli, Salyânesiz ve İmtiyazlı bölgeler olarak üçe
ayrılırdı. Salyâneli bölgelerde, tımar uygulanmaz, iltizam uygulanırdı. Bu bölgeler
genellikle merkezden uzak olan bölgelerdir. Salyânesiz bölgelerde tımar sistemi
uygulanırdı. Bu bölgeler genellikle merkeze yakın olan bölgelerdir. İmtiyazlı
bölgeler ise iç işlerinde serbest, dış işlerinde merkeze bağlı bulunan ve bazılarının
vergi ödemediği bazılarından asker alınmayan bölgelerdir.456
İltizam yöntemi klasik dönemde tımarın uygulanmadığı salyâneli
bölgelerdeki vergileri devlet memurları aracılığıyla toplama sistemidir. İltizam
yönteminde vergi daha çok ürün olarak toplanırdı. –Bu yöntem Osmanlı için yeni
bir usûl değildi. Nitekim Osmanlılar ’da aşar vergisi iltizam ile toplanırdı.– Bu
yöntemde mültezim* devlete yaptığı ödemeyi karşılamak ve kendine kâr sağlamak
için köylülere büyük baskı uygulamak durumundaydı. Vergi tahsilinde büyük
keyfiliğe yol açan iltizam usulü mukataalarda uygulanıyordu. Mültezimler, açık
arttırmaya çıkarılan mukataayı bırakacağı kâr hakkındaki tahminlere göre
kıymetlendirdikten sonra devlete tekliflerini yapardı. Hazine teklif verenler
arasından en yüksek teklif yapan mültezime tahvil adı verilen ve genellikle 1 ila 3
yıl arasında değişen bir devre için, o mukataayı vergilendirme hakkını devrederdi.
Hazine mültezimden senet ve kefil isterdi. Sorumluluğu yerine getirmezse malları
müsadere** edilirdi.457
455
İnalcık, H. (2015). Mali Sistemde Dönüşüm ve Sonuçları. Devlet-i Aliyye IV, İstanbul: Türkiye İş
Bankası Kültür Yayınları. (s. 45).
456
Osmanlı'da Taşra Teşkilatı. (2019). Ortaöğretim Türk Kültür ve Medeniyet Tarihi Ders Kitabı,
Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. (s. 41)
*Osmanlılar’da devlete ait vergi gelirinin özel bir şahsa verilmesini ifade eden bir terim.
457https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0ltizam (Erişim Tarihi: 19.10.2019 12.37)
**Zorla elinden alma.
215
Anadolu ve Balkanlar açısından bakıldığında, ayanların ve âyanlığın
dönüşümü hemen hemen aynı nedenlere bağlı görünmektedir.458 Ancak ayanların
aile bağları, kimlikleri ve servet kazanma yolları açısından bazı ufak farklar göze
çarpmaktadır. Güçlü ve köklü Türk ve Müslüman ailelerinin bulunduğu Anadolu
sahasında, en başından beri ayanlar bu ailelerin mensupları arasından çıkar.
Anadolu’da yerel yöneticilerden ziyade, bu ailelerin mütesellimlik, mültezimlik
gibi görevleri aldığı ve XVIII. yüzyılda taşra yönetimine egemen oldukları görülür.
Ancak tebaanın büyük çoğunluğunu gayrimüslimlerin oluşturduğu Balkan
sahasında ayan unvanı kazanan kişilerin önceleri, bir şekilde, askeri sınıf içerisinde
görev almış, yönetici grubuna dâhil olmuş kişiler arasında çıktıkları görülür. Kısaca
Anadolu’daki ayanların çoğunlukla köklü ailelerin üyeleri oldukları
söylenebilirken, Balkanlardaki ayanların ise askeri kökenli kişiler olduklarını
söylemek mümkündür.459
Osmanlı Devleti’nin klasik döneminde kurumlar görevlerini gereği gibi
yaptıklarından âyanın toplum içindeki nüfuzu oturduğu yerleşim merkezinin
sınırları dışına taşmazdı. Bu devirde halk ile devlet arasındaki işlerde aracı ve iş
takipçisi olarak faaliyet gösteren âyanın, bulunduğu yerin çeşitli ihtiyaçlarını temin
etmek, vakıfların tevliyet ve nezaret işlerini yürütmek, satılan malların fiyatlarını
tespit etmek, bilirkişilik yapmak, bazı vergilerin tahsil edilme zamanını belirlemek,
kötü idarecilerin azledilmeleri ve yerlerine iyi yöneticilerin tayin edilmeleri
yolunda şehir sakinlerinin isteklerini İstanbul’a arz etmek gibi fonksiyonları vardı.
Bu sebeple halkın vekili sıfatıyla memleketin yetkilileriyle bir araya gelerek
meseleleri hallederdi.460
Klasik dönemde âyanın yetkileri yaşadığı yerin yerleşim sınırları kadardı.
Genel manada vazifeleri ise payitaht ile yaşadığı bölge arasında aracılık yapma
olarak tanımlayabiliriz. Kendi başına karar ve uygulama yetkisinin olmadığı
açıktır.
XVI. yüzyılın ikinci yarısında âyan, iltizama katılmak ve çiftçiye borç para
vermek suretiyle servetini çoğaltıp topraklarını genişletti. Bunun yanı sıra bazen
bozulan işini düzeltip devam ettirebilmek, bazen da nakdî vergisini ödeyebilmek
458Sadat, D. (1972). Rumeli Ayanları. The Eighteenth Century. Journal of Modern History, XLIV (3),
346.
459Özdemir, N. Ü. (2018). Ayanlık kurumunun gelişimi ve Anadolu ile Balkan coğrafyasındaki
farklılıkları üzerine bir değerlendirme. Curr Res Soc Sci, 4(1), 29 - 38.
460Mert, Ö. (1991). Âyan. TDV İslâm Ansiklopedisi, IV. Cilt, İstanbul. (s. 196).
216
amacıyla borç alan halkı kendine daha bağımlı hale getirdi. Bu şekilde âyan
ekonomik ve sosyal bakımdan giderek güçlendi. Aynı devredeki suhte*** ve
levent isyanlarında ehl-i örfe**** karşı isyancıları desteklemesi ve hatta bazen
zorba yöneticilere karşı mücadele etmesi, âyanı himaye arayan halkın koruyucusu
durumuna getirdi. XVII. yüzyılda görülen Celâlî isyanları ve tımarlı sipahiliğin
ihmal edilmesi yüzünden boş kalan tımarlar iltizama verilince, mültezimlik yoluyla
köylüye âdeta hâkim olan âyan, toprağını terk eden çiftçi ve leventlerin kendisine
sığınması ile, çalışan ve savaşan nüfus bakımından da kuvvet kazandı. Âyan,
zenginliği ölçüsünde maiyetindeki sekban ve levent sayısını da arttırdı.461
Bu dönemle klasik dönem kıyaslandığında aracı olan âyan XVI. yüzyıl ile
beraber emir veren ve kitleleri peşinden sürükleyen kişiye dönüşmüştür. Çıkan
isyanlarda isyancıları desteklemesi ile beraber devlete karşı tehlike oluşturmaya
başlamıştır.
1683’te başlayan II. Viyana Kuşatması dolayısıyla ortaya çıkan malî
sıkıntıyı gidermek için 1695 yılından itibaren bazı mukataaların***** iltizama
verilmesi, âyanlığın gelişmesinde önemli derecede rol oynadı. Çünkü âyan,
iltizama katılmasının sayesinde bölgelerindeki gelir kaynaklarının kontrolünü ve
faydalanma hakkını sağlamlaştırıp kalıtım yoluyla devam ettirme imkânı ile
devlete ait bazı yetkileri kullanma fırsatını ele geçirdi. Ayrıca XVIII. yüzyıldan
itibaren savaşlarda da hizmet ettiler.462 Böylece taşra idaresinin yanı sıra savaş ve
askerlik bakımından da önem kazandılar.
Avrupa’da ateşli silahların 16. yüzyıl boyunca yaygınlaşması Avusturya
Cephesinde atlı süvarilerin ve sipahilerin savaş gücünü azaltmıştı. Bu durum ateşli
silahlarla eskiden beri donanmış olan yeniçerilerin önemini arttırdı. Yeniçeriler
maaşlarını doğrudan doğruya merkezi hazineden nakit para (ulûfe) biçiminde
almaktaydılar. Yeniçeri birlikleri sayısının hızla büyümesi Osmanlı maliyesinde
nakit para ihtiyacını artırdı. (Tablo 1) Aynı zamanda ordunun seferlerden ganimet
elde edemeden dönmesi sefer masraflarının hazineye yük olmasını sağladı. Nakit
gereksinimini hızlı bir biçimde karşılamanın başlıca yolu vergilerin iltizam
461Mert,
Ö. a.g.m. (s. 196).
462https://islamansiklopedisi.org.tr/ayan
(Erişim Tarihi: 19.10.2019 13.23)
***Osmanlılar ’da medrese talebeleri için kullanılan bir terim.
****Osmanlı Devleti’nde padişahın icraî, idarî ve askerî yetkilerini temsil eden, ulema dışında kalan
görevliler.
*****Osmanlı’da mirî arazinin alt kollarından biridir. Geliri doğrudan devlet hazinesine giderdi.
Gelir iltizam ile toplanırdı.
217
yöntemiyle toplanmasıydı. Sözü geçen yöntemin 16. yüzyıl sonlarında baskın hale
gelmesiyle tımarların gerek askerî gerekse ekonomik anlamda belirleyici bir
önlemleri kalmamıştır.463 Kemal H. Karpat bu durumu şu şekilde anlatmıştır.
“… 1653’te 5.618 tımara sahip olan Erzurum vilayeti, 1715’te 2119
tımarını kaybetti. 1804’te ise ülkedeki tüm tımarlar sadece 3575 idi ve bunların
çoğu padişah tarafından Nizam-ı Cedid komutanlarını ödüllendirmek için
kullanılıyordu. Halil İnalcık’a göre 1475’te 63 bin tımarlı sipahi varken 1610’da
45 bin, 1630’da 7 ila 8 bin tımarlı sipahi kalmıştı. Aynı dönemde, 1475-1630,
kapıkulu sayısı 12 bin 800’den 92 bin 206’ya çıktı…”464
Tablo 1: Kemal H. Karpat, Elitler ve Din s. 49.
1528
21,519
1563
38,599
1582
44,468
1670
88,382
Bir Önceki Yıla
Göre Artış*
-
79.37%
15.21%
98.75%
Askeri
Harcamalar
(Akçe)
57,707,666 117,917,392
115,039,203
236,605,688
Bir Önceki Yıla
Göre Artış*
-
-2.44%
105.67%
Merkezi
Ordunun
Mevcudu
104.34%
* Bir önceki sütunda bulunan yıla göre yüzdelik artış durumudur.
Tablodaki 1528 ile 1563 yıllarını incelersek mevcudun artışı %79 iken
harcamalardaki artış ise %104 olmuştur. Bu mevcudun usûlsüz arttığı gibi
harcamaların da kontrolsüzce büyüdüğünün en büyük göstergesidir. Sadece
463İnalcık,
H. Tīmār. Encyclopaedia of Islam, Second Edition, Edited by: P. Bearman, Th. Bianquis,
C.E. Bosworth, E. van Donzel, W.P. Heinrichs.
464Karpat, K. H. (2018). Osmanlı'dan Günümüze Elitler ve Din, 6. Baskı (s. 50). Timaş Yayınları.
218
buradan bile Osmanlı maliyesinin girdiği zor durumu anlamak daha kolay
olacaktır.
16. yüzyıl sonlarından itibaren, uzun süren savaşlar ve ticaret yollarının değişmesi
Osmanlı ekonomisini bozarak hazinede nakit para açığına sebep oldu. (Tablo 2) Bu
nedenle tımar sisteminin uygulandığı Salyânesiz eyaletlerde de iltizam
uygulanmaya başlandı.
Tablo 2: Ahmet Tabakoğlu, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi, s. 17
Gider (Akçe)
Bütçe Açığı
(Akçe)
*
1608
225,530,870 264,723,370
-39,192,500
-
1654
225,635,960 276,444,770
-50,808,810
29.64%
1666-7
194,530,370 222,099,360
-27,568,990
-45.74%
1687-8
246,175,500 316,702,670
-70,527,170
155.82%
1691-2
210,274,480 238,979,690
-28,705,210
-59.30%
1696-7
241,238,930 281,717,790
-40,478,860
41.02%
Gelir
(Akçe)
* Bir önceki satırda bulunan yıla göre bütçe açığının yüzdelik artış veya azalış
durumudur.
XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren âyan kelimesi yeni bir anlam kazandı.
Bu yeni statüde iyice güçlendikleri görülen âyanların başlıca görevleri, şehir ve
esnaf için gerekli malları sağlamak, erzak ve ham madde fiyatlarını tayin etmek,
kamu binalarının inşa ve tamirini yapmak, eşkıya yakalamak ve cezalandırmak,
orduya asker sağlamak ve bu askerlerin ihtiyacını görmek, ordu ve mühimmatının
taşınması için hayvan tedarik etmek, İstanbul’a erzak ve koyun göndermek,
İstanbul Baruthanesinin güherçile ihtiyacını karşılamak, bazen gemi yapmak ve
219
gemi yapımı ile ilgili malzemeyi temin etmek, vergi ve mukataa gelirlerini
toplamak vb. idi.465
XVIII. yüzyıl ile beraber âyanın taşrada söz sahibi olduğu görülmektedir.
Orduya asker sağlama vazifesi âyanın askerî gücünün delilidir. Eşkıya yakalama ve
cezalandırma ile bölgenin emniyetini sağlamak da görevi olmuştur. Âyan, iktisadî
ve askerî gücünün yanına idarî ve toplumsal güç de eklemiştir.
XVIII. yüzyılda, Bâbıâli’nin taşradaki gücünün giderek azalması ve bir
âyan ailesinin kendi bölgesinde devamlı olarak yöneticilik yapması sonunda âdeta
bir hanedan hüviyeti taşıyan büyük aileler ortaya çıktı.466
Merkezî otoritenin zayıf oluşundan faydalanan âyanlar, bir yandan
görevlerini yürütürken çok defa da haklı veya haksız kendi menfaatlerini
gözetmişlerdir. Taşradaki otorite boşluğunu dolduran âyan aileleri memleketin
birçok yerinde varlık ve üstünlüklerini kabul ettirmişlerdi. Bunlar arasında
Tuzcuoğulları Rize dolaylarında, Canikli Hacı Ali Paşa ve oğulları Samsun ve
çevresinde, Çapanoğulları Yozgat yöresinde, Zennecizâdeler Kayseri’de,
Müderriszâdeler Ankara’da, Kalyoncuoğulları Bilecik’te, Kanlızâde Balıkesir’de,
Karaosmanoğulları Manisa ve çevresinde, Kâtiboğulları İzmir’de, Yılanlıoğulları
Isparta’da, Tekelioğulları Antalya’da, Menemencioğulları ile Kozanoğulları
Çukurova’da, Azmzâdeler Suriye’de, Babanzâdeler Kuzey Irak’ta, Tirsiniklioğlu
ile Alemdar Mustafa Rusçuk dolaylarında, Pazvandoğlu Vidin’de, Tepedelenli Ali
Paşa ile oğulları da Yanya ve çevresinde, Kumarcızâdelerden Kumarcı Abdullah
Eskişehir ve çevresinde ün kazanmışlardı.467
Bunlardan Kumarcı Abdullah’ı ismen bilmesek de yaptıklarının sonucu ile
ortaya çıkan yapıyı mutlaka hepimiz biliyoruzdur.
Eskişehir ve çevresinde ün kazanmış olan Kumarcı Abdullah, aslen
Erzurumludur. Oradaki hukuka aykırı davranışlarından ötürü Eskişehir bölgesine
sürülmüş, sürülüşünü müteakip Çifteler ’de Sakarya Nehrinin çevrelediği bir
adacık üzerinde muhkem****** bir malikâne yaptırarak servet ve nüfuzunu
arttırmaya başlamıştır. Ardından bölge ayânlığı için bacanağı Hacıoğlu ile girdiği
Ö. (1991).a.g.m. (s. 196).
Y. (1978). XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Yerli Ailelerin Âyânlıkları Ele Geçirişleri ve
Büyük Hânedânlıkların Kuruluşu. TTK Belleten XLII/168 (s. 667).
467https://islamansiklopedisi.org.tr/ayan (Erişim Tarihi: 19.10.2019 13.23)
******Sağlam, sağlamlaştırılmış.
465Mert,
466Özkaya,
220
uzun mücadeleyi birkaç kez katline ferman çıkması pahasına büyük badirelerle
sürdürüp rakibinin ölümü üzerine affedilerek bölge ileri gelenlerinin aracılığıyla
ayânlığa yükseltildi. Aynı tarihlerde bir diğer kardeşi Memiş (Mehmet) Ağa da
İnönü ayânlığını elde etmişti. Ayânlığı ele geçiren Abdullah Ağa, bölgedeki
emlakini süratle arttırıp büyük bir çiftliğe dönüştürdü. Sakarya kıyısında
değirmenleri, büyük zirai arazisi ve kontrol altına aldığı çayırlıkları üzerinde bini
aşkın at (beygir), birkaç bin sığır sürüsü dolaşmaya başladı. Çevrede “Kumarcı
hergelesi” olarak anılan sürüleri, yerli ırka mensup iri ve güçlü hayvanlardan
oluşmaktaydı.468
Bu Eskişehir’deki bir âyanın yaptıklarıdır. Âyanlardan yüzlerce olduğunu
düşünürsek durumun vahametini kavramak zor olmayacaktır.
XIX. Yüzyılın yenilikçi hükümdarı Sultan II. Mahmut’un saltanatının ilk
devresinde merkezi otoriteyi yeniden kurmak için ayânlığa ve ayânlara karsı savaş
açması, Kumarcı için de sonun başlangıcı oldu. Bunun için sultanın elinde yeterli
kanıt mevcuttu: Kumarcı, davet edildiği halde süregelen Osmanlı-Rus Savasına
katılmadığı gibi, bölgeden geçen orduya erzak vermemişti. “Fermanlı” ilan
edilerek üzerine Hüdâvendigâr Sancağı Mutasarrıfı Mustafa Paşa kumandasında
kuvvet sevk edildi. Epeyce kanlı ve çetin bir mücadeleden sonra malikânesi
kuşatılıp ateşe verildi, kendisi de ele geçirilerek altmış yaşlarında olduğu halde
idam edildi (1813). Ehl-i örfe öteden beri yapılan uygulama gereğince cezanın bir
bütünleyeni olarak Kumarcı’nın büyük hırs ve emekle kurduğu çiftliği müsadere
edilip mirîye kaydedildi. Bir süre III. Selim’in eşlerinden Zîbifer Kadın’a temlik
edildiği******* anlaşılan çiftlik, onun ölümüyle Kumarcı malikânesiyle birlikte
hâraya dönüştürülerek üzerinde Çifteler Hâra-yı Hümayûnu tesis edildi.469
Türkiye’nin en ünlü hâralarından birisi olan ve hepimizin mutlaka bir kez
de olsa duyduğu ancak kuruluşu ile ilgili rivayetlerin dolaştığı Çifteler Hârasının
kuruluş ve devlete geçişi ise âyanlık müessesine dayanmaktadır.
468Köksal,
O. (2009). Osmanlı Dönüşüm Sürecinde Bir Devlet Teşebbüsü Olarak Çifteler Hâra-yı
Hümayunu Ve Türk Atçılığına Katkıları. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler
Dergisi,10(2), (s. 333).
469Köksal, O. a.g.m. (s. 333).
*******Bir malı bir kimseye mülk olarak vermek.
221
SONUÇ
Hazinedeki dengesizlik ve Osmanlı ekonomisinin kötü gidişatı tımar
arazilerinin satışa çıkarılmasıyla ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Birbirleriyle denge
hâlinde olan ancak tımarların elden çıkmasıyla bu dengenin bozulduğu Osmanlı
askeriyesinin bir diğer kolu olan Yeniçeri Ocağı ise usûlsüz asker alımıyla merkezî
hazineye giderek yük oldu. Bu kötü gidişat ise tımarları kendine geçiren ve
güçlenen yaşadığı bölgenin köklü ailelerinden olan âyanların işine yaradı. Bu
süreçten sonra âyan aynı zamanda mültezim de oldu. Merkezî hükümetin taşradaki
etkisinin iyiden iyiye azalması ile taşradaki söz sahibi oldu. Yaşadığı bölgede söz
sahibi olan âyanların aileleri ise hanedan hüviyetini almaya başladılar. İktisadi bir
güç elde eden âyan, zaman içerisinde askerî ve idarî güçler de elde etti. Öyle ki
devlete borç verecek kadar ve savaş zamanı ordunun emrine asker gönderebilecek
kadar güçlendi. O kadar zenginleştiler ki Kumarcı Abdullah gibi yüklü keyfi
harcama yapmaktan hiç kaçınmadılar. Bu denli güçlenen bir yapı elbette kolayca
ortadan kalkmamıştır. Sultan II. Mahmut ile başlayan merkezîleşme hareketi ile
bazı âyanlar kan dökülerek ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Ne kadar kan da
dökülse bu yapının tam manasıyla ortadan kalkması ve etkisizleşmesi Cumhuriyet
Dönemi’ni bulmuştur.
Osmanlı’nın askerî, idarî ve iktisadî yapısında derin izler bırakan âyan; Osmanlı
İmparatorluğu için geri dönülemez bir kırılma noktası olmuştur.
222
KAYNAKÇA
İnalcık, H. (2015). Mali Sistemde Dönüşüm ve Sonuçları. Devlet-i Aliyye IV.
Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları.
Karpat, K. H. (2018). Osmanlı'dan Günümüze Elitler ve Din. Timaş Yayınları.
Köksal, O. (2009). Osmanlı Dönüşüm Sürecinde Bir Devlet Teşebbüsü Olarak
Çifteler Hâra-yı Hümayunu ve Türk Atçılığına Katkıları. Eskişehir
Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,10(2).
Mert, Ö. (1991). Âyan. TDV İslâm Ansiklopedisi, Iv. Cilt.
Osmanlı'da Taşra Teşkilatı. (2019). Ortaöğretim Türk Kültür ve Medeniyet
Tarihi Ders Kitabı. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları.
Özdemir, N. Ü. (2018). Ayanlık Kurumunun Gelişimi ve Anadolu ile Balkan
Coğrafyasındaki Farklılıkları Üzerine Bir Değerlendirme. Curr Res Soc
Sci, 4(1), 29-38
Özkaya, Y. (1978). XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Yerli Ailelerin Âyânlıkları
Ele Geçirişleri ve Büyük Hânedânlıkların Kuruluşu. Ttk Belleten,
XLII/168.
P. Bearman, Th. Bianquis, C.E. Bosworth, E. van Donzel & W.P. Heinrichs
Encyclopaedia
Of
Islam
[İslam
Ansiklopedisi].
https://referenceworks.brillonline.com/browse/encyclopaedia-of-islam2
Sadat, D. (1972). Rumeli Ayanları. The Eighteenth Century. Journal of
Modern History, XLIV(3).
223
SAFAHAT'IN VÜCUT BULMUŞ HÂLİ: MEHMET AKİF ERSOY
Elif TEKİN
ÖZET
Mehmet Akif‘i hepimiz biliyoruz, İstiklal Marşı'nın şairi. Bunun
bilinmişliğinin yanında Nurettin Topçu Bey ‘in ve Sezai Karakoç Bey’in
kitaplarından yardım alarak çok fazla bilinmeyen yönlerini sizlere sunmak
istiyorum.
Anahtar Kelimeler: Sonsuzluk yolcusu, Dînî ve millî irade, Lâhuti ses.
Eskişehir Odunpazarı H. Ahmet Kanatlı Anadolu Lisesi
224
GİRİŞ
Akif bir sonsuzluk yolcusudur. O kendini sonsuzlukta bulmuştur.
Sonsuzluk ise dini hayatın ifadesidir. Akif böylece sonsuzluk yani din idealinde
hem kendini aramış, hem milletinin devasını onda bulmuştur. Üçüncü Safahat'ında
Akif Hakk'ın seslerine, Kuran’a eğilerek kendini teslim eder. Akif’in gözünde tek
cemaat, İslam cemaatidir. İslam âlemi olmasa, onun bu dünyaya gelişinin sebebi
olmayacaktı. Akif aradığı mesuliyet idealine ikinci Safahat’ında Süleymaniye
kürsüsünde dua ile bitirir. Akif’e sanat anlayışı din ideali üzerine, sanat anlayışının
ilerlemesiyle başladı. Ama o eser yaratmaya hevesli değildi. Kendini bu ideale
memur etti.
Mesuliyet idealini aramasında ise şu benzetmeleri yapabiliriz. Nazım gibi
şiir, hayat gibi hikmet insanlık gibi bir milliyet. Akif gibi kendini çeşitli yönlere
adamış ünlü düşünürlerden birkaç örnek vereyim: Buhranlı feryatlar, Shakespeare;
şiirde edebiliğe açılmak, Edgar Poe; fani bir kalbi harap olmaktan korumak,
Lamartine; uçurumlardan uçuş ve gözyaşı, Victor Hugo.470
Mehmet Akif ‘in sanatı ne şeklin ne rengin ne de plastik duyuşların
sanatıdır. Bu sanat sonsuzluğa yükselen lâhuti bir ses gibidir. Akif’le sanat, ahlak
ve din felsefesi hep birlikte mevcuttur. “Büyük adamlar yalnızdır, ilham perisi
münzevilerin dostudur.” Akif devlet ve ikbal mevkilerinden uzak durmuştur.
Milliyetçiliğin Kaynakları;
-Ruh yapısına sinmiş olan tarih, mazi, mefahir ve ecdat duygusu.
-Bozulan ahlaki yapısının tamiri ve onarılmasına olan inancı.
-Vatan hissi,
Bülbül şiirinde vatan vurgusu çok ön plana çıkar. Bütün şiirinde var olan
duygu “Asım"da” tam bir realizme bürünür.
Dini irade ve milli irade bu kitapta birleşmiştir. “Ey şehid oğlu şehid,
isteme benden makber/ Sana açmış duruyor peygamber.”
Milliyetçiliği tarih ve toprak şuurundan ayrılmaz.“ Enbiya yurdu bu toprak,
şüheda burcu bu yer/ Bir yıkık tür besinin üstünde Mevla titrer.”
470Nurettin
Topçu, Mehmet Âkif, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2018, s. 29.
225
Akif ‘in muhafazakârlığı millette, dinde, ahlakta, ekonomide, siyasette
bütün içtimai hareketler sahasında o hareketlerin dayandığı temellerin muhafazası
demektir.
İnkılapçılığı ise gençliğe istikbali işaret ederek şekillendirir: “Geçti mazi
denen o devri melal/ Haydi fethet, senindir istikbal."
Akif şekilde değil ruh ve ahlakta inkılap bekliyordu. Düşünce devlet ve
sanatta inkılap bekliyordu. "“Nesli tehzip ile meşgul olalım. “
Din mistizismi, “Ben böyle bakıp durmayacaktım dili bağlı/ İslamı
uyandırmak için haykıracaktım/ Nedir manası, mabud olmadıktan sonra mihrabın/
Rûkûva, haşyetin, vecdin, bütün biçare eshabın.”
Akif bizim gerçeğimizi haykırarak başladı Safahat’e ve ilahi idealizm ile
birleştirdi. Dua, ümit, teselli, çırpınış, ızdırap, hayat idaresi, emel, çile, sevinç… Bu
kavramlar vardı içinde.
Akif’le sanat, ahlak ve din felsefesi hep birlikte mevcuttur.
Mutlak ve hakikat hürriyeti arzular Akif: "Bir mezarlık gibi dalgın
yatıyorken daha dün/ Şu sokaklarda dalgalanan ruhu gördüm!"
Onun için ruh hürriyetine kavuşmalı ve hayatı derinden etkilemelidir.
Ruh hürriyeti, gerçekten hayat nizamını değiştirici bir kuvvettir.
Ruhlarımızdaki hürriyet iksiri herkesten çok onun bize sunduğu iksirdir.471
Akif yaşadığı süre dışında da ölümüyle fikir dünyamızda yeni sayfalar
açmış ve bu sayfaların zihin dünyamıza dâhil olmasını sağlamıştır.
Büyük insanların ölümleri bir bakıma doğumlarıdır. Onların doğumları
uzun sürer. Bütün bir hayat onlar için doğumdur. Doğum içinde doğum, doğum
içinde doğum. İşte büyük insanlar için hayatın anlamı. Çektikleri çile bir ömür
süren bir doğum sancısıdır. Ne zaman ki ölürler, işte o vakit tam doğmuş olurlar.
Sonra yüzyıllar içinde serpilip gelişeceklerdir. Bir çağda rüşde erecekler, bir çağda
delikanlıdırlar, bir çağda olgunlaşmışlardır, bir çağda da iyice yaşlanırlar. 472
471Nurettin
472Sezai
Topçu, a.g.e. s. 87.
Karakoç, a.g.e.s. 56-57.
226
Bildirime, Akif'in bir sonsuzluk yolcusu olduğunu söyleyerek başlamıştım.
O, sonsuzluk yolcusu olmasının sorumluluğunu "Safahat" gibi büyük bir eserle
ifade etmiştir. Bizlere düşen de bu yolculuğun sürekliliğini sağlamak ve zihin
dünyamızı Mehmet Akif gibi kıymetli şahsiyetlerin fikirleriyle besleyip
zenginleştirmektir.
KAYNAKÇA
Karakoç, S. (2017). Mehmed Âkif. Diriliş Yayınları.
Topçu, N. (2018). Mehmet Âkif. Dergâh Yayınları.
227
TÜRKİYE'NİN İLK SİVİL VETERİNERİ: MEHMET AKİF ERSOY
Ece ÖZKAN
ÖZET
Mehmet Akif Ersoy, ilk sivil veterinerlerimizden biridir. Öğrenimini
Halkalı Ziraat ve Baytarlık Mektebi’nde birincilikle tamamlamıştır. Öğrenimi
sırasında Pasteur ’den etkilenmiştir. Kurtuluş Savaşı'nda önemli rol oynayan"
istiklal şairimiz" daha öncesinde 20 yıl baytarlık yapmıştır.
Anahtar Kelimeler: Baytarlık, Pasteur, Halkalı ziraat, Baytarlık mektebi.
Eskişehir Odunpazarı H. Ahmet Kanatlı Anadolu Lisesi
228
GİRİŞ
Türk şiirinin büyük isimlerinden Mehmet Akif Ersoy, hayatının her
safhasında düşünce dünyasına katkıda bulunacak yaşantıları tecrübe etmiştir.
Baytar Mektebi'ndeki eğitimi de bu tecrübelerden birisidir. Mehmet Akif veteriner
okuluna girişini şu şekilde anlatır:
“…Fatih Merkez Rüştiyesini bitirince babam beni tahsil yolumu tayinde
serbest bıraktı. Ben de Mülkiye’ye girmeyi tercih etmiştim. O yıl Mülkiye
Mektebi'nin teşkilatı değişti. Üç yıl idadi kısmı, iki yıl yüksek kısmı oldu. Yüksek
kısmın birinci sınıfına geçtiğim zaman babam ölmüş ve evimiz de yanmıştı. Dişimi
sıkıp Mülkiye'yi bitirebilirdim, ama o yıl sivil Baytar Mektebi kurulmuştu. Bu
mektebe girmeyi gençleri teşvik için olacak, mezunlarına 800 kuruş maaş
verileceği vaat ediliyordu. Mülkiye’den çıkanlara bundan daha az maaş verilirdi.
Birkaç arkadaşla beraber bu mektebi tercih ettik ve oraya kaydolduk.” 473
Mehmet Akif veterinerliği seçme sebebini yukarıdaki gibi anlatsa da
babasının vefatı ve evlerinin yanmasıyla aile maddi açıdan zor duruma düşmesin
diye tercih etmiştir. O dönemin şartlarında yatılı okulların az bulunması474 ve
maddi durumlarından ötürü Akif'in yatılı okula ihtiyacı bu okulu seçmesinde temel
etmendir.
Türkiye’de bilimsel veteriner hekimliği öğretimi, Prusyalı Askeri Veteriner
Hekim Godlewsky tarafından 1842 yılında İstanbul’da ilk veteriner okulunun
açılışı ile başlatılmıştır. Osmanlı Arşivi belgelerinde, 19. yüzyılın son çeyreğine
kadar sayıları giderek artan askeri veteriner hekimlerin, ordunun süvari ve topçu
birliklerinde hizmet verdiklerine dair bulgulara rastlanmıştır.475 Ayrıca, Harp Okulu
mezunu askeri veteriner hekimlerin, salgın hayvan hastalıklarının şiddetli seyrettiği
Osmanlı topraklarının çeşitli bölgelerinde görevlendirildikleri de anlaşılmıştır.476
Ancak, hayvan yetiştiriciliği ile uğraşan sivil kesime yönelik veteriner hekimliği
hizmetleri yeterince götürülemediğinden bulaşıcı ve salgın hayvan hastalıklarıyla
gerektiği gibi mücadele edilememiştir. Bu durum, 1863 yılında Hamburg’ta
toplanan ilk "Uluslararası Veteriner Hekimliği Kongresi"nde de ele alınmış ve
473www.vtrnrhkm.wordpress.com
474www.acikve.net
475BOA,
Tarih: 27 Nisan 1863 (9 Za 1279), Dosya No:262 Gömlek No: 13, Fon Kodu:
A.MKT.MHM.
476BOA, Tarih: 1 Temmuz 1863 (14 M 1280), Dosya No: 962, Gömlek No: 56, Fon Kodu:MVL;
Tarih: 27 Aralık 1865 (9 Ş 1282), Dosya No:347, Gömlek No:21, Fon Kodu:A.MKT.MHM
229
Osmanlı Devleti ile yapılan hayvan ve hayvansal ürün ticareti durdurulmuştur.
Bütün bu gelişmeler, Osmanlı topraklarında salgın hayvan hastalıkları ile mücadele
kapsamında yeni düzenlemelerin gündeme gelmesini sağlamış; bu düzenlemelerin
gerçekleştirilebilmesi için yalnızca askeri veteriner hekimlerin değil, aynı zamanda
sivil veteriner hekimlerin yetiştirilmesi de öngörülmüştür.477 Halkalı Ziraat ve
Baytarlık Mektebi bu alandaki ilk çalışmalardan biridir.
Halkalı Ziraat ve Baytarlık Mektebi tesisi için, Mısırlı Hurşid Paşa’nın eşi
Rukiye Hanım'a ait 5984 dönümlük Halkalı’daki arazi 2000 altına satın alınır. Okul
yapımı için Ticaret Nezaretinde bir hazırlık komisyonu kurularak inşaata başlanır.
Bu arada zirai öğrenim görmek üzere Fransa’ya 8 öğrenci gönderilir. İnşaatın
birinci bölümü bitince tahsisat da biter. İnşaat iki yıl bu şekilde bekler. Daha sonra
Zihni Paşa’nın Ticaret Nazırlığı döneminde Ziraat Müdür-i Umumisi Nuri Bey,
Fenn-i Baytari Müşaviri Mehmed Ali Bey ve Ziraat Müfettişi Agadon Efendi’den
oluşan komisyon kurularak inşaat tamamlanır.
Halkalı Ziraat Mektebinde ilk öğrenciler Mülkiye baytarı talebeleridir.
1889 yılında alınan ilk 25 öğrenci derslere Ahırkapı’da bulunan Tıbbiye-i Mülkiye
Mektebi’nde, bu okulun talebeleri ile birlikte devam ederler. Bunlardan 19’u, 1891
yılında inşaatı henüz tamamlanmamış olan Halkalı’daki okula nakledilir. Mehmed
Ali Bey okula ilk müdür olarak tayin edilir. İstirati Efendi İkinci Müdürlük,
Zagaryan Efendi de Çiftlik Müdürlüğü görevine getirilir. Ayrıca beş şubeden bir
Ziraat Teknik Kurulu oluşturulur. Bu kurulun riyasetine Aran Efendi getirilir. Şube
başkanlıklarına Agadon Efendi, Mashar Bey, Vahan Bey ve ek görev olarak
Mehmed Ali Bey getirilirler. Halkalı Ziraat Mekteb-i Alisi ilk mezunlarını 1895
yılında verir. 1892 yılında bu okulun açılışı sırasında kapatılan Orman Maadin
Mektebi’nin talebeleri de Halkalı’ya nakledilir. Bu durum 1910 yılında Orman
Mekteb-i Alisi’nin açılışına kadar sürer.478
Mehmet Akif bu okula kaydolan ilk öğrencilerden birisidir. Mehmet Akif
Sivil Veteriner Okulu'ndaki eğitimi sırasında, çoğu doktor olan hocalarından
müspet tesirler alarak okulun ders ve laboratuarlarına şevk ve arzu ile devam etti.
Mehmet Akif’in okula girdiği yıl, Paris’ten dönen Rıfat Hüsamettin de Halkalı
Veteriner Okulunda göreve başladı ve okula ilk kez “mikrop kültürünü” getirdi.
477Ali Rıza (1924). Beş Senelik Umur-u Baytariye Programı. Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Vekâleti
Umur-u Baytariye Müdüriyet-i Umumiyesi. Öğüd Matbaası, Ankara
478www.izu.edu.tr
230
Mehmet Akif, bu yeni bilimsel gelişmeyi Rıfat Hüsamettin’in bizzat kendisinden
öğrendi. Mehmet Akif, hocasından Pasteur’ün yalnız ilmini öğrenmekle kalmadı,
aynı zamanda onun bazı beşeri değerlerini de öğrenme fırsatı buldu. Pasteur
Hıristiyan’dı, ancak Mehmet Akif, onun adını söylerken, gözleri büyür, sesi
değişirdi. Mehmet Akif, kendisine Pasteur’ü ve çalışmalarını anlatan ve öğreten
Rıfat Hüsamettin’i hep hürmetle anmaktaydı.479 Halkalı Veteriner Okulunun
önemli özellikleri vardı. Dersler çok sıkı ve eğitim ciddi şekilde yapılmaktaydı.
Öğrencilerin çoğu fakir ailelerin çocuklarıydı. Bazıları da Mehmet Akif gibi
babasızdı ve bu kimsesiz çocuklar birbirlerini sevmeye muhtaçtılar. 480
Mehmet Akif’in düşüncesinin bir tarafında bilim ve teknik, diğer tarafında
memleket gerçekleri vardı. Bu iki noktayı birleştiren kuvvet ise Mehmet Akif’in
mesleği, yani veteriner hekimliği idi. Mehmet Akif mesleğini icra ederken acı
memleket gerçekleri ile karşılaştı. Memleketin en ücra köşelerini, sosyal yaraların
en onulmazlarını bu yolla tanıdı. Halkın yaralarını sarmak için harekete geçmek
gerektiğine inanır ve bu yolda mesleğine de büyük güven duyardı.481
Mehmet Akif, “Mülkiye Baytar Mekteb-i Alisini” birincilikle bitirdikten
sonra 26 Aralık 1983 günü Orman, Meadin ve Ziraat Nezareti Beşinci Umur-i
Baytariye ve Islah-ı Hayvanat Şubesi (Orman, Maden ve Ziraat Bakanlığı Beşinci
Veteriner İşleri ve Hayvan Islahı Şubesine) memurluğuna tayin edildi. Birkaç ay
sonra aynı bölümün Müfettiş Muavinliğine getirildi. Bu ilk tayininde maaşı 750
kuruştu. Bu maaşla üç yıl kadar hizmet verdi. 13 Mart 1893 de, bağlı bulunduğu
Bakan Selim Melhame Paşa’yı kızdıran bir hareketinden dolayı maaşı 675 kuruşa
indirildi. Aradan altı ay geçtikten sonra ise zam yapılarak 900 kuruşa yükseltildi.482
Akif’in bu görevi 7 Eylül 1909 tarihine kadar devam etmiş, maaşı da aynı
tarihe kadar 1055, 1350 ve 1800 kuruş şeklinde kademeli olarak artmıştır. 7 Eylül
1909 tarihinde Umur-ı Baytariye Müdür Muavinliği’ne terfi ettirilmiş ve maaşı
2000 kuruş olmuştur. Akif’in Orman, Meadin ve Ziraat Nezareti’ndeki toplam
memuriyeti yaklaşık yirmi yıldır. Dönemin Veteriner Dairesi Müdürü Abdullah
Bey tarafından 1913 yılı başında Mısır’a iki aylık süreyle görevlendirilmiştir.483
479www.tokatvho.org
480www.tokatvho.org
481Adıbeş
M. Bir veteriner hekim Mehmet Akif Ersoy, Türk Vet. Hek. Bir. Dergisi, 2001; 1: s.78.
482www.vtrnrhkm.wordpress.com
483www.vtrnrhkm.wordpress.com
231
Akif, Orman, Meadin ve Ziraat Nezareti’ndeki 20 yıllık hizmetleri
esnasında sık sık Bakanlık adına seyahatler yapmış, zaman zaman da ek görevler
yüklenmiştir. Görevi İstanbul’daki Bakanlık merkezi olmakla beraber, dört yıl
kadar Rumeli’de, Anadolu’da, Arabistan’da bulaşıcı hayvan hastalıklarıyla
mücadele çalışmaları yapmıştır. Yine bu süre içinde “Dar’ül Edeb” adını taşıyan
bir özel okulda fahri olarak dört-beş sene ders verdiğini bizzat kendisi
bildirmektedir. Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil’in yayımladığı Sicil-i Ahval kayıtlarına
(1971) göre, bu hizmetlerin bir kısmını 1893-1896 yılları arasında Edirne’de icra
etmiştir.484
Mehmet Akif, Ağustos 1908’de “Osmanlı Cemiyet-i İlmiye-i Baytariyesi”
(Osmanlı Veteriner Bilim Derneği) adıyla kurulan ilk veteriner derneğinin
kurucularından olup, bu cemiyetin yönetim kurulunda başkan yardımcısı olarak
görev almıştır. Yönetim Kurulunda “hususi kâtipliği” üstlenen Fazlı Faik mesleğin
o zamanki sorunlarını günlük gazetelerde yazmakla görevlendirilmiştir. Bu amaçla
hazırlanan ilk yazıyı Mehmet Akif arkadaşı Samih Rıfat Bey’in yeni yayımlamaya
başladığı “İttifak Gazetesinde” yayınlatmıştır. Bu dernek tamamen mesleki ve ilmi
faaliyet gösteren bir kuruluştur. Derneğin kuruluşundan bir ay sonra yayımlanmaya
başlanan“Mecmua-i Fünun-u Baytariye” adlı derginin485 yayın kurulu üyeleri
arasında Mehmet Akif de vardır.486 Mehmet Akif’in mesleğine olan bu sevgisi ve
bağlılığı ömrünün sonuna kadar sürmüştür.
Bizler Mehmet Akif'in hep edebi kişiliği hakkında konuşsak da kendisi 20
yıl baytarlık yapmış, Anadolu'da birçok hayvana şifa dağıtmış ve mesleğini
layıkıyla yapmıştır.487 Mehmet Akif'in meslektaşları onu hep övgüyle anmıştır.
Örneğin Veteriner Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Güven Kaşıkçı "Herkes, Mehmet
Akif Ersoy'u şair tarafıyla tanır. Ama biz meslektaşımız olarak ayrıca seviyoruz" 488
demiştir.
484www.vtrnrhkm.wordpress.com
485Türkiye’de
veteriner hekimliği mesleğinin ilk derneği, Osmanlı Cemiyet-i İlmiye-i Baytariyesidir.
Derneğin yayın organı olarak yayımlanan Mecmua-i Fünûn-i Baytariye, tümüyle veteriner hekimliği
ve hayvancılık konularını içeren bilimsel nitelikli ilk meslek dergisidir. Derginin yayımlanmasında,
hayvan hastalıklarının önlenmesi, veteriner hekimliğin ve hayvancılığın geliştirilmesi amaçlanmıştır.
Dergide veteriner hekimliği ile ilgili alanlarda gerçekleştirilen araştırma makalelerinin yanı sıra
dönemin bilimsel gelişmelerine de yer verilmiştir.
486 www.vtrnrhkm.com
487www.cnnturk.com
488www.cnnturk.com
232
KAYNAKÇA
Adıbeş M. (2001). Bir veteriner hekim Mehmet Akif Ersoy. Türk Vet. Hek. Bir.
Dergisi, 1, 78.
Ali Rıza (1924). Beş Senelik Umur-u Baytariye Programı. Türkiye Cumhuriyeti
Ziraat Vekâleti Umur-u Baytariye Müdüriyet-i Umumiyesi. Öğüd
Matbaası.
BOA, Tarih: 1 Temmuz 1863 (14 M 1280), Dosya No: 962, Gömlek No: 56, Fon
Kodu: MVL.
BOA, Tarih: 27 Aralık 1865 (9 Ş 1282), Dosya No:347, Gömlek No:21, Fon Kodu:
A.MKT.MHM.
BOA, Tarih: 27 Nisan 1863 (9 Za 1279), Dosya No:262 Gömlek No: 13, Fon
Kodu: A.MKT. MHM.
233
BOZKIRIN GÖNÜL ERİ: CENGİZ AYTMATOV
Fatih KARADEMİR, Berke BODUÇ
ÖZET
Türk ve dünya edebiyatlarına damga vuran, eserleri Türkçe dâhil 176 dile
çevrilen, Kırgızların ve doğduğu, yetiştiği coğrafyanın sesi olmayı başarmış, yazar,
düşünür, siyasetçi Cengiz Aytmatov’un hayatının ve eserlerinin anlatıldığı bu
bildiride, yazarın edebiyatın kelime aralarına gizlediği mesajlara yer verilerek
edebi kişiliği anlamlandırılmaya çalışılmıştır.
Anahtar Kelimeler: Cengiz Aytmatov, Kırgız, Bozkır, Sovyet Rusya.
Eskişehir
Eskişehir
Çifteler Sami Arıel Anadolu Lisesi
Çifteler Sami Arıel Anadolu Lisesi
234
GİRİŞ
Cengiz Aytmatov 12 Aralık 1928 yılında Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e
bağlı olan Talas Vadisi'nde yer alan Şeker köyünde doğdu. Babası Törekul
Aytmatov Stalin tarafından öldürülünce annesi Nagima Hamzayevna Aytmatova
tarafından büyütüldü. İlkokulu köyünde okurken babaannesinden dinlediği
masallar, ninniler ve efsaneler onun kültürel alt yapısının başlangıcını oluşturdu.
Kazakistan’da başladığı veterinerlik eğitimini Kırgızistan’da tamamlayan
Aytmatov’un eserlerinde hayvanları sıkça işlemesinde aldığı bu eğitimin payı da
fazladır. Bozkırı ve bozkır hayatını anlatmayı kendisine görev edinen Aytmatov
coğrafyasını tüm dünyaya olanca gerçekliğiyle anlatmıştır.
Aytmatov, veterinerlik eğitiminden sonra Maksim Gorki Edebiyat
Enstitüsü’nde eğitim aldı. Bu yıllarda yazmaya Pravda gazetesinde başlayan
Aytmatov 1957 yılında Sovyet Yazarlar Birliğine kabul edildi. 1963’te Lenin
ödülünü kazanan Aytmatov Louis Aragon’un dünyanın en güzel aşk hikâyesi
olarak nitelendirdiği ve Fransızcaya çevirdiği “Cemile” romanıyla adını tüm
dünyaya duyurdu. Aytmatov bu eserinde törelerine bağlı bir hayat süren Kırgız
toplumu içinde Cemile ve Danyar’ın toplum değerlerine uygun düşmeyen yasak
aşkı üzerinden tabiat ve vatan sevgisi temalarını işlemiş, savaşın insan hayatına
etkisini gözler önüne sermiştir. (Cemile, 1997, Ötüken Neşriyat) Romanda,
savaştan yaralı olarak dönen Danyar’ın söylediği şarkılar vatan sevgisini
işlemektedir. “Ey benim karlı, morlu dağlarım! Milletimin ecdadının toprağı…/ Ey
benim karlı, morlu dağlarım! / Ey benim beşiğim vatanım!” (Cemile, 1997: 45)
Ali İhsan Kolcu, Cemile’yi “aşk ile tabiatın çocuk dikkatiyle ve en masum
şekliyle sunulduğu bir duygu tablosu” (A.İhsan Kolcu, Milli Romantizm Açısından
C.Aytmatov, İstanbul, Ötüken, 1997:73) olarak tanımlar.
Cengiz Aytmatov kültürüne ve kültürünün korunmasına çok önem vermiştir.
Kırgızlar için çok önemli olan Manas Destanı onun eserlerinde yer almış ve kültür
taşıyıcılığı konusunda önemli bir misyon üstlenmiştir.
Sultan Murat romanında en çok göze çarpan milli unsurlardan büyük ve
belirgin etkilerin görülmesidir. “Kırgızların yaşayış biçimlerini, geleneklerini, din
ve ahlak anlayışlarını, kısacası sosyal yapılarını romanlarında işleyen Aytmatov,
Kırgızların en büyük destanı olan “Manas Destanı’ndan geniş ölçüde istifade
etmiştir. Aytmatov’un romanları incelendiğinde Manas Destanı’ndan gelen pek çok
unsura rastlamak mümkündür.” (Orhan Söylemez, Cengiz Aytmatov Hayatı ve
235
Eserleri Üzerine İncelemeler, Karam Yayınları, Ankara, 2002: 79) Sultan Murat
romanında geçen “Ben sonsuz mavilerde uçan güvercinim” (Sultan Murat, 2015:
82) türküsü Manas Destanı’na yapılan bir göndermedir.
Aytmatov, romanlarında tabiat unsurlarına da sıklıkla yer vermiştir. Onun
romanlarında tabiat yalnızca görünen yüzüyle değil insanların üzerinde bıraktığı
etkiyle işlenmiştir. Sultan Murat romanında insanlar savaşın yanında bir taraftan
ağır kış şartlarıyla da mücadele etmişlerdir. “Pencereden soğuk geliyordu.
Kenardaki yarıklardan ıslık ıslık giren bir rüzgar sağ tarafını buz gibi yapmıştı…
Dışarı kötüydü. Kar dinmek bilmiyordu… Yazık ki Talas Dağları’nda iklim sıcak
ülkelerdeki gibi değildi. İklim farklı olsaydı hayat da farklı olurdu o zaman. Filleri
de olurdu o zaman. Mandalara biner gibi fillere binen hiç korkmazdı. (Sultan
Murat, 1997: 75-76) Eserde geçen bu cümleler kış tasvirinin Aytmatov’da ne denli
canlı yapıldığını göstermektedir. Aytmatov’un Toprak Ana, Dişi Kurdun Rüyaları,
Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek, Gün Olur Asra Beden, Beyaz Gemi, Cemile
gibi diğer eserlerinde de tabiat insanların yaşamlarını şekillendirmede önemli bir
unsur olarak değerlendirilmiştir.
Türk destanlarında görülen önemli motifler: at, bozkurt, ışık, ok, yay, kılıç
gibi unsurlar Aytmatov’un romanlarında kültürel öge olarak işlenmiştir. Sultan
Murat romanında at motifi sıkça karşımıza çıkmaktadır. At aynı zamanda baba ile
oğul arasındaki ilişkide de önemli bir unsurdur.
Cengiz Aytmatov, Kırgız toplumunun inşasında oluşturduğu değerleri,
toplumun yaşadığı sıkıntıları kurgulayan önemli bir öge olarak karşımıza çıkar.
Onun eserleri bir roman, bir hikâye olmanın ötesinde, bir milletin toplum olma,
kültür oluşturma sürecinin belgesi niteliğindedir.
Aytmatov, sözlü kültürü Kırgızların Sovyet Rusya karşısında benliklerini
korumalarındaki en önemli unsur olarak kabul etmiştir. Gün Olur Asra Bedel
romanının kahramanlarından Abutalip üzerinden bu düşüncesini şu sözlerle ifade
etmiştir.
“Zaman çarkı dönüş hızını arttırıyor. Bununla birlikte, kendi kuşağımız için
son sözü yine kendimiz söylemeliyiz. Atalarımız bu maksatla bazı efsaneler,
masallar söylemiş ve kendilerinden sonraki kuşaklara ne kadar büyük insanlar
olduklarını anlatmak, kanıtlamak istemişlerdir. Biz de bugün atalarımız hakkındaki
yargımızı bu efsanelere bakarak veriyoruz. İşte, çocuklarım için benim yaptığım da
bundan farklı bir şey değil” (Gün Olur Asra Bedel, 2015: ?)
236
Cengiz Aytmatov iyi yazarı şu şekilde ifade etmiştir. ‘’Her yazar bir milletin
çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak, eserlerini kendi millî gelenek ve
törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır. Benim yaptığım önce bu, yani
kendi milletimin geleneklerini ve hayatını anlatıyorum. Fakat orada kaldığınız
takdirde bir yere varamazsınız. Edebiyatın millî hayatı ve gelenekleri anlatmanın
ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu millî olanın ötesine doğru genişletmek
ve 'evrensel' olana ulaşmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar 'tipik
insan' ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.’’ bu ifadelerde görüldüğü üzere
Aytmatov iyi yazar olmayı kendi milletini ve değerlerini en güzel şekilde anlatmak
olarak betimlemiştir.
Aytmatov’un eserlerinden bazıları şunlardır;
Dağlar Devrildiğinde-Ebedi Nişanlı (Son romanı - 2007)
Darağacı - Dişi kurdun Rüyaları (, 1988)
Gün Olur Asra Bedel ,(Kırgız Türkçesi ),(Rusça И дольше века длится день,
1980),
Fuji-Yama (Восхождение на Фудзияму, Fuji Dağının Tepesi 1973)
Beyaz Gemi (Kırgız Türkçesi, Ак кеме : Ak Keme) (RusçaБелый пароход, 1973)
Selvi Boylum Al Yazmalım , (1963)
Elveda Gülsarı (Прощай, Гульсары, 1963)
Dağlar ve Steplerden Masallar (Повести гор и степей, 1963)
İlk Öğretmenim (Первый учитель, 1962)
Cemile (Kırgız Türkçesi Жамийла, Rusça Джамиля, 1958)
Yüz Yüze (Лицом к лицу, 1957)
Zorlu Geçit (1956)
Toprak Ana (1963)
Cengiz Han'a Küsen Bulut (1990)
Çocukluğum
Kızıl Elma (1964) (Hikaye)
Hiroşimalar Olmasın
İlk Turnalar
Elveda Gülsarı (1963)
Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek
Sultan Murat
237
Dişi Kurdun Rüyaları (1986)
Kassandra Damgası (1995)
SONUÇ
Kırgızların ve tüm Türklerin Manasçısı, Tanrı Dağları’nın edebiyatçısı
Cengiz Aytmatov’u bir nebze olsun tanıtma, onun hakkında bilgiler verme
amacıyla hazırladığımız bu bildiriyi bitirirken kulaklarımızda Maral Ana, Manas
Destanı, Nayman Ana Efsanesi ve Begimay Türküsü çınlıyor. Ve Sarı Özek
bozkırında esen rüzgârların, Aytmatov’un ifadesiyle bozkırda batıdan doğuya,
doğudan batıya giden trenlerin seslerini dinliyoruz.
Ruhu şad, mekânı cennet olsun.
238
KAYNAKÇA
Aytmatov, C. (2015). Cemile-Sultan Murat. Ötüken Neşriyat AŞ.
Aytmatov, C. (2015). Gün Olur Asra Bedel. Ötüken Neşriyat AŞ.
Balkan, A. Y. (2013). Hayattan Esere Cengiz Aytmatov. Electronic Turkish
Studies, 8(9).
Dıykanbayeva, M. (2015). Hatıralar Işığında Cengiz Aytmatov ve Eserleri.
Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim (TEKE) Dergisi, 4(1),
169-188.
Kolcu, A. İ. (1997). Milli Romantizm Açısından Cengiz Aytmatov. Ötüken
Yayınları.
239
CENGİZ AYTMATOV’DA KİMLİKSİZLEŞTİRMEYE KARŞI
KİMLİĞİNİ KORUMA ÇABASI
Pelin ÜNAL
ÖZET
Mankurtlaşmak kelimesi Türk Dil Kurumunun sözlüğünde “Ulusal
kimlikten uzaklaşan, içinde bulunduğu topluma yabancılaşan.” Anlamında ifade
edilmiştir. Bu kelimeye ilk kez Kırgızların Manas destanında rastlansa da kavramı
dünya edebiyatına kazandıran isim Cengiz Aytmatov’dur.
Cengiz Aytmatov mankurtlaştırılmak istenen kişiye uygulanılanları Gün
Olur Asra Bedel romanında şöyle anlatmıştır. Mankurtlaştırılmak istenen kişinin
önce saçları tıraş edilir, daha sonra kafasına ıslak deve derisi konularak elleri,
kolları bağlanan kişi güneş altında bekletilir. Böylece kuruyan deve derisi gerilir
gerildikçe kurbanın başını sıkıştırmaya başlar, dayanılmaz bir acı verir ve en
sonunda bilincini yitiren kurban itaatkâr bir köleye dönüşür; bu saatten sonra da
efendisinin söylediği her şeyi kabul eder. Aytmatov mankurtlaşmak kavramıyla
kültüründen, ideolojisinden, gelenek ve göreneklerinden sapmış; tamamıyla dış
kültürlerin kendisini etkilemesine açık hale gelmiş, geçmişini unutmuş, çağdaş
mankurtlara dikkat çekmek istemiştir.
Bu bildiride Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel romanı üzerinden
kimliksizleştirilmeye karşı kimliğini koruma çabasına düşmüş, yani
mankurtlaştırılmak istenen insanın buna direnme, engel olma çabası üzerinde
durulmuş, Sovyet Rusya’nın kendi içerisinde alt kültür olarak yaşayan insanları
asimile etme politikasına Cengiz Aytmatov’un yaklaşımı üzerinden değinilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Aytmatov, Mankurtlaşma, Kimlik, Hâkim Kültür
Eskişehir
Çifteler Sami Arıel Anadolu Lisesi
240
GİRİŞ
Hepimizin kendine özel kimliği vardır, bu kimlik bizi diğer insanlardan
ayıran en önemli etkenlerin başında gelmektedir. Bazı insanların belirli bir kimlik
oluşturup bu kimliğe sahip çıkması zordur. Özellikle alt kültür olarak yaşayan
insanlar bu konuda sıkıntı yaşamışlardır. Belirli bir kimliğe sahip olma durum
yalnızca insanlara özgü biz özellik değildir. Zamana bağlı olarak bu kavram
milletlerde de görülmeye başlamıştır, bunun sonucunda bireyler ortak bir kültür
altında birleşmeye başlamışlardır. Bu birleşmenin sonucunda da ortak kültür
oluşmuştur.
Cengiz Aytmatov Gün Olur Asra Bedel romanında ferdin ve milletin
hürriyeti problemi üzerinde durmuştur. Dünya edebiyatına kazandırdığı
“Mankurtlaşmak” kavramını bu eserinde olanca gerçekliğiyle işlemiştir. Bu
romandaki kahramanlar üzerinden Sovyet Rusya’nın Kırgız halkını
kimliksizleştirme çabasına ve bu çabaya karşı direnç gösterme, kültürünü, gelenek,
göreneklerini koruma çabasını işlemiştir.
Aytmatov bu durumu “ Bildiğiniz gibi bu mankurt efsanesini bir
romanımda anlattım ama laf olsun diye değil, bugünkü siyasi hayatla
bağdaştırarak... Eskiden aslını unutmuş, robotlaştırılmış insanlara “mankurt”
denirdi. Bugün de aynı şekilde duygusuzlaştırılmış, kökünden koparılmış, neyi
niçin yaptığını bilmeyen ve kendisine verilen emirleri hiç düşünmeden uygulayan
insanlar da bir çeşit “ mankurt’tur. Türk Cumhuriyeti’nde hala “mankurtların”
bulunup bulunmadığına gelince; vardır şüphesiz. Ama ne kadar olduklarını
kestirmek pek kolay değil. “ (Kolcu,2008:75) sözleriyle ifade etmiştir.
Aytmatov, hâkim kültürün kimliklerini sorgulamadan benimseyen, o
ulusların himayesi altına sorgusuz sualsiz giren insanlardan birleşim yaparak Gün
Olur Asra Bedel romanında Sabitcan karakterini karşımıza çıkarmıştır. Sabitcan’ı
romanın diğer kahramanlarından Yedigey “okumuş cahil” olarak nitelendirir.
Sabitcan sistemin okullarında okumuş, onların asimile politikalarını
benimseyerek doğup büyüdüğü yerleri, mensup olduğu kültürünü unutarak
Aytmatov’un tabiriyle mankurtlaşmıştır. Bu eserde Sabitcan karakterinin karşısında
Yedigey üzerinden de kimliğini koruma çabası içerisinde bulunan, alt kültüre
mensup bir Kırgız Türk’ünün kültürünü kaybetmemek için yaptığı mücadeleyi
anlatmıştır. Yedigey Sovyet Dönemi’nde askerlik yapmış ve muhabereler
esnasında yaralanmıştır. Askerden sonra Boranlı Tren istasyonunda görev yapmaya
241
başlamış burada tren yolunun emektarı, kendisi gibi Kırgız olan Kazangap ile
birlikte çalışmış ve dost olmuştur. Kazangap’ın ölümüyle Yedigey ona olan
borcunu onun kendisine bildirdiği vasiyeti yani Ata-Beyit mezarlığına gömülme
isteğini yerine getirerek ödeyebileceğini düşünmüştür. Babasının ölüm haberiyle
Boranlı’ya gelen Sabitcan’a babasının vasiyetini söyleyince Sabitcan’ın bu
düşünceyi saçma bulmasına ve “buna ne gerek var ki “ demesine çok kızmıştır. Bu
durum romanda “ Bu Sabitcan gevezesini okutup başlarına bela etmişlerdi, ilk
bakışta onu bir adam sanırdınız. Çok şey dinlemişti, her şeyi bilir, görürdü. Yatılı
okullara, enstitülere göndermişlerdi onu. Ama adam olamamış, okumuş cahillerden
biri olup çıkmıştı. Övünmeyi, içki içmeyi, kadeh tokuşturmayı çok sever, buna
karşılık elinden hiçbir iş gelmezdi. Kocaman bir sıfır, bir hiçti o! “ cümleleriyle
anlatılmıştır. (Gün Olur Asra Bedel, 2015:23)
Ata-Beyit Mezarlığı Türkler için çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü
burada Juan Juanlar tarafından mankurtlaştırılan oğlunu kurtarmak isterken ölen
Nayman Ana yatmaktadır. Nayman Ana Efsanesi’nde Türklerin milli kültür ve
geleneklerinden izler bulunmaktadır. Aytmatov romanında Nayman Ana’nın
oğlunu kurtarma isteğini şu sözleriyle anlatır: “Adın ne senin? Peki, babanı
hatırlıyor musun? Babanın adı neydi? Kimsin, kimlerdensin? Hiç olmazsa
doğduğun yeri, memleketini hatırla... “ (Gün Olur Asra Bedel,2015:159) Bütün
çabalarına rağmen mankurtlaşan oğlu ne anasını ne de kültürünü hatırlamamış ve
sonunda annesini öldürmüştür.
Nayman Ana’nın yaşadıkları Kırgızlar arasında bir efsaneye dönüşmüş ve
yıllar boyu anlatılmıştır. Bu onlar için kimliklerini koruma mücadelesi olarak kabul
edilmiştir. Gün Olur Asra Bedel’de geçen ve Nayman Ana’nın söylediği “Bir
insanın elinden malı, mülkü bütün zenginliği hatta hayatı bile alınabilir ama insanın
hafızasını almak gibi bir cinayet işlenir mi ? Ey rızk veren Tanrı! Eğer varsan
insanların aklına böyle bir şeyi nasıl getirirsin? Yeryüzünde zulüm, kötülük az mı
ki? (Gün Olur Asra Bedel,2015:160) sözleriyle insanın elinden kimliğinin,
kültürünün alınmasının dünyada başına gelebilecek en acı şey olduğu
vurgulanmıştır.
Romanda Sabitcan’ın babasının cenazesinin Ata-Beyit mezarlığına
götürülmesi ve oraya gömülmesi düşüncesini saçma ve gereksiz bulmasının sebebi
Sovyet kültürünü benimsemesi ve Kırgızlar için çok önemli olan Ata- Beyit’in
onun için bir öneminin kalmamasıdır. “Ne diye gideceklermiş uzak Ata-Beyit
Mezarlığına? Engin Sarı Özek bozkırında bir ölüyü gömecek yer mi yokmuş?
242
Köyün yakınında demiryolu boyunda bir tümseğe gömebilirlermiş onu. Böylece
ihtiyar ömür boyu çalıştığı bu yerde, tren seslerini dinleye dinleye huzur içinde
yatar, buna memnun olurmuş.” ( Gün Olur Asra Bedel,2015: 32-33) ifadeleri
Sabitcan için babasının vasiyetini bir öneminin bulunmadığını ve onun kültürüne,
geleneklerine ne derece uzak kaldığını ortaya koymaktadır.
Artık onun için en önemli hususlar işleri, patronları ve Sovyet Rusya’dır.
Babasının cenazesinin bir an önce gömülmesi ve işlerine dönme isteğini sık sık dile
getirir. Yedigey de onun bu derece değişmiş, yabancılaşmış olmasını şaşkınlık ve
kızgınlık içerisinde karşılamaktadır.
Romanda mankurtlaşan insanı temsil eden bir diğer kahraman aslen Kazak
olan ancak Sovyet ordusunda Teğmen olarak görev yapan Tansıkbayev’dir. Ata
Beyit Mezarlığı’nın girişinde onları karşılamış ve cenazenin oraya gömülmesine
izin vermemiştir.
“Yabancı yoldaş, benimle Rusça konuşun lütfen, şu anda görevimin
başındayım.” (Aytmatov,2015:384 ) cümleleri Tansıkbayev’ in kendi diline bile
yabancılaşan, Sovyetlerin politikalarına bire bir hizmet eden bir insan olduğunu
göstermektedir.
Romanda kimliksizleştirmeye karşı kimliğini korumak isteyen insanları
temsil eden en önemli kahramanlardan birisi de Abutalip’tir. Abutalip Sabitcan’ın
aksine milli kimliğine ve değerlerine oldukça bağlıdır. Rus okullarında eğitim
almasına rağmen mankurtlaşmamış, kimliğini korumayı başarmıştır. Kendi
milletinin değerlerinin gelecek kuşaklara da aktarılması için halk masallarını ve
türkülerini bir araya getirmeye çalışan aydın bir Kırgız’dır. “ Çocuklarım için neler
yapabileceğimi her zaman düşündüm, onları yedirip içirmek, terbiye etmek
görevimiz. Bunu elimden geldiği kadar yapıyorum ama ben birkaç yıl içinde öyle
olaylar yaşadım, öyle sıkıntılar çektim ki başkaları bunu yüz yılda göremez,
yaşayamaz. Bunca çileli maceraya rağmen hala yaşıyorum işte. Düşündüm ki
kaderin beni o felaketlerden çıkarması belki bir tesadüf değildir. Bunları
başkalarına, her şeyden önce çocuklarıma anlatmam, onların ders alması için sağ
bırakmıştır beni. Mademki dünyaya gelmelerine sebep oldum; hayatımı,
düşüncelerimi bilmeleri gerekir.” ( Gün Olur Asra Bedel,2015:180 ) İfadeleri
Aytmatov’un Abutalip üzerinden kendi amacını açıkladığı cümlelerdir, denilebilir.
243
SONUÇ
Bu bildiride ilk kez Kırgızların Manas destanında rastlanan ve Cengiz
Aytmatov’un dünya edebiyatına kazandırdığı “mankurtlaşmak” kavramına dikkat
çekilmek istenmiştir. Böylece somut bir işkenceyle bütün değerleri değiştirilen,
kültüründen koparılan bireylerin toplumsal değişimdeki çatlakları nasıl
oluşturdukları da gözler önüne serilmiştir. Sovyet baskısı altında kalmış, öz
kültüründen uzaklaştırılmış, yıllarca buna karşı kimliğini koruma mücadelesi
vermiş olan Aytmatov, insanları bu konuda bilgilendirmek; kendisinin ve milletinin
yaşadıklarına, verdikleri mücadeleye dikkat çekmek için kalemini kullanmış, bunda
da oldukça başarılı olmuştur.
244
KAYNAKÇA
Aytmatov, C. (2015). Gün olur asra bedel. Ötüken Neşriyat AŞ.
Durmaz, R. (2007). Tanrı Dağları'nın Karlı Doruklarından Aral Gölüne Akan
Irmak; Cengiz Aytmatov. Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, (24).
Kaçmaz, C. (2018) Cengiz Aytmatov’un Romanlarında Mankurtlaşma.
İçerisinde Bahar, H., & Kayhan, S. (Edt.) Suların Sırrını Ödünçleyen
Adam, Ceniz Aytmatov’a Armağan (pp. 145-157). Selçuk Üniversitesi
Türkiyat
Araştırmaları
Enstitüsü
Yayınları.
http://www.selcuk.edu.tr/dosyalar/files/303/Sularin-SirriniOduncleyen-Adam-Cengiz-Aytmatova-Armagan.pdf
Kolcu, A. İ. (2008). Cengiz Aytmatov üzerine yazılar. Salkımsöğüt Yayınları.
245
CENGİZ AYTMATOV’UN ROMANLARINDAKİ KİŞİ TASVİRLERİ
ÜZERİNDEN HAYATININ ESERLERİNE YANSIMASI
Kübra Nur KIRDAŞ
ÖZET
Eserlerdeki kahramanlar, okuyucunun eserin içerisinde kendisinden bir parça
bulması ve eseri anlamlandırması yönüyle oldukça önemlidir.
Cengiz Aytmatov, edebiyatı içinden çıktığı toplumun milli duygu ve
düşüncelerini ifade etmede bir araç olarak kullanmıştır. Eserlerinde yer verdiği
kahramanlar üzerinden kendisinin ve toplumunun yaşadıklarını duyurmak ve
kültürünü, geleneklerini yaşatmak yoluna gitmiştir.
Bu bildiride Aytmatov’un “Gün olur Asra Bedel”, “Beyaz Gemi” ve
“Toprak Ana” romanlarındaki bazı karakterler ve bu karakterlerin temsil ettiği
kavramlar üzerinde durulmuş, eserlerinin Cengiz Aytmatov’un kendi yaşamından
izler taşıdığını göstermek amaçlanmıştır.
inşası.
Anahtar Kelimeler: Cengiz Aytmatov, Kişi tasvirleri, Biyografi, Kimlik
Eskişehir
Çifteler Sami Arıel Anadolu Lisesi
246
GİRİŞ
Cengiz Aytmatov’un hayatı ve hayatının yansıması olan eserleri
incelendiğinde henüz çocuk yaşlarda zor bir hayatın içerisinde yer aldığını görmek
mümkündür. Yaşadığı bu zorluklar onun edebi kişiliğinin şekillenmesinde oldukça
etkili olmuştur. Babası Törekul Aytmatov, rejim güçleri tarafından tutuklanmış ve
öldürülmüştür. Babasının nedensiz bir şekilde tutuklanıp öldürülmesi, yıllarca
mezarının bile belli olmaması Aytmatov’u derinden sarsmış, romanlarında bu olayı
da yansıtmıştır.
Cengiz Aytmatov’un en önemli eserlerinden birisi olan ‘Gün Olur Asra
Bedel’ romanında karşımıza çıkan Abutalip’in yaşadıkları babasının yaşadıklarıyla
birebir örtüşür niteliktedir. Boranlı istasyonunda çalışmadan önce öğretmenlik
yapmış olan Abutalip, Boranlı’da çalışırken de öğretmenlik yapmakta bir taraftan
da kitap yazmaktadır. Abutalip kendi milletinin değerlerine sadık, onları gelecek
kuşaklara ulaştırmayı amaç edinmiş bunun için halk masallarını ve türkülerini
derlemeye çalışan bir Kırgız’dır. Mücadeleci ve azimlidir. Bu sebeple KGB
ajanları tarafından takibe alınır ve intihara sürüklenerek öldürülür. Çocuklarıyla
birlikte eşinin yolunu gözleyen karısı, onun öldüğü haberini alınca yıkılır.
Aytmatov bu ölümün sebep olduğu duyguyu “Babalarının başına geleni hayatları
boyunca unutmayacak, bir yürek yarası olarak taşıyacaklardır. Okulda, iş
hayatında, her yerde, bir iş tuttukları, bir işle yükselip ilerlemek istedikleri zaman
taşıdıkları soyadı aşılmaz bir engel olarak çıkacak karşılarına. Bu ad yüzünden
bütün yollar kapanacak”(Gün Olur Asra Bedel,2015:260) cümleleriyle Abutalip’in
çocukları üzerinden kendi çocukluğunu gözler önüne sermiştir. Aynı zamanda
babasının ölümünden sonra çeşitli zorluk ve mücadele içerisinde kalan annesini
Abutalip’in karısı Zarife ile bağdaştırdığını görmek mümkündür.
“Gün Olur Asra Bedel” romanında dikkat çeken bir diğer karakter
Sabitcan’dır. Aytmatov bu isim üzerinden literatüre kazandırdığı mankurtlaşma
terimini anlatmıştır. Bu kitapta Sabitcan üzerinden günümüzün çağdaş
mankurtlarını göstermek istemiştir. Sabitcan gelenek, görenek ve kültürüne önem
vermeyen, rejimin okullarında yetişmiş, asimile olmuş, değerlerinden habersiz bir
gençtir. Babası Kazangap’ın ölümü onu etkilememiş, babasının ata topraklarına
gömülme konusundaki vasiyeti ona saçma ve gereksiz gelmiştir.
Romanda diğer kahraman Yedigey bu durumu “O okullarda, o enstitülerde
ne öğrenmişti bu adam? Belki onu işte böyle bir adam, bir Sabitcan olsun diye
247
eğitmişlerdi” sözleriyle sorgular. Yine bu romanda geçen “Birçok şey öğrenmişti
ama yine de beş para etmezdi, hiçbir işe yaramazdı”(Gün Olur Asra
Bedel,2015:408) sözleri Aytmatov’un çağdaş mankurtlara bakış açısını
göstermektedir. Sabitcan iyi bir yaşam sürmek, rahat yaşamak, makam ve mevki
kazanmak adına bilinçli olarak mankurtlaşmayı seçmiştir diyebiliriz. Sabitcan diğer
insanlara da sisteme direnmemeleri gerektiğini anlatmaktadır, sisteme direnmenin
onların zararına olacağını söylemektedir. Yani diğerlerinin de kendisi gibi
mankurtlaşması gerektiğini dile getirmektedir.
Gün Olur Asla Bedel romanının diğer kahramanlarından birisi Yedigey’dir.
Yedigey, Kazangap’ın ölümüne çok üzülmüş ve onun kendisine vasiyet ettiği Ata
Beyit mezarlığına gömülme isteğini yerine getirmeyi kendisine borç bilmiştir. Ata
Beyit mezarlığında mankurtlaşan oğlu Coloman’i kurtarmaya çalışırken
mankurtlşan oğlu tarafından öldürülen Nayman Ana yatmaktadır. Bu kısımda da
Aytmatov yine mankurtlaşmak kavramını ön plana almıştır. Yedigey milli
değerlerine bağlı ve atasını bilen biridir. Kazangap’ın oğlu Sabitcan’ın karşısında
durmuş, ona değerlerini anlatmaya çalışmış fakat başarılı olamamıştır. Sabitcan’ın
özüne bu kadar yabancılaşmasına çok sinirlenir ve bir tartışma esnasında
“Mankurtsun sen! Mankurtsun sen!”(Gün Olur Asra Bedel,2015:408) diye bağırır.
Yedigey, kimliğini, tarihini ve kültürünü bütün zorluklara karşı koruma çabası
içindeki insanı temsil etmektedir.
Aytmatov’un eserleri dikkatle incelendiğinde “yasak aşkın” eserlerinin
yapısında önemli yer tuttuğu görülecektir. Bu durumun yazarın yaşadıklarıyla
büyük ilgisi vardır. Aytmatov evli ve iki çocuk babasıyken Bübüsafa adlı bir
balerine âşık olmuş, bu aşkını da Şafak Sancısı adlı eserinde anlatmıştır. Yedigey
adlı kahraman da “Gün Olur Asra Bedel” romanında evli ve iki çocuk babasıyken
romanın diğer kahramanlarından Zarife’ye âşık olmuş ve bu durum kahramanın
duygu durumunu derinden etkilemiştir. Kısacası Aytmatov kendi yaşadıklarını
Yedigey üzerinden anlatmak istemiştir. Aytmatov kendisiyle yapılan bir röportajda
“Bence benim kitaplarımın en büyük özelliği gerçekleri yazmasıdır. Hayatın
kendisini ve karşılaştığım acı, tatlı her şeyi olduğu gibi kitaplarıma aktardım”
(Toyger, 1998: 14-15) diyerek bu duruma dikkat çekmiş, eserlerinin kaynağını
belirtmiştir.
Aytmatov, hayatı boyunca babasından uzak kalmış olmanın sıkıntısını
yaşamıştır. Babasının mezarının yerini bile bilmemesi onu derinden sarsmış, uzun
süre bu olayın etkisinde kalmıştır. Toprak Ana romanının giriş kısmında bu
248
durumu “Babam Törekul Aytmatov. Bilmiyorum mezarın nerededir, bunu sana
soruyorum” (Toprak Ana,2015:1) sözleriyle anlatmıştır. Eserlerinin aslında onun
çığlığı olduğunu da söylemek mümkündür. Yaşadıklarını insanlara anlatmak
istemiş bunu da fazlasıyla başarmıştır.
Beyaz Gemi romanı Aytmatov’un hayatı boyunca baba hasreti çekmesinin
yansıdığı bir eserdir. Romanındaki ismi verilmeyen çocuk yardımıyla bu özlemini
okuyucuya aktarmıştır. Aytmatov babası tutuklandığında dokuz yaşındadır.
Romandaki çocuk da aynı yaşlardadır. Bu sebeple romandaki baba özlemi ile
Cengiz Aytmatov’un yaşamı boyunca hissettikleri arasındaki bağ oldukça dikkat
çekicidir. Romanda geçen şu ifadeler baba hasretini tüm gerçekliğiyle gözler önüne
sermektedir: “Günlerden bir gün, Karavul Dağı’nın tepesinden bakarken IsıkGöl’ün masmavi sularında o bembeyaz gemiyi ilk defa gördüğü zaman o güzellik
karşısında büyük bir heyecan duymuş, yüreği kafesinden çıkacakmış gibi
çarpmıştı. Ve o gün, Isık-Göl’de gemicilik yapan babasının da bu beyaz gemide
olabileceğini, orada çalıştığını düşünmüştü. Sonra bu düşünceye tamamıyla
inandırdı kendisini. Çünkü böyle olmasını yürekten istiyordu, bunun doğruluğuna
ihtiyacı vardı” (Beyaz Gemi,2014:37)
Cengiz Aytmatov baba figürüne oldukça önem vermiştir. Fakat ana kavramı
da onun eserlerinde önemli bir yer tutmuştur. Toprak Ana adlı romanındaki
Tolganay buna örnektir. Tolganay güçlü bir yapıya sahip, insan ve toprak
sevgisiyle dolu, çocuklarını ve köyde birlikte yaşadığı insanları koruyup kollayan
bir ana figürü olarak verilmiştir. Tolganay Erkeklerini savaşa gönderen köyün
dertleriyle uğraşır, kocasını ve çocuklarını savaşa göndermenin acısını çeker ve
yokluğun pençesinde türlü dertlerle savaşır. Tolganay,köyünde yıllarca onlara aş
vermiş,iş vermiş toprağı bir ana gibi görerek onunla dertleşir. Bu durumu
Aytmatov Toprak Ana adlı eserinde şu şekilde anlatır:
“-Kaldır başını Tolganay. Topla kendini!
-Zaten başka ne yapabilirim ki sevgili toprağım, kendimi toplamaya
çalışacağım elbet. Sen o günü hatırlıyor musun?
- Hatırlıyorum… Ben hiçbir şeyi unutmam Tolganay. Bu dünya var olalıdan
beri, bütün çağların, bütün yüzyılların izlerini taşıyorum ben. Tarih kitaplara
sığmaz. Ve senin hayatın Tolganay, o da benimledir. Yüreğimin içindedir. Anlat
Tolganay, seni dinliyorum, bugün senin günün.” (Toprak Ana,2015:32)
249
Aytmatov bu satırlarda da görüleceği üzere toprağı canlı bir varlık olarak
görmüş, insanı dertlerinden arındıran, onu doyuran, besleyen yegane şeyin toprak
olduğunu belirtmiştir. Bunda da Cengiz Aytmatov’un gençlik yıllarında
kalhozlarda ve köyündeki tarım makinelerinin sayımı işinde çalışması etkili
olmuştur, toprakla iç içe olması ve bozkırdaki insanların en büyük geçim
kaynağının toprak olması onda toprağın böylesine önemli bir husus olarak
karşımıza çıkmasına sebebiyet vermiştir.
Cengiz Aytmatov, ilkokula giderken babaannesi Ayıkma’nın anlattığı
ninniler, masallar ve efsaneler içinde büyüdü. Babaannesinden dinlediği bu mitler,
efsaneler, masallar onun eserlerine kaynaklık etmiştir. Nitekim Beyaz Gemi’deki
Mümin Dede de torununa “Boynuzlu Maral Ana” masalını anlatmıştır. Bu masal
Kırgızların kültürlerinin ve geleneklerinin kuşaklar arasında aktarılmasında önemli
masallarındandır. Kırgız kültürünün korunmasında, gelecek kuşaklara
aktarılmasında bu romandaki Mümin Dede’ye önemli bir rol verilmiştir. Aytmatov
ninesini bu romandaki Mümin Dede adlı kahramanla bağdaştırarak anlatmıştır.
Romanın hemen başındaki “Onun iki masalı vardı. Birisi kendisinindi ve başka
kimse bilmezdi. Ötekini ise dedesi anlatmıştı ona.” (Beyaz Gemi,2014:5) cümleleri
bu durumu gözler önüne sermektedir.
SONUÇ
Aytmatov’un romanlarındaki bazı kişileri incelediğimiz bu bildiride sonuç
olarak Cengiz Aytmatov’un yaşamının ve hayatı boyunca karşısına çıkan olayların
eserlerinin alt yapısını inşa ettiğini görmekteyiz. Yazdığı bütün eserlerinde yaşadığı
sıkıntıların, babasını kaybetmesinin oluşturduğu travmanın, çevresindeki güçlü
kadın figürlerinin, bulunduğu sert coğrafyanın yani bozkırın insanlarının izlerini
buluruz. Bunlar öyle izlerdir ki kendi iç dünyamızın karakter oluşumunu da canlı
tasvirlerle ve kişilik özellikleriyle fark ederiz. Aynı zamanda Aytmatov yalnızca
kendi ulusunun değil dünyadaki ezilmiş, geri plana atılmış bütün toplumların sesi
olmayı başarmıştır. Aytmatov’un cenaze töreninde Kırgızistan Devlet Başkanı
Bakiyev’in de söylediği gibi “… Aytmatov’un sözleri milyonlarca insanın kalbinde
çınladı. O bir dünya vatandaşıydı.”
250
KAYNAKÇA
Akmataliyev, A. (1994). Cengiz Aytmatov’un Eserlerinin Dünya
Edebiyatındaki Yeri ve Önemi. Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi,
(2).
Aytmatov, C. (2014). Beyaz gemi. Ötüken Neşriyat AŞ.
Aytmatov, C. (2015). Gün olur asra bedel. Ötüken Neşriyat AŞ.
Aytmatov, C.. (2015). Toprak ana. Ötüken Neşriyat AŞ.
Uray
Akça, N. (2017). Cengiz Aytmatov'un romanlarında tipler
[Yayımlanmamış yüksek lisans tezi]. Adnan Menderes Üniversitesi,
Sosyal Bilimler Enstitüsü.
251
CENGİZ AYTMATOV'UN ESERLERİNDE YALNIZLIK KAVRAMI
İlayda CİRİT
ÖZET
Yalnızlık kelimesi sözlükte kimsesi bulunmama durumu, ıssızlık, tenhalık
anlamlarına gelmektedir. Dünyada çoğu yazar ve şair yalnızlık hissini yaşamış, bu
da eserlerine yansımıştır.
Bu yazarlardan biri de Cengiz Aytmatov'dur. Aytmatov eserlerinde
yalnızlık kavramına fazlaca yer vermiş, bozkırın sessizliği, insanların ve
hayvanların yalnızlığı onun romanlarında okuyucunun karşısına çıkmıştır. Cengiz
Aytmatov çok küçük yaşta babasını kaybetmiş ve bu olay sonucunda kendisini çok
yalnız hissetmiştir. Aytmatov babasını kaybetmek dışında daha pek çok zorluk
çekmiş, yaşamış olduğu bu zorlukları da eserlerinde yansıtmıştır. Cengiz
Aytmatov'da yalnızlık kelimesi vücut bulmuş ve şekillenerek kalabalık içerisindeki
sakinlik anlamını kazanmıştır. Bu bildiride Cengiz Aytmatov'un eserlerinde
yalnızlık kavramı üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kelimeler: Yalnızlık, Sessizlik, Sakinlik, Hüzün, Cengiz
Aytmatov.
Eskişehir
Çifteler Sami Arıel Anadolu Lisesi
252
GİRİŞ
Cengiz Aytmatov küçük yaşlarda çeşitli zorluklarla baş başa kalmıştır. Bu
zorluklar da onu olgunlaştırmış ve zorluklar karşısındaki çabası eserlerine
yansıtmıştır. Cengiz Aytmatov babasının ölümünden sonra çok yalnız kalmış, içine
kapanık bir insan olmuştur. Aytmatov Beyaz Gemi adlı eserinde bu durumdan
şöyle bahsetmiştir :` Arkadaşsız, yapayalnız çocuk, onu kuşatan bu basit, saf
çevresinde yaşayıp gidiyordu`(Beyaz Gemi, 2014:11) sözüyle çok küçük yaşta
yalnız kaldığını anlayabiliriz, Aytmatov`un içine kapanıklığı çoğu eserinde
karşımıza net olarak çıkmaktadır.
Cengiz Aytmatov’un yaşadıklarından dolayı erken yaşta olgunlaştığından
söz etmişim. Peki" Yalnızlaşmayan insan olgunlaşır mı ?" diye bir soru sorsam…
Cengin Aytmatov gibi yalnızlık ile sınanan insanlar daha çabuk olgunlaşmışlardır.
Bizler o yaşlarda çocukça hayaller kurarken onlar ise o yaşlarda gerçeklerden
haberdar olmak zorunda kalmış, gerçekler ile erken yüzleşmek durumunda
kalmışlardır. Bu yüzleşmeler sayesinde de olgunlaşmışlardır.
Aytmatov kurduğu hayallerde bile yalnız, başını alıp bir yerlere gitmek
istemiş ve bunu Beyaz Gemi adlı romanında şu sözlerde ifade etmiştir: " Söğüt
dallarında tutunarak kıyıya iniyor, kendini suya atıyordu. Gözlerini hiç
kapamıyordu yüzerken. Balıklar da gözleri açık yüzerdi çünkü onlara imreniyor,
bir balık olup akıntı boyunca ta uzaklara kadar yüzmeyi hayal ediyordu."(Beyaz
Gemi,2014: 32)
Aytmatov Gün Olur Asra Bedel adlı eserinde: "Asıl mesele de bu işte.
Zaman ne kadar geçerse geçsin, bazı konularda hiçbir şeyi değiştirmez. Elinden
malını mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine
edinebilirsiniz. Ama senin onurunu kırar, ruhunu öldürseler, işte buna çare yoktur."
(Gün Olur Asra Bedel,2015: 87) sözleriyle maddi bir şeyin geri gelebileceğini fakat
yalnızlığın asla düzelmeyeceğinden, insan ruhunda derin etki bırakacağından söz
etmiştir.
Her insanın hayatında büyük önem verdiği kişiler vardır ve bu kişileri
kaybettiğimiz zaman çok büyük bir hüzne kapılırız. Aytmatov da bir eserinde: "
Hayatta ona en büyük sadakat, en büyük ilgi gösteren ve kendisini canı kadar
sevdiğinden emin olduğu tek kişi varsa o da dedesiydi. Biraz şaşkın olduğu için
bazı kişilere ona Kıvrak Mümin adını takmışlardı. Ne olmuş yani? Ne derlerse
desinler, insanın böyle bir dedesi, öz dedesi olması çok iyi bir şeydi."(Beyaz
253
Gemi,2014:21 )sözüyle bu konuya değinmiş ve romandaki çocuğun çok sevdiği
dedesini kaybettiği zamanı şu sözlerle ifade etmiştir:
"Çocuk zorlanarak da olsa dedesini yüz üstü çevirdi onun toza belenmiş
yüzünü, seyrek yapışık sakalını görünce irkildi. Biraz önce Orozkul'un baltasıyla
parçalanan Boynuzlu Maral Ana'nın başı canlandı gözünde ve korkudan kenara
sıçradı. Biraz uzakta durup:
-Balık olacağım ben, duyuyor musun dede, balık olacağımı ve yüzüp
gideceğimi buralardan. Kulubeg gelirse ona benim balık olduğumu söyle.
Dede cevap vermedi
Çocuk güçlükle yoluna devam eti, çaya gitti ve hemen suya girdi. Acele
ediyor, ayağı kayıyor, düşüyor ama kalkıyor, suyun sığ yerinde titreye titreye
koşmaya devam ediyordu. Çayın hızlı akan, derin yerine geldi ve akıntı alıp
götürdü onu. Burgaçlarda çırpınıyor, yüzüyor nefesi kesiliyordu. Gittikçe daha çok
üşüyordu ."(Beyaz Gemi, 2014:61) Bu sözlerde de gördüğümüz üzere Aytmatov
yalnızlıktan kaçış eğilimi içerisindedir. Cengiz Aytmatov küçük yaşta babasını
kaybetmesinde dolayı yalnızlığın ortaya çıktığından bahsetmiştim. Geçen seneki
bildiri konumuz olan Cengiz Dağcı'daki yalnızlıktan da bahsetmek istiyorum
sizlere. Kırım tatarı olan Dağcı’daki yalnızlık durumu çok farklıdır. Cengiz
Dağcı'nın yalnızlığı doğduğu çevredeki kıtlık, yoksulluk, Rus emperyalizminin
zulmü ve büyük baskıları ile başlayıp geçtikçe aile içindeki kayıplar ile katlanarak
artmış ve Cengiz Dağcı ölene dek bu hissi yaşamıştır. Cengiz Dağcı bu kayıplarını
Badem Dalına Asılı Bebekler adlı eserinde şu şekilde ifade etmiştir: "Sonra
dünyada en güzel yerin mezarlık olduğu inancına kaptırıyordum kendimi. "(Cengiz
Dağcı, Badem Dalına Asılı Bebekler, 2014:87). Cengiz Aytmatov' da ise yalnızlık
babasının ölümünden sonra başlanmış ve Cengiz Dağcı gibi ailesinden ve
memleketinden ayrı kalmamıştır. Bundan dolayı Cengiz Aytmatov, Dağcı' dan
daha şanslı diyebiliriz.
Tek olmak ve yalnız olmak kelimeleri her ne kadar birbirine çok benzese
de aslından farklı şeylerdir. Aytmatov da bu iki kelimeyi şu sözlere birbirinden
ayırmıştır: " Kalabalığın içinde insan tektir, kendi kendine kalınca yapayalnızdır.
"(Dişi Kurdun Rüyaları, 2014:48)
Aytmatov yalnızlığı ile bir türlü başa çıkamamış ve bunu şöyle ifade
etmiştir: "Neden bilmem, ben herkesten ayrı kalmış, herkesin beni geçip gitmesine
254
aldırmamış, olduğum yerde yapayalnız bulmuştum kendimi, kımıldamadan
duruyor, ileriye doğru adım atamıyordum "(Toprak Ana, 2014: 19) Aytmatov Gün
Olur Asra Bedel adlı eserinde bir sözünde:" Herkes gidebilir, herkes kaçabilir ama
herkes kendine hâkim olamaz, herkes kendine karşı zafer kazanamaz."(Gün Olur
Asra Bedel,2015:238) diyerek yalnızlıkla başa çıkamadığını yani kendi ile olan
savaşta yenilgiye uğradığından bahsetmiştir.
Aymatov' un yalnızlığı eserlerinde sıkça işlediğini söylemiştim size,
Aytmatov'un eserlerini okuduysanız eğer Beyaz Gemi 'deki çocuğun, Gün Olur
Asra Bedel 'deki Kazangap'ın Dişi Kurdun Rüyaları’ndaki Abdias’ın Toprak
Ana'daki Tolgonay gibi diğer eserlerindeki karakterin de yalnız olduğu görmüş
olmalısınız. Örneğin Toprak Ana'daki Tolganay hep yalnızdır bunu şu sözlerle
anlayabiliriz:
"Ölenleri anma günü"
-Biliyorum ve seni bekliyordum
değil mi?
Tolgonay, ama bu defa da yalnız geldin
-Gördüğün gibi yalnızım, hep yalnız …"(Toprak Ana, 2015:8)
Aytmatov yalnızlığı yüzünden bazı engelleri aşamamış, özellikle birlik
olmanın, birlikte hareket etmenin önemini göstermeye çalışmıştır ve bunu şu
sözlerle ifade etmiştir: "Bir insanın kaderi, dağdaki patika gibidir. Bazen çıkar,
bazen iner, bazen de dibi görülmeyen bir uçurum başına gelip durur. İnsan tek
başına böyle bir yolda ilerleyemez, ama birleşenler birbirine omuz verenler her
engeli aşarlar."(Toprak Ana, 2015: 70)
Aytmatov içine kapanık birisi olduğundan dolayı daha çok düşünceler
arasında gezmiştir.Bazı eserlerinde durmadan düşündüğü ile ilgili sözleri de
bulunmaktadır. Bu sözlerden biri şöyledir: "Gözlerimi kapayabilir, kulaklarımı
tıklayabilir, ama düşünmeden edemezdim."
(Toprak Ana,2015:40).Bir diğer eserinde de bu konu üzerinde şu şekilde
durmuştur: "…Demek ki insanın beyni bir dakika düşünmeden duramıyor, o garip
başı öyle yaratılmış ki istese de istemese de düşünceler art arda geliyor, bir
düşünceden öbürü doğuyor, herhalde ölünceye kadar böyle devam ediyor bu
."(Gün Olur Asra Bedel,2015: 122-123)
255
"Bir adam dünyayı getirmek ve onu yetiştirmek çok uzun zaman ister. Ama
onu öldürmek çok kolaydır. Bir anda öldürürsün "(Beyaz Gemi, 2014: 56). Ruh da
böyledir işte bir yapboz gibidir. Yapbozu yapmak için saatlerce uğraşırsın. Ancak
bir saniyede bozabilirsin. Aytmatov’un yalnızlığı da böyle, bir anda geldi işte.
Savaş çıktı, babası bir gece ansızın götürüldü ve öldürüldü. Bu olaydan sonra bütün
dünya ters döndü onun için, belki de bu acı olay bu büyük edebiyatçıyı ortaya
çıkardı.
Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel adlı eserinde "mankurtlaşmak"
kelimesi üzerinde çok durmuştur. Sizce Cengiz Aytmatov baba figürü yerine başka
bir figür koymuş mudur? Yani mankurtlaşmış mıdır? Aytmatov, babası yerine eğer
bir figür koymuş olsaydı buna yalnızlık değil mankurtlaşmak derdik. Ancak
Aytmatov, bu eserinde mankurtlaşmaya karşı bir direnişin olduğundan ve kendi
milliyetlerini kaybetmediklerinden söz etmiştir. Eserlerinde babası yerine bir figür
koymamış, tam tersi babasını eserlerinde yaşatmıştır. Yani Aytmatov gerçek
anlamda yalnızdır.
SONUÇ
Bu bildiride Aytmatov’un bazı eserlerinde karşımıza çıkan yalnızlık hissini
inceledik, çıkarımlarda bulunduk sonuç olarak çocukluğu İkinci Dünya Savaşı
yıllarına tesadüf eden Aytmatov, çocukluk yıllarından itibaren omuzlarını yüklenen
ağır sorumluluklar ve yaşadığı yalnızlık sebebiyle erken büyümek zorunda
kalmıştır. Aytmatov, tüm bu olumsuz şartları lehine çevirebilmeyi başarmış,
ilerleyen yıllarda aldığı eğitimin de etkisiyle yazdığı hikâye ve romanlarla adını
tüm dünyaya duyurmayı bilmiş, çok okunan ve milletinin sesi olan büyük bir
edebiyatçı olmuştur.
256
KAYNAKÇA
Aytmatov, C. (2014). Beyaz gemi. Ötüken Neşriyat AŞ.
Aytmatov, C. (2015). Dişi kurdun rüyaları. Ötüken Neşriyat AŞ.
Aytmatov, C. (2015). Gün olur asra bedel. Ötüken Neşriyat AŞ.
Aytmatov, C. (2015). Toprak ana. Ötüken Neşriyat AŞ.
Dıykanbayeva, M. (2015). Hatıralar Işığında Cengiz Aytmatov ve Eserleri.
Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim (TEKE) Dergisi, 4(1),
169-188.
257
SAVAŞIN GÖLGESİNDE YAŞAMIŞ ÜÇ CENGİZ: CENGİZ HAN,
CENGİZ AYTMATOV, CENGİZ DAĞCI
Cemile MERİÇ, İremnur GÖNENLİ
ÖZET
Cengiz sözcüğü “güç, kuvvet, yenilmezlik” anlamlarına gelmektedir. Cengiz
ismini tarihsel süreç içerisinde ilk kullanan kişilerin başında Cengiz Han vardır.
Cengiz Han dünya tarihine damga vurmuş, cihan hâkimiyeti düşüncesiyle sayısız
savaşa girmiş, devletleri ve medeniyetleri yakıp yıkmış ünlü Moğol hükümdarıdır.
İsimlerini Cengiz Han’dan almış, onunla aynı coğrafyalarda farklı tarihlerde
yaşamış Cengiz Aytmatov ve Cengiz Dağcı da Türk ve dünya edebiyatlarında
isimlerini duyurmuş önemli edebiyatçılardandır. Bu bildiride “Cengiz” ismini
almış bu üç Cengiz’in savaşlar ve mücadeleler sonrasında şekillenen yaşamları,
istekleri ve düşünce biçimleri üzerinde durulmuş, Aytmatov’un Cengiz Han’a
Küsen Bulut adlı romanı üzerinden Cengiz Han ve Sovyet Lideri Stalin arasında
nasıl bir benzerlik kurduğu konusuna değinilmiştir.
Anahtar Kelimeler: Cengiz, Cengiz Han, Cengiz Aytmatov, Cengiz Dağcı,
Vatan Sevgisi, Anne-Baba Özlemi.
Eskişehir
Eskişehir
Çifteler Sami Arıel Anadolu Lisesi
Çifteler Sami Arıel Anadolu Lisesi
258
GİRİŞ
“Cengiz” isminin hangi anlama geldiği tartışma konusu olsa da bu konudaki
hâkim görüş ‘deniz’ demek olduğu yönündedir. Sözlük anlamı olarak ise ‘güçlü,
yılmaz, gözü pek kimse’ (TDK) anlamlarına gelmektedir. Bazı kaynaklarda bu isim
Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu Cengiz Han üzerinden anlamlandırılmıştır.
Cengiz Han, 1162’de Moğolistan’da doğmuştur. Asıl adı Timuçin’dir.
Gösterdiği başarılar, kazandığı savaşlar onun “Cengiz” ismiyle anılmasını
sağlamıştır. “Sadece benim kazanmam yetmez, herkesin kaybetmesi gerek”
sözleriyle dünyaya hâkim olma düşüncesini ortaya koymuş ve bunun için oldukça
zorlu ve büyük savaşlar yapmıştır. Bu amaç uğruna karşısında duran her ne olursa
olsun acımasızca onu yenmeyi başarmıştır. Küçük yaşlarda ailesiyle birlikte kendi
kabilesinden, vatanından sürülen Cengiz Han, babasının öldürülmesine, annesinin
kendisine ve kardeşlerine bakabilmek için çektiği zorluklara şahit olmuş, bunun
sonucunda intikam hissiyle ve acımasızlıkla dolarak büyümüştür. Daha sonra
doğduğu topraklara güçlü bir şekilde geri dönmüş, kurduğu imparatorlukla birçok
ulusu ve insanı katletmiş, şehirlere ve medeniyetlere büyük zararlar vermiştir.
Sonunda ise istediği hâkimiyeti büyük oranda sağlamıştır. Tarihe damga vurmuş bu
büyük komutandan sonra Cengiz ismi yaygınlık kazanmış özellikle Türk milleti
arasında bu isim sıklıkla kullanılmaya, çocuklara ad olarak verilmeye başlamıştır.
Günümüzde de Cengiz isminin kullanılmaya devam edildiği görülmektedir.
Cengiz Aytmatov, 1928 yılında Kırgızistan’ın Talas eyaletine bağlı Şeker
köyünde doğmuştur. İsminin Moğol hükümdarı Cengiz Han’dan esinlenerek
konulduğu söylenen Aytmatov, Cengiz Han’ın aksine adını kılıçla değil kalemiyle
duyurmayı başarmış güçlü bir edebiyatçıdır. İsmini aldığı Cengiz Han’ın tam tersi
olarak savaş ve savaşın getirdiği yıkımın karşısında durmuş, küçük yaşlarda
babasını kaybetmiş olmanın verdiği acıyı ve üzüntüyü ömrü boyunca taşımıştır.
Savaş karşıtlığını Toprak Ana adlı romanında şu şekilde ifade etmiştir: “Savaş
olmasaydı Suvankul ve Kasım neler yapacaktı, bir düşün. Onların emeklerinin
ürünü olan nimetlerden nice nice insanlar yararlanacaktı.”(Toprak Ana,2015:76)
Yine aynı eserde geçen “Candan istediğim tek şey öğretmen olmaktı. Ama beyaz
tebeşir ve cetvel yerine elime asker tüfeği almak zorunda kaldım. Bunun sorumlusu
da ben değilim, yaşadığım devir böyle istedi. Çocuklara bir defa bile ders vermek
nasip olmadı bana.” (Toprak Ana,2015:92)
Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Aytmatov, savaşın insanlar için büyük bir
yıkım olduğunu, onları yaşamın güzelliklerinden uzaklaştırdığını ifade etmiştir.
259
Cengiz Aytmatov, Cengiz Han’a küsen Bulut romanında insanları baskı ile
yöneten iki lideri –Cengiz Han ve Stalin- anlatır. Aslında iki liderin hüküm
sürdükleri devirler arasında yüzyıllar vardır. Fakat Aytmatov: “Totalitarizm her
devirde aynıdır, bu bakımdan Cengiz Han’la Stalin arasında bir fark yoktur. Dikkat
ederseniz, Cengiz Han’a küsen Bulut efsanesi, özünde “evrensel” bir boyut
taşımaktadır.” (Bulut Cengiz Han’a Niçin Küstü? Mülakat: Beşir Ayvazoğlu,
Türkiye gzt. 13 Mayıs 1992) diyerek aralarında yüzyıllar bulunan iki lideri
karşılaştırarak evrensel bir mesaj çıkarmayı amaçlamıştır. Hem Cengiz hem Stalin
hükümdarlıklarını sürdürebilmek için masum insanları öldürür. Cengiz
Aytmatov’un Cengiz Han’a Küsen Bulut romanında Cengiz Han, Erdene ve
Togulan’ı, Stalin de Abutalip’i kendi iktidarlarının devamları için öldürtmüşlerdir.
(Cengiz Han’a küsen Bulut,2014) Aytmatov bu romanında savaşın yüzyıllar geçse
de insanlar üzerinde hep aynı etkiyi gösterdiğini ortaya koymak istemiştir, nitekim
savaştan ve savaşın getirdiği sorunlardan çok çekenlerden birisi de Aytmatov’dur.
Bunun suçlusu da Sovyet Rusya yani Stalin'dir. Stalin'in binlerce Kırgız'ı
katletmesini Kırgız Milli Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Eski Kırgız Milli Güvenlik
Teşkilatı Başkanı Bolotbek Abdurahmanov şu şekilde anlatmıştır, "138 kişinin
cesedini bir tuğla ocağında bulduk. Cesetler arasında 3 metre derinlikte önemli
kişiler ve onlara ait belgeleri vardı. Bunlardan biri yazar Cengiz Aytmatov'un
babası Törekul Aytmatov'dur. Yine ayrıca Kırgızistan milli alfabesinin mimarı
Kasım Tınıstanov ve Orta Asya'nın yetiştirdiği âlimlerden Bayalı İsakeyev,
Abdıkadır Orazbekov, Erinbek Esenamanov bulunmaktaydı. O belgelerde
yazdığına göre 1938'de bu insanlar halk düşmanı olarak suçlanıp kurşuna
dizilmişti. Belgelerin bulunmasından sonra aynı belgelerin diğer nüshasını KGB
arşivlerinde buldum. Bu cesetler Sovyet mezaliminin yaptığı katliama dair ilk
bulunan cesetlerdi."( "Kırgız Münevverlerine yönelik Ata-Beyt Katliamı" anma
etkinliği-Kastamonu) bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Cengiz Aytmatov'un
babası ve Kırgız kültürünün yok olmaması için mücadele eden birçok alim sırf
kültürlerini, değerlerini devam ettirmek istedikleri gerekçesiyle nedensizce Stalin
tarafından katledilmiştir. Bu da yıllarca babasının mezarını bile bulamayan
Aytmatov'un Stalin'e büyük öfke duymasına neden olmuş, ömrü boyunca hissettiği
eksikliğin onun yüzünden olduğunu eserlerinde anlatmıştır. Aytmatov Cengiz
Han'a küsen Bulut romanında da Cengiz Han'ı Stalin'le bağdaştırarak işlemiştir.
Cengiz Han Batı seferine çıkmadan önce bir kâhin bu sefer esnasında onun
üzerinde küçük beyaz bir bulutun dolaşacağını söyler. Cengiz Han bu seferin on
yedinci gününde bu bulutu fark eder ve bunu Gök-Tengri'nin bir lütfu, kendisine
göstermiş olduğu bir ayrıcalık olduğuna inanır. Fakat Cengiz Han, yasaklarına
karşı gelerek çocuk sahibi olan Erdene ve Togulan'ı öldürttüğü için bulut onu terk
260
eder. Çünkü o Gök'ün arzu etmediği bir iş yapmıştır ebedi tanrı ise ona gönderdiği
temsilcisini geri alarak Cengiz Han' i cezalandırır. Gök'ün artık kendisini
kutsamadığını anlayan Cengiz Han savaştan vazgeçip geri döner. Cengiz Aytmatov
Cengiz Han'ın acımasızlığıyla Stalin'in acımasızlıklarını karşılaştırmış, bu iki lider
arasında benzerlikler kurmuştur. Bütün bunların sonucunda Cengiz Han'a küsen
Bulut romanının çıkış noktası Stalin ve Sovyet Rusya'dır diyebiliriz.
Sovyet zulmünden nasibini almış, savaşın acı ve acımasız yanını erken
yaşlarda tatmış bir diğer edebiyatçımız da Cengiz Dağcı'dır. Cengiz Dağcı 1919
yılında Kırım’da dünyaya gelmiş bir Tatar Türk'üdür. Onun hayatı da isimdaşları
Cengiz Han ve Cengiz Aytmatov gibi savaşın gölgesinde geçmiştir. İkinci Dünya
Savaşı’na önce Rus saflarında daha sonra Almanlara esir düşerek Alman saflarında
katılmıştır.(Korkunç Yıllar, Dağcı,1984)
Savaşın en ağır sonuçlarını, yıkımını yaşamış, çok sevdiği yurdundan,
ailesinden erken yaşlarda ayrılmak zorunda kalmış ve bir daha ne yurdunu ne de
ailesini görebilmiştir. Bunu da tüm dünyaya duyurmak için kalemini kullanmış,
hayatının birebir yansıması ve kendisinin sessiz çığlığı olan eserleriyle feryadını
insanlığa duyurmak istemiştir. Bu eserlerin başında Korkunç Yıllar ve Yurdunu
Kaybeden Adam romanları gelmektedir. Kitapların isimlerinden de anlaşılacağı
üzere savaş Dağcı'nın ruhunda kapanmayacak yaralar açmıştır.
Cengiz Dağcı neredeyse eserlerinin tamamında vatan ve ana hasretini
işlemiştir. Bu duruma en güzel örneklerden birisi “Anneme Mektuplar” adlı
eserinde geçen: “Yanında oturarak bütün ömrümü onun yüzüne baka baka
yaşamaya razıydım. Anne…”(Anneme Mektuplar,1988) cümleleridir. Ana ve vatan
kelimelerini bütünleştirerek bu kelimelere sayısız anlamlar yüklemiş, eserlerinde
Türkçeyi kullanarak milli değerlerine ne ölçüde önem verdiğini de gözler önüne
sermiştir. Bu yönleriyle Aytmatov ve Dağcı milletlerinin kültürlerinin taşıyıcısı
olmuşlardır, diyebiliriz.
SONUÇ
Sonuç olarak aynı ismi paylaşmış, aynı coğrafyada farklı tarihlerde, farklı
mücadeleler içerisinde yer almış üç Cengiz için de temel olan olgu savaştır. Savaş,
hepsinin hayatına bir ölçüde dokunmuş ailelerine zarar vermiştir. Bunun sonucunda
Cengiz Han kılıcıyla ve hırsıyla, Aytmatov ve Dağcı ise kalemleriyle yaşadıklarını
yansıtmayı ve insanlara duyurmayı amaçlamışlardır.
261
KAYNAKÇA
Atnur, G. (2000). Cengiz Aytmatov'un" Cengiz Han'a Küsen Bulut" Adlı
Romanı Üzerine. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü
Dergisi,
(15).
https://dergipark.org.tr/tr/pub/ataunitaed/issue/2845/38945
Aytmatov, C. (2014). Cengiz Han'a küsen bulut. Ötüken Neşriyat AŞ.
Aytmatov, C. (2015). Toprak ana. Ötüken Neşriyat AŞ.
Bulut Cengiz Han’a Niçin Küstü? (2019, Kasım 04) Mülakat (13 Mayıs 1992):
Beşir Ayvanoğlu, Türkiye Gazetesi.
Dağcı, C. (1989). Korkunç Yıllar (Vol. 4). Ötüken Neşriyat AŞ.
Dağcı, C., & Dağcı, C. (1988). Bütün eserleri: Anneme mektuplar. Ötüken
Neşriyat AŞ.
Tulum, M. M. (2014). Cengiz Aytmatov’un İsmi Üzerine. Türkiyat Mecmuasi,
24(1), 91-97.
262
SONSÖZ
Yaşadığımız çağ bilgi çağı. Ancak bilginin nasıl kullanılabileceği
noktasında meziyet sahibi olmak bilgiye ulaşmak kadar önemlidir.
Teknoloji araçlarının her alanda kullanıldığı bu çağda bilginin ulaşılabilir
olmasından ziyade bilginin kullanılır olması önemli. Özellikle eğitim çağındaki
öğrencilerin bilgiyi kullanmada yol göstericiliğe ihtiyaçları olduğu bir gerçektir.
Bireyler teknolojinin bir nevi saldırganlığı karşısında var oluşunu koruma
içgüdüsüyle, bu saldırıyı fark ettiği müddetçe, kendilerini okuma eyleminin
koruyuculuğu altında bulur.
Bilgiyle hemhal olan bireyler, anlamlı ve amaca hizmet eden bilgiyi
kullanma noktasında merkezde okuma eylemiyle baş başa kalır.
Çeşitli sözlüklerde okumak; yazılı bir metnin iletmek istediklerini
öğrenmek, bir şeyin anlamını çözmek, anlamı kavramak ve değerlendirmek gibi
ifadelerle tanımlanmıştır. Bütün bu özelliklerini bünyesinde barındıran bir kavram
olarak okuma, nitelikleriyle kendisini konumlandırırken işlevselliğiyle de
bireylerin dünyasında farklı katkılarda bulunur.
Okumak; iletişimin parçası olmasının yanında kişinin algılama sürecinin
gelişmesine de katkı sunar. Algılama yeteneği gelişen birey, kavramları zihninde
canlandırırken farklı bakışları da bünyesinde barındıran bir anlam yolculuğuna
çıkar. Böylece anlam beraberinde kelimeye vakıf olma sürecini de başlatır.
Okumak eylemi, içinde disiplini, azmi, şevki ve uzun bir yolculuğu
barındırır. Bu nedenledir ki okuma işi çabayı ve isteği beraberinde taşıdığı sürece
temellendirilmiş bir hüviyet kazanır.
Hüviyet kazanan okuma, okuyucuyu daima bir sonuca götürmez elbette.
Ancak şunu muhakkak gerçekleştirir: Bilinçli okuma eylemi.
Bilinçli okuma, modern dünyanın hıza kurban edilen eylemlerinden uzak
kaldığı müddetçe anlam kazanır. Okunan her kelime ve cümle hızın soğuk
koridorlarından uzak durdukça özümsenir. Anlayarak yapılan okuma, kavram
dünyasının şekillenmesini sağlar.
263
Hızdan azade, anlamaya dayalı bu okuma farklı yöntemlerle desteklenirse
bilinçli okuyucuya da ulaşmış oluruz. Kavramlarla düşünerek okuma, tarihi bakış
açısıyla okuma, karşılaştırmalı okuma, tematik okuma vb.
İster kavram temelinde okuma olsun, ister matematik, ister tarihi
perspektif, ister sosyolojik, isterse karşılaştırmalı… Okuma yöntemlerini uzun bir
listeyle belirginleştirebiliriz. Lakin tam bu noktada şunu görürüz: Hangi yöntemle
okursak okuyalım, bilinçli okuyucu olma yolunda sağlam adımlar atmışızdır.
Bizler de okuma yöntemlerinden kavram temelli okumayla
şekillendirdiğimiz sempozyum zinciriyle farklı bir çalışmayı okuma işine gönül
verenlerle buluşturduk.
Tiryakizade Okuma Kulübü önderliğinde gerçekleşen “Liseler Aydınlarını
Tanıyor” sempozyumuna katılan lise çağındaki öğrencilerimiz yukarıda
bahsettiğimiz bilinçli okuyucu olma yolunda önemli mesafeler kat ettiler.
Dâhil oldukları okuma gruplarının çerçevesini oluşturan aydınlarımızı
tanımaları onlar için önemli bir şanstı. Daha önemlisi ise bilinçli okuyucu olma
yolunda ilk adımları attılar. Yaptıkları okumalarla önce kavramları belirlediler.
Ardından belirledikleri kavramları, öğrendikleri aydınların bakışıyla da
destekleyerek okumalarının yönünü tespit ettiler. Yaptıkları kavram merkezli
okumayla ileriki yıllarda olgunlaştıracakları düşünce dünyalarının başlangıç
noktalarını oluşturdular. Ortaya çıkardıkları bildiriler ise akademik çalışma
disiplinini tanımalarının ve bu disiplin içerisinde eser ortaya koymanın bir
yansıması oldu. Aynı zamanda öğrencilerimiz okuma yolculuklarının bu
aşamasında yani hem okuma hem de yazma safhasında okuma alışkanlıklarının
güçlendiğini gördüler.
“Liseler Aydınlarını Tanıyor” sempozyumu beş yıllık temponun bu seneki
ayağıyla her geçen yıl ne kadar önemli bir çalışmaya imza attığının bilinciyle
devam ediyor. Her yıl aydınlar ve aydınlarımızın kullandığı kavramların ışığında
okumalar gerçekleştiren gençlerimiz ileriki yıllara sağlam bir düşünce yatırımı
yapıyorlar.
“Liseler Aydınlarını Tanıyor” sempozyumu bu kitapla, öğrencilerimize
hem akademik çalışmanın yöntemlerini tanıtmayı başarmış hem de okuma
alışkanlıklarının güçlendirilmesine yardımcı olmuştur. İleriki yıllarda da okuma
kültürüne bu müstesna katkısını yapmaya devam edecektir.
Selda BUĞRUL
264