Academia.eduAcademia.edu

Hazırlayan Bayram KÖK

2020, Kavramlarla Okumak Düşünmek Yazmak III

Lise çağındaki gençlerin düşünce hayatımızda önemli yere sahip aydınların eserlerini kavramları dikkate alan çapraz ve eleştirel okuma yöntemleri ile okumasını, analiz etmesini ve yeni makaleler üretmede değerlendirmesini esas alan "Liseler Aydınlarını Tanıyor" projesinin çıktılarından birisi olan bu kitapta yer alan makaleler gençlerin emeğini yansıtmaktadır.

Hazırlayan Bayram KÖK Son Okuma Ayşegül GÜLŞEN KAÇMAZ Selda BUĞRUL Muhammed Refik TEKELİ Dizgi ve Düzenleme Hatice ELMAS Ayşegül GÜLŞEN KAÇMAZ Muhammed Refik TEKELİ Kapak Tasarımı Hatice ELMAS ISBN 978-605-68804-5-2 Yayın Hakları Bu çalışma “Liseler Aydınlarını Tanıyor Projesi” bildirilerinden oluşmaktadır. Bu eserin yayın hakları Tiryakizade Kıraathanesi’ne aittir. Kaynak gösterilerek alıntısı yapılabilir. Kısmen ya da tamamen kopyalanamaz, basılamaz çoğaltılamaz. İÇİNDEKİLER Takdim…...…………………………………………………………………….……i Önsöz…………...……………………………………………...………………......iv BİLDİRİLER Sıradışı Bir Akademisyen: Prof. Dr. Hüsamettin Arslan Ayşe DEMİREL……………..…………………………………….…….…1 Hüsamettin Arslan’a Göre Doğu ile Batı Arasında Kalmış Kavramlar Üzerine Bir Çalışma Yahya Bekir SULAK…………………………………………….….……..7 Hüsamettin Arslan’ın Çeviri Anlayışı ve Çevirdiği Eserler Üzerine Bir İnceleme İdil ELİT………………………………………………………………….13 Hüsamettin Arslan’da Batı’dan Doğu’ya “Pozitivizm” Azra ÇOBAN……………………………………………………………..21 Hüsamettin Arslan’da Epistemik Cemaat Kavramı İlayda KANDİLCİ………………………………………………………..27 Tek Nüsha Bir Türk Münevveri: Erol Güngör Ayşegül GÜLŞEN KAÇMAZ……………………………………………36 Hâkim Kültür ve Mahkûm Kültür İlişkisinde Bilginin Eksik Kullanımı Azra TEMÜRHANOĞLU……………………..…………………………42 Kültürel İnkişaf ve Kültürlerarası Güç Mücadelesi Saadet Nur GÜRLÜ……………………………………………………....48 Kültür Kavramı ve İnsanın Tekâmülü üzerinde Belirleyiciliği Şefika ÇURMAN…………………………………………………………58 Bilginin Önemi Dilara ÖZDEMİR………………………………………………………...64 Vicdan, Norm, Sağduyu Arasında İnsan Olmak, İnsan Kalmak Rukiye BAĞCI……………………………………………………………72 Mütecessis Bir Fikir İşçisi Cemil Meriç’in Entelektüel Biyografisi Pelin ÖZKAN…………………………………………………………….79 Cemil Meriç’e Göre; Kültür, Medeniyet ve İrfan Kavramları Gülce ŞEHİTLİ…………………………………………………….……..87 Dil İşçiliğinin Güzide Üç Örneği: Sözlük, Lügat ve Kamus Bizim Coğrafyamızda Kamus Kültürü Gülfem ÇAKIROĞLU………………………………..……………….….96 Asabiyet: Birliğin Kaynağı Asabiyet: Ayrılın Kaynağı Gülru ÇAKIROĞLU…………………………………………….………106 Karıştırılan Üç Kavram: İhtilal, İnkılap ve Devrim İrem ÖZENSEL…………………………………………………………116 Yaralı Bir Şifacı Psikiyatrist Prof. Dr. Kemal Sayar'ın Entelektüel Biyografisi Berna ÜSTÇETİN……………………………………………….………124 Her Şeyin Bir Anlamı Var Ayşenur ÇETİNKAYA……………………………………….…………131 Ritmini Yakala Sıla AKGÜN…………………………………………………….………136 Ağrıyan Bir Varlık Olarak İnsan Berna ÜSTÇETİN…………………………………………………….…143 Hüznün Denizinde Kulaç Atmazsanız Mutluluğun Denizine Varamazsınız Sude Nur OPAN…………………………………………………………153 Ya Devlet Başa Ya Kuzgun Leşe: Osmanlı'dan Cumhuriyet'e Eşkıyalık Olgusu ve Edebiyatımızda Yeri Başak Cemre BUĞRUL…………………………………….…….……..161 Osmanlı’dan Cumhuriyete Köy Olgusu ve Edebiyatımızdaki Yeri Elif AKGÜN…………………………………………………….………168 Osmanlı İmparatorluğu 19. Yüzyıl Nüfus Hareketleri ve Genç Cumhuriyete Bıraktığı Miras Ömer ÖZEL………………………………………………………..……176 Ulus Devlet Kavramı ve Ulus Devlet Kavramının Osmanlı Coğrafyasına Etkisi Gülsüm KAVLIÇ……………………………………………………..…194 Osmanlı İmparatorluğu İçin Bir Kırılma Noktası: Âyanlığın Yaygınlaşması Tarık KAYA……………………………………………………...……..214 Safahat'ın Vücut Bulmuş Hâli: Mehmet Akif Ersoy Elif TEKİN…………………………………………………………..…..224 Türkiye'nin İlk Sivil Veterineri: Mehmet Akif Ersoy Ece ÖZKAN……………………………………………………………..228 Bozkırın Gönül Eri: Cengiz Aytmatov Fatih KARADEMİR ve Berke BODUÇ………………………….……..234 Cengiz Aytmatov’da Kimliksizleştirmeye Karşı Kimliğini Koruma Çabası Pelin ÜNAL…………………………………………………………..…240 Cengiz Aytmatov’un Romanlarındaki Kişi Tasvirleri Üzerinden Hayatının Eserlerine Yansıması Kübra Nur KIRDAŞ…………………………………….…….…………246 Cengiz Aytmatov'un Eserlerinde Yalnızlık Kavramı İlayda CİRİT………………………………………………….…………252 Savaşın Gölgesinde Yaşamış Üç Cengiz: Cengiz Han, Cengiz Aytmatov, Cengiz Dağcı İremnur GÖNENLİ…………………………………….………………..258 SONSÖZ……………………..…………………………………………………..263 TAKDİM Yeni Bir Kitap, Yeni Bir Umut… “Liseler Aydınlarını Tanıyor Projesi’nin” beşinci yılı tamamlandı. Projemiz, büyük imkânlarla geniş kitlelere ulaşmayı hedefleyen bir proje değildir. Ulaşılabilen, odaklanılabilen, emek verilebilen, meram anlatılabilen, kısmet ve murad olunan kadar gence bir medeniyetin birikiminden bugüne ulaşanları yarına aktarmak için katkı sunmakla kendini mesul gören mütevazı insanların mütevazı bir çabasından ibarettir. Projemiz, kendi imkânlarından öte bir hedefle yola çıkmadığı gibi bugün de herkesle, her şeyle ve herkes için katkı sunma hayâl ve hedefi içinde değildir. Mütevazı niyetlerle, mütevazı imkânlarla ve mütevazı insanlarla yerelde iyi işler yapma gayesi önemini korumaktadır. Okuma eyleminin belirli bir amaca matuf olarak, hiyerarşik bir bütünlük içinde, bilinç ile gerçekleşen ve sonuç doğurucu bir eylem olarak genç nesillere aşılanmasını vicdani ve insani bir sorumluluk olarak gördüğümüzü vurgulamak isteriz. Bizden sonra lise düzeyinde daha iyi imkânlarla okuma projeleri uygulanmaya başlandığına şahit olduk. Her çabaya ve iyi niyetli girişime saygı duymaktayız. Bizim çalışmamızın diğer çalışmalardan temel farkı kavramlara odaklanan bir “eleştirel ve nitelikli okuma” projesi olmasıdır. Belirtilen özelliğiyle halâ emsalsiz olduğunu söyleyebiliriz. Bu kitabın muhtevasını oluşturan bildirilerin sunulduğu oturumların başlayacağımız günlerde şahit olduğum “nahoş” bir diyaloğu nakletmeden geçemeyeceğim. Sabah saat 09.00 gibi bu dünyanın önemsiz gailelerinden bizi uzak tuttuğu için her gün hamd ettiğimiz Tiryakizade’nin kapı eşiğinde bir diyaloğa şahit oldum. Bir grup öğrenciyi gezmeye getirmiş orta yaşlı iki öğretmenden erkek biri müzeler açılıncaya kadar kıraathane’ de oturalım, gençler kitaplara göz atsın derken, diğeri “daha fazla kitap görmek istemiyorum” sözünü söyledi. Gençleri bilgilendirme amacı gütmeyen binlerce öğrenci gezisinden biri gerçekleşirken telaffuz edilen kelimeler insan olma onurunu taşıyan herkesin aklını ve duygularını rahatsız edecektir ve etmelidir. Bu sözün yalnız eğitimciler değil insan olan herkesin ağzından bir daha çıkmaması için duacı olmaktan başka yapılacak bir iş yoktur. Kem söz sahibine yakışır. i Bu yılki oturumlarımızı ve çıktılarını, hayırlı işler yaparak ruhunu varlığın sahibine teslim eden Prof. Dr. Hüsamettin Arslan’ın ruhuna dua olarak gönderiyoruz. Sempozyum görsellerimizde ve yapılan konuşmalarda bu yılki bilgi şölenimizi Rahmeti Hüsamettin Arslan’ın hatırasını yâd ve yarım kalan çalışmaları devam ettirecek gençler yetiştirme hedefiyle sunduğumuzu ifade ettik. Mensubu olduğu medeniyetten utanan değil, gurur duyarak layık olmak için gayret eden yüzlerce Hüsamettin Arslan yetişmesine ihtiyacı var bu toprakların. İnşallah bu projeler yeni Hüsamettin Arslanlar yetişmesine vesile olur. Hüsamettin Arslan, Iain Thompson’un “Heidegger/ Ontoteoloji/ Teknoloji ve Eğitim Politikaları ” kitabının ön sözünde “ben, ‘çevirme ’cüretinde bulundum dostum, sen de okuma ve anlama cüretinde bulun; bu konuda bir yeti’ ye sahip olduğuna bütün samimiyetimle inanıyorum. Bazen klişeler de işe yarar: okur doğulmaz, okur olunur. Okumadıkça okumayı öğrenemezsin; tıpkı tekrar tekrar binmedikçe bisiklete binmeyi öğrenemeyeceğin gibi. İyi ve derin kitapların okuru ‘olabilmek’ zordur, düşündüğünden çok daha zor; emek ister, zaman ister, sabır ister.” cümlelerini yazarken Liseler Aydınlarını Tanıyor Projesi ile bizim yapmaya çalıştığımız işlere de şahitlik etmektedir. Bu ülkenin, dört şıktan ikiye indirgediği seçeneklerinden birine ilişkin tahmin yapabilen değil, okuyarak, öğrenerek, kavrayarak, bilgi üretebileceğini idrak eden ve bunun için çaba harcayan yeni nesillere ihtiyacı var. Bu proje ile gençlere diyoruz ki; okuyunuz, düşünerek ve analiz ederek okuyunuz. Âlemleri yaratanın bize öğütlediği gibi aklederek okuyunuz ve aklederek yaşayınız. Bu yılki okumaların kapsamını Cemil Meriç, Kemal Karpat, Hüsamettin Arslan, Mehmed Akif Ersoy, Erol Güngör, Fuat Sezgin, Mustafa Kemal Sayar, Cengiz Aytmatov gibi değerli aydınlar oluşturdu. Oturumlarımıza Prof. Dr. Selahattin Turan, Doç. Dr. Ahmet Yıldız, Doç. Dr. Emine Gümüşsoy, Dr. Hilmi Demiral, Yazar Ebubekir Kurban, Yazar Şaban Abak, Eğitimci Selda Buğrul ve Eğitimci Ayşegül Gülşen Kaçmaz başkanlık ettiler. Neden her yıl Cemil Meriç okuduğumuzu soranlar oluyor. Bilgi yerine malumat ve hamaset dört bir yanımızı kuşatmaya devam ederken okuduğumuzu sandıklarımızı doğru dürüst okumaya, anladığımızı sandıklarımızı doğru dürüst anlamaya ihtiyacımız var. Okuma eylemi alelade bir eylem değildir. Yeni kuşaklar Cemil Meriç’i tarafgirlik duygularıyla değil bir aydın duyarlılığıyla okumalı, iyi okumalı ve iyi anlamalı ki malumattan bilgiye geçişi tesis edebilelim. ii Projemizle ilgili merak edilen ve soruların yoğunlaştığı birkaç hususu birleştirerek bir cümleyle açıklamak istersek; Liseler Aydınlarını Tanıyor Projesi, bir eleştirel ve nitelikli okuma projesidir ve okuma eyleminin önemini dikkate alarak gerçekleşir. Okuma eyleminin hayat boyu sürdürülmesi gereken bir eylem olduğunu, bir gayeye matuf olması gerektiğini, bir metotla yapılması gerektiğini genç kuşaklara uygulamalı olarak öğretmeyi amaçlamaktadır. Projemiz, eserleri okunacak aydınların seçimini yaparken sosyal bilimlerin farklı alanlarından mümtaz isimler olmasına dikkat etmektedir. Liseler Aydınlarını Tanıyor projesi kendi medeniyetine ilişkin bilinci oluşmuş, istikamet sahibi aydınları çalışma konusu yapar. Batı medeniyeti karşısında aşağılık duygusu taşımayan, devanın da derdin doğduğu yerden doğması gerektiğine inanan ve devayı hariçte değil dâhilde arayan, söylediğini kaynağıyla söyleyen, ilimden-hakikate ulaşılabileceğini idrak edebilen, kopyalayan değil eleştirel bir bakış açısıyla metni tahlil etmeyi göze alabilen aydınları kapsar bu okumalar. Böylece, üniversiteye geçiş sınavı öncesinde gençlerin sosyal bilimlerin farklı alanlarını doğru isimler üzerinden keşfetmesini sağlamak gibi bir gaye taşımaktayız. Projemiz beş yıldır Eskişehir İl Milli Eğitim Müdürlüğü ile birlikte yürütülen bir projedir ve ilk günden beri Barış Hancı Bey ve ekibinden Melih Ünlüer Bey ile iş birliği içinde gerçekleştirilmektedir. Projenin başından beri katkı sunan Mehmet Konukçu Hocam, üç yıldır farklı düzeyde katkı sunarken bu yıl iki okulun etütlerini de üstlenen Selda Buğrul Hocam, yine üç yıldır katkı sunan ama bu yıl en az 120 etüt yaparak çocuklarımıza destek olan, rehberlik eden Ayşegül Gülşen Kaçmaz Hocam projenin yapı taşlarıdır. Gönüllü olarak katkı sunma duyarlılığı gösterdikleri için büyük bir saygıyı hak etmektedir. Projenin uygulanmasında, sunumların gerçekleşmesinde ve kitabın hazırlanmasında emeği geçen herkese sonsuz şükranlarımı sunarım. Bayram KÖK iii ÖNSÖZ Entelektüel Bir Okuma Çalışması İnsanoğlu düşünen, duyan, düş kuran bir yaratıktır. Bu edinimlerini daha doğrusu bu edinimlerin ürünlerini ifadelendirmek, aktarmak ve kalıcı kılmak için yazıyı bulmuştur. Hayata dair fark ettiklerini, saptadıklarını, keşfettiklerini geleceğe ulaştırmak, geride bir iz bırakmak için bulmuştur yazıyı.1 Bu yazıyı da kitap denen büyülü nesnenin içine yerleştirmiştir. Bu nesneyle çağlar aşmış, medeniyetler kurmuş ve geliştirmiştir. İnsanoğlunun bana göre en kadim, en güzel, en anlamı ve en kalıcı keşfidir yazı ve kitap. Yazı ve kitap, geçmişten günümüze medeniyetleri kuran temel yapı taşları olmuşlardır. Okumak en basit anlamıyla, kitabın içindeki yazıları birbirine çatarak yapılan bir eylemdir. Ancak şu unutulmamalıdır ki harfleri birbirine ulayarak kelime denen harfler bütününü okumak sadece okuryazarlıktır, okurluk değildir. Gerçek anlamda okurluk belirli bir düzen ve de çaba gerektirmektedir. Okur, metnin anlaşılması için gereken çabayı gösteren kişidir. Başka türlü söylersek basılı ve yazılı sayfaya bakarak onunla iletişim sürecine giren kişidir okur. Okurluk belli bir okuma donanımı gerektirir. Değişik yapıda metinler üzerinde okuma deneyimi ister.2 Peki, okurluk donanımı neleri içermektedir? Okur şunları yapabilmelidir: Metnin düşünce ve duygu yapısını oluşturan öğeleri ayırabilmeli, yazarın amacını kestirebilmeli. Okunan metnin yazı türünü (makale, köşe yazısı, deneme, eleştiri, öykü vb.) belirleyebilecek durumda olmalı. Yazarın seçtiği konuya karşı takındığı tutumu metnin dil ve anlatım özelliğinden çıkarabilmeli. Metnin dokusu içinde yer alan anahtar kavramları, cümleleri, paragrafları ve bunların birbiriyle ilişkisini araştırıp bulabilmeli. Metnin duygusal ve düşünsel gelişimini (yere ya da zamana göre düzenleniş biçimi; nede-sonuç ilişkisine göre düzenlenişini) gösterebilmeli. 1Emin 2Emin Özdemir, Okuma Sanatı, İnkılap Kitapevi, İstanbul 1983, s.12 Özdemir, Eleştirel Okuma, Bilgi Yayınevi, Ankara 2018, s.12-13 iv Metnin sözcük örgüsünü oluşturan öğeleri, bunların temel, yan, değişmeceli anlamlarını metin içindeki konumuna göre adlandırabilmeli. Yazarın başvurduğu anlatım biçimlerini, düşünceleri geliştirme yollarını metne bağlı kalarak seçebilmeli. Algılamadığı düşüncelere karşı eleştirel bir tutum takınabilmeli. Okumayı bir öğrenme ya da dinlenme ve eğlenme aracı olarak kullanabilmeli. Öğrenme amaçlı soruların yanıtını metinlerde bulabilmeli; belirli bir konuda bilgi toplayabilmek için metinlere başvurmasını bilmeli.3 Okur ile ilgili bunun gibi pek çok şey eklenebilir. Okurluk konusunda tanınmış yazarlar, bilim insanları ve düşünürler her fırsatta düşüncelerini dile getirmişlerdir. Hem Goethe hem de Manguel okumanın nitelikli bir eylem olup sonucunda mutlaka bilgiye dönüştürülmesi gerektiğine vurgu yapmaktadır. “Goethe Eckermann ile Konuşmalarında doğru dürüst okumayı öğrenmek için seksen yıl harcadığını, yine de kendini bu ülküye tam ulaşmış saymadığını söyler. Goethe bu sözde besbelli okullarda öğrenilen okumayı değil, fakat bu melekeyi işlete işlete onu gerçek okuma sanatı haline getirmeyi kastediyor ve ilerlemiş yaşında bile bu sanata istediği kadar sahip olamadığından dert yanıyor.”4 Goethe’nin bahsettiği okuma eyleminden kastı nitelikli ve bilgiye dönüştürdüğüdür. Okumanın pek çok amacı vardır. Bunlardan en önemlisi diye nitelenebilen onun orijinal bir üslup ile yazmaya dönüşmesidir. Alberto Manguel şöyle der: ”Okurların gücü onların bilgi toplama becerilerinden, düzene sokma ve kataloglama yeteneklerinden değil, okuduklarını yorumlama, ilişkilendirme ve dönüştürme yetisinden gelir. İslâmiyet okulları gibi Talmud okulları açısından da bir bilim insanı dinsel bir inancı okuma sanatı aracılığıyla etkili bir güce çevrilebilirdi, çünkü kitaplardan edinilen bilgi Tanrı’nın bir armağanıdır. İlk hadislerden birine ya da İslâm geleneğine göre, “Şeytan’a karşı bir edip ibadet eden bin kişiden daha güçlüdür.” Bu kitap kültürleri için bilgi ne metinlerin ne malumatın birikiminden ne de kitabın amacından, ama sayfadan edinilen ve yine deneyime dönüştürülen deneyimden, hem dış dünyayı hem de okurun kendi varlığını yansıtan sözlerden doğar.”5 Okunanların algı süzgecinden 3Emin Özdemir, Eleştirel Okuma, s.33 Winkelman, “Okuma Sanatı Üzerine,” Tercüme, Sayı: 58, MEB, Ankara 1966, s.34 5Alberto Manguel, Geceleyin Kütüphane, Çev: Dilek Şendil, YKY, İstanbul 2008, s.90 4Walter v geçerek bilgiye dönüşüp yazıya aktarılması elbette bir süreç işidir. Bu süreç zarfında sadece yazıya odaklanarak zorlama bir şeyler kaleme alınması hem yazanı hem okuyanı sıkar. Böyle bir duruma meydan vermemek için okumayı sürdürüp yazmayı biraz daha yavaşlatmak daha iyi bir yöntemdir. Her okuma mutlaka bir amaca yönelik olmalıdır. Bu amaç doğrultusunda okuma eylemini gerçekleştirdiğinde bilgiyi işleyerek yararlı hala getirebilir. Bu çeşit okumalardan mutlaka bilim üretilir. Şu unutulmamalıdır ki okumak bir boş zaman faaliyeti değildir. Bu eylemi bir sıkıntı giderme aracı gören mekanizmalar asla bilim ve dolayısıyla bilgi üretemezler. Okumak, hayatın her türlü alanına yayılması gereken; yemek, içmek ve uyumak gibi en temel ihtiyaçlardandır. İslam Medeniyeti, Orta Çağ’da okumak eylemini doğru anlayıp ve hayatlarında doğru konumlandırdıkları için yüzyıllarca bilim üretebilmişlerdir. Bu nedenle zahiri ve batıni bütün bilim ve ilimlere vâkıf olmayı başarabilmişlerdir. İslam âlimlerinden bazılarının okuma yöntemleri şöyledir: İbn Sina, okurken uykusu gelip okuma bölünmesin diye sürekli su içermiş. İbn Teymiyye, uykusu gelip başı düşerse uykusu açılsın diye uzun saçlarını duvara çivilermiş. İmam Razi, yemek yerken bile okurmuş ve kolay çiğnenecek şeyleri yermiş ki, çiğnerken vakit kaybetmeyeyim diye. İbn Rüşt, biri evlendiği gün diğeri de babasının öldüğü gün olmak üzere hayatında sadece iki günü okumadan geçirmiştir. Daha yakın zamanlara geldiğimizde Hilmi Ziya Ülken, okurken uyumamak için sürekli ayaklarını soğuk suda tutarmış. Erol Güngör, sabahlara kadar okuyup çok az uyumuş. Cemil Meriç’in okuma serüveni herkes tarafından malumdur ki zaten zayıf olan gözlerini okumaktan kaybetmiş denilirse mübalağa olmayacağı aşikârdır. Hem diğer ülkelerden hem Türkiye’den verilen örneklerin ışığında okumak konusunda aydınlar, entelektüeller, bilim insanları farklı yöntemlerle bunu gerçekleştirseler de aşağı yukarı şunu amaçlamaktadırlar: “Gerçekte okuma sırasında bir beklentiden ötekine, bir varsayımdan ötekine geçerken sürdürdüğümüz bilinç etkinliği, bu algı konumunun aranışından başka bir şey değildir. Haşim’in şiirindeki karanfil, Kafka’nın öyküsündeki böcek, Orwell’ın düşsel ülkesindeki kent bizim gündelik deneyimlerimizden tanıdığımız karanfil, böcek, kent sözcüklerinin alıştığımız dilde gösterdiği nesneler olmaktan vi uzaktır. Dolayısıyla yerleşik algı alışkanlıklarımıza karşı bir süreçtir yazın metninin kavranışı. Böyle olması da amaçlanmıştır.6 Şunu bilmeliyiz ki okuduğumuz her metin bir okunuş şekli vardır. Her yazılı metin aynı şeklide okunamaz. Emin Özdemir bu konu da şunu ifade eder: “Yazınsal her metin bir dünya, bir yaşantı sunar bize. Bize sunulan bu dünya ve yaşantıyı algılama, kavrama öncelikle bu tür metinlerin dokusunu tanımamızı gerektirir. Bir öyküyü, bir romanı kısacası düz yazıyla oluşturulan yazınsal metinleri nasıl okuyacağız? Hangi açılardan bakacağız bu tür metinlere? Bu tür metinlerde bize neler sunuluyor? Sunulan evrenin kapısından nasıl girebiliriz? İşte bunlar ve bunlara benzer sorular üzerinde durup düşünmeliyiz.7 Bütün bu sorularını cevaplarını yine ancak okuyarak verebileceğimiz su götürmez bir gerçekliktir. Eğer bilim dünyasında var olmak isteniliyorsa bu yapılması zorunlu bir eylemdir. Okuma eylemi ile ilgili verilen bu teorik bilgi herkesin aklına şu soruyu da beraberinde getirmektedir. Teorik bu bilgi pratiğe nasıl aktarılır? Aslında son yıllarda Türkiye’de bu konuda çeşitli çalışmalar yapılmaktadır. Bunlardan biri de “Eskişehir Aydınlarını Tanıyor Projesi’dir. Bu proje tam da anlatılmaya çalışılan okuma eyleminin pratiğe dökülmüş halidir diyebiliriz. Proje kapsamında öncelikle Milli Eğitime bağlı lise düzeyindeki okullardan çocuklarla yapılan bu çalışma, gençlerin kavramsal ve eleştirel okumaya adım atmasını sağlamaktadır. Okuma etütleri gerçekleştirilmeye başlandıktan sonra gençlerle yoğun bir süreç gerçekleştirilmektedir. Okunulan metinin ne anlatamaya çalıştığı, alt metinde neler verildiği, metinde bilinmeyen kelimelerle sözlük çalışması yapılmaktadır. Bu süreçte öğrenciler bir yazarın, aydının ya da bilim adamının birden fazla kitabını çapraz okuma, karşılaştırarak okuma, kavramsal okuma ve eleştirel okuma teknikleri ile okuyarak okumanın bilimsel ve niteliksel bir faaliyet olduğunu deneyimleyerek öğrenmektedirler. Projenin amaçlarından biri de okumayı hayatın bütününe yaymaya zemin oluşturmaktır. Bu nedenle her çocuğun ilgisi ve kabiliyeti doğrultusunda metinlerle onları baş başa bırakarak bu işten zevk almaları sağlanmaktadır. Çalışma ilerlerken çocuklarda görülen değişikliklerden biri de başlangıçta her hangi bir fikir beyan etmekten kaçınırken daha sonra net bir şekilde kendilerini 6Emin 7Emin Özdemir, Eleştirel Okuma, s.110-111 Özdemir, Eleştirel Okuma, s.111 vii ifade etmeleridir. Konularıyla ilgili anlamlı ve özgün fikirler üretmeye başlamaları oldukça dikkat çekicidir. Özellikle kavramsal çalışmalar sırasında başlangıç ve bitiş arasında büyük bir fark söz konusudur. Örneğin, çalışmanın başında entelektüel bir biyografi nasıl olur gibi bir soruya cevap vermekte tereddüt eden öğrenciler, projenin sunum aşamasında hangi metin entelektüel biyografi olup olmadığı konusunda fikir beyan edip doğru tespitlerde bulunmaktadırlar. Çalışmanın diğer bir boyutu ise öğrencilere okumanın çok boyutlu olduğunun fark ettirmesidir. Özellikle çapraz okuma denilen teknikle yapılan çalışma da akademik bir metnin bir edebi metin ile nasıl birleştirilerek okunduğu gösterilmektedir. Örneğin bir Erol Güngör metninin Kıta Avrupası edebiyatı örneği bir metin ile nasıl paralellik kurularak okunacağı ve böylece metin değişik açılardan ele alınacağı ortaya konmaktadır. Bu çalışmanın finalinde öğrencilerin bir okuma programı belirlediklerini görmek istenilen amaca ulaşıldığını göstermektedir. Örneğin, 2019 yılında proje kapsamında Kemal Karpat okumalarına dâhil olan dört öğrenci 2020 yılı yaz ayları için Kemal Karpat ve Halil İnalcık’ın kitaplarından bir liste hazırlayarak okuma programı oluşturmuşlardır. Projenin başlangıcında her hangi bir disiplinli okuma faaliyeti içerisinde olmayan öğrenciler daha sonra bunun hem derslerine hem de hayatın farklı alanlarına yaptığı katkıyı gördüklerinde bunu devam ettirmek istediklerini dile getirmektedirler. Özetle, Eskişehir Aydınlarını Tanıyor Projesi bir entelektüel okuma faaliyetidir. Hem Katılan öğrenciler hem Türkiye akademik ve entelektüel dünyası bu projesinin yararını yıllar geçtikçe daha iyi anlayacak ve fark edecektir. Temennimiz bu ve bunun gibi okuma merkezli projelerin ülkede artmasıdır. Son olarak umulur ki bu proje uzun yıllar devam etsin ve Tıpkı İngiltere (Oxford ve Cambridge Ünv.) ve ABD (Harvard ve Michigan Ünv.)olduğu gibi gelenek haline gelmesidir. viii KAYNAKÇA Özdemir, E. (1983). Okuma Sanatı. İnkılap Kitapevi. Eleştirel Okuma. (2018). Bilgi Yayınevi. Winkelman, W. (1966). Okuma Sanatı Üzerine. Tercüme, 58 Manguel, A. (2008). Geceleyin Kütüphane. Yapı Kredi Yayınları. Ayşegül GÜLŞEN KAÇMAZ ix SIRADIŞI BİR AKADEMİSYEN: PROF. DR. HÜSAMETTİN ARSLAN Ayşe DEMİREL ÖZET Bu çalışmanın amacı ilginç yönleriyle Hüsamettin Arslan’ın entelektüel bir biyografisini ortaya koymaktır. Bunun için röportajlar, video kayıtları, makaleler ve diğer biyografik yazılar araştırılmıştır. Yakın çevresinde şahsen tanıştığı kişilerin Hüsamettin Arslan hakkında yazdığı yazılar, yapılan kaynaklardan yararlanılmıştır. Bunun sonucunda, genel olarak hayatı, yaşadığı zorluklar ve “sıra dışı” çalışmaları, Paradigma Yayınları hakkında genel bilgi ve kuruluşu, hocanın doktora tezi olan “Epistemik Cemaat” ve fikir dünyasında Cemil Meriç’in etkisi ele alınmıştır. Anahtar Kelimeler: Hüsamettin Arslan, biyografi, epistemoloji, Paradigma Yayınları Eti Sosyal Bilimler Lisesi 9. Sınıf Öğrencisi 1 GİRİŞ Hüsamettin Arslan; hayatı boyunca kendine has entelektüel değerlerini geliştirmeye adamış nevi şahsına münhasır bir düşünür, bir sosyologdur. Karakteriyle öne çıkan, kendini ifade etmeyi her zaman bilmiş, kahvehane köşelerinde yabancı diller öğrenmiş, hiç evlenememiş, kurduğu yayıneviyle Türk sosyoloji entelektüelitesine katkıda bulunacak eserler çevirmiş bu insanı tanımak, çalıştığı konular ve bakış açısını anlamada yardımcı olacaktır. Hüsamettin Arslan; 1956 yılında Ordu - Mesudiye’de doğmuş, 2018’de vefat etmiştir. 10 çocuklu ailenin 3 erkek evladından biridir. Evin içinde on çocuk olmasının avantajını bu kadar neşeli olmasına bağlamaktadır. Çocukluğu oyun oynayarak geçmiş ve sürekli merakını geliştirmiştir. Daha henüz beş yaşındayken okumayı öğrenmiş, kendi söylemlerine göre de, okul hayatının ilkokul ve lise dönemlerinde de her zaman başarılı bir öğrenci olmuştur. İlkokuldaki öğretmeni Ahmet Bey, hayatında büyük bir tesir bırakmıştır. Ona okumanın manidarlığını göstermiş, araştırmayı öğretmiş, yıllar sonrasında bile aklında kalan öğretmenidir. Esasen daha sonrasında öğretmeninin yolundan gitmek üzere Tunceli’de öğretmen okuluyla ilerlemiştir. Daha o zamanlarda yaşadığı maddi zorluklar bile önünde engel teşkil etmeye başlamıştır. Arslan geldiği sosyal düzeyi, “Toplumun en dibinden geliyorum, buranın daha dibi yok.” sözleriyle açıklamaktadır. Hatta çocukluk dönemlerinde daha öncesinde portakal görmemiş, evlerine birkaç kilo portakal geldiğinde portakal kabuklarını boynuna iğneleyip süs olarak kullandığından söz etmiştir. Çok kısa süre sonra üniversite yıllarına geçeceği dönem, okumak istediği iki bölüm olmuştur: Dil ve gazetecilik. Lakin dil sınavına girdiğinde yetersiz puan almış, gazetecilikten de vazgeçmiştir. Hacettepe Üniversitesi Sosyal ve İdari Bilimler Fakültesi’nde Tarih Bölümü kazanmış ve burada babasının geçim sıkıntılarıyla ilgili tembihleriyle okumuştur. Yeni yeni ideolojilerle tanıştığı yıllarda, siyasi konulara ilgili olmuştur. Hatta öyle ki, aslında karakteri ve değerlerine bu kadar bağlı olmasına tezat, elinde fırça ve kırmızı boya ile sloganlar yazıp, mitinglerde “Kahrolsun Kapitalizm!” diye bağırdığından da “O zamanki literatürümde her şeyin kahrolması gerekiyordu.” diyerek kinayeyle bahsetmiştir. Daha sonrasında ideolojilerden kurtuluşunu yine aynı bölümde yüksek lisans zamanlarda ikinci sınıf yabancı diller öğrencisi, âşık olduğu insana bağlamıştır. Öyle ki, ondan başka bir şey düşünemeyecek, ona adeta tapar duruma gelmiş, bu yüzden de ideolojilerle ilişkisinin kesildiğini söylemiştir. Bu önemli kişinin, 2 kaderinin güzel yanlarından biri olduğunu söylemiştir. Aşk denilen kavramın karşılıksız olduğuna inanmıştır. Kim bilir, evlenmeyişinin ardında yatan sebep belki bu unutamadığı şahıs olmuştur. Sonrasında İstanbul Üniversitesinde Genel Sosyoloji ve Metodoloji alanına geçmiş ve doktorası olan “Epistemik Cemaat”i yazmıştır. Bölümü ve bu sosyoloji dalını seçmesindeki asıl sebeplerden bir tanesi çok sevdiği ve saydığı Ahmet Saltık adlı öğretmeninden aldığı dersler olmuştur. Kendi hayatında bir dönüm noktası olmuş hocası Cemil Meriç ve yine ona çok şey katmış tez danışmanı -ve aynı zamanda Cemil Meriç’in kızı- Ümit Meriç, bu tezin çıkmasında çok emeği geçen insanlardandır. Epistemik Cemaat, tam anlamıyla, Arslan’ın “Ben buradayım.” dediği eseridir. Türkiye’ye pek çok insanın direkt olarak epistemoloji için kaynak sayabileceği, ancak uzun süre Arslan’ın muhafazakâr oluşu, yaşanılan zamanın tutuculuğu, yeniliklere olan önyargı gibi sorunlarla sözde “âlimler ve düşünürler” tarafından hor görülmüştür. Tezini kabul ettirmek, onun için hiç de kolay olmamıştır. Derinlikli düşüncenin aforoz edildiği, itaat ve sadakat kültürünün egemen olduğu bir hareketle karşı karşıya kalmıştır. Türkiye’de üzerinde tek bir metin yazılmamış bir konuda çalışmayı kabul ettirmek bir hayli zor olmuştur. Aynı dönemde Bursa’da akademisyenlik de yapmıştır. Tam bu dönemlerde bir felsefe profesörü olan Ahmet Cevizci ile Paradigma Yayınlarının kurulmasına girişmiştir. Arslan’ın çevirileri, Cevizci’nin telif eserleriyle birlikte Paradigma’da, hem kendi tezi hem de daha sonrasında Türkiye’de daha önce Türkçe çevirisi olmayan önemli metin ve eserleri yer almıştır. Önce öğrencisi, daha sonra Paradigma’da kader ortağı olduğu Gökhan Yavuz Demir’in söylediğine göre adeta imkânsızlıklardan imkân oluşturularak Paradigma Yayınları kurulmuş ve Türkiye’nin entelektüel tarihinde çok özel bir yer kazanmıştır. Kuhn’un tanımı ve Arslan’ın tasdikiyle “Paradigma, bir bilimsel cemaatin üyelerinin paylaştığı şeydir ve başka bir şekilde ifade etmek gerekirse, bilimsel cemaat bir paradigmayı paylaşan insanlardan oluşur.” (Arslan, 2018: 119) olarak açıklanabilir. Arslan; Gadamer, Ricoeur, Toulmin, Lakoff, Heidegger, de Man ve Ellul’den eserler yayımlamıştır. Fransızca, İngilizce, Almanca ve İtalyanca çeviriler yapan Hüsamettin Arslan’ın büyük emekleriyle açtığı yayınevi, kitaplarını ve çevirilerini insanlara gösterebilmek için uygun bir ortam sağlamıştır. Üstelik diğer akademisyen ve entelektüellerin aksine yurtdışına çıkmanın bu kadar önem arz etmediğini düşünmüştür. Yabancı dilleri kendisi öğrenmiş olmakla beraber bunu çok kompleks kitapları çevirebilecek kadar ilerletebilmiştir. Felsefe ve 3 sosyoloji alanlarında gerekli sayılabilecek yirmi eser çevirmiştir. Bunlardan bazıları: Bilim Dedikleri/Bilimin Doğası, Statüsü ve Yöntemleri Üzerine Genel Bir Değerlendirme (Chalmers, Alan), Bilimsel Bilginin Sosyolojisi (Barnes, Barry), Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi (Lakatos, ImreMusgrave, Alan), Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik (Hekman, Susan), Post-modern Toplumsal Analiz ve Post-modern Eleştiri (Murphy, John W.), Sözün Düşüşü (Ellul, Jacques). Tüm bu çabaları çalışkanlığının eseri olmuştur. Röportajlarından birinde kendine yöneltilen, “Sosyolog olduğunuzu nasıl anladınız?” sorusuna da, “Benim gibi adamlar, cebinde kalan son kuruşlarını kitaba veren insanlardır. Okumak için okunur, ilgi ve meraktan okunur. Ben de sosyolog olmak için okumadım. Okuduğum için sosyolog oldum.” diyerek anlatmıştır. 70’lerde dayatılmış olan ideolojik ‘normların’ etkisinde kalmamış hatta bunları yıkmış olan naçizane insanlardan biri olmuştur. Azim ve ona karşı duran tüm duvarları yıkacak sabrı ile kendinden söz ettirmiştir. Gerek çevresindeki insanlar, gerek sosyoloji ve felsefeye ilgi duyanlar ya da değerlerin önemini kavramak isteyenler için Hüsamettin Arslan büyük bir önem arz etmektedir. Hüsamettin Arslan’ın Hayatında büyük etkiler bırakmış, düşünce dünyasında önemli gelişmelere sebep olmuş ve kendi fikirlerinin oluşmasında yol göstermiş kişilikler vardır. Bunlar Hegel, Heidegger, Şerif Mardin ve Cemil Meriç’tir. Cemil Meriç’le yaptığı röportaj, Meriç’in verdiği konferanslara katılmak onun sosyolojiye ve felsefeye ilgi duymasında önemli bir etkendir. Meriç’e büyük ilgi duyan Arslan, Meriç’e ait tüm kitapları okumuş, onunla konuşma, ona soru sorma fırsatını elde ettiği her zaman hangi kitabın hangi sayfasından olduğunu söyleyerek detaylıca bilgi edinmek istediğini belli etmiştir (Açıkgöz, 2018) Birçok kişiye göre Cemil Meriç’i en iyi tanıyan insan olduğu kabul edilmiştir. Ve bir fikir hocası da Heidegger’dir. Kendini Almanca ve İngilizcede geliştirdiği zamanlarda yaptığı okumalarla, zaten çoktan haberdar olduğu bu düşünürün kitabını çevirmesi ayrıca önemlidir. “Hayır” diyebilen, arkadaşları arasında lakabı “İtirazî” olan, Sultanahmet Camiine bakan çatı katında sabahlara kadar sohbet eden, statükoya yüz çevirebilen, çeviri eserlerle Türkiye’de bir “paradigma” kurmaya çalışan sıra dışı biridir Hüsamettin Arslan. 4 SONUÇ VE ÖNERİLER Hüsamettin Arslan, Türkiye’de sosyoloji açısından nadir görülebilecek azmi ve çalışkanlığıyla entelektüel dünyaya katkıda bulunmuş bir insandır. Türkiye genelindeki lise öğrencilerinin ülkeye mal olmuş sıra dışı entelektüelleri tanıması ve bildirilerini sunması için yapılan bu etkinliğin devamı gelmelidir. Hüsamettin Arslan’ı daha iyi tanımak isteyen insanlar için Cemil Meriç’in “Biyografi, kronoloji, otobiyografi, bir düşünürü anlayabilmek için başvurmamız gereken ikincil malzeme. Asıl çaba, onu eserlerinden tanımaya çalışmak, satır satır, paragraf paragraf, sayfa sayfa, cilt cilt olandır.” (Meriç, 2006: 21) sözü dikkate alınmalıdır. Biyografilerle beraber, söz konusu kişinin eserlerini okumak bir düşünürü anlamanın en iyi yoludur. Özellikle lise öğrencilerinin, kısa bilgi içeren kronolojiler dışında kavramsal okumalar çerçevesinde biyografiler hazırlamaları önerilebilir. 5 KAYNAKÇA Meriç, M. A. (2006). Entelektüel Bir Otobiyografi. T.C. Kültür Bakanlığı. Öz, A. (2018). Hüsamettin Arslan’ın Yuvaya Dönüşü. Kriter Dergisi, 21. https://www.yenicaggazetesi.com.tr/acilari-tadan-alim-husamettin-arslan45765yy.htm Güngörmez, B. (2019, Eylül 19). Doç. Dr. Bengül Güngörmez’in Hüsamettin Arslan ile Söyleşisi [Video]. YouTube. https://www.youtube.com/watch?v=uKDQS-Dldys Kiras, İ. (2019, Eylül 20). Hüsamettin Arslan. Karar Gazetesi. Tekin, A. (2019, Kasım 19) Acıları Tadan Alim: Hüsamettin Arslan. Yeniçağ Gazetesi. https://www.karar.com/yazarlar/ibrahim-kiras/husamettin-arslan-5862 6 HÜSAMETTİN ARSLAN’A GÖRE DOĞU İLE BATI ARASINDA KALMIŞ KAVRAMLAR ÜZERİNE BİR ÇALIŞMA Yahya Bekir SULAK ÖZET Bu çalışmada kavramların modernleşme ve pozitivizm sürecinde bir etkiye uğrayarak anlamlarından uzaklaşmak ve bozulmak durumunda kalmasıyla oluşan anlamsal bozukluk durumu “Doğu ile Batı Arasında Kalmış Kavramlar” adı altında incelenecektir. Bu çalışmanın amacı bahsedilen süreç ve faktörler sonucu kavramların değişime uğramak suretiyle bozulduğunu, insanların zihninde bu durumun yanlışlığının nasıl yer aldığını, kavramların manalarının doğru kullanılmasının önemini açıklamayı amaçlamaktadır. Batı’da doğan kavramların Doğu’da nasıl karşılık bulduğu, ne gibi bir karmaşaya uğradığı hakkında nitelikli çalışmaların yapılmasını önermektedir. Anahtar Kelimeler: Hüsamettin Arslan, Doğu-Batı, Cemaat, Cemiyet, İlim, Bilim Eskişehir Eti Sosyal Bilimler Lisesi 10. Sınıf Öğrencisi 7 GİRİŞ Hüsamettin Arslan, Kitap Dergisi’nde yayımlanan bir yazısında “Ebediyete intikal eden düşünür için okunacak Fatiha, onun düşünceleri üzerine yazılmış aklı başında bir eleştiridir” demektedir. Bu bildiri de Hüsamettin Arslan'a okunan bir Fatihadır. Hüsamettin Arslan yeterince duyulmamış, sıra dışı akademisyenlerden biridir. Kendisi hiçbir erk ve yapının etkisinde olmadan yerleşik entelektüel tekellerin ezberlerini bozmaya çalışmış bir kişidir. Hüsamettin Arslan kullandığı kavramları özenle seçmiş ve bu kavramların asıl anlamları üzerinden ilerlemiştir. Bu kavramlara modernleşme süresince bir anlam yükleme çabasına girmemiş, kullandığı kavramları kendi ana anlamları ile değerlendirmiş ve okuyuculara aktarmıştır. Öncelikle bu çalışmanın başlığı gereği kavram kelimesinin anlamıyla başlamak doğru olacaktır. Kavram “[Ing.concept, Fr.concept; Al.begriff] bir şeyin, bir nesnenin zihnindeki ve zihne ait tasarımı; soyut düşünme faaliyetinde kullanılan ve belli bir somutluk ya da soyutluk derecesi sergileyen bir düşünce, fikir ya da ide” anlamına gelmektedir (Cevizci, 2010: 598). Türkiye’de kullanılan kavramlara bakıldığında ise karşımıza pek vahim bir sorun ortaya çıkarmaktadır. Kullanılan bazı kavramlar ülkemizde bulunan siyasi partiler, politika, din veyahut din kisvesi altında kurulmuş rant, yani halkı dolandırma, güdümlü gruplar yüzünden kendi anlamlarını yitirmeye başlamıştır. Bu konunun önemini Hüsamettin Arslan “Modern insan gözleriyle düşünür, kulaklarıyla değil. Göz dışarıyı görür, içeriyi değil”8 sözleriyle açıklamaktadır. İnsan gördüğü görüntülerden önce duyduğu seslere tepki vermektedir. Türk-İslam geleneğinde doğmuş çocuğun kulağına adının söylenmesi durumu buna örnek niteliktedir. Kavramların modernleşme sürecinde değişime uğramasının sorun teşkil etmesinin sebebi duymaya bağlı öğrenmenin engellenmesi veyahut yanlış öğrenmeye teşvik etmesinden kaynaklanmaktadır. Bu durumun vahameti göz önüne alınmalı ve kavramların yanlış anlam yükleri alınmasına engel olunmalı, Batı olarak nitelendirdiğimiz gelişmiş modern toplumlardan kavramların çevrilerek alınması durumunda kelimenin manası derinlemesine incelenmeli ve bu şekilde alınmalıdır. Bu sorunla ülkemiz sürekli yüz yüze kalmaktadır. Bu sorunu daha derinlemesine Hüsamettin Arslan’ın örnek nitelikte bahsettiği kavramlarla açıklamak mümkündür. 8Röportaj: Nazife Şişman, Nihayet Dergisi, Aralık 2015 8 İnsan varoluşundan itibaren fıtratında bilgi arayışı olan bir varlıktır. Bu arayış süresince sürekli bir gelişme ve ilerleme kaydetmektedir. İnsanlar bu ilerleyiş sonucunda duygu ve düşüncelerinin soyut ve genel tasarımlarına verdikleri anlam yükü ile kavramları oluşturmuşlardır. Fakat az gelişmiş veya gelişmemiş “cemaatlerin” (toplulukların), modern, siyasal, “cemiyetsel” (toplumsal) ve kültürel bakımdan sanayileşmiş ülkeler modelini benimseyip onlara benzeme sürecine girmesiyle yani “modernleşmesiyle” bu kavramlar değişime uğramıştır. Günümüzde “cemaatimizin” kullandığı birçok kavram olmasına karşın bu kavramların çoğu gerek siyaset, gerek din, gerekse ideolojilerden etkilenerek değişime uğramaktadır. Fark edileceği üzere çalışmanın başından itibaren iki defa “cemaat” kavramına yer verilmiştir. Bu kavram kimilerinin aklında siyasi, kimilerinin aklında ise dinî bir çağrışım oluşturmaktadır. Bu kavram, bu çağrışımlara karşın herhangi bir örgütü, oluşumu ya da siyasi destekli dinî bir grubu vurgulamamaktadır. Bu çağrışımlardan uzaklaşıp yani modernleşme faktörünün etkisini göz önüne alınmayıp kavramın asıl anlamına inildiğinde “cemaat” dediğimiz kavramın (topluluk) anlamına geldiği görülmektedir. Aynı şekilde “cemiyet” kavramına bakıldığında ise karşımıza “toplum” kavramı çıkmaktadır. Tabi ki bu kavramlar birbiri ile tamı tamına aynı anlama gelmemektedir. Fakat iç içe ilerleyen kavramlardır. Hüsamettin Arslan bunu “Dünün toplumları geleneksel cemaatleri barındırıyorlardı, bugünün toplumları ‘modern’cemaatleri barındırıyorlar. Modernleşmenin sergilediği değişme istikameti, Cemaatten-Cemiyete, Cemaat yapısından Cemiyet yapısına doğru değil, Cemaatten Cemaate doğrudur. Cemiyet nerede ise Cemaat orada, Cemaat nerede ise Cemiyette oradadır.” diyerek açıklamaktadır (Arslan, 2018: 19). İngilizce pozitivizm, Fransızca pozitivizme, Almanca pozitivizmus olan “pozitivizm” köküne inildiğinde, pozitif kelimesinden türediği görülmektedir. “Ponere’’ fiilinden türemiş olan pozitivizm sözcüğü, Latincede vaz etmek, göz önüne yerleştirmek, öne koymak ve karşıya koymak anlamlarına gelmektedir (Cevizci, 2010: 1289). Pozitivizm kavramı olguculuk anlamına da gelmektedir. Olguculuk kavramına bakıldığında ise bu kavramın deney ve gözlem sonucu ortaya çıkan gerçeğe ulaşma öğretisi anlamına geldiği görülmektedir. Bu yönüyle pozitivizm aslında sadece somut olguları incelemektedir. Felsefe ve din gibi iki büyük kavramı görmezden gelen bu sistem insanları bir yandan ilerletirken diğer yandan ise geriye çekmektedir. Matematik, kimya, fizik vb. alanlarda yapılan çalışmalar sonucunda insanlık ilerlese de felsefe ve din kavramlarına zıt bir ilerleyiş olduğu için insanı düşünmeye ve hakikati bulmaya değil, bulunan bilgi 9 üzerinden ilerlemeye itmektedir. Bu durum her ne kadar şu an bir sorun teşkil etmese de zamanla insanlığın ilerlemesini yavaşlatacak ve hatta geriye dönüşe sebep olacaktır. Bir diğer örnek niteliği taşıyan kavramlar ikilisinden bahseden Hüsamettin Arslan, bilgi felsefesi üzerine çalışmış bir kişi olarak bilginin elde edilmesi yönünde kullanılan ilim ve bilim kavramlarının da ne şekilde yanlış kullanıldığını şu sözleriyle ifade etmiştir: “Tanzimat döneminden bu yana aydınlar, entelektüeller, politikacılar, bürokratik elitler Kur’an-ı Kerim’de geçen ilimde kastedilenin fizik, kimya, astronomi gibi bir bilim olduğu imasında bulundular. Bunun son derece yanlış olduğunu düşünüyorum.” Hüsamettin Arslan “ilim” kavramının pozitif bilimler olmadığını belirtmekte ve bu ifadesini “Modern bilimin incelediği alan maddi dünyadır. Modern bilim materyalisttir, maddeye inanır ve maddi olmayan şeyi reddetmektedir. Çünkü maddi olmayan şeyler gözlemlenemez, deneyleri yapılamaz.” sözleriyle desteklemektedir. Bu sözleriyle bilimin doğa ve toplum üzerinde iktidar kurmak isteyen pragmatist yani faydacı bir yapı olduğu belirtmektedir. “ilm” kavramı üzerine çalışma yapmış Şakir Kocabaş bir yazısında “Kur’an'daki ‘ilm (= bilgi) kavramı bütün ilimleri kapsamaktadır ki buna hangi soyutluk düzeyinde olursa olsun gerçekliği yansıtan bütün bilimler de dâhildir.” diyerek aslında pozitivizmin ayırdığı “ilm” ve “bilim” şeklinde iki kavramın bulunmadığını pozitivizm kavramı altında incelenen alanların “ilm” kavramının içinde incelendiğini belirtmektedir. Burada anlambilimin eş anlamlılık sorunundan bahsetmek gerekmektedir. Eş anlamlılık sorunu olarak bahsedilen olay, bir olguyu anlatan iki kavramın olamayacağını, bunların birinin asıl olguyu anlattığını diğerlerinin ise farklı bir anlam taşıması gerektiğini Hüsamettin Arslan belirtmektedir. Bundan Avrasya Dil Eğitimi ve Araştırmaları Dergisi’nde “Doğal bir dilde, eş süremli olarak aralarında hiçbir ayrım olmaksızın iki veya daha fazla dilsel formun aynı anlamı ifade etmesi mümkün değildir.” şeklinde bahsedilmiştir. İlim ve bilim kavramlarına geri dönmemiz durumunda ilimin kavram anlamı olarak bilim olduğu belirtilmektedir. Burada bir hata olduğu aşikârdır. Aslına bakarsanız bu hatalar sadece bunun gibi bir iki kavram ikilisi ile sınırlı kalmamaktadır. Günümüz dünyasında Doğu olarak nitelendirilen ve bizim de içinde bulunduğumuz “az gelişmiş” veyahut “gelişmemiş” toplumlar anlamına gelen Doğu kavramı ile modern ve gelişmiş toplum veya toplumlar olarak nitelendirilen 10 Batı kavramının her alanda olduğu gibi kavramlar üzerinde de bir çatışması bulunmaktadır. Bu çatışmalar bu çalışmada da bahsedildiği üzere Doğulu ilim (ilm) ve Batılı bilim ikilisi, Doğulu cemaat ve Batılı cemiyet ikilisi gibi birçok kavramda görülmektedir. Bu duruma sebebiyet veren faktörler bazen o toplumun Batılıları veyahut sahte ilim (ilm) adamları bazen de Batılı kavramların tam manası ile çevrilmemesi sonucu oluşmaktadır. Pozitivizm ve modernleşme ile çoğu kavram bir etki altına girmekte, anlam yükü bakımından değişmektedir. Günümüzde modern kaynaklara bakıldığında kavramların pozitivizm ile ilişkilendirilme çabasında olunduğu görülmektedir. Bu özel çaba gelişmemiş toplumlara bir şeyleri yanlış aktarma ve gelişim sürecini engellemek adına atılan bir adım niteliğindedir. Batılı kavramları geldiği şekli itibarı ile kabullenip o anlam yüküyle bakılması durumunda pozitivizmin pragmatist yapısının pençelerinden Türkiye kurtulamayacaktır. Sistemin genç nesle eğitim verirken dahi kullandığı pozitif bilimler baskın durumdadır. Batı’da doğan kavramların, Batılı olmaya çalışan Doğulularca (!) başka bir coğrafyaya taşınması sorunu hep var olacağa benzemektedir. Bu çatışma bir sorun olarak hep sürecektir. SONUÇ VE ÖNERİLER Bu çalışmada Prof. Dr. Hüsamettin Arslan’ın da bahsettiği belirli kavramlar üzerinden Doğu-Batı çatışması anlatılmaya çalışılmıştır. Prof. Dr. Hüsamettin Arslan kavramlar konusuna çok temkinli yaklaşmakta ve kavramların yanlış aktarımını engellemek amacı ile belirli bir uğraş içine girmektedir. “Eskişehir Liseleri Aydınlarını Tanıyor” Projesi kavramsal çalışmalar üretmeye çalışan mütevazı bir çalışmadır. Benzeri çalışmalar, farklı eğitim süreci yaşayan öğrenciler arasında Türkiye genelinde planlanabilir. 11 KAYNAKÇA Arslan, H. (2018). Epistemik Cemaat. İstanbul: Paradigma Yayınları. Profesör bilimi 'Batı'nın günahı' diyen niteleyip sordu: 'Niye ortak olalım?' (2019, Eylül 07). https://www.google.com/amp/s/www.cnnturk.com/amp/turkiye/profesorbilimi-batinin-gunahi-diyen-niteleyip-sordu-niye-ortak-olalim “Bilim düşmanı ‘Bilim Adamı’” (2019, Haziran 05). https://www.aydinlik.com.tr/bilim-ve-teknoloji/2017-subat/bilim-dusmanibilim-adami Akçataş, A., & Arı, E. (2018). Anlambiliminin Eş Anlamlılık Sorunu. Avrasya Dil Eğitimi ve Araştırmaları Dergisi, 2 (2), 126-152. https://dergipark.org.tr/tr/pub/adea/issue/41715/455331 Kocabaş, Ş. (1996). İslam ve Bilim. Divan: Disiplinler Arası Çalışma Dergisi.96(1), 67-83. https://www.academia.edu/4609844/%C4%B0sl%C3%A2m_ve_bilim_%C 5%9Eakir_KOCABA%C5%9E Öz, A. (2019, Mayıs 28). Hüsamettin Arslan için eksik bir Fatiha. Star Gazetesi. https://m.star.com.tr/acik-gorus/husamettin-arslan-icin-eksik-bir-fatihahaber-1294541/ Şişman, N. (2019, Haziran 05). Hüsamettin Arslan: Modern insan gözleriyle düşünür. http://www.nihayet.com/roportaj/husamettin-arslan-modern-insan-gozleriyledusunur/ 12 HÜSAMETTİN ARSLAN’IN ÇEVİRİ ANLAYIŞI VE ÇEVİRDİĞİ ESERLER ÜZERİNE BİR İNCELEME İdil ELİT ÖZET Hüsamettin Arslan “Düşüncenin gübresi farklılıktır; homojenite değil.” demiştir(Arslan, 2002: Mütercimin Önsözü). Bu yüzden yabancı eserleri de okuyarak farklı görüşler edinmeyi amaçlamıştır. Okuduğu eserleri tercüme etmiştir ki “İnsan tercümeyle, başka dünyalara açılır” (Arslan, 2002: Mütercimin Önsözü) sözünde belirttiği gibi toplumun da farklı düşünceleri geliştirmesine katkı sağlamaya çalışmıştır. Bu çalışma da, bu düşünce temelini benimseyen Hüsamettin Arslan’ın çeviri anlayışı incelenmeye çalışılmıştır. Çalışmanın içeriğinde Arslan’ın süregelmiş çeviri metinlerin yapısını eleştirerek kendi çevirilerinde dikkat ettiği unsurların neler olduğu ve bu işte nasıl bir yol izlediği araştırılmış ve bizzat hocanın açıklamaları paylaşılmıştır. Hüsamettin Arslan’ın bizzat kurucusu olduğu “Paradigma Yayınları”nın bu yoldaki yeri kısaca belirtilmiştir. Hoca tarafından yapılan çevirilerin konuları ele alınarak gruplandırılmış, bu gruplandırma tablo haline getirilerek olabildiğince çevirilerin içerik incelemesi yapılmıştır. Türkiye’de çeviri sorunu, yapılan farklı çevirilerin eleştirisi üzerine sempozyumlar, çalıştaylar düzenlenebilir. Anahtar Kelimeler: Hüsamettin Arslan, Çeviri, Paradigma yayınları, Sözün düşüşü, Martin Heidegger Eti Sosyal Bilimler Lisesi 10. Sınıf Öğrencisi 13 GİRİŞ Hüsamettin Arslan “Çeviriye önem verilmeyen bir ülkede entelektüel gelişmeden söz edilemez; ‘düşünceden’ hiç söz edilemez.” Demektedir (Tozal, 2010: 6). Entelektüel sefaletlerden birini bu olarak görür ve Türkiye’nin entelektüel bir çöl olduğunu belirtir. “Tercüme bizi nispeten homojen kendi entelektüel dünyamızdan kurtarır ve düşüncede kozmopoliteye açar. Kozmopoliteye açılmak, farklı düşüncelere ve bakış açılarına ve söylemeye bile gerek yoktur ki, başka dillere ve dünya görüşlerine açılmaktır.” Görüşündedir (Arslan, 2002: Mütercimin Önsözü). Bu görüş hocanın sahip olduğu hayatın büyük bir parçasını yabancı düşünürlerin sunduğu düşüncelerden kendi payını almak için çabalamasını sağlamıştır. Bunu yapabilmesi anca yabancı dile hâkim olması ile mümkündür ve bu durum Arslan’da oldukça mevcuttur. Hüsamettin Arslan hayatı boyunca hiç yurt dışında bulunmamıştır, buna rağmen kendi imkânlarıyla öğrenip geliştirdiği yabancı diliyle ağır metinlerin üstesinden gelmiş ve yirmiden fazla kitap çevirmiştir. Bu çevirilerin içerik incelemesi metnin devamında yer almaktadır. Çevirilerini yaparken metnin orijinal halini Türkçeye direk yansıtmak için çabalamıştır. Tabii ki bunu yapmak oldukça zordur çünkü bir metin bir dilden başka bir dile tercüme edilirken her kelime karşılığını tam anlamıyla bulamaz. Arslan bunu felsefeyi anlama üzerinden “Türkiye’de felsefe çevirmenlerinin kendilerinin de izah edemeyeceği bir ‘milliyetçi,’ ‘Türkçü’ damarı var. Başka konularda kozmopolit, üniversalist bir tutumu benimsedikleri halde, dil bahis konusu olduğunda ‘ırkçı’ bir tutumu benimsemekte beis görmüyorlar. Her dilin her şeyi karşılayacak kelimeleri ve kavramları olduğunu sanıyorlar. Türkçede neden ‘dekonstrüksiyon’ kelimesinin karşılığı olması gereksin; ‘dekonstrüksiyon’ (yapılandırma) kelimesinin dilimizde karşılığı olmadığı için neden ‘aşağılık kompleksine’ kapılalım? ‘Logos’un, Geist’ın Türkçede karşılığı olmaması Türkçenin eksikliği midir? Kültürlerin, dinlerin, dünya görüşlerinin temel kavramlarına saygı göstermeliyiz. ‘Allah’ kelimesini Türkleştirerek Müslüman olamazdık, aynen aldık. Eğer modern felsefeyi kendimize mal etmek istiyorsak, eğer modern anlamda ‘felsefece’ düşünmek istiyorsak, öncelikle modern felsefenin sözünü ettiğim temel kavramlarını içselleştirmeliyiz.” diyerek açıklamıştır (Tozal, 2010: 7). Hüsamettin Arslan aslında çevirinin imkanlarını üst düzeyde kullanmıştır. Çünkü dili kendi imkanlarıyla öğrenmesi onun için avantaj olmuştur. Böylelikle çeviride kendi sistemini oluşturmuştur denilebilir. 14 Hüsamettin Arslan’ın, Jacques Ellul’un “Sözün Düşüşü” adlı kitaba özel yazdığı ön sözünde çeviri metinlerin ülkemizde elimize ulaşma sürecinin nasıl olduğu hakkındaki düşüncelerinden bahsetmiştir. Bunu “Toplumumuzda, tarihi nedenlerle, Batı dillerini bilenler, toplumumuzun modernleşme sürecinin öncü kesimine mensup ‘aydınlar’dır. Onlar bu konumlarıyla Batı toplumuyla toplumumuz arasındaki entelektüel eleştirinin aracılarıdır. ‘Aydın olmaklıkları’ büyük ölçüde bu ‘aracı olma’ rollerinden doğar. Onlar öncelikle ‘düşündükleri’ için değil, Batı dillerini bildikleri için ‘aydın’dırlar. Batı düşüncesi toplumumuza, bu aracı “aydın” kesimde, bu prizmada ‘kırıldıktan/tahrif olduktan’ sonra ulaşır. Durum, kaçınılmazdır. Genelde tercüme tahriftir; orijinal metnin tahrifi.” sözüyle vurgulamıştır (Ellul, 2015: 10). Bu düşüncesini “Onlar bu tahrif işleminde toplumlarına Batı’yı ve modern uygarlığı bütün renkleriyle birlikte sunmazlar, kendi ‘ilgi ve çıkarlarına’ uygun düşen Batı’yı ve modern uygarlığı, kendi Batı’larını ve modern uygarlıklarını sunarlar.” sözüyle temellendirmiştir (Ellul, 2015: 10). “Sözün Düşüşü” hocanın çeviri manifestosu olmuştur. Hüsamettin Arslan kendi çeviri metinlerini oluştururken diğer çeviri metinlerin hatalarına düşmemek için büyük uğraş göstermiştir. Hüsamettin Arslan’ın çeviri yapmayı hayatının bu denli odak noktasına koymasının temel nedeni düşüncelerinin şekillenmesinde katkısı olan yabancı düşünürlerin eserlerini tek çaresi çeviri metin okumak olan çevreye ulaştırmaktır. Bunu kendisi adına bir sorumluluk olarak görmüştür çünkü kendisi topluma ulaşmanın yolunun bu şekilde olacağı düşüncesini benimsemiştir. Çevirilerini topluma ulaştırabilmek üzere de dostu merhum Ahmet Cevizci ile kendi bütçeleri çerçevesinde Paradigma Yayınları’nı kurmuştur. Hüsamettin Arslan “Paradigma’yı Paradigma yapan şeylerden biri dile hassasiyetidir. Anlaşılır olmak temel kaygımızdır. Amacımız “meselesi” olan insanlara ulaşmak. Eğer Türkiye’de üzerinde uzlaşılabilir bir çeviri diline, bir çeviri anlayışına ulaşabilirsek, toplumumuza en büyük hizmeti yapacağımıza inanıyorum.” açıklamasında bulunmuştur (Tozal, 2010: 9). Bu açıklama kurdukları yayınevinin amacını açıkça belirtmiştir. Hüsamettin Arslan yirmiden fazla çeviriye imza atmıştır. Bu çevirilerde kendine has titiz bir duruş sergilemiştir. Başka yayınevlerinin çevirmek istemedikleri eserleri Türkçeye kazandırmıştır. 15 Hüsamettin Arslan’ın Çeviri Çalışmaları Eserin Adı Yazarı Başlıca Konusu Sözün Düşüşü Jacques Ellul Söz, dil, yazı, teoloji İnsan Bilimlerine Prolegomena Dil, Gelenek ve Yorum Kollektif Din Sosyolojisi Elkitabı Michele Dillon Bilim Dedikleri Alan F. Chalmers Bilim felsefesi Kozmopolis/Modernitenin Gizli Gündemi Stephen Toulmin Bilim felsefesi Bilimsel Bilginin Sosyolojisi Barry Barnes Bilim felsefesi Steve Woolgar Bilim felsefesi Paul Ricoeur Hermeneutik Susan Hekman Hermeneutik Kollektif Hermeneutik Kollektif Hermeneutik Bilim/Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme Yorumların Çatışması Hermenoytik Üzerine Denemeler Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik Hermeneutik ve Hümaniter Disiplinler Gadamer-Habermas, GadamerRicoeur,GadamerDerrida Tartışması Retorik, Hermeneutik ve Sosyal Bilimler İnsan Bilimlerinde Retoriğe Dönüş Hermeneutik ve Hümaniter Disiplinler Gadamer - Habermas, Gadamer Ricoeur, Gadamer - Derrida Tartışması Kollektif Hermeneutik 16 Heidegger Moderniteyle Hesaplaşma Teknoloji, Politika, Sanat Heidegger’in Çocukları (Hannah Arendt, Karl Löwith Hans Jonas ve Herbert Marcuse) Heidegger, Ontoteoloji, Teknoloji ve Eğitim Politikaları Postmodern Toplumsal Analiz ve Postmodern Eleştiri Michael E. Zimmerman Richard Wolin Iain D. Thomson John W Murphy Çağdaş Filozoflarla Söyleşiler Richard Kearney Romantizm, Pragmatizm ve Dekonstrüksiyon Katleen Wheeler Eğitim ve Toplum Rob Moore Hüsamettin Arslan inandığı doğrulara Gadamer, Ricoeur, Toulmin, Heidegger ve Ellul gibi düşünürlerin kitaplarını okuyarak ulaşmıştır. Gadamer Alman, Ricoeur Fransız filozoftur ve Hüsamettin Arslan bu düşünürleri okuyarak hermeneutik felsefeyi benimsemiştir. İngiliz asıllı Amerikan filozof Toulmin sayesinde bilim felsefesi hakkındaki düşüncelerini geliştirmiştir. Fransız düşünür Ellul birçok düşüncesinin şekillenmesinde katkı sağlamıştır. Heidegger Hüsamettin Arslan’ın düşüncelerinin en çok etkilendiği kişidir. Alman filozof Heidegger ve onun düşüncelerini ele alan birçok kitabın çevirisini üstlenmiştir. Aynı zamanda Heidegger, Arslan’ın ve düşüncelerini benimsediği yazarların ortak paydasıdır. Hepsi Heidegger okumuş ve ondan etkilemiş savunuculardır. Hüsamettin Arslan bu düşünürlerin benimsedikleri konular üzerine çalışmış birçok yazarın kitaplarını da çevirmiştir. Genelde ele alınan konular “Bilgi Sosyolojisi, Bilim Sosyolojisi, Sosyal Bilimlerde Yöntem ve Hermeneutik” olmuştur. Hüsamettin Arslan’ın Paradigma Yayınları’nda ilk olarak Imre Lakatos ile Alan Musgrave’e ait “Bilginin Gelişimi ve Bilginin Gelişimiyle İlgili Teorilerin Eleştirisi” aynı zamanda Alan Chalmers’a ait “Bilim Dedikleri” kitaplarına yaptığı çevirileri yer almıştır. 17 “Bilim Dedikleri” bilim felsefesini konu edinmektedir. Kitapta da belirtildiği gibi “Kendisine has bir niteliği yoksa bilimi bu kadar özel kılan nedir? Özellikle sözü edilen, hürmete layık veya güvenilir sonuçlara yol açan ‘bilimsel yöntem’ nedir?” gibi soruları açıklamak amacıyla ele alınmıştır. “Bilim Dedikleri” kitabında “Bilmin özel bir yönteme veya özel yöntemlere göre işleyen rasyonel bir faaliyet olduğu düşüncesini tamamen yok etmektir.” açıklaması kitabın içerdiği düşünceyi açıkça belirtmiştir (Chalmes,2016: 3). Arslanı’ın bilim felsefesi üzerine çevirdi tek metin “Bilim Dedikleri” değildir. Stephen Toulmin’a ait ”Kozmopolis/Modernitenin Gizli Gündemi”, Barry Barnes’a ait “Bilimsel Bilginin Sosyolojisi”, Steve Woolgar’a ait “Bilim/Bilim İdesi Üzerine Sosyolojik Bir Deneme” gibi kitaplar da aynı konuyu işlemektedir. Hocanın üzerinde çalıştığı, benimsediği ve üzerine çeviriler yaptığı diğer bir konu “Hermeneutik”tir. Farklı yazarlarla aynı konuya değinmiş ve temel içeriği hermeneutik olan birden fazla kitap çevirmiştir. Susan Hekman’a ait “Bilgi Sosyolojisi ve Hermeneutik”, Paul Ricoeur’e ait “Yorumların Çatışması Hermenoytik Üzerine Denemeler”, kollektif bir çalışma olan “Hermeneutik ve Hümaniter Disiplinler”. Martin Heidegger. Hüsamettin Arslan’ı anlamanın düğüm noktasıdır çünkü Heidegger hocanın neredeyse her eserinin ortak paydasıdır. Kendisi düşünceleriyle Hüsamettin Arslan’ın bizzat entelektüel babası olmuştur. Alman filozoftur ve varlık felsefesinin önde gelen isimlerinden biri olarak bilinir. Hüsamettin Arslan Heidegger’in düşünclerini benimseyen farklı yazarların çalışmalarının çevirilerini yapmıştır. Bu çalışmalar genelde kollektif oluşturulmuş eserlerdir. “Heidegger Moderniteyle Hesaplaşma”, “Heidegger’in Çocukları”, “Heidegger/Ontoteoloji” gibi kitaplar bu eserlere örnektir. SONUÇ VE ÖNERİLER Hüsamettin Arslan “Heidegger/Ontoteoloji” kitabında yazdığı ön sözde okuyucuyu çeviri metin okumakla ilgili kendi üslubuyla bilgilendirmiş ve okumaya teşvik etmeyi amaçlamıştır. “Ben ‘çevirme’ cüretinde bulundum dostum, sen de okuma ve anlama cüretinde bulun; bu konuda bir ‘ability’ye (yeti’ye) sahip olduğuna bütün samimiyetimle inanıyorum. Bazen klişeler de işe yarar: okur doğulmaz, okur olunur. Okumadıkça okumayı öğrenemezsin; tıpkı tekrar tekrar binmedikçe bisiklete binmeyi öğrenemeyeceğin gibi. İyi ve derin kitapların okuru 18 ‘olabilmek’ zordur, düşündüğünden çok daha zor; emek ister, zaman ister, sabır ister.” Bu söz amacının açıklamasıdır (Thomson, 2012: Çeviriye Önsöz). Çeviri zor bir uğraştır. Bir coğrafyadan başka bir coğrafyaya, bir düşünce dünyasından başka bir düşünce dünyasına, bir zihinden başka zihinlere bir metni taşımak oldukça güç bir o kadar da sorumluluk gerektiren çabadır. Uzun süredir çeviri sorunları yaşayan Türkiye’de çeviri sorunu, yapılan farklı çevirilerin eleştirisi üzerine sempozyumlar, çalıştaylar düzenlenebilir. 19 KAYNAKÇA Arslan, H. (2002). İnsan Bilimlerine Prolegomena. Paradigma. Toza, Y. E. (2010). Sosyolog ve Mütercim Hüsamettin Arslan: Türkiye Bir Entelektüel Çöl. Ayraç Kitap Tahlili ve Eleştiri Dergisi, 5-9. Chalmers, A. F. (2016). Bilim Dedikleri. Paradigma. Thomson, I. D. (2012). Heidegger/Ontoteoloji. Paradigma. Demir, G. Y. (2019, Ekim 15). Bu dünyadan bir Hüsamettin Arslan geçti. Gazete Duvar. https://www.gazeteduvar.com.tr/forum/2018/01/02/bu-dunyadan-birhusamettin-arslan-gecti/ http://paradigmayayinlari.com/ Erişim tarihi: Eylül-Aralık 2019 Ersözlü, K. (2019, Aralık 17). Hüsamettin Arslan. İstanbul Üniversitesi. https://www.academia.edu/35569675/H%C3%BCsamettin_Arslan 20 HÜSAMETTİN ARSLAN’DA BATI’DAN DOĞU’YA “POZİTİVİZM” Azra ÇOBAN ÖZET İnsanlık; bir ideolojinin bir ülkeye, daha sonra tüm dünyaya tek ve doğru çözüm olarak pazarlanmasının ‘mümkünlüğünü’ pozitivizm sayesinde görmüştür. Bu metinde kurucularının pozitivizmi nasıl tanımladıkları, Türkiye’nin (zamanın Osmanlı’sının) bu tanımları nasıl alıp kullanmaya başladığı ve tüm bunların sebep ve sonuçları Hüsamettin Arslan’ın bakış açısıyla açıklanmaya çalışılmıştır. “Bilimin meşruiyeti” düşüncesini bilginin oluştuğu epistemik cemaat formuyla reddeden Arslan, ayrıca eserlerini pozitivist görüşün yarattığı epistemik bunalıma çözüm getirmek amacıyla da yazmıştır. Onun yazdıklarının anlaşılması bugün, belki de bu epistemik bunalım için gerçek bir deva olacaktır. Anahtar Kelimeler: Hüsamettin Arslan, Pozitivizm, Bilim, Epistemik Cemaat, Doğu, Batı Eti Sosyal Bilimler 9. Sınıf Öğrencisi 21 GİRİŞ Pozitivizm, dünya üzerinde insanlığın yürüdüğü yolun saklı kalmış köşelerini aydınlatacak bir meşale gibi görünürken, zamanla o kuytu köşeleri yangın yerine çevirmiş bir gayedir. Deney ve gözlem yoluyla elde edilen bilginin en saf doğru olduğunu iddia eden pozitivistler, spekülatif olmayan, gözlemlenebilir büyüklükler üzerine çalışır (Giddens, 2000:7). Gözlem ve deney doğanın sözünün çevirmenidir, yani bilgiyi oluşturmak için dile gelen doğadır. Pozitivizm savunucularına göre doğa bilimlerinin bu yolla ortaya koyduğu bilgi, düşünceleri ile uzun süre ilgili ve araştırmacı olduğumuz Hüsamettin Arslan’ın deyimiyle “biricik” doğrudur. 19. yüzyılın ikinci yarısında özellikle Auguste Comte tarafından batıda dile getirilmeye başlanmasından sonra pozitivizm, bulunduğu yerden Dünya’ya yavaş yavaş dini tutuculuğun ortaya çıkardığı sorunları çözmeyi vadeden bir olguya dönüşmüştür. 20. Yüzyılda Dünya’nın büyük bir kısmına etki edecek olan akım devamında olabildiğince iyi pazarlanabilmesi için şekillendirilmiştir. Bu yüzyılın büyük devrim umutlarını besleyen pozitivizm insanlığa en ütopik haliyle, yani mantıksal pozitivizm olarak John Stuart Mill ve Moritz Schlick öncüsü olmak üzere insanlığa sunulduğunda var olan sorunların tamamı için çözüm olarak görünmüştür. “Evrensellik”, “benzerlik” gibi kavramların üzerine kurulu olan bu olgu, aynılığı doğal olarak farklılığa tercih eder. Aynı ve tekdüze olanın altını çizer çünkü bir düşüncenin anlamı, onu doğrulamak için aynıları bulmaktan geçer. (Ayer, 1946:102). Kişi, kültür, kuramsal çevre, bağlam gibi birçok etkeni göz ardı ederek doğrulanan bilgiyi, kaynağı bilimi ve dolayısıyla bilim insanlarını saf ve tek doğruyu belirleyen otorite ilan eder. Ancak bilimsel araştırmanın ortaya koyduğu doğruların “objektif”, “tarafsız” ya da toplumsal etkilerden bağımsız bir şekilde “evrensel” olduğu düşüncesi yanlıştır. Sıkı bir sosyalizasyon sürecinden geçerek epistemik cemaatin (epistemic community) ürünü olarak ortaya çıkan bilgi, pozitivizmin muaf tuttuğu bütün süzgeçlerden geçerek oluştuğu için objektiflikten uzaktır. Cemaat (community) kavramı bilginin önceleyicisi, üreticisi, taşıyıcısı ve devam ettiricisidir; çünkü bilgi ileticisi ve alıcısı olmadan bir hiçtir (Arslan, 2017:106). Bilgiyi oluşturup ileten bir, alıp onaylayan veya reddeden bir en az iki kişi olmadan bilginin oluşması imkansızdır, bilgi bir etkileşim ürünüdür. Böylece cemaat sürekli bir kavram oluşunu ispatlar, cemaatin bir başı, sonu, doğum ya da ölüm anı yoktur; çünkü insanlar arasında zorunlu bir iş birliği vardır, insan var oldukça bilgiyi paylaşmak dolayısıyla bir cemaat oluşturmak zorundadır. Bu da 22 kanıtlar ki bilgiyi toplumsal, subjektif etkilerden bağımsız olarak inceleyip doğrulayan bilim düşüncesi epistemik cemaat ile oluşumundan itibaren içi çürümüş bir ağaçtır; nötr ve objektif doğrunun savunucusu, toplumsal tüm bağlardan arınmış bilgi kaynağı bilim insanı, alimin de deyimiyle bir illüzyondur (Arslan, 2017: 111). Yani kendinden önceki teolojik yapının sorunlara sebep olmasından sonra bu yapının üzerine dikilen pozitivizm ağacı, insanların beynine köklerini salmıştır ancak çözdüğünü iddia ettiği sorunlar aynı ya da farklı formlarla yeniden baş vermiştir. Bu yüzden ağacın köklerini 20. Yüzyıl insanlarının derinliklerine ustalıkla saklamış pozitivist bilim ideolojisinin içinin çürüklüğünün fark edilmesi uzun sürmüştür. Tarih ilerler, ancak yaşadığınız sırada ilerleyişinin şeklini saptamak zordur, bizim için ancak geçmişe bakınca görebildiğimiz bir ilerleyişi vardır ki bu da hâlihazırda benimsenen ideolojideki küçük sapmalarla başlar. En başta küçük birkaç farklı düşünce olarak gelişen bu sapmalar zamanla büyür, var olan sistemin insanlığa faydasından çok zararı dokunmaya başladığında bu düşünceler artık bir sonraki ideoloji olabilecek güçtedir. Ancak bu yeni ideolojin gelişi sadece yaratım ve yeniliklerden oluşmaz, yıkım da vardır. Hüsamettin Arslan, dünyaya hakim olmuş düşünceleri eleştirirken “Her aydınlığın bir de gölgesi vardır.” Demektedir (Arslan, 2018: 17). Her ne kadar ilk benimsenmeye başlandığında pozitivizm çağın yaralarını kapatacak gibi görünse de açtığı yeni yaralarla bir, hatta birkaç neslin kazanımlarını yıkmıştır. Pozitivizmin yol açtığından bahsettiğim kendisinden önceki ideolojinin sorunlarıyla gerek aynı, gerek farklı formlarda ortaya çıkan sorunlardan bazıları işte bunlardır. Bir önceki sistemin eksilerini gün yüzüne çıkarmak için gerçekleştirilen tarihsel yıkımlarda o kadar çok düşünce, o kadar çok gelenek, o kadar çok bilgi ve o kadar çok başyapıt yok edilmiştir ki, her nesil bir önceki neslin deneyimlerini kullanıp daha iyiye gitmesi gerekirken kendinden önceki deneyimlerin bir çoğunu kaybetmiştir. Arslan’ın pozitivizm için bahsettiği gölgeyi anlamamız için bu tarihsel döngüden haberdar olmamız gereklidir. Aklın ve bilimin gölgesi iki dünya savaşı, Hiroshima ve Nagasaki, kanser, açlık, aşırı tüketim, stereotipleştirme, standartlaştırmadır. İlim ve bilimi birbirinden ayıran pozitivizm bununla da bir epistemik bunalımın öncüsü olmuştur. Özellikle ülkemizdeki yansımaları Hüsamettin Arslan tarafından incelenen bu bunalım, çözüm ideolojisi olarak belirdiğimiz pozitivizmin, bilginin kaynağı ve doğruluğu konusunda düştüğümüz boşluğu doldurmamasından kaynaklanmaktadır. 23 Peki pozitivizm tüm bunlara rağmen ürettiği bilginin meşruiyetini nasıl sağlar, tek doğru bilginin bilim insanlarından geldiğini nasıl savunur? Bulundukları cemaat bilgiyi üretme ve işlemeyi yaptığı için kendi doğruluğunu yine kendisi söyler. Bilimsel bilginin gücü, onu üreten cemaatin gücüdür. Kendi hükümdarlığını kendisi kuran epistemik otorite bu gücü eline almasıyla “bilgi”nin doğruluğunu denetleyen mercii tanımını üstlenir, tek bir doğrunun varlığını dayatır ve bunu yasalarla sınırlar. Bu yüzden de bilginin kaynağı ve doğruluğu konusundaki sorularımızdan sıyrılır gibi görünür. Pozitivist bilim ideolojisinin en temel normu budur; insan ve toplumun bütün boyutlarıyla buna göre dizayn edilmesini ister. Bu noktada bilim farklılığı kabul etmez, mutlak doğru olan takip etmemiz gerek tek yol iken, yanlış olan var olmaması gerekendir. Bir düşüncenin devamlılığı için en önemli etken gelecek nesillere iletilmesini sağlamaktır. Bu doğru-yanlış çarkının gelecek nesiller tarafından kabulü için ne yapılmıştır? Elbette nesiller tüm boyutlarıyla bu doğru yanlış çarkını kanıksayana kadar eğilip bükülmüştür: eğitimi kastediyorum. Kendi çalışma sistematiğinde olduğu gibi insan yetiştirmede de aynılığı tercih eder bilim. Birkaç farklı fikrin tarihsel süreçte ne gibi köklü değişikliklere neden olduğundan bahsetmiştim, pozitivizm savunucuları bunun farkındadır. Bu yüzden bilimsel bilginin üstünlüğü elinde bulundurduğu hiyerarşi kişilere öyle üstünlükle aşılanır ki onlar bunun farkında bile olmaz, bu hiyerarşiyi süregelen doğru olarak kabullenir. Ustalıkla yapılan bu eğitimin ülkemizde uygulanması ve pozitivist bir nesil yetişmesi de uzun sürmemiştir. Pozitivizmin Türkiye’ye gelişi doğrudan felsefi bir kanalla olmamıştır, edebiyat akımları, o devirdeki okullara konan pozitif bilim dersleri, doğrudan Fransızca tedrisat yapan okullar, Avrupa’ya gönderilen bazı öğrenciler, eğitim kurumlarımıza gelen uzmanlar, bazı dernekler vb. aracılığıyla gerçekleşmiştir (Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce Cilt 1, 2011:215). Zamanında Mustafa Reşit Paşa’nın Fransız yazar ve düşünürlerden etkilenmesi sonucu Prince de Jon ville ile mektuplaşması, pozitivizmin Osmanlı’da dile dolanmasının başlangıcı olmuştur. Daha sonra Paris’e giden ve oradaki düşünürlerle arkadaşlık kuran İbrahim Şinasi, Littre ve Comte’dan etkilenmiştir. Bu düşünce değişimi şiirlerine de yansımıştır, doğru ve tek bilginin kaynağı olarak gördüğü insanı tanrılaştıran dizeler yazmışıtr. İleriki yıllarda Reşit Paşa’nın söylemlerinin devam ettiricisi olan Mithat Paşa ile birlikte bu üç önemli şahıs zihinlere bir çözüm olarak pozitivizmi düşürmüştür. Zor durumda olan Osmanlı, bu üç şahsiyetin ve İttihat ve Terakki cemiyetinin 24 “sağlamlaştırdığı” pozitivizm yolunda ilerlemeye başlamıştır. Batılılaşma, modernleşme kavramlarıyla ilerlemeye başlayan Osmanlı, daha önce bahsedilen kültürel yıkıma hayli büyüklükte maruz kalmıştır. SONUÇ VE ÖNERİLER Sonuç olarak Hüsamettin Arslan bilimin “doğadan gelen nihai doğru” söyleminin yanlışlığını, “doğanın alternatif tarzlarda anlaşılabilir ve açıklanabilir olması, bu alternatif tarzların birbirine oranla daha doğru olabileceklerini söylememizi sağlayabilecek hiçbir kriter olmamasına sebep olur” (Arslan, 2017: 29) diyerek açıklar. Bu yüzden doğayı dile getirdiğini iddia eden bilimin, oluştuğu epistemik cemaatin ve insanın kurallarının yansıması olduğunu söyler. Osmanlı’da başlayıp günümüz Türkiye’sinde de devam eden bu düşünce karmaşasını bir epistemik bunalım olarak açıklayan Arslan, eserlerini ve çevirilerini bu bunalıma bir çare olması amacıyla da topluma mâl etmiştir. Özellikle Türkiye’de yüz yıldır yaşanan kavram sorunu, epistemik bunalım akademisyenlerin tarafsız, özgün çalışmalarıyla açıklığa kavuşmayı beklemektedir. Prof. Dr. Şerif Mardin’in “Kavramsal Kopuş” makalesindeki “Türkiye özelinde ise yapılmayı bekleyen şey, Duara’nın hatırlattığı “yaşam dünyası” türündeki yeniden tahsis edilişlerin detaylı bir şekilde çalışılmasıdır. Kopuk kavramların bolca rastlandığı Türk dünyasında bu, özellikle zor olsa da böylesine ayrıntılı bir fenomenoloji, Türklerin kendilerini tanıması için gerekli bir başlangıç.” (Mardin, 2011) cümleleri bir itici güç olarak durmaktadır. Böylece kullanılan kavramlar bakımından karmaşık Türk fikir hayatında kavram sorunu üzerine akademisyenler sözlük çalışmaları yapabilir. 25 KAYNAKÇA Alkan, M. Ö. (2004). Modern Türkiye’de Siyasi Düşünce. İletişim Yayınları. Arslan, H. (2018), Epistemik Cemaat. Paradigma Yayınları. Arslan, H. (2018). Jöntürkler Jönkürtler Muhafazakarlar. Paradigma Yayınları. Douglas, J. D. (1973). Understanding Everyday Life [Günlük Hayatı Anlamak]. London. Fenni, İ. (1341). Lugatçe-I Felsefe. İstanbul. Giddens, A. (2000). Sosyoloji. Ayraç Yayınları. Kolakowskı, L. (1972). Positivist Philosophy: From Hume To The Vienna Circle [Pozitivist Psikoloji: Hume’dan Viyana Çevresine Kadar]. Middlesex. Mardin, Ş. (2011), Türkiye’de İslam ve Sekülarizm. İletişim Yayınları. Siyavuşgil, S. E. (1840). Tanzimatın Fransız Efkarı Umumiyesinde Uyandırdığı Akisler. Ankara. 26 HÜSAMETTİN ARSLAN’DA EPİSTEMİK CEMAAT KAVRAMI İlayda KANDİLCİ ÖZET Bu çalışmanın amacı genelde “bilgi sosyolojisi”, özelde bilgi sosyolojisinin bir alt dalı olan “bilim sosyolojisi” veya “bilimsel bilginin sosyolojisi” konusunun ele alınarak epistemik cemaatler hakkında Hüsamettin Arslan’ın doktora tezi üzerinden bilgi vermektedir. Epistemik cemaat kavram olarak epistemoloji; Antik Yunanca “bilgi” anlamına gelen “episteme” ve “akılcı söz” anlamına gelen “logos” sözcüklerinin birleşiminden meydana gelmektedir. Cemaat ise kısaca topluluk demektir ve bilgiyi önceler aynı zamanda bilginin zorunlu şartıdır; çünkü bilginin hem kaynağı, yaratıcısı, inşa edicisi, taşıyıcısı, hem de sonraki kuşaklara intikal ettiricisidir. O halde epistemik cemaate bilgi veya bilim topluluğu diyebiliriz. Epistemik cemaatin olduğu yerde bilimsel bilgi de vardır ve toplumdan topluma, dilden dile ve kültürden kültüre göre bilgi sistemi farklılık gösterir. Bilgi, epistemik cemaatin varlık nedenidir, onu ayakta tutandır. Epistemik cemaatin onaylamadığı bilgi, bilimsel bilgi kabul edilmez. Her isteyen, epistemik cemaatin üyesi olamaz. Bu toplulukların üyesi belli bir eğitimden geçmiş ve alanında en iyi olmuş olan kişilerdir. Anahtar Sözcükler: Hüsamettin Arslan, Epistemik Cemaat, Bilgi Sosyolojisi Cemaat, Cemiyet.  Eti Sosyal Bilimler Lisesi 10. Sınıf Öğrencisi 27 GİRİŞ Hüsamettin Arslan doktora tezinin ikinci baskısının ön sözünde Nietzsche’nin “İlk söz yazarın, son söz okuyucunundur.” (Arslan, 2018: 15) cümlesinden bahseder. Bizde elimizden geldiğince merhum Hüsamettin Arslan’ın Epistemik Cemaat başlıklı doktora tezinden bilimsel bilginin sosyolojisi konusunu Hüsamettin Arslan’ın bakış açısından açıklamaya çalıştık. Hüsamettin Arslan doktorası sırasında üniversitedeki hocalarına “bilim sosyolojisi” alanında çalışmak istediğini söylediğinde ona “bilim sosyolojisi” diye bir alan olmadığını söyleyerek karşı çıkmışlar. İki kere iki dörttü ve bunun toplumla nasıl bir ilişkisi olabilirdi! Hüsamettin Arslan bütün karşı çıkmalara direndi ve tezinin ön sözünde “Direndim. Bu yüzden, elinizdeki metnin her ayrıntısı bir bakıma, tezimin muhataplarına, 1960’lı yıllardan bu yana batı sosyolojisinde bilimi ve bilimsel bilgiyi sosyolojik eleştirinin odağına alan bir sosyoloji disiplininin var olduğuna ikna etme çabamı yansıtır.” olarak ifade etmiştir. Bu çalışmada da Hüsamettin Arslan’ın bakış açısından Epistemik Cemaat kavramı açıklanmaya çalışılmıştır. Bilgi sosyolojisi, bilgi ve toplum kuramı arasındaki ilişkileri inceleyen bir sosyoloji dalıdır. Peki bilgi nedir, bilgiyi “bir ya da daha fazla toplumsal grup ya da insan topluluğu tarafından kabul edilen her türlü fikir ve edim biçimleri; onların kendileri ve ötekiler için gerçek kabul ettikleri olgulara ilişkin fikirler, edimler" (Carthy, 2002: 50) şeklinde tanımlanabilir. Bu tanımda toplum ya da belirli bir insan grubuna egemen bilgilerin toplumsal gerçekliği inşa ettiğine değinilmektedir (Anık, 2006: 5). Yani insan bir yönüyle bilgiye konu olan nesne, diğer yönüyle de bilginin öznesidir (Apalı, 2015: 190). İnsan hangi sosyal sistem içinde yer alıyorsa o sisteme uygun bilgi sistemine bağlanır. Bilgi sosyolojisi; bilgiye, sosyolojik bir bakış; bilginin, sosyolojik bir perspektif dâhilinde açıklanma çabasıdır. Zinaniecki’ye göre bir tek sosyoloji mümkündür o da bilgiyi taşıyan, işleyen, idame ettiren ve öğreten insanların sosyolojisidir (Arslan, 2018: 120). Bilgi sosyolojisinde üzerinde durulması en önemli olan kişilerden olan Karl Mannheim bilgi sosyolojisinde toplumu şöyle yorumlamıştır “Maddi hayatın üretim tarzı, hayatın politik, sosyal ve ruhsal veçhelerini belirler. İnsanların varoluşlarını belirleyen bilinçleri değil, tersine bilinçleri belirleyen sosyal varoluşlarıdır.” (Arslan, 2018: 18). 28 Toplumsal zihniyetin hem hammaddesi hem de mamul ürünü olarak, toplumun ayırt edici vasfı olma, toplumun sınırlarını tayin ve tespit etme ve içeriğini görünür kılma özelliği ile de bilgi, bir diğer sıfatla tafsir edilmektedir (Anık, 2006: 5). Bilgi sosyolojisi, “araştırma konusu olarak düşünmenin günümüzün kriz şartlarında açığa çıkan teoriler ve düşünce biçimlerinin toplumsal bağlılığını seçmiştir. Bu açıklamadan hareketle kısaca denilebilir ki, bilgi sosyolojisi bireysel düzeyin dışında toplumla ilişkisi kurulabilen bir bilgi anlayışı ve aynı zamanda bilgi sistemiyle bağlantısı bakımından her türlü toplumsal gerçeklik bilgi sosyolojisinin konusunu oluşturmaktadır. Epistemik Cemaat Epistemik cemaat hakkında bilgi vermeden önce epistomoloji ve cemaat kavramlarını açıklamak istiyorum. Epistemoloji; Antik Yunanca “bilgi” anlamına gelen “episteme” ve “akılcı söz” anlamına gelen “logos” sözcüklerinin birleşiminden meydana gelen epistemoloji veya diğer adıyla bilgi felsefesi, bilişsel süreçlerde nasıl oluştuğundan ziyade bilgiyi genel olarak ele alan, bilginin doğasını, kaynağını, imkânını ve doğruluğunu inceleyen felsefi bir disiplindir. Yani genel olarak bilgi ile ilgili olmak uğraşmak demektir. Bilgi sosyolojisine bireysel düzeyin dışında toplumla ilişkisi kurulabilen bir bilgi anlayışı olarak söyledik. O halde toplum içerisinde en fazla kullanılan kavram olan Cemaat ve Cemiyeti epistemoloji ile bağlantılı olarak düşünebiliriz. Fakat cemaat ve cemiyet aynı şeyler değildir cemaat kısaca topluluk, cemiyette toplum demektir. Günümüzde cemaat veya cemiyet denildiğinde aklımıza birçok anlam gelebilir gerek siyasi olsun gerek dini fakat Hüsamettin Arslan’ın kullandığı cemaat ve cemiyet kavramları bu anlamlarda kullanılmamıştır. Cemaat ve cemiyet bağlantılı şeylerdir birbirinden ayrı düşünülemez. Aynı zamanda Hüsamettin Arslan “dünün toplumları geleneksel cemaatleri barındırıyorlardı bugünün toplumları “modern” cemaatleri barındırıyorlar.” tezini savunarak modernleşme süreci ile beraber, “geleneksel cemaat” yapısından, “modern cemaat” yapılarına geçildiğini ifade etmektedir (Dever, 2012: 205). 29 Cemaat, bilgiyi önceler ve bilginin zorunlu şartıdır; çünkü bilginin hem kaynağı, yaratıcısı, inşa edicisi, taşıyıcısı, hem de sonraki kuşaklara intikal ettiricisidir. Cemaat en az iki kişiden oluşur. Bu iki kişi, bilgiyi öne süren bunu onaylayan ve kabul edendir; en az iki kişinin birbiriyle uzlaşmadığı ya da uzlaşamadığı yerde ne cemaat mümkündür ne de bilgi mümkündür (Arslan, 2015: 108). Cemiyet ise akılcı, sözleşmeye dayanan çıkar ilişkilerinin bulunduğu gruplardır. Kişisel olmayan soğuk, rasyonel ve özgür ilişkiler üzerine kuruludur. Sanayi ve ticaret işletmeleri, baskı grupları, şehirler gibi örnekler cemiyete karşılık gelmektedir (Palabıyık, Tönnies, 2001: 224). Kavramsal düzeyde yapılan bu ayrımların, gerçek yaşam içindeki bir birlikteliğin niteliğinin ortaya çıkarılmasında kullanılabilecek modelleri oluşturuyor oldukları gerçeği göz ardı edilmemeli ve ele alınan birlikteliğin gerçek yaşamdaki dinamikleri çerçevesinde yorumlar geliştirilmesi gerekmektedir (Palabıyık, 2011: 224). Bu noktadan hareketle epistemik cemaat nedir? Epistemik kısaca bilgi ile ilintili olan; cemaat ise kısaca topluluk anlamına gelmekte idi. O halde epistemik cemaate bilgi veya bilim topluluğu diyebiliriz. Hüsamettin Arslan’da “bilimsel bilgi dahil bütün bilgi türlerinin varoluş temeli epistemik cemaattir, eğer epistemik cemaat varlık kazanamamışsa, bilgi de var olamaz; epistemik cemaat genelde bütün bilginin, özel olarak da bilimsel bilginin sine qua non’udur” (Arslan, 2018: 103) hipotezi üzerinden makul bir açıklama bulmayı denemiştir. Epistemik cemaat, kavram olarak uzun bir geçmişe sahip olmamasına rağmen, yüzyıllardır kendisini farklı isimlerde sergilemektedir. Bu isimler ‘akademik cemaat, bilimsel cemaat, görünmeyen kolej, paradigmatik grup, araştırma grubu’ şeklinde özetlenebilir. İsimler farklı olmasına rağmen, hepsinin özü aynıdır: Epistemik Cemaat. Bilimsel bilginin sosyolojisi ile ilgili olarak “bilimsel epistemik cemaat” i ele alacağız. Bilimi ve bilimsel bilginin sosyolojik olarak öncüsü ya da kurucusu 1938 yılında yayınlanan 17. Yüzyıl İngiltere’sinde, Bilim, Teknoloji ve Toplum, adlı kitabıyla R.K. Merton’a aittir (Arslan, 2018:105). Merton, bilime tanınan yüksek statüyü onaylamakta ve bilimde etik tarafsızlığın mümkün olduğunu düşünmektedir. Bilginin özel olarak da bilimsel bilginin sosyolojisindeki köklü dönüşümler Kuhn’un 1960’lı yılların başında yayımlanan Bilimsel Devrimlerin Yapısı adlı 30 eserinin etkisiyle ortaya çıkarmıştır (Arslan, 2018: 106). Kuhn’un sosyologlar üzerinde böylesine etki yaratmasının sebebi, bilime sosyolojik açıdan bir yorum getirmesidir. Epistemik cemaat, bir bilme, kavrama, anlama cemaatidir ve bilgiyi inşa eden, işleyen, geliştiren ve daha sonraki kuşaklara intikal ettiren, bilgiyi taşıyan insanlar topluluğunu ima eder olarak söyledik. Bu durumda bilginin varlık şartı cemaattir; çünkü insanlar işbirliği yapmaksızın yaşayamazlar ve bilginin en faydalı niteliklerinden biri de paylaşılabilir olmasıdır. “Bu paylaşma ögesinin yokluğunda cemaat ve dolayısıyla bilgi de ortaya çıkmaz” (Arslan, 2018: 109) Bilim felsefesi, tarihi ve sosyolojisi literatürüne “bilimsel cemaat” kavramını armağan edenler 1935’te Almanca olarak yayınlanan ‘Bilimsel Olgunun Doğuşu ve Gelişimi’ adlı kitabıyla sosyolog Ludwing Fleck ile, yazılarını 1950’li yıllarda yayınlamış bulunan fizikçi ve bilim felsefecisi Michael Polanyi’dir. Fleck ve Polanyi tarafından araştırmanın odağına alınan bilimsel cemaat ya da grup yine 1950’li yıllarda ünlü sosyolog E. Shils tarafından geliştirilmiş ve 1960’tan sonra sosyolojinin klasik kavramlarından biri haline gelmiştir (Arslan, 2018: 110). Shils’e göre cemaat terimi yalnızca mecaz bir anlam değildir, entelektüel cemaati cemaat yapan unsur, cemaati oluşturan bireylerin ortak standartlara sahip olmalarıdır (Arslan, 2018: 112). Shils’in merkez çevre teorisinde entelektüel cemaat kavramında her toplumun olduğu gibi entelektüel cemaatinde bir merkezi ve çevresi olduğunu savunmaktadır. Merkez, entelektüel yaratıcılığın teminat altına alındığı yerdir. Örnek olarak imparatorluğun beyni, merkezdeki bir avuç yaratıcı bilim adamı ya da entelektüellerdir (Arslan, 2018: 114). Bilgi ile epistemik cemaat arasında sıkı bir ilişki bulunmaktadır. Bilgi, epistemik cemaatin varlık nedenidir, onu ayakta tutandır. Bilgi, genel manada bilinendir. Ya da daha açık ifade ile öznenin (süjenin) nesneyi (objeyi) yorumlamasına, onun hakkında bir yargıda bulunmasına veya açıklama yapmasına, bilgi denmektedir. Bilimsel olsun ya da olmasın bilginin varlık temeli epistemik cemaattir. Bilgi kavramıyla dile getirilmek istenen şey bütün bir kültürel ürünler serisidir. Yani insan bir yönüyle bilgiye konu olan nesne, diğer yönüyle de bilginin öznesidir (Apalı, 2015 :190). Bilgi - toplum etkileşimi bağlamında bilgiyi ele alan Max Scheler. Bir toplumdaki egemen fikir ikliminin, belirli bir grup tarafından üretildiğini, ancak bu fikirlerin, “mutlak gerçek” lerle hiçbir zaman tam anlamıyla 31 örtüşmeyeceği için, toplumsal zemin (toplumun maddi koşullarıyla, mevcut örf, adet, gelenekleri vs.) tarafından içerik değişikliğine uğrayabileceğini belirtmektedir (Anık, 2006: 6). Bilgi gücünü öteden beri düşünüldüğü gibi doğadan almaz. Durkheim, doğa bilimlerinin düşüncesinin, doğa bilimlerinin kategorilerinin ve sınıflandırma sistemlerinin de toplum yapısının bir yansıması ve toplumun ürünü olduğunu düşünmektedir (Arslan, 2018: 91). Bilimin, bilginin araştırma, esinlenme, inceleme nesnesi doğadır. Fakat burada doğayı dolaydı yoldan ele almamız gerekir. Çünkü doğa ile bilimsel bilgi arasında bilgiyi işleyen, geliştiren ve daha sonraki kuşaklara intikal ettiren, epistemik cemaat bulunur. Bilgi enformasyon değildir. Enformasyon bilginin elde edilmesi için önceden var olması gereken bir şeydir. Bilginin varlık kazanabilmesi için işlenmesi gerekir. Bilgi, enformasyondan daha açık, daha sistemli ve tutarlıdır. Ayrıca bilgi kolektiftir, bireyin ürünü değil toplumun ve kültürün ürünüdür. Marx, toplumun bilinç formlarının nihai belirleyicisi olduğunu şöyle ifade eder. “maddi hayatın üretim tarzı, hayatın politik, sosyal ve ruhsal veçhelerini belirler. İnsanların varoluşlarının belirleyen bilinçleri değildir, tersine, bilinçlerini belirleyen sosyal varoluşlardır” (Arslan, 2018: 54). Bir ulusu ortak paydada toplayan ve ulusa millet kimliğini veren dildir, kültürüdür. Farklı toplumlar farklı dillere sahiptirler ve diller, toplumların ihtiyaçlarından doğmaktadır. İhtiyaçlar sonucunda da bireyler arası iletişimi sağlamak amacıyla dil ortaya çıkmıştır. Toplumların ve dillerin farklılığı, düşüncelerin, dünya görüşlerinin, bilgi sistemlerinin farklılığına tekabül eder. Dil toplumsal bir fenomendir ve kendisini kullananlara göre açıklanmalıdır. Temelinde kültürel normlar dilin yapısını etkileyen faktörlerden birisidir. Yani kültürel normlar ve dil kalıpları birbirlerini etkileyerek müşterekten gelişirler (Cooper, 1973: 101). İnsan yalnızca toplum bireyi öncelediği için toplumsal bir varlık değildir; dil ya da kavramlar sistemi dediğimiz şey bireyi öncelediği için de toplumsal bir varlıktır (Arslan, 2018: 68). Durkheime göre dil topluma, düşünceyse dile bağlıdır ve dil toplumun bir ürünüdür (Arslan, 2018: 68). “Doğanın bize kendisini anlatabileceği bir dili yoktur, onun sözcülüğünü üstlenmiş olan ve onun adına konuşan bilimsel cemaatin dili vardır. (Arslan, 2018: 131) Dilsel olmanın yanı sıra her epistemik cemaat, aynı zamanda dogmatiktir. Yani, geçmişten gelen bilgilere olduğu gibi inanılması durumu söz konusudur. 32 Dogma bilgiler olmayan bir epistemik cemaatten söz edilemez. Bilgiyle inancın, daha yerinde bir söyleyişle bilimsel bilgi ile inancın birbirlerine zıt kutuplar oldukları miti, günümüzde de pek yaygın bir mittir ve bu dogma büyük ölçüde kabul görmektedir (Arslan, 2018: 137). Yani bilgi ile inanç arasında her sınır çizgisi çekme eyleminin pozitivist bir tutum olduğundan bahsetmekte. Epistemik cemaat normlara dayalı cemaatin ve her epistemik cemaat bağlı bulunduğu entelektüel geleneğin normlarına uyar (Arslan, 2018: 131). Norm, bir takım kurallar dizisi olarak tanımlanabilir. O halde, bu cemaatlerde, kurallara uyulması mecburidir. Aksi takdirde, bilim adamları, cemaatin normlarına uymadıkları sürece, o cemaatin üyeliğinden çıkartılacaktır. Sınırlayıcıdırlar ve epistemik cemaatin varlığını sürdürmesi, üyelerinin bu normları içselleştirmiş olmalarına bağlıdır. Her epistemik cemaat bağlı bulunduğu entelektüel geleneğin normlarına uyar. “evrensel bilimsel normlar yoktur, epistemik cemaatten epistemik cemaate, dönemden döneme, bağlamdan bağlama değişen normlar vardır” Hüsamettin Arslan’ın Epistemik Cemaat başlıklı tezinde genel olarak konuşmamdan da anlayacağınız üzere üzerinde durduğu temel sorular bilimsel bilgi nasıl inşa edilmekte ve nasıl meşrulaştırılmaktadır olmuştur. Bu masum sorunlar çerçevesinde çalışmayı motive eden varsayım ise “Türkiye’ de 19. Yüzyıl basından bu yana bir entelektüel veya epistemik kirlenme, bu epistemik kirlenmenin yol açtığı bir epistemik kargaşa veya epistemik bunalım yaşanmakta” oluşudur (Arslan, 2018: arka kapak). Devletin de pozitivist bilim ideolojisini toplumu değiştirmek için bir silah olarak kullanıldığını da fark etmiştir. Ona göre; “önce pozitivist ve sonra materyalist, milliyetçi ve Batıcı olunur. Çünkü pozitivizm gelenekten kopmanın biricik aracıdır. Tarihi süreç te göstermektedir ki, ülkemizde Batıya ilk açılanlar kendi toplumlarından devraldıkları geleneğe pozitivist bilim ideolojisiyle karşı çıkmışlardır (Vayni, 2019)” Her isteyen, epistemik cemaatin üyesi olamaz. Bu toplulukların üyesi belli bir eğitimden geçmiş ve alanında en iyi olmuş olan kişilerdir. Hiç kimse bilimsel eğitim sürecine formel mantık okuyarak giremez; taklit ve tecrübe yoluyla, bilimsel cemaatin sosyal ilişkilerine vücut veren çok sayıda bilimsel geleneği öğrenerek başlar. Bilimsel cemaate kabul edilmek için öncelikle aday olmak gerekmektedir. Bu aşamada birey, sadece bilimsel cemaati ve kültürü öğrenir. Kuhn, “eğitim sürecinin nesnesi olan öğrencinin sinir mekanizmasının işleyiş tarzının bile eğitim sürecinde şekillendiğini öne sürmüştür”. Eğitimde esas yol gösterici hocalar ve kitaplardır. Öğrenciler için, alınan bilgiye duyulan güven, hocaya duyulan güveni 33 oluşturur. Bunun sebebi ise dersi veren hocaların uzmanlardan oluşuyor olmasıdır. Eğitimin sonunda birey güven kazanma çabasına girer çünkü cemaatte güvenilirlik son derece önemlidir. Epistemik cemaat içinde bilimsel bilginin meşruiyeti ve güvenilirlik elde etme sürecinde mesleki bilimsel dergiler yer almaktadır. Bir düşüncenin bilimsel sıfatını kazanabilmesi için yazıya dökülmesi gereklidir. Yazıya dökülmemiş hiçbir şey bilimsel değildir, çünkü bir konu düşünce ancak yazılı formla bilimsel cemaatin diğer üyelerinin görüş ve değerlendirmelerine açık hale gelebilir. Dergiler, bilimsel bilgi ve araştırmaları iletmek ve yaymak için yeni bir biçim sağlamış, daha hızlı bir basıma olanak vermiş ve bilim dünyasının üretim birimi haline gelen bilimsel makaleyi yaratmıştır. SONUÇ VE ÖNERİLER “Antipozitivist bir entelektüel tutumu yansıtan” ve “bir bilim sosyolojisi denemesi” olan Hüsamettin Arslan’ın doktora tezi, “Türkiye’deki egemen bilime bakış açısının” bir eleştirisi olarak üzerinde düşünülmesi gereken bir çalışmadır. Hüsamettin Arslan bilime, epistomolijiye farklı bir bakış açısından bakmayı denemiştir. Doktora tezini o zamanki üniversitede çok zor kabul ettirdiği bilinmektedir, çalışmamın başında da belirttiğim üzere. Öneri olarak Hüsamettin Arslan’ın bu tezinin akademik hayatında ve başkalarının akademik çalışmalarda nasıl etkili olduğu ayrı bir bildiri konusu olarak çalışılabilir. 34 KAYNAKÇA Arslan, H. (2018). Epistemik Cemaat. Paradigma Yayınları. Arslan, H. (2018). Jöntürkler Jönkürtler Muhafazakârlar. Paradigma Yayınları. Anık, C. (2006). Bilgi Sosyolojisine Göre Bilginin İşlevi ve Bir Model Denemesi. https://docplayer.biz.tr/amp/3636598-Bilgi-sosyolojisine-gore-bilgininislevi-ve-bir-model-denemesi.html Apalı, Y. (2015). Bilgi Sosyolojisi Açısından Din ve Zihniyet. Nevşehir Hacı Bektaş Veli Üniversitesi SBE Dergisi, 5, 189-213. https://dergipark.org.tr/en/download/article-file/184930 Dever, A. (2012). Bilginin Efendileri: Epistemik Cemaat. Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi, Bahar, 13, 201-217. https://dergipark.org.tr/tr/download/article-file/803748 Palabıyık, A. (2011). Epistemik Cemaat: Bir Bilim Sosyolojisi Denemesi Kitabı Üzerine Bir Derkenar. Muhafazakâr Düşünce Dergisi, 7(27), 223-234. https://www.academia.edu/31346282/Epistemik_CemmatBilim_Sosyolojisi_Denemesi_%C3%9Czerine Polatlı, A. (2019, Kasım 16). Dil, Fikir, Kültür ve Toplum İlişkisi. https://www.makaleler.com/dil-fikir-kultur-ve-toplum-iliskisi Vayni, C (2019, Kasım 16). Hüsamettin Arslan ve Epistemik Cemaat. https://www.ittifakgazetesi.com/husamettin-arslan-ve-epistemik-cemaatm547.html 35 TEK NÜSHA BİR TÜRK MÜNEVVERİ: EROL GÜNGÖR Ayşegül GÜLŞEN KAÇMAZ ÖZET Türkiye’de bazı isimler, kitaplar, durumlar vardır. Herkes onlardan bahseder. Hep iyi yad eder ancak gerçekte bahsedenlerin büyük bir çoğunluğu maalesef o bahsettiklerini gerçekten bilmezler. Yüzeysel ve kulaktan dolma cümlelerde anlatırlar. Erol Güngör bu bilinmeyenlerin, hakkı ile anlaşılamayanların en başında gelmektedir. Kısa süren hayatına onlarca kitap, makale ve tercüme eser bırakan Güngör ne kadar tanınıyor? Kitaplıklarda kitapları bulunsa bile gerçek anlamda kaç kişi ciddi bir okuma yapıyor? Birini tanımak doğum ve ölüm tarihlerini bilmek değildir. Kronolojik sıra ile anlatma hiç değildir. Birini hakkı ile tanımak onun fikri zeminin, ne demek istediğini, derdinin ne olduğunu bilmek demektir. Erol Güngör’ün bir değil birden fazla derdi vardı. Çünkü ancak derdi olan yazabilir. Kafa yorabilir ve hatta yaşamı pahasına çalışabilir. Bu ülkenin meselelerine bilimsel bir yöntemle çözüm aramış, kendine uykuyu çok görecek kadar okumaya düşkün bir aydındır Erol Güngör. Az konuşan çok düşünen, çok okuyan ve okuduğunu kaleme yansıtan bir entelektüeldir o. Bir konuya yaklaşımı hem orijinal hem de bu kültüre dairdir. Halkın içinden ve onların ne istediğini bilin biridir. Bir entelektüel biyografi olan bu çalışma kısa Güngör’ün hayatını ve sadece kendi yazdığı kitapları içermektedir. Çevirdiği kitaplar ve yazdığı makaleler bu çalışmada muhteva dolayısıyla yer almamaktadır. Anahtar Düşünmek. Bilecik Kelimeler: Entelektüel, Aydın, Bilim adamı, Okumak, Şeyh Edebali Üniversitesi Dr. Öğrencisi 36 GİRİŞ İnsan bir bütün. Yaşam öyküsü, biyografik de olsa otobiyografik de olsa, ikisinin karışımı da olsa kronolojik bir sıralamanın da çok daha ötesinde, o kişiyi anlamak ve tanımak için sadece bir adım. İkinci önemli adımsa o insanın eseri, o eseri tanımak ve anlamaya çalışmak. Biyografi, onu kaleme alan kişinin eğilimlerine, tercihlerine, yorumlarına göre okuyucu yanıltabilir. Biyografilerdeki kronoloji ise anlamlı ve anlamsız tarihler yığını. Anlamlı, bu tarihleri amanın olaylarıyla, siyasi ve kültürel gelişmeleriyle bağlantılı olarak verebiliyorsak tabii kişinin o gelişmelerden etkilendiği veya etkilendiğini sandığımız kadarıyla. Anlamsız, salt bir gün ay ve sene belirten rakamlar silsilesinden ibaretse.9 Biyografi insan keşfidir. Keşfi yaparken en küçük ayrıntılara dikkat etmek gerekir. Biyografiler, kişileri anlamak için seçilmiş ikincil bir yoldur. Asıl yapılması gereken kişiyi eserlerimden anlamaya çalışmaktır. Yazdığı her paragrafı, satırı ve kelimeyi tanımak ve anlatmak istediğine ulaşmaktır. Burada anlatmaya ve anlamaya çalıştığımız kendinden çok eserlerinin konuştuğu, hoca, münevver ve mütefekkir Erol Güngör’dür. Güngör; ilk, orta ve lise eğitimini doğduğu şehir olan Kırşehir’de sürdürmüştür. Bulunduğu sülale, Kırşehir’in âlim ve abid olarak tanınan ailelerden biridir. Yetiştiği çevrenin entelektüel kimliği üzerinde etkisi büyüktür. Ortaokul ve lise yıllarında evlerinde bulunan kütüphanedeki Osmanlıca kitaplarının hepsini okuyup incelemiştir. Ziya Gökalp, Mümtaz Turhan, Hilmi Ziya Ülken, Mehmet Kaplan’ın kitaplarının okuyup Cevdet Tarihi ve Taberi’nin tarihini incelemiştir.10 1956 yılında İstanbul Üniversitesi Hukuk Fakültesi’ne girmiştir. Hocası Mümtaz Turhan ile tanısınca onunda telkini ile 1957 yılında aynı üniversitenin Felsefe Bölümü’ne girmiştir. Erol Güngör İstanbul’un, dolayısıyla Türkiye’nin en önemli kültür adamlarıyla tanışma, konuşma ve dostluk kurmak suretiyle bilgi alışverişi içine girme imkânı bulmuştur. Marmara Kıraathanesi’ndeki buluşmalar entelektüel 9Mahmut Ali Meriç,” Entelektüel Bir Otobiyografi,” T.C Kültür Bakanlığı Cemil Meriç, Ankara 2006,s.10 10Mehmet Dönmez, Erol Güngör’de Kültür, Aydın, Milliyet, İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Doktora tezi, Malatya 1996, s.10 37 birikiminde önemli yer tutmuştur. Nihal Atsız, Mükrimin Halil Yinanç, Asaf Halet Çelebi, Sezai Karakoç, Fethi Germuhluoğlu, Ekrem Hakkı Ayverdi, Nurettin Topçu, Hilmi Oflaz, Necip Fazıl, Dündar Taşer gibi birçok ilim ve fikir adamı ile hemen her akşam sohbet imkânı bulmuştur.11 1965 yılında Mümtaz Turhan yönetiminde hazırladığı “Kelami (verbal) Yapılarda Estetik Organizasyon” konulu tezini vererek tecrübi psikoloji doktoru olmuştur.12 Yazma Faaliyetinin En Hızlı Dönemi Birçok gazetede hem edebi hem akademik yazılar yazmıştır. Fransızca ve İngilizcesi çok iyi olduğu için çeviri faaliyetlerinde bulunmuştur. 1970 yılında “Şahıslar Arası İhtilaflarda Lisanın Rolü,” başlıklı teziyle Sosyal Psikoloji doçenti olmuştur.13 Milli Eğitim Bakanlığı’na sekiz adet “Ahlak ve Psikoloji” ders kitabı yazmıştır. “Değerler Psikolojisi Üzerine Araştırmalar “ adlı teziyle Sosyal Psikoloji profesörü olmuştur.14 “Türkiye’de Misyoner Faaliyetleri,” adlı eserinde Türkiye’de misyonerlik faaliyetleri çerçevesinde açılan okul ve benzeri kurumlardan bahseder. İddiasız ve mütevazı sunumuna rağmen, misyonerlik faaliyetlerine farklı bir bakış getiren bir eser olmuştur.15 “Türk Kültürü ve Milliyetçilik,” kitap olarak basılan ikinci eseridir. Mili kültür, halk kültürü, münevver kültürü, milli kültürün dünü ve bugünü, İnsanımızın kaynağı, maddi ve manevi kopuş gibi konulardan bahis açmıştır. “Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik” adlı kitabı ikinci kitabı olan “Türk Kültürü ve Milliyetçilik” eserinin devamı niteliğindedir. Çağdaş bir Türk milli 11Yavuz Alptekin, Erol Güngör, KTÜ Sosyal Bilimler, Trabzon 1996, s.4-5 Türkönü, Erol Güngör, Türk Kültürü Araştırmaları, Erol Güngör İçin, Sayı.11, Ankara 1988, s.7 13Yavuz Alptekin, a.g.e,s.8 14Mehmet Dönmez, a.g.e,s.19 15Yavuz Alptekin, a.g.e,s.16-17 12Mualla 38 kültürü kurmanın gereği ve bunun yolları, zihin yapısı tahlili, örf ve adet kavgası gibi konulara değinmiştir. “İslam’ın Bugünkü Meseleleri” adlı kitabı üzerine en fazla söz söylenen, yazı yazılan kitabıdır. İslam’ın uyanışı, uyku ile uyanıklık arasında, kültür alışverişi, İslam felsefesi, İslam hukuku gibi konularını ele almıştır.16 “İslam Tasavvufunun Meseleleri” adlı kitabı tasavvufun tarihi gelişimi, mistisizm, İbni Arabi, Hallac-ı Mansur, Gazali, Ebu Zer, bilgi meselesi, vecd psikolojisi, günümüzde tasavvuf gibi başlıklar altında konuları anlatmıştır. “Dünden Bugünden Tarih-Kültür-Milliyetçilik” kitabı 1973-1982 yılları arasında çeşitli mecralarda yayımlanan makalelerden oluşmaktadır. Tarih meselesi, Türkiye’de sosyal ilimler, düşünce ve kültür buhranımız, Türk Dili, vicdan hürriyeti, kültür politikaları ve yabancı kültür karşısında milli kültür gibi konulara değinmiştir. “Sosyal Meseleler ve Aydınlar” yine Türkiye’de sürekli gündemde olan konuları ele alan kitabıdır. Milli kültür, aydın ve meselelerimiz gibi herkesin yazdığı ancak aynı şeylerin söylendiği konularda, ilmi delillerle konulara yaklaşmış ve çözüm yolları ileri sürmüştür. “Tarihte Türkler” adlı bu kitabında İslamiyet’ten önceki Türkler, İslamiyet dönemi, Osmanlı gibi konuları yazmıştır.17 Bütün bu akademik ve entelektüel faaliyetleri sürerken Selçuk Üniversitesi Rektörü olarak atanmıştır. Üniversiteye geldiğinde iki fakültesi olan Konya’ya altı fakülteyi açarak büyük bir üniversite armağan etmiştir. Halk Konferansları düzenleyerek ahalinin üniversiteye gelmesini sağlamıştır.18 Bu çalışmalarının eseri olarak genç yaşta çok bereketli eserlere imza atmış fakat hayatının düzeni sarsılmıştır. Uykusuzluk onun hayatında en önemli eksiklerden biridir. Hayatı boyunca normal bir uyku uyumadığı ve böyle bir düzene sahip olmadığı bilinmektedir. Hatta evlenene kadar ailesiyle kaldığı zamanlarda kardeşlerini özellikle küçük kardeşi olan kız kardeşini uyutmamıştır. Kendisi sesli bir şekilde kitap okumuş, kardeşine de onu dinlemek düşmüştür. Geceler boyunca 16Yavuz Alptekin, a.g.e,s.22 Alptekin, a.g.e,s.39 18Mehmet Dönmez, a.g.e,s.27 17Yavuz 39 okumuş, odanın içinde düşünceye dalarak, dolanmış durmuştur. Bu durum sürekli bir hal almıştır.19 SONUÇ Az zamana çok eser sığdırmaya çalışan Güngör, sanki bu dünyadan erken gideceğini biliyormuşçasına çok çalışmıştır. Bu yorucu ritimle devam edilemeyeceğini bilen yakınlarının uyarılarını pek dikkate almayan Erol Güngör, kalp krizi geçirmiştir. İstanbul’dan Konya’ya gelmek için yola çıkarken bir anda hastalanır. Hemen eşi Şeyma Hanım tarafından hastaneye kaldırılan Erol Güngör, bütün bu yoğun ve hızlı ritimli hayata 24 Nisan 1982 yılında kimsenin uzun süre inanmak istemediği ancak “Her canlının bir gün ölümü tadacaktır.20”ayetini selamlayarak Hakk’a yürümüştür. Bu dünyadan kişilik olarak sessiz, entelektüel olarak fırtına, söz kullanımda tasarruflu, fikir üretiminde geceleri uyumayacak kadar yoğun, mütevazı, ahlaklı ve son olarak “tek nüsha bir “Türk Münevveri21,” Erol Güngör geçmiştir demeyeceğim. Çünkü kitapları, düşüncesi ve ruhu, çalışkanlığı, milletini sevmesi, bu ülke için canı pahasına çalışması ile Türk Milleti’ne hala hizmet etmektedir. 19Yavuz Alptekin, a.g.e, s.15 Kerim, Âli İmran 3/185; Enbiya, 21/35; Ankebut, 29/57 21Bu cümle Ayvaz Gökdemir’in Erol Güngör İçin söylediği bir cümledir. 20Ku’ran-ı 40 KAYNAKÇA Alptekin, Y. (1996). Erol Güngör. Karadeniz Teknik Üniversitesi Sosyal Bilimler Fakültesi, Trabzon. Dönmez, M. (1996). Erol Güngör’de Kültür, Aydın, Milliyet. İnönü Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü [Doktora Tezi]. Ku’ran- ı Kerim, Âli İmran 3/185; Enbiya, 21/35; Ankebut, 29/57. Meriç, M. A. (2006). Entelektüel Bir Otobiyografi. T.C Kültür Bakanlığı. Türkönü, M. (1988). Erol Güngör, Türk Kültürü Araştırmaları, Erol Güngör İçin. 11. 41 HÂKİM KÜLTÜR VE MAHKÛM KÜLTÜR İLİŞKİSİNDE BİLGİNİN EKSİK KULLANIMI Azra TEMÜRHANOĞLU ÖZET Bu bildiride, hâkim kültür-mahkûm kültür ilişkisi ve bunlar arasındaki iletişim ile etkileşimin hangi süreçlere tabi olduğu Erol Güngör’ün verdiği bilgiler doğrultusunda anlatılacaktır. Anahtar Kelimeler: Hâkim kültür, Mahkûm kültür, Bilgi, Yanlış kullanım. Eskişehir Sarar Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi, 11. Sınıf Öğrencisi 42 GİRİŞ Bilgi: Bir iş veya konu hakkında bilinen şey; malumat, vukuf, ilim, marifet, anlayış, idrak. İnsan aklının alabileceği gerçek, olgu ve ilkelerin tümüne verilen ad. Bir hüküm vermek için gerekli unsurlardan her biri. İnsan aklının alabileceği gerçek, olgu ve ilkelerin tümüne verilen ad. Erol Güngör’e göre bilgi; duyu verilerini tetkik ederek onlardan parça parça bilgiler çıkarmak yerine, eşyanın özünü vasıtasız ve derhal kavramadır. Erol Güngör’ün bilgi ile ilgili düşünceleri şu şekildedir: “Bir milletin başka bir millete ait kültür benimsemesi, olduğu gibi alması imkânsızdır. Bu, tıpkı bir millete ait tarihin bir başka millet tarafından aynen yaşanması gibi olur. Tarih bir milletin hayatıdır; yani hayat içinde karşılaşılan ve büyük ölçüde başkalarınınkinden farklı olan şartların ve bu şartlara yapılan tepkilerin hikâyesidir; kültür ise bu tepkilerden doğan inanç, norm ve davranış özellikleridir. Avrupalılaşmayı imkânsız kılan şey işte budur.” Erol Güngör şunları der: “Bir ülke bir başka ülkenin sadece teknolojisini veya sadece manevi kültürünü benimsemek istese bile bunu istediği şekilde gerçekleştiremez. Bir takım teknolojik değişmeler manevi kültürde de değişmelere yol açacak uygun bir zemin yaratır. Mahkûm Kültür: Nesilden nesile aktardığı, gelenek halinde devam eden maddi ve manevi varlıklarının, değerlerinin; inanç, fikir, bilgi, sanat, adet ve gelenekleri bütünüyle yaşayış ve davranış şekline hükmolunan kültür.22 Gelenek ve değerlerine hükmolunan toplum kültürü.23 Sanat ve fikir eserlerinin bütününe hükmolunan kültür.24 Erol Güngör’e göre mahkûm kültür; Hâkim kültürle beraber hâkim kültürü temsil edenlerin siyasi kudretlerine boyun eğen toplum kültürü demektir.25 22Milli Eğitim Bakanlığı, Örnekleriyle Türkçe Sözlük 3,s.1879 23www.luggat.com 24İlhan 25Erol Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Yayınları, 2003 s.757 Güngör Sosyal Meseleler ve Aydınlar Ötüken Yayınları, İstanbul 1993,s.13 43 Hâkim Kültür: Bir milletin nesilden nesile aktardığı, gelenek halinde devam eden maddi ve manevi varlıklarının, değerlerinin; inanç, fikir, bilgi, sanat, adet ve gelenekleri bütünüyle yaşayış ve davranış şekline hükmeden kültür.26 Bir milletin gelenek ve değerlerine hükmeden toplum kültürü.27 Bir milletin sanat ve fikir eserlerinin bütününe hükmeden kültür.28 Erol Güngör’e göre, hâkim kültür; Bir millete siyasi kudretleriyle boyun eğdiren toplum kültürü demektir. 29 Hâkim kültür ve mahkûm kültür ilişkisinde bilgi; bir toplumun bilimsel alanda yaptığı çalışmaların bütünüdür. Toplumda kültür için yeri çok önemlidir. Üretilen bilgi sayesinde kültür hâkimiyet kazanır ya da kaybeder. İçinde bulunulan sisteme bağımlılığı aşmanın yolu da daha fazla kültürel ve bilimsel malzeme üretmektir. Erol Güngör’e göre ilmi ihmal; problemin ilmi bir şekilde ele alınmamasıdır.30 İlmi ihmal; bir toplumun bilimsel yöndeki çalışmaların azlığıdır. Toplum olarak bilgi üretmek yerine hazır üretilmiş bilgiyi kullanmak tercih ediliyor. Bu hem toplumun gerilemesine sebep oluyor hem de bir nevi toplumu mahkûm kültür haline getirmek isteyenleri de amaçlarına ulaştırıyor. Aslında insan bu zaten üretilmiş olan bilgiyi kullanırken kötü bir amaç düşünmüyor. Bilgi üreten bir toplumun ürettiği bilgiyi kullanarak kendinin de ilerleyeceğini sanıyor. Fakat bu beklenildiği gibi olmuyor. İlerlemek istenirken mahkûm hale gelmektedir. Bu da tamamen düşünülen düşüncenin yanlışlığından kaynaklanıyor. “Bilgiyi üretmek kadar yaymakta önemlidir.” derken kastedilen şey de tam olarak buydu. Türkiye bilgi üretmiş, fakat ürettiği bilgiyi yayamamıştır. Bu konuda toplumun bilinçlendirilmesi lazımdır. Toplum kendi ülkelerinin ürettiği bilgiyi kullanmalıdır. Bu sadece ekonomik olarak değil, ülkenin otoritesi açısından da etkili olur. İlim öğrenmek için okuma, öğrenme.31 Kültür Cemiyetleri: Kültür toplulukları.32 26Milli Eğitim Bakanlığı, Örnekleriyle Türkçe Sözlük 2,s1116 27www.luggat.com 28İlhan 29Erol 30 31 Ayverdi,a.g.e,s.459 Güngör,a.g.e.s,13 Erol Güngör,a.g.e,s,13 İlhan Ayverdi,a.g.e.s,1190 44 Birkaç milletin gelenek ve değerler bütünü.33 Bir milletin sanat ve fikir eserlerinin bütününü oluşturan topluluk.34 İşte bu gayeyi tahakkuk ettirebilmek için Hristiyan kültürünü en iyi yapabilecek müesseseler olarak kolejler kurulması işi ele alınmış, daha sonra muhtelif kültür cemiyetleri vasıtasıyla aynı gayeye hizmet edilmiştir.35 İktisat, kültür, siyaset, din vb. alanlarda topluma hizmet veren resmi, mahalli veya özerk kuruluş, kurum, işletme.36 Kültür Müesseseleri: Kültür kuruluşları.37 Bir toplumun yaşayış şeklini savunan kurumlar. Bir milletin sanat ve fikir eserlerini savunan ve o milletin düşüncelerine taraftar kazandırmak için çalışmalar yürüten kurumdur.38 Bugün ayakta kalan kültür müesseseleri, mazideki tecrübelerden son derece istifade etmekte ve doğrudan doğruya böyle bir kültür aşılamak yerine vasıtalı bir metot kullanmaktadır. 39 Kültür Propagandacılığı: Bir kültürü yaymak, bir kültüre taraftar kazandırmak için düzenlenen programların bütünü, bu maksatla girişilen her türlü faaliyet ve gayreti gösterme.40 Bir kültürün tanıtılma faaliyeti.41 Bir kültüre taraftar kazandırmak, düşünce, kıraat ve değer hükümlerini değiştirmek, davranış tarzlarını istenen yönde etkilemek amacıyla söz, yazı vb. yollarla yapılan çalışma. Milli Eğitim Bakanlığı, Örnekleriyle Türkçe Sözlük 1,441 www.luggat.com 34 İlhan Ayverdi, a.g.e,s.189 35 Erol Güngör, a.g.e,s,14 36 İlhan Ayverdi, a.g.e.s,869 32 33 37Milli Eğitim Bakanlığı, Örnekleriyle Türkçe Sözlük 3,2039 Ayverdi,a.g.e.s,869 39Erol Güngör,a.g.e.14 40Milli Eğitim Bakanlığı, Örnekleriyle Türkçe Sözlük 3,2329 41www.luggat.com 38İlhan 45 Kültür: Bir insan topluluğunun (milletin) nesilden nesile aktardığı, gelenek halinde devam eden maddi ve manevi varlıklarının, değerlerinin bütünü; inanç, fikir, bilgi, sanat, adet ve gelenekleri, bütünüyle yaşayış ve davranış şekli.42 Her türlü fikir, sanat ve adet varlıklarının hepsi.43 Bir milletin sanat ve fikir eserlerinin bütünü.44 Ziya Gökalp’in şu tanımı da çok açıklayıcı olmuştur: Bir milletteki dini, ahlaki, hukuki, lisani, estetik, iktisadi müesseselerin toplamı demektir.45 Gökalp’e göre, kültür millidir. Bu açıdan bakıldığında, binlerce yıl edindiğiniz her türlü maddi ve manevi varlık kültürün içinde yer almaktadır. Erol Güngör, bunu şu şekilde ifade eder: “Siz kültürü oluşturabilirsiniz ancak onu muhafaza etmek ve ileriye taşımak daha önemlidir.” Belki de kültürü başkalarına aktarabilmek gayelerden biri olmalıdır. Kültürler mutlaka birbirlerinden etkilenir. Etkilenmesi de normaldir. Ancak bağlı olduğunuz kültür kökünden değişip başkalaşıyor ise kültür aşınmasına uğruyorsunuz demektir ki bunun son aşaması kendi kültürünüzün yok olması demektir. SONUÇ Hâkim kültür, bir toplumun kültürüne hükmedip o topluma kendi kültürünü benimseten kültürdür. Mahkûm kültür ise kendisine hükmolunan, kültür istilasına uğrayan kültürdür. Hâkim kültür ile mahkûm kültür arasındaki adil olmayan ilişki çoğu kez yazıldığı gibi din adamlarının toplumun alt ve arka sınıflarının tutucu davranışlarından değil ilmi ihmalden kaynaklanır. İlmi ihmal; bir toplumda üretilen bilimsel malzemelerin az olmasıdır. Ne yazık ki mahkûm kültürde bilgi yeteri kadar üretilmiyor. Hatta üretmek yerine başkalarının ürettiği bilgiler kullanılıp hazıra konuluyor, biraz da. Bu, şimdi olmasa da ileriki zamanlarda çok büyük neticelerle sonuçlanabilir. 42Milli Eğitim Bakanlığı, Örnekleriyle Türkçe Sözlük 2,s.1826 43www.luggat.com 44İlhan 45R. Ayverdi, a.g.e,s.726 Kardaş, Z. Gökalp, Terbiyenin Temelleri,s.30 46 KAYNAKÇA Ayverdi, İ. Misalli Büyük Türkçe Sözlük. Kubbealtı Yayınları. Güngör, E. (1993). Sosyal Meseleler ve Aydınlar. Ötüken Yayınları. Maksutoğlu, M. (2019, Kasım 13). http://mehmetmaksudoglu.com/makale/kultur-istilasi Kültür İstilası. Milli Eğitim Bakanlığı. (1996). Örnekleriyle Türkçe Sözlük 1-2-3-4. MEB Yayınları. Terzioğlu, A. (2019, Kasım 13). H. Erol Güngör’e Göre Millet- Milli Kültür Ve Milliyetçilik 2. Bölüm. http://ahmethaldunterzioglu.com/hikaye-siirmakale/57-erol-gungore-gore-mllet-mll-kultur-ve-mllyetclk-2-bolum.html 47 KÜLTÜREL İNKİŞAF VE KÜLTÜRLERARASI GÜÇ MÜCADELESİ Saadet Nur GÜRLÜ ÖZET Bu bildiride gelişmiş ve azgelişmiş kültürlerin hâkim kültür ile mücadelesinin kıyaslaması yapılacaktır. İlkel bir kültür ile gelişmiş bir kültür karşılaştıklarında aynı oranda birbirlerinden etkilenirler mi yoksa ilkel olan gelişme sağlarken gelişmiş kültür gerektiği kadarını mı kopyalar sorularına cevap aranacak, farklı düzeylerde kültürel gelişmişlik seviyelerinin hâkim kültür dayatmalarına karşı direncini belirleyen unsurlar tahlil edilecektir. Anahtar Kelimeler: Kültür, İptidai, İnkişaf, Mahkûm kültür, Toplum. Sarar İktibas, Hâkim kültür, Kız Anadolu İmamhatip Lisesi 48 GİRİŞ Kültür, insanların kendilerini kolektif bir bütün olarak algılamalarını sağlayan değerler, inançlar, dil ve iletişim sistemleri gibi şeylerdir. Orta çağlardan sonra, özellikle Aydınlanma çağında, kültür, insan beyninin "geliştirilmesi" anlamında kullanılmaya başlandı. Önce Fransızca ve İngilizcede, sonra Almancada görüldü. Uygarlık (medeniyet) Latince "civilis" kavramından gelir. "Civilis" vatandaşın veya vatandaşa ait anlamına gelir. Uygarlık kavramı İngilizce ve Fransızcada on sekizinci yüzyılın sonlarına doğru barbarlık ve ilkellikten kurtulup incelmeye, yontulmaya, düzene ve ileriye doğru giden insan kalkınması olarak kullanıldı. İnsan gelişimi kültürün içinde gerçekleşir. Hiçbir insan içinde bulunduğu kültürden bağımsız olarak davranamaz.46 Erol Güngör’e göre “Sosyal bilimlerde kültür denince bir topluluğun kendi hayati problemlerini çözmek üzere denediği ve uzun yıllar için standart haline getirdiği usuller ve vasıtalar anlaşılır. Kültür topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak üzere benimsemiş bulunduğu hayat tarzı bütün maddi ve manevi unsurlarıyla birlikte onun kültürünü teşkil etmektedir.”47 Erol Güngör hocanın tanımladığı üzere kültür bir toplumun maddi ve manevi birikimlerini bütünüdür. Kuşaklar arası sürekliliği sağlayan toplumların devamlılık unsurudur. Kültürel birikimi olmayan ya da yetersiz olan toplumlar toplum olma vasfını kazanamamışlardır.  Kültür değişmesi nedir? İç ya da dış etmenler sonucu bir kültürün davranış kalıplarında ve örneklerinde (tiplerinde) ortaya çıkan değişme süreci.48 “Kültür değişmesi, bir cemiyetin mevcut nizamın, yani içtimai, maddi ve manevi medeniyetine bir tipten başka bir tipe kaybeden bir prosestir. Böylece kültür değişmesi, bir cemiyetin siyasi yapısında idare müesseselerinde ve toprağa yerleşme ve iskan tarzında ve kanatların da bilgi sisteminde, terbiye cihazında kanunlarında maddi alet ve vasıtalarında bunların kullanılmasında içtimai iktisatlığın dayandığı istihlak maddelerinin sarfında az çok husule gelen 46Çiğdem Kağıtçıbaşı, İnsan ve İnsanlar, 1998.s Haldun Terzioğlu, Erol Güngör’e Göre Millet- Milli Kültür Ve Milliyetçilik 2. Bölüm 48www.tdk.gov.tr 47Ahmet 49 tahavvülleri ihtiva eder. Terimin en geniş manası ile kültür değişmesi insan medeniyetinin daimi bir faktörüdür; her yerde ve her zaman vukua gelmektedir.”49  Kültür değişmeleri her zaman olumsuz yönde mi etki eder? Kültürel değişmesine iki farklı nazarla bakarsak bunlardan ilki kültürel gelişmedir bu da toplumun kalkınmasında etkin rol oynar. Diğeri ise kültürel yozlaşmadır ki bu durum toplumu olumsuz yönde etkiler ve bu da toplumsal çöküşe sebep olur.  İptidai (azgelişmiş) kültür nasıldır? “İnsan, tabiatı icabı muhafazakâr ve taklide mütemayil’dir. Bu itibarla herhangi bir ihtiyacını tatmine yarayan bir vasıtayı başkasından almayı, onu yeniden icada kalkışmaya tercih eder.”50 Bundandır ki iptidai kültürler kendileri bir şey üretemedikleri için kendilerine kıyasla inkişaf etmiş kültürlerden, iktibas yaparlar. Merkezden uzak mesafeli kültürlerde inhilal zaruridir. İnhilal gerçekleştiğinde iptidai kültür, medeniyetler tarafından inhitata maruz kalır. Toplumla kültürü ayrı düşünemeyiz bu durumda eğer toplum kültürünü geliştirmeye yönelik çalışmalara zahmet etmezse kültürde tarih gibi tekerrüre uğrar. Ve bu durum kültür gelişene kadar böyle devam eder.  İnkişaf (gelişmiş) etmiş kültür nasıldır? “İnsan yaradılışı itibariyle taklide mütemayil, itiyatlarına bağlıdır; yaratıcı ve icatkâr değildir.”51 Fakat bu durum etkili, mantıklı ve kullanılabilir ürünler ortaya koymasına engel değildir. Güzel buluşlar ortaya koyan medeniyetler inkişaf etmiş kültüre eğilimlidir. Daha şümullü bakarsak ilim, irfan sahibi bireylerin bulunduğu bilim ve sanat üzerine çalışmalar yapan medeniyetler terakki etmiş kültüre sahip olurlar. Bir milletin başka bir millete ait kültürü benimsemesi, olduğu gibi alması imkânsızdır. Benzediği ya da aynı olduğunu söylemek bile yozlaşma örneğidir. 49Mümtaz Turhan, Kültür Değişmeleri, Altınordu Yayınları, 4. Baskı, Ankara, s.38 Turhan, a.g.e. s.15 51Mümtaz Turhan, a.g.e. s.15 50Mümtaz 50 Hiçbir taklit, taklit ettiğinin tıpkısı olamayacağı gibi daha fazla benzeme hevesi ile yozlaşmasına sebep olacaktır. “Bu, tıpkı bir millete ait tarihin bir başka millet tarafından aynen yaşanması gibi olur. Tarih bir milletin hayatıdır; yani hayat içinde karşılaşılan ve büyük ölçüde başkalarınınkinden farklı olan şartların ve bu şartlara yapılan tepkilerin hikayesidir; kültür ise bu tepkilerden doğan inanç, norm ve davranış özellikleridir.”52  Zorunlu-ikna tekniklerinden hangisi hangi durumda kullanılır? İkna, başkalarını fikirlerini, düşüncelerini, eylemlerini ve kararlarını değiştirmeye razı etme becerisidir. Kurduğunuz iletişim yoluyla insanları etkilemektir. Burada bahsettiğimiz ikna, etik anlamda ikna etmektir. Zorunlu- ikna teknikleri: Mümtaz Turhan zorunlu ve ikna tekniklerini serbest ve mecburi değişimler olarak ele almıştır. Mümtaz Turhan Kültür Değişmeleri kitabında serbest kültürden şöyle bahsetmiştir: “Serbest kültür değişmesinden, bir içtimai grup veya cemiyetin, yabancı bir kültüre sahip grup veya cemiyetle temasa geldiği zaman hiçbir dahili veya harici tazyik altında bulunmaksızın münferit unsurlar yahut o kültürün muayyen bir kısmını alıp benimsemesi neticesinde bünyesinde husule gelen tahayyüller kast olunmaktadır.” 53 Mecburi kültür değişmesini ise şöyle açıklar. Mecburi kültür değişmesi ise ayrı kültürlere sahip iki toplumsal grup ya da toplumdan birinin kendi kültürünü veya belirli bir kısmını kabul etmesi için diğerine baskı yapmasıdır. Bu durum bazen de bir toplumun yöneticilerinin yabancı bir toplumun kültürünü ya da belirli bir kısmını kendi toplumuna zorla kabul ettirmeye çalışması sonucunda toplum yapısında meydana gelen değişmeler olarak kendini gösterir. 52Ahmet Haldun Terzioğlu (bu makalede sayfa numarası ve yayınevi bulunmamaktadır.) Turhan a.g.e, s.39 53Mümtaz 51 İkna, bireylerin toplumların kültürlerin de birbirlerini etkilediği, düşüncelerini, fiillerini değiştirme becerisidir. İknaya ilişkin birçok tanım yapılmaktadır. Brembeck ve Howell’e (1952: 24) göre ikna “önceden belirlenmiş sonuçlara ulaşmak amacıyla, bilinçli olarak, insan güdülerinin manipülasyonu yoluyla düşünce ve eylemlerin değiştirilmesi girişimidir”. Burada bahis olan ikna etik anlamda iknadır. Fakat karşıdaki ikna olmuyorsa onu zorlayarak, baskı uygulayarak durum kabul ettirilmeye zorlanır. 54 Bozkurt Güvenç’in insan ve kültür kitabında alınmıştır: Kültürleme: İnsanoğlunun çocuk veya ergin olarak kendi kültüründe etkinlik kazanması ve eğitim sürecinde karşılaştığı bilinçli ve bilinç-dışı şartlanmalar. Kültürleşme: İnsanın başka toplumdan öğrendikleri, karşılıklı etkilenmeler. Kültürlenme: Alt-grupların veya farklı kültürlerden birey ve grupların belli bir kültürel etkileşime girerek yeni sentezler oluşturmaları. Kültürel yayılma: Toplumda maddi manevi ögelerin içten dışa veya tersi sürekli yayılması. Kültür şoku: Bir kültürden başka bir kültüre giden bireylerin, yeni kültüre uyum noktasında yaşadıkları sorun, sıkıntı, bunalımlar, gösterdikleri tepkiler. Zorla kültürlenme: birey ve grupların kültürlerinin zorla değiştirilmesi. Kültürel özümseme: Bir kültür egemenliğine alması, kendine benzetmesi. sisteminin bir diğerini kültürel Kültürel değişme veya kültürel değişmesi: Yukarıdaki bütün süreçlerin ve diğer kültürel etkenlerin bir bileşkesi olarak toplumun bütünüyle veya bazı kurumlarıyla değişmesi veya değişikliğe uğraması. 55 54H.Andaç Demirtaş, Temel ikna Teknikleri: Tutum Oluşturma ve Tutum Değiştirme Süreçlerindeki Etkilerinin Altında Yatan Nedenler Üzerine Bir Derleme, yayını belirtilmemiştir,2004,s.74 55Hasan Yazıcı, Kitap İncelemesi, Birey ve toplum,2018 cilt 8 s.281 52 Toplum: 1. Birbiriyle bağları bulunan bireylerin bir aralığındadır.56 2.Aynı toprak parçası üzerinde bir arada yaşayan ve temel çıkarlarını sağlamak için iş birliği yapan insanların tümü, cemiyet.57 Toplum kültür ilişkisi: Kültür toplumun bireyleri arasında karşılıklı etkileşim sonucu oluşmaktadır. Bu nedenle kültür, toplum üyelerinin davranış şekillerini belirleyen ve yönlendiren en önemli unsurdur. Bir toplumun doğması, büyümesi, gelişmesi veya yok olması için önemli güçlerden birisi kültürdür. Bir toplumda, bireylerin yaratma özgürlükleri iç dinamiğe bağlıdır ve kültür yönetsel, hukuksal, siyasal ve çevresel tüm yapıların şekillenmesinde en temel özelliktir. Yaratma özgürlüğü düşünce özgürlüğüne, düşünce özgürlüğü yeniliklere açık kültürel oluşumlara bağlıdır. Bu durum, kültür ürünlerinin niteliği ile toplumsal gelişmişlik düzeyi arasındaki bağı belirlemektedir.58 Yani inkişaf etmiş bir toplumda kültür, iptidai olan toplumda kültür düzeyine oranla daha gelişmiştir. Bir kültürün inkişaf etmiş olabilmesinde en önemli etken Kültür, besin barınak gibi temel gereksinimlerimiz dâhilindedir. Malinowski (1992): “İnsanoğlu besinsiz ve barınaksız yaşayamaz, çoğalmadan varlığını sürdüremez. Öteki türler için de geçerli olan varlık koşulları karşısında, konuşma ve kavramsal düşünce yeteneğine sahip olan insan, kültür adı verilen bir varlık alanını yaratmış, geliştirmiş; beslenme, barınma ve çoğalma gibi toplumun temel biyolojik (yaşam) gereksinmelerini kurumlaştırmıştır” 59 56Toplum 57 Nedir?, Ne Demektir? Bknz. Kültürel Tutumlar ve Kültürler Arası Etkileşim www.tdk.gov.tr Hasan Yazıcı, Kitap İncelemesi, Birey ve toplum,2018 cilt 8 s.281 Seçil Gül Meydan Yıldız, Kültürün Mekânsal Değişimler Üzerindeki Etkisi, Gazi İktisat ve İşletme Dergisi, 2018; 4(3): 173-184 58 59 53 İlkel kültür göstergeleri: İlkel kültürler bilim ve sanat adına işe yarayacak fikirler ortaya koyamadıkları için iktibas yoluna kaçarlar. Tamamını alıp uygulayamayacakları için inhilal durumuna düşerler, gelişim göstermedikleri sürece düşmeye de mahkûmdurlar. Başka bir deyişle hangi toplumun ilkel kültüre sahip olduğunu görmek istiyorsak kıyaslamamız yeterli olacaktır. Gelişmiş kültür göstergeleri: İlkel kültüre nazaran bilim ve sanat adına daha başarılı şeyler ortaya koyan topluma denir. Erol Güngör "Milli kültürlerin varlığı ve zenginliği dünya medeniyetini soysuzlaşmaktan korumakla kalmaz, aynı zamanda onun gelişmesi için de en büyük dayanağı teşkil eder”60 Hâkim kültür: Mahkûm kültürlere fikirlerini dayatmaya çalışan kültürdür. İlkel kültür ile hâkim kültür arasındaki ilişki: Tarihi bir birikim sonucu kültürü meydana getiren toplumlar, geleceğini devam ettirebilmek için, sahip olduğu değerleri korumak zorundadır.61 Toplumsal hayattaki çöküntüyü durduracak ve "geri kalmış" toplumu "ileri" götürecek bir araç olarak Batılı düşünce organizasyonlarının ürettiği kurumları görmeye başlayan idareci-aydınlar Batının üstünlüğünü kabul ve tasdik etmelerine karşılık, iki kültürün dokuları farklı olması nedeniyle kendi toplumsal koşullarına uydurmaya çalışmışlardır.62 Çağdaş uygarlıkla ilkelliği ayıran hemen bütün ölçüler, yazı, matematik, hukuk, madencilik, gemicilik, ticaret, para ve pazar ekonomisi, örgün eğitim, iş bölümü, doğal çevreden daha fazla yararlanma, yeni enerji kaynaklarının bulunup 60Ahmet Haldun Terzioğlu (bu makalede Gül Meydan Yıldız, Kültürün Mekânsal Değişimler Üzerindeki Etkisi, Gazi İktisat ve İşletme Dergisi, 2018; 4(3): 173-184 62Erol Güngör, İslam’ın Bugünkü Meseleleri, Ötüken Yayınları, İstanbul, 1983,s.24 61Seçil 54 kullanılması ve kentleşme tarım devrimi ile başlamış ve belli merkezlerden bütün dünyaya yayılmıştır. Gelişmiş kültür ile hâkim kültür arasındaki ilişki: Hâkim kültür gelişmiş bir kültür ile etkileşime girdiğinde hâkim olan kültür, gelişmiş olandan veya gelişmiş olan hâkim olandan istediği kadarını alır. İptidai kültür ile inkişaf etmiş kültür arasındaki ilişki: Gelişmiş toplumun kültürü, geri kalmış toplumun kültürüne doğru yayılır. Gelişmemiş toplum, gelişmiş toplumun kültüründe kullanılan tekniği alır, kullanır ve bunun yanında manevi kültürünü de benimsemeye başlar. Maddi ve manevi kültürden herhangi birinin değişmesi diğerinin de değişmesine sebep olur. Erol Güngör’e göre : "Geri kalmış bir memleket değil, fakat geriye giden bir memlekettir".63 SONUÇ Kültür bir tarihi gelişimin ürünüdür. Toplumsal sürece ilişkin bir birikim olan ve bir sürece yayılarak gelişen kültürün bu yönüyle eskisi ve yenisi olmaz. Toplumsal hayat gibi bir yerden başlamış ve gelişerek bir yere gelmiştir. Kültür teknik değildir. Teknoloji değildir. Toplumsal hayatta etkisi devam ettikçe teknolojinin yenilenmesi sonucu demode olan bir eşyanın çöpe atılması gibi yerleşmiş kültür unsurlarını bir kenara ayıramaz ve atamazsınız. "Medeniyet insanlık tarihi boyunca daima tek istikametli ve ileriye doğru bir gelişme göstermiştir. Bu yüzden medeni veya teknolojik eserlerde yenilik her zaman mükemmellik manasına gelir”.64 Kültür değişmesini iki farklı nazardan ele alırsak olumlu ve olumsuz olarak ikiye ayırırız biri kültürel değişmedir ki bu toplumu olumlu yönde etkiler, inkişafında rol 63Erol Güngör, Sosyal Meseleler ve Aydınlar, s.301. Haldun Terzioğlu,a.g.e,s. 64Ahmet 55 oynar diğeri ise kültürel yozlaşma ki toplumun dağılım ve yozlaşmasına sebebiyet verir “Taklitçi zihniyetin hâkimiyetine, milli kültürün yozlaşmasına sebep olabilecek her türlü davranışa tavır koymaktır.”65 ” Kültür değişmelerini, toplumların gelişmesindeki esas faktör sayan, Mümtaz Turhan kültür araştırmalarının, misyonerlik ve sömürgecilikle birlikte geliştiğine işaret eder”66 Kültürlerin serbest veya zorunlu olarak birbirlerini etkilemesi ikna kavramının ortaya çıkmasına sebebiyet verir. İkna; bir fikri karşı tarafa kabul ettirme durumudur bu bahsedilen etik iknadır. Zorunlu ikna ise tam tersi bir durumdur karşı tarafı cebren ve hile ile kabul ettirme uğraşısıdır. İnsani olan iletişim ve etkileşime dayalı kültürel aktarımların var olması ve varlığını sürdürmesidir. Zor ve tahakküm ile kişi ve toplum hayatına yeni kültürlerin aşılanmaya çalışılması bir süre sonra karşı reaksiyonların varlığını gündeme getirecek ve insan saygı içermeyen, değerden yoksun, normatif ve beyhude bir çaba olarak kalacaktır. 65Ahmet 66Prof. Haldun Terzioğlu, a.g.e,s. Dr. Nuri Bilgin, Kültür Değişmeleri ve Kimlik Sorunları,2007 56 KAYNAKÇA: Bilgin, N. (2019, Kasım 05). Kültür Değişmeleri ve Kimlik Sorunları. https://www.kirmizilar.com/tr/index.php/konuk-yazarlar2/2378-kulturdegismeleri-ve-kimlik-sorunlari Kağıtçıbaşı, Ç. (1998). Dünden Bugüne İnsan ve İnsanlar. Evrim Yayınevi. Terzioğlu, A. (2019, Kasım 13). H. Erol Güngör’e Göre Millet- Milli Kültür Ve Milliyetçilik 2. Bölüm. http://ahmethaldunterzioglu.com/hikaye-siirmakale/57-erol-gungore-gore-mllet-mll-kultur-ve-mllyetclk-2-bolum.html Turhan, M. (2015). Kültür Değişmeleri. Altınordu Yayınları. Yazıcı, H. (2018). İnsan ve Kültür. Birey ve Toplum Sosyal Bilimler Dergisi, 8 (2) , 277-288. DOI: 10.20493/birtop.486877 Yıldız, S. G. M. (2018). Kültürün Mekânsal Değişimler Üzerindeki Etkisi. Gazi İktisat ve İşletme Dergisi, 4(3). 57 KÜLTÜR KAVRAMI VE İNSANIN TEKAMULÜ ÜZERİNDE BELİRLEYİCİLİĞİ Şefika ÇURMAN ÖZET Bu çalışmamızda “kültür kavramı ve insan tekâmülü (gelişimi) üzerinde belirleyiciliği konusu araştırılmıştır. Bir toplumu, milleti diğer toplumlardan ayıran ortak değerlere kültür denir. Yazılı kuralları olmayan bir değerler topluluğudur. Bu nedenle kültürün farklı tanımları yapılmakla birlikte tam olarak sınırları belirlenemez. Kültürün bireyin gelişmesi üzerinde ne kadar etkisi vardır? Birey içinde yaşadığı toplumdan bağımsız ne kadar değişim gösterebilir ne kadar gelişebilir? Bireysel olarak toplumdan aldığı kültürün üstüne çıkabilir mi veya bu değerlere bir katkısı olabilir mi? Kültür kavramının insanın gelişmesindeki yeri nedir? Burada sorulan soruların sayısını artırmak mümkündür. Zira kültür kavramı tartışmaya, değerlendirmeye ve unsurlarını belirlemeye her zaman açık bir kavramdır. Bu çalışma esas olarak aşağıdaki kavramlar üzerinden bir tartışma ve kültürel tekâmül için gerçekleştirilmiştir. Anahtar Kelimeler: Kültür, Tekâmül, İnsan, Toplum. Sarar Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi 58 GİRİŞ Kültür, Türk Dil Kurumu’nun sözlüğünde şöyle tanımlanmaktadır (Türk Dil Kurumu, 2019): 1. Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin. bütünü. 2. Bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin 3. Muhakeme, zevk ve eleştirme yeteneklerinin öğrenim ve yaşantılar yoluyla geliştirilmiş olan biçimi. 4. Tarım. Kültür, başlı başına bir yaşayış, hal, hareket durumdur. C.Wisller`a göre“ Kültür, bir halkın yaşam tarzıdır.67 Gelecek nesillere sürekli bir bilgi aktarımı söz konusudur bu durumu kültür tevarüsü diye adlandırabiliriz. Bu bağlamda M. Turhan`ın Kültür Değişmeleri adlı kitabındaki tariflerden biri de:“Kültür, insanın nesilde nesile intikal eden başarılarından meydana gelmiştir.68 ”E.B. Taylor‘a göre kültür,“Bilgiyi, imanı, sanatı, ahlakı, örf ve adetleri, ferdin mensup olduğu cemiyetin bir uzvu olması itibariyle kazandığı itiyatlarını ve bütün diğer maharetlerini ihtiva eden girift bir bütünüdür.”69 “ İnsan yaratılışı itibariyle taklide mütemayil itiyatlarına bağlıdır; yaratıcı ve icatkar değildir. Bu nedenle yüksek bir kültürün meydana gelebilmesi için fevkalade müstesna ve müsait şartları ihtiva eden bir muhite bir mıntıkaya ihtiyaç vardır.’’70 Turhan, Kültür değişmeleri, Altınordu Yayınları, 4.baskı, Ankara s.15 Turhan, a.g.e., s.15 69Mümtaz Turhan, a.g.e., s.15 70Mümtaz Turhan, , a.g.e., s.15 67Mümtaz 68Mümtaz 59 “İnsan yaratılış itibariyle taklide eğilimli alışkanlıklarına bağlıdır. Yaratıcı icatkar değildir. Bu nedenle yüksek bir kültürün meydana gelebilmesi için olağanüstü kural dışı ve uygun şartları içeren bir çevreye bir bölgeye ihtiyaç vardır.” Kültür’ün gelişebilmesi için bu nevi fevkalade, müsait şartların oluşması gerekir. Aksi takdir de kişiler içine doğdukları toplumun kültürel değerlerine bir katkıda bulanamaz. Önceden çizilmiş sınırların dışına çıkamaz. Böyle toplumlarda yeni değerler oluşmaz. Kültürün gelişimini sağlayacak toplumsal şartların olgunlaştığı medeniyetler de kültürel değişimden bahsedilebilir. Eski Mısır’da bu şartlar vardı ve hakikaten yüksek bir medeniyet meydana geldi. Sağlıklı mekânsal çevrelerin oluşumu ve sürekliliği, kültürel gelişmişlikle yakından ilişkilidir.71 Kültür ve toplum münasebetini izah etmek gerekirse; topluluk halinde yaşamayı tercih eden insanoğlu belli bir kültüre doğmuş, yaradılış gereği düşünen öğrenen öğrendiklerini fiiliyata geçiren fenomendir. Bu bağlamda “Kültür, insanların toplumsal ve tarihsel gelişim içinde ürettikleri maddi ve manevi öğelerin toplamıdır” 72 diyerek toplumun kültürle ilişkisini açıkladık. Bir arada yaşama zorunluluğu toplumsallaşmayı, toplumsal yapılaşmalar ise kültürel unsurları yaratmıştır. Kültür bir toplumdaki paylaşılan ortak değerden oluşurken, toplum da ortak kültürü paylaşan ve birbirleriyle etkileşimde bulunan insanlardan oluşmaktadır. Böylece, toplum kültür olmadan, kültür de kendisini koruyan ve geliştiren bir toplum olmadan varlığını sürdüremez. Kültür ve toplumun farklı kavramlar olsa da birbirinden ayrı düşünülemez. Kültür kavramı insandan ayrı düşünülmeyeceği gibi insanın üzerindeki etkisi görmezden gelinemez. Benedict ,"Kültür büyütülerek ekrana yansıtılmış bireysel psikolojidir.” demektedir.73 71Seçil Gül Meydan Yıldız, Kültürün Mekânsal Değişimler Üzerindeki Etkisi, Gazi İktisat ve İşletme Dergisi, 2018; 4(3): 173-184 72Memet Erkenekli, Toplumsal Kültür Araştırmaları İçin Değer Merkezli Bütünleşik Bir Kültür Modeli Önerisi, Savunma Bilimleri Dergisi, Cilt 12, Sayı:1, Mayıs 2013, s.147-172. 60 İnsanın gelişiminde rol oynayan toplumun gelenekleri örf ve adetleri yazılı olmayan kuralları kültürü oluşturur. “Kültür“ insanın hareketlerini davranışlarını içinde bulunduğu toplumu olumlu yönde etkiler. Eliot, Doç. Dr. Sevim Kantarcıoğlu tarafından Türkçeye çevrilen Kültür Üzerine kitabında, “Kültür aslında herhangi bir toplumun dininin vücut bulmuş bir şeklidir.” demektedir. 74 Bu bağlamda “insan gelişimi kültürün içinde gerçekleşir. Hiçbir insan içinde bulunduğu kültürden bağımsız olarak davranamaz.” 75 İnsanın tekâmülü (olgunlaşması), bireysellik haricinde, dış etkenlere de bağlıdır. Dış etkenlerden kast edilen kültürdür. İnsanın “neyim kimim” gibi soruları toplumsal kültür benliğini ortaya koyar. Bireysel olarak olgunlaşma gösterirken içinde bulunduğu toplumu etkiler. Toplumların kültürleri oluşturduğunu düşünürsek dolaylı yoldan birey, kültürlerin gelişmesinde, tekâmülünde etkili rol oynar. Mümtaz Turhan ise şöyle tanım getirir; “Kültür, bir cemiyetin sahip olduğu maddi ve manevi kıymetlerden teşekkül eden öyle bir bütündür ki, cemiyet içinde, umumi tavır, görüş ve zihniyet ile her nevi davranış şeklini içine alır.” SONUÇ Kültür için birden fazla tanım yapılmıştır. Cemil Meriç’e göre kültür, kaypak bir kavramdır. Tahlil edemezsiniz, çünkü unsurları sonsuz. Tasvir edemezsiniz çünkü bir yerde durmaz. Manasını kelimelerle belirtmeye kalktınız mı, elinizde havayı tutmuş gibi olursunuz. Bakarsınız ki her yerde hava var ama avuçlarınız bomboş. Kültürün tarımdan idmana, balıkçılıktan medeniyete kadar akla gelen ve gelmeyen düzinelerce manası vardır.76 Nesilden nesile bir öncekine kıyasla daha fazla gelişme göstererek aktarılan, medeniyet ölçütünü gösteren, toplumların terakkisini sağlayan, insanın 73Doç. Dr. Zafer İlbars, Kişiliğin Oluşmasındaki Kültürel Etmenler, s.202 Dr. Sevim Kantarcıoğlu, Kültür Üzerine Düşünceler, Ankara, kültür Bakanlığı, 1981 75Çiğdem Kağıtçıbaşı, İnsan ve İnsanlar, 1998.s 76Ahmet Haldun Terzioğlu, Erol Güngör’e Göre Millet Milli Kültür ve Milliyetçilik 2.Bölüm sayfa sayısı ve yayınevi belirtilmemiştir. 74Doç. 61 yükselmesine ön ayak olan kavramdır. Velhasıl kültür, ne kadar gelişirse insanın gelişimi de buna doğru orantılıdır. Kültür ve birey iç içedir. Bireyin hareketleri toluma yön verir toplumda içinde bulunduğu kültüre yön verir. Kültür insan tekâmülünde etkin rol oynar bundandır ki birey içinde bulunduğu kültürden ayrı düşünülemez. Erol Güngör’ göre kültür "Sosyal bilimlerde kültür denince bir topluluğun kendi hayati problemlerini çözmek üzere denediği ve uzun yıllar içinde standart hale getirdiği usuller ve vasıtalar anlaşılır. Şu halde bir topluluğun ihtiyaçlarını karşılamak üzere benimsemiş bulunduğu hayat tarzı bütün maddi ve manevi unsurlarıyla birlikte onun kültürünü teşkil etmektedir” 77. 77Prof. Dr. İbrahim Arslanoğlu, Kültür ve Medeniyet Kavramları, sayfa sayısı ve yayınevi belirtilmemiştir. 62 KAYNAKÇA: Aslanoğlu, İ. (2019, Kasım 05). Kültür ve Medeniyet Kavramları. http://www.ekultursanat.com/makale/eser-2328-Kultur-ve-MedeniyetKavramlari-DocDr-Ibrahim-Arslanoglu Erkenekli, Mehmet. Toplumsal Kültür Araştırmaları İçin Değer Merkezli Bütünleşik Bir Kültür Modeli Önerisi, Savunma Bilimleri Dergisi, Cilt 12, Sayı:1, Mayıs 2013, s.147-172. Güzel, D. (2011). "Sosyal Yapı" ve "Toplumsal Yapı" Bileşkesinde Sosyo-Kültürel Yapı Kavramı. Istanbul Journal of Sociological Studies, 0(34), 83-96. https://dergipark.org.tr/tr/pub/iusoskon/issue/9518/118918 İlbars, Zafer. (1987). Kişiliğin Oluşmasındaki Kültürel Etmenler, Ankara Üniversitesi, Dil ve Tarih- Coğrafya Dergisi, 31(1-2), 202. Kağıtçıbaşı, Ç. (1998). Dünden Bugüne İnsan ve İnsanlar. Evrim Yayınevi. Kantarcıoğlu, S. (1981). Kültür Üzerine Düşünceler, Kültür Bakanlığı Yayınları. Terzioğlu, A. (2019, Kasım 13). H. Erol Güngör’e Göre Millet- Milli Kültür Ve Milliyetçilik 2. Bölüm. http://ahmethaldunterzioglu.com/hikaye-siirmakale/57-erol-gungore-gore-mllet-mll-kultur-ve-mllyetclk-2-bolum.html Turhan, M. (2015). Kültür Değişmeleri. Altınordu Yayınları. Yıldız, S. G. M. (2018). Kültürün Mekânsal Değişimler Üzerindeki Etkisi. Gazi İktisat ve İşletme Dergisi, 4(3): 173-184. 63 BİLGİNİN ÖNEMİ Dilara ÖZDEMİR ÖZET İslam Tasavvufunun Meseleleri adlı eserinde İslam Tasavvufunun kaynakları, tarihi gelişmesi, tasavvufi yapıların iki dünyalı yapıları üzerinde duran Erol Güngör tasavvufla ilgili konuları tarihi ve sosyolojik perspektiften incelemeye çalışmıştır. Öncelikle şunu belirtmemiz gerekir ki, Erol Güngör çalışmasında “Tasavvuf” ve “Mistisizm” kavramları arasındaki ilişkiyi irdeler, iki kavramın birbirinden anlam bakımından farkı olup olmadığını kaynaklarıyla ortaya koyar. Biz bu çalışmada daha çok tasavvufta bilginin önemi üzerinde duracağız ve konunun İslam medeniyeti ve kültürü bakımından yansımalarına değineceğiz. Anahtar Kelimeler: Tasavvuf, Mistisizm, Bilgi, Bilmek, Mutasavvıf, Fakih, İrfan, İlm-i Tasavvuf. Sarar Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi 11. Sınıf 64 GİRİŞ Konu tasavvufta bilginin önemini anlamaya yönelik olduğundan, bilginin oluşumunda önemli bir yer tutan ve bilginin gelişimini ölçmekte öncelikle başvurulan tasavvuf ve bilgi ile ilgili kavramların anlamlarının verilmesi bu bildirinin önceliği olacaktır. . Tasavvuf: Allah’ın niteliğini ve evrenin oluşumunu varlıkla birlik anlayışı içinde açıklamaya çalışan dini ve felsefi akım.78 Temelinde Allah sevgisi olan ve kâinatın meydana gelişini vahdeti vücut anlayışıyla açıklayan dini ve felsefi görüş.79 Kalbi dünyanın fani islerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlamak tarikat ehli olmak. 80 İnsanın Allah’ın birliğini zevkini bütün benliğinde hissederek kendi iç âleminin derinliklerine ve dış âlemin sırlarına ermek için takip ettiği düşünce ve amel sistemi.81 Mistisizm: Duygu ve sezgiyi ön planda tutan belli bir bakış tarzına sahip felsefi doktrin (tasv). Tanrı’ya gönül yoluyla, ilahi aşk sayesinde ulaşılacağını benimseyen inanç ve düşünce (tasv).82 Allaha ve gerçeğe akıl ve araştırma yolu ile değil de gönül yolu ile his ve sezişle ulaşabileceğini kabul eden felsefi ve tasavvufi inanç.83 Duygu ve sezgiyi aşırı derecede yer veren felsefi doktrin, gizemcilik, sırrilik, sırrıye84 Bilgi: Herhangi bir konuda bilinen, zihince kavranmış olan şey, malumat.85 78Erol Güngör, İslam Tasavvufunun Meseleleri, Yer-Su Yayınları, Ankara 2018, s. 247 Eğitim Bakanlığı Örnekleriyle Türkçe Sözlük,s. 2769 80www. Lügat. Com 81İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, s 1206 82Erol Güngör, a.g.e, s235 83Mili Eğitim Bakanlığı Örnekleriyle Türkçe Sözlük s.1994 84İlhan Ayverdi, a.g.e,s.829 85İlhan Ayverdi,a.g.e,s. 148 79Mili 65 Öğrenme, araştırma veya gözlem sonucu elde edilen gerçek ve ilkelerin bütününe verilen ad.86 Bilmek: Bir şey hakkında bilgisi, malumatı olmak, o şeyi öğrenmiş bulunmak.87 Hakkında olduğu konu için bir yol alış, bir menzile varıştır.88 Mutasavvıf: Tasavvuf ehli olan kalbi dünyanın gelip geçici işlerinden ayırıp Allah sevgisi ile bağlayan tarikat ehli kimse.89 Tasavvuf bilgisine sahip olan; derin bilgi ve sırları içinde olan ilahi hikmet yolunu benimsemiş olan, bu bilgi ve sırları bilen kimse.90 Tasavvufu benimseyen ve bu yolla Allah’a ve ilahi hikmetlere ulaşmaya çalışan kimse.91 Erol Güngör’e göre; Tasavvuf inanç ve kurallarını benimseyen ve bu yolla Allah’a ulaşmaya çalışan kimse. 92 Mutasavvıf ta zahit ve züht kavramlarını içeren bir kelimedir tasavvuf ehli olan tasavvufu benimseyen tasavvuf bilgisine sahip olan tasavvufa inanandır. Yani gönül ehlidir. İslam ile tasavvuf hemen hemen aynı manaya gelir nitekim hicretin ilk üç yüz yılında gördüğümüz başlıca mutasavvıfların esas karakteri bu olmuştur. Fakih: Fıkıh ilmini bilen, İslam hukukçusu93 Fıkıh Âlim’i karşılaştığı meseleler hakkında fıkıh’ i hüküm verme yetkisinde olan kişi.94 Zeki, anlayışlı kimse, fıkıh bilgini.95 Bir şeyi gereği gibi anlamak bilme.96 86G. H. Topdemir, Felsefe nedir, bilgi nedir 23 Ayverdi,a.g.e,s.149 88İhsan Fazlıoğlu, Kendini Aramak, Papersense Yayınları, İstanbul, s.63 89www. Lügat. Com 90İlhan Ayverdi,a.g.e,s. 1375 91Mili Eğitim Bakanlığı Örnekleriyle Türkçe Sözlük, s.3292 92Erol Güngör, a.g.e,s.253 93www. Lügat. Com 94Erol Güngör,a.g.e,s.221 95Mili Eğitim Bakanlığı Örnekleriyle Türkçe Sözlük, s. 887 96İlhan Ayverdi,a.g.e,s.367 87İlhan 66 Fıkıh kelimesi bir şeyi bilmek, iyi ve tam anlamak, içyüzünü ve inceliklerini kavramak anlamına gelir. Fakihler ise fıkıh ‘ı bilen kişidir fakih yani İslam hukuku üzerinde yorumlar yapan kimsedir. Fakihler İslam’ın hükümlerini değiştiremezler. Hükümler üzerinde oynama yapama yetkileri yoktur. Onlar sadece fıkıh hükümler üzerinde yorumlarını söylerler. Erol Güngör’ün dediği üzere Hasan Basri’nin dini Fikirleri Ehlisünnet akidesine sahip bir fakihin veya müfessirin fikirlerinden hiç farklı değildir, demiştir. İrfan: Bilme, anlama, biliş, anlayış.97 İlm-i Tasavvuf: Tasavvuf ve tasavvufla ilgili bilim dalı.98 Erol Güngör Hoca, İslam Tasavvufunun Meseleleri kitabını şu bölümlerden oluştur; giriş, “Şark’tan Haber”, “Batı Rüzgârı”, “İslam Tasavvufunun Yabancı Menşe’leri”, “İslam Tasavvufunun Tarihi Gelişmesi”, “Manevi İktidarlar ve Maddi Teşkilatlar”, “Bilgi Meselesi”, Vecd’in Psikolojisi” , “Tarihi-Sosyolojik Manzara”, Günümüz ve Tasavvuf”. Kitabın içerisinde Erol Güngör’ün değinmiş olduğu kimi metinlere ekler başlığı altında yer verilmiş ve kitabın sonuna sözlük, şahıs, yer, devlet, eser ve bazı terimlerle ilgili açıklamalar eklenmiştir. Erol Güngör yaptığı çalışmanın yanlış zemine oturtulmaması için kitabının önsöz bölümünde temel bir vurgulamada bulunur ve” tasavvufun İslam’da yeri nedir? Bu soru ilk bakışta dini bir mesele olarak görünmektedir ki buna din açısından verilecek cevap din âlimlerinin işidir. Diğer taraftan İslam tasavvufu İslam medeniyeti ve kültürünün özel bir yanı olmak itibariyle incelenmeye değer olmalıdır.”99 Tasavvuf kavramının tarih, sosyoloji, kültür ve medeniyetin alanı ile ilgili boyutunu çalışacağını ifade eder. Bunun nedeni olarak da ülkemizde tasavvuf ile ilgili yayınlanan eserlerin daha çok dinin nasları ile ilgili olmasını gösterir. “Tasavvuf İslam mistisizminin adıdır”100 tespiti ile konunun terminolojik tarafına dair bakışını ortaya koyan Güngör’ün kitabında mistik kelimesi esas noktalarından birisini teşkil etmektedir. Kelime Yunanca asıllı olup, “ İlahi şeyler hakkında birtakım batini bilgiler verilmiş olup bunlar hususunda kimseye bir şey söylememesi gereken insan demektir.”101 Erol Güngör kendisiyle aynı görüşte 97İlhan Ayverdi,a.g.e,s.570 Güngör, a.g..e,s.227 99Erol Güngör, a.g.e,s.9 100Erol Güngör, a.g.e,s.13 98Erol 101 Erol Güngör,a.g.e,s.13 67 olmayan fikir insanlarına örnek olarak günümüzde İslam tasavvufu denilince akla gelen ilk isimlerden olan Rene Guenon’un yaklaşımını örnek gösterir. Guenon; mistisizm ile tasavvuf ayrı şeylerdir ve konunun özünü bilmeyen batılılar bunları birbirine karıştırmaktadır fikrindedir.102 Mistisizm sadece İslam’a özgü ve münhasır olarak teşekkül etmiş bir kavram değildir. Farklı zaman ve dönemlerde, inanılana göre değişen ve dönüşen bir kavramdır. Felsefe ile ilintilenebileceği gibi yaşanılan olarak ortaya çıkışı yani bilgi alanına dair kavramın anlaşılması ile var olan anlamında yaşanana tekabül eden kısmı da söz konusudur. Bu farklılıkların hepsi kelimenin zaman içinde yolculuğunda değişim ve dönüşümünde ortaya çıkmasına etkilidir. Erol Güngör Hoca İslam tasavvufuna ilişkin olarak şunu söyler: “ilk dönemlerde tasavvufi harekete örnek diye gösterilebilecek haller sonraki yüzyılların doktriner-teşkilatlı tasavvufundan büyük ölçüde farklı idi ve esas itibariyle ferdi zühd vak’alarından ibaretti.”103 Mistik kelimesinin Hint coğrafyasının yanı sıra Batı coğrafyasında Eski Yunan’dan başlayarak izlerini sürmek mümkündür. İlk mistik düşüncenin Pitagoras’da görüldüğünü aktaran çok sayıda esere ve kayda rastlanmaktadır. Düşüncenin serüveni Doğu’dan Batı’ya ve Batı’dan Doğu’ya doğru seyrederken mistik düşüncede aynı seyrin içindedir. Konuya bu çerçeveden yaklaşıldığında Hind, İran ve Batı etkisinin İslam tasavvuf anlayışına, İslam tasavvufunun da Batı ve Hint coğrafyasına etkisinden söz etmek mümkündür. Bu etkinin abartılması da çok yanlış olacaktır. Nitekim Erol Güngör Hoca: “İslam tasavvufunda yabancı unsurlar meselesinin Müslümanları rahatsız edecek boyutlara nadiren ulaştığını görürüz. Tasavvufun dinin hudutlarını zorladığı zamanlar olmuştur, fakat İslam cemaatinin hayret verici gücü sayesinde eğrilerin doğrultulduğuna, bütün sapma teşebbüslerinin çizgi dâhiline sokulduğuna şahit oluyoruz. İslam cemaatinin gücü o kadar büyüktür ki, ana yoldan sapmaları ortak inanç sitemi dâhilinde uygun bir te’vile tabi tutarak hem yabancı fikre İslami bir renk vermiş, hem o fikrin sahiplerini cemaat içinde tutmayı becerebilmiştir.” der104 102Erol Güngör,a.g.e,s.13 Güngör,a.g.e,s.51 104Erol Güngör,a.g.e,s.50 103Erol 68 Tasavvufunun çıkış noktası itibariyle bir içe dönük hareket olarak, manaya vakıf olmayı esas aldığını söyleyebiliriz. Belli bir kurallar bütünü, doktrin anlamında takip edilecek kurallar bütününden çok kişinin kendisine yönelik ve özüne yönelişin hikâyesidir. Fakat sonraki zamanlarda terimlerin manalarına açıklık kazandırma amacıyla kâğıt ile bir ilişki kurma zorunluluğu ile biraz daha detay öngören bir yapıya evirilmiştir bu arayış. Bilgi ve mistisizm ilişkisine gelince şunu söylemek gerekir: İlmi bilgi elde ederken kullanılan analitik yol sadece görünen (zahir) şeyleri verebilir. İlim esas itibariyle duyu verilerini kullanır105 diyen Erol Güngör, mistisizmin ise “sezgi” ile, eşyanın özüne vasıtasız ve derhal kavrama imkanı vermektedir.” tespitini yapar106 Mistiklerin bilgiye yaklaşımları bireysel anlamda daha çok anlam ifade eder, fakat toplumsal açıdan ise biraz havada kalan bir durumdan söz edebiliriz. Sezgi işin içine girince bireysellik ister istemez kendini ortaya çıkarır ve bu sorgulanabilir olmaktan ziyade inanılabilir olana ilişkindir. Bu kapsamda mistik tecrübeler ve deneyimler, bilgiler şahıslar için anlam ifade eder ama toplum açısından bir eksikliğe işaret etmektedir. Günümüze ilişkin önemli tespitler yapan Güngör; “Memleketimizde yirminci yüzyılın başından itibaren aydın çevrelerde hâkim olmaya başlayan basit bir rasyonalizmin, put haline getirilen pozitivizmin büyük prestijinden faydalanarak, hayatımızın bütün kesimlerine sokulduğunu belirtir. En tanınmış din âlimlerimizin veya bile İslamiyet ile müspet ilim arasında hiçbir çatışma olmadığını, İslam’ın ilm’i başlıca değer saydığını ispat etme derdine düştüğünü söyler.107 Tasavvuf diğer mistik sistemlerde olduğu gibi hayata karşı bir tavır ve davranış olarak başlamış daha sonra bir düşünce halinde sistemleştirilmeye çalışılmıştır. Tasavvuf, dini sadece kaideler olarak almayıp onun deruni manasına nüfus etmeye çalışmak ve dolayısıyla manevi hayatı, maddi hayata üstün kılmak, Allah’la kul arasındaki münasebeti iyice derinleştirmek şeklinde alınırsa, İslam ile tasavvuf hemen hemen aynı manaya gelir. 105Erol Güngör, a.g.e,s.91 Güngör,a.g.e,s. 91 107Erol Güngör, a.g.e,s.107 106Erol 69 SONUÇ Birçok ilim adamı gibi tarih ve sosyolojinin alanına giren konuda meseleye İbn-i Haldun’un bakışını da aktaran Güngör İbn Haldun’un şu tespitini paylaşır: “insanın insan olmak itibariyle diğer hayvanlardan farkı idrak etme kabiliyetine sahip bulunmasıdır. İnsanın idraki iki türlüdür. Birincisi ilimleri ve marifet konularını idrak etmektir ki, bu bilgiler yâkin, zan, şek ve vehm derecelerinde olabilir. İnsan aynı zamanda kendisiyle kaim olan halleri idrak eder ki bunlar da neşe, hüzün, gevşeme, sabır vs. gibi şeylerdir. Böylece insandaki akli düşünce idraklerden, iradi hallerden ve manevi hallerden doğar. İşte insan bunlar vasıtasıyla diğer hayvanlardan ayrılır. Bilgi, delil ve ispattan gelir, elem ve neşe, elem ve haz verici şeylerin idrakinden doğar. istirahatten enerji, yorgunluktan atalet çıkar.”108 Bilgi ile marifetin idrak ile hayatımızı anlamlandırması dileğiyle saygılar sunarım. 108Erol Güngör İslam Tasavvufunun Meseleleri 101 70 KAYNAKÇA Güngör, E. (2018). İslam Tasavvufunun Meseleleri, Yer-Su Yayınları. Ayverdi, İ. (2010). Misalli Büyük Türkçe Sözlük. Kubbealtı Yayınları. Devellioğlu, F. (2013). Osmanlıca Türkçe Ansiklopedisi Lügat. Aydın Kitabevi. Fazlıoğlu, İ. (2016). Kendini Aramak. Papersense Yayınları. Topdemir, G. H. (2009). Felsefe Nedir? Bilgi Nedir? Pegem Akademi Yayıncılık. Milli Eğitim Bakanlığı. (1996). Örnekleriyle Türkçe Sözlük 1-2-3-4. MEB Yayınları. 71 VİCDAN, NORM, SAĞDUYU ARASINDA İNSAN OLMAK, İNSAN KALMAK Rukiye BAĞCI ÖZET İngiliz filozofu G.E. Moore göre, doğru bilgi elde edemeyişimizin sebebi sorulan sorunun önemini düşünmeden cevabında takılı kalmamızdır. Diğer ahlak felsefecilerine göre felsefenin asıl konusu iyinin ve kötünün anlamlarını araştırmadır. Fakat tüm filozoflar iyinin tarifini bulmaya çalıştıkları için büyük hataya düşmüşlerdir.109 Felsefenin bir sahası olarak ahlak (etik) felsefe yaşıt bir konudur. Felsefenin eski kaynağı sayılan Sokrates ilk kez nasıl davranmamız gerektiği hakkında fikirler öne sürmüş ve bu fikirler ile ahlak felsefesinin ve vicdanın, normun, sağduyunun ne olduğunu bize göstermiş oluyordu. Bu konuda diğer filozoflar ise Kant gibi farklı bir yol ortaya çıkarmışlardır.110 İlim ve ahlak konusuna gelince de ahlaki davranış günlük hayatımızda yaptığımız şeyler arasında başlıca gelenlerdendir. Yaptığımız davranışlardan vicdanımızı kullanarak hangilerini yaparsak iyi hangilerini yaparsak kötü davranış ortaya çıkarmış oluruz? Bu davranışları özellikle de çocuklara öğrete bilmek için neler yapabiliriz? Kötü yapılan davranışların yerine sağduyumuzu kullanarak sergilediğimiz iyi olan davranışları nasıl koyabiliriz? Bu tarzda pratik sorulan sorulara cevap bulabilmek için Erol Güngör “insan tabiatı dediğimiz şeyin gelişmesiyle ilgili birtakım bilgilere ihtiyaç doğuyor” demiştir. Vicdan, norm ve sağduyu çerçeve kavramların etrafında insan olmak ve insan kalmak konusunu Erol Güngör’ün düşüncelerinden hareketle anlatılmaya çalışılacaktır. Anahtar Kelimeler: Vicdan, Norm, Sağduyu. Eskişehir Sarar Kız Anadolu İmam Hatip Lisesi, 11. Sınıf Öğrencisi Güngör, Doktora, Doçentlik, Profesörlük Tezleri, Yer-Su Yayınları, Ankara, 2018, s.167 110Erol Güngör, Doktora, Doçentlik, Profesörlük Tezleri s.168 109Erol 72 GİRİŞ Vicdan 1.Toplum üyelerinin davranışları hakkında bir yargıda bulunmaya iten, toplumun kendi ahlak değerleri üzerine yargılama yapmasını sağlayan güç.111 2. Duyma, duygu inanç ve şuur.112 3. Bulma hali.113 Vicdan, Freud zihin aşamasında süper egoyu temsil etmektedir.114 Vicdan insana iyiyi ve kötüyü gösteren en iyi pusuladır. Erol Güngör’ün vicdan hakkındaki görüşü, “doğruyu yanlıştan iyiyi kötüden ayırma gücü, kişinin iç dünyasındaki yargılama gücü” olarak tarif edilmektedir. 115 Vicdan, insana bazı yargıları ayırma gücü veren içimizden gelen bir huzur sesidir. C. Brenteno’nun dediği gibi “iyi bir vicdan en rahat yastıktır.” Herhangi bir yerde bir şey sorulduğunda veya bir yerde önemli bir karar vermek zorunda kaldığımızda her zaman aile, arkadaş, dost, akraba veya çevremizde birilerini sormak yerine ilk önce sorulan şeyi Vicdanımıza sorarız. Ve vicdanımızın verdiği kararlar bizim için herkesin dediği cevaptan daha önemlidir. Bu arada şu soruda ortaya çıkmaktadır ki; acaba vicdanımızın bize verdiği cevaplar her zaman için doğru mudur? Kişiye göre doğrudur. Çünkü kişinin vicdanı rahatsa verdiği kararın doğruluğuna inanır. Günümüzde olduğu gibi Suriye, Filistin ve bunun gibi savaşla mücadele eden bir ülkeden gelmiş insanlara baskı uygulayan veya onları dışlayan insanların vicdanlarını sorgulaması gerekmez mi? Ya da bu ülkelere savaş açan insanların yaptığı zulümler düşünülürse bu insanların vicdanı olduğundan şüphe duyabiliriz ancak bizler bu dünyadaki en kötü insanda bile vicdanı olduğunu biliyoruz ve ne olursa olsun o insan da bir gün bu vicdanı ile yüzleşecektir. Bu yüzden de vicdanın sesini dinleyen insanlar olmalı ve insan kalmalıyız. www.türkçesözlük.gov.tr İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbe Altı Neşriyat İstanbul 2005, s.1318 113 İlhan Ayverdi, a.g.e s.1318 114 Erol Güngör, Doktora, Doçentlik, Profesörlük Tezleri, s.203 115Erol Güngör, Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak, Ötüken Yayınları, İstanbul 2010, s.55-57 111 112 73 Norm 1.Kural olarak benimsenmiş, yerleşmiş ilke veya kanuna uygun durum, düzgü.116 2.Belirli bir yörede çoğunluğun uyduğu düzen. Yere ve zamana göre değişkendir.117 Normların öğrenilmesi ve benimsenmesi ise sosyalleşme dediğimiz sürecin büyük bir parçasıdır.118 Norm, insanların kendi çevrelerinde var olan kurallardır. Toplumun uyduğu kurallar silsilesidir. İnsan sosyal bir varlıktır. Sosyal yaşamın gereği olarak normlar ortaya çıkmıştır. Kaos ortamının oluşmamasından için insanın toplumsal normlara uyması gerekir. Toplumsal normlar çevreden çevreye değişir. Bu normların belirleyicisi kültürdür. Örneğin; aileler çocuklarının geç saatlere kadar dışarıda kalmasına izin vermez. Ancak bu saatler aileden aileye farklılık gösterir. Girdiğimiz her yerde uyulması gereken farklı farklı kurallar vardır. Hatta günümüzde olduğu gibi toplumun hayatından kaldıramayacak bazı kuralları vardır ki bu kurallar genellikle okul işyeri gibi yerlerde daha çok görülmektedir. Toplumun en küçük üyesi olan aile içinde de geçerli bazı kurallarımız vardır. Bu kurallar hayatımıza yön verir. Sağduyu 1.Doğru, akla uygun yargılar verme yeteneği, aklıselim.119 Felsefi Olarak: Doğruyla yanlışı birbirinden ayırma ve doğru yargılama yetisi olarak tanımlanmaktadır.120 Dünyayı ve kendimizi anlamamızda sağduyunun gücünün (sağduyunun sorgulanamazlığı, kişinin kendini olumlamasını sağlama kapasitesi), hükümlerinin görünüşteki tartışma götürmez karakterine bağlı olduğunu hatırlayalım. Bu, sağduyumuzu biçimlendiren ama aynı zamanda onun tarafından biçimlendirilen 116 www.tdk.gov.tr www.türkçesözlük.gov.tr 118 Erol Güngör, Doktora, Doçentlik, Profesörlük Tezleri s.177 119 www.türkçesözlük.gov.tr 120 www.türkçesözlük.gov.tr 117 74 günlük hayatın rutin, tekdüze doğasına dayanan döngüdür. Günübirlik işlerimizin çoğunu oluşturan alışılagelmiş ve tekdüze hareketlerimizi sürdürdükçe çok fazla kendimizi irdeleme ve çözümleme gereği duymayız. Yeteri kadar sıklıkla yinelendiğinde şeyler bildik hale gelirler ve bildik şeyler kendi kendilerini açıklarlar; soru ve kuşku doğurmazlar.121 Kendimiz ve çevremiz için herhangi bir konu da karar vermemiz gerektiğinde vicdanımızın sesini dinlemeliyiz ve aklımızı kullanmalıyız. Sağduyu düşünme yeteneğimizi kullanmamızı gerektirir. Bunun içinde zamana ve çabaya ihtiyacımız vardır. Deneyimimiz artıkça sağduyu yeteneğimiz gelişecek daha isabetli kararlar alacağız. Karar vermeden önce bilgilerimizi gözden geçirmeli, sebep-sonuç mantığı ile bir karara varmaya çalışmalıyız. Aşırı duygusallığa kapılmadan karar verirsek daha mantıklı ve isabetli sonuçlar alabiliriz. Vicdan: Birey Muhatap: Birey Norm: Devlet, Sistem, Kanun Muhatap: Toplum Sağduyu: Toplum Muhatap: Bireyler Sağduyu; Doğru akla uygun yargılar verme yeteneği, aklıselim doğru ile yanlışı birbirinden ayırma ve doğru yargılama gücüdür. Vicdan ise gönüldür. İlahi içgüdü, Tanrısal içsestir. O insanoğlunun kendisiyle ve tanrıyla hesaplaşabilmesidir. Vicdan, “içinizden geçen birisi size bakıyor olabilir sesidir”. Sağduyu acaba dediğimiz zamanlarda, içimizden gelen “hayır yapma” diyen bir işarettir. Sağduyu dünyada herkese en fazla eşit olarak dağıtılmış olan bir şeydir. Çünkü herkes ona yeter derecede sahip olduğuna inanır. Vicdan insanın görgü ve bilgileriyle kendini yargılama yetkisidir. C. Brenteno’nun dediği gibi ‘iyi bir vicdan en rahat yastıktır’. Victor Hugo Üstad şöyle der: “En mükemmel adalet vicdandır”. Yaşamımız boyunca en yakınlarımız dâhil herkesi kandırabiliriz, ama yüzleştiğimiz vicdanımızı asla kandıramayız. O bize karşı en acımasız eleştirileri getirecektir. Zygmunt Bauman, Sosyolojik Düşünmek, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 1998, s.25 121 75 Asıl önemli olan soru şudur: “ Nerede insan kalınır?” Her şeye ve herkese rağmen doğruyu yapmak noktasında insan kalabildiğimiz noktada insan kalabiliriz. Yani, her hangi bir canlı ya da cansız varlığa verilebilecek zarar durumunda ne pahasına olursa olsun doğruyu yapabilmek, insan olma ve kemale ulaşma yolundaki adımlarımızı belirler. Sağduyu bizi sürekliliğe götürüp sırat-i müstakimde tutabilirse, asıl ulaşmamız gereken noktadayız demektir. Şunu unutmamalıyız ki insan olmak ancak sağduyulu kalarak mümkündür. Bu yolculukta insanın sağduyusunu besleyen değerli kaynaklarla devam etmesi, “insan olması ve kalması” noktasını destekler. İnsanı “Yaratan” dan dolayı değerli bulup saygı göstermek ve bu noktadan hareketle davranışa sergilemek bizi kemale ulaşma yolunda ilerletecektir. Kemale ulaşma noktasında ferasetle hareket etmek bizi mutlaka istediğimiz yere ulaştıracaktır. Burada önemli olan kemale açılan kapıya talip olmak ve bu yolda ilerleme gayretini göstermektir. SONUÇ Medeni bir toplumun temelleri ancak çocuklarla atılabilir ve onlara öğreteceğimiz ilk kavram vicdan olmalıdır. Yaşıtlarına, hayvanlara, çevresine karşı sağduyulu olmaları gerektiğini öğretmeliyiz. Çünkü onlar vicdan sahibi olmalı insan olmalı insan kalmalıdırlar. Onlara hesap verme durumunda oldukları en önemli otoritenin kanunlar olmadığını; onların içselleştirmiş değerlerinin kendi vicdanları olduğunu öğretmeliyiz. Zaman ilerledikçe doğru ile yanlışı ayırt etmeleri için onlara fırsat vermeliyiz. Böylelikle sağduyu kavramının temellerini atmış oluruz. Kafaları her karıştığında onlara bu iradeyi vermeliyiz ve kendileri doğru yolu bulmalıdır. Mesela çaydanlıkta sıcak su olduğunu kaç kere söylesek de çaydanlığa dokunacaklardır. Bırakalım da kendi iradeleri ile doğruyu bulsunlar. Duygular ve mantık arasındaki farkları keşfetmelerine izin vermeliyiz. Toplum da yanlış algılanan kavramlardan birisi de yasa ve norm kavramlarının birebir aynı şeyler olduğudur. Yasalara göre neden ve sonuç ilişki içerisinde aynı koşullar altında aynı olaylar hemen her yerde benzer şekilleri de 76 gerçekleşir. Yasalar yaşamda kesin ve şaşmaz olanı gösterir. Oysa normlar bire bir olması gerekeni gösterir. Normlar ancak insanlar tarafından konulur ve dolayısıyla onu gerçekleştirecek olan da insandır. Yani bireyin normlara uyması aslında yaşamının kaliteli olması için gereklidir. Son olarak vicdan, norm, sağduyu birer insani değerdir. İnsanca yaşamak için bu değerlere sahip olmalıyız. 77 KAYNAKÇA Ayverdi, İ. (2005). Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbe Altı Neşriyat. Bauman, Z. (1998). Sosyolojik Düşünmek, Ayrıntı Yayınları. Güngör, E. (2010). Ahlak Psikolojisi ve Sosyal Ahlak. Ötüken Yayınları. Güngör, E. (2018). Doktora, Doçentlik, Profesörlük Tezleri. Yer-Su Yayınları. 78 MÜTECESSİS BİR FİKİR İŞÇİSİ CEMİL MERİÇ’İN ENTELEKTÜEL BİYOGRAFİSİ Pelin ÖZKAN ÖZET Anahtar Bir Türk entelektüeli olan Cemil Meriç’i konu alan entelektüel biyografiyi sizlerle paylaşacağım. Cemil Meriç kendi hayatını Türk irfanına adayan münzevi ve mütecessis bir fikir işçisi olarak tanımlar. Başta dil tarih edebiyat felsefe ve sosyoloji olmak üzere sosyal bilimlerin birçok alanında eserler vermiş araştırma yapmış ve yazılar kaleme almış çok yönlü bir düşünce ve sanat adamıdır.122 Cemil Meriç bugün pek çok konuda kaleme aldığı eleştirel kitap, makale, inceleme ve denemeleri ile tanınsa da onu asıl var eden entelektüel kişiliği ve farklılığıdır.123 Erken başlayan yazı hayatı ve vardığı nokta arasındaki düşünsel serüveninde, kader olduğuna inandığı coğrafya ve kalıtımın payı büyüktür. 124 Anahtar Kelimeler: Entelektüel, Tecessüs, Fildişi kule, Oryantalizm, Doğu-Batı çatışması. Hacı Süleyman Çakır Kız Anadolu Lisesi Öğrencisi www.aa.com.tr (Hilal Uştuk) 12.06.2019 123 Tülay Gencer, Cemil Meriç İle Türk Modernleşmesine Bir Bakış, BEU SBE Dergisi, C.1, S.1, s 20 124 Tülay Gencer, a.g.m. s20 122 79 GİRİŞ Cemil Meriç’ in hayatını ve fikir dünyasını sizlere aktarırken Cemil Meriç’in de önemle üzerinde durduğu kavramlardan yola çıktım. Bu noktada ilk kavramım “entelektüel”. Entelektüel: Tahsil, bilgi, görgü sâhibi olan, fikrî meselelerle uğraşan kültürlü kimse, aydındır. 125Cemil Meriç’ e göre ise entelektüel kalabalığa doğruyu gösteren, her düşünceye saygılı olan, vuzuhu fethe çalışan kişidir. 126Gerçek entelektüel ülkesini bütününü bütün ülkelere karşı müdafaa edecek, sınıflar üstü hakikatleri araştıracaktır.127 Cemil Meriç’in arayışlarla geçen fikir hayatı kendi yaptığı tasnife göre şu dönemlere ayrılır: 1917-1925: Koyu Müslümanlık devri. 1925-1936: Şoven milliyetçilik devri. 1936-1938: Sosyalistlik devri. 1938-1960: Araf dediği kuluçka devri. 1960-1964: Hint devri. 1964 sonrası ise sadece Osmanlıdır.128 Cemil Meriç 1916’da Hatay’da doğmuştur. Hatay o yıllarda diğer Osmanlı şehirleri gibi kozmopolit bir yapıdadır ve o yıllara tekabül eden zamanda Fransız mandasıdır. İmparatorluğun son yıllarında isyanların ve Balkan Savaşları’nın başlamasıyla Dimetoka’dan göçmüş bir ailenin çocuğudur. Hatay’a yerleşen muhacir bir ailenin çocuğu olarak yalnızlığından kurtulmak için sığındığı kitaplar, o günün Antakya’sının içinde bulunduğu şartlarla birleşince onun entelektüel kişiliğini belirleyen iki önemli unsur da ortaya çıkar.129 O dönemde yaşanan mektep –medrese ikililiği ve Fransız okullarının da bulunuyor olması Cemil Meriç’i etkiler. Fransız eğitim sistemi uygulayan Antakya 125 www.lugatim.com Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul 2018. s. 19 127 Cemil Meriç, a.g.e.s. 19 128 Mustafa Armağan, “Meriç,Cemil” , TDV İslam Ansiklopedisi, 2004, C.29, S. 190-191 129 Tülay Gencer, a.g.m. s 20 126 80 Sultanisi’nde okuması Meriç’i Doğulu yaptığı kadar Batılı da yapar. Liseye dek Osmanlıca okuyup, Osmanlıca yazarken, Fransız hocalardan Fransızca öğrenmeye başlar.130 Bu, Meriç’e hem Fransız Edebiyatı’nı ve Batı düşüncesini sevdirir, hem de emperyalist Batı’yı tanıtır.131 Bu nedenle şairliğinin de, Türkçülüğünün de bu yıllara tekabül etmesi bir tesadüf değildir.132 Cemil Meriç’in “Geç Kalmış Bir Muhasebe” başlıklı ilk yazısı 1933’te yerel Yenigün gazetesinde yayımlanır.133 Milliyetçi tutumu ve yayımlanan “Unutma ve Affetme Türk Genci” isimli yazısı okulu bırakmasına sebep olur.134 Türkçülüğü lise son sınıfta gittiği İstanbul’da dönemin aydınlarından Kerim Sadi ve Nazım Hikmet’i tanımasıyla son bulur.135 Bu dönemden sonra yeni bir dönem başlar.136 Daha çok okuyup, daha çok düşündüğü bu yıllarda Meriç’in amacı, insanları birbirinden ayıran tüm kelimeleri aydınlatmaya, yumuşatmaya çalışmak olur.137 Bu dönemi ve daha sonra bütün hayatını özetleyecek sözcük de burada ortaya çıkar: “tecessüs”.138 Tecessüs görme, anlama merakı anlamına gelir. Meriç önce Batı’ya yönelir, Batı’nın kelimelerini araştırır. 1960‟lara dek Batı edebiyatını ve Batı düşüncesini anlamaya çalışır. Ancak 1955’ te gözlerinin miyopunun artması sonucu gözleri görmez olur ama çalışma temposunu hiç düşürmez. Ancak o günden itibaren okuması yazması mümkün değildir tek başına Meriç’in. Okunanları aklında tutması, ayıklaması, belli sentezlere varması bunları yazdırması, yazdırdıklarından makaleler yapması, o makaleleri kitaplaştırması… Nasıl güçlü hafızaya nasıl kuvvetli iradeye, çalışma öğrenme ve öğretme azmine dayanır söylemeye gerek var mı? Eğer bu felaket Cemil Meriç’i bulmasaydı inanıyoruz ki o, verdiklerinin kat kat fazlasını verecek, fikir adamlığının yanı sıra belki bir aksiyon adamı da olacak, fikirlerini kalemiyle savunduğu kadar davranışlarıyla da savunacak, kafalardaki mefhumlar keşmekeşini aydınlatmakla kalmayacak davranış ve karar karmaşıklığına da kendi çapında bir son vermeyi deneyecektir. Ve kendi sözleriyle Meriç gözlerinin görmediği yılları 130Tülay Gencer, a.g.m. s. 21 Gencer, a.g.m.s. 21 132Tülay Gencer,a.g.m.s.21 133Tülay Gencer, a.g. m, s.21 134Tülay Gencer, a.g.m. s.21 135Tülay Gencer, a.g.m.s.20 136Tülay Gencer, a.g.m.s.20 137Tülay Gencer, a.g.m. s.20 138Tülay Gencer, a.g.m.s.20 131Tülay 81 “Sessiz, uyuşuk kendi kendine yeten bir hayat. Ve ebediyete yönelen bir ihtiras.139 Kelimeler dünyasının sultanı olmak, zindanımda, hayır fildişi kulemde, sanatın ve düşüncenin gökdelenini inşa etmek…”şeklinde açıklar. 140 Meriç, bu yıllarda onun için hem bir sosyolog, hem bir tarihçi hem de bir edebiyatçı olan Balzac’tan çeviriler yapar. Cemil Meriç dünyanın kaderini çizen Balzac’tır der. Balzac’ın kendisi ise roman yazmayı ülkeler fethetmeye benzetir. Tıpkı bir Balzac kahramanı gibi kitapların dünyasında tutkuyla yaşayan Cemil Meriç için de Balzac külliyatı hayatın kristalizasyonudur. Cemil Meriç’in tercüme ettiği “ONÜÇLERİN ROMANI” alt başlığını taşıyan seri üç bölümden oluşur Ferragus (1833) Langeais Düşesi (1833) Altın Gözlü Kız (1833). Cemil Meriç, bu üçlemeyi sondan başa doğru çevirir. 141Mahmut Ali Meriç’in katkısıyla yeni baskısı yapılan Altın Gözlü Kız üçlünün son bölümüdür. Ayrıca Ayın Bibliyografyası, Yücel, Gün, Amaç, Yirminci Asır, Yurt ve Dünya gibi pek çok dergide yazılar yazar. Aynı zamanda bu yıllar onun “Fildişi Kulesi” nde olduğu yıllardır. 1960‟larda bu kez Doğu’ya yönelir, Doğu’nun kelimeleri üzerinde düşünür. Doğu, ona İbn Haldun’u, İslam’ı, Hind’i, Maxime Rodinson’u tanıtır. Meriç’e asıl entelektüel kimliğini kazandıran da bunlar olur. 142İbn Haldun için kendi sahasında tek yıldız der Meriç. Bununla birlikte Edward Said Batı eserlerindeki doğu temasının dönemin ünlü yazarları tarafından eserlerinde ne şekilde temsil edildiğini ve nasıl sunulduğunu büyük bir ustalıkla analiz edip yorumlamıştır. Cemil Meriç’in Edward Said ve oryantalizm kitabı hakkında yazdığı yazıyı bu kitabı biz yazmalıydık serzenişi ile bitirmesi Edward Said ile kendini ne kadar bağdaştırdığını ve ondan da büyük ölçüde etkilediğini gösterir niteliktedir.143 Daha sonra yavaş yavaş İslam ve Sosyalizm sentezi oluşmaya başlar.144 “Rodinson’u 1966‟lardan beri tanırım. İlk okuduğum kitabı, düşünce hayatımda geniş ufuklar açan ciddi bir inceleme idi. “İslamiyet ve Kapitalizm”. Aynı yıl Lozan Kulüp’te İslamiyet ve Sosyalizm üzerine uzun bir konferans verdim… Sonra Rodinson’un “Marksizm ve Müslüman Dünya” isimli 700 sayfalık bir eseri daha çıktı (1972). Bu çok zengin ve gerçekten çok düşündürücü eseri de çevreye tanıtmak istedim”. Meriç’in bu sözleri belki, 1967‟de yazdığı “Saint – 139Cemil Meriç, a.g.e.s. 45 Meriç, a.g.e. s. 45 141www.yenisafak.com ,(Melike Gökcan), 12 Ekim 2016 142Tülay Gencer, a.g.m. s. 21 143Tülay Gencer, a.g.m.s.21 144 Tülay Gencer, a.g.m.s.21 140Cemil 82 Simon” ile sosyalizme eğilmesini ve 1974‟te basılan “Bu Ülke” ile “Fildişi Kulesi’nden çıkmasını açıklayabilir. Cemil Meriç “Fildişi Kule” için şu sözleri kullanır: “Fildişi kule, davasız sanat meczuplarını barındıran miskinler tekkesi. Ama her mücahit o tekkede silah kuşanır. Bu zindan değil, bir liman.”145 Cemil Meriç’in yeri hep kütüphane olmuş. Kütüphanesinde bir Don Kişot o. Kütüphanesinde ve “Fildişi Kule’sinde. Aslında hiçbir zaman çıkmamış kütüphanesinden, fildişi kulesini terk etmemiş, İyi ki de diyebiliriz. Agoraya, arenaya, ateş hattına, politikaya inmemiş kulesinden; yol gösterici, aydınlatıcı uyarıcı olmuş hep. 70’li yıllarda fildişi kulesinden çıkar Cemil Meriç, makalelerinde, verdiği konferanslarda, yayımladığı eserlerde, Asya’nın Avrupa’yla hesaplaşmasına tanık oluruz, yüz elli yıldır “gölgeler âleminde” yaşayan ve insanından kopan aydının trajedisini izleriz adım adım; kaypak, müphem, tarif edilmemiş, Avrupa’nın emellerini dile getiren ama bizim şuursuzca benimsediğimiz mefhumlar, ideolojiler, sloganlar… Aydınlığa kavuşur tek tek gözlerimizin önünde.146 Artık Cemil Meriç gerçek bir entelektüel olarak karşımızdadır.147 Ona göre, gerçek entelektüel bir zümrenin emir kulu değildir, gerçek entelektüel bir devrin şuuru olmak zorundadır, bütün hakikatleri yoklamalı, bütün yalanların maskesini yırtmalı, kalabalığa doğruyu göstermeli, her düşünceye saygılı olmalı, vuzuhu fethe çalışmalıdır.148 Gerçek entelektüel ülkesini bütününü bütün ülkelere karşı müdafaa edecek, sınıflar üstü hakikatleri araştıracaktır.149 Gerçek entelektüel dürüst olacak, çok okuyacak, çok düşünecek ve ortaya çıkardığına inandığı hakikatleri vardığı terkipleri korkusuzca yazacak yayımlayacak.150 Devamlı araştıran sık sık lügatlere ansiklopedilere kitaplara başvuran notlar alan çeviriler yapan entelektüel bir fikir işçisidir Cemil Meriç. 1964’te ilk telif kitabı “Hint Edebiyatı” yayımlanır. Bir dünya edebiyatı yazma düşüncesiyle yola çıkan Cemil Meriç, İran edebiyatı ile başlamış ancak daha sonra Hint edebiyatına yönelmiştir. Doğu’ ya karşı olan önyargıları yıkmayı amaçlayan eser “Bir Dünyanın Eşiğinde” başlığıyla basılır. 1970‟lerde Meriç Tülay Gencer, a.g.m.s.22 Meriç, a.g.e.s.18 147Cemil Meriç, ag.e. s.18 148Cemil Meriç, a.g.e. s. 19 149Cemil Meriç, a.g.e. s. 19 150Cemil Meriç, a.g.e.s.19 145 146Cemil 83 ayrıca Hisar, Orta Doğu, Türk Edebiyatı, Doğuş, Köprü, Gerçek gibi dergilerde de yazar. Meriç 70’li yıllarda, düşünce hayatı ve yaşamı bakımından bir yalnızlık içerisindedir, bu sözleri o dönemini açıkça anlatır niteliktedir :“Benim trajedim şu bir kaç satırda: Sevebileceklerim dilsiz, dilimi konuşanlarla konuşacak lakırdım yok. Yani dilimle, zevklerimle, heyecanlarımla “Büyük Doğu” kadrosundayım. Düşüncelerimle, inançlarımla “Yön’e yakınım. Bu bir kopuş, bir parçalanış. Başka bir trajedi de şu: yabancı dil bilenler Türkçe okumuyor, ben yabancı dil bilmeyenlere hitap edemiyorum, daha doğrusu yabancı dil bilmeyenler, kendi dillerini de bilmiyorlar.” 151 Cemil Meriç’ in hayatının anlamı kitaplar… Kitaplar, yani kitaplarda yaşayan insanlar: Düşünceleriyle duygularıyla büyük insanlar onun her zaman kılavuzu, arkadaşı dert ortağı. Bazen onlarla beraber düşünür, bazen onlardan yarı düşünür, her sese kulak verir, her düşünceye saygı duyar. Onlarla diyalog içindedir sabırla dinler, titizce araştırır ve sonra kendisi çıkar sahneye: Onun gür, onun kendinden emin onun yalın onun, kâh bilimsel kâh şiirsel üslubu sürükler götürür size bir yerlere. Sataşan bir üslup, rahatsız eden, tedirgin eden ama düşünmeye davet eden, hakikatı aramaya çağıran, önerilerini dile getiren ya da size öneri getirme sorumluluğuyla baş başa bırakıveren sarsıcı bir yazı tarzı bir fikirleri sunuş yöntemi.152 Cemil Meriç’in Eserleri İnceleme Deneme Günlük Diğer Kitapları Hint Edebiyatı (1964) Saint Simon İlk Sosyolog , İlk Sosyalist (1967) Mağaradakiler (1978) Jurnal I (1992) Kırk Ambar (1980) Bu Ülke (1974, 1985) Jurnal II (1994) Bir Facianın Hikayesi (1981) Bir Dünyanın Eşiğinde (1976) Umrandan Uygarlığa (1974) 151Cemil Sosyoloji Notları Ve Konferansları (1993) Meriç, Jurnal 1, (19.11.1964) 152 84 Işık Doğudan Gelir (1984) Kültürden İrfana (1985) Cemil Meriç’in Adı Verilen Yerler Üsküdar Belediyesi Kültür merkezi (2004) Hatay İl Halk Kütüphanesi (2012) İzmir Cemil Meriç Ortaokulu (2013) 85 KAYNAKÇA Gencer, T. (2012) Cemil Meriç İle Türk Modernleşmesine Bir Bakış. Bitlis Eren Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 1(1). Meriç, C. (1964). Jurnal 1. İletişim Yayınları. Meriç, C. (2018). Bu Ülke. İletişim Yayınları. 86 CEMİL MERİÇ’E GÖRE; KÜLTÜR, İRFAN VE MEDENİYET KAVRAMLARI Gülce ŞEHİTLİ ÖZET Bu makalede incelediğimiz üç kavram olan kültür, medeniyet ve irfan bir millet için çok önemli ve daha derinden incelenmesi gereken ayrıca herkesin anlamlarını ve aralarındaki farkı bilmesi gereken kavramlardır. Tabi ki Cemil Meriç’te bu kavramları anlamak ve hayatına katmak için yıllarını vermiştir. Ben bu makalede sizlere kendi okuduklarım, araştırdıklarım, eğitim durumum, yaşım ve birikimlerimce bilgi vermeye çalıştım. Umarım sizin için faydalı olur. Yıllar boyunca tarih sahnesinde birçok medeniyet görülmüştür. Bu medeniyetler yaşadıkları dönem, çevre, coğrafi konumları ve benimsedikleri dinlere göre kendi kültürlerini oluşturmuşlardır. Zamanla kültürlerin özünü elde etmek ve kültürlerin irfan süzgecinden geçmesiyle irfan elde edilmiştir. Bu açıdan kültür, irfan ve medeniyet birbiriyle bağlantılı ve bir ülkenin oluşması ve gelişmesi için önemli kavramlardır. Bu çalışmada bu üç önemli kavrama Cemil Meriç’in gözünden bakılarak incelenmiştir ve yorumlanmıştır. Şimdi sırasıyla bu üç değerli kavramı sözlük anlamları ve kullanımları bakımından size açıklayacağım. Anahtar Kelimeler: Kültür, Medeniyet, İrfan. Hacı Süleyman Çakır Kız Anadolu Lisesi Öğrencisi 87 GİRİŞ Kültür Yaptığım kavram çalışmasında TDK, Kubbealtı ve Lügat sözlüklerinden yararlandım. 1.Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin.153 2. Bir topluma veya halk topluluğuna özgü düşünce ve sanat eserlerinin bütünü.154 3. Bir kimsenin umumi bilgi seviyesi.155 Cemil Meriç’e göre kültür tanımları: 1. Gerçek kültür, insanı insan yapan değerlerin bütünüdür.156 2. Kültür, insanoğlunun fizik dünyaya, fizik çevreye söz geçirmek için sahip olduğu kolektif araçlar bütünüdür.157 3. İnsana inanıştır, kendini insanlığın kaderinden sorumlu tutuştur. Bir sevgidir kültür, insanın kendi kendini fethidir.158 4. Amaçları içerir.159 Yani Cemil Meriç’e göre kültür, gelenek, bilgi ve yaşanmışlıklara dayalı olarak oluşan birikimdir. Diğer yazarlara göre kültür tanımları: Mehmet Kaplan’a göre kültür; edebiyatın dışındaki bütün güzel sanatlar, resim, musiki, dans, heykel, mimari vb. tümünün kültür sahasına girdiği gibi, güzel sanatlar dışında insanoğlunun elinden çıkma eşya, yiyecek, içecek, elbise, alet, 153www.tdk.gov.tr 154www.lügatim.com 155www.luggat.com 156Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, İstanbul,2018,s.45 Meriç, Kültür’den İrfan’a, İletişim Yayınları, İstanbul 1986,s.43 158Cemil Meriç, Kültür’de İrfan’a, s.10 159Cemil Meriç, Kültür’de İrfan’a, s.49 157Cemil 88 silah vesaire de kültür sahasına girer. Edebiyatı ise kültürün aynadaki aksine benzetir.160 Aliya Izzetbegoviç ise insanın terbiye sayesinde kendine hâkim olma becerisini kazanmasıyla uğraşır.161 Erol Güngör’e göre her toplumun kültürü, o toplumda yaşayan insanların çeşitli problemlere karşı denedikleri çözüm yollarından meydana gelmiştir. Çözüm tarzlarından bazıları zamanla sabit hale gelerek, toplumun bütününe mal olur ve toplumun kültürünü oluşturur.162 Özetle; kültür kavramından doğal olan yani "Hüda-i Nabit"ten yararlanarak insanoğlunun kendini geliştirmek, gelecek nesillerde varlığını sürdürmek üzere oluşturduklarının tamamını anlayabiliriz. İrfan Yaptığım kavram çalışmasında TDK, Kubbealtı,ve Lüggat sözlüklerinden yararlandım. 1. Bilme, anlama, biliş, anlayış.163 2. Gerçeği anlama husûsundaki güçlü seziş yeteneği, görgü ve sezişten gelen ruh uyanıklığı.164 3. Bilme, anlama. Mârifet. Kalble bilip tanıma. Allahü teâlânın ihsânı olan mânevî, vehbî ilim. Buna ma'rifet de denir.165 Cemil Meriç’e göre İrfan Kavramı: 1.İrfan, kemâle açılan kapı, amelle taçlanan ilimdir.166 2.İrfan, bir Tanrı vergisi, cehitle(gayretle) gelişen bir mevhibe (bağıştır) dir.167 Bayram Kök, Medeniyetimizin Sonu Mu Geldi, Yayınlanmamış Makale, Eskişehir 2019 Mehmet Özcan, Aliya İzzetbegoviç’te Medeniyet Tasavvuru, Uluslararası Toplum Araştırmaları 162 Erol Güngör, Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik, Hisar Gönüllüleri 2003, s.8 163 www.tdk.gov.tr 164 www.lügatim.com 165 www.luggat.com 166Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul,1985,s.175 160 161 89 Diğer yazarların irfan kavramı üzerine değerlendirmeleri Nurettin Topçu’ya göre toplumdaki bireylerin ve diğer bireyleri eğitme görevi üstlenmiş eğitimcilerin ilim ile yetinmeyerek irfan sahibi olması gerektiğini vurgulamıştır.168 Erol Güngör’e göre Türk milletinin irfan seviyesine diniyle, kimliğiyle ahlakıyla yükselen bir kültürü olduğunu savunmuştur. Bir inançlar, bilgiler, hisler ve heyecanlar bütünüdür. Yani maddi değildir. Manevi olan kültür, uygulama halinde maddi formlara bürünür. Örneğin dini inançlar, cami, namazdaki beden hareketleri, dini kıyafetler şeklinde görülür.169 Hilmi Ziya Ülken’e göre arayış sürekli ve sınırsızdır, her menzil bir diğerine geçmek için vardır ve sonuçta da “birlik’’e varmak gerekir. Mertebelerden geçerek birliğe varmanın aracı ise “irfan’’dır.170 O halde irfan kavramı ile ilgili değerlendirmeleri özetleyecek olursak insanoğlunun bilme ve anlama ile sınırlı kalmayıp toplumun diğer katmanlarına bir eğitim malzemesi olarak dönüştürmesi ve kendini eğitmesi ile ilgili yolculuğu irfan olarak tanımlayabiliriz. Medeniyet Yaptığım kavram çalışmasında TDK,ve Lüggat sözlüklerinden yararlandım. 1. Bir millet ve toplumun maddî, mânevî varlığına âit üstün niteliklerden, değerlerden, fikir ve sanat hayâtındaki çalışmalardan, ilim, teknik, sanâyi, ticâret vb. sâhalardaki nîmetlerden yararlanarak ulaştığı bolluk, rahatlık ve güvenlik içindeki hayat tarzı, yaşama biçimi, medenîlik, uygarlık.171(TDK) 2. Medenilik, şehirlilik.172 (luggat.com) 3. Adaletseverlik, insanca iyi ve ferah yaşayış. Şehirlilik. Yaşayışta, içtimaî münâsebetlerde, ilim, fenn ve san'atta tekâmül etmiş cemiyetlerin hâli.173 (luggat.com) 167Cemil Meriç, Kültürden İrfana,s..11 Topçu, Kültür ve Medeniyet, Dergah Yay.,İstanbul,2000 169Erol Güngör, a.g.e.s.8 170Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, İş Bankası Yayınları, İstanbul 2013 bkz. 171www.tdk.gov.tr 172www.luggat.com 168Nurettin 90 4. İslâmiyetin emirlerine göre, usulü dâiresinde yaşayış.174 (luggat.com) 5. Düzenli ve ileri hayat seviyesi, şehirlilik.175 (luggat.com) Cemil Meriç’e göre medeniyet tanımları: 1.Umran, geniş mânâsiyle medeniyet, yani: bir kavmin yaptıklarının ve yarattıklarının bütünü, içtimaî ve dinî düzen, âdetler ve inançlar. (Meriç, Umrandan Uygarlığa,147) 2.Politika dediğimiz şeyin bir yüzüdür.(Meriç,Kültürden İrfana,49) 3.Araçları içerir.(Meriç,Kültürden İrfana,43) Diğer yazarlara göre medeniyet tanımları: Aliya İzzetbegoviç’e göre medeniyet; insanın hayatını idame ettirmesi için gereken devlet, şehirler, ilim, teknik gibi işlevsel nitelikte unsurlar demektir.176 Nurettin Topçu’ya göre Medeniyet, insanlığın çalışarak ortaya koyduğu teknik eserlerin bütününden ibarettir.177 Prof. Dr. Mehmet Kaplan'a göre medeniyet ve kültürler, bir bütün teşkil ederler. Her medeniyet kendine has bir kültür ve sanat yaratır.178 Özetle medeniyet kültür ile bir topluluğun ulaştığı seviyenin cisme bürünmüş halidir. Yani bir toplumun eğitim ve okumaya verdiği önemin fiziki çıktısı olan kütüphaneler, sanat ve estetikte üst bir noktayı temsil eden abidevi mimari eserler medeniyet kavramının yansımalarıdır. Şimdi sıra geldi kültür, medeniyet ve irfan kavramlarını daha iyi tanımak için unsurlarını aktarmaya. 173www.luggat.com 174www.luggat.com 175www.luggat.com 176Mehmet Özcan, a.g.m,s.2637 Topçu, a.g.e, s.27 178Mehmet Kaplan, Kültür ve Dil, Dergah Yayınları, İstanbul 2009, s.24 177Nurettin 91 Kültür Unsurları Tarihsel, toplumsa gelişme sürecinde yaratılan bütün maddi ve manevi değeler. Sonraki nesillere iletmede kullanılan birikim. İnsanın egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü. Umumi bilgi seviyesi İnsanı insan yapan değerler bütünü. İnsana inanıştır. Kendini insanlığın kaderinden sorumlu tutuştur. Bir sevgidir. İnsanın kendi kendini fethi. Her çağın yaşadığı düşünceler sistemi Medeniyette bir merhale Medeniyet Unsurları: Bolluk, rahatlık ve güvenlik içindeki hayat tarzı, yaşama biçimi. Ferah yaşayış. Düzenli ve ileri hayat seviyesi. Politika dediğimiz şeyin bir yüzüdür. Düzenli ve ileri hayat seviyesi, şehirlilik. İrfan Unsurları: Güçlü seziş yeteneği. Görgü ve sezişten gelen ruh uyanıklığı Kendini tanımak. İnsanı insan yapan değerler bütünü. Teknik teçhizatımızın bütünü. İnsanoğlunun has bahçesi. Nefis terbiyesi. Kemale açılan kapı. Amelle taçlanan ilim. Tanrı vergisi 92 Cemil Meriç’e göre kültür ve medeniyet kavramları aralarında karşılıklı ve sürekli ilişkiler bulunmakla birlikte aslında birbirinden farklı olan iki kavramdır. Cemil Meriç, kültürün doğup, gelişip, öldüğünü; medeniyetin bu vetire(süreç)’nin son hamlesi olduğunu söylemiştir. Ona göre kültür binlerce yıl yaşayabilir fakat medeniyetin ömrü altı yüzyılı aşmaz. Medeniyetler "kişiler dışı” ve objektif(nesnel)tir. Kültür ise kişilere bağlı ve subjektif (öznel)tir. Fakat her kültür bir medeniyet oluşturmaz. Kültürün medeniyete dönüşmesi için amacına ulaşması ideasını gerçekleştirmesi gerekmektedir. "Her kültür, ferdin geçirdiği merhalelerden geçer: çocukluk, gençlik, olgunluk ve ihtiyarlık. Amacına ulaştıktan, ideasını gerçekleştirdikten sonra katılaşır, yaratıcı gücünü kaybeder, medeniyet olur.179 Kültürle irfan arasında nasıl bir bağ vardır? Bir kültür adamı olmaktan öte, bir irfan adamı olarak Cemil Meriç'in indindeki kültür, irfanla karşılaştırıldığında oldukça katı ve daha fakir bir kelime olarak çıkıyor karşımız. İrfan için " Bir Tanrı vergisi, cehitle(gayretle) gelişen bir mevhibe (bağıştır)(dir)"180 veya "Kemâle açılan kapı, amelle taçlanan ilimdir"181 gibi cümleler kullanan Cemil Meriç kültür için " İnsana inanıştır, kendini insanlığın kaderinden sorumlu tutuştur. Bir sevgidir kültür, insanın kendi kendini fethidir"182 ya da "Gerçek kültür, insanı insan yapan değerlerin bütünüdür."183Cümleler kullanmıştır. Ayrıca Cemil Meriç "Batı, kültürün vatanıdır. Doğu ise irfanın yurdudur." diyerek kültür kelimesini Avrupa’yla; irfan kelimesini de Doğu ile bağdaştırmıştır. Bu bilgilerden yola çıkarak kültür için insanın edindiği bilgi, tecrübe, donanım; irfan içinse bilgi ve donanımının tamamının üstüne insanın kemale olan yolculuğu seçerek bir hissedişe yönelmesidir bağını kurabiliriz. Cemil Meriç’e göre kültürden irfana geçebilir miyiz? Ona göre İbni Sina’yı, İbni Rüştü’yü, Farabi’yi, Sinan’ı okuyup anlamadığımız sürece kültürden medeniyete ya da irfana geçme ihtimalimiz yoktur. 179Cemil MERİÇ, Umrandan Uygarlığa, İletişim Yayınları, İstanbul 2002, s.111 Meriç, Kültürden İrfana,,s.11 181Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul,1985,s.175 182Cemil Meriç, Kültürden İrfana, s.10 183Cemil Meriç, Mağaradakiler, s.45 180Cemil 93 Çünkü medeniyet geçmişin üzerine yerleştirildikçe oluşur ve gelişir. Cemil Meriç’in bu görüşü savunmasının sebebi eğer biz İbni Sina’nın ya da İbni Rüştü’nün kitabını kendi dilinizde okuyup anlayamıyorsak kültüre ya da irfana nasıl ulaşabiliriz? SONUÇ İnsanı insan yapan kültür amelle taçlanan, ilim olan irfan ile buluştuğunda Cemil Meriç’in sözünü ettiği Doğu kültüründen beslenmek ve Avrupa’yı da tanıma eylemi gerçekleşmiş olur. Kendi medeniyetini idrak ederek inşaya devam etmek sözü yeni nesiller için bir kılavuz niteliğindedir. 94 KAYNAKÇA Güngör, E. (2003). Kültür Değişmesi ve Milliyetçilik. Hisar Gönüllüleri Yayınları. Kök, B. (2019). Medeniyetimizin Sonu Mu Geldi?. Yayımlanmamış Makale, Eskişehir. Meriç, C. (1985). Bu Ülke. İletişim Yayınları. Meriç, C. (1986). Kültürden İrfana. İletişim Yayınları. Meriç, C. (1996). Umrandan Uygarlığa. İletişim Yayınları. Meriç, C. (2003). Mağaradakiler. İletişim Yayınları. Özcan, M. (2019). Aliya İzzetbegoviç’te Medeniyet Tasavvuru. Uluslararası Toplum Araştırmaları Dergisi, 11(18). Topçu, N. (2009). Kültür ve Medeniyet. Dergâh Yayınları. Ülken, H. Z. (2013). Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi. İş Bankası Yayınları. 95 DİL İŞÇİLİĞİNİN GÜZİDE ÜÇ ÖRNEĞİ: KAMUS, SÖZLÜK VE LÜGAT BİZİM COĞRAFYAMIZDA KAMUS KÜLTÜRÜ Gülfem ÇAKIROĞLU ÖZET Hayatımız boyunca kullandığımız yazılı ve sözlü kültürde daima başrolde dil yer almaktadır. Dil insanoğlunun dünyaya gelmesinden beri var olmaktadır. Bu kadar uzun süredir var olmasına rağmen asla yok olmamıştır zaten yok olması gibi bir durum söz konusu dahi değildir. Dil olmadan bir yaşam, bir toplum düşünmek mümkün değildir. Buradan da çıkarabiliriz ki dil tükettiğimiz bir malzeme gibi geçici değildir. Ancak bir dilin bir dil ailesine mensup toplum ya da toplulukların o dilin bilim edebiyat ve kültür dili olarak varlığını sürdürmesinde ısrar etmemeleri halinde sıradan bir dil olarak varlığını sürdürmesi mümkün olacaktır. Dil bütün hayatımız boyunca üzerinde çalışılacak değerli bir hazinedir. Türk dili de tarihte ortaya çıkan en eski dillerden birisidir. Türk dili bizim için elbette bu dillerden en önemlisidir. Diline sahip çıkmayan bir millet yok olmaya mahkûmdur çünkü dili yok olan millet her şeyini kaybetmiş demektir. Dil ve dilin önemiyle beraber sözlükler, metinler edebi eserler de ortaya çıkmıştır. Sözlükler; dili doğru kullanmamıza, dilin içindeki sözcüklerin anlamlarını öğrenmemize, nasıl okunduğuna kullanıldığına kadar her alanda işimize yaramaktadır. Biz de bu makale sayesinde bizim coğrafyamızda kullanılan kamusun ve kamusların kültürlerini öğreneceğiz. Eskiler için çok yabancı olmayan kamus kavramının aslında birçoğunuz için şu an zihninizde tam olarak ne olduğuna ilişkin sorular canlanmıştır. Az sonra anahtar kavramlarımda hem bu konuya değineceğim hem de farklı sözlüklerden yararlanarak anlamını vereceğim. Anahtar Kelimeler: Dil, Millet, Kamus, Sözlük, Kültür, Dil işçiliği. Hacı Süleyman Çakır Kız Anadolu Lisesi Öğrencisi 96 GİRİŞ 1. Dil ve Kültür İlişkisi Dil; insanların düşündüklerini ve duyduklarını bildirmek için kelimelerle veya işaretlerle yaptıkları anlaşma, lisan, zeban.184Düşünce ve duyguları ve düşünceleri anlatmaya yarayan herhangi bir anlatım aracıdır.185 Düşünce, duygu ve isteklerin, bir toplumda ses ve anlam yönünden ortak olan öğeler ve kurallardan faydalanılarak başkalarına aktarılmasını sağlayan, çok yönlü, çok gelişmiş sistem, lisan.186 Cemil Meriç’te Dil Türk düşüncesinin en büyük düşmanı dildeki istikrarsızlık(tır).187 Dilde ırkçılık yapmağa kalkışmak çılgınlık(tır).188 Kelimeler bir milletin, bir medeniyet camiasının ortak malıdırlar.189 Argo, yaralı bir vicdanın sesi; uydurma dil, hafızasını kaybeden bir neslin.190 Düşüncenin malzemesi dildir. İstikrarlı, aydınlık bir dil.191 Dilini kaybeden millet, yaşamak hakkını çoktan kaybetmiştir. 192 Dil devrimi, Selânik’in İstanbul’a isyanıdır. Dil devrimi kamusa Anadolu’nun doluşudur.193 Yabancı dil bilen herkes haindir, yabancı dil bilmeyen herkes cahildir. 194 Dil olmayınca millet olmaz, düşünce olmaz.195 184TDK Sözlüğü Sözlüğü 186Kubbealtı Sözlüğü 187Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, İstanbul 2016, s.23 188Cemil Meriç, Mağaradakiler s. 23 189Cemil Meriç, Mağaradakiler s. 213 190Cemil Meriç, Bu Ülke, İletişim Yayınları, İstanbul 2017, s. 86 191Cemil Meriç, Jurnal 1, İletişim Yayınları, İstanbul 2018, s. 126 192Cemil Meriç, Jurnal 1, s. 186 193Cemil Meriç, Jurnal 1, s. 301 194Cemil Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferansları, İletişim Yayınları, 2018, s.108 195Cemil Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferansları, s.326 185TDK 97 Biz evet farklı sözlüklerden size dil konusunda açıklamalarda bulunduk ve Cemil Meriç ‘in sözlerinden alıntıladık ancak bunu bir cümlede açıklamak gerekirse; Millet denilen insan topluluğunun en önemli sosyal varlığıdır. Kültürün ilk ve temel unsurudur. Kültür Kavramı Kültür; bir milletin inanç, fikir, sanat, âdet ve geleneklerinin, maddî ve manevi değerlerinin bütünü, hars, bir milletin sanat ve fikir eserlerinin bütünü.196 Tarihsel, toplumsal gelişme süreci içinde yaratılan bütün maddi ve manevi değerler ile bunları yaratmada, sonraki nesillere iletmede kullanılan, insanın doğal ve toplumsal çevresine egemenliğinin ölçüsünü gösteren araçların bütünü, hars, ekin.197 Kültür kavramını da kısaca özetlemek gerekirse; toplumun maddi ve manevi her şeyini oluşturur. Dil Kavramının Unsurları Düşünce ve duyguları bildirmek için insanların kelimelerle veya işaretlerle yaptıkları anlaşmadır. Kültür Kavramlarının Unsurları Bir milletin inanç, fikir, sanat, âdet ve geleneklerinin maddi ve manevi değerlerin bütünü. Dil, millet denilen sosyal varlığı birleştirmektedir ve fertler arasında duygu ve düşünce birliği vücuda getirmektedir. Bir milletin fertleri arasındaki ortak duygu ve düşünce akımı dille kurulabilmektedir. Bu akım dünden bugüne, bugünden yarına dille aktarılmaktadır. Bundan dolayı dil, aynı zamanda bir kültür aktarıcısı, bir kültür taşıyıcısıdır. Bu yüzden kültür denilince ilk akla gelen şey dildir. Bir milletin tarihi, coğrafyası, değer ölçüleri, folkloru, müziği, edebiyatı, ilmi, dünya görüşü ve millet olmayı gerçekleştiren her türlü ortak değerleri yüzyılların süzgecinden süzüle süzüle kelimelerde, deyimlerde sembolleşerek hep dil hazinesine akıtılmakta, özünü orada saklamaktadır. Milletler duygu ve 196Kubbealtı 197TDK Sözlüğü Sözlüğü 98 düşüncelerini yazıya geçirince daha sağlam bir birlik meydana gelmektedir böylelikle yazı sayesinde duygu ve düşünceler hem zaman hem de mekân içinde yayılmaktadır. Cemil Meriç’te Dil Ve Kültür Kavramları Milletin devamlılık.198 ana vasfı: devamlılık(tır). Dilde, terbiyede, gelenekte Bugün Türk aydını dilini, dinini, tarihini bilmek zorundadır.199 Dil üzerinde çalışmalar ve araştırmalar yapan kimseler bir dil işçisidir. Ancak şu da unutulmamalıdır ki dil canlı bir varlıktır. Dili anlamlandırmak ve dil üzerinde sadeleştirmeler yapmak kolayca yapılacak bir şey değildir. Dil zorlamaya gelmez. Dil tarihi araştırmaları geçmişten günümüze verilen eserler üzerinde yapılmıştır. Bu bağlamda sözlük çalışmaları önem kazanmaktadır. 2. Kamus ve Sözlük “Kamus Namustur.” Sözlük Kavramı Sözlük: Bir dilin bütün veya belli bir çağda kullanılmış kelime ve deyimlerini alfabe sırasına göre alarak tanımlarını yapan, açıklayan, başka dillerdeki karşılıklarını veren eser, lügat.200 Türkiye’de “lugat” karşılığı olarak teklif edilip çok kullanılan kelime diğer Türk lehçelerinde de vardır. Bir dilin kelimelerinin bütününü veya belli bir kısmını, deyimlerini alfabe sırasına, bazen da konu veya kavramlarına göre anlamlandıran, açıklayan veya başka dillerdeki karşılıklarını veren eser, lugat.201 198Cemil Meriç, Jurnal 1, s.71 Meriç, Sosyoloji Notları ve Konferansları, s.348 200 TDK Sözlüğü 201 Kubbealtı Sözlüğü 199Cemil 99 Kamus Kavramı Kamus: Bir dilin bütün kelimelerini içine alan büyük sözlük, büyük lügat kitabı; bir konuyla ilgili maddeleri alfabe sırasına göre toplayan geniş eser [Meşhur âlim Fîrûzâbâdî’nin (XV. yüzyıl) büyük Arapça lügatinin ismi olup aslında “deniz, denizin en derin yeri, deryâ, okyanus” anlamında olan kelime bu esere isim olduktan sonra “sözlük” manâsında kullanılmaya başlanmıştır].202 Sözlük, büyük sözlük.203 Sözlük Kavramlarının Unsurları Bir dilin bütün veya bazı belli bir zamanda kullanılmış kelime ve deyimlerin tanımını yapan eserdir. Kamusun Unsurları Bir dilin bütün kelimelerini içine alan büyük sözlük, büyük lügat kitabıdır. Cemil Meriç’te Kamus Kâmus bir millietin nâmusudur.204 Kamus, bir şuuruyla...205 milletin hafızası, yani kendisi; heyecanıyla, hassasiyetiyle, Büyük milletler, kişiliklerinden vazgeçip alfabenin işaretlerine sığınınca, insanlar da sloganlara teslim oldular.206 Türk Tarihinde Bazı Sözlük Çalışmaları IV. (X.) yüzyılın sonlarına kadar yazılan lugat kitapları konularına göre değişik adlar taşıdığından sözlük kavramını karşılayan ortak bir terim henüz mevcut Kubbealtı sözlüğü 202 TDK Sözlüğü 204 Cemil Meriç, Bu Ülke, s. 18 205 Cemil Meriç, Bu Ülke, s.19 206 Cemil Meriç, Kültürden İrfan, İletişim Yayınları, İstanbul 2017, s.331 203 100 değildi. Bu dönemde ve daha sonraki süreçte lugat kelimesi “dil, lehçe” mânasına geliyordu. “Sözlük bilimi” anlamında ilmü’l-luga ve mu‘cemiyyât ile sözlük karşılığı olarak kullanılan mu‘cem ve kâmûs kelimeleri sonradan terim haline gelmiştir. Kaşgarlı Mahmud, Kitâbu Dîvânü Lugati’t-Türk Şeyhülislâm Mehmed Esad Efendi, Lehcetü’l-Lügat James William Redhouse, Müntahabât-ı Lügât-i Osmâniyye Şemseddin Sâmî, Kamus-ı Türkî Hüseyin Kâzım Kadri, Türk Lugati (4 Cilt) Türk Dil Kurumu, Türkçe Sözlük Ferit Devellioğlu, Osmanlıca-Türkçe Ansiklopedik Lügat Mehmet Doğan, Doğan Büyük Türkçe Sözlük İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük Kubbealtı (3 cilt) Mehmet Kanar, Osmanlı Türkçesi Sözlüğü (2 cilt).207 Cemil Meriç’in Kelime Şiiri Tanrı, yıldızlarla oynayan bir çocuk. Senin yıldızların kelimeler, söyle raks etsinler, alev saçlarıyla sonsuz bahçesinde hayallerinin. Kelime ormanda uyuyan dilber; şair uzaklardan gelen şehzade. Öyle seveceksin ki kelimeleri, sana yetecekler. Yıldızlar Tanrı’ya yetmiş mi? 207Feyyaz Kandemir, Türkçe Sözlükleri, 2017 101 Kelimeler benim sudaki gölgem, okşayamam onları, öpemem. Bir davet olarak güzel kelime ve muhterem. Gönülden gönüle köprü, asırdan asıra merdiven. Kelime kendimi seyrettiğim dere. Kelime sonsuz, kelime âdem. Cemil Meriç’in Kelimeleri Kelimeleri tarif etmeden girişilecek her tartışma kısır kalmağa mahkûm(dur).208 Ülkeler ne kadar bizimse, kelimeler de o kadar bizimdir.209 (J 1, 70) Kelime sinen, şahlanan, kanatlanan, kâh uçuruma atılan, kâh ufuklara süzülen rüya mahlûklarının boyunlarına takmak istediğimiz kement.210 Kelimeler bütün bir devri aydınlatan ateş böcekleri.211 Her kelime bir devrin billurlaşmış kıymet hükmü, bir devrin, bir cemiyetin, bir sınıfın.212 Her çağ kendi kelimelerini söyletmiş kelimeye; her demagog kendi yalanlarını.213 3. Dil İşçiliği Anlamlandırmak isteyen ve anlam vermeye çalışan dil işçisidir. Anlamlandırma yaşamını gerçekleştirmek isteyen insan için gereklidir. İnsan doğduğu andan başlayarak sosyalleştirilme ve sosyalleşme süreci içinde yaşadığı örgütlü yapıların işaret sistemlerini, sembol setlerini ve dillerini öğrenir. Böylece insan yaşadığı çevredeki anlam sistemleri içine sosyalleşir. Bunun anlamı, insan sosyalleştiği anlam sistemleri tarafından önemli ölçüde biçimlendirilir. İnsanın düşünceleri yetiştiği çevrenin kültürel şifre setleri ve dünya görüşleri tarafından harekete geçirilir ve yönetilir. İnsanın ilişkisini ve deneyimini yorumlamaları sosyal bakımdan yaratılan ve sosyal bakımdan konumlandırılan sembolsel dünya 208Cemil Meriç, Bir Facianın Hikâyesi, Umran Yayınları, İstanbul 1981, s.36 Meriç, Jurnal 1, s.70 210Cemil Meriç, Jurnal 1, s.130 211Cemil Meriç, Jurnal 1, s.143 212Cemil Meriç, Jurnal 1, s.143 213Cemil Meriç, Bu Ülke, s.20 209Cemil 102 tarafından imkân verilir. Bu sembolsel dünya, aslında insanın dışında, insandan ayrı bir dünya değildir: bu dünyayı ve sembollerini yaratan ve kullanan insandır. “Bu Ülke”, Cemil Meriç’in fikriyatının özeti gibidir. Bu eserde Meriç, bir kez daha insanlığın komedyasını dolaşmış ve “Bu komedyayı kimin yazdığını bilmesek, birkaç Homeros aramağa kalkardık” demiştir. Meriç, şu ilginç sözlerle içindeki Balzac sevgisini ifade etmiştir: “Her mayıs Balzac’la yeniden doğarım. Dante için Vergilius ne idi bilmiyorum. Yarı yolda bırakan bir kılavuz… Balzac’la başladım yazı hayatına, Zweig ömür boyu yaşadı ve Balzac’ı, eserini tamamlayamadan öldü. Yıllardır yazmak istediğim bir Balzac var: Belki de hiçbir zaman gerçekleşmeyecek bir rüya.” Balzac, gerçekten de yazarken hissederek benimseyerek yazmıştır, hiçbir zaman bir olayı uzaktan izler gibi değil daima içindeymiş gibi yazmıştır. Yine Meriç, yazının devamında Balzac’tan bahsederken; “Kaynakları hem hayal, hem hakikat. Rüyayla kaynaşan gerçek. Bu romanlar birer itirafname değil, Balzac konuları seçmez, konular seçer Balzac’ı.” demiştir. Balzac’ın söyledikleri, anlattığı konular insanların yaşamlarındaki bazı dönemlerinden seçilmiş sahneler gibidir. Balzac’ı tanımak için; “düşüncelerini, acılarını, heyecanlarını bilmemiz lâzım, hiç değilse.” Meriç’in dediği gibi Balzac, gerçekçilik ancak sadece gerçeklik değil, hayatın en gerçekçi ve en doğal haliyle kendisi. Aslında Balzac da bir dil işçisidir. Edebiyatımızın önemli dil işçilerinde biride elbette Cemil Meriç’tir. Cemil Meriç yazdığı her bir cümleden her bir kelimeyi en ince ayrıntısına kadar düşünmüş ve bu şekilde anlamlandırmıştır. Meriç elbette bu anlamlandırmayı yaparken ve yapmadan önce çok fazla kitap okumuş, sözlük anlamlarını oluşturmuş, kendince anlamlar da yükleyip sadece sözlük anlamıyla kalmamıştır. Cemil Meriç yanlış dil işçiliği hakkında şu sözleri söylemiştir: Tercüme eserler, edebiyatı kucaklayan fikir kaynaklarından –çok defa- kirli ve delik deşik kovalarla aktarılmış damlacıklardır.214 214Cemil Meriç, Bu Ülke, s.43 103 SONUÇ Bu çalışma ile aslında biz de bir dil işçiliği yapmaya çalıştık. Gerek günlük dilde konuşmak için gerek yazım dilinde kullanmak için Balzac Cemil Meriç’in örnek aldığı, yazmış olduğu birçok eserde üslubu olsun, yazı yazarken kelimelerine anlam kazandırma biçimi olsun gerçek anlamda bir dil işçisidir. Düşüncelerini okuyucuya aktarabilmek için diğer yazarlarda olduğu gibi dil işçiliği yapmıştır. Yukarıda verilen Balzac örneğinde olduğu gibi günlük konuşma dilinde ve yazı dilinde kullandığımız kavramları kullanıp geçmemek gerektiğini, üzerinde çalışma yapmak, sözlük kullanmak, kamus karıştırmak ve fikir yürütmek gerektiğini aktarmaya çalıştık. Günümüzde dijital ortamda da sözlükler bulunmaktadır. Gelenekte olduğu gibi sözlüklerin sayfasını karıştırmadan başta Türk Dil Kurumu’ nun resmî sitesindeki sözlükler olmak üzere dijital ortamdan pek çok sözlüğe ulaşılabilmektedir. Aynı şekilde Kubbealtı Lugati lugatim.com.tr adresinden önemli bir ihtiyacı karşılamaktadır. Bu yönüyle umarım yaşıtım olan arkadaşlara kavramların, hem de bizim hayatımızın bütününü ilgilendiren kavramların üzerinde ne kadar çalışma yapılması ve hayatımızda bu çalışmanın bir entelektüel süreklilik ile sürdürülmesi gerektiğini ifade edebilmişimdir. Hüsrev Hatemi Bey’in bir dil işçiliği örneği olan Kelimeler Kitabı bu konuda ilgi çekici bir örnektir. Bu kitaptan öğrendiğimiz şey şudur; dile merak çok küçük yaşlarda başlar, ama hayat boyu sürdürülen bir serüven olursa ortaya böyle saygı duyulacak bir eser çıkar. Cemil Meriç büyük eserlerin oluşum sürecini şu şekilde anlatmıştır: Büyük eserler, uzun doğum sancılarının mahsulüdür.215 Yazar küçük yaşlardan itibaren kullandığı kelimeleri hikâyesi ile birlikte okuyucuya tanıtmaktadır. Kelimeler ve Kavramlar etrafımızdaki tüketim nesneleri ve dijital unsurlar kadar dikkatimizi çekmelidir. Eskilerin bir sözü vardır; lugata meydan okunmazmış. Sabırla ve gayretle anlamını bilmediğimiz kelimelerin anlamını sözlüklerden araştırmalı, sonra kullanmaya başlamalıyız. Cemil Meriç’te kitap kendi cümleleriyle şöyledir: Kitap, istikbale yollanan mektup, smokin giyen heyecan, mumyalanan tefekkür.216 Okurken sadece ilham alırız. Kafamız dilediği gibi çalışır.217 Kitap, beraber yaşar sizinle, beraber büyür.218 Cemil Meriç, Bu Ülke, 2017, s.44 Cemil Meriç, Bu Ülke, 2017, s.102 217 Cemil Meriç, Bu Ülke, 2017, s.114 218 Cemil Meriç Bu Ülke, 2017, s.102 215 216 104 KAYNAKÇA Ayverdi, İ. (2011). Misalli Büyük Türkçe Sözlük. Kubbealtı Yayınları. Meriç, C. (1981) Bir Facianın Hikâyesi. Umran Yayınları. Meriç, C. (2016) Mağaradakiler. İletişim Yayınları. Meriç, C. (2017) Bu Ülke. İletişim Yayınları. Meriç, C. (2017) Kültürden İrfana. İletişim Yayınları. Meriç, C. (2018) Jurnal 1. İletişim Yayınları. Meriç, C. (2018) Sosyoloji Notları ve Konferansları. İletişim Yayınları. Meriç, C. (2018) Umrandan Uygarlığa. İletişim Yayınları. Tuncer, H. (2010). Nemesis’e İnat Körlüğün Nârını İlmin Işığına Çeviren Adamın Aforizmaları. Hece/Aylık Edebiyat Dergisi. 105 ASABİYET: BİRLİĞİN KAYNAĞI ASABİYET: AYRILIN KAYNAĞI Gülru ÇAKIROĞLU ÖZET Her insan topluluğunun kendine göre bir medeniyeti vardır, az veya çok zengin, az veya çok eski bir medeniyet. Cemil Meriç’e göre ‘medeniyet’i en iyi açıklayan iki kavram vardır: Umran ve Asabiyet. Bu çalışmada yıllardır düşünürler arasında kargaşaya sebep olan asabiyet kavramı yorumlanmıştır. Büyük düşünürler İbn Haldun, Babanzâde Ahmet Naim Efendi, Ziya Gökalp ve Cemil Meriç’in bu kavram hakkındaki düşünceleri ve asabiyet kavramını açıklamamıza yardımcı olan akraba kavramlar üzerinde durularak ve yorumlanacaktır. Anahtar Kelimeler: Asabiyet, Medeniyet, Ümmet, Irk, Millet, Milliyet. Hacı Süleyman Çakır Kız Anadolu Lisesi Öğrencisi 106 GİRİŞ Cemil Meriç, düşünce hayatında farklı dönemler geçirmiştir. Türk aydının Avrupa karşısında kendini küçük görmesini eleştiren Meriç, yeni neslin hem Doğu kültüründen beslenmesi gerektiğini hem de Avrupa’yı tanıması gerektiğini vurgulamıştır. Bu çalışmada ‘kendisi olma’ tartışmaları içinde önemli yer tutan asabiyet kavramına bakış açısı ve Cemil Meriç’ in etkilendiği düşünürlerin görüşleri tespit edilmeye çalışılacaktır. Cumhuriyet Devri aydınları içinde özel bir yere sahip olan yazarın “Umrandan Uygarlığa” eserinde asabiyet kavramına bakış açısı tespit edilmeye çalışılacaktır. Asabiyet: 1.Aynı soydan gelenlerin veya bir başka sebeple aralarında yakınlık bulunanların muhaliflere karşı birlikte hareket etmelerini sağlayan dayanışma duygusu. 2.Akraba, soy sop, kavim, vatan, millet ve din gayreti gütme. 3.Akrabalık. Millet: 1.Genellikle aynı topraklar üzerinde yaşayan, aynı soydan gelen ve aralarında dil, din, tarih, sanat, töre, dünya görüşü ve ülkü birliği bulunan insanlar topluluğu, ulus. 2. Bir yerde toplanan veya bir yerde bulunan kimselerin tamamı, herkes, kalabalık, ahali. 3. Bir din ve mezhepte bulunan cemaat. Milliyet: 1. Millî vasıf ve nitelikleri taşıma, millî olma durumu. 2. Bir kimsenin mensup olduğu millet. 3.Ümmet. Aralarında din, dil ve tarih birliği olan topluluktaki hâl. Millet olma. Aralarında maddi mânevi birlik ve beraberlik râbıtaları bulunan topluluktaki vasıf. 4. Aynı milletten olma hâli. 107 Ümmet: 1.Bir peygambere îman edenlerin, onun getirdiklerine inanıp tâbi olanların meydana getirdiği topluluk. 2. Kavim, cemaat, tâife. 3. Bir Peygambere inanan insan topluluğu. Irk: 1.Nesil. Zürriyet. Sülâle. 2. Soy. Kök. Damar. 3.Kök, asıl. 4.Ayrı soyda olan, ayrı dilde konuşan değişik kültüre sâhip, şeklî özellikleri bulunan insan topluluğu, millet. Medeniyet: 1. Bir millet ve toplumun maddî, mânevî varlığına ait üstün niteliklerden, değerlerden, fikir ve sanat hayatındaki çalışmalardan, ilim, teknik, sanayi, ticaret vb. sahalardaki nimetlerden yararlanarak ulaştığı bolluk, rahatlık ve güvenlik içindeki hayat tarzı, yaşama biçimi, medenîlik, uygarlık. 2. Düzenli ve ileri hayat seviyesi, şehirlilik. Cemil Meriç ‘Umrandan Uygarlığa’ kitabında ‘asabiyet’ kavramını başta İbn Haldun olmak üzere birçok önemli düşünürlerden tanımlar alarak yorumlamıştır. Şimdi sizlere Cemil Meriç’in düşüncelerini şekillendiren düşünürlerin ‘asabiyet’ kavramını nasıl yorumladıkları anlatılacaktadır. Cemil Meriç'in İbn Haldun'u, "Kılıcıyla fethedemediği ülkeleri kalemiyle fethetmiştir." Gerçekten de Mısır'dan Tunus kırsallarına ve hatta Anadolu'ya kadar bölük pörçük olmuş bir coğrafyada savaşlar savaşları, bozgunlar bozgunları kovalarken, yazdığı eserin belki de en büyük talihsizliği İstanbul'un fethinden evvel yazılmış olmasıdır. Belki de bu yüzden Cemil Meriç'in dediği gibi İbn Haldun; daha sert, daha buhranlı, daha ümitsiz bir çağın adamıdır. Ve yine 108 bu yüzden 'nesep' veya 'sebepten' teşekkül etmiş asabiyetin yükselişi, kayboluşu ve şehirli toplumu bir arada tutan tutkalın gevşemesi ile son bulan dairenin devinimini dört nesille, bir yüzyıldan biraz fazla bir zamanla sınırlı tutar. 219 İbn Haldun’a Göre Asabiyet (Kavmiyetçilik) İbn-i Haldun'a göre asabiyye bağı bir grup içindeki yardımlaşma ve şeref duygusundan gelen ve dış düşmanlarla uğraşma gücü veren bir bağdır. Eğer tüm topluluklar eşit oranda işbirliği yapmış olsalardı böyle farklılıklar olmazdı. Toplumsal örgütlenmenin çap ve yoğunluğunu belirleyen değişken grup duygusu, grup dayanışması Asabiyye'dir. Tüm ilkel gruplarda dayanışma, direniş gücü ve cesaret vardır ve hepsi de zenginliğe ve boş zamana ulaşmak isterler. Grup dayanışması onları fetihler yapmaya da götürür. Ya var olan bir devleti fethederler ya da yenisini kurmaya çalışırlar. Ancak devlet kurma aşamasında kan bağı yeterli gelmez. İhtiyaç duydukları yeni gücü ise dinde bulurlar Din, asabiyyesi en güçlü olan grubun içinde gelişir ve yayılır. Din, dünyevi istekler ve hısımlığın ötesine geçtiği için kan bağına dayalı asabiyyeden çok daha güçlü bir sadakat duygusu yaratır. İbn-i Haldun'a göre din, bir uygarlığın yaratılışındaki en üstün güçtür ve aynı zamanda o uygarlığı korumak için de en etkili olanıdır. Haldun’un kendisi kavramı, “Himaye, müdafaa, mutalebe ve ortaklaşa yapılan her türlü içtimai faaliyet o sayede husule gelir. Memleketlerin fethi, zaptı, istilası, işgali, zaferlerin kazanılması bu şekilde tahakkuk eder”220 şeklinde açıklar. Süleyman Uludağ da açıklamalarında, “Bir kabile ve fertleri, asabiyet hissi sayesinde can ve mal emniyetine kavuşur. Bu hissin sevkiyle savaşır, öldürür veya öldürülürler. Şu hâlde birleşmenin, dayanışmanın, feragatin ve fedakârlığın kaynağı asabiyettir.” der. Asabiyetin Üç Türü İbn Haldun’a göre, kan bağına dayalı nesep asabiyeti esas olmakla birlikte, başka nedenlerden doğan sebep asabiyetleri de vardır. Asabiyetin üç türünden söz eder: Köle ile efendisi arasındaki velâ olarak isimlendirilen ilişkinin yarattığı ve 219Meryem 220İbn İlayda Atlas, LacivertDergi,2017,s.22 Haldun, Mukaddime,S.Uludağ tercümesi, İstanbul-1982, s. 121 109 kölenin özgürlüğüne kavuşmasından sonra da devam eden asabiyet. Bir anlaşmaya dayalı olarak yahut doğal dostluklarla oluşan ve hilf denilen asabiyet. İnsanların bakım ve gözetimleriyle ilgili ilişkilerden doğan bir asabiyet ki, sultana bu şekilde bağlanan ve mevali olarak nitelenen özel birliklerin asabiyetidir. Din, mezhepler, siyasi anlayışlar yahut ideolojilerle ayrışan toplumsal kesimlerde de bu tür asabiyetler oluşur. Ancak, hiçbir asabiyet nesep asabiyetine dayanmadan başarıya ulaşamaz. Eski kabilelerde bu duygu çok güçlü ve kapsamlıdır; insanların bireysel suçlarının sorumlulukları bile kabile çapındadır. Sorumlulukların/cezaların şahsiliği ilkesi çok sonraki dönemlerde ulaşılan bir aşamadır. Asabiyetin nihai hedefinin mülk / devlet olmak olduğunu söyleyen İbn Haldun, Arapların kibirli, hırslı, rekabetçi, kıskanç ve zor boyun eğen bir kavim olduklarını, bu vahşi karakterlerinden ötürü mülke ulaşamadıklarını ifade eder. Bu tabiattaki milletler ancak peygamberlik, velayet yahut genel olarak dinin etkisiyle mülke ulaşabilirler. “Tabiatlarında bir inkılâp meydana geldikten ve dinî bir boya ile tebeddüle uğradıktan sonra ancak Araplar mülk elde ederler. Söz konusu dinî renk, anlatılan şeyleri onlardan siler. Kendilerine dâhili ve vicdani bir müeyyide meydana getirir; halkı birbirine karşı müdafaa etmeye, korumaya sevk eder.”221 Din, asabiyet sahipleri arasındaki rekabetleri, kıskançlıkları ortadan kaldırır ve onları sadece Hakk’a yöneltir. “Dinî davet, yeterli sayıya sahip olan asabiyet kuvvetine ek olarak devletin aslındaki kuvvetini daha da artırır.” Esas olan kabile asabiyetidir; o olmadan toplumsal bir başarıya ulaşılamaz. Dinî renk bu asabiyete ek bir güç kazandırarak başarılarını artırır. Bu yüzden, “Dinî davet asabiyete dayanmadan tamamlanamaz.”222 Mütefekkirimiz, sahih olduğunu söylediği bir hadis nakleder: “Allah, kavminin himayesinde olmayan bir peygamber göndermemiştir.” Dinî ıslahat, ihtilal ve ayaklanmalara girişenler de, kabile asabiyetine dayanırlarsa ancak başarılı olabilirler. İ. Haldun bununla ilgili tarihi örnekler verir. Dinî duyguları istismar ederek, ıslahat iddiasıyla mülke oturmak isteyenlerden hiç biri, kabile asabiyetine dayanmadıkça başarılı olamamıştır. Samimi ıslahatçılar da kabile asabiyetine dayanmadıkça başarılı olamazlar. 221İbn 222İbn Haldun, Mukaddime, Dergâh Yayınları, İstanbul,2016,s.474 Haldun,a.g.e.s.488 110 Nesep asabiyeti doğuştan bir duygudur. “Allah’ın, kullarının kalbinde yarattığı, dar ve sıkışık zamanlarda hısım ve akrabanın imdadına koşma ve onlara karşı şefkatli olma duygusu insan tabiatında mevcuttur. Yardımlaşmaya ve dayanışmaya vesile olan bu duygu olduğu gibi, düşmanlarına daha çok korku salmalarının sebebi de budur.” Haldun, Kurân’ın Yusuf Suresinden de delil getirir. Bugün biz bu gerilimin doğuştan motive edilmiş olmadığını, ancak sevgigüven ve korku-saldırganlık biçiminde gizilgüç olarak insanda var olduğunu söyleyebiliriz. Bunun asabiyet olarak güdülenmesi ve ortaya çıkması yaşanan kültür çevresinin etkisiyledir; en geniş anlamında, eğitimin eseridir. Esasen İbni Haldun da şöyle demektedir: “Her ne kadar nesep tabii bir şeyse de, nihayet o da vehmi (manevi, itibari ve hayali)dir. Kaynaşmanın husule gelmesine esas olan (gerçek) husus ise, bir arada yaşama, yekdiğerini savunma, uzun süren mümarese, birlikte yetişme ve süt emme durumunun meydana getirdiği rabıta ile hayat ve mematla ilgili olan sair hâllerden ibarettir.”223 Görülüyor ki Üstat, asabiyetin gerçeğini toplumsal ilişkiler ve yaşama beraberliğine bağlamaktadır. “Söz konusu durumda kaynaşma hâsıl olunca, imdada koşma ve yardımlaşma hâli, onu takiben ortaya çıkar. Kabile ve kavimler üzerindeki gözlemler bunun böyle olduğunu göstermektedir.” 224 İbn Haldun, asıl ve güçlü olan asabiyet kabile asabiyetidir derken, bu tespitini kuramsal ve sürekli bir ilke olarak ileri sürmemekte, tarihin ve halin gözlemlenmesinden çıkan bir sonuç olduğunu söylemektedir; yani, kavmi asabiyet tarihî bir gerçekliktir. Babanzâde Ahmet Naim Efendi’ye Göre Kavmiyetçilik (Asabiyet): II. Meşrutiyetin ilânından sonra millet/milliyet kavramlarının anlam farklılaşmaları, yeni anlamlar kazanmaları giderek daha fazla milliyetçilik tartışmaları içinde cereyan edecektir. Bu tartışmalar arasında Ahmet Naim Efendi doğru kavramın ‘kavmiyet’ olduğunu ileri sürer. Kavramlar ve terimler konusunda hassasiyetleriyle bilinen Naim Efendi “kavmiyet”i kullanmakla birkaç şeye birlikte işaret etmiş oluyor. Bunlardan biri Türkçü-milliyetçilerin yürüttüğü “milliyetçilik” mücadelesini batıdaki nasyonalizmle aynı veya ona yakın bir muhtevada anlaması veya kendi fikirlerini, İbn Haldun,a.g.e.s.531 İbn Haldun, aa.g.e,s.531 223 224 111 iddialarını kuvvetlendirmek için böyle sunmasıdır. Bununla irtibatlı olarak Türk Yurdu çevresinin yapmaya çalıştığının hâlâ ağırlıklı olarak din üzerinden tanımlanan milletle-milliyetle alakalı olmadığını dolaylı olarak vurgulamaktır. Ahmet Naim Türkçüleri önce “Halis Türkçü” ve “Türkçü-İslâmcı” olarak ikiye ayırıyor ve müzakere ve tenkitte muhatap alacağı grubun esas itibariyle ikinciler olduğunu söylüyor.225 Babanzâde Ahmet Naim Efendi’ye göre kavmiyetçilik, milliyetçilik, ırkçılık İslâmiyet tarafından şiddetle yasaklanmış ve kötülenmiştir. Böyle bir dava İslâm’ın kıvam ve bekasına, Müslümanların uhuvvetine, refah ve saadetine aykırıdır. Hele İslâm diyarının çoğu düşmanların eline geçerken bir avuç Müslümanın kavmiyet ve ırk davasına kalkışması cinnettir, dalâlettir. “Ziya Gökalp ve İslâmcılık (Kavmiyetçilik) Gökalp'in klâsik İslâm anlayışını modernleştirmek amacıyla öne sürdüğü öneriler ve savunduğu düşünceler; onun kurumsal anlamda dinî hukukî ve siyasal kurallarından arındırılmış bir genel ahlâk sistemi olarak değerlendirdiğini göstermektedir. Bu bakımdan Gökalp’in düşün evreninde İslâmiyet, ahlâkî ve normatif bir toplumsal sistemdir. Bu yargımızı kuvvetlendirmek adına, Şerif Mardin’in de "Gökalp'i ilgilendiren, İslâmiyet'in teolojisi değil, toplumsal işlevidir." Görüşünü hatırlatmak önemlidir. Özellikle "İslamiyet ve Asrı Medeniyet" adlı makalesinde bu konuyu uzun uzun ele alan Gökalp, Hıristiyanlığın bile ancak İslâmiyet'in esaslarına yaklaşmak suretiyle medenîleşebildiğini ispata çalışmaktadır. Ve dinin gereği gibi anlaşılmasını da bu toplumların ilerlemesinde eşdeğer tutmaktadır. Gökalp'e göre "Türk fikir adamları Türklüğü inkâr ederek, dinler arası bir Osmanlıcılık hayal ettikleri zaman İslamlaşmak gereğini duymuyorlardı. Hâlbuki Türkleşmek mefkûresi doğar doğmaz İslâmlaşmak ihtiyacı da duyulmaya başladı." Ayrıca, Ziya Gökalp sık sık şunu da tekrar etmektedir: "Türkleşmek ve İslâmlaşmak ülküleri arasında bir çatışma olmadığını söylemiştik. Bunlarla çağdaşlaşma ihtiyacı arasında da bir çatışma yoktur. Şu farkla, her birinin etki alanlarının sınırlarını belirleyerek bu üç gayenin üçünü de kabul etmeliyiz; daha 225İsmail Kara, İslâm’da Dava-yı Kavmiyet’in Esas Meselesi Ne İdi? Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları,s.197 112 doğrusu bunların bir ihtiyacın üç ayrı noktadan görünüş biçimleri olduğunu anlayarak "çağdaş bir İslâm Türklüğü" yaratmalıyız. Kaldı ki, ona göre; söz konusu üç akım aynı ihtiyaçtan doğmuştur. Bütün bunların ışığında Gökalp'in, devleti ayakta tutabilmek için İslâmcılık siyasetinden ayrılmadan, Türkçülük siyaseti izlemeyi amaç edindiği sonucunu çıkartmak mümkündür. Yine bu bağlamda onun benimsediği İslâm anlayışının siyasi bir İslâmcılık değil; Türkçülüğün yardımcısı olan bir mefkûre olduğu sonucu da ortadadır. "Türkçülüğün Esasları"na bakıldığında, Türklükte din meselesi onun için bir dil meselesinden ibarettir. Bu nedenledir ki, Gökalp, din kitapları ve hutbelerle vaazların Türkçe olmasını anlamaktadır. Bu düşüncesiyle, Ziya Gökalp'i Cumhuriyet devrinin laik inkılâpçılarından ve hatta dinde reform yapmak isteyen dindışı aydınlardan ayırt etmek çok güçtür." (Güngör, 1996, 51) O, bu şartlar altında dini varoluşsal bir öğe olarak görmüş olmasına rağmen, O'nun çizgisi dikkatlice incelendiğinde dinin tonunun düştüğü ve dini araçsal kullandığı şeklindeki ithamlara hedef olduğu görünmektedir. Gökalp’in dinî alandaki düşünceleri ve meselelere yaklaşımı onun kişiliğinin en önemli bir özelliğinin yansıması olarak tasavvufi düşünce ile rasyonalist ve pozitivist düşünceden de etkilendiği ve bu farklı akımları sentezlediği gibi bir sonucuna ulaşmamıza yol açmaktadır. SONUÇ Meriç “Umrandan Uygarlığa” kitabında asabiyet kavramından şöyle bahsetmiş: İnsan, daha güçlü hayvanlara karşı kendini koruyamaz tek başına, tek başına ihtiyaçlarını karşılayamaz; demek ki, bir arada yaşamak tabii ve zaruri. Ama insanlar saldırgandırlar. Bazı müeyyideler olmadıkça bir arada yaşayamazlar. Bu müeyyidelerin kaynağı, ya iradesini kalabalığa kabul ettiren güçlü bir ferttir yahut içtimai tesanüt. Ortak bir otoriteye duyulan ihtiyaçtan devlet doğar. Şekil madde için ne ise, devlet de toplum için odur. Bunlar birbirlerinden ayrılamaz. İçtimai tesanüdün (asabiyet) kaynağı akrabalıktır, küçük toplumları o bağlar birbirine. Ama aynı çevrede, aynı hayatı yaşayan insanlar için bu bağın hiçbir önemi yoktur. Bir arada yaşayış, akrabalık kadar 113 kuvvetli bir tesanüt yaratabilir. İçtimai tesanüt en çok göçebeler arasında kuvvetlidir. Zira göçebelerin hayatı her an yardımlaşmalarını gerektirir.226 Buraya kadar Cemil Meriç’in değer verdiği üç temel düşünürün kavmiyetçilik, asabiyet konusundaki görüşlerini özetlemeye çalıştık. Kavramların üçünü de kullanmaya özen gösterdik. Henüz lise öğrencisi olmamız bu çalışmanın çerçevesini ve içeriğini geniş tutmamızı gerektirdi, kavramların herhangi birisinin üstüne yoğunlaşmam doğru olmazdı. Asabiyet ve ilintili kavramlar günümüzde de tartışılmaya devam etmektedir. Asabiyet, kimilerine göre birliğin kaynağı kimilerine göre ise ayrışmanın kaynağıdır. Bu noktada İbn Haldun’un çok kıymetli tespitini naklederek bitirmek yerinde olacaktır. İbn Haldun’a göre ‘asabiyet’ göçebe toplumlarda düzensizliğe sebep olurken, yerleşik toplumlarda ise refah ve düzeni sağlamaktadır. 226Cemil Meriç, Umrandan Uygarlığa, İletişim Yayınları, İstanbul,1996,s.151 114 KAYNAKÇA Haldun, İ. (2016). Mukaddime. Dergah Yayınları. Kara, İ. (1992) “ İslâm’da Dava-yı Kavmiyet’in Esas Meselesi Ne İdi?” Babanzâde Ahmet Naim Hayatı Eserleri Fikirleri. Zeytinburnu Belediyesi Kültür Yayınları. http://www.zeytinburnu.istanbul/Document/FileManager/babanzade.pdf Meriç, C. (1985). Bu Ülke. İletişim Yayınları. Meriç, C. (1986). Kültürden İrfana. İletişim Yayınları. Meriç, C. (1996). Umrandan Uygarlığa. İletişim Yayınları. 115 KARIŞTIRILAN ÜÇ KAVRAM: İHTİLAL, İNKILAP VE DEVRİM İrem ÖZENSEL ÖZET Fikir, olay, insan veya başka şeyleri sınıflandırmaya yarayan kelime veya kelime öbeklerine kavram denir.227 Dilimizde olan ve kullandığımız fakat anlamlarını tam olarak bilmediğimiz ya da birilerinin kendi fikirleri doğrultusunda bize öğrettiği ve bu nedenle bilerek ya da bilmeyerek yanlış kullandığımız bazı önemli kavramlar var. Cemil Meriç, Mağaradakiler kitabında bu önemli kavramlardan birkaç tanesini konu edinmiş, diğer düşünürlerin ve devlet adamlarının da bu kavramlar hakkındaki fikirlerini yazmıştır. Bu makalede, kitaptan ve farklı kaynaklardan edindiğimiz bilgiler doğrultusunda, bu kavramlar incelenmiş ve yorumlarla açıklanmıştır. Anahtar Kelimeler: İhtilal, İnkılap, Devrim. Hacı Süleyman Çakır Anadolu Lisesi 227www.krkariyerrehberlik.com 116 GİRİŞ İlk önemli kavramımız olan ihtilalin sözlük anlamları aşağıda verilmiştir. Türk Dil Kurumu’na göre: 1. isim Bir ülkenin siyasal, sosyal ve ekonomik yapısını veya yönetim düzenini değiştirmek amacıyla kanunlara uymaksızın cebir ve kuvvet kullanarak yapılan geniş halk hareketi. 2. isim Kargaşalık, düzensizlik, karışıklık. 3. isim Köklü değişim.228 Kubbealtı Lügati’ne göre: 1. Mevcut düzeni ortadan kaldırmak için zor kullanılarak yapılan değişiklik. 2. eski. Karışıklık, bozukluk, düzensizlik.229 Ansiklopedik Sözlük (1971)’e göre: Bir devletin mevcut siyasal yapısını, ideolojik temellerini, iktidar düzenini değiştirmek için, bu konudaki hukuk kurallarına başvurmaksızın, ortaya atılan cebir hareketleri.230 Fransız Dili Lügati (1964)’ne göre: İhtilal, ayaklanan toplumun bir kısmı iktidara geçip de toplumda siyasi, iktisadi, sosyal, büyük değişiklikler olduğu zaman meydana gelen tarihi hadiselerin bütünü.231 Büyük ihtilallerden biri, Fransız (1789) ihtilalidir. Fransız İhtilali’nde; Kral’ın istekleri ve her geçen gün artan vergi yükü altında ezilen halk, bilinçlenerek Kral’ın emirlerine karşı çıkmış ve yönetimde söz sahibi olmak istemiştir. İhtilalin 228www.tdk.gov.tr 229www.lugatim.com 230Cemil 231Cemil Meriç, Mağaradakiler, İletişim Yayınları, İstanbul,2018,s.135 Meriç, a.g.e,s..121 117 sonucunda, egemenliğin kayıtsız şartsız millete ait olduğu kabul edilmiş, eşitlik, özgürlük ve adalet fikirleri benimsenmeye başlanmıştır. Fransa Kralı olan Louis 21 Ocak 1793’te ve 16 Ekim 1793’te de eşi olan Kraliçe Marie Antoinette asılarak idam edilmiştir.232 Diğer büyük ihtilal ise, İsveç (1809) İhtilali’dir. Bu ihtilal, liberal bir subay tarafından başlatılmıştır. Sonucunda; ihtilalci grup, basın özgürlüğünü yeniden yürürlüğe koymuş, birkaç ekonomik reform gerçekleştirmiş ve ayrıcalıkları azaltmıştır.233 Bu iki tarihi olayda ihtilal adını alır fakat bu ihtilaller birbirine göre farklıdır, yani her ihtilalin kendine göre formu ve etkisi vardır. İhtilallerin tahlilini yaparken önce eylemleri, sonra fert veya toplumları incelemek lazımdır.234 Cemil Meriç de buna dikkat etmiş ve bu sayede ihtilalin nedenleri ve sonuçlarını farklı pencerelerden görmemizi sağlamıştır. Şimdi ise diğer düşünürlerin ve devlet adamlarının ihtilal kavramı hakkındaki tanımları ve açıklamaları aşağıda verilmiştir. Arthur Bauer: İhtilal, toplumların yapısında cebir yoluyla gerçekleşen değişikliklerdir.235 Carlyle: İhtilalin bütün sahnelerinde büyük aktör: Yığın, kütle, halktır. İhtilali doğuran: Ne krallığın hataları, ne millet meclisindeki tartışmalar… Yirmi beş milyon aç insanın sefaletidir.236 Michelet: Kanunun iktidara geçişi, hukukunun dirilişi, adaletin tepkisi.237 Ahmet Taner Kışlalı: İhtilal, iktidarın sosyal yapısındaki hızlı değişimi ifade eder, kısa sürede gerçekleşir.238 Condillac: İhtilallere yol açan hürriyet aşkı değil, çeşitli partilerin ikbal hırsı veya huzursuzluğudur.239 Mathiez: Hakiki ihtilaller, yani, hükümet şekillerini ve iş başındakileri değiştirmekle kalmayıp, müesseselere yeni bir biçim veren ve mülkiyete el değiştirenler, beklenmedik bazı hadiselerin tesiriyle gün ışığına çıkmadan önce 232www.tarihiolaylar.com 233www.liberbird.com 234Cemil Meriç, a.g.e,s.119 Meriç,a.g.e,,s.142 236Cemil Meriç a.g.e,,s.114 237Cemil Meriç,a.g.e,s.114 238Cemil Meriç, a.g.e,s.137 239Cemil Meriç,a.g.e,s.116 235Cemil 118 uzun zaman toprak altında yol alır. Nitekim karşı konmaz birdenbireliğiyle, hem yaratıcılarını, hem kendisinden faydalananları, hem kurbanlarını şaşırtan Fransız İhtilali de yüz yılı aşan bir süre içinde olgunlaştı. Gerçeklerle kanunlar, müesseselerle adetler, lafızla ruh arasındaki uçurum gün geçtikçe büyüyordu; bu uçurumdan doğdu ihtilal.240 Mahmut Esat Bozkurt: İhtilal, bir şeyin, esasından değişerek, yerine yepyenisinin konulmasıdır.241 Raymond Aron: İhtilalin ezeli bir özü yoktur; iktidara el koyuş, bir rejim değişikliğiyle neticelenirse, ihtilal adını alır.242 Cevdet Paşa: İhtilal çıkarmak, bir selin önünü açmak gibidir. Bir kere açıldı mı, tabii hızı kesilmedikçe durmaz ve açanlar set ve bendine kadir olamaz. Ve yalnız karşı gelenleri götürmeyip ona yol verenleri dahi beraber gark ve telef eyler.243 İhtilaller Üzerine Deneme: Toplum yapısında zor yoluyla gerçekleştirilmek istenen veya gerçekleştirilen değişiklikler.244 Bu tanımlara göre ihtilalin unsurları: 1-Zor kullanılarak yapılan köklü değişikliklerdir. 2-Her ihtilal uzun bir hazırlanış izler, fakat birdenbire olur. 3-Geniş halk yığınından tarafından yapılır ve ihtilallerin sonucu veya sonuçları vardır. İkinci önemli kavramımız olan inkılabın sözlük anlamları aşağıda verilmiştir. Türk Dil Kurumu’na göre: 1. isim Toplum düzenini ve yapısını daha iyi duruma getirmek için yapılan köklü değişiklik, iyileştirme. 240Cemil Meriç,a.g.e,s.120 Meriç, a.g.e,s.130 242Cemil Meriç a.g.e,,s.142 243Cemil Meriç, a.g.e, s.125 244Cemil Meriç a.g.e, s.118 241Cemil 119 2. isim, eskimiş Bir durumdan başka bir duruma geçiş, dönüşüm.245 Kubbealtı Lugatı’na göre: 1. Bir durumdan başka bir duruma dönüşme. 2. Kısa sürede yapılan köklü değişiklik.246 Büyük Türk Lügatı’na göre: Başka şekle ve tarza girmek, değişmek.247 Yeni Lügat’e göre: Başka türlü olmak, altüst olmak.248 Şimdi ise diğer düşünürlerin ve devlet adamlarının inkılap kavramı hakkındaki tanımları ve açıklamaları aşağıda verilmiştir. Prof. Dr. Ayşe Afet İnan: İnkılap, mevcut köhne müesseseleri zorla değiştirmektir. Türk milletinin son asırlarda geri bırakılmış olan müesseseleri yıkarak yerlerine milletin en yüksek medeni icaplara göre ilerlemesini sağlayacak yeni müesseseler koymuş olmaktır. 249 Mehmet Esat Bozkurt: İhtilal, bir şeyin, esasından değişerek, yerine yepyenisinin konulmasıdır… İnkılap ise, bir şeyin aslını muhafaza ederek başka bir kalıba girmesi, başka hale geçmesidir.250 Osman Turan: Avrupa’da halk tarafından yapılan ihtilaller, Türkiye’de de yalnız hükümetler tarafından yapılan inkılaplar vardır.251 Ulaş: Teferruata ait bir takım ayaklanmalar, yani ıslahattan ibaretti.252 245www.tdk.gov.tr 246www.lugatim.com 247Cemil Meriç,a.g.e,s.126 Meriç,a.g.e,s.126 249Cemil Meriç,a.g.e,s.129 250Cemil Meriç, a.g.e,s.130 251Cemil Meriç,a.g.e,s.130 248Cemil 120 Bu tanımlara göre inkılabın unsurları: 1-Toplum düzenini iyileştirmek için yapılan değişikliklerdir. 2-Kısa sürede olur. 3-Devlet eli ile ya da bir grup tarafından yapılır. 4-Her inkılap sonuç vermeyebilir. Üçüncü önemli kavramımız olan devrimin sözlük anlamları aşağıda verilmiştir. Türk Dil Kurumu’na göre: 1. isim Belli bir alanda hızlı, köklü ve nitelikli değişiklik. 2.isim, eskimiş. 3. isim, Çevrilme, katlanma, bükülme.253 Kubbealtı Lugatı’na göre: 1. Bir devletin siyâsî, ekonomik ve sosyal yapısındaki anî düzen değişikliği, zor kullanılarak yapılan köklü değişiklik. 2. Alınan tedbirlerle kısa sürede yapılan köklü değişiklik.254 Sosyoloji Sözlüğüne göre: Toplumun bünyesinde meydana gelen öyle bir değişikliktir ki devrim, yalnız yönetici zümre iktidarı kaybetmekle kalmaz, toplumun tabakaları, bütünlüklerini kaybeder ve toplum yeni bir bütünleşme kazanır.255 Aclan Sayılgan, Ansiklopedik Marksist Sözlüğü (1976): Devrim, bir ülkedeki tek gerçek devrimci sınıfın, mevcut üretim tarzını değiştirmek üzere, 252Cemil Meriç,a.g.e,s.132 253www.tdk.gov.tr 254www.lugatim.com 255Cemil Meriç,a.g.e,s.137 121 müttefiklerinin desteği ile ya da müttefikleri ile beraber iktidara gelmesidir. Yani, devrimin en temel sorunu iktidar sorunudur.256 Cemil Meriç, kelimenin dönüşümü için şunları söyler: “Kelimeyi siyasi bir deyim olarak kullanan Yeni-Aristocular’a göre hep devrî bir hareket söz konusudur. Ülkeler daima aynı hükümet şekillerini tekrarlar. Başka bir deyişle sitelerin zaman zaman tercih ettikleri yönetim tarzları vardır. Yani yeni bir hükümet şekli icat edemezler. Hükümet şekillerinden ilki, tabii olarak kurulan monarşidir. Monarşi krallığı doğurur. Krallığın bozulmasından istibdat doğar. İstibdatın sona ermesi ile aristokrasi sahneye çıkar; aristokrasi umumiyetle oligarşiye inkılap der. Topluluk, yöneticilerin adaletsizliklerine son verince demokrasi kurulur. Demokrasinin yozlaşması oligarşiye zemin hazırlar. İşte hükümetlerin takip ettiği revolution (devrî hareket) budur. Ülkeler hep aynı yoldan geçer, daima hareket noktalarına dönerler.”257 Şimdi ise diğer düşünürlerin ve devlet adamlarının devrim kavramı hakkındaki tanımları ve açıklamaları aşağıda verilmiştir. Meydan-Larousse: Köklü tedbirlerle kısa sürede meydana gelen önemli değişiklik, büyük yenilik. Ayaklanma sonucu iktidarı ele geçiren kimselerin zor kullanarak toplumun ani ve derin siyasi, iktisadi ve sosyal değişiklikler yapması sonucu ortaya çıkan tarihi olayların tümü.258 Ahmet Taner Kışlalı: İhtilal, iktidarın sosyal yapısının hızlı değişimini ifade eder. Devrim ise, sosyo-ekonomik düzenin değişmesidir. İhtilal, kısa sürede gerçekleşebileceği halde, devrim ancak bir süreç içinde oluşur. Devrim aslında inkılap sözcüğünün karşılığıdır. İnkılap, sosyo-ekonomik düzenin değişmesi.259 Bu tanımlara göre devrimin unsurları: 1- Önemli değişiklik, büyük yenilik. 2- Bir süreç içinde oluşur. 256Cemil Meriç, a.g.e,s.139 Cemil Meriç,,a.g.e,s.113 258 Cemil Meriç,a.g.e,s.136 259 Cemil Meriç,a.g.e,s.137 257 122 3- Bir devrimci sınıf, müttefiklerinin desteğini alarak devrim yapılır. 4- Düzen değişir. SONUÇ İhtilal, inkılap ve devrim kavramları; günlük hayatta anlamları tam olarak bilinmediğinden, birbiri yerine ya da yanlış kullanılıyor. Bu yüzden, bu makalede bu kavramların farkları, asıl anlamları, farklı düşünürlerin ve devlet adamlarının bu kavramlar üzerine olan fikirleri açıklanmıştır. Temennimiz toplumun hayatında zor kullanarak değil, yüksek bir bilinçle iyiye yönelimi içeren köklü değişiklikler KAYNAKÇA Meriç, C. (2018). Mağaradakiler. İletişim Yayınları. 123 YARALI BİR ŞİFACI PSİKİYATRİST PROF. DR. KEMAL SAYAR'IN ENTELLEKTÜEL BİYOGRAFİSİ Berna ÜSTÇETİN ÖZET Bu metin “Eskişehir Liseleri Aydınlarını Tanıyor” projesi kapsamında, hem psikiyatristliğiyle hem de yazdıklarıyla birçok insanın kalbine dokunan, onların dertleriyle hemhal olan yaralı şifacı Prof. Dr. Kemal Sayar’ın hayat hikâyesidir. Anahtar Kelimeler: Kemal Sayar, Psikiyatri, Yaralı Şifacı, İnsanlık, Merhamet.  Eskişehir Anadolu Lisesi 124 GİRİŞ Psikiyatri:    Ruh ve sinir hastalıklarıyla, kişide görülen önemli uyumsuzlukları önleme, teşhis ve tedavi etmeyle uğraşan uzmanlık dalı.260 Zihinsel hastalıkların önlenmesini ve tedavisini ele alan tıp uzmanlık dalı.261 Tıbbi ruhsal tedavi.262 Biz beyin fonksiyonları olarak davranışlar ve duygular üzerinde çalışıyoruz. Eskiler buna tababet-i akliye, asabiye ve de ruh hekimliği demişler. Ama ruh hekimliğinin çağrıştırdığı anlam çok geniş. Metafizik çağrışım da var. Büyük şairler, insanlığa yol gösteren önderler, mesela Hazreti Mevlana, Yunus Emre en büyük ruh hekimleridir. O ayrı, üst bir kategori bana göre. Psikiyatri için ‘’zihnin bilimi, zihin bilimi’’ diyebiliriz.263 Şifa:    Bedensel veya ruhsal bir hastalığın son bulması, hastalıktan kurtulma, onma.264 Hastalıktan kurtulma, iyileşme, iyi olma.265 İyileşme, tedavi.266 Yukarıdan bakan bir bakış şifa veremez. Kendisinin de yaralı bir şifacı olduğunu düşünen bir bakış şifa verebilir. Ancak yaralı olan yaranın büyüklüğünü ve verdiği sızıyı takdir edebilir.267 İnsanlık:  İnsanı insan yapan, insanın doğasını oluşturan niteliklerin hepsi, insaniyet.268 260 www.tdk.gov.tr www.seslisozluk.net 262 http://blog.milliyet.com.tr/psikiyatri-nedir--/Blog/?BlogNo=493160 263 Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, Timaş Yayınları, İstanbul 2017, s.192 264 www.tdk.gov.tr 265 www.luggat.com 266 www.etimolojiturkce.com 267 Edebiyat Söyleşileri | Kemal Sayar | 23. Bölüm ( https://youtu.be/Y0_6uvoGUnM ) 261 125  İnsan olma durumu, insanca davranma.269  İnsana özgü olan, insana değerini, saygınlığını veren öz, insana yaraşır düşünme ve yaşama ilkesi.270 Merhamet, içimizde bir yerlerde sönmeye yüz tutmuş, insanlık kandilini yeniden tutuşturan ve bizi en temel halinde insanlığımıza geri çağıran bir duygu.271 Merhamet:    Başkalarının durumu karşısında duyulan şefkat hissi, acıma, gönül yufkalığı.272 Bir kimsenin veya bir başka canlının karşılaştığı kötü durumdan dolayı duyulan üzüntü, acıma.273 Acımak, şefkat göstermek. Korumak, iyilik etmek. Biçarelere yardımda bulunmak. Esirgemek.274 Merhamet bir başkası için hissetmek, bir başkası için acı duymak, bir başkasının seçimlerine saygı duymak, onun var olma hakkını kabullenmektir.275 Psikiyatrist Profesör Doktor Kemal Sayar 26 Mayıs 1966 yılında Ordu’da dünyaya gelmiştir. Nuri Sayar ve Nuran Sayar’ın çocuğu olarak sevgi ve saygının hâkim olduğu bir ailede büyümüştür. Annesi Nuran Sayar’dan kendisine maneviyatı öğreten kişi olarak bahsetmektedir. Aynı zamanda annesi, bilge bir Anadolu kadını olan anneannesinin irfanî kültürünü Kemal Sayar’a aktarmıştır. Kötü alışkanlıklardan uzak sağlıklı bir hayat yaşayan babası Nuri Sayar ise hem davranışlarıyla hem de çocuklarına gösterdiği sevgi ve merhametle her zaman onlara örnek olmuştur. Belki hiçbir kötü alışkanlığı olmamasından ve sağlıklı bir yaşam sürmesinden belki de her çocuğun babasını güçlü, asla zarar görmez bir kahraman olarak görmesinden kaynaklı olarak Kemal Sayar, babasının uzun yıllar yaşayacağını düşünmüş ancak onu erken yaşta kaybetmesiyle büyük bir üzüntü yaşamıştır. Babası, çocuklarıyla çok yakın bir bağ kurmayan dedesinin tersine, 268 www.tdk.gov.tr 269www.sozce.com 270www.google.com.tr 271Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Timaş Yayınları, İstanbul 2018, s.74 Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, Birlik Yayınları, Ankara 1986, s. 765 273www.tdk.gov.tr 274www.luggat.com 275Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s.138 272Mehmet 126 kendi çocuklarına her zaman sevgiyle yaklaşmış ve belki de kendisinin görmediği merhameti Kemal Sayar’a göstermiştir. Bu yüzden ki Kemal Sayar ailesinden çok etkilenmiş ve her zaman, kitaplarında, konferanslarında merhamet kavramı üzerinde durmuştur. İlköğretime Zonguldak Hisarönü 27 Mayıs İlkokulu’nda başlamıştır. Daha sonrasında dönemin başarılı okullarından olan Eskişehir Anadolu Lisesi’nde, o zamanki adıyla Maarif Koleji’nde, eğitim almıştır. Aldığı birincilikle TÜBİTAK bursiyeri olmuştur. Çınarın gölgesinde geçen yedi yılın ardından 1983 yılında okuldan birincilikle mezun olarak dönem mezunları temsilcisi olmuştur. Başarılı bir lise hayatından sonra Hacettepe Üniversitesi İngilizce Tıp Fakültesi’ni kazanmıştır. İnsanı seven, insanla uğraşmak isteyen Kemal Sayar insana en yakın meslek olarak bulduğu tıbbı, tıbbın içinde de insana en yakın durmaya imkan verdiğini düşündüğü psikiyatriyi seçmiştir. Kemal Sayar üniversite yıllarını şöyle anlatmaktadır: ‘’İlk üç senem fanus içinde geçti. Hacettepe Üniversitesi zordu. Benim de tutunmak için çok çalışmaya ihtiyacım vardı. Her sene elli-altmış arkadaşımız derslerden kalıyordu.. Her birimiz geldiğimiz illerin çalışkan öğrencileri olmamıza hem de üniversite sınavında belli dereceleri yapmış olmamıza rağmen işi o kadar sıkı tutmuşlardı ki gece gündüz ders çalışıyorduk. Saçlarımın ilk defa o çalışmalar sırasında öbek öbek döküldüğünü hatırlarım. Pek çoğumuz saçlarımızı o dönemde dökmeye başladık. O yoğun çalışmalardan sonra, dördüncü sınıftayken, başka bir dünya da olabileceği fikri uyanmaya başladı bende. Sadece ders çalışmakla bu ömür geçmeyeceği fikri oluşmaya başladı. Ruhun başka arayışları vardı. O dönemde Zaman gazetesi Fehmi Koru ve Nabi Avcı’nın yönetiminde çıkmaya başlamıştı. Bizler de Nabi hocayı çok sevdiğimiz için bir yolunu bulup bacadan gazeteye girdik ve gazetenin gençlik sayfasını bir grup arkadaş hazırlamaya başladık. Ben de bu arada edebiyat sayfasında yazılar yazmaya başladım. Bu iş benim için büyük nimetti. Çünkü yazdıklarım okunuyor ve bir geri bildirim geliyordu. Yazının büyülü dünyasıyla ilk o zamanlar tanışmaya başladım. Ama zaten ilkokuldan beri bir defterimde, yazdığım şiirleri biriktiriyordum.’’276 276Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s. 93 127 Üniversite yıllarında yazının büyülü dünyasına daha da kapılan Kemal Sayar ilk yayınlanan şiirini yine üniversite yıllarında yazmıştır. Şiir 1986 yılında Manevra dergisinde yayınlanmıştır. Sonrasında bazı şiirleri Yedi İklim’de yayınlanmıştır. Hacettepe Üniversitesi’ndeki son yılında bir yandan Çubuk’ta kır hekimliği stajı yaparken bir yandan bir grup arkadaşıyla birlikte Albatros edebiyat dergisini çıkarmıştır. Albatros 12 sayı çıkaran ve o dönemde rağbet görmüş bir dergi olmuştur. 1989 yılında Hacettepe Üniversitesi’nden mezun olduktan sonra Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda uzmanlık eğitimi almıştır. Buradaki eğitimi 1995 yılında biten Kemal Sayar Vakıf Gureba Eğitim Hastanesi ve Çorlu Asker Hastanesi’nde psikiyatri uzmanı unvanıyla görev yapmış, 2000 yılında psikiyatri doçenti, 2008 yılında psikiyatri profesörü olmuştur. 2000-2004 yılları arasında Karadeniz Teknik Üniversitesi Tıp Fakültesi Psikiyatri Anabilim Dalı’nda Öğretim Üyesi olarak bulunmuştur. 2002 yılında, Kanada McGill Ünivesitesi’nde Transkültürel Psikiyatri Bölümü’nde konuk öğretim üyesi olarak çalışmıştır. Bakırköy Ruh Sağlığı ve Sinir Hastalıkları Hastanesi'nde Gençlik Kliniği’ni kurmuş ve dört yıl boyunca şefliğini yapmıştır. Hem yurtiçinde hem de yurtdışında önemli çalışmalara imza atmıştır. Psikiyatri konulu birçok kongre ve sempozyuma katılmış, konferanslar vermiştir. Mesleki başarısının yanı sıra edebiyat ve sanatla yakından ilgilenmiş; şiir, deneme, makale ve hikâye olmak üzere birçok yazı yazmıştır. Kemal Sayar’ın Eserleri277:           277 Hızır ve Roza İki Güneş Arasında Antipsikiyatri (1997) Psikiyatri ve Kültür (2000) Bir Bilim Olarak Psikiyatri (2001) Ruh Hastalığını Anlamak (2001) Özgürlüğün Baş Dönmesi (2002) Kültür ve Ruh Sağlığı (2003) Ricat Şiirler (2003) Ruhun Labirentleri (2003) www.kemalsayar.com 128                   Ruh Hali (2006) Yavaşla (2007) Merhamet – Kalbe Dönüş İçin Son Çağrı (2008) Sufi Psikolojisi (2008) Her Şeyin Bir Anlamı Var (2009) Kendine İyi Bak (2009) Otoyol Uykusu (2009) Olmak Cesareti (2010) Koruyucu Psikoloji (2010) Terapi (2011) Kalbin Direnişi (2012) Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez (2012) Hüzün Hastalığı (2012) Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı (2014) Beni Sessiz De Sevebilir Misin? (2014) Ölümden Önce Bir Hayat Vardır (2017) Başı Sınuklar İçin Kılavuz (2019) Dünyaya Geldim Gitmeye (2019) Sadece yaralı bir şifacı olduğunu düşünen bir bakışın şifa verebileceğini düşünen Kemal Sayar, sadece terapileriyle değil eserleriyle ve yazdıklarıyla da birçok insanın kalbine dokunmuş, insanlık değerlerini sorgulatmış ve onlara şifa olmuştur. İnsanlara merhamet kavramını hatırlatmıştır. Edebiyat, psikiyatri, felsefe, bilim ve aklınıza gelebilecek her alandan bilgi sahibi olup Mevlana’dan Yunus Emre'ye, Irvin Yalom'dan Freud'a çeşitli alanlarda çalışma yapan kişilerden etkilenmiş ve kitaplarında da sık sık bu isimleri referans göstermiştir. Yaralı şifacı, edebiyat ve sanat aşığı, evli ve iki çocuk babası olan Prof. Dr. Kemal Sayar günümüzde halen Marmara Üniversitesi Tıp Fakültesi'nde öğretim üyesi olarak çalışmakta ve klinik pratiğini özel ofisinde sürdürmektedir. Aynı zamanda da yazdıklarıyla insanların kalbine dokunmaya, onlara merhameti hatırlatmaya ve yaralı bir şifacı olarak onlara şifa vermeye devam etmektedir. 129 KAYNAKÇA Benim Annem Babam – Kemal Sayar – 6. Bölüm [Video]. Youtube. https://www.youtube.com/watch?v=lkJl5vgpgvY Doğan, M. (1986). Büyük Türkçe Sözlük, Birlik Yayınları. Edebiyat Söyleşileri - Kemal Sayar https://youtu.be/Y0_6uvoGUnM - 23. Bölüm [Video]. Youtube. Sayar, K. (2017). Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı. Timaş Yayınları. Sayar, K. (2018). Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez. Timaş Yayınları. 130 HER ŞEYİN BİR ANLAMI VAR Ayşenur ÇETİNKAYA ÖZET Hekimle hasta arasında olan iletişim hastanın iyileşme sürecine katkı sağlayacak olan en önemli etkilerden biridir. Eğer hasta hekimine inanıyorsa iyileşeceğine olan inancı da üst seviyededir. Hekimin hastaya karşı olan olumlu davranışları hastanın iyileşeceğine dair olan ümidini de arttırır. Plasebo etkisi, herhangi bir rahatsızlığın tedavi ediliyor hissi verilmesiyle hasta üzerindeki etkisini gösterir. Kişinin kendisine verilen maddenin ilaç olduğuna inanmasıyla birlikte iyileşme sürecine girmesi, plasebo etkisine önemli bir örnektir. Etrafımızda olan her şeyin bir anlamı var. Hayatta her şeyin kıymetini bilerek yaşamalıyız. “İnsan düşüyor, kalkıyor, kendisine bir hikâye kuruyor. Kendi hikâyesine çok inanıyor, az inanıyor, hiç inanmıyor. Başkalarının hikâyesine inanıyor. Kendisine inanılacak değişik hikâyeler buluyor. Bir ömrü bir hikâyenin parçası olmak için tüketiyor.”278 Anahtar Kelimeler: Doktor, Hekim, Ümidin gücü, Plasebo.  Eskişehir Anadolu Lisesi 11. Sınıf Öğrencisi Kemal Sayar, Her Şeyin Bir Anlamı Var, Kapı Yayınları, İstanbul 2018, s.52-53 278 131 GİRİŞ Ümidin Gücü Doktor Doktorluk, akademik bir derecenin adıdır. Bilindiği gibi kelime aslında, bütün bilim alanları için kullanılan ve herhangi bir bilimsel yahut felsefi alanda yüksek bir başarı düzeyine ulaşmış kişilere verilen bir unvan.279 Bu açıdan bakınca tıp fakültesi mezunlarına doktor demek aslında kelime kökü olarak yanlış bir uygulama gibi gözüküyor. Hekim Hekim, hikmet kökenlidir ve belki de sadece bizim dilimizde ve bize yakın coğrafyalarda yaşayanların dillerinde tababet (tıp bilimleri) ile uğraşan kişileri nitelemek için kullanılan bir terimdir.280 Hikmet sahibi 281 Günümüzde doktor ve hekim kelimeleri genellikle eş anlamlı olarak düşünülmektedir. Toplum arasındaki bu düşünce yanlış bir bilgidir. Doktorluk bir unvandır hekimlik ise bir meslektir. Üniversite bitirip doktora yapmış birisi doktor unvanı alabilir. Tıp fakültesini bitiren kişiler ise hekimdir. Kemal Sayar yazılarında hekim kelimesini kullanarak hasta -hekim arasındaki ilişkiyi açıklamıştır. Plasebo Etkisi Farmakolojik olarak etkisiz bir ilacın telkine dayalı bir etki ortaya çıkarma halidir. Latince kökenli bir kelime olup hoşnut etmek anlamına gelir. İlaç, vücuda ağız, burun veya enjeksiyon yolu ile verilebilir. Aslında plasebonun fiziksel anlamda tedaviye yönelik bir gücü yoktur. Sahip olduğu tedavi gücünü tamamen hastanın verilen ilacın işe yarayacak ilaç olduğunu düşünmesinden alır. 282 Bugün tüm tıp dallarında, tanım güçlüklerine ve bilinmeyen içeriğine rağmen plasebo etkisinin varlığı genel olarak kabul edilmektedir; tartışılan yalnızca 279www.gercekdiyetisyen.com 280www.sdplatform.com 281www.luggat.com 282 www.wikipedia.com 132 onun hangi hastalıkta ve hangi ilaçta ne düzeyde bir etkinlik oranına sahip olduğudur. Plasebo etkisinin cerrahi rahatsızlıklarda bile ortaya çıktığı saptanmıştır. Plasebo etkisi, hastalıktan hastalığa değişmekle kalmaz, ülkeden ülkeye hatta bölgeden bölgeye değişiklik gösterebilir. Hekimin plaseboya inanması bile plasebo etkisinde rol oynamakta ve onu artırmaktadır.283 Kemal Sayar’a göre plasebo etkisi, “herhangi bir sağaltım girişiminin kullanılmasından doğan olumlu bir iyileşme etkisi. Bunun bizatihi hastaya müdahale edilmesinin simgesel önemiyle gerçekleştiği düşünülüyor. Sözgelimi, aktif ilaç olmayan bir molekülü, mesela şeker haplarını derdine deva olacak bir ilaç olarak sunarsanız, hastanız iyileşebilir. Plasebonun gücü bedenin kendisini birden iyileştirebilmesinde saklıdır.”284 Plasebo etkisi bazı araştırmalarda da görülmüştür. Kemal Sayar kitabında bu araştırmalardan birkaçından söz etmiştir. “Örneğin kronik ağrısı olan hastalar iki gruba ayrılmış. Ağrıkesici, bir gruba otomatik bir düzenekle şırınga ediliyor ve hasta o sırada kendisine ağrıkesici verildiğini bilmiyordu. Diğer gruba ise ağrıkesici hemşire tarafından veriliyor ve hastalara ilaç aldığı söyleniyordu. Hangi grubun ağrısı azalıyordu dersiniz? Elbette ikinci grubun. Ağrıkesici verilmesine rağmen, ilk grubun ağrılarında dikkate değer bir azalma olmadı.”285 Plasebo etkisi bize insanın zihin ve beden etkileşiminin bir sonucunu gösterir. İnsanın psikolojisinin bedenini etkilediği yapılan araştırmalarca desteklenmiştir. Hasta tedavisinin olumlu sonuçlanacağına tüm kalbiyle inanırsa hastanın ümidi iyileşeceği yönünde ise plasebo etkisi hastanın zihninde yükseliyordur. “Gülümseyerek verilen bir ilaç her zaman asık suratla sunulandan daha etkilidir.” 286Bu yüzden hekim hasta arasında olan iletişim çok önemlidir. Hasta doktoruna güvenirse iyileşmesi yönünde olan ümidi daha fazla yükselir. Hekimin olumlu tavrı yazılan reçeteden bile önemli. “İyileşmenin sırrı, her çağda olduğu gibi modern çağda da bir gülümseyişte, sıcak bir sözde, anlam duygusunda gizli. 283http://www.turkpsikiyatri.com 284Kemal Sayar, Her Şeyin Bir Anlamı Var, s.63 Sayar, a.g.e. s.64 286Kemal Sayar,a.g.e. s.65 285Kemal 133 Kelimelerin ve ümidin gücünde.”287 Bir hastalığın tedavisi sadece ilaçlarla düzeltilmez. Psikoloji yönüyle düzeltilebilecek olan bir sürü hastalık bulunur. Örneğin yıllar önce İbni Sina yatalak olmuş bir genci sevgilisine kavuşturarak iyileştiriyor. Yatalak olmuş bu gencin hastalığı dönemin tıp bilimiyle uğraşan hekimleri tarafından bilinemiyor. Gencin annesi ve babası o dönemde bilindik bir hekimi İbni Sina’yı çağırıyor. İbni Sina genci muayene ettikten sonra gencin annesine ve babasına bir takım sorular sorarak gencin hastalığının aşk olduğunu söylüyor. O dönemde mahalledeki kızların nerede oturduklarını, kızların adlarını tek tek araştırıp buluyorlar. Sonra bu mahallenin isimlerini gence okuyarak kalp atışlarını kontrol ediyor. Gencin kalbi sevgilisinin adını duyunca hızla atmaya başlıyor. Gencin sevgilisinin kim olduğunu anlayınca kızı gencin yanına getiriyorlar. Kız geldikten sonra günlerdir yatalak olan genç uyanıyor, aşkına kavuşuyor. Genç uğruna yataklara düştüğü günlerdir uyanamadığı sevgilisine kavuşuyor. Gençle sevgilisi evlenerek mutlu mesut yaşıyorlar. Hasta olmamızın en büyük nedeni aslında yaşadığımız psikolojik sorunlar bu hastalıkların tedavisinin de psikoloji yoluyla olması mümkündür. İnsanın psikolojisi sağlığını olumlu veya olumsuz yönde etkiler. Tedavi yolunda da psikoloji hastayı sağlığına kavuşturmak için en büyük etken. Her Şeyin Bir Anlamı Var “Şimdi diyorum ki ben sana, her şeyin bir anlamı var. Çiçeğin, böceğin, dalları eğen rüzgârın, ağzımızdan çıktıktan sonra uzayda yüzyıllarca asılı duran sözcüklerin bir anlamı var. Hiçbir şey kaybolmuyor. Hiçbir hıçkırık, hayal kırıklığının yaydığı hiçbir titreşim, içimizde bir coşkunun pır pır kanatlanışı, asla kaybolmuyor. Kâinat gibi, insan da enerjisini sakınıyor. Sonra dağınık duran her şey, biz onu çağırmayı bilirsek, bir yapbozun parçaları gibi birleşip bir şey söylüyor. Sonra yine dağılıyor…”288 Kemal Sayar’ın dediği gibi etrafımızda olan her şeyin bir anlamı var. Etrafımızda olup biten her şeyin kıymetini bilmemiz gerekir. En ufak şey gibi gelen kelimelerin bile altında yatan bir sürü anlamı var. Kelimelerin anlamı kişilere göre bile değişebilir. Hekimin hastasına söylediği olumlu yönde bir tek kelimenin bile hastanın iyileşme sürecine olan katkısı büyüktür. 287 Kemal Sayar,a.g.e.s.66 Sayar, a.g.e. s.52 288Kemal 134 SONUÇ Günümüzde doktor ve hekim kelimeleri eş anlamlı olarak çok fazla kullanılmaktadır. Genellikle iki kelimenin birbirinden ayrılan yönü pek bilinmez. Doktor akademik bir derece yapan kişilere denen unvandır. Hekim ise tıp bilimini bitirmiş hastanede çalışan kişilere denen meslektir. Plasebo etkisi araştırmaları çağımızda yapılan popüler deneyler arasındadır. Plasebo etkisi tamamen psikoloji yönündedir. Aslında hasta yoktur hastalık vardır. İnsan psikolojisi insanın sağlığını da olumlu veya olumsuz yönde etkiler. Bu hastalıkların tedavisi ise hasta olan kişinin psikolojisiyle düzelir. Hastanın psikolojisi tedavi sürecinde iyileşeceği yönündeyse hasta sağlığına kavuşur. İnsan karmaşık bir varlıktır. Bu karmaşıklık arasında insan psikolojisiyle kendini yönetir. Hasta hekim ilişkisinde eğer hekimin hastasının iyileşmesine karşı olan ümidi yüksek ise davranışlarında da bunu hastasına belli ediyorsa hastaya güven veriyorsa hastanın iyileşeceğine karşı olan ümidi üst seviyededir. Tedaviden genellikle olumlu sonuç alınır. Hekim doktor arasındaki ilişkiler insan sağlığı için çok önemlidir. Hekimin hastasına karşı olan olumlu tavrı tedavi sürecine olumlu yönde katı yapar. Hekimin kullandığı tek bir kelimenin bile hastanın zihninde olan anlamları farklıdır. Kemal Sayar her şeyin bir anlamı var demiş. Mesela kelimelerin anlamı her kişinin zihninde farklı farklı anlamlar kazanan kelimeler… Kelimelerin altında bile hastanın iyileşmesine karşı olan ümidinin gücünü arttıracak anlamlar vardır. Etrafımızda gördüğümüz her şeyin bir anlamı var. Bugün en ufak bir şey gibi düşündüğümüz varlıkları hayatımızdan attığımızda neler değişir hiç düşündük mü? İnsanoğlu etrafında olan varlıkların değerini anlamaz pek. Hep daha fazlasını ister. Etrafındaki anlamları algılamak da istemez. Yaşadığımız her anın tadını çıkararak yaşamalıyız. Her şeyin anlamını düşünerek hareket etmeliyiz. KAYNAKÇA Sayar, K. (2018). Her Şeyin Bir Anlamı Var. Kapı Yayınları. 135 RİTMİNİ YAKALA Sıla AKGÜN ÖZET Bu zamana kadar her alanda hızlanmamız öğütlendi. Vaktimizi boşa harcamamak için hep hızlanmaya çalıştık. Bize bu öğretilmişti çünkü. Çok çalışmak... Peki, çalışmak ve hızlı olmak kavramlarını neden aynı şeyler gibi düşünüyoruz? Hem yavaş olup hem çalışamaz mıyız? Hem yavaşlayıp hem başarıya ulaşamaz mıyız? Dünya'nın ritmine ayak uydursak mesela, her şey daha güzel olmaz mıydı? Çevremizdeki her problem bu muazzam ritmi bozduğumuz için kaynaklanmıyor mu zaten. Kuraklıklar, seller, küresel ısınma veya üzerine düşündükçe aklımıza hemen gelebilecek yüzlerce problem... Hepsi insanoğlunun hız tutkusu yüzünden ortaya çıktı. İnsan hızlanmaya çalıştı, Dünya ritmini korudu. Ne Dünya insana ayak uydurabildi, ne de insan Dünya'ya. İnsan hızlandı, hızlandı, hızlandı ve problemler doruğa ulaştı. İnsan da katlanamadı bir yerden sonra. Kendi hızı kendine çok fazla geldi. İşte bunu süreklilik arz eden bir öfkeyle, mutsuzlukla ortaya koyuyor şimdi. Etrafımıza baktığımızda gerçekten mutlu olan birini görmek neredeyse imkânsız artık. İşte o nadir mutlu insanlar da, hayatın ve kendinin ritmini yakalamış olanlar. Anahtar Kelimeler: Ritim, Yavaşlama, Tabiat, Usul, Keşmekeş, Teenni, Denge Eskişehir Anadolu Lisesi 11. Sınıf Öğrencisi 136 GİRİŞ Ritim    Ritim, bir dizede, bir notada vurgu, uzunluk veya ses özelliklerinin, durakların düzenli bir biçimde tekrarlanmasından doğan ses uygunluğu, tartım, dizem. Çeşitli aletlere vurarak çıkarılan, düzenli ve akıcı seslerin oluşturduğu bütündür. / Şiirde ya da düzyazıda vurgu, uzunluk ya da seslerin, durakların düzenli bir biçimde yinelenmesinden doğan uyumdur. Zaman içinde düzen, intizam, düzüm, âhenk. Dizem. "Çocukların iç dünyalarına saygı göstermeliyiz. Bize düşen, onlara güvenli bir ortam sağlamak. Bu güveni hissettiklerinde etrafı daha kolay keşfeder, daha kolay bağımsızlık duygusu edinirler. Bırakalım, çocuklarımız da biz nasıl büyüdü isek öyle büyüsünler. Düşe kalka, toza çamura bulanarak, anne babalarının güven verici varlığında seçim ve hata yapabilmenin özgürlüğünü içlerine çekerek. Hayatın ritmine uyarak"289 Yavaşlama    Yavaşlamak eylemi. Hızı azalmak, daha yavaş duruma gelmek. Yavaş gitmeye başlamak, hızını azaltmak, yavaş olmak, yavaş gitmeye başlamak, hızını azaltmak. "Yavaşlayın! Bu Hayattan sadece bir defa geçeceksiniz."290 Tabiat    289Kemal 290Kemal Doğa / Doğal özellik / Huy, karakter Yaratılış, seciye, bir varlığın aslî yapısı, maddî dünya anlamında bir terim. İnsan dışındaki canlı ve cansız varlıkların hepsi, doğa. / Dış dünyanın dağlar, denizler, kırlar vb. daha çok güzelliğiyle insana hitap eden tarafı. / Sayar, Yavaşla, Kapı Yayınları, İstanbul 2018, s.25-26 Sayar,a.g.e, s.22 137 (İnsanın sâhip olduğu güce karşılık) Dış dünyada hüküm sürmekte olan düzenden doğan güç. / Bir varlığın tabiî özelliklerinin bütünü. / Bir kimsenin davranışlarına yön veren yaratılışı, huy, meşrep, mizaç. "Yoğunlaştığımız bir uğraşıda saatlerin nasıl geçtiğini fark etmediğimiz zaman konuklarımız olmalı. Ancak o kovukların içinde ve çılgın kalabalıktan uzakta, ruhumuzun ve kâinatın seslerini dinleyebiliriz."291 Usul    Yavaş. *Usul Usul: Yavaş yavaş. Alçak bir sesle. / Yavaş bir biçimde. Ağır, yavaş "Evlere ve okula “Yavaşla!” tabelaları asabiliriz. Ve sonra atalarımızın ve dedelerimizin öykülerini çocuk ve gençlerimize usul usul anlatmaya başlayabiliriz. Usul asildir."292 Keşmekeş   Karışık olma durumu, karışıklık, kargaşa. Karışıklık. / Çekişme, kavga. / Kararsızlık, tereddüt "Modern hayatın keşmekeşi içinde sevdiklerine ve kendi ruhunu vakit ayırabilen, anın getirdiği imkanları layıkıyla değerlendirebilen kaç kişi kaldı?”293 Teenni   İlerisini düşünerek acelesiz iş görme, ağır davranma. İhtiyatlı ve akıllıca davranma. Bir işte acele etmeyip bir düşünce dairesinde hareket etme. / Acele etmeden düşünerek iş görme, dikkatli davranma. / 291Kemal Sayar, a.g.e., s.12 Sayar, a.g.e., s.30 293Kemal Sayar, a.g.e,s.12 292Kemal 138  İlerisini düşünerek acele etmeden yavaş ve ihtiyatlı hareket etme. / Düşüne düşüne iş yapma. / Yavaşlama, duraksama. / Dikkat gösterme. / Acele etmeme. Ağır davranmak, temkinli olmak. "Güzel olan, kayda değer olan ne varsa yavaşlıkla yapılır. Telaş ve acelecilik toplumuna karşı, teenni ve sükûnet toplumunu diriltmemiz gerekiyor."294 Denge   Bir nesnenin veya bir insanın devrilmeden durma hâli, muvazene, balans. Zihinsel ve duygusal uyum, istikrar. “Her şey kendi zamanında gerçekleşir.”295 Yavaşla “Sevmek için zaman ayırmak gerekir. Bilmek için zamana ihtiyaç duyarız. Güzelliği ancak zaman ayırarak fark ederiz. Zamanla olgunlaşırız. Lütfen yavaş gidiniz"296 diyor Kemal Sayar. Hızlı olma hırsı gözümüzü kör etti. Sadece herhangi bir şey yapmak için uğraşıyoruz. Yaptığımız şey işe yarıyor mu gerçekten? Bilmiyoruz, yalnızca yapıyoruz. 24 saate çok şey sığdırmaya çalışıyoruz. Fakat unuttuğumuz bir şey var ki "Çok aslında azdır." Bunu da yapayım, şunu da okuyayım, onu izlemezsem de olmaz şimdi diye diye birini anlamadan diğerine geçiyoruz. Kısa zamanda bin tane şey öğrenmeye çabalarken kala kala on tanesi kalıyor geriye. O kısa zamanda sadece yirmi tane öğrenmeye çabalasak peki? İşte o zaman hayattan en yüksek verimi alırız. Yeterli çabayla hem en yüksek verimi elde edip hem de hayattan zevk almak yerine, neden hızlanmak için uğraşıyoruz. Kendimizi hırpalamayı marifet sayıyoruz. "Zaman akıp gidiyor. Geçen her yıl ömrümüzü nasıl yaşadığımız, onu hangi anlam ile taçlandırdığımız konusunda bizi bir iç sorgulamaya yönlendirmiyor; takvim zamanının hızı, iç zamanımızın ancak 294Kemal Sayar, a.g.e., s.38 Sayar, a.g.e., s.52 296Kemal Sayar, a.g.e, s.38 295Kemal 139 yavaşlıkla değer bulacak süreçlerini berhava ediyorsa, durup bir kez daha düşünmemiz gerek."297 "Ben bugün bunu, bunu, bunu, bir de bunu yaptım. Çok yoruldum, çok sıkıldım ama değdi." Çok duyuyoruz buna benzer cümleleri, hepsi de gururla söylüyor. Dünya ile konuştuğumuzu bir düşünelim. "Ne güzel bir yaz günü değil mi? Bugün yoğun bir kar fırtınası yaptım, rüzgarı da esirgemedim tabii, şimdi de çıkardım dereceyi 40'a. Tek günde hallettim hepsini. Çok yoruldum, çok sıkıldım ama değdi." dediğini farz edelim. Tabiatın ritminin bozulduğunu hayal edelim. Çok mantıksız geliyor değil mi? Tabiat bu, ritmini bozmaz, bozarsa neler olabileceğini bilir çünkü. Biri bize gelip sorsa tabiat ritmini bozarsa ne olur diye hemen karşı çıkarız. Böyle bir şeyin olmasının imkânsız olduğunu, eğer olursa da bunun bizim sonumuz olduğunu söyleriz muhtemelen. "Tabiatı telaşlandıramayız. Yağmuru, rüzgârı, gündüzü acele ettiremeyiz. Her şey kendi zamanında gerçekleşir."298 Peki, o kişi bize bu sefer de, sen neden kendi ritmini bozdun dese? İnkâr ederiz. Çünkü bizim için ritim bu. Fazlasıyla bir şeyler yapmaya, hayatın tadını çıkaramamaya alıştık, alıştırıldık. "İçinde bulunduğumuz çağ, "şimdi"yi yaşamamıza fırsat vermiyor, her şey gelecek için yapılıyor."299 Bize de çağa ayak uydurmak kalıyor. Zaman geçtikçe daha hızlı, daha mutsuz nesiller yetişiyor. "Tükenmişliğin son demlerinde insanlar, kendi mutsuzluklarından kaçmak için daha da hızlanıyorlar."300 İşte bunun için Kemal Sayar: "Yavaşla," diyor, "Bu hayattan bir defa geçeceksin."301 Yavaşla diyen tek yazar da değil Kemal Sayar. Pek çok kitap yazılmış, söz söylenmiş yavaşlık üzerine. Buna rağmen hala çoğu kişi hızlanmanın mutluluk ve huzur getireceğine inanıyor ama Milan Kundera da diyor ki: "Yavaşlığın keyfi neden yitip gitti böyle? Nerede şimdi geçmişin aylaklar... Bir Çek atasözü onların tatlı aylaklıklarını bir eğretilemeyle tanımlar: Tanrı’nın pencerelerini seyrediyorlar. Tanrı’nın pencerelerini seyreden kimsenin canı hiç sıkılmaz, mutludur.”302 297Kemal Sayar, a.g.e., s.41 Sayar, a.g.e., s.52 299Kemal Sayar, a.g.e., s.24 300Kemal Sayar, a.g.e., s.43-44 301Kemal Sayar, a.g.e., s.22 302Milan Kundera, Yavaşlık, Can Yayınları, İstanbul 2013, s.10 298Kemal 140 Daha pek çok örnek verilebilir, pek çok alıntı yapılabilir ama hepsinin, her sözün temel noktası dengeyi yakalamak. İşte Kemal Sayar da bunları söylerken yavaşlık ve tembelliği keskin bir çizgiyle ayırıyor elbette. Dengeyi koruyor. İşini yaparken ertelemek, baştan savma yapmak değil istenen. Yavaşla derken kimse hiçbir şey yapma, sadece kendini dinle, tabiatı dinle demiyor. Hem tabiatı dinlemek hem iç sesi duymak gerek. Ama bunları yaparken çalışmak da unutulmamalı elbet. Ne çalışmayı abartmalı ne de dinlemeyi. Kısaca tabiatı örnek almalı. Nasıl ki Güneş'in vaktinden fazla ya da az aydınlattığı görülmediyse bugüne dek, bizim de hiçbir şeyi fazla ya da az yaptığımız görülmemeli. Yapılan şeyin hakkı verilmeli, usul usul yapılmalı. Her insanın kendine özgü bir usul tanımı vardır aslında. Özellikle Türkiye'de yöreden yöreye büyük farklılıklar gösteren bir terim. Yaşam şartları bir yörede hızlı olmayı gerektirirken, bir başka yörede hız, karışıklık ortaya çıkarıyor olabilir. Ama bu iki zıt kişilik bile kendine göre usuldur. Bu çizgiyi tutturabilmek büyük marifet ve bu da bize kalıyor. Kemal Sayar yazılarıyla bu ayarı tutturmamıza yardımcı oluyor. Tembel değil, usul olmayı ilmek ilmek işliyor. "Usul asildir."303 SONUÇ Tembellik ve yavaşlık, usulluk arasında çok ince bir çizgi var. Hayat gayemiz, işte bu ince çizgiyi yakalayabilmek olmalı. Ne hırpalamalıyız kendimizi hayata çok şey sığdırabilmek için, ne de tamamen boş bırakmalıyız Dünya’yı. Kolay değil bu dengeyi tutturmak, büyük marifet ama bu zor dengenin yükü hepimizin üstünde. Kemal Sayar da bu dengeyi layıkıyla koruyabilen biri olarak bizim de bu dengeyi tutturmamıza yardımcı oluyor. Bir psikiyatri profesörü olarak da yavaşlamanın, bu dengeyi korumanın, tabiatı dinlemenin ve en önemlisi insanın kendini anlamasının ne kadar önemli ve gerekli olduğunu usul bir üslupla biz okuyucularına aktarıyor. Tembel değil, usul olmayı ilmek ilmek işliyor. 303Kemal Sayar, a.g.e, s.30 141 KAYNAKÇA Kundera, M. (2013). Yavaşlık. Can Yayınları. Sayar, K. (2018). Yavaşla. Kapı Yayınları. 142 AĞRIYAN BİR VARLIK OLARAK İNSAN304 Berna ÜSTÇETİN ÖZET Bu metin “Eskişehir Liseleri Aydınlarını Tanıyor” projesi kapsamında Kemal Sayar'ın kitaplarında işlediği konulardan yola çıkılarak günümüz insanının mutsuzluğunu, birçok insanın mutsuzluğu özümsemek yerine ondan kaçtığını, mutsuzluğun sebebinin olması gerekmediğini ama eğer ki istenirse herkesin mutsuz olması için bir sebep bulunabileceğini anlatmak için yazılmış bir bildiridir. Günümüz insanları birçok değerini yitirmiş, ruhun bazı ihtiyaçlarını karşılayamaz hale gelmiştir. Ruh sevmek ister, sevilmek ister, merhamet ister, bir başka ruha içini dökebilmeyi, derdini anlatabilmeyi ister. Dolayısıyla da bu ihtiyaçları karşılanamayan ruhlarımız sızlamaya başlamış, hepimiz birer homo melancholis haline gelmişizdir. Melankoli ve depresyon her tarafımızı kaplamıştır. İnsanlara mutsuzluklarının sebebini sorsalar cevap veremezler belki ama aslında herkesin bir sebebi var. Herkes merhametli bir insan olmanın yasını tutuyor, herkes yitirilen insan ilişkilerinin yasını tutuyor, herkes diğerkâm insanlar olmanın yasını tutuyor. Aslında herkes yitirdiği insanın yasını tutuyor. Anahtar Kelimeler: Melankoli, Halet-i ruhiye, Yeis, Elem, Yas, Depresyon, Istırap, Merhamet, Hüzün. 304Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Timaş Yayınları, İstanbul 2018, s. 36 Eskişehir Anadolu Lisesi  143 GİRİŞ Melankoli:    Kara sevda, hüzün.305 Kara sevda, malihulya, devamlı hüzün, kasvet, bunaltı.306 Ruhça ve bedence çöküntü, içine kapanıklık, dış dünyaya karşı ruhsal ve fiziksel ilgisizlik ve genel bir suçluluk duygusuyla birlikte görülen ruhsal bozukluk, kara sevda, malihulya. Nedeni belirsiz sürekli hüzünlü olma hali. 307 Bir homo melancholis olabilseydik eğer, depresyon içimizde bu kadar kök salamayacaktı. Hayatın bize sundukları içinde hüznü doğal bir seçimle sevebiliyor olsaydık; iri kahkahalara, gösterişli hayatlara ihtiyaç duymayacaktık.308 Günümüzde yaygın görülen melankoli, birçok kişinin yaşadığı aynı zamanda da korktuğu bir durumdur. Melankoliden korkan insanların çoğu melankolik olduklarının farkında bile değillerdir. Günümüzde herkesin mutsuz olmak için çeşitli sebepleri vardır. Bu yüzden de günümüz toplumlarında herkes mutsuz, herkes melankoliktir. Halet-i Ruhiye:    Duyuş hâli, tarzı; ruh hâli. 309 İnsanın ruh hali. Ruhsal durum. 310 Duyuş ya da düşünüş havası, ruhsal durum, duygusal durum.311 Varoluşun aydınlık ve karanlık tarafları var, tatlı ve acı yanları var. Ruhsal durumunuza göre kendinizi bunlardan birine ayarlayabilirsiniz ama ancak ikisine birden alıcılarını açan insan, daha tam ve bütün bir insan deneyimine kendisini açmış olur. 305www.tdk.gov.tr 306Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, Birlik Yayınları, Ankara, 1986, s. 758 307www.lafsozluk.com 308Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Timaş Yayınları, İstanbul 2018, s. 37 Doğan, a.g.e, s. 434 310www.luggat.com 311www.lafsozluk.com 309Mehmet 144 İnsanın halet-i ruhiyesi mutluluktan hüzne, sevinçten öfkeye ve daha adlandıramadığımız birçok duyguya ev sahipliği yapan geniş bir yelpazedir. İnsan, duyguları ve düşünceleri olan bir canlıdır. Bu yüzden yeryüzünde başka hiçbir canlı yoktur ki halet-i ruhiyesi bu kadar çeşitli olsun. Düşüncelerimiz ve duygularımızın birer renk olduğunu varsayarsak insanın halet-i ruhiyesi bir gökkuşağıdır. Ancak bazen adlandıramadığımız, bize sıkkınlık veren duygular silsilesi ruhumuzu esir alınca renklerin karmaşık bir şekilde birbirine karışmasıyla halet-i ruhiyemiz simsiyah, kapkaranlık bir yere bürünür. Yeis:    Ümitsizlik, ümitsizlikten meydana gelen üzüntü ve karamsarlık.312 Umutsuzluktan doğan karamsarlık, üzüntü.313 Şiddetli üzüntü, keder, ümitsizlik.314 Ruhumuzu faniliğin dalga boyuna ayarlayabilseydik, incinmezlik ve sonsuzluk yanılsamasının avucumuzdan kayıp gittiği anlarda, yeis sırtımızı yere vuramayacaktı.315 Yeis, tıpkı hüzün gibi, insanı geliştiren ve olgunlaştıran bir durumdur. Kalbi yeisle yoğrulmamış hiçbir olgun insan yoktur. Elem:    Ağrı, acı, sancı. Dert, üzüntü, gam, tasa, kaygı.316 Acı, üzüntü, dert, keder.317 Acı. Keder. Ağrı. Sancı. Dert. Gam. Kaygı. Sıkıntı. Üzüntü.318 Elemin ve anlamın olmadığı bir dünyada hepimiz yaşayan ölüler olacağız.319 312Mehmet Doğan, a.g.e, s. 1165 313www.tdk.gov.tr 314www.lugatim.com 315Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Timaş Yayınları, İstanbul 2018, s. 37 Doğan, a.g.e, s. 312 317www.tdk.gov.tr 318www.luggat.com 316Mehmet 145 Yas Tutmak:    Ölüm veya felaketli hâlden ötürü takınılan üzüntülü tavır veya ağlama, mâtem.320 Çok üzülmek, yasa bürünmek, matem tutmak. Duyulan acı ve üzüntüyü bazı davranışlarla belli etmek.321 Ölüm veya bir felaketten doğan acı ve bu acıyı belirten davranışlar, matem.322 Galiba hepimiz yitirdiğimiz insanın yasını tutuyoruz.323 Depresyon:    Buhran, bunalım, fiziki ve ruhi çöküntü. 324 Maddi veya manevi çöküntü. İç sıkıntısı. Ruhî çöküntü.325 Bunalım, çöküntü.326 Depresyon belki de inanç kaybının bir belirtisidir.327 Istırap:    Üzücü bir halin sonucu olan tasa, kuvvetli acı, ızdırap.328 Acı, üzüntü, sıkıntı, keder.329 Sıkıntı, aşırı elem, acı.330 Istırap anlayışı keskinleştirir ve kalbi yumuşatır. Istırap merhametin kalbinizde kök salmasına yardım eder.331 319Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Timaş Yayınları, İstanbul 2018, s. 42 Doğan,a.g.e, s. 1159 321www.tdk.gov.tr 322www.seslisozluk.net 323Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Timaş Yayınları, İstanbul 2018, s. 37 324Mehmet Doğan, a.g.e, s. 244 325www.luggat.com 326www.tdk.gov.tr 327Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 36 328Mehmet Doğan, a.g.e.s. 497 329www.tdk.gov.tr 330www.luggat.com 320Mehmet 146 Merhamet:    Başkalarının durumu karşısında duyulan şefkat hissi, acıma, gönül yufkalığı.332 Bir kimsenin veya bir başka canlının karşılaştığı kötü durumdan dolayı duyulan üzüntü, acıma.333 Acımak, şefkat göstermek. Korumak, iyilik etmek. Biçârelere yardımda bulunmak. Esirgemek.334 Merhamet, senin mutluluğun olmazsa benim de mutlu olamayacağımın bilgisidir. Sadece kendi refahına odaklanmış insanların erişemeyeceği gök bağışı, ruhu mücevherle donatan bir ödüldür.335 Merhamet, günümüzde birçok insanın unuttuğu bazılarınınsa hiç bilmediği bir kavram. Çünkü günümüzde çocuklar merhametin ne olduğunu bilmeden büyütülüyor ve dolayısıyla benmerkezci bir nesil yetişiyor. Oysaki hiç kimse sızlayan ruhlarımızın merhametle şifa bulabileceğinin farkında değil. Hüzün:    Gönül üzgünlüğü, gam, keder, sıkıntı.336 Gönülde hissedilen gariplik ve burukluk, arzulanan bir şeyin elden kaçması veya istenmeyen bir şeyin başa gelmesi yüzünden duyulan tasa, üzüntü, gam, keder.337 Üzüntü.338 Hüzün kanatlarına dokunursanız, kendi adımlarınızın sesini duymazsınız. Orada sadece meleklerin hışırtıları vardır.339 331Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s.125 Doğan, a.g.e, s. 765 333www.tdk.gov.tr 334www.luggat.com 335Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 60 336www.tdk.gov.tr 337www.lugatim.com 338www.etimolojiturkce.com 339Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 35 332Mehmet 147 Hüzün birçok insanın korktuğu, içselleştirmek yerine ondan kaçtığı bir duygudur. Oysaki hüzün insana insan olduğunu, kedere bürünecek bir kalbinin olduğunu hatırlatan bir durumdur. a) Ruhun Yeni Hastalıkları İnsan, bedenin yanı sıra ruha da sahip olan ve bu yüzden yaratılmış tüm canlılardan daha karmaşık olan bir canlıdır. Diğer canlılar gibi, yaşamını devam ettirebilmesi için bedensel birtakım ihtiyaçları ve bunlara ilaveten ruhsal ihtiyaçları vardır. Teknolojinin gelişmesiyle insanların ekranlara gömülmesi, asosyal toplumların yetişmesi gibi zamanla ortaya çıkan sorunlar bazı insanlık değerlerimizin unutulmasına ve ruhun bu ihtiyaçlarının karşılanamamasına sebep olmuştur. Merhamet yitirilmiş, sevgi azalmış, insan ilişkileri zayıflamış ve benmerkezcilik artmıştır. Oysaki insan ruhu sevmek sevilmek ister, merhamet ister, başını her zaman omzuna yaslayabileceği bir dost ister, dertleşmek ister. Ancak günümüzde başını ekrandan kaldırmayan, anne babasına saygı duymayan, komşularının kim olduğunu dahi bilmeyen insanlar ruhlarının bu ihtiyaçlarını çoktan unutmuşlardır. Ruhun karşılanamayan ihtiyaçları sebebiyle de birtakım hastalıklar ortaya çıkmıştır. Kristeva'nın dediği gibi, 'ruhun yeni hastalıkları'. 340 Günümüzde birçok kişide melankoli, depresyon gibi insana çökkünlük veren ve buhrana sürükleyen hastalıklar görülmektedir. Durum böyle olunca da günümüz insanı bir homo melancholis341 haline gelmiştir.’Postmodern çağda depresifiz hepimiz, zira çok seküleriz, çok ruhsuzuz, çok umutsuzuz.” diyor Kemal Sayar. Yaşamımız acılarla dolu, ruhlarımız yorgun, kalplerimiz sızlıyor. Sonunda işte ağrıyan bir varlık. Ağrıyan bir varlık olarak insan.342 b) İnsanın Doğal Hali Mutlu Değildir Kemal Sayar’ın da dediği gibi mutluluk hakkında yanlış bildiğimiz şeylerden biri, insanların doğal olarak mutlu olduğu düşüncesidir.343 Mutlu olmak insanlar tarafından normal bir durum olarak kabul görür. Bu yüzden mutsuz birisini gördüğümüzde bu “anormal’’ varsayılan durum direkt dikkatimizi çeker. Mutsuz bir insan gördüğümüzde yanına gidip herhangi bir sorun olup olmadığını, neden mutsuz olduğunu sorarız ancak hiçbir zaman mutlu bir insana gidip ‘’Neden 340Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 36 Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 35 342Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 36 343Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 129 341Kemal 148 mutlusun?’’ diye sormayız. Çünkü halk arasındaki genel yargıya göre mutlu olmak doğal bir şeydir, herhangi bir sebep gerektirmez fakat mutsuz olmak insanın doğal halini bozan ve bunun için de sebebi olması gereken ‘’anormal’’ bir durumdur. Oysaki bu düşünce yanlıştır. Mutluluk gibi mutsuzluğun da sebebi olmak zorunda değildir. İnsanın yaşamı, insanın mutlu olduğu anlar ve mutsuz olduğu anlarla birlikte bir bütün oluşturur. Ve insan yaşamı bir bütün olarak anlamlıdır. Eğer ki bu ikisinden birini yok sayacak ve ‘’anormal’’ olarak nitelendirecek olursak yaşamın yarısını boşa geçirilmiş bir zaman dilimi veya yanlış yaşanmış bir hayat olarak görürüz. Kemal Sayar Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez kitabında bu durumu şu cümlelerle anlatır: ‘’Zira önemli olan tek şey, yaşadığımız acı tatlı, iyi kötü, olumlu olumsuz her ne deneyim varsa her birini özümsemektir. Yaşamımız onların bütününden oluşur.’’344 Kısacası, Sayar’ın da dediği gibi mutsuzluktan kaçmak yerine onu özümsemeliyiz. c) Mutsuzluğu Özümsemek Mutsuzluk çoğu insanın zihninde uzak durulması gereken ve insana zarar veren bir durum olarak yer edinmiştir. Oysaki mutsuzluk, sanılanın aksine bizden bir şeyler götüren değil bize bir şeyler öğreten, bizi geliştiren ve olgunlaştıran bir durumdur. Kemal Sayar’ın da dediği gibi “Bir mutlu hayat olacaksa eğer, o biraz da kendi ıstırabımızla yüzleşme, onu yaşama ve ondan öğrenme çabamızdan kaynaklanacak.”345 Istırap, hüzün ve mutsuzluk insana özgü, insana insan olduğunu hatırlatan durumlardır. Yeryüzünde acı çeken, yeise kapılan başka hiçbir canlı yoktur. Bu yüzden ki insan mutsuzluktan ve hüzünden kaçmamalı, acısını uyuşturmaya çalışmak yerine onu içselleştirmelidir. Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı kitabında Kemal Sayar “Hüznümüz bize aittir. Hüznümüzü ilaçlardan da psikiyatrinin tasallutundan da korumamız lazım.”346 demiştir. Hüznümüz bize aittir, mutsuzluğumuz bize aittir. Dünya klasikleri arasında yer alan Anna Karenina'nın ilk cümleleri de bize bunu söyler: “Bütün mutlu aileler birbirine benzer, her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göredir.”347 Nasıl her mutsuz ailenin mutsuzluğu kendine göreyse her mutsuz bireyin mutsuzluğu da kendine göredir. Yaşadığımız mutsuzluklar halet-i ruhiyemizi ve karakterimizi şekillendirir. Ruhumuz yeisle, elemle yoğrulur. Acı çekmekle, ıstırapla şekle bürünür. Eğer ki insan mutsuzluğu 344Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 182 Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 122 346Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, Timaş Yayınları, İstanbul 2017, s. 191 347Lev Nikolayeviç Tolstoy, Anna Karenina, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul 2015, s. 3 345Kemal 149 tatmayan bir canlı olsaydı diğer canlı varlıklar gibi gündelik ihtiyaçlarımızı gidermekten başka bir derdimiz olmayan varlıklar olurduk. Yemeye, içmeye, uyumaya ve bunları tekrarlanmaya programlanmış bir robotlar olurduk belki de. İnsana özgü olan ruh kavramını yitirirdik. Ağrıdan ve ıstıraptan uzak durdukça, hayal kırıklığını perdelemeye çalıştıkça, bize anlamlı bir hayat getirebilecek olan değerli hediyelerden de mahrum kalıyoruz.348 İnsanî özelliklerimizden mahrum kalıyoruz. Ruhumuzun şekillenmesinden mahrum kalıyoruz. Mutsuzluk ve hüzün insanı olgunlaştırmasının ve ruhsal olarak geliştirmesini yanı sıra kimi zaman bir şarkının sözlerinde, kimi zaman bir şiirin en vurucu dizesinde, kimi zaman da boyalara karışıp görkemli bir tabloda yer almıştır. “Hüznün kanatlarıyla, dünyaya dokunmadan uçuşan bu kelebeklerin hayatlarımızı nasıl güzelleştirdiğini, dillerinden dökülen şiirlerin, yazıların, notaların dünyayı nasıl yaşanılası kıldığını fark etmeksizin, sıradanlığın cehennemine mi hapsedeceğiz onları?”349 En güzel şiirler hüzünle, en etkileyici şarkılar mutsuzluğun etkisiyle yazılmıştır. Bu eserleri ortaya koyan insanlar kendi hüzünleriyle aynı dertten mustarip olan insanların yalnız olmadıklarını hissetmelerini sağlamış, onların da dertlerine ses olmuşlardır. Ve belki de bu eserler birçok insana insanlık değerlerini, yitirilen değerleri tekrar sorgulatmıştır. d) Aslında Herkes Yitirdiği İnsanının Yasını Tutuyor350 “Batı dünyasında yapılan istatistikler, gerek gençliğin gerekse genel manada insanlığın geçmiş çağlara göre çok daha mutsuz olduğunu gösteriyor. Daha büyük arabalarımız, bilgisayarlarımız, cep telefonlarımız var, evlerimiz daha sağlam ama neden daha mutsuzuz? Bu soru ruh sağlığı uzmanı pek çok bilim adamının ilgisini çekiyor. İnsan ilişkisini kaybettiğimiz için daha fazla mutsuzuz. Belki daha güzel evlerde oturuyoruz ama komşularımızı tanımıyoruz. Daha büyük şehirlerde yaşıyoruz ama dostlarımıza ulaşamıyoruz. Arabalarımıza binip uzaklara gidebiliyoruz ama bayramlarda sevdiklerimizi ziyaret etmiyoruz da tatil yörelerine kaçıyoruz. Yalnızlık mutsuzluğu getiriyor.”351 Mutsuzluk için bir sebebin olması gerekmez ama günümüzdeki insanların mutsuzluğuna biraz yakından bakacak olursak hepsine bir sebep bulabilmek Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 192 Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 35 350 Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s. 37 351 Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s. 72 348 349 150 mümkün. Günümüzde mutsuz olmak için epey bir sebebe sahibiz. Yitirdiğimiz her değerle birlikte insanlığımızın bir parçasını da yitirdik. Ruhumuz bu yitirilen insanlığın boşluklarıyla dolu. Ve bu boşluklar ancak merhametle yamalanabilir. Ama maalesef ki merhamet kavramı da yitirdiğimiz bir kavram. Herkes mutsuz, depresif. Herkes yasta. Çünkü herkes yitirdiği değerlerle birlikte kaybettiği insanın, kaybettiği ruhunun yasını tutuyor. Herkes yitirdiği merhametin, diğerkamlığın, dostluğun yasını tutuyor. Herkes iyi bir insan, iyi bir anne baba olmanın yasını tutuyor. Herkes içindeki çocuğun, insanlığın yasını tutuyor. Herkes ruhunun yasını tutuyor. Aslında herkes yitirdiği insanın yasını tutuyor. Bu yüzden de günümüzde hepimiz melankolik ve depresifiz. Mutsuzuz. Günümüz mutsuz olana değil mutlu olana soru sorulması gereken bir zamandır. O halde sorun kendinize. Yitirdiğiniz bu kadar değer varken, ruhlarınız yitirdiğiniz değerlerin o ağır boşluğunu taşıyamayıp sızım sızım sızlıyorken, her biriniz merhamete muhtaç kişiler olmuşken gerçekten mutlu musunuz? SONUÇ Günümüz insanının bir homo melancholis hâlini almasının en büyük sebepleri ruhun ihtiyaçlarının karşılanamaması ve insanların mutsuzluklarını özümseyememesidir. Birçok insanın mutsuzluğu tamamıyla kötü bir durum olarak görmesinden kaynaklanarak mutsuzluk, özümsenmek yerine bir hastalık gibi geçirilmeye çalışılmaktadır. Oysaki mutsuzluk insana insan olduğunu, kırılacak bir kalbinin, ıstırap çekecek bir ruhunun olduğunu hatırlatan durumdur. Dolayısıyla mutsuzluktan kaçmak yerine mutsuzluğumuzla yüzleşip onu içselleştirmemiz gerekir. Yıllar geçtikçe insanlar, her yitirilen insanlık değeriyle birlikte ruhlarının bir parçasını da yitirmiş ve sonuç itibariyle günümüz insanı ruhsuz, melankolik ve depresif bir hale gelmiştir. Hepimizin ruhu yitirdiğimiz insanlığın ardından delik deşik olmuştur. Ancak ruhumuzdaki bu delikler merhametle yamalandığı zaman ruhumuzun ihtiyaçları karşılanmaya başlayacak. Ve hepimiz o zamana kadar yitirdiğimiz insanların yasını tutmaya devam edeceğiz. 151 KAYNAKÇA Doğan, M. (1986). Büyük Türkçe Sözlük. Birlik Yayınları. Sayar, K. (2017). Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı. Timaş Yayınları. Sayar, K. (2018). Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez. Timaş Yayınları. Tolstoy, L. N. (2015). Anna Karenina, İş Bankası Kültür Yayınları. 152 HÜZNÜN DENİZİNDE KULAÇ ATMAZSANIZ MUTLULUĞUN DENİZİNE VARAMAZSINIZ Sude Nur OPAN ÖZET Bu çalışmada yaşanan her günde bireyin karşılaştığı yakınını kaybetme, ailevi sıkıntı, hayal kırıklığına uğrama, gelecek kaygısı gibi olguların yani hüznün artık modern zamandaki insanların istemediği bir durum haline gelmesi. Toplumda ve bireylerin birbirini derdine ortak olmayıp (diğergamlık) hüznü hastalık yerine konulması. Toplumda hüznün depresyon ile eş değer anlama gelmesi. Hüznün içselleştirilmemesi ve ondan kaçınılmasıyla da artık bu doğal halin iyi yanlarının göz ardı edilmesi ve güçlü olmak ve her zaman pozitif kalmanın bu durumu çözeceğinin ve güçlü olmanın yanlış algılanması incelenmiştir. Anahtar Kelimeler: Diğergamlık, Alturizm, Hüzün, Güçlü olmak, Hemhal olmak, Analjezi toplumu. Eskişehir Anadolu Lisesi  153 GİRİŞ Diğergamlık: özgecilik 352 Diğergamlık: Başkalarını düşünen, özgeci 2.son yüzyılda ‘’alturizm’’ karşılığı olarak kullanılmıştır.353 Asıl hazzı kardeşlikte, diğergamlıkta, başka insanları sevebilmekte, onlara verebilmekte, kâinatı saran bu ilahi neşeyi fark edebilmekte bulacağını söylüyorum.354 Diğerkamlık bir diğer ismiyle alturizm insanların başka insanların derdiyle üzülüp onun yararını gözetmedir. “Kendine davranılmasını istediğin gibi başkalarına öyle davran” veya negatif formda “Kendine yapılmasını istemediğin şeyi başkalarına yapma” şeklinde formüle edildiğini söylemek mümkündür. Dolayısıyla dinler diğerkâmlığı dışlayan veya törpüleyen değil aksine bu ahlaki erdemin, öne çıkarılması, vurgulanması ve desteklenmesi gerektiği yönünde mensuplarına kimi zaman emir kimi zaman öğüt veren bir hassasiyete sahiptir.”355 Bu kısımla da aslında diğergamlığın evrensel olduğunu anlarız. Hüzün(Arapça): Gönül üzgünlüğü, gam, keder, sıkıntı.356 Hüznü hiç yüksünmeden taşıyabilen kalplerdir, İyiliği de taşıyanlar, dünyamızı imar edenler, onu bulduklarından daha güzel bırakan iyilik erlerdir onlar.357 Hüzünden kaçmak yerine onu içselleştirirsek ve ondan alacağımız derslerin farkına varırsak hayatta bakış açımız ve dünyadaki varlık amacımızı sorgulamasına sebep olur. Güçlü olmak: Gücü olan.358 352www.tdk.gov.tr 353Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, Birlik Yayınları, Ankara 1981, s.256 Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, Timaş Yayınları, İstanbul,2017,s.84 355Şevket Özcan, Dünya Dinlerinde Altın Kural: Diğerkâmlık İnsan Ve Toplum Bilimleri Araştırma Dergisi,2018,cilt 7 sayı 1sayfa 285 -308 356www.tdk.gov.tr 357Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s.8 358www.kelimecim.com.tr 354Kemal 154 Güç: Fizik, düşünce ve ahlak yönünden bir etki yapabilme veya bir etkiye direnebilme yeteneği, kuvvet, gayret. Zihin gücü. Yaşama gücü.359 Analjezi toplumu Analjezi: Acı hissinin kaybı. Acı yitimi.360 Analjezi: Ağrı yitimi.361 Analjezi toplumu yani ağrısızlık toplumu olarak tanımlamışlardır. Bu tür toplumlarda ızdırap ve acı adeta müstehcen, müstekreh kabul edilir, insanlar onlardan kaçar.362 Günümüz insanında sosyal mecralarında etkisiyle mükemmel yaşam anlayışı acının toplumda istenmeyen bir durum haline getirmiştir. Hem hal olma: Bütünleşmek, birliktelik özelliği göstermek363 Onunla hâllenmek, onun hali ile onun ızdırabı ile ızdıraplanmak, onun derdini anlamak…364 Modern Zamanlarda Hüznün Anlamı Modern zamanda insanlar hüznü artık hayatının yarası gibi görmektedir. Oluştuğunda önemsenmeyen gizlenen bu yara siz onunla uğraştıkça ilerde öyle bir hal alırki siz ne kadar güçlü kalmak isteseniz de geçmez kanar. Eğer onu uygun merhemle desteklerseniz yaranız yanı sizin acınız ya da hüznünüz, bir bakmışsınız kabuk bağlamış. Ve artık öyle yaranız olduğu bile aklınıza gelmez. O süreç size sabrınızı acıyla yüzleşmeyi öğretir. Eğer ondan kaçsaydık o yara büyüyüp sizin kalıcı bir iz bile oluşturabilirdi. 359https://tr.m.wiktionary.org 360https://www.nedirnedemek.com/analjezi-ne-demek 361www.tdk.gov.tr 362Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s.83 363www.tdk.gov.tr 364Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s.109 155 A)Acıya ‘’Hoş Geldin’’ Diyebilmek Kemal sayar ‘’Sistem bize sen başkalarının sırtına basarsan var olabilirisin ve ancak bu yarışta var olabilirsen değerlisin diyor. Hüzünlenmek bile verimi düşüren bir olgu olarak kabul ediliyor ve istenmiyor’’365. Eğer hüznümüz olmasaydı stabil giden hayatımızda nasıl güçlenebilirdik. Günlük hayatta söz ile kullandığımız ya da hissettiğimiz özlem ve keder sözcüklerinin sözlük anlamlarına bakarsak keder: acı, üzüntü, dert, sıkıntı, ızdırap, tasa366 ama bu kelimenin anlamına başka bir şekilde bakarsak bize sabrı öğrettiğini ya da iyi geçirdiğimiz anların kıymetini anlamamız gerektiğini fark etmemiz gerekir. Tahassür sözcüğü kavuşmak istenen veya kimse için üzülme, yanıp yakılma anlamına gelen bu sözcük özlemle eş anlamlıdır. Yanıp yıkılıp bireyin hem kendini maddi ve manevi bir faydası olmamakla hem de beraber sevdiği insanın değerini anlamasına ve diğer sevdiklerinin de kıymetini bilmesine aracı olur .”Ya da yoksulluk, toplumsal baskı ve veya adaletsizlik gibi sosya-kültürel etkenleri fark etmiş oluruz.367. Istıraba verilen olumsuz tepki onu üretkenlikten uzaklaştırıyor”. O halde, geldiğinde bize çok şey öğretecek olan acıya ‘hoş geldin’ diyebilmeyi başarmamız gerek. 368 Örneğin kötü zamanlar geçirdiğimiz bir dönem ya da hayal kırıklığına uğradığımız anlarda bize iyi gelen bir anımızı ya da kendi mutluluk parolamızı kullanmak isteriz. Yapılan bu duruma yanlış demek doğru değildir. Fakat üstün körü geçirmeye çalıştığımız bu geçici kurtuluş onlarla yüzleşmediğimiz için devam edecektir.369 Kendi acımızı dürüst bir şekilde ve ondan bir şeyler öğrenebilirsek aslında acımız canlı olduğumuzun ve insanın kendini sorgulamasına sebebiyet verir. B) Diğergamlık ve Modern Zamandaki Güven İlişkisi Diğergamlık başka bir değişle alturizm toplumdaki bireylerin birbirinin dertleriyle ortak olmaları ve birlikte üzülmeleri anlamına gelir. Herhangi bir sorunla karşılaştığımız da biz peki derdimizi hüznümüzü güvendiğimiz insanlara söylemeyi tercih ederiz. Modern zamanda gelişen şehrin ve toplumun getirdikleri 365Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s.106 www.tdk.gov.tr 367Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, Timaş Yayınları,2019,s.124 368Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s.122 369Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, s.123 366 156 özellikler ile beraber belli bir yaştan sonra bireyler ailesinden uzaklaşabiliyor. Bununla beraber küreselleşen dünyada insan ilişkilerinin zayıflaması ve bireylerin artık ben merkezli davranması bireylerin kendi dertlerini anlatacak ve onun derdiyle hüzünlenebilecek güvenebileceği ortamı oluşturamamasına sebep oluyor İnsanları kendi özel yaşamlarını Internet’te “gönüllü” olarak paylaşmaya iten şey, yalnızlık hissi ve kederden başka bir şey değildir.370 O zaman kendini çözülemeyecek bir hüznün içindeymiş gibi hissediyor. Fakat bu hüzün toplumda depresyon ile karıştırılır. C) Hüzün ile Depresyon İlişkisi “Depresyonda insanı tamamen hayata karşı körleştiren, felç eden bir taraf var. Depresyon insanı tamamen işlevsiz bırakıyor. Oysa hüznün içinde kendine mahsus bir enerji var. Hüzünlü insan yeni duyuşlara, yeni düşüncelere temas edebilir; depresyon ise insanı hissiz, bomboş, ’’kör kuyularda merdivensiz’’ bırakır.371 Depresyon: Bunalım, çöküntü372 Maddi veya manevi çöküntü. İç sıkıntısı. (Fransızca) Ruhî çöküntü. 373Toplumda televizyon ya da diğer sosyal mecraların algısı dolasıyla bireyin kendine bile tanı koyabileceği bir duruma gelmiştir. Belirtiler, isteksizlik iştah değişikliği ve intihar eğilimi olan depresyon günümüzde çoğunlukla hüzünlü olmakla karıştırılır. Bazı olaylara karşı verdiğimiz tepkiler gayet olasıdır.” kimsenin işsizliğe neşeli bir tepki vermesi beklenmez. 374 Hüzün, istenilmeyen bir duruma karşı verdiğimiz anlık duygu değişimidir. Hüzünde zamanla ya da birey kendi başına geçirebilirken depresyon bir ruhsal rahatsızlıktır. Maalesef Türk toplumundaki bu algı bireyin tedavisini geciktirebilir. Türk Toplumu ve Hüzün Türk toplumu olarak acıyı seven ve belki de ondan güç alan bir toplumuz. Geçmişten yakınarak ve hüzünlerimizi tamamen kötü bir durum gibi algılayıp bu 370Kemal sayar, Modern çağda dost olmak, ,2019 Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı,S32 372www.tdk.gov.tr 373www.luggat.com 374Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s.31 371Kemal 157 duruma şikâyet etmekteyiz. Bu bizim şiirlerimiz ve türkülerimiz de yansımıştır. Fakat kolayca geçirmek istediğimiz hüznümüz birikerek ilerde bize farklı hastalıklara sebebiyet verebilir. 375 D) Hüzün ile İyileşme Hayatımızda beklenmeyen sıkıntılar istemediğimiz veya beklediğimiz anlarda ortaya çıkabilir. Bu duruma hazırlı olmak beklenilecek bir durum olmamakla beraber zorlu bir süreç te içerir. Bireyin bu zamanlarda kendinin çözemeyeceği bir durum haline gelirse, yakın bulduğu kişilere paylaşması ya da uzman görüşü olmaktan çekinmemelidir. E) Birikip yeniden sıçramak için, elde var hüzün 376 ATİLLA İLHAN Sevgili Anna, En güvendiğin insanlardan kötülük görüp üzülmen güçsüz biri olduğun anlamına gelmez. Fizik kurallarına göre, sırtını dayadığın bir nesne birdenbire giderse sen de o yöne doğru devrilirsin, yani bunun güçsüzlükle alakası yok. ( Sigmund Freud ) 377 Modern zamanda ne olursa olsun asla yıkılmaman gerektiği algısı hem sosyal medya ya da film ve dizi gibi toplum ile direkt ilişkili mecraların yanlış algısıdır. İnsan duygu ve düşünceleri ile var olan onunla yetişen büyüyen bir canlı olup doğduğu andan itibaren belli bir sosyal çevrede yetişir. İleriki zamanlarında ise bu sosyal ortam bireyin hem kendi karakteri hem de yaşamın getirdikleri ile şekil alır. Geniş sosyal çevredeki çeşitli her sıkıntıda kendini onarmaya ve asla yıkılmamaya çalışırsa, bireyin bu egosu çok sürmemekle beraber onu daha kötü bir ruhsal duruma bile sürükleyebilmektedir. İçselleştirmediği acısını bitirmediği ızdırabı, ona katlanmış bir hüzün getirebilir. Bazı zamanlarda bireyin insan olduğunu üzüldüğü kadar gülebileceği ve mutlu olmanın sadece gülümsemeden ibaret olmamasından anlar ve fark etmelidir. Düşmenin kötü bir şey olamayacağının bilincinde olup ayağa kalkmasına da bir zorlamadır. 375Kemal Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, ,s.108 Sayar, Hüzün Hastalığı, Kapı Yayınları,2017,s.99 377https://1000kitap.com/sigmund-freudun-kizina-mektubu--702358 376Kemal 158 Salt Mutluluk ve Pozitif Düşünce Her birey güne başlarken ya da ileriki zamanlarında mutlu olmak ister. Ama bu durumda hayatındaki yoluna gitmeyen şeyleri göz ardı ederiz. Sadece mükemmel bir yaşam iş ilişki ve düzenli bir sosyal ortam hayali günümüzde bu durum çok yaygınlaşan ve gerçekleşmesi için çalışılan bir durumdur. Pozitif düşünmenin insan ruhuna elbette bir katkısı vardır. Ama bu durum hümanistlik ile karıştırılmamalıdır. Her pozitif düşünülen ya da istenilen iyi şeyler gerçekleşeceğini bilemeyiz. Gerçekleşmeyen bu düşünceler bireyi bir bunalıma sürükleyebilir ”.Pozitif düşünceye yapılan aşırı vurguyla gerçekliğin dışına kısmen çıkılmış olması, zamanla gerçek dışı olumlu beklentilerin bir salgın halinde dünyaya yayılmasına da sebep olmuştur. “378 F) Kemal Sayar’ a Göre Hüzün Izdırap, bize bir şeyler öğretiyorsa geçmişte yapmış olduğumuz yanlışlara karşı oradan büyüterek çıkartıyorsa o üretken bir ızdıraptır ve bize çok şey kazandırır.379 Hüzün insanı ne kadar ruhsal olarak yıpratsa da ondan öğrenebileceğimiz çok şey vardır. Onun özü acıyı içselleştirmektir. Tıpkı eski Türk ozanlarının hüznün hayatın bir gerçeği olarak kabul etmeleri gibidir. SONUÇ VE ÖNERİ Sonuç olarak karşılaşılan her sorunun insanın hayatını kötüye etkileyecek bir durum gibi düşünülmesinin yanlış olduğu ve aslında ondan çıkarabilecek derslerle bireye hem karakter hem de hayatta dönük bakış açısını geliştirilebileceğini bilmemizdir. Sorunla yüzleşmede ise bireyin içine atması veya hüznünden kaçması ya da güçlü kalmak için kendini zorlaması ileriki zamanlarda da hüznün devam etmesine sebep olur. Bu yüzden insanın sorunlarında kişinin kendine dönmesi ve uzman görüşü olması ona yarar sağlayacaktır. 378Kemal 379Kemal Sayar, Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez, S.115 Sayar, Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı, s.109 159 KAYNAKÇA Doğan, M. (1981). Büyük Türkçe Sözlük. Birlik Yayınları. Özcan, Ş. (2018). Dünya Dinlerinde Altın Kural: Diğerkâmlık. İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırma Dergisi, (7)1. Sayar, K. (2017). Hüzün Hastalığı. Kapı Yayınları. Sayar, K. (2017). Şimdi Şehir İçin Kalp Zamanı. Timaş Yayınları. Sayar, K. (2019). Biraz Yağmur Kimseyi İncitmez. Timaş Yayınları. 160 YA DEVLET BAŞA YA KUZGUN LEŞE: OSMANLI'DAN CUMHURİYET'E EŞKIYALIK OLGUSU VE EDEBİYATIMIZDA YERİ Başak Cemre BUĞRUL ÖZET Bu çalışmada, "eşkıyalık" üzerinden hareket edilerek kavramın sosyal bir olgu olması ve Türk romanına yansıması üzerinde durulmuştur. İlk olarak "eşkıya" kavramı farklı sözlüklerdeki anlamlarıyla aktarılmıştır. Bundaki amaç kelimenin karşılıklarının zihindeki yansımalarını ve metinlere aktarımını temellendirmektir. Ayrıca eşkıyalık farklı adlandırmalı kaynaklardan tespit edilip aktarılmıştır. Bu tespit, çalışmamızın ilerleyen kısmında roman örneklerinin ortak noktalarını belirlemede yardımcı olmuştur. Yine eşkıyalığın toplumdaki karşılığını belirlemek ve romanda bunun yansımasını görmek noktasında da adlandırmalar yolumuzu açmıştır. Ardından Türk romanının eşkıyalık konulu iki önemli eseri, İnce Memed ve Kuyucaklı Yusuf ele alınmıştır. Özellikle karakterlerin başkaldırma süreçleri incelenip eşkıyalığın özellikleri bu karakterlerin yapısı üzerinden incelenmiştir. Bu çalışmamızın çıkış noktası ise Prof. Dr. Kemal H: Karpat'ın Osmanlı'dan Günümüze Edebiyat ve Toplum adlı eseridir. Anahtar Kelimeler: Eşkıya, Eşkıyalık, Adalet, Türk romanı. Eskişehir Merkez Muzaffer Çil Anadolu Lisesi 161 GİRİŞ İnsanlık tarihi, birçok sancılı sürecin, savaşların ve yıkımların yer aldığı bir sahne gibidir. Bu sahne toplumsal olayların insan ruhunda açtığı yaraların yoğunluğuyla kuşatılmıştır. Tarih boyunca büyük acılarla karşılaşan insanlar özellikle adaletsizlik karşısında hak arayışı içine girince eşkıyalık gibi faaliyetler ortaya çıkmıştır. İnsanlığın, tarih öncesi devirlerinden başlayıp, uygar toplumların oluşumuna kadar geçen süre içerisinde devamlı birlikte yaşamak zorunda kaldığı toplumsal bir olgu vardır: "Eşkıyalık". "Eşkıya" ise Arapça şeka mastarının öznesi olan "şaki"nin çoğulu olarak Türkçeye, Arapçadan geçmiş bir isimdir. Kelimenin sözlüklerdeki farklı tanımlarını ortak bir paydada değerlendirdiğimizde "dağdakırda yol kesen, hırsızlık yapan, azgın, habis, fesatçı" bir insan tipinden söz edildiğini anlarız.380 Eşkıyalık çeşitli sözlüklerde şöyle tanımlanmıştır: Dağda, kırda yol kesen hırsızlar, haydutlar. 381 Şehir dışında dağlarda yol kesen hırsızlar, şakiler, haydutlar; haydut, soyguncu, çeteci. 382 Şakiler. Yol kesenler. Asiler. Allah'a veya kanunlara isyan edip kötülük yapanlar. Haydutlar, anarşistler, âsiler. Hak ve kanunlara başkaldıranlar, Allah’ın emirlerine karşı gelenler. Yol kesici, isyancı. Haydutlar, yol kesenler. 383 Şaki.384 Avrupa, Amerika ve Asya ülkelerindeki haydutluk kurumu üzerine bir araştırma yapmış olan İngiliz tarihçisi E.J. Hobsbawn Bandits adlı kitabında haydutları birkaç kategoriye ayırmış ve bu kategorilerin özelliklerini saptamıştır. Hobsbawn'ı ilgilendiren, sıradan kanun kaçakları, katiller, hırsızlar değil, yasalara göre suçlu oldukları halde halkın gözünde suçsuz hatta kahraman sayılan, "toplumsal" dediği haydutlardır. Hobsbawn bu toplumsal haydutlar arasından Sabri Yetkin, Ege'de Eşkıyalar, Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2018, s. 9. https://sozluk.gov.tr/ Erişim tarihi: 30.11.2019 382 İlhan Ayverdi, Kubbealtı Lugati Misalli Büyük Türkçe Sözlük, Kubbealtı Yayınları, İstanbul, 2010, s. 356. 383 https://www.luggat.com/index.php#ceviri Erişim tarihi: 30.11.2019 384 Şemseddin Sâmi, Kâmûs-ı Türki, Enderun Kitabevi, İstanbul, 1989, s. 380 381 162 ayırdığı ilk kategoriye "soylu eşkıya" adını verir. Bunlar, köylülerin baskı altında ezildiği, sömürüldüğü kırsal kesimde, zalim yöneticilere karşı başkaldırmış.385 Eşkıyalık hukuksal açıdan tanımlandığında şu bilgiyi bulabilmek mümkündür: " Mal zapt etmek, öç almak, suikastta bulunmak yahut memleketin dâhili emniyetini bozmak için mesken, çiftlik, ağıl köy değirmen gibi mahalleleri basarak veya yakarak, yahut tahrip ederek veya adam öldürerek veya yollarda ve kırlarda soygunculuk yaparak veya adam kaldırarak ve bu fiillerden dolayı mevkuf ve mahpus iken firar ederek silahla dolaşmak suretiyle emniyet ve asayişi münferiden ve toplu olarak tehdit ve ihlal etmektir. 386 İnsan niçin insanca yaşamak varken "eşkıya" olur, yol keser, bel keser, ev basar, başkaldırır? Bu soruyu sorduğumuzda hemen şu başlıkları sıralayabiliriz: Devletlerin çöküşü, adaletsizlik, özgürlüğün olmaması, uygarlıktan uzak olmak, sosyo-ekonomik yapıdaki çöküntüler, yoksulluk, toplumsal katmanlardaki dengesizlikler ve zulüm gibi. Bu hareketin, yani eşkıyalığın altında sürekli olarak "olumsuzluk" aramak zorundayız. Toplum yaşamını biçimlendiren gerçek, insanın olumsuzluğa ve zora boyun eğmeyeceğidir. Çünkü insan, olumsuzluğa ve zora baş kaldırmanın ürünüdür.387 Devletlerin çöküşünde evrensel bir yasa vardır: "ekonomik kriz." Öyleyse bütün ayaklanmaların, eşkıyalığın, savaşların, diğer bir deyişle "asayişsizlik dönemlerinin", nitelikleri farklı olsa da, kaynağı sosyo-ekonomik nedenlerdir. Gerçekten de eşkıyalık, yoksullaşma ve ekonomik kriz dönemlerinde yaygınlaşma eğilimi gösterir. Fernand Braudel'in belirttiği, geç 16. yüzyıl boyunca Akdeniz eşkıyalığında görülen büyük artış, bu dönemde köylülerin hayat standartlarında önemli düşüşü yansıtıyordu. Yapılan gözlem ve araştırmalar, bütün eşkıyaların malı mülkü olmayan, fakir kimseler olduğu noktasında birleşmektedir. 388 Bu noktada "sosyal eşkıyalık" ve "soylu eşkıyalık" kavramları hem eşkıyalık kavramının en baskın şeklini anlamamıza hem de ileride inceleyeceğimiz iki romanı konumlandırmamıza yarayacaktır. Berna Moran, Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2, Sabahattin Ali'den Yusuf Atılgan'a, İletişim Yayınları, İstanbul, 2003, s. 80. 386 Sabri Yetkin,a.g.e. s. 9 387 Sabri Yetkin,a.g.e. s. 9 388 Sabri Yetkin,a.g.e. s. 10-11 385 163 "Sosyal eşkıyalık" bir tepki ve direnç kurumu olarak, kır/köy insanının, denetleyemediği merkezi otoriteye veya ona bağlı olan ya da ona dayanarak yaşayan yerel otoriteye başkaldırışının simgesi yani sosyal protestonun en ilkel biçimidir. "Sosyal eşkıyalık" bir başka anlatımla, zenginlere, yabancı işgalcilere, baskı uygulayanlara ya da geleneksel düzeni bozup adaletsizliği yayan sömürücü güçlere karşı sessiz, güçsüz ve edilgen köylü kitlesinin yukarıda belirttiğimiz güçlülere karşı kendini korumasının simgesel olarak direnmesinin yaygın, somut ve evrensel bir örneğidir. 389 Köylünün toprağa olan bağlılığı, kendi malını elde etme ve koruma savaşı, açgözlü ağalara, insafsız memurlara karşı bağımsızlık arama çabası, halk edebiyatının tükenmez kaynaklarından birisidir. Eşkıya, halk edebiyatında, adalet arayan, toprağa kavuşmak için savaşan kahramanı temsil eder. Çoğu kez soylu biridir, toprak sahibinin ya da devlet memurunun adaletsizliğine dayanamaz, dağa çıkıp kendi adalet kavramını uygular, köylüye yardım eder. Eşkıyalığın ana sebebi, devletin bütün ülkede üstünlüğünü, kanunlarını eşit bir şekilde yayamaması, yani eski bir yaşayıştan artakalan derebeyliği bastıramamasıdır. 390 Eşkıyalık; savaş yıllarında, yoksulluk artınca, ekonomik sıkıntılar ve adaletsizlik baş gösterince vb. durumlarda ortaya çıkan bir olgudur dedik. Bu olgunun ise hayatın yansıması olan romanlarda tema olarak kullanılması doğaldır. Toplumun yaşadığı kırılmaların sonucu olan eşkıyalık doğal olarak romanlara da yansımıştır. Türk romanında eşkıyalık teması denince akla ilk gelen romanlardandır İnce Mehmed ve Kuyucaklı Yusuf. Edebiyatımız insanı, kişiliğini devamlı göz önünde bulundurarak, bağlı bulunduğu sosyal grup içinde görmeli ve öyle incelemelidir. Sosyal grup ve tarih içinde insanın hayatını çizmeye çabalayan bir edebiyat hem insanı hem de kendi açısını genişletmiş olur. 391 Dolayısıyla Kuyucaklı Yusuf ve İnce Memed edebiyatımızda insanı ve kişiliğini bağlı bulunduğu sosyal grup içinde görür ve buna göre kahramanlarını şekillendirir. 389 Sabri Yetkin, a.g.e. s .11-12 Kemal H. Karpat, Osmanlı'dan Günümüze Edebiyat ve Toplum, Timaş Yayınları, İstanbul, 2017, s.123-124. 391 Kemal H. Karpat, Çağdaş Türk Edebiyatında Sosyal Konular, Varlık Yayınevi, İstanbul, 1962, s.910. 390 164 Her iki romanda da "sosyal eşkıya" ve "soylu eşkıya" olarak adlandırabileceğimiz karakterleri yukarıda bahsettiğimiz tanımlamalara uymaktadır. Yine her iki romanda döneminin sıkıntılı izlerini görürüz. Kuyucaklı Yusuf romanında Kuyucaklı olan Yusuf’un kendisini evlatlık alan Kaymakam’ın kızı Muazzez'le olan aşkı ve onun mutluluğunu istemeyen kişilerle mücadelesi anlatılmıştır. Bu mücadele Yusuf'un aynı zamanda dönemin ezici güçlerine karşı sergilediği bir başkaldırıdır. Kuyucaklı Yusuf'un olayları Osmanlı İmparatorluğu'nun son yirmi yıllık döneminde geçerse de, yazıldığı 1930'lu yıllarda toplumsal yapı bakımından durum pek değişik değildi. İşte Kuyucaklı Yusuf'ta bu yapıya ve düzene karşı çıkış, yazarını, Orhan Kemal’in, Yaşar Kemal'in ve genellikle Anadolu romancılarının öncüsü yapar. 392 Onu (Yusuf'u) ilginç kılan, yalnızca, ilk köylü roman kahramanı olması değil, belli bir toplumsal yapının yarattığı değerli görüşleri (nedenlerinin bilincinde olmasa da) aşmak istemesi. Bu bakımdan, 1950'lerden sonraki Türk romanında, düzenle uzlaşamayan kahramanların da ilk örneği sayılabilir. Böylece, Kuyucaklı Yusuf Türk romanında yeni bir sorunsalı başlatmakla kalmaz, bu sorunsala bağlı olarak yeni bir roman kahramanı tipi de getirir. 393 İnce Memed romanının konusu Anadolu halkının geri kalmışlığı, cahil bırakılmışlığı, köy hayatının sefaleti ve ağaların tüm yöreye tamamen hakim olması üzerine bu duruma karşı bir isyan öyküsüdür. Memed karakteri bütün yönleriyle başkaldırının, adaletsizliğe karşı gelişin sembolüdür. Her iki romanda da olayların geçtiği dönemin sosyal yapısı ustalıkla aktarılırken karakterler arasındaki ortaklıklar da ilgi çekicidir. Kuyucaklı Yusuf da İnce Memed de babasızdırlar; ikisi de evlat edinilirler; ikisinin de sevdiği kızı zengin kötü adam oğluna almak ister; Yusuf da Memed de sevgililerini kaçırırlar; ikisi de rakipleri olan erkeği silahlı bir çatışmada tabancayla öldürürler; ikisinin de karıları bir silahlı çatışmada ölür. İkisini de romanın sonunda yalnız olarak atını dağlara sürerken bırakırız. Çeşitli episodlar arasındaki bu 392 Berna Moran, a.g.e s. 17-18 Berna Moran, a.g.e s..34 393 165 benzerlikler kendi başlarına önemli sayılmayabilirlerdi, ama Kuyucaklı Yusuf'un yarım kalmış bir eşkıya romanı olduğunu kanıtlarsak bu episodalrın anlamı değişir ve eşkıya romanlarında saptadığımız dört bölümden ilk ikisini oluşturdukları görülür.394 İnce Memed para dağıtmaz, adalet dağıtır. Yaşar Kemal Çukurova'daki açgözlü ağaları köylülerin topraklarını ne gibi yollarla ele geçirdiklerini ve toprak dağlımı konusundaki haksızlığı belirtmek istediği için İnce Memed'i bu haksızlığa baş kaldıran bir devrimciye dönüştürür. Gerçi İnce Memed soylu eşkıya geleneğine uygun kişisel nedenlerle (Hatçe yüzünden) çıkar da, ama zamanla kendi kişisel öç alma amacı, köylünün Abdi Ağa'nın elinden kurtarılması amacıyla birleşir ve bu düşünce Memed'in kafasında gelişe gelişe oradaki köylere toprak mülkiyeti konusunda yeni bir düzen getirme şeklini alır.395 İnce Memed ve Kuyucaklı Yusuf hâlâ çok okunan romanlardandır. İki romanında sadece yazıldığı dönemin sosyal sorunlarını değil bütün insanlık tarihinin adaletsizlik sorunsalını anlatıyor olması zamansız romanlar olmalarını sağlamıştır. Romanın çok tutmasının bir nedeni, öç alma, hapsedilmiş sevgiliyi kaçırma, halkını bir canavardan kurtarma, fakir topluma bolluk getirme gibi, okurların daima ilgisini çekmiş olan geleneksel kalıpların ve bunların gerektirdiği işlevlerin aynı yapıtta ve aynı insanda (isterseniz "eyleyen" de) ustaca toplanmış olmasıdır. Yaşar Kemal bunların tümünü bir potada eritmiş ve yer yer köylünün psikolojisine ve karakterine ışık tutan çok yönlü bir eşkıya romanı yazmayı başarmıştır.396 Sonuç olarak, tarih boyunca farklı sebeplerden de olsa eşkıyalık varlığını sürdürmüştür. Adaletsizlik, haksızlık, eşitsizlik, savaşlar vb. sebeplerden beslenen eşkıyalık kişilerin baş kaldırma süreciyle tamamlanmıştır. Eşkıyalık sosyal bir olgudur. Her sosyal olgu da edebiyatın bir malzemesidir. Dolayısıyla Türk edebiyatında birçok roman da bu kavramdan yola çıkarak roman tarihimize önemli eserler olarak adını yazdırmıştır. Kuyucaklı Yusuf ve İnce Memed de bu eserler arasında yerini almıştır. Dolayısıyla eşkıyalık kavramı toplum içinde yerini almış ve edebiyatta da romanın mühim temalarından biri olmuştur. 394 Berna Moran, a.g.e s. 82 Berna Moran, a.g.e s.85 396 Berna Moran, a.g.e s. 92 395 166 KAYNAKÇA Ali, S. (1999). Kuyucaklı Yusuf. Yapı Kredi Yayınları. Ayverdi, İ. (2010). Kubbealtı Lugati Misalli Büyük Türkçe Sözlük. Kubbealtı Yayınları. Karpat, K. H. (2009). Osmanlı'dan Günümüze Edebiyat ve Toplum. Timaş Yayınları. Karpat, K. H. (Tarih bilinmiyor). Çağdaş Türk Edebiyatında Sosyal Konular. Varlık Yayınevi. Kemal, Y. (2016). İnce Memed. Yapı Kredi Yayınları. Moran, B. (2003). Türk Romanına Eleştirel Bir Bakış 2: Sabahattin Ali'den Yusuf Atılgan'a. İletişim Yayınları. Sami, Ş. (2013). Kâmûs-ı Türki, Kapı Yayınları. Yetkin, S. (2018). Ege'de Eşkıyalar. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. 167 OSMANLI’DAN CUMHURİYETE KÖY OLGUSU VE EDEBİYATIMIZDAKİ YERİ Elif AKGÜN ÖZET Bu çalışmada Köy Enstitüleri ve bu enstitülerden çıkmış Köy Edebiyatı yazarları “Osmanlı’dan Cumhuriyete Köy Olgusu ve Edebiyatımızdaki yeri” başlığı altında incelenmiştir. Kemal H. Karpat’ın Edebiyat ve Toplum kitabında sıkça karşılaştığımız Köy Edebiyatı kavramı ve bu kavramın Köy Enstitüleri ile ilişkisi açıklanmıştır. “Köy Enstitüsü nedir?” , “Köy Edebiyatı Nedir?” , “Köy Edebiyatı ile Köy Enstitüleri arasındaki ilişki nedir?” sorularına da cevap aranmıştır. Anahtar Kelimeler: Köy edebiyatı, Köy enstitüleri. Muzaffer Çil Anadolu Lisesi 168 GİRİŞ Köy edebiyatı olgusu edebiyat tarihimizde Köy enstitülerinde yetişen kuşak vesilesiyle önemli bir yer bulmuştur. Köy enstitülerinden yetişen köy kökenli ve ilk görev yeri olarak köylerde bulunmuş öğretmenler köylerde yaşanan günlük hayatı, problemleri, gelenekleri, düşünme biçimini ve toplumsal yaşamı iyi tanıyor olmaları sebebiyle köyü içine alan edebiyat alanına önemli katkı sunmuştur. Köy Enstitüleri Köy enstitülerinin kurulmasındaki en büyük problem buralarda görev yapacak eğitimcilerin yetiştirilmesiydi. 1935 Yılında Atatürk eski kurmay subaylarından Saffet Arıkan’ı Millî Eğitim Bakanlığına atadı. Aynı yıl içinde Arıkan’da İsmail Hakkı Tonguç’u İlköğretim Genel Müdürlüğüne atadı.397 Eğitmen yetiştirme deneyimi Köy Enstitüsü sisteminin ilk adımıdır. İlk eğitmen kursu 1936 yılı aylarında deneme niteliğinde, Eskişehir’in Çifteler bucağındaki Mahmudiye köyünde ilkokulda açıldı. Orada açılmasının nedeni Çifteler harası araçlarından ve tarım elemanlarından yararlanmaktı. Burada verilen 8 aylık kursu bitirenlere öğretmen yerine eğitmen denilecekti. Askerlik görevleri sırasında okuma yazma öğrenmiş köy gençleri bu eğitim programından geçirildikten sonra köy ilkokullarında eğitmen olarak görevlendirilmişlerdir. Böylece köy gençlerine ülkenin eğitim sistemi sorunlarının çözümünde yer verilerek ilk adım atılmıştır. Eğitmen kursu deneyiminden elde edilen fikirlerle hazırlanan 3803 sayılı kanun tasarısı Mart 1940’ta meclis alt kuruluna verildi ve 17 Nisan 1940’ta genel oturumda kabul edildi. Bu kanun 1940 ile 1943 yılları arasında 14 enstitü kurulmasını gerektiriyordu. Bu kanunla beraber kurulan Köy Enstitüleri şunlardır: 397Gürsel, Ö. (2009), Cumhuriyetin İlk Yıllarında Bir Eğitim Modeli Köy Enstitüleri, 1. İnşaat Mühendisleri Eğitim Sempozyumu Antalya, s. 121 169 Tablo 1: Gürsel, Ö. (2009), Cumhuriyetin İlk Yıllarında Bir Eğitim Modeli Köy Enstitüleri, 1. İnşaat Mühendisleri Eğitim Sempozyumu Antalya, s. 122 Adı ve Bulunduğu İl Çifteler / Eskişehir Kızılçullu / İzmir Kuruluş Tarihi 1937 1937 Kepirtepe / Trakya Gölköy / Kastamonu Akçadağ / Malatya Akpınar / Samsun Aksu / Antalya Arifiye / Kocaeli Beşikdüzü / Trabzon Cılâvuz / Kars Düziçi / Adana Gönen / Isparta Pazarören / Kayseri Savaştepe / Balıkesir Hasanoğlan / Ankara 1938 1939 1940 1940 1940 1940 1940 1940 1940 1940 1940 1940 1941 İvriz / Konya Pamukpınar / Sivas Pulur / Erzurum Dicle / Diyarbakır Ortaklar / Aydın Ernis / Van 1941 1941 1942 1944 1944 1948 İlk Çalışan Yöneticilerin Adları Remzi Özyürek, M. Rauf İnan Emin Soysal, Hamdi Akman, Talat Ersoy Nejat İdil, İhsan Kalabay Ali Doğan Toran Şinasi Tamer, Şerif Tekben Nurettin Biris, Enver Kartekin Talat Ersoy, Halil Öztürk Süleyman Edip Balkır Hürrem Arman, Osman Ülküman Halit Ağanoğlu Lütfi Dağlar Ömer Uzgil Sabri Kolçak, Şevket Gedikoğlu Sıtkı Akkay Lütfi Engin, Hürrem Arman, M. Rauf İnan Recep Gürel, İ. Safa Güner Şinasi Tamer Ahmet Korkut, Aydın Arıkök Nafiz Evren Hayri Çakaloz İbrahim Oymak Köy Enstitüleri Eğitiminin amaçlarına değinecek olursak:    Her şeyden önce köy öğretmeni ve diğer meslekler içerisinde köye gerekli olacak elemanları yetiştirebilmek, Yeni öğretmen tipinin, köyde önder rolü oynayabilmesi için farklı bir eğitim süreci ve farklı bir öğretim yöntemini uygulayabilmek, Eğitim aracılığıyla tarımsal ekonomiyi rasyonelleştirmek, 170    Yalnızca öğrenim çağında olanlara okuma yazma öğretmeye yönelik değil, Halkı eğitmeye yönelik biçimde bir eğitim sistemi kurmak, Köylüyü ekonomik toplumsal ve kültürel yaşamda etkin kılmak, bilinç düzeyini yükseltmeye çalışmaktır.398 Köy Enstitülerinin Eğitim Müfredatı Kültür Dersleri ve Çalışmaları; Türkçe, tarih, coğrafya, yurttaşlık bilgisi, matematik, fizik, kimya, tabiat ve okul sağlık bilgisi, zirai işletme ekonomisi ve kooperatifçilik, yabancı dil, el yazısı, resim-iş, beden eğitimi ve ulusal oyunlar, müzik, ev idaresi ve çocuk bakımı, askerlik, öğretmenlik bilgisidir. Teknik Dersler ve Çalışmaları ise şunlardır: Demircilik ve nalbantlık, dülgerlik ve marangozluk, yapıcılık, köy ve el sanatları, makine ve motor kullanma. Tarım Dersleri ve Çalışmaları; Tarla ziraatı, bahçe ziraatı, sanayi bitkileri ziraatı ve ziraat sanatları, zootekni, kümes hayvancılığı, arıcılık ve ipek böcekçiliği, balıkçılık ve su mahsulleridir. Bu enstitüler köyden alınan çocukları eğitmek (1952’ye kadar yirmi bin enstitü yirmi bin kadar mezun vermiştir.) Sonrada onları köylerde öğretmenlik yapmaya yollamak ve bu şekilde köylüyü kısa zamanda bilgisizlikten kurtarmak amacını güdüyordu. Enstitülerin ders programları gerçekten ilginçti: Hem teorik bilgi veriliyor hem de pratik çalışma ile öğrencinin gözlem yeteneği, kendine güveni arttırılıyor, atılganlığı destekleniyordu. Amaç onun bir öğretmen olarak köyde karşılaşacağı güç durumlardan yılmamasını sağlamaktı.399 Her enstitü, tarım dersi ve çalışmalarını bölgenin iklimine, coğrafyasına, vs. özelliklerine göre düzenliyordu. Örneğin Çifteler Köy Enstitüsünde tarım (pamuk, tütün vs) ürünleri üretimi vardı. (Tablo 2) Gürsel, Ö. (2009), a.g.m, s. 122 Karpat, Kemal (2009), Osmanlı'dan Günümüze Edebiyat ve Toplum, Timaş Yayınları, İstanbul. s. 105 398 399 171 Tablo 2: Çifteler Köy Enstitüsünde 1945-1946 yıllarındaki toplam üretim400: Ürün Buğday Arpa Yulaf Mercimek Nohut Taze Bakla Soğan Sarımsak Patates Fasulye Kabak Miktar (Kg) 40.531 13.096 2.284 508 144 2.000 9.000 3.000 10.000 1.500 25.000 Ürün Bezelye Kuru Bakla Patlıcan Biber Domates Pırasa Turp Lahana Ispanak Bamya Havuç Miktar (Kg) 500 400 3.000 4.000 15.000 20.000 3.000 2.000 20.000 500 2.000 Yukarıdaki tabloyu incelersek, 40 bin kilogramı aşan buğday üretimiyle bölgenin tarımı desteklenmiştir. Bugün hâlâ bu bölgenin temel geçim kaynaklarından biri de buğdaydır. Eleştirel bakan kimileri için sorun şudur: “Köy enstitüleri öğretimi kişinin çevresine olan bağlılığını, köylünün esenliği için duyduğu ilgiyi düzenli bir gelişme sonucunda sağlamlaştırmak amacını güttü. Bundan köy problemlerini basit bir yoldan çözmeye kararlı yeni bir aydın tipi çıktı”.401 Köy Edebiyatı: Köy Enstitü çıkışlı yazarlar köyün yaşamını vurgulamak için “Köy Edebiyatı” adı verilen ve toplumcu gerçekçi köy romanı ortaya çıkmıştır. Bu akımla birlikte Köy Enstitüsü kavramını beraber incelemek gerekir. 1950-1960 yılları arasında yazılmış köy romanlarını inceleme sebebimiz ise “köy romanı” deyince, daha çok Köy Enstitülerinden mezun yazarların köyü ve köylünün sıkıntılarını gerçekçi gözlemle ele alarak oluşturdukları hareketin akla 400Gürsel, Ö. (2009), Cumhuriyetin İlk Yıllarında Bir Eğitim Modeli Köy Enstitüleri, 1. İnşaat Mühendisleri Eğitim Sempozyumu Antalya, s. 124 401Karpat, Kemal (1971), Çağdaş Türk Romanında Sosyal Konular, Varlık Yayınevi, İstanbul. s. 39 172 gelmesidir. Bu yıllar arasında yazılan köy romanlarının sayısı kırk beşi bulmaktadır.402 Mahmut Makal’ın “Bizim Köy” kitabının yayımlandığı 1950 yılından itibaren Fakir Baykurt, Talip Apaydın, Mehmet Başaran, Dursun Akçam gibi pek çok enstitülü çıkışlı yazarın yer aldığı bu akımın Türk edebiyatına etkili olduğunu görüyoruz.403 Bunun dışında Talip Apaydın, Fakir Baykurt, Mahmut Makal, Mehmet Başaran köy problemlerini gerçekçi ve değişik şekilde ele almışlardır. Yaşar Kemal, Kemal Tahir, Orhan Kemal, Sami Kocagöz ve İlhan Tarus ise gerçekçi, nesnel, özel yaşantılara dayanır.404 Köy Edebiyatının temsilcilerinden olan Talip Apaydın; romanları doğduğu, büyüdüğü ve çok iyi bildiği Polatlı, Eskişehir, Beypazarı ve çevrelerinde geçer. Yoksul köylünün su, toprak, eğitim, parasızlık, köyden kente göçü gibi konuları romanlarında işlemiştir. “Sarı Traktör” romanında ise tarımda makineleşme ile gelen sorunları ve değişimi ele almıştır.405 Yaşar Kemal ise romanlarında mekânı Çukurova ve Toros çevresini seçmiştir. Tabiata, köye, doğaya en yakın olan isim olmuştur. Yaşar Kemal uzun yıllar boyunca aralarında yoksullukla yaşadığı köy insanını onların içinden biri olarak anlatmıştır. Köy insanların çektiği sıkıntılar, yoksullar, ırgatlar, ırgatlarla ağaların ilişkileri, eşkıyalar, kan davası gibi konuları ele almıştır. Yaşar Kemal’in eserlerinde kişiler genellikle eşkıyalar, ağalar, ırgatlar üçgeninde şekillenir ve köyde yaşayan her kesimden insan şahıs olarak karşımıza çıkabilir.406 SONUÇ Her döneme ilişkin koşullar edebiyatta yansıma bulur. Bir başka deyişle; edebiyat evrensel ve genel özellikler içerse de esas itibariyle şahitlik edilen dönemin olay ve olgularını konu edinir. Yaşanan şartlar kahramanların temsil ettiği 402Sarıaslan, S. (2014), Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir’in 1950-1960 Yılları Arasındaki Köy Romanlarında Halk Kültürü Unsurları, s. 466 403Çankaya, E. (2013) Türk Köyü Köy Edebiyatına Nasıl Yansıdı? Köy Enstitülü Yazarlarda Tematik Eğilimler, TurkishStudies. s. 51 404 Karpat, Kemal (1971), Çağdaş Türk Romanında Sosyal Konular, Varlık Yayınevi, İstanbul. s. 40 405https://www.edebiyatogretmeni.org/talip-apaydin/ (Erişim Tarihi: 14.12.2019 14.23) 406https://www.edebiyatogretmeni.org/yasar-kemal/ (Erişim Tarihi: 14.12.2019 15.16) 173 karakter ve olay örgüsü üzerinden insanlara ulaşır. Benden önce sunum yapan arkadaşlarımın incelediği konular ve 150 yıllık zaman dilimi ülkede yaşanan değişimin ve gelinen iktisadi sosyal sürecin neler içerdiğini öğrenmemizi sağladı. Genç Türkiye Cumhuriyetinin devraldığı sorunların halli ve toplumsal yapının dönüştürülmesinde Köy Enstitüleri önemli bir rol üstlendi. Köy enstitülerindeki eğitimin amacı yalnızca öğrenim çağında olanlara okuma yazma öğretmeye yönelik değildi, halkı eğitmeye yönelik biçimde bir eğitim sistemi içeriyordu. Öğrencilere demircilik, nalbantlık, makine ve motor kullanma gibi derler verilmiştir. Bunun nedeni köyde karşılaşılacak problemlere karşı kendini zor durumlardan koruyabilmektir. Köy Enstitüleri çıkışlı yazarlar köyü ele alarak birçok kitap çıkarmışlardı. Bu edebiyat alanı o dönemin dünya konjonktüründeki akımlara da yakından ilgiliydi. Toplumsal gerçekçilik akımı birçok ülke edebiyatında başat rol üstleniyordu. Ülkemiz edebiyatında bu rolü daha çok köyü iyi tanıyan Köy Enstitüsü mezunu genç yazarlar üstlendi. Genç kuşaklar ve şehirlerde yaşayanlar bu sayede köyü ve köylüyü daha fazla tanınmış ve çektiği sıkıntıları anlayabilmiştir. 174 KAYNAKÇA Çankaya, E. (2013). Türk Köyü Köy Edebiyatına Nasıl Yansıdı? Köy Enstitülü Yazarlarda Tematik Eğilimler. Journal of Turkish Studies. 8. 49-49. 10.7827/TurkishStudies.5343. Gürsel, Ö. (2009), Cumhuriyetin İlk Yıllarında Bir Eğitim Modeli Köy Enstitüleri. 1. İnşaat Mühendisleri Eğitim Sempozyumu, Antalya. Karpat, K. (1971). Çağdaş Türk Romanında Sosyal Konular. Varlık Yayınevi. Karpat, K. (2009). Osmanlı'dan Günümüze Edebiyat ve Toplum. Timaş Yayınları. Sarıaslan, S. (2014), Yaşar Kemal, Orhan Kemal, Kemal Tahir’in 1950-1960 Yılları Arasındaki Köy Romanlarında Halk Kültürü Unsurları [Yayımlanmamış yüksek lisans tezi]. Adnan Menderes Üniversitesi. http://hdl.handle.net/11607/436 175 OSMANLI İMPARATORLUĞU 19. YÜZYIL NÜFUS HAREKETLERİ VE GENÇ CUMHURİYETE BIRAKTIĞI MİRAS Ömer ÖZEL ÖZET Osmanlı Tarihi üzerine yapılan araştırmalarda genellikle siyasî alan ağırlıklı olarak ele alınmıştır. Toplumsal alanlarda yani devletin siyasetine doğrudan doğruya etki eden sosyal, hukukî ve iktisadî meseleler, siyasî alanlarda olduğu kadar dikkat çekmemiştir. Oysa tarihi olaylar değerlendirilirken bir bütün olarak incelenmeli ve ele alınmalıdır. Böylece devletlerin tarihi süreçlerini anlamada daha gerçekçi sonuçlar ortaya çıkarılabilecektir. Günümüze kadar kurulmuş olan Türk Devletleri’nin sosyal ve siyasi hayatlarında “göç” olgusunun önemli bir yer tuttuğu inkâr edilemeyecek bir gerçektir. Orta Asya’dan çeşitli nedenlerle başlayan Türk göçleri, Osmanlı Devleti döneminde Anadolu’dan Balkanlara gerçekleşen iskân faaliyetleri ile devam etmiştir. Türkler, 1353 yılından itibaren Rumeli, diğer bir ifadeyle Osmanlı Devleti’nin Avrupa-i Osmanî diye adlandırdığı topraklarda hüküm sürmeye başlamıştır. Yaklaşık beş yüz yıl süren bu dönemde Türk kültürü Balkanlar’da kalıcı bir hale gelmiştir. Balkanlar, dağıyla, taşıyla, nehirleri ve ovalarıyla bize yâr olmuş vatan toprağı haline gelmiştir. Anahtar Kelimeler: Tahrir defterleri, Taşra, Demografi, Rumeli, Kafkasya. Muzaffer Çil Anadolu Lisesi 176 GİRİŞ Osmanlı Devleti’nin ilk dönemlerinden itibaren özellikle vergi mükellefi olan ve askerlik çağında bulunan insanları tespit etmek amacıyla nüfus sayımları yapıldı. . İlk zamanlarda tımar sistemiyle bağlantılı olarak ülkedeki vergi potansiyelini görmek üzere tahrirler yapıldı ve bu çalışmalar sonucunda defterler düzenlendi. Tımar sistemi önemini kaybedince tahrir işlemleri, avarız sayımları şeklinde icra edilmeye başlandı ve sayımlar 18. yüzyıl boyunca bu şekilde devam etti. 19. yüzyıldaki yeni gelişmelerle birlikte sayım işlemlerinin mahiyeti de değişmeye başladı. Bu bağlamda ilk olarak 1828-29 yıllarında bir nüfus sayımı yapıldıysa da savaş nedeniyle tamamlanamadı. Bunun ardından 1830- 31’de genel bir nüfus sayımı yoluyla ülkedeki erkek nüfus belirlenmeye çalışıldı. Nüfus Sayımı: Bir ülke nüfusunun nitelik ve niceliği üzerinde gerekli verileri saptamak amacıyla belli aralıklarla yapılan ölçümdür. Genel bir ifade ile nüfus, sınırları belirli herhangi bir yerde belirli bir tarihte yaşayan insan sayısı olarak tanımlanabilir. Günümüzde ülkelerin önem verdiği konulardan biri nüfustur. Çünkü nüfus, ülkelerin kalkınmasında, tanıtılmasında doğal kaynakların işletilmesin de, üretim ve tüketim üzerinde son derece etkilidir. Aynı zamanda ülkeler için önemli bir güç kaynağı ve devamlılıklarını sağlamada önemli bir ölçüttür. Tahrir Defterleri: Klasik dönemde verginin tespiti amacıyla düzenlenen tahrir defterlerindeki kişilerin isimleri, statüleri, alınan vergilerin cinsi ve miktarı, toprağın tasarruf şekli ile mülkiyet ve vakıf sistemi kaydedilirdi. Defterlerde şehir halkı, mahalle biriminin altına yazılır; ayrıca kişiler, birbirleriyle yakınlıkları nispetinde yan yana gösterilirlerdi. Evli hane reisi ile onun erkek çocukları, kendi isimleri ve babalarının isimleriyle verilir, belirleyici bazı özellikleri ile statüleri de bu isimlerin yanında belirtilirdi. Vergiye tâbi, hür ve sağlıklı kişiler defterlere kaydedildiği için köle menşeli kişiler ancak azat edildikleri ya da hür oldukları zaman yazılırlardı. Bunun dışında sakat, hasta ve yaşlı kimseler de vergiden muaf olmaları sebebiyle 177 kayda geçirilirlerdi. Bir yerde gayrimüslimler mevcutsa bunlar genellikle defterde ayrı başlıklar halinde gösterilirlerdi.407 Tahrir: Yazma, kitabet, kompozisyon. Osmanlı Türkçesi Terimi Olarak Tahrir: Osmanlı Devletinde yeni fethedilen toprakların mülkiyet ve vergi oranlarını belirlemek amacıyla yürütülen yazım işlemi. Tarih terimi:-Osmanlı Devleti'nde yeni fethedilen toprakların yazım işi. Taşra: 1-Hariç ve dış taraf.( Osmanlıca Sözlükler) 2-İstanbul harici olan memleket. 3-Merkez-i hükümet hâricinde olan yerler. 4-İstanbul dışındaki yerler. Demografi: 1-Nüfus Bilimi ( TDK Türkçe Sözlük. 1998: 1056 ) Osmanlıdaki Nüfus Sayımları 1831 Nüfus Sayımı Osmanlı İmparatorluğunda toprak yazımı vesilesiyle olmayan gerçek anlamdaki ilk nüfus sayımı, büyük hazırlıklardan sonra 1831 yılında Rumeli ve Anadolu sancakları, kasaba ve köylerinde yapıldı. 2. Mahmut’un Yeniçeri ocağını kaldırmasından sonra yapılması gereken ilk reform, yeni bir ordunun kurulmasıydı. Bu ordunun kurulması için de, yeni vergi kaynaklarının bulunması ve askerlik yapabilecek halkın sayısının bilinmesi gerekiyordu. Sayım, yalnız erkek nüfusu baz aldığı için Anadolu ve Rumeli'nin gerçek nüfusunu göstermekten uzaktı. Ancak erkek nüfusu ile kadın nüfusun sayıları aşağı yukarı aynı olabileceğinden o dönemde doğruya yakın bir fikir verebilmektedir. Rusya ile savaş durumu ortaya çıkınca bu sayım tamamlanamadıysa da savaşın ardından ülke genelinde 1830-31 döneminde yeni bir sayım daha yapıldı. Ayrıca bu sayımların ardından hazırlanan 407Halime Doğru, “Osmanlı Devletinde Toprak Yazımından Nüfus Sayımına Geçiş Ve Bir Nüfus Yoklama Defteri Örneği”, Anadolu Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Dergisi, I/2, Eskişehir 1989, s. 236, 239. 178 defterleri incelemek ve muhafaza etmek üzere devlet merkezinde Ceride Nezareti ve bunun bir uzantısı olarak taşrada defter nazırlıkları teşkil edildi.408 Ne var ki zamanla tımar sistemi önem kaybedince geniş çaplı tahrir faaliyetleri de terk edilmeye başlandı. 17. yüzyıldan itibaren avarız vergisinin düzenli hale gelmesiyle birlikte bu vergiden sorumlu olan halkın tespiti işi de kadılar ile yerel idarecilere bırakıldı; kadıların nezaretinde avarız tahrir defterleri hazırlanarak merkeze gönderildi. Bu şekilde avarız sayımları, 18. yüzyıl boyunca icra edilmeye devam etti. Bahsi geçen genel nüfus sayımı 1831 yılı ortalarında tamamlandıktan sonra sayımlar, yukarıda açıklandığı üzere nüfus yoklamaları şeklinde devam ettirildi. Bunun dışında zaman zaman ülkede genel ve bölgesel nüfus sayımları da yapıldı. Mesela 1844 yılında, orduya düzen vermek ve askere alma usulünü değiştirmek amacıyla bir nüfus sayımı yapılmaya başlandı. Ancak halkın bu harekete tereddütle yaklaşması ve çıkan şayialar üzerine nüfusu gizlemeye kalkışmaları sebebiyle söz konusu sayımlardan sağlıklı neticeler alınamadı. Bunun dışında 1866’da Tuna vilayetinde nüfus ve emlak sayımları da icra edilmeye başlandı.19 1866-1873 yılları arasında Tuna vilayetinde yürütülen ve çok kapsamlı olan bu sayımlar sırasında vergilerin yanı sıra kişilerin meslekleri ile mal varlıkları da kaydedildi Nüfus sayımlarına yönelik çalışmalar bundan sonra da devam etti. Bu bağlamda 1874 yılında nüfus işleriyle ilgilenmek üzere Tahrir-i Nüfus Umum müdürlüğü teşkil edildi. Yapılan görüşmeler neticesinde büyük ölçüde 1874 yılındaki düzenlemeye dayanan bir nizamname hazırlandı ve bu metin, 1881 yılında padişah tarafından yürürlüğe konuldu. Gerekli hazırlıklar yapıldıktan sonra nüfus sayımları için çalışmalara başlandı. Ne var ki normal bir süre içerisinde bitirilemeyen bu sayımlar 1880’li yıllar boyunca devam etti ve sayımları tamamlamak uzun zaman aldı.24 Hatta merkeze yakın Edirne vilayetinde dahi 1896 yılında sayımı yapılmamış yerler vardı. Sayımla ilgili ilk sonuçlar da ancak 1893’te bir araya getirilebildi. Bu sayımları diğerlerinden ayıran önemli bir özellik de erkeklerin yanı sıra kadın, çocuk ve yaşlıların da sayımlara dâhil edilmesiydi.409 Buraya kadar üzerinde durulan sayım çalışmalarının ardından Osmanlı Devleti’nde 1905-06 tarihinde tekrar nüfus sayımı icra edildi. Bu sayımların 408Yusuf İhsan Genç, Başbakanlık Osmanlı Arşivi Rehberi, Yusuf İhsan Genç vd., Başbakanlık Basımevi, Ankara 2010, s. 99-100. 409Yaşar Yücel, Anadolu Beylikleri Hakkında Araştırmalar I, 1991 Ankara, s. 192-203. 179 yapılmasına yol açan sebepler, hem teknik hem de siyasi nitelik taşımaktaydı. Bir defa Osmanlı idaresi, önceki sayımlardan pek memnun kalmamıştı; özellikle belli bölgelerde nüfusun eksik sayıldığı belirtilmekteydi. Sayımların siyasi sebebi ise gayrimüslim cemaatlerin kendi nüfuslarını çok göstermeye çalışmaları ve dini cemaat liderlerinin nüfus istatistikleri hususunda çekişmeye girmeleriydi. Osmanlı idaresi de böyle sorunlara son vermek üzere, eskisi gibi uzun sürmeyecek Osmanlı’nın 19. yüzyılda icra ettiği nüfus sayımlarına bakıldığı zaman son iki sayım çalışmasının diğerlerine göre daha özel bir yeri olduğu görülmektedir. Osmanlı Devleti’nde 1881 yılında yayımlanan Sicil-i Nüfus Nizamnamesi’ne dayanılarak yapılan bu sayımlar, Osmanlı’nın en kapsamlı sayımları olma niteliğini taşımaktaydı. (Akbank, 1980; 3-4; Yalçıntaş, 1972;3; Gürtan,1966;125-140). Nitekim bu sayımlarda halkın nüfusu yaşa, cinsiyete, doğum yerine, mesleğe, medeni duruma ve cemaate göre ortaya konulmaktaydı. Yeni sayımların yapılmasına karar verdi. Misak-ı Milli Sınırları İçerisindeki Nüfusun İllere Göre Dağılımı410: İLLER Adana İzmir-Aydın Van Ankara İzmit Maraş Bursa NÜFUS 422.400 1.819.616 379.800 953.817 246.824 494.214 1.371.667 İLLER Kastamonu Kars-Ardahan Bitlis Konya İstanbul Diyarbakır Sivas NÜFUS 961.200 182.000 398.700 1.038.994 1.300.000 471.462 1.169.443 Cumhuriyet Döneminde Nüfus Sayımları 1927 yılında ülkede nüfusun yüzde yetmiş beşi, 1960’da yüzde altmış sekizi köydedir. Buna göre 1927'den 1960'a gelindiğinde ülkede ancak yüzde yedilik şehirleşme olduğu ve halen nüfusun büyük kısmının köylerde yaşadığı aşikârdır. Geçen süre zarfında köylerden şehirlere doğru nüfus çekilememiştir. Bunun en 410(Çavdar, 1973: s.129) 180 büyük nedenlerinden geçilememesidir. biri sanayileşmeye ülkenin büyük bölümünde 1927 Nüfus Sayımı Türkiye Cumhuriyeti’nin ilk genel nüfus sayımı 1927 yılında yapılmıştır. Ülkenin nüfusu 13.464.564’ tür. Osmanlı Devleti’nde 14 Mart 1914 verilerine göre 14 Nisan 1919’da yapılan tahmine göre Misak-ı Milli sınırları içinde kalan nüfus 14.118.968’dir. Buna göre gerek Misak-ı Milli sınırlarının bir kısmının dışarıda kalması ve gerekse Türk Kurtuluş Savaşı esnasında şehitlerin yanında azınlıkların bir kısmının diğer ülkelere veya kendi ülkelerine göç etmeleri ile nüfus sayısında azalma olmuştur. Osmanlı Devleti’nden Türkiye Cumhuriyeti’ne geçişte nüfus ülkenin en önemli meselelerinden birini oluşturmaktaydı. Çünkü Osmanlı Devleti Trablusgarb Savaşı’ndan Türk Kurtuluş Savaşı’na kadar devamlı savaşlarda hem sınırlarını hem de nüfusunu önemli ölçüde kaybetmişti. Ülkede Türk Kurtuluş Savaşı’nda da nüfus kaybı devam etmiştir. Bu süreç sonrasında Cumhuriyetin başlarında ülke nüfusu 13.464.564’tür. Bu nüfusun yaklaşık % 75’i köylerde yaşamakta, çoğunluğunu da çocuk, kadın, yaşlı ve gaziler oluşturmaktaydı. Ülkede Cumhuriyetin niteliklerinin halka benimsetilebilmesi için şehir nüfusunun arttırılması, ülke ekonominin iyileştirilebilmesi için tarlalarda çalışacak ve üretim yapabilecek daha fazla nüfusa ihtiyacı bulunmaktaydı. Bu çalışmada Cumhuriyet başında ülkeniz nüfusu ve süreç içerinde yapılan nüfus sayımlarında gerçekleşen nüfus artışı ile nüfus yoğunluğu incelenmiş, bu nüfus artışı içerisindeki dalgalanmalar ve nedenleri araştırılarak bölgeler arası göç hareketleri ve şehirleşme sürecinin beraberinde getirdiği meseleler ele alınmıştır. (Aydemir, 1999: 317) Grafik 1: Yıllara göre Türkiye nüfus artış grafiği Öncesinde 2. Dünya Savaşı olduğundan özellikle 1945 ten sonra nüfusta önemli bir artış görülmüştür burada devletin nüfus arttırıcı politikalar izlemesi etkili olmuştur. Doğum oranları ve ölüm oranları eş zamanlı olarak azaldığını görüyoruz.411 411Cem Behar, “Osmanlı Nüfus İstatistikleri ve 1831 Sonrası Modernleşmesi”, Osmanlı 181 Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara 2000, s. 69. 20 K. H. Karpat, a.g.e., s. 79. 182 Grafik 2: Yıllara göre Türkiye’nin köy ve şehir nüfusu Özellikle 1970’den sonra önemli bir artış görülmüştür. En önemli etkenleri, okuryazarlığın artmasıdır. Başlangıçta yani 1950’li yıllarda, iç göçün sebebi sanayileşme ve kalkınma olarak 412 bilinmektedir. Bu yıllarda şehirleşme hızı %2.5 iken 1975 yılında %6’nın üstüne çıkmıştır.” Şehirdeki istihdam ortamı, eğitim ve sağlık kurumlarının varlığı ve şehir hayatının çekiciliği kentleri cazibe merkezi haline getirmiş nüfus hareketini hızlandırmıştır. Osmanlı Toprak Fetih Sisteminin Bozulmasına Bağlı Nüfus Hareketleri Ve Bunun Sosyal Yapımıza Yansıması Rumeli ve Kafkasya Göçleri Rumeli kelimesi ne anlama gelir? Rumeli, sözündeki "Rum" kelimesi "Doğu Roma İmparatorluğu sınırları içinde olan toprak, halklar" anlamıyla kelimenin yapısına katılmıştır. Osmanlı Türkleri, Avrupa'ya ayak bastıktan sonra, burada fethettikleri yerlere Rumeli adını verdiler. Etimolojik anlamı "Rumelia" veya "Roumelia", (Türkçe Rumeli, Batı Kayı Türkçesiyle Urumeli Urumcuk Doğu Roma veya Bizans İmparatorluğu), Rumeli ismi genelde, 15. asrın devamında, Devlet-i Aliye-i Osmaniye konusunda Balkan Yarımadasının bir bölümünü ifade etmek için kullanılmıştır. Büyük Roma İmparatorluğu'nun ve daha sonra da Doğu Roma İmparatorluğunun topraklarının en batısı ve İran topraklarının da en doğusu olduğu için İranlılar ve Türkler buraya Rum demişlerdir. 412Mehmet Taştemir, age., s. 76-79; Tahir Sezen, age. s. 193 183 Bugün Rumeli nereleri kapsar? Rumeli eyaletinin kapsadığı alan günümüz Bulgaristan'ı, güney Sırbistan, Makedonya, Bosna-Hersek, Karadağ, Arnavutluk ve Tesalya (orta Yunanistan) bölgelerini içermekteydi. 17. Yüzyılda Rumeli 17.yüzyıldan başlayarak kurulan yeni eyaletler sonucunda Rumeli eyaletinin sahası giderek daralmış ve 1864'e gelindiğinde sadece Arnavutluk ve batı Makedonya mıntıkalarından ibaret olmuştur. 1864'ten sonra yürürlüğe giren Vilâyât-ı Umumiye Nizamnâmesi ile birlikte Rumeli eyaleti ortadan kaldırılmıştır. Daha kesin sınırlarla Rumeli denen coğrafya, Kuzey Bulgaristan, Batı Arnavutluk ve Mora yarımadası tarafındaki Güney Arnavutluk’u veya diğer bir ifadeyle içerisinde İstanbul ve Selanik, Trakya ve Makedonya'nın dâhil olduğu bölgeleri ifade eder. Rumeli’nin Son Durumu Rumeli ismi son olarak daha çok merkezi Arnavutluk'la çizilen ve Garbi (Batı) Makedonya'yı ve Manastır Vilayetini de içine alan bölgenin adıdır. İdari yapıdaki değişikliklerle, 1870 ve 1875 de Rumeli ismi de mülki taksimatla uyumlu hale getirilmiş ve temsili de durdurulmuştur. Doğu Rumeli 1878 de Berlin Antlaşması ile Osmanlı Devletiyle Özerk Bölge haline getirilmiştir, fakat 18 Kasım 1885 tarihinde savaşsız bir ihtilalden sonra Bulgaristan'la bütünleşti. Bugün Rumeli Sınırları Bugün "Rumeli" ismi bazı zamanlar Türkiye'nin Avrupa yakasındaki bir bölgesini (Edirne, Kırklareli, Tekirdağ vilayetleri ve [İstanbul] Vilayetinin batı kısımlarını anlatmak için ) kullanılır. 184 Şekil 1: Günümüz Rumeli Sınırları Balkan Savaşları Sonrası Rumeli’den Türk Göçleri: Rumeli’ye geçişten itibaren sürekli büyüyen ve gelişme gösteren bir devlet olan Osmanlı Devleti, Balkanlar'ın fethedilmesi ve devamında en geniş sınırlara ulaşılması sürecini yaşamıştır. Duraklama ve dağılma dönemi ile başlayan geri çekilme süreci göç problemini de beraberinde getirmiştir. 1787-1792 Osmanlı-Rus savaşları sonucunda Balkanlardan Anadolu’ya kitleler halinde göçler başladı. Türk göç tarihinin en önemli halkalarında birini 1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı’ndan sonraki göçler oluşturur. 1683-1699 yılları arasında yaşanan Osmanlı – Avusturya Savaşları sonucunda Balkan şehirleri önemli zararlar görmüştü. Bunun sonucunda halk yaşadığı bölgelerden göç etmeye başlamıştır. B Sırp, Rum ve Bulgarların yaptığı zulümlerden sonra 1806- 1812 yılları arasında 200.000’e yakın Türk ve Müslüman muhacir durumuna düşmüştür. 1828- 1829 Osmanlı – Rus Savaşı sırasında da Rusların kasaba ve köyleri talan etmesi nedeniyle Güney Trakya Türkleri yurtlarını bırakarak İstanbul’a kaçmak zorunda kalmıştır bu şehirlerden Üsküp, Edirne’den sonra Müslümanların yaşadığı en önemli ikinci merkezdir.413 413Kemal H. Karpat, Osmanlı Nüfusu 1830-1914, (çev. Bahar Tırnakçı), Timaş Yayınları, 1. Baskı, İstanbul 2010, s. 185 1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı’ndan ( 93 Harbi) Balkan Savaşlarına Kadar Yaşanan Göç Hareketleri: 1877-1878 Osmanlı – Rus Savaşı’ndan sonra göç etmek zorunda kalan muhacir miktarı hakkında kesin bir sayı vermek biraz zordur. Günün gerektirdiği şartlardan dolayı hiç kimsenin yoldaki muhacirleri sayma imkânı yoktu. Avrupa ve Osmanlı kaynaklarında açıklanan tahmini muhacir sayısı 1.250.000 ile 1.253.500 arasında değişmektedir221. 1878 baharı ile 1879 sonu arasında yerlerini değiştirenlerin sayısının 1.300.000’ i aştığı tahmin edilmektedir. Göçler Rumeli’nin etnografik yapısını da değiştirmiştir. Göçlerin bir kısmı karayolu ile gerçekleştirilmiştir. Yaklaşık 25.000 kişi hayvanları ve eşyaları ile Savaş öncesi Tuna ve Edirne Vilayetlerinde yaşayan Müslüman nüfus toplam 1.500.000 civarındaydı. 1877-1878 Osmanlı Rus Savaşı sırasında savaş ve katliamlar nedeniyle 515.000 kişi Osmanlı topraklarına yerleştirilmiştir. Bunlardan bir kısmı eski topraklarına geri dönmüştür. Savaş sırasında 261.937 kişi yani eski nüfusun % 17’si katledilmiş ya da sürgünler esnasında ölmüştürler Balkanlar üzerinden Kırk kilise ve Çorlu taraflarına sevk edildiler.414 Balkan Savaşı’ndan önceki göçlerin önemli bir kısmı da Girit Adası’ndan gerçekleştirilmiştir. 21 Kasım 1898’de Batılı Devletlerin baskısıyla Girit özerk bir yönetim dönemi başlamıştır 230. Güvenliği kalmayan halk Ada’dan göç etmeye başlamıştır. 1913 yılına kadar yaklaşık 20.000 civarında muhacir İzmir’e yerleşmiştir. Gördüğünüz gibi şu anki Türkiye cumhuriyeti nüfusunu o günkü değişimini bugüne oranlarsak Türkiye’nin yaklaşık %3-3,5 civarına tekabul ettiğini söylemek yanlış olmaz Özetle, Herkes Balkan Savaşlarını 93 Harbini biliyordu ama bunun nüfusumuzu nasıl etkilediğine ilişkin verilerimiz çok bağlantılı veriler değildi. Ben bu çalışmayla aslında nasıl etkilendiğini bugünkü sosyolojik yapımızı nasıl anlamamız gerektiğini öğrendim. 414Fahri Maden, “Osmanlı Devleti’nde 1881-1882/1293 Nüfus Sayımı ve Meydana Gelen Hadiseler”, Türkiye’de İskân ve Şehirleşme Tarihi, Editör Mehmet Ali Beyhan, Kitabevi, İstanbul 2012, s. 100. 186 14 -17. Yüzyıllar Arasında Anadolu’ya Gelen Türk Göçleri ve Anadolu’nun Doğusunda Meydana Gelen Demografik Değişmeler 14 ve 17. yüzyıllar arasına ait nüfusla ilgili fazla araştırma yapılmadığından bilgilerimiz oldukça sınırlıdır. Bu yüzden bölgenin nüfusu ile ilgili verilen bilgiler bir tahminden öteye gidememektedir, Göç ve Demografik Yapı İlişkisi Toplumların bilincinde derin izler bırakan göç, insanın tarihiyle birlikte başlar ve insanoğlu var oldukça da devem edecektir. Dolayısıyla yeryüzünde hayatın dağılışını belirleyen ve doğal ortamı şekillendiren bir olgudur. Ayrıca, toplumsal değişmelerin de önemli unsuru Anadolu’da son ve büyük mücadele Türklerle Bizanslılar arasında yaşanmıştır. Türklerin Bizanslıları 1071yılında yenilgiye uğratması neticesinde iki yüz yıl boyunca Asya’dan Anadolu’ya gelen Türk göçleri bölgenin demografik yapısını Türkler lehine değiştirmiştir. Şekil 2: Büyük Selçuklu Devleti Etnik ve demografik yapısının değişmesi birkaç asrı bulmuştur. Bir yandan Türk Beyleri fetih hareketlerini sürdürürken, diğer yandan da Türk boyları yoğun göç dalgaları hâlinde Kafkasya’dan ve Hazar Denizi’nin güneyinden sel gibi Anadolu’ya akıyordu.1 13. yüzyılın sonlarında 60.000 hanelik bir grup SürmeliAras havalisinde, 60.000 hanelik başka bir grup Bayburt, Erzincan ve Antep’e kadar yayılmıştı. 1261 yılından önce Denizli bölgesinde 200.000, Kastamonu 187 yöresinde 100.000, Kütahya-Karahisar arasında 30.000 çadır ahalisi bulunuyordu / İbn Fazlullah el Ömerî (1301-1349), Mesalikü’l-Ebsâr fî Memâlikü’l-Emsâr adlı eserinde de Batı Anadolu’da Türkmen oymaklarının nüfusunu tahmin edilmiştir. 415 İbn Fazlullah elÖmerî; Germiyan Beyi’nin 40.000 askerinin bulunduğu ve savaş zamanlarında ise 200.000 asker çıkarabileceğini ifade etmektedir. Ayrıca, Hamid ilinin 15.000 atlı ve bir o kadar yaya, Kastamonu’nun 25.000, Bursa’nın 40.000, Nif’in* 8.000 atlı, Manisa’dan 10.000 atlı, Birgi’den 70.000 atlı, Foça’dan 100.000’den fazla, Antalya’dan 8.000 atlı, Karasar’dan 1.500 atlı, Ermenek’ten 25.000 atlıya yakın asker çıkardığını ifade etmektedir. Bu bilgiler göz önüne alındığında 14. yüzyılın ilk çeyreğinden sonra Batı Anadolu’daki Türk nüfusu hakkında bir tahminde bulunmak mümkündür. 416 Nif (Kemalpaşa): Selçuklu Beylerinden Saruhan, 1313 yılında Manisa ve çevresini aldıktan sonra eski Türk geleneği gereğince beyliği kardeşleri arasında paylaştırmıştır. Kendisi Manisa’da otururken, kardeşi Çuğa Bey’e Demirci ve yöresinin idaresini, Diğer kardeşi Ali Bey’e de Nif (Kemalpaşa)’in idaresini vermiştir. Yöre 1390 yılında da Osmanlı Devleti yönetimine geçmiştir. . Birgi: İzmir’in Ödemiş ilçesinin bir mahallesi. 13. ve 14. yüzyıllarda Aydınoğulları Beyliği'ne başkentlik yapmıştır. 1426'da ise Osmanlı İmparatorluğu'nun sınırlarına dahil oldu. . Karasar ( Karahisar): Afyon' un da içerisinde bulunduğu bölge, vezir Sâhib Ata Fahreddin Ali denetimine verilmiş ve 1275 yılında Afyonkarahisar’da kurulan Sâhib Ataoğulları Beyliği’nin başkenti olmuştur. 1341 yılında Germiyanoğulları Beyliği topraklarına katılan kent, 1390 yılında Osmanlı egemenliğine, 1402 Ankara Savaşı sonucunda ise Afyonkarahisar tekrar Germiyanoğulları’nın eline geçmiştir. II. Yakub Bey'in vasiyeti üzerine yerleşim 1429 yılında yeniden Osmanlı Devleti topraklarına katılmıştır. (3. Yaşar Yücel, Anadolu Beylikleri Hakkında Araştırmalar Ankara,) Bu karmaşa ortamında kendilerini baskı altında hisseden Bizanslılar ise Batı Anadolu’ya doğru göç etmek zorunda kaldılar. İmparator Mihael de Pont bölgesindeki tebaasının bakiyelerini batıya naklettirdi. Doğu Anadolu Bölgesi’nde birçok köy, kasaba ve kentler boşaldı. Türkler de hiçbir zorlukla karşılaşmadan boşalan bölgelere gelip yerleştiler. 415Başbakanlık 416Osman Osmanlı Arşivi Rehberi, s. 247, 248 Turan, age., s. 303-304. 188 Hristiyanlar ise geleceklerini güvence altına alabilmek, yerlerini ve yurtlarını kaybetmemek için bir yandan ihtida ederlerken diğer yandan da Türklerle kız alışverişinde bulunarak akrabalık bağları tesisi ediyorlardı. Bu durum zamanla onların çocuklarının ve torunlarının kültürel ve etnik açıdan Türkleşmesine yol açıyordu. Hatta 15. yüzyılda Anadolu’da herkes Türkçe konuşuyordu. Hristiyan halk bile Grekçeyi daha anlamaz olmuşlardı417 Belirtilen göçler sırasında Anadolu’ya sadece Oğuz Türkleri gelmedi. Kara Koyunlular, Ak Koyunlular, Ağaç-erleri, Karluklar, Halaçlar, Kıpçaklar, Kanklılar ve Uygurlar gibi diğer Türk oymakları da geldiler. Gelenler bunlarla da sınırlı değildi. 1242 yılında Moğolların Erzurum’u alıp Sivas ve Kayseri’yi yağmaladıktan sonra Anadolu Selçuklu Devleti, Moğollara tabi bir duruma düşünce Moğol işgal kuvvetleri ve değişik zamanlarda çok sayıda Moğol kabilesi de Anadolu’ya geldi ve Sivas’tan Kütahya’ya kadar Orta Anadolu’nun çeşitli yörelerine yerleştiler. Doğu Anadolu’nun Demografik Yapısını Etkileyen Bazı Olaylar: Hiç şüphesiz Timur’un Kara Koyunlu Türkmenlerine karşı takındığı tavır, özellikle Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki bu oymağa mensup çok sayıdaki Türkmen gruplarının bölgeyi terk etmelerine sebep oldu. Ayrıca, Timur, Anadolu Seferi’ni tamamlayıp ülkesine dönerken beraberinde 40.000 çadır ahalisini zorla yerlerinden yurtlarından ayırarak Maveraünnehir boylarına götürüp yerleştirdi. Kara Tatarlar diye adlandırılan ve Anadolu’da doğup büyüyen bu insanlar rahat bir hayat sürüyorlardı. Bu yüzden götürülürlerken çoğu kaçma teşebbüsünde ulunmuşlar, ancak kaçmaya yeltenenlerin hepsi yakalanarak ölümle cezalandırıldılar. İspanyol elçisi Clavijo, Damgan’ın dışında gördüğü kafatasından yapılmış kulelerin bu zavallı insanlara ait olduğunu söylemiştir. Kara Tatarların Anadolu’da kalanlarını ise Çelebi Mehmet, Rumeli’ye göçürmüş ve 15 -16. yüzyıllar arasında ise Anadolu’da pek azı kalmıştı. Diğer yandan 12. yüzyılın ikinci yarısından 16. yüzyılın başlarına kadar geçen süre içerisinde Doğu Anadolu Bölgesi’ndeki çeşitli boy ve ulusların birbirlerine üstünlük sağlamak amacıyla giriştikleri mücadeleler bu bölgedeki nüfusun 417İpek, Rumeli’den; İpek, Göçler; Karpat, Osmanlı Nüfusu; Şimşir, Rumeli’den Türk Göçleri, Ülküsal, a.g.e. 189 azalmasına sebep olan bir başka faktördür.Bu tarihler arasında Mengücüklüler, Artuklular ve Danişmendliler; Eretnalılar ile Erzincan Emirliği; Timur ile Osmanlılar ve Kara Koyunlular; Osmanlılar ile Erzincan Emirliği; Kara Koyunlular ile Ak Koyunlular ve Safevîler; Safevîler ile Osmanlılar arasındaki mücadeleler çok sayıda insanın ölmesine ve çoğunun da yerlerini ve yurtlarını terk etmelerine sebep oldu.16 Özellikle Kara Koyunlu Türkmenleri Beyi Kara Yusuf ile Ak Koyunlu Türkmenleri Beyi Kara Yülük Osman zamanında bu iki kardeş ulusun düşmanca rekabetleri yüzünden kentler harabeye döndü, köy ve kasabaların çoğu da boşaldı. 19. Yüzyılda Kafkasya’dan Anadolu’ya Yapılan Göçler Kavramlar: Kafkasya, Çerkez, Çeçen, Göç, İskân, Nüfus, Osmanlı, Anadolu 1856’dan 1914’e kadar geçen süre içinde kaba tahminlerle ülkeye gelen muhacirlerin sayısı 6.425.000’i bulmuş6; 1923–1960 yılları arasında resmi kayıtlara yansıdığı şekliyle de 1.187.292 kişi Türkiye’ye göç etmiştir7. 1914-1923 yılları arasında gelenler de dikkate alındığında, yaklaşık yüzyıllık bir süre içinde, büyük kısmı Balkanlar, Kafkasya ve Kırım’dan olmak üzere, 7,5 milyon kişi den çok daha fazla göçmenin ülkeye geldiğini söylemek mübalağa olmayacaktır. 19. yüzyılın ikinci yarısında Anadolu’ya yapılan göçlerin mühim bir kısmı Rusya’nın tesiri ile Kafkasya’dan gerçekleşmiştir. Bu göçlerle gelen topluluklar, Anadolu coğrafyasının etnik, kültürel ve siyasi hayatındaki gelişmelerde rol oynayan önemli etkenler arasında yer almıştır. 1850-1876 Dönemi Kafkasya Göçleri: 1783’ten bu yana devam eden Kırım’dan göçler 19. yüzyılın ortasından itibaren hız kazanmıştır. Bilhassa 1860–1862 yılları arasında pek çok Kırımlı, Osmanlı topraklarına göç etmiştir. Bunların büyük bir bölümü -başta Romanya olmak üzere- Balkan coğrafyasında iskân edilirken, bir kısmı da Anadolu’ya yerleştirilmiştir. 1 Rus ordusunun hizmetine girmek ve başka yerlere nakledilmekle karşı karşıya kalan Kafkasya Müslümanları, Osmanlı Devleti’ne göç etme yolunu seçmişlerdir. 1862’de hızlanan göç hareketi, 1864 yılında en yoğun dönemini 190 yaşamıştır.418 Bu tarihlerden itibaren Kafkasya’nın çeşitli halkları, Anadolu ve Rumeli’deki Osmanlı topraklarında iskân edilmiştir419 Kemal Karpat Osmanlı Modernleşmesi kitabında Kafkasya Göçleri hakkında şöyle der: “Osmanlı Devleti’nin aldığı göç, siyasi ve kültürel etkenlerin bir bileşimi tarafından tetiklenmiştir. Bunun bir sonucu olarak, Kırım ve Kuban bölgelerinde yaşayan çok sayıda Müslüman köylü, yeni Rus toprak ağalarının baskısından ve vergiden kaçmak için göç etti. Ruslar da Kırım’dan Osmanlı Devletine göçü teşvik ediyordu. 1856 ile 1862 yılları arasında doruk noktasına varan göç, 1917 yılına dek devam etti.”420 Kafkasya: . Kafkasya, Karadeniz ve Hazar denizi arasında yer alan, Avrupa ve Asya'nın sınırında bulunan bölgenin ismidir. Çerkez: . Çerkez adı; M.Ö. 6. yüzyılda Batı Kafkasya'da Karadeniz kıyısında oturanlara Yunanlılar tarafından verilmiş olan ''Kerket'' adından doğmuştur. Batı Kafkasya’nın yerli halklarından biridir. Günümüzde Türkiye’de yaşayan Çerkes sayısı, Kafkasya topraklarında yaşayan Çerkes sayısından fazladır. İskân: insanları bir yere yerleştirme, yurtlandırma. Şekil 3: Kafkasya Jeopolitik Haritası 418Tevfik Güran, “19. Yüzyıl Temettüat Tahrirleri”, Osmanlı Devleti’nde Bilgi ve İstatistik, Başbakanlık Devlet İstatistik Enstitüsü, Ankara 2000, s.76. 419Nazan Çiçek, “Talihsiz Çerkezlere İngiliz Peksimeti: İngiliz Arşiv Belgelerinde Büyük Çerkez Göçü(Şubat 1864-Mayıs 1865)”, Ankara Üniversitesi SBF Dergisi, C. 64, S.1, 2009, ss. 57-88. 420Kemal Karpat Osmanlı Modernleşmesi 2019 s.127 191 SONUÇ Osmanlı Devleti’nde, kabul edilen muhacirlerle ilgili, iç ve dış siyasete göre bir takım beklentiler hâsıl olmuştur. Zaten muhacir kabulü de bir yönüyle devletin malî ve askerî insan kaynaklarını arttırması anlamına gelmektedir. Bu sebeple idarecilerin dışarıdan göçü teşvik eden yaklaşımları görülmektedir. 1850’lerde ivme kazanıp 20. yüzyıla kadar yoğun biçimde süren ve sonrasında günümüze dek azalarak da olsa devam eden Kafkas göçlerinin ve göçmenlerinin, Anadolu’nun etnik, sosyal ve kültürel yapısına önemli derecede tesirleri olmuştur. Bu çerçevede, önce Osmanlı tebaası, ardından Türkiye Cumhuriyeti vatandaşı olan Kafkasyalılar için tek tip bir profil çizmek doğru değildir. Elbette, bu topraklara göçleri, kimileri için 150 yıldan ötesine dayanan bu toplulukların, Türkiye’nin geçirdiği ekonomik, sosyal ve siyasi değişimlerden etkilenmemesi düşünülemez. 192 KAYNAKÇA Akad, A. (1970). Nüfus Sayımlarında Elde Edilen Verilerle İç Göçler Hakkında Bir Araştırma. Arvasi, S. A. (1992). Doğu Anadolu Gerçeği. Boğaziçi Yayınları. Ayapınar, L., & Ayaönü, E. (2015). 14. ve 15. Yüzyıllarda Anadolu’ya ve Balkanlara Türklerin Göçü. İstanbul Bilgi Üniversitesi Yayınları. Başbakanlık Osmanlı Arşivi Belgeleri (BOA) (Aydın H. 1295-1296) (Ayniyat Defteri) Behlülgil, M. (1992). İmparatorluk ve Cumhuriyet Dönemlerinde İllerimiz. BDS Yayınları. DİE, (1927), 1927 Yılı Genel Nüfus Sayımı Verileri; (1950), 1950 Yılı Genel Nüfus Sayımı Verileri. (1960), 1960 Yılı Genel Nüfus Sayımı Verileri. Erdaha, K. (1975), Milli Mücadelede Vilayetler ve Valiler, Remzi Kitabevi. Geray, C. (1962). Türkiye’den ve Türkiye’ye Göçler ve Göçmenlerin İskânı (1923-1961). Kalan Yayınları. Kesel, H. (1994). Kafkas Göçmen Vakıfları. OTAM, 5, 475–490. Sümer, F. (1992). Anadolu Türklerinin Rolü. TTK. Yayınları, 193 ULUS DEVLET KAVRAMI VE ULUS DEVLET KAVRAMININ OSMANLI COĞRAFYASINA ETKİSİ Gülsüm KAVLIÇ ÖZET Kemal KARPAT’ın Edebiyat ve Toplum kitabının şu cümlesinden yola çıktım; Roman türünün konusu olan toplumun, aynı zamanda siyasi ve coğrafi bir çerçevesi vardır. Bu çerçeve ise devlettir. Halkı, dili ve kültürü ile birleşen devlet milli devlettir. Kemal KARPAT’IN bu tespiti beni Milli devlet kavramını araştırmaya, Milli devlet kavramının doğuşundan bugüne kadar olan sürecine doğru anlamlar yükleyip, milli devlet olgusunun Osmanlı İmparatorluğu’nu nasıl etkilediğini araştırmaya sevk etti. Anahtar Kelimeler: Devlet, Ulus devlet, Milli devlet. Muzaffer Çil Anadolu Lisesi 194 GİRİŞ Devlet Devlet kavramını farklı sözlüklerden yola çıkarak inceledim. Bunlardan ilki Türk Dil Kurumu Sözlüğüdür. 1 Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasal bakımdan örgütlenmiş veya milletler topluluğu 2 Bu tüzel varlığın yönetim organları 3 Büyüklük, mevki 4 Mutluluk421 İkinci sözlük olarak Kubbealtı Büyük Türkçe sözlüğün internet ortamına yüklenmiş şekli olan lugatım.com sitesini kullandım. 1 Talih 2 Mutluluk 3 Kültürel birliği olan ve kurumsallaşmış bir iktidar tarafından yönetilen millet veya milletler topluluğunun, sınırları belirli bir toprağa yerleşmesi sonucunda meydana getirdikleri siyasi varlık 4 Bu yönetim şekli 5 Hükümet ve yönetim katı mekânı 6 Kamu güçlerinin ve organlarının bütünü 7 Büyüklük; makam 421www.tdk.gov.tr 195 8 Varlık zenginlik 422 Ötüken yayınların Türkçe sözlüğü ise üçüncü sözlük çalışmam oldu. 1 Belli bir toprakta hükümet idaresi altında teşkilatlanmış bulunan bağımsız siyasi topluluk, milletin hukuki şahsiyet kazanmış şekli 2 Böyle bir topluluğu yöneten, organ hükümet 3 Ululuk, büyüklük, büyük rütbe, büyük mevki ve makam423 Sözlüklere ilave olarak ansiklopedi kültürü ile sözlük kültürünün ortak yansıması olan Larouse Ansiklopedik sözlüğü kullandım. 1 Toprak bütünlüğüne bağlı olarak siyasi bakımdan örgütlenmiş kültürel birliği olan, yönetilen ulus veya uluslar topluluğun belirli sınırlar içerisinde yaşamasıyla oluşan siyasi toplum. 2 Devlet yönetimin merkezi ögeleri, hükümet 3 Kamu organlarının, güçlerinin tümü 4 Mutluluk, talih 424 Millet Millet kavramını da devlet kavramında olduğu gibi farklı sözlükler ve farklı kaynaklardan irdeledim. İlk olarak Türk Dil Kurumu Sözlüğünü inceledim. 1 İsim Çoğunlukla aynı topraklar üzerinde yaşayan aralarında dil, tarih, duygu, ülkü gelenek ve görenek birliği olan insan topluluğu ulus 2Herkes, bir yerde bulunan kimselerin bütünü 422www.lugatim.com 423www.otukensozluk.com 424Larouse Ansikloped 196 3 Halk ağızında benzer özellikleri olan topluluk425 İkinci sözlük olarak Kubbealtı Büyük Türkçe sözlüğün internet ortamına yüklenmiş şekli olan lugatım.com sitesini kullandım. 1 Genellikle aynı topraklar üzerinde yaşayan aynı soydan gelen ve aralarında dil din tarih ilişkisi sanat töre dünya görüşü ve ülkü birliği bulunan insan topluluğu ulus 2 Demokrasiyle yönetilen bir ülkedeki insanların bütünü olarak kabul edilen ve hâkimiyetin gerçek sahibi olan hukuki varlık 3Cisim tamlamasının ikinci ögesi olarak, Düşünce, sanat, menfaat, cins, meslek vb yönlerinden ortak vasıflara, benzer özelliklere sahip topluluk ( Küçümseme anlamı ifade eder.) 4Bir yerde toplanan veya bir yerde bulunan kimselerin tamamı, herkes kalabalık ahali 5 Din akide inanç (eskimiştir) 6 Aynı dinden olan, aynı inançları paylaşan insanlar topluluğu ümmet (eskimiştir) 426 1 Aynı topraklar üzerinde yaşayan, aynı köke dayanan, tarih, töre, gelenek, görenek, ülkü, dil, duygu v.b birliği bulunan insanların tümü, ulus 2.Aynı anayasa ile yönetilen bireylerden meydana gelen fakat bireylerin her birinin üzerinde egemenliği elinde tutan hukuki varlık 3(Milliyet adlarından sonra tamlama olarak kullanıldığında) o millete ait bireylerin tümü. 4 ( Cinsiyet, meslek, yaş, çıkar, düşünce grubu vb adlarından sonra tamlanan olarak kullanıldığında) belirtilen yönden birleşen insanların tümü 425www.tdk.gov.tr 426www.lugatim.com 197 5 Bir yerde bulunan kimselerin tümü; herkes; ahali 6 Aynı dinden olan insanlar topluluğu; ümmet 7 Din, mezhep 427 Ulus Devlet Kavramı Ulus kelimesi ve kavramı bütünüyle siyasi ve felsefi bireyciliği merkeze alan ve kendini sadece modern demokrasilerde bulan bir anlama haizdir. 428 Bu manada ulus, modern döneme ait ve onunla anlam kazanan bir olgudur. Sosyolojik açıdan ulus aynı kültür ve egemenlik alanı üzerindeki kültürel, ekonomik ve siyasal sistemlerin çakışma süreçleriyle birlikte yerel kültürlerin standartlaşarak merkez iktidar tarafından desteklenen bir üst kültürle bağlamlamasını ifade eder. Siyasal açıdan ise ulus hem bireyler topluluğu olarak oluşturulan bir grup, hem de diğer uluslara göre siyasal bir bireyi temsil etmektedir. 429 Ulus ve milliyetçilik kavramlarının bu etimolojik tarihsel yolculuğu milliyetçi akımların yoğunluk kazandığı 19. Yüzyıldan itibaren siyaset bilimin en önemli konularından olan ulus devlet kavramının ana omurgasını oluşturmaya başlamıştır. Günümüzde milletlerarası hukukun asıl aktörü olan ulus devlet 1648 yılında imzalanan Westefalya Antlaşmasın’dan sonraki üç yüzyıllık gelişmelerin ürünüdür. Modernleşme süreci sonucunda artık devlet, hem milli birlik ve bütünlüğünün tek temsilcisi hem de sosyal sözleşmeden kaynaklanan iktidarın sahibi olan devletle özdeşleşmiştir. Hukuk ve siyaset alanında, ulus devletin normatif yapısı nesnel olarak ele alınırken, sübjektif yanı da ihmal etmemiştir.430 Gerd Baumann, ulus devletleri uzlaşmaz gibi görünen iki farklı felsefenin bir birleşimi olarak görmektedir; amaç ve verimliliğe başvurmayı gerektiren “akılcılık” ve eylemlerin temeli olarak duygulara başvurmayı öngören “romantizm”. 427www.otukensozluk.com 428Leca ,J. (1998) Neden Söz Ediyoruz ? Uluslar ve Milliyetçilikler. (Çev. S. İdemen .) Haz. Jean Leca. İstanbul: Metis Yayınları. S.11 429Leca ,J. (1998). a.g.e, S.13-14 430Işıklar, C. ( 2008 ). Günümüz Türkiye’sinde Ordunun Asker Alma Sisteminin Korunması Meselesi ve Milli Devlet Anlayışı ile İlgisi. Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi. Sayı:XII. S800 198 Ulus-devlet 19. ve 20. yüzyılın meşruiyet elde etmiş devletidir. Milliyetçilik ulus devletin ideolojisidir. Milliyetçiliğin ortaya çıkışı ile ulusdevletlerin ortaya çıkışları aynı döneme denk gelmektedir. Ulus-devletler de ilk olarak Avrupa’da Fransa, Almanya ve İtalya gibi devletlerde ortaya çıkmış, daha sonradan ise doğu Avrupa’da ve dünya çapında görülmeye başlanmıştır. Ulusdevlette meşruiyet kaynağı, din, soy veya krallık olmaktan çıkmış ve laik, demokratik yapı içerisinde kendini ifade etmeye başlamıştır. Vatandaşlar arasında farklı sınıfsal yapıların olmaması bir zorunluluktu. Bu yolla bütün vatandaşlar birbirlerini eşit olarak kabul etmeye başlamışlardır. Bu tür bir eşitlik sağlanmadan ulusal dayanışmanın oluşturulması mümkün olamazdı 431 Buna göre ulus devlet kavramı her kültürde farklılık göstermiştir. Bazı çıkarcı devletler bu kavramı kullanmışlardır. Ulus-devletin üç hayati fonksiyonu vardır: 1) İçte bütünleşme (entegrasyon): Devlet doğal kaynakların dağılımını sağlamanın yanı sıra, toplum içerisindeki değişik problemlerin de çözülmesine dönük olarak gerekli mekanizmaları kendi içinde barındırmalıdır. 2) Toplumun uygun şartlarda değişim ilişkilerini maksimize etmek: Devlet doğal kaynakların en iyi bir şekilde kullanılmasını sağlamanın yanı sıra, yeni doğal kaynaklar ve yeni dış pazarlar bulmak için girişimde bulunmalıdır. 3) Dış düşmana karşı güvenliği sağlamak. 432 Ulus-devlet bireyselleşen yurttaşlar üzerinde hâkimiyetini kurmaya çalışır. Ulus-devlet, aile, cemaat, köy, aşiret gibi birincil toplumsallık alanlarının yerine devlet merkezli olan ikincil toplumsallaşma alanını geçirmeye çalışmaktadır. Yani devlet merkezli alanın daha üstün bir konum elde etmesi sürecinin hem kurulanıdır, hem de kuranı. Ulus-devlet tasavvuru, birçok yerde geleneklerin durağanlığını kırmayı, bölgesel güçlerin baskısına başkaldırmayı ve cemaatten bireye geçişin bir sentezi durumundaydı. Bu süreç bireyi özgürleştirecekti. Bu tasavvurun taşıyıcısı ise orta sınıftı. 433 Ulus-devletler üniter yapıya sahiptirler ve çoğulculuğu kolay kolay kabul etmeye yanaşmamaktadırlar. Burada üniterlikten kasıt, tek bloklu toplum yapısıdır. 431Gündoğan, Ali Osman (2002-3). ‘’ Devlet ve Milliyetçilik. ‘’ Doğu Batı. Yıl 6. Sayı 21. S184 ,Akıncı .(2012).’’ Modern Ulus Devletlerin Doğuşu.’’ Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi. 433İNSEL, Ahmet. (2000-01).“Kimlikler ve Devletin Hukuku”. Doğu Batı. Yıl 4. Sayı 13. Kasım. Aralık. Ocak. s. 59-64 432Abdulvahap 199 Ulus-devletlerin hemen tamamı demokratik ve parlamenter bir yapıdan yana olduklarını ileri sürseler de, uygulamada milliyetçi anlayışı devam ettirdikleri için söyledikleri ile uygulamaları örtüşmemektedir. Bundan dolayı dışlayıcı ve dayatmacı politikalardan ve uygulamalardan pek vazgeçemezler. Milliyetçiliğin devlet ideolojisi haline gelmiş olduğu ulus-devletler, bir taraftan ulusal tarih söylemine dayanırlarken, bunun doğal sonucu olarak da geleceği buna bağlı olarak kendisi şekillendirmek istemektedir. 434 Gerçekte ise ulus-devlet bir uygarlık ve ilerleme göstergesi olmadığı gibi, hiçbir toplum için kaçınılmaz bir kader de değildir. Aslına bakılırsa, uluslar dünyasının dünyanın doğal haliymiş gibi görülmesini mümkün kılan milliyetçilik ideolojisidir.435 Milli Devlet Oluşumu 1648 Westphalia anlaşmasının ardından Ulus devlet olgusu dünya çapında yaygınlık kazanmış ve bu anlaşmanın ardından başta Avrupa olmak üzere tüm dünyada yeni Ulus devletler ortaya çıkmıştır. Westphalia süreci ile birlikte uluslararası hukukun temel öznesi ve sistemin belirleyicisi ulus devletler olmuştur. Egemenlik merkezi devlet oluşumu ile millet temelinde tanımlanmış ve dönemin monarşileri birbirlerini bu anlayışla tanıyarak ulus devletin, uluslararası ilişkilerin temeli ögesi olması sağlanmıştır.436 Ulus Devlet oluşumu devletlerin aralarında ilişkide söz sahibi olduğu söylenebilir böylece devletler aynı olguyu farklı biçimlerde benimsemişler diyebiliriz Bilindiği üzere hümanizm, Rönesans, reform devirlerinden itibaren insana yani fert aydınlanma çağı ile de akıl akılcılık (rasyonalizm) ve Bilimcilik ön plana çıkmış, 1776 Amerikan bağımsızlık bildirisi ve 1789 Büyük Fransız İhtilali’nin arkasından yayınlanan insan hakları evrensel beyannamesi ile de toplumun merkezine fert yani insan oturtulmuştur saatler sertler fertler yani insanlar hür ve eşit doğarlar ilkesi evrensel değer haline getirilmiştir liberal felsefenin üzerine bina edilen sistemin çıkış noktası çıkış noktası da bu olmuştur. 19 yüzyıl başlarında GÜNDOĞAN, Ali Osman. a. g.e, s.185 Hüseyin. (2010). Ulus-Devletin Başağrısı Ayrılıkçılık: Kanada Quebec Örneği (Ankara: Liberte). Syf105 436Çetin, Beyzade Nadir.(2008). ‘’ Siyasi Küreselleşme Bağlamında Ulus Devlet Tartışmaları ‘’. Fırat Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü. Elazığ. S177 434 435Kalaycı, 200 Alman idealizmin en önemli temsilcilerinden Hegel devleti kutsayan ve insanların devlet için var olması gerektiğini öne süren felsefesi ve bu felsefenin ilkelerini ortaya koymasıyla ortaya çıkmıştır. 437 Milli devlet kavramlarının, siyaset felsefesinde ki yerinin öneminin de yolunu açmış oldu. Milli devlet kavramının dünya siyasetinde ön plana çıkması, milletin tek bir “ünite” olarak kabul edilmesinde böyle milletlerin eşitliği, milletlerin hürriyeti istiklali fikri ve ilkesinin de, evrensel değer kazanmasını sağlamıştır. Aynı yüzyılda Avrupa, eşit hür fertler, eşit hür millete ilkesine göre ferdiyetçilik, milliyetçilik, ve milli devletler çağına başlatmıştır Fransız ihtilali ile hem devlet hem de ulusal vatandaşlık kurumu ve ideolojisi icat edilmiştir. 438 Böylelikle devletlerin ana ilkesi olmaya başlamıştır. Jean Jacques Roussseau'nun yazılarından devrimciler 1789’da Kral 16. Louis'ye karşı ayaklanmışlardır. Modern milliyetçiliğin babası sayılan Roussseau, hükümetten genel idareye uygun olması gerektiğini savunmuştur. Böylece milliyetçilik krala itaat etmek yerine, vatandaş olma üzerinde durarak devrimci ve demokratik bir hareket olarak öne çıkmaktadır.439 Ulus devlet olgusu 19 yüzyılda özgürlük ve kurtuluş hareketlerine katkıda bulunmuş bir model olarak değerlendirilen bir konumda bulunmuştur. Bu dönemde Ulus devlet, esas olarak Fransız devriminden Miras alınan demokratik ve evrensel değerlerle ayrılmaz olarak bağlı ilerici bir olgu idi. Ulus devlet yüzyıllardır savaşlarla sarsılmış ve artık bu savaşların sebepleri oluşturan imparatorlukların ve kişi keyfiyetine dayanan tek kişi otoritelerinin etkileri altında yaşayan ulusların ekonomik ve sosyal bazlarda ortaya çıkan sıkıntıları aşmak ve yüzyıllardır süren ulusların içine düşmüş olduğu karmaşalar dan kurtulabilmek için gösterdikleri yoğun isteğe cevap olmuştur. Bu olgu ulusların üyeleri arasında bir topluluk duygusunun yeniden yaşadığı rüyasının ve yeni idealizmin aşılanması yaşamın ayartıcı bir seçenek olarak görünen tüm yönlerini kapsama yeteneği olan yeni bir idelojinin merkezine oturmuştur. Ulus devlet her şeyden önce yüzyıllardır “kimin ve neyin” olduklarından bilmeden yaşayan milyonlarca insana anlamlı bir aidiyet duygusu sağlayan ulusçu bir hareket olmuştur. Ulus Devlet yeni yeni filizlenmeye 437Hegel. (2003) Tarihte Akıl. Çev. Önay Sözen. İstanbul. S 147- 149 ,Akıncı .a.g.m. s.12 439Köylü, Murat.(2019). ‘’Mustafa Kemal Atatürk`ün Ulus Devleti, Egemenlik ve Bağımsızlık Anlayışını Fransız İhtilali Fikir Akımlarının Etkisi.’’ Uluslararası İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi 5. S 114 438Abdulvahap 201 başladığı Fransız devrimiyle birlikte, ulusal topluluğu, kendi organik yapısı ile yaşamın doğa ile benzeşen bir varlığı olarak kullanma yoluna gidilmiştir. 440 Ulus devlet bakıldığında Fransız devriminin bağrından kopan bir parça olarak düşünülebilir ve Fransız Devriminin etkisi yok sayılamaz. Osmanlı'dan Ayrılan Topraklar Savaşlar ve himayeler ile anılan devletlerin yanı sıra Osmanlı’nın hükmettiği devletler ve çok dikkat çekmektedir. En etkili olduğu yıllarda Avrupa, Asya, Afrika kıtalarında tam bir güç ile etki altına almıştır. Avrupa’nın en köklü Devletleri olan Fransa Almanya İspanya ve İngiltere gibi devletlerin uzun süre etki altında bırakarak kendi politikalarına göre neredeyse dünyayı tek bir merkezden yönetim etmeyi başarmıştır. Tabii karşılaşılan birçok nedenden ötürü de Osmanlı imparatorluğu yıkılarak yerine onlarca ülkede ortaya çıkmıştır. İşte Osmanlı topraklarına şu anda hala var olan devletler; Avrupa: 1Türkiye. 2 Bulgaristan 3.Yunanistan (400 yıl) 4.Sırbistan (539 yıl) .Karadağ (539 yıl) 6.Bosna-Hersek (539 yıl) 7.Hırvatistan (539 yıl) 8.Makedonya (539 yıl) 9.Slovenya (250 yıl) 10.Romanya (490 yıl) 440Yaylı, Hasan.(2009). ‘’ Fransız Devriminden Günümüze Ulus-Devlet. ‘’ Türk Yurdu Dergisi. Sayı 262. 202 11.Slovakya (20 yıl) Osmanlı ad:Uyvar 12.Macaristan (160 yıl) 13. Moldova (490 yıl) 14.Ukrayna (308 yıl) 15.Azerbaycan (25 yıl) 16.Gürcistan (400 yıl) 17.Ermenistan (20 yıl) 18.Güney Kıbrıs (293 yıl) 19.Kuzey Kıbrıs (293 yıl) 20.Rusya’nın güney toprakları (291 yıl) 21.Polonya (25 yıl)-himaye- Osmanlı adı: Lehistan 22.İtalya’nın güneydoğu kıyıları (20 yıl) 23.Arnavutluk (435 yıl) 24. Belarus (25 yıl) -himaye25.Litvanya (25 yıl) -himaye26.Letonya (25 yıl) -himaye27.Kosova (539 yıl) 28.Voyvodina (166 yıl) Osmanlı adı: Banat Asya 29.Irak (402 yıl) 30.Suriye (402 yıl) 31.İsrail (402 yıl) 32.Filistin (402 yıl) 203 33.Urdun (402 yıl) 34.Suudi Arabistan (399 yıl) 35. Yemen (401 yıl) 36.Umman (400 yıl) 37.Birlesek Arap Emirlikleri (400 yıl) 38.Katar (400 yıl) 39.Bahreyn (400 yıl) 40.Kuveyt (381 yıl) 41.İranın batı toprakları (30 yıl) 42.Lübnan (402 yıl) Afrika 43.Mısır (397 yıl) 44. Libya (394 yıl) Osmanlı adı:Trablusgarp 45.Tunus (308 yıl) 46.Cezayir (313 yıl) 47. Sudan (397 yıl) Osmanlı adı: Nubye 48.Eritre (350 yıl) Osmanlı adı: Habeş 49.Cibuti (350 yıl) 50.Somali (350 yıl) Osmanlı adı: Zeyla 51. Kenya sahilleri (350 yıl) 52.Tanzanya sahilleri (250 yıl) 53.Cad'ın kuzey bölgeleri (313 yıl) Osmanlı adı: Reşade 54.Nijer'in bir kısmı (300 yıl) Osmanlı adı: Kavar 204 55.Mozambik' in kuzey toprakları (150 yıl) 56.Fas (50 yıl) -himaye57.Batı Sahra (50 yıl) -himaye58.Moritanya (50 yıl) -himaye59. Mali (300 yıl) Osmanlı adı: Gat kazası 60. Senegal (300 yıl) 61.Gambiya (300 yıl) 62.Gine Bissau (300 yıl) 63.Gine (300 yıl) 64.Etiyopya' nın bir kısmı (350 yıl) Osmanlı adı: Habeş Türkiye'de milli devlet doğuşu 19. Yüzyıl sonu ve 20 yüzyıl başlarında, çok milletli çok dinli Osmanlı imparatorluğu, şu veya bu sebeple çözünmüş parçalanmış ve bu arada Yunan milli devleti Bulgar milli devleti gibi milli devletler, içerisinde önemli Türk nüfusu olmasına rağmen Avrupa’nın desteğiyle kurulmuşlardır. Türklere böyle bir hak tanınmamış iken, Mustafa Kemal Atatürk önderliğinde verilen milli mücadele ile Anadolu’da ve Trakya’da Türk milletinin varlığı ve bu varlığın asla ortadan kaldırılamayacağın, kullanılarak ispat edilmiş; milli Türk devleti, Lozan ‘ da 1923’te yapılan antlaşma ile sömürgeci ve materyalist Hristiyan Batı dünyasına resmen ve hukuken kabul ettirilmiştir. Milli mücadele, ardından da anlaşılacağı üzere, Türk milletinin istiklâlini muhafaza etme ve başkalarına kabul ettirme savaşı idi. Anadolu’da Türk milleti olmasaydı bu savaşın adı milli olmayacağı gibi kazanılması da imkânsız olurdu ve Lozan’da milli devlet olarak kabul görmezdi. Ayrıca Batı Anadolu'da Yunanları, Doğu Anadolu’da Ermenileri mağlup eden Rusları geri çekilmeye zorlayan ordunun adı Türk ordusu olduğu için bütün dünya kamuoyu ve dünya basını Milli Mücadeleyi “Türk Milli Mücadelesi “ olarak algılamış ve görmüştür. Bu itibarla Mustafa Kemal’de sembolleşmiş Milli irade ve Milli hakimiyet, birkaç grubun, kavmin etnisitenin iradesinin ve hakimiyetin toplamı değil; sadece Türk milletinin iradesi olarak görmeye mecburiyeti vardır. 205 İradeye, diğer gruplar sayıları az da olsa gönüllü olarak katılmışlardır. İrade ve Milli Hakimiyet olması sebebiyle tektir bir bütündür, ortak kabul etmez parçalanmaz. 1923'de kurulan Türkiye Cumhuriyeti Devleti’ni Türk milletinin devleti olduğunu görmek için Mustafa Kemal'in söylev ve demeçlerinde, telgraflarında “ Türk, Türk milleti, Türklük, milli, milli vatan” gibi kelime ve kavramları ne kadar çok kullandığına bakmak kâfidir. Bu devletin kim için kurulduğunu ve kime ait olduğunu herhalde Mustafa Kemal’den iyi bilecek birisi olması gerektir. Bu itibarla Türkiye Cumhuriyeti Devleti'nin içte ve dışta karşı hükümranlığına, milli iradesi ve üstün otoritesine her ne suretle olursa olsun başka hiçbir makam ve mevki ortak olamaz ve bunlar hiçbir kimseye ve gruba devir edilemez. Bundan vazgeçildiği an istiklali halel gelir ve tabii devlet durumuna düşürür. 441 Ulus devletin temel nitelikleri Mustafa Kemal'in de yeni kurulacak olan Türk devletinin ana omurgasını oluşturmasına istediği bu nitelik. Ulusal Egemenlik Ulusal egemenlik, ulus devletin en çok vurgu yapılan niteliğidir. Ulus devletin temel unsuru olarak kabul edilen ulusal egemenlik anlayışının temelleri 16. Yüzyılda atılmıştır. 442 Ulusal egemenliğin var oluş nedeniyle incelendiğinde ulus devletinin var oluş nedeniyle birlikte var olabilir. Ulusal Kimlik (Milliyetçilik) Ulusal devletleşme sürecinin önemli argümanların dan biri olan ulusal kimlik oluşumu, modern çağın bir ürünüdür. Başka bir ifade ile bu süreçte devletin kimliği ile devleti meydana getiren yurttaşların varsayımsal kimliği örtüşmüştür. Modern ülkesel devlet olarak ifade edilen bu yeni devlet formuna gelene kadar devletlerin uyruklarının kimliğini, kendisine tanımlama biçimine benzetme gibi bir problemi veya uyruklarında olduğunu var sayıldığı bir ortak kimlikle kendisini 441Hocaoğlu, Durmuş. (2004). ” Türklerin tasfiyesi ve Türklerin eli ile İslam dünyasının ezilmesi.” Yeniçağ Gazetesi. 23 Kasım. 2004 442Şahin, Köksal. (2006). ‘’ Türkiye’de küreselleşme tartışmaları ışığında Ulus devlet bakış .” Sakarya: Sakarya üniversitesi sosyal bilimler entustisi kamu yönetim anabilim dalı. Yayınlanmamış doktora tezi. 206 tanımlama ihtiyacı olmamıştır. Bu döneme kadar kimlik kendiliğinden cemaatsal bir olgu özelliğini taşımaktadır. Burada kollektivitenin öznesi genellikle toplum olmuştur. Modern öncesi dönemin devletleri, Meşrutiyetlerini uyruklarıyla paylaştıkları ortak kimlik üzerine şekillendirmemişlerdir Meşrutiyetinin temeli geleneksel bir zemin üzerine bina edilmiştir. 443 Ülkesel, Siyasal, Toplumsal İdari Ve Hukuki Bütünlük Ulus devletlerde ulusun bütünlüğü açısından ülkesel bütünlük büyük önem taşımakta olup, ülke sınırları içinde merkezi siyasal otoriteden aile ve eşit egemenlik odacıkları sıcak karşılanmaz. Ülkesel bütünlük ilkesi, ulusal egemenlik ve ulusal kimlik unsurlarından büyük oranda etkilenmiştir. Ulus devletlerde vatan toprakları, sınırları kesin belirlenmiş, kendisine kutsal nitelikler atfedilen, sadakat niteliğine sahip ve tek meşru otoritenin idaresinde olan bir alanı ifade etmektedir.444 Ulus Devlet Anlayışı Ulus devlet oluşumunda “ulusal değerin” oluşması çok önemlidir. Ulusun yaratmak için ulusun parası olan bireylerin birbirine benzemesi veya benzetilmesi gerekir aynı kılık kıyafette, düşüncede, dilde, kültürde, şarkı ve türkülerde olduğu gibi. Devlet, Ulus merkezcidir. Siyasal toplumsal ekonomik ve her türlü kararlar merkez alır.445 “Osmanlı İmparatorluğu kendi etnik azınlıklarını aynı seviyede tutardı, bir mozaik gibi, onların üzerinde bir hâkimiyet şemsiyesiydi. Fakat yeni devletimiz Türk devleti olarak doğdu. Belli bir etnik grubun devleti olarak kuruldu. Tamamen bir antitez olarak geldi. Milli devlet, milli birliği kurmak için milli tarih üzerine yoğunlaştı. Şimdi soru şu: Sayıları milyonları bulan azınlıklar var. Bunlar kendi milli bilincini oluşturdu. ‘Türk milletinin bir parçası değiliz’ hissiyatları doğdu. Onlara kimlik verdi. Türkiye Cumhuriyeti, bu realite karşısındadır bugün. Bugün 443Yıldız, Süleyman.( 2007). ” Kimlik ve Ulusal Kimlik Kavramlarının Toplumsal Niteliği.” Milli Folklor. Sayı 74. s.9 444Çoşkun, İsmail. (1997) Modern Devletin Doğuşu. Yay İmge Kitapevi. S 171 445Güzel M. Şehmus.( 1995) Devlet-Ulus. Alan yayıncılık. on iki lehçe yayın. İstanbul s11 207 bir bunalım içindeyiz. Cumhuriyet, Atatürk zamanında Türk devleti ve Türkiye olarak kuruldu.” 446 Türk milli kimliğin inşasının altında yatan dinamikleri açıklamak için yeni bir kavramsallaştırma ya ihtiyaç vardır. Bu çerçevede batıdan farklı olarak Doğu ya da az gelişmiş ülkelerde ulus-devlet, millet ve azınlık ilişkisi daha farklı gelişmiştir. Bu gelişim evresi emperyalizm Aydınlar ulus-devlet az gelişmiş ülke milliyetçiliği ideolojisi millet inşası azınlık milliyetçiliği şeklinde bir gelişim evresi izlemiştir. Dolayısı ile hem teorik hem de pratikte batıda uzun süren Evrim devrim ayrımında, çok kısa bir zamanı sıkıştırılmış birçok sorun ve trajediler doğuda yaşanmıştır bunun yanında Anadolu toplumla Modern eğitim, iletişim, ulaşım, ticaret, sanayileşme, şehirleşme ve vatandaşlık gibi temel modern devletin kültür altyapısından mahrum kalması ve geleneksel yapıda kırsal alanda tarım toplumu olarak kalması büyük sorun oluşturmuştur. 447 Kalp atışı millet ve millet bağlamından Türkiye’nin milli iyileşmesinin çok özel bir yol izlediğini vurgular. Orta Asya'nın bu toplum kökenlerinde dil, soy, siyasi idari özelliklerini kültüründe içeren Türk vardır. Fakat Osmanlı’da ve Cumhuriyet’te var olan 40 Türk olmayan ama aynı kültürü ideli ve dili paylaşan farklı etnik aidiyet sahip milyonlarca Türk vardır. 19 20 yüzyıl aynı milletin parçası olarak Anadolu'ya göç eden fakat ayrı dili konuşan milyonlarca kişi” Türk” milletinin nasıl çok özel şartlarda geliştiğini çok açık şekilde gösterir.448 Osmanlı İmparatorluğunun dini temellere dayanan geleneksel millet sisteminin çözülmesinde uluslaşma ile birlikte uluslaşma düşüncesi de etkindir. Özellikle 19. yüzyılda Avrupa devletlerinin siyasal çıkarlar doğrultusunda Osmanlı’da bu düşüncenin yaygınlaşmasını sağladıkları görülmektedir. Bu konuyla ilgili bkz. 449 446İNALCIK, Halil. (2009) Milliyet Gazetesi. 16.11.2009 . Süleyman. (1998). Özün Modernleşme, Milliyetçilik ve Türkiye. Bağlam Yayınlar. S. 149 448Karpat, Kemal. (2011). Osmanlı'dan Günümüze Ortadoğu’da Millet, Milliyet Milliyetçilik. Timaş yayınları 449Karpat, Kemal. (2017), Osmanlı’da Milliyetçiliğin Toplumsal Temelleri, (Çev. O. G. Ayas), İstanbul. 447Seyfi, 208 Günümüzde Avrupa’da Milli Devlet Westfalya Barış Anlaşmasıyla, temel siyasal yapı olarak kabul edilen ulus-devlet ve uluslararası sistem, Avrupalı bir karaktere sahiptir. Ancak günümüzde, ulus-devletin doğasına aykırı, Avrupa bütünleşmesi olarak nitelenen gelişmeler de burada görülmektedir. Yine ulus-devletin bir model olarak kabulünden itibaren günümüze değin hizmet üreten, ekonomik faaliyette bulunan böylece yurttaşın refahını güvence altına alan bir toplumsal alt-yapı inşası zor, sermaye ve Avrupa Devletlerinin üretimi ile uğraşan ulus-devlet ve onun oluşturduğu devletler sistemi kapitalist sistemin gerekliliği olarak görülmekteydi. Ancak kapitalizm, doğası gereği, global bir nitelik almıştır. Dolayısıyla, kendine özgü ve ulusal unsurlara aldırmadan işleyen hareket yasalarını oluşturmuştur. Ancak gözden kaçırılmaması gereken nokta, ulusal ekonomi ve sistemlerin halen varlığını sürdürdükleridir. Güçlerini halen ulus-devletten ve onun oluşturduğu sistemden almaktadırlar. 450 Ulus-devletin oluşumunu sağlayan kapitalizm, günümüzde ulus devletin meşruiyetini azaltma amacına yönelmiştir. Dolayısıyla, modern insanlık durumunun bir sonucu olan globalleşme, kapitalizmin bir aşamasıdır ve yüzyıllardır süregelen emperyalizmin kendisidir.451 Küreselleşme ile birlikte, getirdiği argümanlar yeni bir dünya düzenini kafalarımıza nakşetmeye çalışan güçler tarafından, ulus-devleti, nedenini anlamakta güçlük çekilecek bir şekilde olumsuzlamaktadır. Günümüz dünyasında mevcut iki yüzün üstündeki devletin ve nüfusu yedi milyara yaklaşan insanoğlunun, daha uzunca yüzyıllar yaşayabilmesi adına bazı evrensel değerler etrafında birleştirilmeye çalışılmasına yönelik çabaları ilgiyle izlenmektedir. Ancak insanoğlunun, son iki yüzyıl içindeki siyasi, sosyal ve ekonomik sıçramasının göz ardı edilerek ulus-devletin bir kenara atılmasını nasıl karşılayacağı da merak konusudur. Bu arada bu gelişmelerin hâkim güçler tarafından yoğun bir şekilde işlenmesine karşılık, hala insanların bir “aidiyet” bağı ile bağlı hissettikleri ulusdevlet de varlığını sürdürmek için yoğun bir çaba içindedir.452 450Dr. Öğr. Üyesi H. Gökçe ZABUNOĞLU ERÜHFD, C. XIII, S. 1, (2018). S.542 Öğr. Üyesi H. Gökçe ZABUNOĞLU, a.g.m.S.549 452Şen, Y. Furkan.(2004). Globalleşme Sürecinde Milliyetçilik Trendleri ve Ulus-Devlet. Yargı Kitabevi. Ankara. 451Dr. 209 Küreselleşme, ulusal düzeyde birey ile devlet arasında bir tampon alan oluşturulmasına çalışmakta, devletin egemenlik alanı, bir yandan küresel aktörler tarafından paylaşılmak istenir iken, bireyin de egemen bir özne olarak devletin egemenlik anlayışını içerde sınırlamasının yolları açılmaktadır. Bu süreçte, uluslararası örgütler, insan hakları kuruluşları ve uluslararası sözleşmelerle bireyi, kendi devletine karşı koruma amacı yönünde bir eğilim göze çarpmaktadır. Bu eğilimin, ulusal vatandaşlık ile evrensel insan hakları arasındaki diyalektik gerilimden beslenmekte olduğu söylenebilir. Yine tarihsel olarak, ulus-devlet çerçevesinde şekillenen insan hakları ve yükümlülükleri, giderek artan ölçülerde ulus-devlet sınırlarını aşarak evrensel bir aşamaya doğru yol almaktadır. Bu ve benzeri sebeplerle, artık dünya vatandaşlığının inşasından söz edilmektedir. Dünya vatandaşlığı, İnsan Hakları Evrensel Beyannamesi’nde düzenlemeye konu edilmiştir. Bu beyanname, ulusal sınırları aşan haklara sahip bir küresel vatandaşlık yaklaşımını sergilemektedir. Beyanname, her devletin kendi vatandaşlarına haklar tanıması gerektiğini ve her insanın ulusal vatandaşlık hakkına sahip olduğu ısrarla belirtmektedir.453 Ulus- devlet, belirli ölçülerde egemenlik erozyonuna uğramakla birlikte, ister azınlık, ister çoğunluk anlamında alınsın, bir devlet modeli olarak kendi uluslarının bazı kazanımları adına yeni nitelik ve işlevler de kazandığı muhakkaktır. Hukuka kaynaklık etme fonksiyonunu hala sürdürmektedir, ancak uluslar üstü yapılanmaların hukuki yönden vatandaşlarına nasıl davranmaları gerektiğine dair birçok zorlanmalarından etkilendikleri de bir gerçektir. Özellikle diğer aktörler olarak addedilen organizasyonların da artık bu süreçte etkin ve belirleyici rol oynamaya başladıkları kabul edilmektedir. Ama bu aktörler günümüz itibariyle, büyük devletlerin belirli alanlardaki ulusal uluslararası alandaki problemlerdeki daha çok kendileri lehine müdahaleleri nedeniyle önemli küresel olaylarda sık sık ikinci planda kalmaktadırlar ve ayrıca yine bazı büyük devletlerin bu organizasyonların karar alma mekanizmalarındaki gücü nedeniyle, bu organizasyonların bazı önemli olaylar karşısında aldıkları/alamadıkları kararlar nedeniyle yoğun eleştirilere maruz kaldıkları ve güçlerinin ölçüsünün tartışıldığı da kabul edilmelidir. Özellikle Fransız Devrimi’nden itibaren, bir devlet modeli olarak teorik ve pratik anlamda kurulması için büyük çaba sarf edildiği kabul edilen ve dünyanın günümüzdeki siyasal sisteminin temel aktörlerinden olan ulus-devletin, yukarıda 453Sarıbay, Ali Yaşar. (1998) Küreselleşme, Sivil Toplum ve İslam. Vadi Yayınları. Ankara. 210 anlatılanların ışığında gelişen uluslararası sistem içerisinde var olmak uğraşı içinde olduğu da bir gerçektir. Ayrıca görülen odur ki uluslararası düzeyde gelişen yeni küresel ya da uluslar üstü modellerin, eski yapıyı tamamen ortadan kaldıracak nitelikte ve düşüncede olmadıkları da artık anlaşılması gereken bir durumdur. Özellikle son yıllardaki gelişmeler de bunu teyit eder niteliktedir. Bu bağlamda, birinin diğerini aşmasından ziyade, birinin diğeri üzerine eklemlenmekte olduğu son yıllardaki genel kabullerden biri olarak görülmektedir. Bu yeni düzende, yeni değerler, kurallar, standartlar ve mekanizmalar bulunmaktadır ve bunların işleyebilmesi ulus-devletlerin hepsinin ayrı ayrı kabul edecekleri ilke ve normlar dikkate alınarak uygulanabilecek gibi görünmektedir.454 SONUÇ Milli devlet kavramı var olduğundan itibaren her millette farklı karşılık bulmuştur. Bugün devletlerin var olması, topraklarda insanların bir arada yaşaması, belli bir düzen içinde var olmalarında ulus devlet kavramının halk tarafından benimsenmesinin çok büyük payı vardır. İnsanların ülke sınırları içinde barışçıl bir şekilde yaşamalarını sağladığı kadar, ülke sınırları dışında belirli bir gerilim yaratığı düşünebilir. Ulus devlet kavramının doğuşundan günümüze kadar incelediğimizde, değişim yaşadığını rahat bir şekilde inceleyebiliriz. Bu değişim kendi milletlerinin çıkarını gözetirken başka milletlerin yine kendi çıkarları kullanma çabasıdır. Bahsettiğimiz gibi ülkede yaşayan insanları bir arada tutan milli devlet kavramı kadar milliyetçiliğin önemi atlanmaz. Yüzeysel bir şekilde üstünden geçecek olursak ulus devletin temelinde milliyetçilik ilkesi yatar. 454 Yaylı, Hasan. (2009). Fransız Devriminden Günümüze Ulus-Devlet. Yıl 98 . Sayı 262 211 KAYNAKÇA Akıncı, A. (2012). Modern Ulus Devletlerin Doğuşu. Dumlupınar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 61-70. Çetin, B. N. (2008). Siyasi Küreselleşme Bağlamında Ulus Devlet Tartışmaları. Doğu Anadolu Bölgesi Araştırmaları Dergisi, 177-182. Çoşkun, İ. (1997). Modern Devletin Doğuşu. İmge yayımcılık. Gündoğan, A. O. (2003). Devlet ve Milliyetçilik. Doğu Batı Dergisi, 6(21), 181– 194. Güzel, M. (1995). Devlet-Ulus. Alan Yayıncılık. Hegel, G. W. (2003). Tarihte Akıl. Kabalcı Yayınları. Hocaoğlu, D. (2004, Kasım 23). Türklerin Tasfiyesi ve Türklerin Eli İle İslam Dünyasının Ezilmesi. Yeniçağ Gazetesi. Işıklar, C. (2008). Günümüz Türkiye'sinde Ordunun Asker Alma Sisteminin Korunması Meselesi ve Milli Devlet Anlayışı ile İlgisi. Gazi Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, (22), 797-822. İnalcık, H. (2009, Kasım 16). Milliyet Gazetesi. İnsel, A. (2000). Kimlikler ve Devletin Hukuku. Doğu Batı Dergisi, 59-64. Kalaycı, H. (2010). Ulus-Devletin Başağrısı Ayrılıkçılık Kanada Quebec Örneği. Liberte Yayınları. Karpat, K. (2011). Osmanlıdan Günümüze Ortadoğu'da Millet, Milliyet Milliyetçilik. Timaş Yayınları. Karpat, K. (2017). Osmanlı'da Milliyetçiliğin Toplumsal Temelleri. Timaş Yayınları. Köksal, Ş. (2006). Türkiye'de Küreselleşme Tartışmaları Işığında Ulus Devlet Bakış [Yayımlanmamış doktora tezi]. Sakarya Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, Kamu Yönetim Anabilim Dalı. Köylü, M. (2019). Mustafa Kemal Atatürk'ün Ulus Devleti, Egemenlik ve Bağımsızlık Anlayışını Fransız İhtilali Fikir Akımlarının Etkisi. Uluslarası İktisadi ve İdari Bilimler Dergisi, 112-130. 212 Leca, J. (1998). Neden Söz Ediyoruz? Uluslar ve Milliyetçilikler. Metis Yayınları. Sarıbay, A. Y. (1998). Küreselleşme, Sivil Toplum ve İslam. Vadi Yayınları. Süleyman, S. (1998). Özün Modernleşme, Milliyetçilik ve Türkiye. Bağlam Yayınları. Şen, Y. F. (2004). Globalleşme Sürecinde Milliyetçilik Trendleri ve Ulus Devlet. Yargı Kitapevi. www.lugatim.com. (tarih yok). Kubbealti Lugati. adresinden alındı www.otukensozluk.com. (tarih yok). ötüken sözlük. adresinden alındı www.tdk.gov.tr. (tarih yok). Türk Dil Kurumu Sözlüğü. adresinden alındı Yaylı, H. (2009). Fransız Devriminden Günümüze Ulus-Devlet. Türk Yurdu Dergisi, 98(262). Yıldız, S. (2007). Kimlik ve Ulusal Kimlik Kavramların Toplumsal Niteliği. Milli Folklor Dergisi, 19(74), 9-13. Zabunoğlu, H. (2018). Günümüzde Ulus Devlet. Erciyes Üniversitesi Hukuk Fakültesi Dergisi, 13(1), 535-559. https://dergipark.org.tr/tr/pub/eruhfd/issue/37046/425657 213 OSMANLI İMPARATORLUĞU İÇİN BİR KIRILMA NOKTASI: ÂYANLIĞIN YAYGINLAŞMASI Tarık KAYA ÖZET Bu çalışmada herkesin tarih kitaplarında gözüne çarpan âyan kavramı ve bu kavramın yıllar içinde geçirdiği süreç, bu sürecin aşamaları Kemal H. Karpat ve diğer tarihçilerin çalışmaları temel alınarak “Osmanlı İmparatorluğu İçin Bir Kırılma Noktası: Âyanlığın Yaygınlaşması” başlığı altında incelenmeye Çalışılmıştır. Kemal H. Karpat, Halil İnalcık, Özcan Mert, Ahmet Tabakoğlu ve birkaç daha tarihçilerin makaleleri incelenmiştir. Bu bağlamda “Âyan Nedir?”, “Âyanlığın Evrim Süreçleri Nelerdir?”, “Âyanlığın Güçlenmesindeki Temel Etken Nedir?”, “Tımar Nedir?”, “İltizam Nedir?”, “Mültezim Nedir?” sorularına da cevap aranmıştır. Âyanlığın zaten var olduğu ancak yıllar geçtikçe güç kazandığı görülmüştür. Bu güçlenmeye zemin hazırlayan tımarın bozulması ve vergi sistemindeki değişiklikler irdelenmiştir. Anahtar Kelimeler: Âyan, Tımar, Tımarlı Sipahi, İltizam, Mültezim, Mukataa. Muzaffer Çil Anadolu Lisesi 214 GİRİŞ Osmanlının askerî yapısının iki temel organı tımarlı sipahiler ve yeniçeri ocağıdır. Tımar sistemi hem orduya asker temininde hem de arazilerin işlenmesinde büyük rol oynuyordu. Askerî giderlerin yüzde 30 ila yüzde 40’ı tımar tahsisi yoluyla karşılanıyordu.455 O dönemde ise merkezi hazinenin temel giderini kapıkulu maaşları oluşturuyordu. Tımar sistemi ile sipahi adı verilen asker besleniyordu. Askerin beslenme, yetiştirme yükünü merkezi hazineden alıyordu. Bulunduğu bölgenin aynı zamanda nizamını sağlıyordu. Daha da önemlisi topraklar boş kalmıyor işleniyordu. Osmanlı Devleti’nde bölgeler; Salyâneli, Salyânesiz ve İmtiyazlı bölgeler olarak üçe ayrılırdı. Salyâneli bölgelerde, tımar uygulanmaz, iltizam uygulanırdı. Bu bölgeler genellikle merkezden uzak olan bölgelerdir. Salyânesiz bölgelerde tımar sistemi uygulanırdı. Bu bölgeler genellikle merkeze yakın olan bölgelerdir. İmtiyazlı bölgeler ise iç işlerinde serbest, dış işlerinde merkeze bağlı bulunan ve bazılarının vergi ödemediği bazılarından asker alınmayan bölgelerdir.456 İltizam yöntemi klasik dönemde tımarın uygulanmadığı salyâneli bölgelerdeki vergileri devlet memurları aracılığıyla toplama sistemidir. İltizam yönteminde vergi daha çok ürün olarak toplanırdı. –Bu yöntem Osmanlı için yeni bir usûl değildi. Nitekim Osmanlılar ’da aşar vergisi iltizam ile toplanırdı.– Bu yöntemde mültezim* devlete yaptığı ödemeyi karşılamak ve kendine kâr sağlamak için köylülere büyük baskı uygulamak durumundaydı. Vergi tahsilinde büyük keyfiliğe yol açan iltizam usulü mukataalarda uygulanıyordu. Mültezimler, açık arttırmaya çıkarılan mukataayı bırakacağı kâr hakkındaki tahminlere göre kıymetlendirdikten sonra devlete tekliflerini yapardı. Hazine teklif verenler arasından en yüksek teklif yapan mültezime tahvil adı verilen ve genellikle 1 ila 3 yıl arasında değişen bir devre için, o mukataayı vergilendirme hakkını devrederdi. Hazine mültezimden senet ve kefil isterdi. Sorumluluğu yerine getirmezse malları müsadere** edilirdi.457 455 İnalcık, H. (2015). Mali Sistemde Dönüşüm ve Sonuçları. Devlet-i Aliyye IV, İstanbul: Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. (s. 45). 456 Osmanlı'da Taşra Teşkilatı. (2019). Ortaöğretim Türk Kültür ve Medeniyet Tarihi Ders Kitabı, Ankara: Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. (s. 41) *Osmanlılar’da devlete ait vergi gelirinin özel bir şahsa verilmesini ifade eden bir terim. 457https://tr.wikipedia.org/wiki/%C4%B0ltizam (Erişim Tarihi: 19.10.2019 12.37) **Zorla elinden alma. 215 Anadolu ve Balkanlar açısından bakıldığında, ayanların ve âyanlığın dönüşümü hemen hemen aynı nedenlere bağlı görünmektedir.458 Ancak ayanların aile bağları, kimlikleri ve servet kazanma yolları açısından bazı ufak farklar göze çarpmaktadır. Güçlü ve köklü Türk ve Müslüman ailelerinin bulunduğu Anadolu sahasında, en başından beri ayanlar bu ailelerin mensupları arasından çıkar. Anadolu’da yerel yöneticilerden ziyade, bu ailelerin mütesellimlik, mültezimlik gibi görevleri aldığı ve XVIII. yüzyılda taşra yönetimine egemen oldukları görülür. Ancak tebaanın büyük çoğunluğunu gayrimüslimlerin oluşturduğu Balkan sahasında ayan unvanı kazanan kişilerin önceleri, bir şekilde, askeri sınıf içerisinde görev almış, yönetici grubuna dâhil olmuş kişiler arasında çıktıkları görülür. Kısaca Anadolu’daki ayanların çoğunlukla köklü ailelerin üyeleri oldukları söylenebilirken, Balkanlardaki ayanların ise askeri kökenli kişiler olduklarını söylemek mümkündür.459 Osmanlı Devleti’nin klasik döneminde kurumlar görevlerini gereği gibi yaptıklarından âyanın toplum içindeki nüfuzu oturduğu yerleşim merkezinin sınırları dışına taşmazdı. Bu devirde halk ile devlet arasındaki işlerde aracı ve iş takipçisi olarak faaliyet gösteren âyanın, bulunduğu yerin çeşitli ihtiyaçlarını temin etmek, vakıfların tevliyet ve nezaret işlerini yürütmek, satılan malların fiyatlarını tespit etmek, bilirkişilik yapmak, bazı vergilerin tahsil edilme zamanını belirlemek, kötü idarecilerin azledilmeleri ve yerlerine iyi yöneticilerin tayin edilmeleri yolunda şehir sakinlerinin isteklerini İstanbul’a arz etmek gibi fonksiyonları vardı. Bu sebeple halkın vekili sıfatıyla memleketin yetkilileriyle bir araya gelerek meseleleri hallederdi.460 Klasik dönemde âyanın yetkileri yaşadığı yerin yerleşim sınırları kadardı. Genel manada vazifeleri ise payitaht ile yaşadığı bölge arasında aracılık yapma olarak tanımlayabiliriz. Kendi başına karar ve uygulama yetkisinin olmadığı açıktır. XVI. yüzyılın ikinci yarısında âyan, iltizama katılmak ve çiftçiye borç para vermek suretiyle servetini çoğaltıp topraklarını genişletti. Bunun yanı sıra bazen bozulan işini düzeltip devam ettirebilmek, bazen da nakdî vergisini ödeyebilmek 458Sadat, D. (1972). Rumeli Ayanları. The Eighteenth Century. Journal of Modern History, XLIV (3), 346. 459Özdemir, N. Ü. (2018). Ayanlık kurumunun gelişimi ve Anadolu ile Balkan coğrafyasındaki farklılıkları üzerine bir değerlendirme. Curr Res Soc Sci, 4(1), 29 - 38. 460Mert, Ö. (1991). Âyan. TDV İslâm Ansiklopedisi, IV. Cilt, İstanbul. (s. 196). 216 amacıyla borç alan halkı kendine daha bağımlı hale getirdi. Bu şekilde âyan ekonomik ve sosyal bakımdan giderek güçlendi. Aynı devredeki suhte*** ve levent isyanlarında ehl-i örfe**** karşı isyancıları desteklemesi ve hatta bazen zorba yöneticilere karşı mücadele etmesi, âyanı himaye arayan halkın koruyucusu durumuna getirdi. XVII. yüzyılda görülen Celâlî isyanları ve tımarlı sipahiliğin ihmal edilmesi yüzünden boş kalan tımarlar iltizama verilince, mültezimlik yoluyla köylüye âdeta hâkim olan âyan, toprağını terk eden çiftçi ve leventlerin kendisine sığınması ile, çalışan ve savaşan nüfus bakımından da kuvvet kazandı. Âyan, zenginliği ölçüsünde maiyetindeki sekban ve levent sayısını da arttırdı.461 Bu dönemle klasik dönem kıyaslandığında aracı olan âyan XVI. yüzyıl ile beraber emir veren ve kitleleri peşinden sürükleyen kişiye dönüşmüştür. Çıkan isyanlarda isyancıları desteklemesi ile beraber devlete karşı tehlike oluşturmaya başlamıştır. 1683’te başlayan II. Viyana Kuşatması dolayısıyla ortaya çıkan malî sıkıntıyı gidermek için 1695 yılından itibaren bazı mukataaların***** iltizama verilmesi, âyanlığın gelişmesinde önemli derecede rol oynadı. Çünkü âyan, iltizama katılmasının sayesinde bölgelerindeki gelir kaynaklarının kontrolünü ve faydalanma hakkını sağlamlaştırıp kalıtım yoluyla devam ettirme imkânı ile devlete ait bazı yetkileri kullanma fırsatını ele geçirdi. Ayrıca XVIII. yüzyıldan itibaren savaşlarda da hizmet ettiler.462 Böylece taşra idaresinin yanı sıra savaş ve askerlik bakımından da önem kazandılar. Avrupa’da ateşli silahların 16. yüzyıl boyunca yaygınlaşması Avusturya Cephesinde atlı süvarilerin ve sipahilerin savaş gücünü azaltmıştı. Bu durum ateşli silahlarla eskiden beri donanmış olan yeniçerilerin önemini arttırdı. Yeniçeriler maaşlarını doğrudan doğruya merkezi hazineden nakit para (ulûfe) biçiminde almaktaydılar. Yeniçeri birlikleri sayısının hızla büyümesi Osmanlı maliyesinde nakit para ihtiyacını artırdı. (Tablo 1) Aynı zamanda ordunun seferlerden ganimet elde edemeden dönmesi sefer masraflarının hazineye yük olmasını sağladı. Nakit gereksinimini hızlı bir biçimde karşılamanın başlıca yolu vergilerin iltizam 461Mert, Ö. a.g.m. (s. 196). 462https://islamansiklopedisi.org.tr/ayan (Erişim Tarihi: 19.10.2019 13.23) ***Osmanlılar ’da medrese talebeleri için kullanılan bir terim. ****Osmanlı Devleti’nde padişahın icraî, idarî ve askerî yetkilerini temsil eden, ulema dışında kalan görevliler. *****Osmanlı’da mirî arazinin alt kollarından biridir. Geliri doğrudan devlet hazinesine giderdi. Gelir iltizam ile toplanırdı. 217 yöntemiyle toplanmasıydı. Sözü geçen yöntemin 16. yüzyıl sonlarında baskın hale gelmesiyle tımarların gerek askerî gerekse ekonomik anlamda belirleyici bir önlemleri kalmamıştır.463 Kemal H. Karpat bu durumu şu şekilde anlatmıştır. “… 1653’te 5.618 tımara sahip olan Erzurum vilayeti, 1715’te 2119 tımarını kaybetti. 1804’te ise ülkedeki tüm tımarlar sadece 3575 idi ve bunların çoğu padişah tarafından Nizam-ı Cedid komutanlarını ödüllendirmek için kullanılıyordu. Halil İnalcık’a göre 1475’te 63 bin tımarlı sipahi varken 1610’da 45 bin, 1630’da 7 ila 8 bin tımarlı sipahi kalmıştı. Aynı dönemde, 1475-1630, kapıkulu sayısı 12 bin 800’den 92 bin 206’ya çıktı…”464 Tablo 1: Kemal H. Karpat, Elitler ve Din s. 49. 1528 21,519 1563 38,599 1582 44,468 1670 88,382 Bir Önceki Yıla Göre Artış* - 79.37% 15.21% 98.75% Askeri Harcamalar (Akçe) 57,707,666 117,917,392 115,039,203 236,605,688 Bir Önceki Yıla Göre Artış* - -2.44% 105.67% Merkezi Ordunun Mevcudu 104.34% * Bir önceki sütunda bulunan yıla göre yüzdelik artış durumudur. Tablodaki 1528 ile 1563 yıllarını incelersek mevcudun artışı %79 iken harcamalardaki artış ise %104 olmuştur. Bu mevcudun usûlsüz arttığı gibi harcamaların da kontrolsüzce büyüdüğünün en büyük göstergesidir. Sadece 463İnalcık, H. Tīmār. Encyclopaedia of Islam, Second Edition, Edited by: P. Bearman, Th. Bianquis, C.E. Bosworth, E. van Donzel, W.P. Heinrichs. 464Karpat, K. H. (2018). Osmanlı'dan Günümüze Elitler ve Din, 6. Baskı (s. 50). Timaş Yayınları. 218 buradan bile Osmanlı maliyesinin girdiği zor durumu anlamak daha kolay olacaktır. 16. yüzyıl sonlarından itibaren, uzun süren savaşlar ve ticaret yollarının değişmesi Osmanlı ekonomisini bozarak hazinede nakit para açığına sebep oldu. (Tablo 2) Bu nedenle tımar sisteminin uygulandığı Salyânesiz eyaletlerde de iltizam uygulanmaya başlandı. Tablo 2: Ahmet Tabakoğlu, Gerileme Dönemine Girerken Osmanlı Maliyesi, s. 17 Gider (Akçe) Bütçe Açığı (Akçe) * 1608 225,530,870 264,723,370 -39,192,500 - 1654 225,635,960 276,444,770 -50,808,810 29.64% 1666-7 194,530,370 222,099,360 -27,568,990 -45.74% 1687-8 246,175,500 316,702,670 -70,527,170 155.82% 1691-2 210,274,480 238,979,690 -28,705,210 -59.30% 1696-7 241,238,930 281,717,790 -40,478,860 41.02% Gelir (Akçe) * Bir önceki satırda bulunan yıla göre bütçe açığının yüzdelik artış veya azalış durumudur. XVIII. yüzyılın ortalarından itibaren âyan kelimesi yeni bir anlam kazandı. Bu yeni statüde iyice güçlendikleri görülen âyanların başlıca görevleri, şehir ve esnaf için gerekli malları sağlamak, erzak ve ham madde fiyatlarını tayin etmek, kamu binalarının inşa ve tamirini yapmak, eşkıya yakalamak ve cezalandırmak, orduya asker sağlamak ve bu askerlerin ihtiyacını görmek, ordu ve mühimmatının taşınması için hayvan tedarik etmek, İstanbul’a erzak ve koyun göndermek, İstanbul Baruthanesinin güherçile ihtiyacını karşılamak, bazen gemi yapmak ve 219 gemi yapımı ile ilgili malzemeyi temin etmek, vergi ve mukataa gelirlerini toplamak vb. idi.465 XVIII. yüzyıl ile beraber âyanın taşrada söz sahibi olduğu görülmektedir. Orduya asker sağlama vazifesi âyanın askerî gücünün delilidir. Eşkıya yakalama ve cezalandırma ile bölgenin emniyetini sağlamak da görevi olmuştur. Âyan, iktisadî ve askerî gücünün yanına idarî ve toplumsal güç de eklemiştir. XVIII. yüzyılda, Bâbıâli’nin taşradaki gücünün giderek azalması ve bir âyan ailesinin kendi bölgesinde devamlı olarak yöneticilik yapması sonunda âdeta bir hanedan hüviyeti taşıyan büyük aileler ortaya çıktı.466 Merkezî otoritenin zayıf oluşundan faydalanan âyanlar, bir yandan görevlerini yürütürken çok defa da haklı veya haksız kendi menfaatlerini gözetmişlerdir. Taşradaki otorite boşluğunu dolduran âyan aileleri memleketin birçok yerinde varlık ve üstünlüklerini kabul ettirmişlerdi. Bunlar arasında Tuzcuoğulları Rize dolaylarında, Canikli Hacı Ali Paşa ve oğulları Samsun ve çevresinde, Çapanoğulları Yozgat yöresinde, Zennecizâdeler Kayseri’de, Müderriszâdeler Ankara’da, Kalyoncuoğulları Bilecik’te, Kanlızâde Balıkesir’de, Karaosmanoğulları Manisa ve çevresinde, Kâtiboğulları İzmir’de, Yılanlıoğulları Isparta’da, Tekelioğulları Antalya’da, Menemencioğulları ile Kozanoğulları Çukurova’da, Azmzâdeler Suriye’de, Babanzâdeler Kuzey Irak’ta, Tirsiniklioğlu ile Alemdar Mustafa Rusçuk dolaylarında, Pazvandoğlu Vidin’de, Tepedelenli Ali Paşa ile oğulları da Yanya ve çevresinde, Kumarcızâdelerden Kumarcı Abdullah Eskişehir ve çevresinde ün kazanmışlardı.467 Bunlardan Kumarcı Abdullah’ı ismen bilmesek de yaptıklarının sonucu ile ortaya çıkan yapıyı mutlaka hepimiz biliyoruzdur. Eskişehir ve çevresinde ün kazanmış olan Kumarcı Abdullah, aslen Erzurumludur. Oradaki hukuka aykırı davranışlarından ötürü Eskişehir bölgesine sürülmüş, sürülüşünü müteakip Çifteler ’de Sakarya Nehrinin çevrelediği bir adacık üzerinde muhkem****** bir malikâne yaptırarak servet ve nüfuzunu arttırmaya başlamıştır. Ardından bölge ayânlığı için bacanağı Hacıoğlu ile girdiği Ö. (1991).a.g.m. (s. 196). Y. (1978). XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Yerli Ailelerin Âyânlıkları Ele Geçirişleri ve Büyük Hânedânlıkların Kuruluşu. TTK Belleten XLII/168 (s. 667). 467https://islamansiklopedisi.org.tr/ayan (Erişim Tarihi: 19.10.2019 13.23) ******Sağlam, sağlamlaştırılmış. 465Mert, 466Özkaya, 220 uzun mücadeleyi birkaç kez katline ferman çıkması pahasına büyük badirelerle sürdürüp rakibinin ölümü üzerine affedilerek bölge ileri gelenlerinin aracılığıyla ayânlığa yükseltildi. Aynı tarihlerde bir diğer kardeşi Memiş (Mehmet) Ağa da İnönü ayânlığını elde etmişti. Ayânlığı ele geçiren Abdullah Ağa, bölgedeki emlakini süratle arttırıp büyük bir çiftliğe dönüştürdü. Sakarya kıyısında değirmenleri, büyük zirai arazisi ve kontrol altına aldığı çayırlıkları üzerinde bini aşkın at (beygir), birkaç bin sığır sürüsü dolaşmaya başladı. Çevrede “Kumarcı hergelesi” olarak anılan sürüleri, yerli ırka mensup iri ve güçlü hayvanlardan oluşmaktaydı.468 Bu Eskişehir’deki bir âyanın yaptıklarıdır. Âyanlardan yüzlerce olduğunu düşünürsek durumun vahametini kavramak zor olmayacaktır. XIX. Yüzyılın yenilikçi hükümdarı Sultan II. Mahmut’un saltanatının ilk devresinde merkezi otoriteyi yeniden kurmak için ayânlığa ve ayânlara karsı savaş açması, Kumarcı için de sonun başlangıcı oldu. Bunun için sultanın elinde yeterli kanıt mevcuttu: Kumarcı, davet edildiği halde süregelen Osmanlı-Rus Savasına katılmadığı gibi, bölgeden geçen orduya erzak vermemişti. “Fermanlı” ilan edilerek üzerine Hüdâvendigâr Sancağı Mutasarrıfı Mustafa Paşa kumandasında kuvvet sevk edildi. Epeyce kanlı ve çetin bir mücadeleden sonra malikânesi kuşatılıp ateşe verildi, kendisi de ele geçirilerek altmış yaşlarında olduğu halde idam edildi (1813). Ehl-i örfe öteden beri yapılan uygulama gereğince cezanın bir bütünleyeni olarak Kumarcı’nın büyük hırs ve emekle kurduğu çiftliği müsadere edilip mirîye kaydedildi. Bir süre III. Selim’in eşlerinden Zîbifer Kadın’a temlik edildiği******* anlaşılan çiftlik, onun ölümüyle Kumarcı malikânesiyle birlikte hâraya dönüştürülerek üzerinde Çifteler Hâra-yı Hümayûnu tesis edildi.469 Türkiye’nin en ünlü hâralarından birisi olan ve hepimizin mutlaka bir kez de olsa duyduğu ancak kuruluşu ile ilgili rivayetlerin dolaştığı Çifteler Hârasının kuruluş ve devlete geçişi ise âyanlık müessesine dayanmaktadır. 468Köksal, O. (2009). Osmanlı Dönüşüm Sürecinde Bir Devlet Teşebbüsü Olarak Çifteler Hâra-yı Hümayunu Ve Türk Atçılığına Katkıları. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,10(2), (s. 333). 469Köksal, O. a.g.m. (s. 333). *******Bir malı bir kimseye mülk olarak vermek. 221 SONUÇ Hazinedeki dengesizlik ve Osmanlı ekonomisinin kötü gidişatı tımar arazilerinin satışa çıkarılmasıyla ortadan kaldırılmaya çalışıldı. Birbirleriyle denge hâlinde olan ancak tımarların elden çıkmasıyla bu dengenin bozulduğu Osmanlı askeriyesinin bir diğer kolu olan Yeniçeri Ocağı ise usûlsüz asker alımıyla merkezî hazineye giderek yük oldu. Bu kötü gidişat ise tımarları kendine geçiren ve güçlenen yaşadığı bölgenin köklü ailelerinden olan âyanların işine yaradı. Bu süreçten sonra âyan aynı zamanda mültezim de oldu. Merkezî hükümetin taşradaki etkisinin iyiden iyiye azalması ile taşradaki söz sahibi oldu. Yaşadığı bölgede söz sahibi olan âyanların aileleri ise hanedan hüviyetini almaya başladılar. İktisadi bir güç elde eden âyan, zaman içerisinde askerî ve idarî güçler de elde etti. Öyle ki devlete borç verecek kadar ve savaş zamanı ordunun emrine asker gönderebilecek kadar güçlendi. O kadar zenginleştiler ki Kumarcı Abdullah gibi yüklü keyfi harcama yapmaktan hiç kaçınmadılar. Bu denli güçlenen bir yapı elbette kolayca ortadan kalkmamıştır. Sultan II. Mahmut ile başlayan merkezîleşme hareketi ile bazı âyanlar kan dökülerek ortadan kaldırılmaya çalışılmıştır. Ne kadar kan da dökülse bu yapının tam manasıyla ortadan kalkması ve etkisizleşmesi Cumhuriyet Dönemi’ni bulmuştur. Osmanlı’nın askerî, idarî ve iktisadî yapısında derin izler bırakan âyan; Osmanlı İmparatorluğu için geri dönülemez bir kırılma noktası olmuştur. 222 KAYNAKÇA İnalcık, H. (2015). Mali Sistemde Dönüşüm ve Sonuçları. Devlet-i Aliyye IV. Türkiye İş Bankası Kültür Yayınları. Karpat, K. H. (2018). Osmanlı'dan Günümüze Elitler ve Din. Timaş Yayınları. Köksal, O. (2009). Osmanlı Dönüşüm Sürecinde Bir Devlet Teşebbüsü Olarak Çifteler Hâra-yı Hümayunu ve Türk Atçılığına Katkıları. Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi,10(2). Mert, Ö. (1991). Âyan. TDV İslâm Ansiklopedisi, Iv. Cilt. Osmanlı'da Taşra Teşkilatı. (2019). Ortaöğretim Türk Kültür ve Medeniyet Tarihi Ders Kitabı. Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları. Özdemir, N. Ü. (2018). Ayanlık Kurumunun Gelişimi ve Anadolu ile Balkan Coğrafyasındaki Farklılıkları Üzerine Bir Değerlendirme. Curr Res Soc Sci, 4(1), 29-38 Özkaya, Y. (1978). XVIII. Yüzyılın İlk Yarısında Yerli Ailelerin Âyânlıkları Ele Geçirişleri ve Büyük Hânedânlıkların Kuruluşu. Ttk Belleten, XLII/168. P. Bearman, Th. Bianquis, C.E. Bosworth, E. van Donzel & W.P. Heinrichs Encyclopaedia Of Islam [İslam Ansiklopedisi]. https://referenceworks.brillonline.com/browse/encyclopaedia-of-islam2 Sadat, D. (1972). Rumeli Ayanları. The Eighteenth Century. Journal of Modern History, XLIV(3). 223 SAFAHAT'IN VÜCUT BULMUŞ HÂLİ: MEHMET AKİF ERSOY Elif TEKİN ÖZET Mehmet Akif‘i hepimiz biliyoruz, İstiklal Marşı'nın şairi. Bunun bilinmişliğinin yanında Nurettin Topçu Bey ‘in ve Sezai Karakoç Bey’in kitaplarından yardım alarak çok fazla bilinmeyen yönlerini sizlere sunmak istiyorum. Anahtar Kelimeler: Sonsuzluk yolcusu, Dînî ve millî irade, Lâhuti ses.  Eskişehir Odunpazarı H. Ahmet Kanatlı Anadolu Lisesi 224 GİRİŞ Akif bir sonsuzluk yolcusudur. O kendini sonsuzlukta bulmuştur. Sonsuzluk ise dini hayatın ifadesidir. Akif böylece sonsuzluk yani din idealinde hem kendini aramış, hem milletinin devasını onda bulmuştur. Üçüncü Safahat'ında Akif Hakk'ın seslerine, Kuran’a eğilerek kendini teslim eder. Akif’in gözünde tek cemaat, İslam cemaatidir. İslam âlemi olmasa, onun bu dünyaya gelişinin sebebi olmayacaktı. Akif aradığı mesuliyet idealine ikinci Safahat’ında Süleymaniye kürsüsünde dua ile bitirir. Akif’e sanat anlayışı din ideali üzerine, sanat anlayışının ilerlemesiyle başladı. Ama o eser yaratmaya hevesli değildi. Kendini bu ideale memur etti. Mesuliyet idealini aramasında ise şu benzetmeleri yapabiliriz. Nazım gibi şiir, hayat gibi hikmet insanlık gibi bir milliyet. Akif gibi kendini çeşitli yönlere adamış ünlü düşünürlerden birkaç örnek vereyim: Buhranlı feryatlar, Shakespeare; şiirde edebiliğe açılmak, Edgar Poe; fani bir kalbi harap olmaktan korumak, Lamartine; uçurumlardan uçuş ve gözyaşı, Victor Hugo.470 Mehmet Akif ‘in sanatı ne şeklin ne rengin ne de plastik duyuşların sanatıdır. Bu sanat sonsuzluğa yükselen lâhuti bir ses gibidir. Akif’le sanat, ahlak ve din felsefesi hep birlikte mevcuttur. “Büyük adamlar yalnızdır, ilham perisi münzevilerin dostudur.” Akif devlet ve ikbal mevkilerinden uzak durmuştur. Milliyetçiliğin Kaynakları; -Ruh yapısına sinmiş olan tarih, mazi, mefahir ve ecdat duygusu. -Bozulan ahlaki yapısının tamiri ve onarılmasına olan inancı. -Vatan hissi, Bülbül şiirinde vatan vurgusu çok ön plana çıkar. Bütün şiirinde var olan duygu “Asım"da” tam bir realizme bürünür. Dini irade ve milli irade bu kitapta birleşmiştir. “Ey şehid oğlu şehid, isteme benden makber/ Sana açmış duruyor peygamber.” Milliyetçiliği tarih ve toprak şuurundan ayrılmaz.“ Enbiya yurdu bu toprak, şüheda burcu bu yer/ Bir yıkık tür besinin üstünde Mevla titrer.” 470Nurettin Topçu, Mehmet Âkif, Dergâh Yayınları, İstanbul, 2018, s. 29. 225 Akif ‘in muhafazakârlığı millette, dinde, ahlakta, ekonomide, siyasette bütün içtimai hareketler sahasında o hareketlerin dayandığı temellerin muhafazası demektir. İnkılapçılığı ise gençliğe istikbali işaret ederek şekillendirir: “Geçti mazi denen o devri melal/ Haydi fethet, senindir istikbal." Akif şekilde değil ruh ve ahlakta inkılap bekliyordu. Düşünce devlet ve sanatta inkılap bekliyordu. "“Nesli tehzip ile meşgul olalım. “ Din mistizismi, “Ben böyle bakıp durmayacaktım dili bağlı/ İslamı uyandırmak için haykıracaktım/ Nedir manası, mabud olmadıktan sonra mihrabın/ Rûkûva, haşyetin, vecdin, bütün biçare eshabın.” Akif bizim gerçeğimizi haykırarak başladı Safahat’e ve ilahi idealizm ile birleştirdi. Dua, ümit, teselli, çırpınış, ızdırap, hayat idaresi, emel, çile, sevinç… Bu kavramlar vardı içinde. Akif’le sanat, ahlak ve din felsefesi hep birlikte mevcuttur. Mutlak ve hakikat hürriyeti arzular Akif: "Bir mezarlık gibi dalgın yatıyorken daha dün/ Şu sokaklarda dalgalanan ruhu gördüm!" Onun için ruh hürriyetine kavuşmalı ve hayatı derinden etkilemelidir. Ruh hürriyeti, gerçekten hayat nizamını değiştirici bir kuvvettir. Ruhlarımızdaki hürriyet iksiri herkesten çok onun bize sunduğu iksirdir.471 Akif yaşadığı süre dışında da ölümüyle fikir dünyamızda yeni sayfalar açmış ve bu sayfaların zihin dünyamıza dâhil olmasını sağlamıştır. Büyük insanların ölümleri bir bakıma doğumlarıdır. Onların doğumları uzun sürer. Bütün bir hayat onlar için doğumdur. Doğum içinde doğum, doğum içinde doğum. İşte büyük insanlar için hayatın anlamı. Çektikleri çile bir ömür süren bir doğum sancısıdır. Ne zaman ki ölürler, işte o vakit tam doğmuş olurlar. Sonra yüzyıllar içinde serpilip gelişeceklerdir. Bir çağda rüşde erecekler, bir çağda delikanlıdırlar, bir çağda olgunlaşmışlardır, bir çağda da iyice yaşlanırlar. 472 471Nurettin 472Sezai Topçu, a.g.e. s. 87. Karakoç, a.g.e.s. 56-57. 226 Bildirime, Akif'in bir sonsuzluk yolcusu olduğunu söyleyerek başlamıştım. O, sonsuzluk yolcusu olmasının sorumluluğunu "Safahat" gibi büyük bir eserle ifade etmiştir. Bizlere düşen de bu yolculuğun sürekliliğini sağlamak ve zihin dünyamızı Mehmet Akif gibi kıymetli şahsiyetlerin fikirleriyle besleyip zenginleştirmektir. KAYNAKÇA Karakoç, S. (2017). Mehmed Âkif. Diriliş Yayınları. Topçu, N. (2018). Mehmet Âkif. Dergâh Yayınları. 227 TÜRKİYE'NİN İLK SİVİL VETERİNERİ: MEHMET AKİF ERSOY Ece ÖZKAN ÖZET Mehmet Akif Ersoy, ilk sivil veterinerlerimizden biridir. Öğrenimini Halkalı Ziraat ve Baytarlık Mektebi’nde birincilikle tamamlamıştır. Öğrenimi sırasında Pasteur ’den etkilenmiştir. Kurtuluş Savaşı'nda önemli rol oynayan" istiklal şairimiz" daha öncesinde 20 yıl baytarlık yapmıştır. Anahtar Kelimeler: Baytarlık, Pasteur, Halkalı ziraat, Baytarlık mektebi.  Eskişehir Odunpazarı H. Ahmet Kanatlı Anadolu Lisesi 228 GİRİŞ Türk şiirinin büyük isimlerinden Mehmet Akif Ersoy, hayatının her safhasında düşünce dünyasına katkıda bulunacak yaşantıları tecrübe etmiştir. Baytar Mektebi'ndeki eğitimi de bu tecrübelerden birisidir. Mehmet Akif veteriner okuluna girişini şu şekilde anlatır: “…Fatih Merkez Rüştiyesini bitirince babam beni tahsil yolumu tayinde serbest bıraktı. Ben de Mülkiye’ye girmeyi tercih etmiştim. O yıl Mülkiye Mektebi'nin teşkilatı değişti. Üç yıl idadi kısmı, iki yıl yüksek kısmı oldu. Yüksek kısmın birinci sınıfına geçtiğim zaman babam ölmüş ve evimiz de yanmıştı. Dişimi sıkıp Mülkiye'yi bitirebilirdim, ama o yıl sivil Baytar Mektebi kurulmuştu. Bu mektebe girmeyi gençleri teşvik için olacak, mezunlarına 800 kuruş maaş verileceği vaat ediliyordu. Mülkiye’den çıkanlara bundan daha az maaş verilirdi. Birkaç arkadaşla beraber bu mektebi tercih ettik ve oraya kaydolduk.” 473 Mehmet Akif veterinerliği seçme sebebini yukarıdaki gibi anlatsa da babasının vefatı ve evlerinin yanmasıyla aile maddi açıdan zor duruma düşmesin diye tercih etmiştir. O dönemin şartlarında yatılı okulların az bulunması474 ve maddi durumlarından ötürü Akif'in yatılı okula ihtiyacı bu okulu seçmesinde temel etmendir. Türkiye’de bilimsel veteriner hekimliği öğretimi, Prusyalı Askeri Veteriner Hekim Godlewsky tarafından 1842 yılında İstanbul’da ilk veteriner okulunun açılışı ile başlatılmıştır. Osmanlı Arşivi belgelerinde, 19. yüzyılın son çeyreğine kadar sayıları giderek artan askeri veteriner hekimlerin, ordunun süvari ve topçu birliklerinde hizmet verdiklerine dair bulgulara rastlanmıştır.475 Ayrıca, Harp Okulu mezunu askeri veteriner hekimlerin, salgın hayvan hastalıklarının şiddetli seyrettiği Osmanlı topraklarının çeşitli bölgelerinde görevlendirildikleri de anlaşılmıştır.476 Ancak, hayvan yetiştiriciliği ile uğraşan sivil kesime yönelik veteriner hekimliği hizmetleri yeterince götürülemediğinden bulaşıcı ve salgın hayvan hastalıklarıyla gerektiği gibi mücadele edilememiştir. Bu durum, 1863 yılında Hamburg’ta toplanan ilk "Uluslararası Veteriner Hekimliği Kongresi"nde de ele alınmış ve 473www.vtrnrhkm.wordpress.com 474www.acikve.net 475BOA, Tarih: 27 Nisan 1863 (9 Za 1279), Dosya No:262 Gömlek No: 13, Fon Kodu: A.MKT.MHM. 476BOA, Tarih: 1 Temmuz 1863 (14 M 1280), Dosya No: 962, Gömlek No: 56, Fon Kodu:MVL; Tarih: 27 Aralık 1865 (9 Ş 1282), Dosya No:347, Gömlek No:21, Fon Kodu:A.MKT.MHM 229 Osmanlı Devleti ile yapılan hayvan ve hayvansal ürün ticareti durdurulmuştur. Bütün bu gelişmeler, Osmanlı topraklarında salgın hayvan hastalıkları ile mücadele kapsamında yeni düzenlemelerin gündeme gelmesini sağlamış; bu düzenlemelerin gerçekleştirilebilmesi için yalnızca askeri veteriner hekimlerin değil, aynı zamanda sivil veteriner hekimlerin yetiştirilmesi de öngörülmüştür.477 Halkalı Ziraat ve Baytarlık Mektebi bu alandaki ilk çalışmalardan biridir. Halkalı Ziraat ve Baytarlık Mektebi tesisi için, Mısırlı Hurşid Paşa’nın eşi Rukiye Hanım'a ait 5984 dönümlük Halkalı’daki arazi 2000 altına satın alınır. Okul yapımı için Ticaret Nezaretinde bir hazırlık komisyonu kurularak inşaata başlanır. Bu arada zirai öğrenim görmek üzere Fransa’ya 8 öğrenci gönderilir. İnşaatın birinci bölümü bitince tahsisat da biter. İnşaat iki yıl bu şekilde bekler. Daha sonra Zihni Paşa’nın Ticaret Nazırlığı döneminde Ziraat Müdür-i Umumisi Nuri Bey, Fenn-i Baytari Müşaviri Mehmed Ali Bey ve Ziraat Müfettişi Agadon Efendi’den oluşan komisyon kurularak inşaat tamamlanır. Halkalı Ziraat Mektebinde ilk öğrenciler Mülkiye baytarı talebeleridir. 1889 yılında alınan ilk 25 öğrenci derslere Ahırkapı’da bulunan Tıbbiye-i Mülkiye Mektebi’nde, bu okulun talebeleri ile birlikte devam ederler. Bunlardan 19’u, 1891 yılında inşaatı henüz tamamlanmamış olan Halkalı’daki okula nakledilir. Mehmed Ali Bey okula ilk müdür olarak tayin edilir. İstirati Efendi İkinci Müdürlük, Zagaryan Efendi de Çiftlik Müdürlüğü görevine getirilir. Ayrıca beş şubeden bir Ziraat Teknik Kurulu oluşturulur. Bu kurulun riyasetine Aran Efendi getirilir. Şube başkanlıklarına Agadon Efendi, Mashar Bey, Vahan Bey ve ek görev olarak Mehmed Ali Bey getirilirler. Halkalı Ziraat Mekteb-i Alisi ilk mezunlarını 1895 yılında verir. 1892 yılında bu okulun açılışı sırasında kapatılan Orman Maadin Mektebi’nin talebeleri de Halkalı’ya nakledilir. Bu durum 1910 yılında Orman Mekteb-i Alisi’nin açılışına kadar sürer.478 Mehmet Akif bu okula kaydolan ilk öğrencilerden birisidir. Mehmet Akif Sivil Veteriner Okulu'ndaki eğitimi sırasında, çoğu doktor olan hocalarından müspet tesirler alarak okulun ders ve laboratuarlarına şevk ve arzu ile devam etti. Mehmet Akif’in okula girdiği yıl, Paris’ten dönen Rıfat Hüsamettin de Halkalı Veteriner Okulunda göreve başladı ve okula ilk kez “mikrop kültürünü” getirdi. 477Ali Rıza (1924). Beş Senelik Umur-u Baytariye Programı. Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Vekâleti Umur-u Baytariye Müdüriyet-i Umumiyesi. Öğüd Matbaası, Ankara 478www.izu.edu.tr 230 Mehmet Akif, bu yeni bilimsel gelişmeyi Rıfat Hüsamettin’in bizzat kendisinden öğrendi. Mehmet Akif, hocasından Pasteur’ün yalnız ilmini öğrenmekle kalmadı, aynı zamanda onun bazı beşeri değerlerini de öğrenme fırsatı buldu. Pasteur Hıristiyan’dı, ancak Mehmet Akif, onun adını söylerken, gözleri büyür, sesi değişirdi. Mehmet Akif, kendisine Pasteur’ü ve çalışmalarını anlatan ve öğreten Rıfat Hüsamettin’i hep hürmetle anmaktaydı.479 Halkalı Veteriner Okulunun önemli özellikleri vardı. Dersler çok sıkı ve eğitim ciddi şekilde yapılmaktaydı. Öğrencilerin çoğu fakir ailelerin çocuklarıydı. Bazıları da Mehmet Akif gibi babasızdı ve bu kimsesiz çocuklar birbirlerini sevmeye muhtaçtılar. 480 Mehmet Akif’in düşüncesinin bir tarafında bilim ve teknik, diğer tarafında memleket gerçekleri vardı. Bu iki noktayı birleştiren kuvvet ise Mehmet Akif’in mesleği, yani veteriner hekimliği idi. Mehmet Akif mesleğini icra ederken acı memleket gerçekleri ile karşılaştı. Memleketin en ücra köşelerini, sosyal yaraların en onulmazlarını bu yolla tanıdı. Halkın yaralarını sarmak için harekete geçmek gerektiğine inanır ve bu yolda mesleğine de büyük güven duyardı.481 Mehmet Akif, “Mülkiye Baytar Mekteb-i Alisini” birincilikle bitirdikten sonra 26 Aralık 1983 günü Orman, Meadin ve Ziraat Nezareti Beşinci Umur-i Baytariye ve Islah-ı Hayvanat Şubesi (Orman, Maden ve Ziraat Bakanlığı Beşinci Veteriner İşleri ve Hayvan Islahı Şubesine) memurluğuna tayin edildi. Birkaç ay sonra aynı bölümün Müfettiş Muavinliğine getirildi. Bu ilk tayininde maaşı 750 kuruştu. Bu maaşla üç yıl kadar hizmet verdi. 13 Mart 1893 de, bağlı bulunduğu Bakan Selim Melhame Paşa’yı kızdıran bir hareketinden dolayı maaşı 675 kuruşa indirildi. Aradan altı ay geçtikten sonra ise zam yapılarak 900 kuruşa yükseltildi.482 Akif’in bu görevi 7 Eylül 1909 tarihine kadar devam etmiş, maaşı da aynı tarihe kadar 1055, 1350 ve 1800 kuruş şeklinde kademeli olarak artmıştır. 7 Eylül 1909 tarihinde Umur-ı Baytariye Müdür Muavinliği’ne terfi ettirilmiş ve maaşı 2000 kuruş olmuştur. Akif’in Orman, Meadin ve Ziraat Nezareti’ndeki toplam memuriyeti yaklaşık yirmi yıldır. Dönemin Veteriner Dairesi Müdürü Abdullah Bey tarafından 1913 yılı başında Mısır’a iki aylık süreyle görevlendirilmiştir.483 479www.tokatvho.org 480www.tokatvho.org 481Adıbeş M. Bir veteriner hekim Mehmet Akif Ersoy, Türk Vet. Hek. Bir. Dergisi, 2001; 1: s.78. 482www.vtrnrhkm.wordpress.com 483www.vtrnrhkm.wordpress.com 231 Akif, Orman, Meadin ve Ziraat Nezareti’ndeki 20 yıllık hizmetleri esnasında sık sık Bakanlık adına seyahatler yapmış, zaman zaman da ek görevler yüklenmiştir. Görevi İstanbul’daki Bakanlık merkezi olmakla beraber, dört yıl kadar Rumeli’de, Anadolu’da, Arabistan’da bulaşıcı hayvan hastalıklarıyla mücadele çalışmaları yapmıştır. Yine bu süre içinde “Dar’ül Edeb” adını taşıyan bir özel okulda fahri olarak dört-beş sene ders verdiğini bizzat kendisi bildirmektedir. Prof. Dr. M. Kaya Bilgegil’in yayımladığı Sicil-i Ahval kayıtlarına (1971) göre, bu hizmetlerin bir kısmını 1893-1896 yılları arasında Edirne’de icra etmiştir.484 Mehmet Akif, Ağustos 1908’de “Osmanlı Cemiyet-i İlmiye-i Baytariyesi” (Osmanlı Veteriner Bilim Derneği) adıyla kurulan ilk veteriner derneğinin kurucularından olup, bu cemiyetin yönetim kurulunda başkan yardımcısı olarak görev almıştır. Yönetim Kurulunda “hususi kâtipliği” üstlenen Fazlı Faik mesleğin o zamanki sorunlarını günlük gazetelerde yazmakla görevlendirilmiştir. Bu amaçla hazırlanan ilk yazıyı Mehmet Akif arkadaşı Samih Rıfat Bey’in yeni yayımlamaya başladığı “İttifak Gazetesinde” yayınlatmıştır. Bu dernek tamamen mesleki ve ilmi faaliyet gösteren bir kuruluştur. Derneğin kuruluşundan bir ay sonra yayımlanmaya başlanan“Mecmua-i Fünun-u Baytariye” adlı derginin485 yayın kurulu üyeleri arasında Mehmet Akif de vardır.486 Mehmet Akif’in mesleğine olan bu sevgisi ve bağlılığı ömrünün sonuna kadar sürmüştür. Bizler Mehmet Akif'in hep edebi kişiliği hakkında konuşsak da kendisi 20 yıl baytarlık yapmış, Anadolu'da birçok hayvana şifa dağıtmış ve mesleğini layıkıyla yapmıştır.487 Mehmet Akif'in meslektaşları onu hep övgüyle anmıştır. Örneğin Veteriner Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Güven Kaşıkçı "Herkes, Mehmet Akif Ersoy'u şair tarafıyla tanır. Ama biz meslektaşımız olarak ayrıca seviyoruz" 488 demiştir. 484www.vtrnrhkm.wordpress.com 485Türkiye’de veteriner hekimliği mesleğinin ilk derneği, Osmanlı Cemiyet-i İlmiye-i Baytariyesidir. Derneğin yayın organı olarak yayımlanan Mecmua-i Fünûn-i Baytariye, tümüyle veteriner hekimliği ve hayvancılık konularını içeren bilimsel nitelikli ilk meslek dergisidir. Derginin yayımlanmasında, hayvan hastalıklarının önlenmesi, veteriner hekimliğin ve hayvancılığın geliştirilmesi amaçlanmıştır. Dergide veteriner hekimliği ile ilgili alanlarda gerçekleştirilen araştırma makalelerinin yanı sıra dönemin bilimsel gelişmelerine de yer verilmiştir. 486 www.vtrnrhkm.com 487www.cnnturk.com 488www.cnnturk.com 232 KAYNAKÇA Adıbeş M. (2001). Bir veteriner hekim Mehmet Akif Ersoy. Türk Vet. Hek. Bir. Dergisi, 1, 78. Ali Rıza (1924). Beş Senelik Umur-u Baytariye Programı. Türkiye Cumhuriyeti Ziraat Vekâleti Umur-u Baytariye Müdüriyet-i Umumiyesi. Öğüd Matbaası. BOA, Tarih: 1 Temmuz 1863 (14 M 1280), Dosya No: 962, Gömlek No: 56, Fon Kodu: MVL. BOA, Tarih: 27 Aralık 1865 (9 Ş 1282), Dosya No:347, Gömlek No:21, Fon Kodu: A.MKT.MHM. BOA, Tarih: 27 Nisan 1863 (9 Za 1279), Dosya No:262 Gömlek No: 13, Fon Kodu: A.MKT. MHM. 233 BOZKIRIN GÖNÜL ERİ: CENGİZ AYTMATOV Fatih KARADEMİR, Berke BODUÇ ÖZET Türk ve dünya edebiyatlarına damga vuran, eserleri Türkçe dâhil 176 dile çevrilen, Kırgızların ve doğduğu, yetiştiği coğrafyanın sesi olmayı başarmış, yazar, düşünür, siyasetçi Cengiz Aytmatov’un hayatının ve eserlerinin anlatıldığı bu bildiride, yazarın edebiyatın kelime aralarına gizlediği mesajlara yer verilerek edebi kişiliği anlamlandırılmaya çalışılmıştır. Anahtar Kelimeler: Cengiz Aytmatov, Kırgız, Bozkır, Sovyet Rusya. Eskişehir Eskişehir Çifteler Sami Arıel Anadolu Lisesi Çifteler Sami Arıel Anadolu Lisesi 234 GİRİŞ Cengiz Aytmatov 12 Aralık 1928 yılında Kırgızistan’ın başkenti Bişkek’e bağlı olan Talas Vadisi'nde yer alan Şeker köyünde doğdu. Babası Törekul Aytmatov Stalin tarafından öldürülünce annesi Nagima Hamzayevna Aytmatova tarafından büyütüldü. İlkokulu köyünde okurken babaannesinden dinlediği masallar, ninniler ve efsaneler onun kültürel alt yapısının başlangıcını oluşturdu. Kazakistan’da başladığı veterinerlik eğitimini Kırgızistan’da tamamlayan Aytmatov’un eserlerinde hayvanları sıkça işlemesinde aldığı bu eğitimin payı da fazladır. Bozkırı ve bozkır hayatını anlatmayı kendisine görev edinen Aytmatov coğrafyasını tüm dünyaya olanca gerçekliğiyle anlatmıştır. Aytmatov, veterinerlik eğitiminden sonra Maksim Gorki Edebiyat Enstitüsü’nde eğitim aldı. Bu yıllarda yazmaya Pravda gazetesinde başlayan Aytmatov 1957 yılında Sovyet Yazarlar Birliğine kabul edildi. 1963’te Lenin ödülünü kazanan Aytmatov Louis Aragon’un dünyanın en güzel aşk hikâyesi olarak nitelendirdiği ve Fransızcaya çevirdiği “Cemile” romanıyla adını tüm dünyaya duyurdu. Aytmatov bu eserinde törelerine bağlı bir hayat süren Kırgız toplumu içinde Cemile ve Danyar’ın toplum değerlerine uygun düşmeyen yasak aşkı üzerinden tabiat ve vatan sevgisi temalarını işlemiş, savaşın insan hayatına etkisini gözler önüne sermiştir. (Cemile, 1997, Ötüken Neşriyat) Romanda, savaştan yaralı olarak dönen Danyar’ın söylediği şarkılar vatan sevgisini işlemektedir. “Ey benim karlı, morlu dağlarım! Milletimin ecdadının toprağı…/ Ey benim karlı, morlu dağlarım! / Ey benim beşiğim vatanım!” (Cemile, 1997: 45) Ali İhsan Kolcu, Cemile’yi “aşk ile tabiatın çocuk dikkatiyle ve en masum şekliyle sunulduğu bir duygu tablosu” (A.İhsan Kolcu, Milli Romantizm Açısından C.Aytmatov, İstanbul, Ötüken, 1997:73) olarak tanımlar. Cengiz Aytmatov kültürüne ve kültürünün korunmasına çok önem vermiştir. Kırgızlar için çok önemli olan Manas Destanı onun eserlerinde yer almış ve kültür taşıyıcılığı konusunda önemli bir misyon üstlenmiştir. Sultan Murat romanında en çok göze çarpan milli unsurlardan büyük ve belirgin etkilerin görülmesidir. “Kırgızların yaşayış biçimlerini, geleneklerini, din ve ahlak anlayışlarını, kısacası sosyal yapılarını romanlarında işleyen Aytmatov, Kırgızların en büyük destanı olan “Manas Destanı’ndan geniş ölçüde istifade etmiştir. Aytmatov’un romanları incelendiğinde Manas Destanı’ndan gelen pek çok unsura rastlamak mümkündür.” (Orhan Söylemez, Cengiz Aytmatov Hayatı ve 235 Eserleri Üzerine İncelemeler, Karam Yayınları, Ankara, 2002: 79) Sultan Murat romanında geçen “Ben sonsuz mavilerde uçan güvercinim” (Sultan Murat, 2015: 82) türküsü Manas Destanı’na yapılan bir göndermedir. Aytmatov, romanlarında tabiat unsurlarına da sıklıkla yer vermiştir. Onun romanlarında tabiat yalnızca görünen yüzüyle değil insanların üzerinde bıraktığı etkiyle işlenmiştir. Sultan Murat romanında insanlar savaşın yanında bir taraftan ağır kış şartlarıyla da mücadele etmişlerdir. “Pencereden soğuk geliyordu. Kenardaki yarıklardan ıslık ıslık giren bir rüzgar sağ tarafını buz gibi yapmıştı… Dışarı kötüydü. Kar dinmek bilmiyordu… Yazık ki Talas Dağları’nda iklim sıcak ülkelerdeki gibi değildi. İklim farklı olsaydı hayat da farklı olurdu o zaman. Filleri de olurdu o zaman. Mandalara biner gibi fillere binen hiç korkmazdı. (Sultan Murat, 1997: 75-76) Eserde geçen bu cümleler kış tasvirinin Aytmatov’da ne denli canlı yapıldığını göstermektedir. Aytmatov’un Toprak Ana, Dişi Kurdun Rüyaları, Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek, Gün Olur Asra Beden, Beyaz Gemi, Cemile gibi diğer eserlerinde de tabiat insanların yaşamlarını şekillendirmede önemli bir unsur olarak değerlendirilmiştir. Türk destanlarında görülen önemli motifler: at, bozkurt, ışık, ok, yay, kılıç gibi unsurlar Aytmatov’un romanlarında kültürel öge olarak işlenmiştir. Sultan Murat romanında at motifi sıkça karşımıza çıkmaktadır. At aynı zamanda baba ile oğul arasındaki ilişkide de önemli bir unsurdur. Cengiz Aytmatov, Kırgız toplumunun inşasında oluşturduğu değerleri, toplumun yaşadığı sıkıntıları kurgulayan önemli bir öge olarak karşımıza çıkar. Onun eserleri bir roman, bir hikâye olmanın ötesinde, bir milletin toplum olma, kültür oluşturma sürecinin belgesi niteliğindedir. Aytmatov, sözlü kültürü Kırgızların Sovyet Rusya karşısında benliklerini korumalarındaki en önemli unsur olarak kabul etmiştir. Gün Olur Asra Bedel romanının kahramanlarından Abutalip üzerinden bu düşüncesini şu sözlerle ifade etmiştir. “Zaman çarkı dönüş hızını arttırıyor. Bununla birlikte, kendi kuşağımız için son sözü yine kendimiz söylemeliyiz. Atalarımız bu maksatla bazı efsaneler, masallar söylemiş ve kendilerinden sonraki kuşaklara ne kadar büyük insanlar olduklarını anlatmak, kanıtlamak istemişlerdir. Biz de bugün atalarımız hakkındaki yargımızı bu efsanelere bakarak veriyoruz. İşte, çocuklarım için benim yaptığım da bundan farklı bir şey değil” (Gün Olur Asra Bedel, 2015: ?) 236 Cengiz Aytmatov iyi yazarı şu şekilde ifade etmiştir. ‘’Her yazar bir milletin çocuğudur ve o milletin hayatını anlatmak, eserlerini kendi millî gelenek ve törelerini kaynak alarak zenginleştirmek zorundadır. Benim yaptığım önce bu, yani kendi milletimin geleneklerini ve hayatını anlatıyorum. Fakat orada kaldığınız takdirde bir yere varamazsınız. Edebiyatın millî hayatı ve gelenekleri anlatmanın ötesinde de hedefleri vardır. Yazar, ufkunu millî olanın ötesine doğru genişletmek ve 'evrensel' olana ulaşmak için gayret göstermek durumundadır. İyi yazar 'tipik insan' ortaya koyma ustalığına erişen yazardır.’’ bu ifadelerde görüldüğü üzere Aytmatov iyi yazar olmayı kendi milletini ve değerlerini en güzel şekilde anlatmak olarak betimlemiştir. Aytmatov’un eserlerinden bazıları şunlardır; Dağlar Devrildiğinde-Ebedi Nişanlı (Son romanı - 2007) Darağacı - Dişi kurdun Rüyaları (, 1988) Gün Olur Asra Bedel ,(Kırgız Türkçesi ),(Rusça И дольше века длится день, 1980), Fuji-Yama (Восхождение на Фудзияму, Fuji Dağının Tepesi 1973) Beyaz Gemi (Kırgız Türkçesi, Ак кеме : Ak Keme) (RusçaБелый пароход, 1973) Selvi Boylum Al Yazmalım , (1963) Elveda Gülsarı (Прощай, Гульсары, 1963) Dağlar ve Steplerden Masallar (Повести гор и степей, 1963) İlk Öğretmenim (Первый учитель, 1962) Cemile (Kırgız Türkçesi Жамийла, Rusça Джамиля, 1958) Yüz Yüze (Лицом к лицу, 1957) Zorlu Geçit (1956) Toprak Ana (1963) Cengiz Han'a Küsen Bulut (1990) Çocukluğum Kızıl Elma (1964) (Hikaye) Hiroşimalar Olmasın İlk Turnalar Elveda Gülsarı (1963) Deniz Kıyısında Koşan Ala Köpek Sultan Murat 237 Dişi Kurdun Rüyaları (1986) Kassandra Damgası (1995) SONUÇ Kırgızların ve tüm Türklerin Manasçısı, Tanrı Dağları’nın edebiyatçısı Cengiz Aytmatov’u bir nebze olsun tanıtma, onun hakkında bilgiler verme amacıyla hazırladığımız bu bildiriyi bitirirken kulaklarımızda Maral Ana, Manas Destanı, Nayman Ana Efsanesi ve Begimay Türküsü çınlıyor. Ve Sarı Özek bozkırında esen rüzgârların, Aytmatov’un ifadesiyle bozkırda batıdan doğuya, doğudan batıya giden trenlerin seslerini dinliyoruz. Ruhu şad, mekânı cennet olsun. 238 KAYNAKÇA Aytmatov, C. (2015). Cemile-Sultan Murat. Ötüken Neşriyat AŞ. Aytmatov, C. (2015). Gün Olur Asra Bedel. Ötüken Neşriyat AŞ. Balkan, A. Y. (2013). Hayattan Esere Cengiz Aytmatov. Electronic Turkish Studies, 8(9). Dıykanbayeva, M. (2015). Hatıralar Işığında Cengiz Aytmatov ve Eserleri. Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim (TEKE) Dergisi, 4(1), 169-188. Kolcu, A. İ. (1997). Milli Romantizm Açısından Cengiz Aytmatov. Ötüken Yayınları. 239 CENGİZ AYTMATOV’DA KİMLİKSİZLEŞTİRMEYE KARŞI KİMLİĞİNİ KORUMA ÇABASI Pelin ÜNAL ÖZET Mankurtlaşmak kelimesi Türk Dil Kurumunun sözlüğünde “Ulusal kimlikten uzaklaşan, içinde bulunduğu topluma yabancılaşan.” Anlamında ifade edilmiştir. Bu kelimeye ilk kez Kırgızların Manas destanında rastlansa da kavramı dünya edebiyatına kazandıran isim Cengiz Aytmatov’dur. Cengiz Aytmatov mankurtlaştırılmak istenen kişiye uygulanılanları Gün Olur Asra Bedel romanında şöyle anlatmıştır. Mankurtlaştırılmak istenen kişinin önce saçları tıraş edilir, daha sonra kafasına ıslak deve derisi konularak elleri, kolları bağlanan kişi güneş altında bekletilir. Böylece kuruyan deve derisi gerilir gerildikçe kurbanın başını sıkıştırmaya başlar, dayanılmaz bir acı verir ve en sonunda bilincini yitiren kurban itaatkâr bir köleye dönüşür; bu saatten sonra da efendisinin söylediği her şeyi kabul eder. Aytmatov mankurtlaşmak kavramıyla kültüründen, ideolojisinden, gelenek ve göreneklerinden sapmış; tamamıyla dış kültürlerin kendisini etkilemesine açık hale gelmiş, geçmişini unutmuş, çağdaş mankurtlara dikkat çekmek istemiştir. Bu bildiride Aytmatov’un Gün Olur Asra Bedel romanı üzerinden kimliksizleştirilmeye karşı kimliğini koruma çabasına düşmüş, yani mankurtlaştırılmak istenen insanın buna direnme, engel olma çabası üzerinde durulmuş, Sovyet Rusya’nın kendi içerisinde alt kültür olarak yaşayan insanları asimile etme politikasına Cengiz Aytmatov’un yaklaşımı üzerinden değinilmiştir. Anahtar Kelimeler: Aytmatov, Mankurtlaşma, Kimlik, Hâkim Kültür Eskişehir Çifteler Sami Arıel Anadolu Lisesi 240 GİRİŞ Hepimizin kendine özel kimliği vardır, bu kimlik bizi diğer insanlardan ayıran en önemli etkenlerin başında gelmektedir. Bazı insanların belirli bir kimlik oluşturup bu kimliğe sahip çıkması zordur. Özellikle alt kültür olarak yaşayan insanlar bu konuda sıkıntı yaşamışlardır. Belirli bir kimliğe sahip olma durum yalnızca insanlara özgü biz özellik değildir. Zamana bağlı olarak bu kavram milletlerde de görülmeye başlamıştır, bunun sonucunda bireyler ortak bir kültür altında birleşmeye başlamışlardır. Bu birleşmenin sonucunda da ortak kültür oluşmuştur. Cengiz Aytmatov Gün Olur Asra Bedel romanında ferdin ve milletin hürriyeti problemi üzerinde durmuştur. Dünya edebiyatına kazandırdığı “Mankurtlaşmak” kavramını bu eserinde olanca gerçekliğiyle işlemiştir. Bu romandaki kahramanlar üzerinden Sovyet Rusya’nın Kırgız halkını kimliksizleştirme çabasına ve bu çabaya karşı direnç gösterme, kültürünü, gelenek, göreneklerini koruma çabasını işlemiştir. Aytmatov bu durumu “ Bildiğiniz gibi bu mankurt efsanesini bir romanımda anlattım ama laf olsun diye değil, bugünkü siyasi hayatla bağdaştırarak... Eskiden aslını unutmuş, robotlaştırılmış insanlara “mankurt” denirdi. Bugün de aynı şekilde duygusuzlaştırılmış, kökünden koparılmış, neyi niçin yaptığını bilmeyen ve kendisine verilen emirleri hiç düşünmeden uygulayan insanlar da bir çeşit “ mankurt’tur. Türk Cumhuriyeti’nde hala “mankurtların” bulunup bulunmadığına gelince; vardır şüphesiz. Ama ne kadar olduklarını kestirmek pek kolay değil. “ (Kolcu,2008:75) sözleriyle ifade etmiştir. Aytmatov, hâkim kültürün kimliklerini sorgulamadan benimseyen, o ulusların himayesi altına sorgusuz sualsiz giren insanlardan birleşim yaparak Gün Olur Asra Bedel romanında Sabitcan karakterini karşımıza çıkarmıştır. Sabitcan’ı romanın diğer kahramanlarından Yedigey “okumuş cahil” olarak nitelendirir. Sabitcan sistemin okullarında okumuş, onların asimile politikalarını benimseyerek doğup büyüdüğü yerleri, mensup olduğu kültürünü unutarak Aytmatov’un tabiriyle mankurtlaşmıştır. Bu eserde Sabitcan karakterinin karşısında Yedigey üzerinden de kimliğini koruma çabası içerisinde bulunan, alt kültüre mensup bir Kırgız Türk’ünün kültürünü kaybetmemek için yaptığı mücadeleyi anlatmıştır. Yedigey Sovyet Dönemi’nde askerlik yapmış ve muhabereler esnasında yaralanmıştır. Askerden sonra Boranlı Tren istasyonunda görev yapmaya 241 başlamış burada tren yolunun emektarı, kendisi gibi Kırgız olan Kazangap ile birlikte çalışmış ve dost olmuştur. Kazangap’ın ölümüyle Yedigey ona olan borcunu onun kendisine bildirdiği vasiyeti yani Ata-Beyit mezarlığına gömülme isteğini yerine getirerek ödeyebileceğini düşünmüştür. Babasının ölüm haberiyle Boranlı’ya gelen Sabitcan’a babasının vasiyetini söyleyince Sabitcan’ın bu düşünceyi saçma bulmasına ve “buna ne gerek var ki “ demesine çok kızmıştır. Bu durum romanda “ Bu Sabitcan gevezesini okutup başlarına bela etmişlerdi, ilk bakışta onu bir adam sanırdınız. Çok şey dinlemişti, her şeyi bilir, görürdü. Yatılı okullara, enstitülere göndermişlerdi onu. Ama adam olamamış, okumuş cahillerden biri olup çıkmıştı. Övünmeyi, içki içmeyi, kadeh tokuşturmayı çok sever, buna karşılık elinden hiçbir iş gelmezdi. Kocaman bir sıfır, bir hiçti o! “ cümleleriyle anlatılmıştır. (Gün Olur Asra Bedel, 2015:23) Ata-Beyit Mezarlığı Türkler için çok önemli bir yere sahiptir. Çünkü burada Juan Juanlar tarafından mankurtlaştırılan oğlunu kurtarmak isterken ölen Nayman Ana yatmaktadır. Nayman Ana Efsanesi’nde Türklerin milli kültür ve geleneklerinden izler bulunmaktadır. Aytmatov romanında Nayman Ana’nın oğlunu kurtarma isteğini şu sözleriyle anlatır: “Adın ne senin? Peki, babanı hatırlıyor musun? Babanın adı neydi? Kimsin, kimlerdensin? Hiç olmazsa doğduğun yeri, memleketini hatırla... “ (Gün Olur Asra Bedel,2015:159) Bütün çabalarına rağmen mankurtlaşan oğlu ne anasını ne de kültürünü hatırlamamış ve sonunda annesini öldürmüştür. Nayman Ana’nın yaşadıkları Kırgızlar arasında bir efsaneye dönüşmüş ve yıllar boyu anlatılmıştır. Bu onlar için kimliklerini koruma mücadelesi olarak kabul edilmiştir. Gün Olur Asra Bedel’de geçen ve Nayman Ana’nın söylediği “Bir insanın elinden malı, mülkü bütün zenginliği hatta hayatı bile alınabilir ama insanın hafızasını almak gibi bir cinayet işlenir mi ? Ey rızk veren Tanrı! Eğer varsan insanların aklına böyle bir şeyi nasıl getirirsin? Yeryüzünde zulüm, kötülük az mı ki? (Gün Olur Asra Bedel,2015:160) sözleriyle insanın elinden kimliğinin, kültürünün alınmasının dünyada başına gelebilecek en acı şey olduğu vurgulanmıştır. Romanda Sabitcan’ın babasının cenazesinin Ata-Beyit mezarlığına götürülmesi ve oraya gömülmesi düşüncesini saçma ve gereksiz bulmasının sebebi Sovyet kültürünü benimsemesi ve Kırgızlar için çok önemli olan Ata- Beyit’in onun için bir öneminin kalmamasıdır. “Ne diye gideceklermiş uzak Ata-Beyit Mezarlığına? Engin Sarı Özek bozkırında bir ölüyü gömecek yer mi yokmuş? 242 Köyün yakınında demiryolu boyunda bir tümseğe gömebilirlermiş onu. Böylece ihtiyar ömür boyu çalıştığı bu yerde, tren seslerini dinleye dinleye huzur içinde yatar, buna memnun olurmuş.” ( Gün Olur Asra Bedel,2015: 32-33) ifadeleri Sabitcan için babasının vasiyetini bir öneminin bulunmadığını ve onun kültürüne, geleneklerine ne derece uzak kaldığını ortaya koymaktadır. Artık onun için en önemli hususlar işleri, patronları ve Sovyet Rusya’dır. Babasının cenazesinin bir an önce gömülmesi ve işlerine dönme isteğini sık sık dile getirir. Yedigey de onun bu derece değişmiş, yabancılaşmış olmasını şaşkınlık ve kızgınlık içerisinde karşılamaktadır. Romanda mankurtlaşan insanı temsil eden bir diğer kahraman aslen Kazak olan ancak Sovyet ordusunda Teğmen olarak görev yapan Tansıkbayev’dir. Ata Beyit Mezarlığı’nın girişinde onları karşılamış ve cenazenin oraya gömülmesine izin vermemiştir. “Yabancı yoldaş, benimle Rusça konuşun lütfen, şu anda görevimin başındayım.” (Aytmatov,2015:384 ) cümleleri Tansıkbayev’ in kendi diline bile yabancılaşan, Sovyetlerin politikalarına bire bir hizmet eden bir insan olduğunu göstermektedir. Romanda kimliksizleştirmeye karşı kimliğini korumak isteyen insanları temsil eden en önemli kahramanlardan birisi de Abutalip’tir. Abutalip Sabitcan’ın aksine milli kimliğine ve değerlerine oldukça bağlıdır. Rus okullarında eğitim almasına rağmen mankurtlaşmamış, kimliğini korumayı başarmıştır. Kendi milletinin değerlerinin gelecek kuşaklara da aktarılması için halk masallarını ve türkülerini bir araya getirmeye çalışan aydın bir Kırgız’dır. “ Çocuklarım için neler yapabileceğimi her zaman düşündüm, onları yedirip içirmek, terbiye etmek görevimiz. Bunu elimden geldiği kadar yapıyorum ama ben birkaç yıl içinde öyle olaylar yaşadım, öyle sıkıntılar çektim ki başkaları bunu yüz yılda göremez, yaşayamaz. Bunca çileli maceraya rağmen hala yaşıyorum işte. Düşündüm ki kaderin beni o felaketlerden çıkarması belki bir tesadüf değildir. Bunları başkalarına, her şeyden önce çocuklarıma anlatmam, onların ders alması için sağ bırakmıştır beni. Mademki dünyaya gelmelerine sebep oldum; hayatımı, düşüncelerimi bilmeleri gerekir.” ( Gün Olur Asra Bedel,2015:180 ) İfadeleri Aytmatov’un Abutalip üzerinden kendi amacını açıkladığı cümlelerdir, denilebilir. 243 SONUÇ Bu bildiride ilk kez Kırgızların Manas destanında rastlanan ve Cengiz Aytmatov’un dünya edebiyatına kazandırdığı “mankurtlaşmak” kavramına dikkat çekilmek istenmiştir. Böylece somut bir işkenceyle bütün değerleri değiştirilen, kültüründen koparılan bireylerin toplumsal değişimdeki çatlakları nasıl oluşturdukları da gözler önüne serilmiştir. Sovyet baskısı altında kalmış, öz kültüründen uzaklaştırılmış, yıllarca buna karşı kimliğini koruma mücadelesi vermiş olan Aytmatov, insanları bu konuda bilgilendirmek; kendisinin ve milletinin yaşadıklarına, verdikleri mücadeleye dikkat çekmek için kalemini kullanmış, bunda da oldukça başarılı olmuştur. 244 KAYNAKÇA Aytmatov, C. (2015). Gün olur asra bedel. Ötüken Neşriyat AŞ. Durmaz, R. (2007). Tanrı Dağları'nın Karlı Doruklarından Aral Gölüne Akan Irmak; Cengiz Aytmatov. Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, (24). Kaçmaz, C. (2018) Cengiz Aytmatov’un Romanlarında Mankurtlaşma. İçerisinde Bahar, H., & Kayhan, S. (Edt.) Suların Sırrını Ödünçleyen Adam, Ceniz Aytmatov’a Armağan (pp. 145-157). Selçuk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Yayınları. http://www.selcuk.edu.tr/dosyalar/files/303/Sularin-SirriniOduncleyen-Adam-Cengiz-Aytmatova-Armagan.pdf Kolcu, A. İ. (2008). Cengiz Aytmatov üzerine yazılar. Salkımsöğüt Yayınları. 245 CENGİZ AYTMATOV’UN ROMANLARINDAKİ KİŞİ TASVİRLERİ ÜZERİNDEN HAYATININ ESERLERİNE YANSIMASI Kübra Nur KIRDAŞ ÖZET Eserlerdeki kahramanlar, okuyucunun eserin içerisinde kendisinden bir parça bulması ve eseri anlamlandırması yönüyle oldukça önemlidir. Cengiz Aytmatov, edebiyatı içinden çıktığı toplumun milli duygu ve düşüncelerini ifade etmede bir araç olarak kullanmıştır. Eserlerinde yer verdiği kahramanlar üzerinden kendisinin ve toplumunun yaşadıklarını duyurmak ve kültürünü, geleneklerini yaşatmak yoluna gitmiştir. Bu bildiride Aytmatov’un “Gün olur Asra Bedel”, “Beyaz Gemi” ve “Toprak Ana” romanlarındaki bazı karakterler ve bu karakterlerin temsil ettiği kavramlar üzerinde durulmuş, eserlerinin Cengiz Aytmatov’un kendi yaşamından izler taşıdığını göstermek amaçlanmıştır. inşası. Anahtar Kelimeler: Cengiz Aytmatov, Kişi tasvirleri, Biyografi, Kimlik Eskişehir Çifteler Sami Arıel Anadolu Lisesi 246 GİRİŞ Cengiz Aytmatov’un hayatı ve hayatının yansıması olan eserleri incelendiğinde henüz çocuk yaşlarda zor bir hayatın içerisinde yer aldığını görmek mümkündür. Yaşadığı bu zorluklar onun edebi kişiliğinin şekillenmesinde oldukça etkili olmuştur. Babası Törekul Aytmatov, rejim güçleri tarafından tutuklanmış ve öldürülmüştür. Babasının nedensiz bir şekilde tutuklanıp öldürülmesi, yıllarca mezarının bile belli olmaması Aytmatov’u derinden sarsmış, romanlarında bu olayı da yansıtmıştır. Cengiz Aytmatov’un en önemli eserlerinden birisi olan ‘Gün Olur Asra Bedel’ romanında karşımıza çıkan Abutalip’in yaşadıkları babasının yaşadıklarıyla birebir örtüşür niteliktedir. Boranlı istasyonunda çalışmadan önce öğretmenlik yapmış olan Abutalip, Boranlı’da çalışırken de öğretmenlik yapmakta bir taraftan da kitap yazmaktadır. Abutalip kendi milletinin değerlerine sadık, onları gelecek kuşaklara ulaştırmayı amaç edinmiş bunun için halk masallarını ve türkülerini derlemeye çalışan bir Kırgız’dır. Mücadeleci ve azimlidir. Bu sebeple KGB ajanları tarafından takibe alınır ve intihara sürüklenerek öldürülür. Çocuklarıyla birlikte eşinin yolunu gözleyen karısı, onun öldüğü haberini alınca yıkılır. Aytmatov bu ölümün sebep olduğu duyguyu “Babalarının başına geleni hayatları boyunca unutmayacak, bir yürek yarası olarak taşıyacaklardır. Okulda, iş hayatında, her yerde, bir iş tuttukları, bir işle yükselip ilerlemek istedikleri zaman taşıdıkları soyadı aşılmaz bir engel olarak çıkacak karşılarına. Bu ad yüzünden bütün yollar kapanacak”(Gün Olur Asra Bedel,2015:260) cümleleriyle Abutalip’in çocukları üzerinden kendi çocukluğunu gözler önüne sermiştir. Aynı zamanda babasının ölümünden sonra çeşitli zorluk ve mücadele içerisinde kalan annesini Abutalip’in karısı Zarife ile bağdaştırdığını görmek mümkündür. “Gün Olur Asra Bedel” romanında dikkat çeken bir diğer karakter Sabitcan’dır. Aytmatov bu isim üzerinden literatüre kazandırdığı mankurtlaşma terimini anlatmıştır. Bu kitapta Sabitcan üzerinden günümüzün çağdaş mankurtlarını göstermek istemiştir. Sabitcan gelenek, görenek ve kültürüne önem vermeyen, rejimin okullarında yetişmiş, asimile olmuş, değerlerinden habersiz bir gençtir. Babası Kazangap’ın ölümü onu etkilememiş, babasının ata topraklarına gömülme konusundaki vasiyeti ona saçma ve gereksiz gelmiştir. Romanda diğer kahraman Yedigey bu durumu “O okullarda, o enstitülerde ne öğrenmişti bu adam? Belki onu işte böyle bir adam, bir Sabitcan olsun diye 247 eğitmişlerdi” sözleriyle sorgular. Yine bu romanda geçen “Birçok şey öğrenmişti ama yine de beş para etmezdi, hiçbir işe yaramazdı”(Gün Olur Asra Bedel,2015:408) sözleri Aytmatov’un çağdaş mankurtlara bakış açısını göstermektedir. Sabitcan iyi bir yaşam sürmek, rahat yaşamak, makam ve mevki kazanmak adına bilinçli olarak mankurtlaşmayı seçmiştir diyebiliriz. Sabitcan diğer insanlara da sisteme direnmemeleri gerektiğini anlatmaktadır, sisteme direnmenin onların zararına olacağını söylemektedir. Yani diğerlerinin de kendisi gibi mankurtlaşması gerektiğini dile getirmektedir. Gün Olur Asla Bedel romanının diğer kahramanlarından birisi Yedigey’dir. Yedigey, Kazangap’ın ölümüne çok üzülmüş ve onun kendisine vasiyet ettiği Ata Beyit mezarlığına gömülme isteğini yerine getirmeyi kendisine borç bilmiştir. Ata Beyit mezarlığında mankurtlaşan oğlu Coloman’i kurtarmaya çalışırken mankurtlşan oğlu tarafından öldürülen Nayman Ana yatmaktadır. Bu kısımda da Aytmatov yine mankurtlaşmak kavramını ön plana almıştır. Yedigey milli değerlerine bağlı ve atasını bilen biridir. Kazangap’ın oğlu Sabitcan’ın karşısında durmuş, ona değerlerini anlatmaya çalışmış fakat başarılı olamamıştır. Sabitcan’ın özüne bu kadar yabancılaşmasına çok sinirlenir ve bir tartışma esnasında “Mankurtsun sen! Mankurtsun sen!”(Gün Olur Asra Bedel,2015:408) diye bağırır. Yedigey, kimliğini, tarihini ve kültürünü bütün zorluklara karşı koruma çabası içindeki insanı temsil etmektedir. Aytmatov’un eserleri dikkatle incelendiğinde “yasak aşkın” eserlerinin yapısında önemli yer tuttuğu görülecektir. Bu durumun yazarın yaşadıklarıyla büyük ilgisi vardır. Aytmatov evli ve iki çocuk babasıyken Bübüsafa adlı bir balerine âşık olmuş, bu aşkını da Şafak Sancısı adlı eserinde anlatmıştır. Yedigey adlı kahraman da “Gün Olur Asra Bedel” romanında evli ve iki çocuk babasıyken romanın diğer kahramanlarından Zarife’ye âşık olmuş ve bu durum kahramanın duygu durumunu derinden etkilemiştir. Kısacası Aytmatov kendi yaşadıklarını Yedigey üzerinden anlatmak istemiştir. Aytmatov kendisiyle yapılan bir röportajda “Bence benim kitaplarımın en büyük özelliği gerçekleri yazmasıdır. Hayatın kendisini ve karşılaştığım acı, tatlı her şeyi olduğu gibi kitaplarıma aktardım” (Toyger, 1998: 14-15) diyerek bu duruma dikkat çekmiş, eserlerinin kaynağını belirtmiştir. Aytmatov, hayatı boyunca babasından uzak kalmış olmanın sıkıntısını yaşamıştır. Babasının mezarının yerini bile bilmemesi onu derinden sarsmış, uzun süre bu olayın etkisinde kalmıştır. Toprak Ana romanının giriş kısmında bu 248 durumu “Babam Törekul Aytmatov. Bilmiyorum mezarın nerededir, bunu sana soruyorum” (Toprak Ana,2015:1) sözleriyle anlatmıştır. Eserlerinin aslında onun çığlığı olduğunu da söylemek mümkündür. Yaşadıklarını insanlara anlatmak istemiş bunu da fazlasıyla başarmıştır. Beyaz Gemi romanı Aytmatov’un hayatı boyunca baba hasreti çekmesinin yansıdığı bir eserdir. Romanındaki ismi verilmeyen çocuk yardımıyla bu özlemini okuyucuya aktarmıştır. Aytmatov babası tutuklandığında dokuz yaşındadır. Romandaki çocuk da aynı yaşlardadır. Bu sebeple romandaki baba özlemi ile Cengiz Aytmatov’un yaşamı boyunca hissettikleri arasındaki bağ oldukça dikkat çekicidir. Romanda geçen şu ifadeler baba hasretini tüm gerçekliğiyle gözler önüne sermektedir: “Günlerden bir gün, Karavul Dağı’nın tepesinden bakarken IsıkGöl’ün masmavi sularında o bembeyaz gemiyi ilk defa gördüğü zaman o güzellik karşısında büyük bir heyecan duymuş, yüreği kafesinden çıkacakmış gibi çarpmıştı. Ve o gün, Isık-Göl’de gemicilik yapan babasının da bu beyaz gemide olabileceğini, orada çalıştığını düşünmüştü. Sonra bu düşünceye tamamıyla inandırdı kendisini. Çünkü böyle olmasını yürekten istiyordu, bunun doğruluğuna ihtiyacı vardı” (Beyaz Gemi,2014:37) Cengiz Aytmatov baba figürüne oldukça önem vermiştir. Fakat ana kavramı da onun eserlerinde önemli bir yer tutmuştur. Toprak Ana adlı romanındaki Tolganay buna örnektir. Tolganay güçlü bir yapıya sahip, insan ve toprak sevgisiyle dolu, çocuklarını ve köyde birlikte yaşadığı insanları koruyup kollayan bir ana figürü olarak verilmiştir. Tolganay Erkeklerini savaşa gönderen köyün dertleriyle uğraşır, kocasını ve çocuklarını savaşa göndermenin acısını çeker ve yokluğun pençesinde türlü dertlerle savaşır. Tolganay,köyünde yıllarca onlara aş vermiş,iş vermiş toprağı bir ana gibi görerek onunla dertleşir. Bu durumu Aytmatov Toprak Ana adlı eserinde şu şekilde anlatır: “-Kaldır başını Tolganay. Topla kendini! -Zaten başka ne yapabilirim ki sevgili toprağım, kendimi toplamaya çalışacağım elbet. Sen o günü hatırlıyor musun? - Hatırlıyorum… Ben hiçbir şeyi unutmam Tolganay. Bu dünya var olalıdan beri, bütün çağların, bütün yüzyılların izlerini taşıyorum ben. Tarih kitaplara sığmaz. Ve senin hayatın Tolganay, o da benimledir. Yüreğimin içindedir. Anlat Tolganay, seni dinliyorum, bugün senin günün.” (Toprak Ana,2015:32) 249 Aytmatov bu satırlarda da görüleceği üzere toprağı canlı bir varlık olarak görmüş, insanı dertlerinden arındıran, onu doyuran, besleyen yegane şeyin toprak olduğunu belirtmiştir. Bunda da Cengiz Aytmatov’un gençlik yıllarında kalhozlarda ve köyündeki tarım makinelerinin sayımı işinde çalışması etkili olmuştur, toprakla iç içe olması ve bozkırdaki insanların en büyük geçim kaynağının toprak olması onda toprağın böylesine önemli bir husus olarak karşımıza çıkmasına sebebiyet vermiştir. Cengiz Aytmatov, ilkokula giderken babaannesi Ayıkma’nın anlattığı ninniler, masallar ve efsaneler içinde büyüdü. Babaannesinden dinlediği bu mitler, efsaneler, masallar onun eserlerine kaynaklık etmiştir. Nitekim Beyaz Gemi’deki Mümin Dede de torununa “Boynuzlu Maral Ana” masalını anlatmıştır. Bu masal Kırgızların kültürlerinin ve geleneklerinin kuşaklar arasında aktarılmasında önemli masallarındandır. Kırgız kültürünün korunmasında, gelecek kuşaklara aktarılmasında bu romandaki Mümin Dede’ye önemli bir rol verilmiştir. Aytmatov ninesini bu romandaki Mümin Dede adlı kahramanla bağdaştırarak anlatmıştır. Romanın hemen başındaki “Onun iki masalı vardı. Birisi kendisinindi ve başka kimse bilmezdi. Ötekini ise dedesi anlatmıştı ona.” (Beyaz Gemi,2014:5) cümleleri bu durumu gözler önüne sermektedir. SONUÇ Aytmatov’un romanlarındaki bazı kişileri incelediğimiz bu bildiride sonuç olarak Cengiz Aytmatov’un yaşamının ve hayatı boyunca karşısına çıkan olayların eserlerinin alt yapısını inşa ettiğini görmekteyiz. Yazdığı bütün eserlerinde yaşadığı sıkıntıların, babasını kaybetmesinin oluşturduğu travmanın, çevresindeki güçlü kadın figürlerinin, bulunduğu sert coğrafyanın yani bozkırın insanlarının izlerini buluruz. Bunlar öyle izlerdir ki kendi iç dünyamızın karakter oluşumunu da canlı tasvirlerle ve kişilik özellikleriyle fark ederiz. Aynı zamanda Aytmatov yalnızca kendi ulusunun değil dünyadaki ezilmiş, geri plana atılmış bütün toplumların sesi olmayı başarmıştır. Aytmatov’un cenaze töreninde Kırgızistan Devlet Başkanı Bakiyev’in de söylediği gibi “… Aytmatov’un sözleri milyonlarca insanın kalbinde çınladı. O bir dünya vatandaşıydı.” 250 KAYNAKÇA Akmataliyev, A. (1994). Cengiz Aytmatov’un Eserlerinin Dünya Edebiyatındaki Yeri ve Önemi. Türk Dünyası Dil ve Edebiyat Dergisi, (2). Aytmatov, C. (2014). Beyaz gemi. Ötüken Neşriyat AŞ. Aytmatov, C. (2015). Gün olur asra bedel. Ötüken Neşriyat AŞ. Aytmatov, C.. (2015). Toprak ana. Ötüken Neşriyat AŞ. Uray Akça, N. (2017). Cengiz Aytmatov'un romanlarında tipler [Yayımlanmamış yüksek lisans tezi]. Adnan Menderes Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü. 251 CENGİZ AYTMATOV'UN ESERLERİNDE YALNIZLIK KAVRAMI İlayda CİRİT ÖZET Yalnızlık kelimesi sözlükte kimsesi bulunmama durumu, ıssızlık, tenhalık anlamlarına gelmektedir. Dünyada çoğu yazar ve şair yalnızlık hissini yaşamış, bu da eserlerine yansımıştır. Bu yazarlardan biri de Cengiz Aytmatov'dur. Aytmatov eserlerinde yalnızlık kavramına fazlaca yer vermiş, bozkırın sessizliği, insanların ve hayvanların yalnızlığı onun romanlarında okuyucunun karşısına çıkmıştır. Cengiz Aytmatov çok küçük yaşta babasını kaybetmiş ve bu olay sonucunda kendisini çok yalnız hissetmiştir. Aytmatov babasını kaybetmek dışında daha pek çok zorluk çekmiş, yaşamış olduğu bu zorlukları da eserlerinde yansıtmıştır. Cengiz Aytmatov'da yalnızlık kelimesi vücut bulmuş ve şekillenerek kalabalık içerisindeki sakinlik anlamını kazanmıştır. Bu bildiride Cengiz Aytmatov'un eserlerinde yalnızlık kavramı üzerinde durulacaktır. Anahtar Kelimeler: Yalnızlık, Sessizlik, Sakinlik, Hüzün, Cengiz Aytmatov. Eskişehir Çifteler Sami Arıel Anadolu Lisesi 252 GİRİŞ Cengiz Aytmatov küçük yaşlarda çeşitli zorluklarla baş başa kalmıştır. Bu zorluklar da onu olgunlaştırmış ve zorluklar karşısındaki çabası eserlerine yansıtmıştır. Cengiz Aytmatov babasının ölümünden sonra çok yalnız kalmış, içine kapanık bir insan olmuştur. Aytmatov Beyaz Gemi adlı eserinde bu durumdan şöyle bahsetmiştir :` Arkadaşsız, yapayalnız çocuk, onu kuşatan bu basit, saf çevresinde yaşayıp gidiyordu`(Beyaz Gemi, 2014:11) sözüyle çok küçük yaşta yalnız kaldığını anlayabiliriz, Aytmatov`un içine kapanıklığı çoğu eserinde karşımıza net olarak çıkmaktadır. Cengiz Aytmatov’un yaşadıklarından dolayı erken yaşta olgunlaştığından söz etmişim. Peki" Yalnızlaşmayan insan olgunlaşır mı ?" diye bir soru sorsam… Cengin Aytmatov gibi yalnızlık ile sınanan insanlar daha çabuk olgunlaşmışlardır. Bizler o yaşlarda çocukça hayaller kurarken onlar ise o yaşlarda gerçeklerden haberdar olmak zorunda kalmış, gerçekler ile erken yüzleşmek durumunda kalmışlardır. Bu yüzleşmeler sayesinde de olgunlaşmışlardır. Aytmatov kurduğu hayallerde bile yalnız, başını alıp bir yerlere gitmek istemiş ve bunu Beyaz Gemi adlı romanında şu sözlerde ifade etmiştir: " Söğüt dallarında tutunarak kıyıya iniyor, kendini suya atıyordu. Gözlerini hiç kapamıyordu yüzerken. Balıklar da gözleri açık yüzerdi çünkü onlara imreniyor, bir balık olup akıntı boyunca ta uzaklara kadar yüzmeyi hayal ediyordu."(Beyaz Gemi,2014: 32) Aytmatov Gün Olur Asra Bedel adlı eserinde: "Asıl mesele de bu işte. Zaman ne kadar geçerse geçsin, bazı konularda hiçbir şeyi değiştirmez. Elinden malını mülkünü, varını yoğunu alsalar, bundan ölmezsin. Bunları yine edinebilirsiniz. Ama senin onurunu kırar, ruhunu öldürseler, işte buna çare yoktur." (Gün Olur Asra Bedel,2015: 87) sözleriyle maddi bir şeyin geri gelebileceğini fakat yalnızlığın asla düzelmeyeceğinden, insan ruhunda derin etki bırakacağından söz etmiştir. Her insanın hayatında büyük önem verdiği kişiler vardır ve bu kişileri kaybettiğimiz zaman çok büyük bir hüzne kapılırız. Aytmatov da bir eserinde: " Hayatta ona en büyük sadakat, en büyük ilgi gösteren ve kendisini canı kadar sevdiğinden emin olduğu tek kişi varsa o da dedesiydi. Biraz şaşkın olduğu için bazı kişilere ona Kıvrak Mümin adını takmışlardı. Ne olmuş yani? Ne derlerse desinler, insanın böyle bir dedesi, öz dedesi olması çok iyi bir şeydi."(Beyaz 253 Gemi,2014:21 )sözüyle bu konuya değinmiş ve romandaki çocuğun çok sevdiği dedesini kaybettiği zamanı şu sözlerle ifade etmiştir: "Çocuk zorlanarak da olsa dedesini yüz üstü çevirdi onun toza belenmiş yüzünü, seyrek yapışık sakalını görünce irkildi. Biraz önce Orozkul'un baltasıyla parçalanan Boynuzlu Maral Ana'nın başı canlandı gözünde ve korkudan kenara sıçradı. Biraz uzakta durup: -Balık olacağım ben, duyuyor musun dede, balık olacağımı ve yüzüp gideceğimi buralardan. Kulubeg gelirse ona benim balık olduğumu söyle. Dede cevap vermedi Çocuk güçlükle yoluna devam eti, çaya gitti ve hemen suya girdi. Acele ediyor, ayağı kayıyor, düşüyor ama kalkıyor, suyun sığ yerinde titreye titreye koşmaya devam ediyordu. Çayın hızlı akan, derin yerine geldi ve akıntı alıp götürdü onu. Burgaçlarda çırpınıyor, yüzüyor nefesi kesiliyordu. Gittikçe daha çok üşüyordu ."(Beyaz Gemi, 2014:61) Bu sözlerde de gördüğümüz üzere Aytmatov yalnızlıktan kaçış eğilimi içerisindedir. Cengiz Aytmatov küçük yaşta babasını kaybetmesinde dolayı yalnızlığın ortaya çıktığından bahsetmiştim. Geçen seneki bildiri konumuz olan Cengiz Dağcı'daki yalnızlıktan da bahsetmek istiyorum sizlere. Kırım tatarı olan Dağcı’daki yalnızlık durumu çok farklıdır. Cengiz Dağcı'nın yalnızlığı doğduğu çevredeki kıtlık, yoksulluk, Rus emperyalizminin zulmü ve büyük baskıları ile başlayıp geçtikçe aile içindeki kayıplar ile katlanarak artmış ve Cengiz Dağcı ölene dek bu hissi yaşamıştır. Cengiz Dağcı bu kayıplarını Badem Dalına Asılı Bebekler adlı eserinde şu şekilde ifade etmiştir: "Sonra dünyada en güzel yerin mezarlık olduğu inancına kaptırıyordum kendimi. "(Cengiz Dağcı, Badem Dalına Asılı Bebekler, 2014:87). Cengiz Aytmatov' da ise yalnızlık babasının ölümünden sonra başlanmış ve Cengiz Dağcı gibi ailesinden ve memleketinden ayrı kalmamıştır. Bundan dolayı Cengiz Aytmatov, Dağcı' dan daha şanslı diyebiliriz. Tek olmak ve yalnız olmak kelimeleri her ne kadar birbirine çok benzese de aslından farklı şeylerdir. Aytmatov da bu iki kelimeyi şu sözlere birbirinden ayırmıştır: " Kalabalığın içinde insan tektir, kendi kendine kalınca yapayalnızdır. "(Dişi Kurdun Rüyaları, 2014:48) Aytmatov yalnızlığı ile bir türlü başa çıkamamış ve bunu şöyle ifade etmiştir: "Neden bilmem, ben herkesten ayrı kalmış, herkesin beni geçip gitmesine 254 aldırmamış, olduğum yerde yapayalnız bulmuştum kendimi, kımıldamadan duruyor, ileriye doğru adım atamıyordum "(Toprak Ana, 2014: 19) Aytmatov Gün Olur Asra Bedel adlı eserinde bir sözünde:" Herkes gidebilir, herkes kaçabilir ama herkes kendine hâkim olamaz, herkes kendine karşı zafer kazanamaz."(Gün Olur Asra Bedel,2015:238) diyerek yalnızlıkla başa çıkamadığını yani kendi ile olan savaşta yenilgiye uğradığından bahsetmiştir. Aymatov' un yalnızlığı eserlerinde sıkça işlediğini söylemiştim size, Aytmatov'un eserlerini okuduysanız eğer Beyaz Gemi 'deki çocuğun, Gün Olur Asra Bedel 'deki Kazangap'ın Dişi Kurdun Rüyaları’ndaki Abdias’ın Toprak Ana'daki Tolgonay gibi diğer eserlerindeki karakterin de yalnız olduğu görmüş olmalısınız. Örneğin Toprak Ana'daki Tolganay hep yalnızdır bunu şu sözlerle anlayabiliriz: "Ölenleri anma günü" -Biliyorum ve seni bekliyordum değil mi? Tolgonay, ama bu defa da yalnız geldin -Gördüğün gibi yalnızım, hep yalnız …"(Toprak Ana, 2015:8) Aytmatov yalnızlığı yüzünden bazı engelleri aşamamış, özellikle birlik olmanın, birlikte hareket etmenin önemini göstermeye çalışmıştır ve bunu şu sözlerle ifade etmiştir: "Bir insanın kaderi, dağdaki patika gibidir. Bazen çıkar, bazen iner, bazen de dibi görülmeyen bir uçurum başına gelip durur. İnsan tek başına böyle bir yolda ilerleyemez, ama birleşenler birbirine omuz verenler her engeli aşarlar."(Toprak Ana, 2015: 70) Aytmatov içine kapanık birisi olduğundan dolayı daha çok düşünceler arasında gezmiştir.Bazı eserlerinde durmadan düşündüğü ile ilgili sözleri de bulunmaktadır. Bu sözlerden biri şöyledir: "Gözlerimi kapayabilir, kulaklarımı tıklayabilir, ama düşünmeden edemezdim." (Toprak Ana,2015:40).Bir diğer eserinde de bu konu üzerinde şu şekilde durmuştur: "…Demek ki insanın beyni bir dakika düşünmeden duramıyor, o garip başı öyle yaratılmış ki istese de istemese de düşünceler art arda geliyor, bir düşünceden öbürü doğuyor, herhalde ölünceye kadar böyle devam ediyor bu ."(Gün Olur Asra Bedel,2015: 122-123) 255 "Bir adam dünyayı getirmek ve onu yetiştirmek çok uzun zaman ister. Ama onu öldürmek çok kolaydır. Bir anda öldürürsün "(Beyaz Gemi, 2014: 56). Ruh da böyledir işte bir yapboz gibidir. Yapbozu yapmak için saatlerce uğraşırsın. Ancak bir saniyede bozabilirsin. Aytmatov’un yalnızlığı da böyle, bir anda geldi işte. Savaş çıktı, babası bir gece ansızın götürüldü ve öldürüldü. Bu olaydan sonra bütün dünya ters döndü onun için, belki de bu acı olay bu büyük edebiyatçıyı ortaya çıkardı. Cengiz Aytmatov, Gün Olur Asra Bedel adlı eserinde "mankurtlaşmak" kelimesi üzerinde çok durmuştur. Sizce Cengiz Aytmatov baba figürü yerine başka bir figür koymuş mudur? Yani mankurtlaşmış mıdır? Aytmatov, babası yerine eğer bir figür koymuş olsaydı buna yalnızlık değil mankurtlaşmak derdik. Ancak Aytmatov, bu eserinde mankurtlaşmaya karşı bir direnişin olduğundan ve kendi milliyetlerini kaybetmediklerinden söz etmiştir. Eserlerinde babası yerine bir figür koymamış, tam tersi babasını eserlerinde yaşatmıştır. Yani Aytmatov gerçek anlamda yalnızdır. SONUÇ Bu bildiride Aytmatov’un bazı eserlerinde karşımıza çıkan yalnızlık hissini inceledik, çıkarımlarda bulunduk sonuç olarak çocukluğu İkinci Dünya Savaşı yıllarına tesadüf eden Aytmatov, çocukluk yıllarından itibaren omuzlarını yüklenen ağır sorumluluklar ve yaşadığı yalnızlık sebebiyle erken büyümek zorunda kalmıştır. Aytmatov, tüm bu olumsuz şartları lehine çevirebilmeyi başarmış, ilerleyen yıllarda aldığı eğitimin de etkisiyle yazdığı hikâye ve romanlarla adını tüm dünyaya duyurmayı bilmiş, çok okunan ve milletinin sesi olan büyük bir edebiyatçı olmuştur. 256 KAYNAKÇA Aytmatov, C. (2014). Beyaz gemi. Ötüken Neşriyat AŞ. Aytmatov, C. (2015). Dişi kurdun rüyaları. Ötüken Neşriyat AŞ. Aytmatov, C. (2015). Gün olur asra bedel. Ötüken Neşriyat AŞ. Aytmatov, C. (2015). Toprak ana. Ötüken Neşriyat AŞ. Dıykanbayeva, M. (2015). Hatıralar Işığında Cengiz Aytmatov ve Eserleri. Uluslararası Türkçe Edebiyat Kültür Eğitim (TEKE) Dergisi, 4(1), 169-188. 257 SAVAŞIN GÖLGESİNDE YAŞAMIŞ ÜÇ CENGİZ: CENGİZ HAN, CENGİZ AYTMATOV, CENGİZ DAĞCI Cemile MERİÇ, İremnur GÖNENLİ ÖZET Cengiz sözcüğü “güç, kuvvet, yenilmezlik” anlamlarına gelmektedir. Cengiz ismini tarihsel süreç içerisinde ilk kullanan kişilerin başında Cengiz Han vardır. Cengiz Han dünya tarihine damga vurmuş, cihan hâkimiyeti düşüncesiyle sayısız savaşa girmiş, devletleri ve medeniyetleri yakıp yıkmış ünlü Moğol hükümdarıdır. İsimlerini Cengiz Han’dan almış, onunla aynı coğrafyalarda farklı tarihlerde yaşamış Cengiz Aytmatov ve Cengiz Dağcı da Türk ve dünya edebiyatlarında isimlerini duyurmuş önemli edebiyatçılardandır. Bu bildiride “Cengiz” ismini almış bu üç Cengiz’in savaşlar ve mücadeleler sonrasında şekillenen yaşamları, istekleri ve düşünce biçimleri üzerinde durulmuş, Aytmatov’un Cengiz Han’a Küsen Bulut adlı romanı üzerinden Cengiz Han ve Sovyet Lideri Stalin arasında nasıl bir benzerlik kurduğu konusuna değinilmiştir. Anahtar Kelimeler: Cengiz, Cengiz Han, Cengiz Aytmatov, Cengiz Dağcı, Vatan Sevgisi, Anne-Baba Özlemi. Eskişehir Eskişehir Çifteler Sami Arıel Anadolu Lisesi Çifteler Sami Arıel Anadolu Lisesi 258 GİRİŞ “Cengiz” isminin hangi anlama geldiği tartışma konusu olsa da bu konudaki hâkim görüş ‘deniz’ demek olduğu yönündedir. Sözlük anlamı olarak ise ‘güçlü, yılmaz, gözü pek kimse’ (TDK) anlamlarına gelmektedir. Bazı kaynaklarda bu isim Moğol İmparatorluğu’nun kurucusu Cengiz Han üzerinden anlamlandırılmıştır. Cengiz Han, 1162’de Moğolistan’da doğmuştur. Asıl adı Timuçin’dir. Gösterdiği başarılar, kazandığı savaşlar onun “Cengiz” ismiyle anılmasını sağlamıştır. “Sadece benim kazanmam yetmez, herkesin kaybetmesi gerek” sözleriyle dünyaya hâkim olma düşüncesini ortaya koymuş ve bunun için oldukça zorlu ve büyük savaşlar yapmıştır. Bu amaç uğruna karşısında duran her ne olursa olsun acımasızca onu yenmeyi başarmıştır. Küçük yaşlarda ailesiyle birlikte kendi kabilesinden, vatanından sürülen Cengiz Han, babasının öldürülmesine, annesinin kendisine ve kardeşlerine bakabilmek için çektiği zorluklara şahit olmuş, bunun sonucunda intikam hissiyle ve acımasızlıkla dolarak büyümüştür. Daha sonra doğduğu topraklara güçlü bir şekilde geri dönmüş, kurduğu imparatorlukla birçok ulusu ve insanı katletmiş, şehirlere ve medeniyetlere büyük zararlar vermiştir. Sonunda ise istediği hâkimiyeti büyük oranda sağlamıştır. Tarihe damga vurmuş bu büyük komutandan sonra Cengiz ismi yaygınlık kazanmış özellikle Türk milleti arasında bu isim sıklıkla kullanılmaya, çocuklara ad olarak verilmeye başlamıştır. Günümüzde de Cengiz isminin kullanılmaya devam edildiği görülmektedir. Cengiz Aytmatov, 1928 yılında Kırgızistan’ın Talas eyaletine bağlı Şeker köyünde doğmuştur. İsminin Moğol hükümdarı Cengiz Han’dan esinlenerek konulduğu söylenen Aytmatov, Cengiz Han’ın aksine adını kılıçla değil kalemiyle duyurmayı başarmış güçlü bir edebiyatçıdır. İsmini aldığı Cengiz Han’ın tam tersi olarak savaş ve savaşın getirdiği yıkımın karşısında durmuş, küçük yaşlarda babasını kaybetmiş olmanın verdiği acıyı ve üzüntüyü ömrü boyunca taşımıştır. Savaş karşıtlığını Toprak Ana adlı romanında şu şekilde ifade etmiştir: “Savaş olmasaydı Suvankul ve Kasım neler yapacaktı, bir düşün. Onların emeklerinin ürünü olan nimetlerden nice nice insanlar yararlanacaktı.”(Toprak Ana,2015:76) Yine aynı eserde geçen “Candan istediğim tek şey öğretmen olmaktı. Ama beyaz tebeşir ve cetvel yerine elime asker tüfeği almak zorunda kaldım. Bunun sorumlusu da ben değilim, yaşadığım devir böyle istedi. Çocuklara bir defa bile ders vermek nasip olmadı bana.” (Toprak Ana,2015:92) Bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Aytmatov, savaşın insanlar için büyük bir yıkım olduğunu, onları yaşamın güzelliklerinden uzaklaştırdığını ifade etmiştir. 259 Cengiz Aytmatov, Cengiz Han’a küsen Bulut romanında insanları baskı ile yöneten iki lideri –Cengiz Han ve Stalin- anlatır. Aslında iki liderin hüküm sürdükleri devirler arasında yüzyıllar vardır. Fakat Aytmatov: “Totalitarizm her devirde aynıdır, bu bakımdan Cengiz Han’la Stalin arasında bir fark yoktur. Dikkat ederseniz, Cengiz Han’a küsen Bulut efsanesi, özünde “evrensel” bir boyut taşımaktadır.” (Bulut Cengiz Han’a Niçin Küstü? Mülakat: Beşir Ayvazoğlu, Türkiye gzt. 13 Mayıs 1992) diyerek aralarında yüzyıllar bulunan iki lideri karşılaştırarak evrensel bir mesaj çıkarmayı amaçlamıştır. Hem Cengiz hem Stalin hükümdarlıklarını sürdürebilmek için masum insanları öldürür. Cengiz Aytmatov’un Cengiz Han’a Küsen Bulut romanında Cengiz Han, Erdene ve Togulan’ı, Stalin de Abutalip’i kendi iktidarlarının devamları için öldürtmüşlerdir. (Cengiz Han’a küsen Bulut,2014) Aytmatov bu romanında savaşın yüzyıllar geçse de insanlar üzerinde hep aynı etkiyi gösterdiğini ortaya koymak istemiştir, nitekim savaştan ve savaşın getirdiği sorunlardan çok çekenlerden birisi de Aytmatov’dur. Bunun suçlusu da Sovyet Rusya yani Stalin'dir. Stalin'in binlerce Kırgız'ı katletmesini Kırgız Milli Üniversitesi Öğretim Üyesi ve Eski Kırgız Milli Güvenlik Teşkilatı Başkanı Bolotbek Abdurahmanov şu şekilde anlatmıştır, "138 kişinin cesedini bir tuğla ocağında bulduk. Cesetler arasında 3 metre derinlikte önemli kişiler ve onlara ait belgeleri vardı. Bunlardan biri yazar Cengiz Aytmatov'un babası Törekul Aytmatov'dur. Yine ayrıca Kırgızistan milli alfabesinin mimarı Kasım Tınıstanov ve Orta Asya'nın yetiştirdiği âlimlerden Bayalı İsakeyev, Abdıkadır Orazbekov, Erinbek Esenamanov bulunmaktaydı. O belgelerde yazdığına göre 1938'de bu insanlar halk düşmanı olarak suçlanıp kurşuna dizilmişti. Belgelerin bulunmasından sonra aynı belgelerin diğer nüshasını KGB arşivlerinde buldum. Bu cesetler Sovyet mezaliminin yaptığı katliama dair ilk bulunan cesetlerdi."( "Kırgız Münevverlerine yönelik Ata-Beyt Katliamı" anma etkinliği-Kastamonu) bu sözlerden de anlaşılacağı üzere Cengiz Aytmatov'un babası ve Kırgız kültürünün yok olmaması için mücadele eden birçok alim sırf kültürlerini, değerlerini devam ettirmek istedikleri gerekçesiyle nedensizce Stalin tarafından katledilmiştir. Bu da yıllarca babasının mezarını bile bulamayan Aytmatov'un Stalin'e büyük öfke duymasına neden olmuş, ömrü boyunca hissettiği eksikliğin onun yüzünden olduğunu eserlerinde anlatmıştır. Aytmatov Cengiz Han'a küsen Bulut romanında da Cengiz Han'ı Stalin'le bağdaştırarak işlemiştir. Cengiz Han Batı seferine çıkmadan önce bir kâhin bu sefer esnasında onun üzerinde küçük beyaz bir bulutun dolaşacağını söyler. Cengiz Han bu seferin on yedinci gününde bu bulutu fark eder ve bunu Gök-Tengri'nin bir lütfu, kendisine göstermiş olduğu bir ayrıcalık olduğuna inanır. Fakat Cengiz Han, yasaklarına karşı gelerek çocuk sahibi olan Erdene ve Togulan'ı öldürttüğü için bulut onu terk 260 eder. Çünkü o Gök'ün arzu etmediği bir iş yapmıştır ebedi tanrı ise ona gönderdiği temsilcisini geri alarak Cengiz Han' i cezalandırır. Gök'ün artık kendisini kutsamadığını anlayan Cengiz Han savaştan vazgeçip geri döner. Cengiz Aytmatov Cengiz Han'ın acımasızlığıyla Stalin'in acımasızlıklarını karşılaştırmış, bu iki lider arasında benzerlikler kurmuştur. Bütün bunların sonucunda Cengiz Han'a küsen Bulut romanının çıkış noktası Stalin ve Sovyet Rusya'dır diyebiliriz. Sovyet zulmünden nasibini almış, savaşın acı ve acımasız yanını erken yaşlarda tatmış bir diğer edebiyatçımız da Cengiz Dağcı'dır. Cengiz Dağcı 1919 yılında Kırım’da dünyaya gelmiş bir Tatar Türk'üdür. Onun hayatı da isimdaşları Cengiz Han ve Cengiz Aytmatov gibi savaşın gölgesinde geçmiştir. İkinci Dünya Savaşı’na önce Rus saflarında daha sonra Almanlara esir düşerek Alman saflarında katılmıştır.(Korkunç Yıllar, Dağcı,1984) Savaşın en ağır sonuçlarını, yıkımını yaşamış, çok sevdiği yurdundan, ailesinden erken yaşlarda ayrılmak zorunda kalmış ve bir daha ne yurdunu ne de ailesini görebilmiştir. Bunu da tüm dünyaya duyurmak için kalemini kullanmış, hayatının birebir yansıması ve kendisinin sessiz çığlığı olan eserleriyle feryadını insanlığa duyurmak istemiştir. Bu eserlerin başında Korkunç Yıllar ve Yurdunu Kaybeden Adam romanları gelmektedir. Kitapların isimlerinden de anlaşılacağı üzere savaş Dağcı'nın ruhunda kapanmayacak yaralar açmıştır. Cengiz Dağcı neredeyse eserlerinin tamamında vatan ve ana hasretini işlemiştir. Bu duruma en güzel örneklerden birisi “Anneme Mektuplar” adlı eserinde geçen: “Yanında oturarak bütün ömrümü onun yüzüne baka baka yaşamaya razıydım. Anne…”(Anneme Mektuplar,1988) cümleleridir. Ana ve vatan kelimelerini bütünleştirerek bu kelimelere sayısız anlamlar yüklemiş, eserlerinde Türkçeyi kullanarak milli değerlerine ne ölçüde önem verdiğini de gözler önüne sermiştir. Bu yönleriyle Aytmatov ve Dağcı milletlerinin kültürlerinin taşıyıcısı olmuşlardır, diyebiliriz. SONUÇ Sonuç olarak aynı ismi paylaşmış, aynı coğrafyada farklı tarihlerde, farklı mücadeleler içerisinde yer almış üç Cengiz için de temel olan olgu savaştır. Savaş, hepsinin hayatına bir ölçüde dokunmuş ailelerine zarar vermiştir. Bunun sonucunda Cengiz Han kılıcıyla ve hırsıyla, Aytmatov ve Dağcı ise kalemleriyle yaşadıklarını yansıtmayı ve insanlara duyurmayı amaçlamışlardır. 261 KAYNAKÇA Atnur, G. (2000). Cengiz Aytmatov'un" Cengiz Han'a Küsen Bulut" Adlı Romanı Üzerine. Atatürk Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Enstitüsü Dergisi, (15). https://dergipark.org.tr/tr/pub/ataunitaed/issue/2845/38945 Aytmatov, C. (2014). Cengiz Han'a küsen bulut. Ötüken Neşriyat AŞ. Aytmatov, C. (2015). Toprak ana. Ötüken Neşriyat AŞ. Bulut Cengiz Han’a Niçin Küstü? (2019, Kasım 04) Mülakat (13 Mayıs 1992): Beşir Ayvanoğlu, Türkiye Gazetesi. Dağcı, C. (1989). Korkunç Yıllar (Vol. 4). Ötüken Neşriyat AŞ. Dağcı, C., & Dağcı, C. (1988). Bütün eserleri: Anneme mektuplar. Ötüken Neşriyat AŞ. Tulum, M. M. (2014). Cengiz Aytmatov’un İsmi Üzerine. Türkiyat Mecmuasi, 24(1), 91-97. 262 SONSÖZ Yaşadığımız çağ bilgi çağı. Ancak bilginin nasıl kullanılabileceği noktasında meziyet sahibi olmak bilgiye ulaşmak kadar önemlidir. Teknoloji araçlarının her alanda kullanıldığı bu çağda bilginin ulaşılabilir olmasından ziyade bilginin kullanılır olması önemli. Özellikle eğitim çağındaki öğrencilerin bilgiyi kullanmada yol göstericiliğe ihtiyaçları olduğu bir gerçektir. Bireyler teknolojinin bir nevi saldırganlığı karşısında var oluşunu koruma içgüdüsüyle, bu saldırıyı fark ettiği müddetçe, kendilerini okuma eyleminin koruyuculuğu altında bulur. Bilgiyle hemhal olan bireyler, anlamlı ve amaca hizmet eden bilgiyi kullanma noktasında merkezde okuma eylemiyle baş başa kalır. Çeşitli sözlüklerde okumak; yazılı bir metnin iletmek istediklerini öğrenmek, bir şeyin anlamını çözmek, anlamı kavramak ve değerlendirmek gibi ifadelerle tanımlanmıştır. Bütün bu özelliklerini bünyesinde barındıran bir kavram olarak okuma, nitelikleriyle kendisini konumlandırırken işlevselliğiyle de bireylerin dünyasında farklı katkılarda bulunur. Okumak; iletişimin parçası olmasının yanında kişinin algılama sürecinin gelişmesine de katkı sunar. Algılama yeteneği gelişen birey, kavramları zihninde canlandırırken farklı bakışları da bünyesinde barındıran bir anlam yolculuğuna çıkar. Böylece anlam beraberinde kelimeye vakıf olma sürecini de başlatır. Okumak eylemi, içinde disiplini, azmi, şevki ve uzun bir yolculuğu barındırır. Bu nedenledir ki okuma işi çabayı ve isteği beraberinde taşıdığı sürece temellendirilmiş bir hüviyet kazanır. Hüviyet kazanan okuma, okuyucuyu daima bir sonuca götürmez elbette. Ancak şunu muhakkak gerçekleştirir: Bilinçli okuma eylemi. Bilinçli okuma, modern dünyanın hıza kurban edilen eylemlerinden uzak kaldığı müddetçe anlam kazanır. Okunan her kelime ve cümle hızın soğuk koridorlarından uzak durdukça özümsenir. Anlayarak yapılan okuma, kavram dünyasının şekillenmesini sağlar. 263 Hızdan azade, anlamaya dayalı bu okuma farklı yöntemlerle desteklenirse bilinçli okuyucuya da ulaşmış oluruz. Kavramlarla düşünerek okuma, tarihi bakış açısıyla okuma, karşılaştırmalı okuma, tematik okuma vb. İster kavram temelinde okuma olsun, ister matematik, ister tarihi perspektif, ister sosyolojik, isterse karşılaştırmalı… Okuma yöntemlerini uzun bir listeyle belirginleştirebiliriz. Lakin tam bu noktada şunu görürüz: Hangi yöntemle okursak okuyalım, bilinçli okuyucu olma yolunda sağlam adımlar atmışızdır. Bizler de okuma yöntemlerinden kavram temelli okumayla şekillendirdiğimiz sempozyum zinciriyle farklı bir çalışmayı okuma işine gönül verenlerle buluşturduk. Tiryakizade Okuma Kulübü önderliğinde gerçekleşen “Liseler Aydınlarını Tanıyor” sempozyumuna katılan lise çağındaki öğrencilerimiz yukarıda bahsettiğimiz bilinçli okuyucu olma yolunda önemli mesafeler kat ettiler. Dâhil oldukları okuma gruplarının çerçevesini oluşturan aydınlarımızı tanımaları onlar için önemli bir şanstı. Daha önemlisi ise bilinçli okuyucu olma yolunda ilk adımları attılar. Yaptıkları okumalarla önce kavramları belirlediler. Ardından belirledikleri kavramları, öğrendikleri aydınların bakışıyla da destekleyerek okumalarının yönünü tespit ettiler. Yaptıkları kavram merkezli okumayla ileriki yıllarda olgunlaştıracakları düşünce dünyalarının başlangıç noktalarını oluşturdular. Ortaya çıkardıkları bildiriler ise akademik çalışma disiplinini tanımalarının ve bu disiplin içerisinde eser ortaya koymanın bir yansıması oldu. Aynı zamanda öğrencilerimiz okuma yolculuklarının bu aşamasında yani hem okuma hem de yazma safhasında okuma alışkanlıklarının güçlendiğini gördüler. “Liseler Aydınlarını Tanıyor” sempozyumu beş yıllık temponun bu seneki ayağıyla her geçen yıl ne kadar önemli bir çalışmaya imza attığının bilinciyle devam ediyor. Her yıl aydınlar ve aydınlarımızın kullandığı kavramların ışığında okumalar gerçekleştiren gençlerimiz ileriki yıllara sağlam bir düşünce yatırımı yapıyorlar. “Liseler Aydınlarını Tanıyor” sempozyumu bu kitapla, öğrencilerimize hem akademik çalışmanın yöntemlerini tanıtmayı başarmış hem de okuma alışkanlıklarının güçlendirilmesine yardımcı olmuştur. İleriki yıllarda da okuma kültürüne bu müstesna katkısını yapmaya devam edecektir. Selda BUĞRUL 264