sabah
ülkesi
üç aylık kültür-sanat ve felsefe dergisi
SAYI
44
Temmuz 2015
• İslam Müslüman Olmayana Ne Söyler?
Ekrem Demirli
• Fatih ve Emperyal Zihniyet Algısı
Önder Kaya
• İslam ve Kozmopolitizm
Tadd Graham Fernée
• Can Çekişen Dünyanın İmparatorluğu
Timothy Brennan
• Osmanlı‘da Barok ve Rokoko Mimari Üsluplar
Doğan Kuban
• Osmanlı Musevi Musikisi ve Sufi Bağlantıları
Edwin Seroussi
• Anthony A. Long, Mehmet Genç ve
Walter Zev Feldman ile Söyleşi
EDiTÖRDEN
sabah
ülkesi
İrtibat / Kontakt:
Merheimer Str. 229 • D-50733 Köln
T +49 221 942240-40
F +49221 942240-21
E
[email protected]
Yayıncı / Herausgeber:
İslam Toplumu Millî Görüş (IGMG-Islamische Gemeinschaft Millî Görüş e. V.) ve Sabah Ülkesi Derneği
(Verein zur Förderung der morgenländischen Kultur
e. V.) adına yayın sorumlusu Bekir Altaş
Genel Yayın Yönetmeni / Chefredakteur:
Ahmet Faruk Çağlar ( V. i. S. d. P. )
Yayın Kurulu / Redaktion:
Melek Paşalı
Burak Yedek
Yusuf Ziya Altıntaş
Mehmet Kandemir
Im Auftrag von IGMG - Islamische Gemeinschaft
Millî Görüş e. V. und „Sabah Ülkesi Derneği – Verein
zur Förderung der morgenländischen Kultur“
durch 99names communication GmbH erstellt
IGMG - Islam Toplumu Millî Görüş ve „Sabah Ülkesi
Derneği – Verein zur Förderung der morgenländischen Kultur“ adına 99names communication
GmbH tarafından hazırlanmıştır.
İlan Servisi / Anzeigenservice:
T +49 221 942240-40
F +49 221 942240-21
E
[email protected]
Abonelik / Abonnement:
T +49 221 942240-40
F +49 221 942240-21
Yıllık abone ücreti/Jahresabonnement:
20,- Euro
IGMG Genel Merkez üyelerine ücretsizdir.
Für Vereinsmitglieder der IGMG kostenlos.
Tasarım / Gestaltung, Baskı / Druck:
Yayıncı adına 99names communication GmbH
tarafından hazırlanmıştır.
Im Auftrag der Herausgeber durch 99names
communication GmbH erstellt.
Tiraj /Auflage: 15.000
Sabah Ülkesi dergisi T.C. Başbakanlık Yurtdışı Türkler
ve Akraba Topluluklar Başkanlığı tarafından desteklenmektedir.
ISSN 2195-6456
nlü felsefe tarihçisi Diogenes Laertios’un aktardığına
göre, Kinik filozof Diogenes nereli olduğuna dair bir soruya “dünya vatandaşı” olduğu şeklinde cevap vermiştir
ve “kozmopolis” ya da “kozmopolites” kavramlarının düşünce tarihine Kinik Diogenes ile girdiği yönünde genel bir mutabakat vardır. Ancak alanın uzmanlarından Anthony A. Long’un da
kendisiyle yaptığımız söyleşide dile getirdiği gibi, insanlığın birliği
ve insanoğlunun ortak doğası üzerine düşünceler Akdeniz (kültür
ve düşünce) havzasında, M.Ö. 5. asırda hâlihazırda bulunuyordu
zaten. Nitekim sofist filozof Antiphon da, Diogenes’den çok daha
önce, insanların doğaları bakımından aynı (ya da benzer) olarak yaratıldığını, herkesin aynı şekilde doğa yasalarına itaat etmek zorunda olduğunu ifade etmişti ve kozmopolit anlayışa sahip ilk filozof
belki de oydu.
Bu sayımızda, “küreselleşme”nin etkisiyle sınırların giderek anlamsızlaştığı ancak “ulusçu/ulusalcı” reflekslerin varlığını doğrudan ya
da dolaylı olarak hâlâ sürdürüyor olduğu (modern) dünyamızda
kozmopolitizmin anlamını ve dünden bugüne süregelmiş olan çeşitli görünümlerini dosya konusu olarak ele aldık. Bu çerçevede, Ekrem Demirli yazısında İslam’ın Müslüman olmayanlara ne sunduğunu/sunabileceğini tartıştı. Jörg Rüpke ilk kozmopolit devlet ya da
imparatorluk olarak nitelendirilen Roma İmparatorluğu’ndaki dinî
çoğulculuğun mahiyetini ve Avrupa din tarihi üzerindeki etkilerini özetledi. Önder Kaya Osmanlı İmparatorluğu’nun (Doğu) Roma
İmparatorluğu’nun devamı kabul edilip edilemeyeceğini Fatih Sultan Mehmet örneği üzerinden ele aldı. Osmanlı İmparatorluğu’nun
gerçek anlamıyla kozmopolit bir imparatorluk olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceğini ise M. Macit Kenanoğlu Osmanlı’daki azınlıkların sahip olduğu haklar ve statüleri bağlamında tartıştı.
İslam’ın özü itibariyle ve/veya Müslümanların tarih boyunca, farklı coğrafyalardaki uygulamaları itibariyle ne denli kozmopolit bir
anlayışa/tasavvura sahip olduğunu William Gallois ve Tadd Graham Fernée yazılarında etraflıca yorumlarken, Talisker Donahue
yazısında Kudüs’ün 19. asır sonu ile 20. asır başında sahip olduğu
kozmopolit iklimi aktardı ve Osmanlı Kudüsü’nün bugün de bölge
için örneklik teşkil edebileceğini savundu. “Son kozmopolit imparatorluk” Amerika’nın kozmopolitizm anlayışı ise Timothy Brennan
tarafından (oldukça eleştirel bir bakış açısıyla) kaleme alındı. Ünlü
Osmanlı iktisat tarihçisi Mehmet Genç ile yaptığımız söyleşiyi de
yine dosya kategorisinde yayımlamayı uygun gördük.
Dosya konumuza paralel olarak, kültür-sanat kategorimizde Doğan
Kuban İtalya’da başlayan Barok ve Fransa’da gelişen Rokoko mimari
üsluplarının klasik Osmanlı mimarisindeki yansımalarını özellikle
Nuruosmaniye ve Nusretiye camileri dolayımında ele aldı. Artık
büyük ölçüde kaybetmiş olduğumuz Osmanlı’daki hâkim kültürel
çeşitlilik ve bunun yol açtığı zenginliği Klasik Osmanlı Musikisi’nde
etkili olmuş Rum, Ermeni ve Musevi bestekârlar üzerinden Kudsi
Erguner, Edwin Seroussi ve Walter Zev Feldman özetledi.
Bir dahaki sayımızda görüşmek ümidiyle,
Ahmet Faruk Çağlar
iÇiNDEKiLER
6
14
10
FELSEFE
6
14
60
SÖYLEŞİ
10
4
sayı 44
07 | 2015
Anthony A. Long ile Helenistik
Felsefe ve Kozmopolitizm Kavramı
Üzerine
Muazzez Tümay
45
Mehmet Genç ile Söyleşi
Ahmet Faruk Çağlar
60
Walter Zev Feldman ile
Osmanlı Musikisi Üzerine
Burak Yedek
sabah
ülkesi
İslam Müslüman Olmayana Ne Söyler?
Ekrem Demirli
Gelişmiş Düşünce Biçimi ve Kozmopolitizm
“Avrupai” Aydınlanmanın Bir Mirası
Georg Cavallar
45
18
iÇiNDEKiLER
DOSYA
18
Roma İmparatorluğu’nda Dinî Çoğulculuk
ve Avrupa Din Tarihine Etkileri
Jörg Rüpke
22
Fatih ve
Emperyal Zihniyet Algısı
Önder Kaya
28
Osmanlı Devleti Kozmopolit miydi?
M. Macit Kenanoğlu
32
Kudüs
Şiddete Boyun Eğmeyen Kozmopolitizm
Talisker Donahue
36
İslam Kozmopolitizmi
William Gallois
40
İslam ve Kozmopolitizm
Tadd Graham Fernée
KÜLTÜR / SANAT
52
Can Çekişen Dünyanın İmparatorluğu
Timothy Brennan
56
Osmanlı’da Barok
ve Rokoko Mimari Üsluplar
Doğan Kuban
64
Osmanlı Musevi Musikisi
ve Sufi Bağlantıları
Edwin Seroussi
68
Müzik ve Medeniyet
Kudsi Erguner
72
Metropolis
Bir Şehre Ruh Aramak
Hasanali Yıldırım
76
Cenevre
Tarafsızmış Gibi Dünyaya Yön Veren Şehir
Kadri Akkaya
32
64
72
SON ÜLKE
80
Endülüs’e Serenat
Yılmaz Gümüş
TANITIM
82
Kitap Tanıtım
sabah
ülkesi
5
sayı 44
07 | 2015
FELSEFE
İSLAM MÜSLÜMAN OLMAYANA
NE SÖYLER?
“Rabbin kaza etti ki sadece O’na ibadet edeceksiniz.” (Ayet-i kerime)
“Kişi bunu bilse de bilmese de herkes sadece Allah’a ibadet eder.”
(İbnü’l-Arabi’nin ayete dair yorumu)
6
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
FELSEFE
Ekrem Demirli
slam kendisine inanmayanlara ne vadeder?
İslam’ın insanları ulaştıracağını beyan ettiği
“saadet” sadece Allah’a ve hakikate dair ortaya
koyduğu ilkelere “iman” edenleri mi kapsar?
Yoksa o ilkeler yerine başka “dinî” ilkelere iman
edenlere veya hiç inanmayanlara vaat ettiği bir şey olabilir mi? Kısaca İslam kendisinden olmayanlarla sahici
bir ilişki kurar mı? Böylesi sorular bir bütün olarak
İslam’ın insanlarla ilişkisi hakkında düşünülebileceği
gibi, daha özelde İslam’ı yorumlayan ve insanlığa bir
söz söylemeye çalışan Müslüman düşünürlerin insanlık mirasındaki yeriyle ilgili olarak da düşünülebilir.
Müslüman bir düşünür Müslüman olmayana “malzeme” olmaktan öte sahici bir katkı sağlayabilir mi? Çağımızda daha da yaygınlaşan bir
ilgi konusu olarak Mevlana Celaleddin Rumi, Yunus Emre veya
İbnü’l-Arabi gibi sufiler insanlık
mirasında neye karşılık gelir?
Meseleyi bu sorunlar zaviyesinden ele alırken ciddi bir sorunla
yüz yüze geldiğimizi fark ederiz.
Çünkü böyle sorular İslam veya
daha genel olarak “Dinin maksadı nedir?” sorusuyla yakından
alakalı olduğu gibi, felsefe ile din
arasındaki farklılık da bu noktada
tebarüz eder. Öte yandan bütün bu
sorular “herkes için geçerli olmak
ve herkese hitap edebilmek” anlamıyla İslam’ın evrenselliğinden
hangi anlamda söz edebileceğimiz
sorusuna eğilmeyi gerektirir. İslam hangi anlamda
evrensel olabilir? Bütün insanlara bulundukları hâl
üzere hitap edebilen ve onların dünyevi-uhrevi maslahatlarını ortaya koyan bir din midir İslam? Bu soruların değişik bakımlardan geçmişte ve günümüzde
cari olduğunu akılda tutmak gerekir. Müslüman düşünürler “iman” ve İslam’ın ilkelerini tahlil ederken
bu sorulara her zaman dikkat çekmişler, doğrudan ve
dolaylı olarak bu sorular onların gündeminde olmuştur. Bu itibarla İslam filozofları metafizik anlayışlarını
“akılcı” bir zeminde inşa ederken ortak bir evrensel dil
aradıkları gibi, Mutezile kelamcıları bu ortak insanlık dili -akıl- ile vahiy arasındaki mutabakat sorunu
üzerinde odaklanmıştı. Ehl-i sünnet ve öteki kelam
ekollerinde ise “dinî” düşünce tarafı daha ağır basmış,
aklın imkânları sınırlı kabul edildiği ölçüde evrensel
dilden uzaklaşmışlardı. Bununla birlikte bu sorunlar
onlar için de bir mesele olarak kalmıştı. Aslında bü-
tün mesele şurada özetlenmekteydi: “Din insan için ne
anlam ifade eder?” Bu soruyu geliştirdiği kurumları ve
düşüncesi üzerinden dikkate alırsak, “Bu düşüncenin
ve kurumların muhatabı kimdir, kime neyi kazandırır?” şeklinde de sorabiliriz.
Mesele sadece İslam’ın öteki insanlara ne verdiğiyle
sınırlı değildi! Bunun yanı sıra Müslümanlar kendilerinin dışındaki inançlarla ve felsefi-kültürel mirasla
ilişki kurarken bu sorulara dair cevapları onların bakış açılarını belirlemişti. Çünkü bu noktada da aynı
sorun kendini göstermekteydi: “Bir Müslüman kendi
inancının dışındaki ve hatta o inanca tamamen zıt bir
inanca sahip bir düşünürü ‘sahici’ bir şekilde okuyabilir ve onunla ‘insanlık’ müşterek
zemininde irtibat kurabilir mi?”
Müslümanlar başından beri bu
sorunun farkında olmuşlardı. Bu
bahiste dikkate değer husus İslam geleneğinde sözü edilen “yüz
yirmi bin küsur” peygamberden
hareketle her düşüncenin ve kültürel unsurun nübüvvet kaynaklı
olabileceğine dair kadim telakkidir. Müslümanlar için doğru olan
şu veya bu şekilde “nübüvvet”
kaynaklı olmalıydı. Genellikle bu
doğru “bağlamından kopartılmış”
veya “yanlış ifade edilmiş” olmakla
malul, noksan bir doğrudur. Öteki
kültür ve felsefelerle ilişki kurmak,
noksan doğru ile ilişki kurmak
demekti. Bu durumda İslam kendi dışındaki kültürlerde ve felsefelerde yer alan eksik
doğruları ikmal edecek bir çerçeve ortaya koyarak
noksanı “ikmal” ameliyesi görür. Bu yazıda bu soruna
biraz daha farklı bir açıdan eğilmek istiyoruz.
İslam Müslüman olmayanlara yönelik genel bir hoşgörü ortaya koyabilmiştir. Bu itibarla İslam’ın “hoşgörülü” bir din olduğu hakkında mümin olmayanlar
arasında da yaygın bir kanaat vardır. Bu hoşgörünün
yegane istisnası müşriklerdi. Naslarda müşrikler hakkındaki kesin ve dışlayıcı tavır, bilhassa “Ehl-i kitap”
denilen “muharref ” dinlerin mensupları olmak üzere,
öteki dinlere mensup insanlara gelince göreceli bir şekilde yumuşar ve yerini birlikte yaşama iradesine bırakır. Üstelik İslam’ın dile getirdiği bu hoşgörü günlük
hayatta herhangi bir yetkisi ve gücü olmayan sıradan
insanların ilişkisiyle sınırlı veya yüzeysel bir tebessümle kendini gösteren içten pazarlıkçı ve “takiyeci”
sabah
ülkesi
7
sayı 44
07 | 2015
FELSEFE
bir hoşgörü olmadı, kuşkusuz! İslam ahlak nazariyesi
teorik olarak bu hoşgörünün zeminini teşkil edecek ve
ona meşruiyet kazandıracak şekilde tekemmül etmiş,
merhamet, adalet, doğruluk, samimiyet gibi temel ahlaki ve insani değerler bu eksende tanımlanmıştı. Hz.
Peygamber müşrik bir toplum içinde “emin” vasfını
kazandığı gibi herhangi bir Müslüman için ahlak zaman, mekân ve muhatapları bakımından “ertelenebilir” bir davranış olamazdı. Her Müslüman yaşadığı zaman, mekân ve muhatap kitlesi içinde “ahlaklı” olmak
zorunda idi. Aslında hoşgörüyü meşru ve zorunlu
kılan şey, bu ahlak nazariyesi idi. İslam ahlak metinlerinde özellikle öğretinin geniş kesimlere ulaşmasında
büyük rol oynayan menkıbelerde bu bahiste birçok
örnek zikredilir. Bu örneklerde bir Müslümanın farklı
inanç sahibi başka birisine dahi merhametli olması,
sabırlı ve tahammüllü olması, cömertlikte ayrım yapmaması gibi unsurlar işlenir. Sözü edilen menkıbeler
İslam ahlakının muhataba veya zamana ve mekâna
göre değişmediğini dikkate alarak, ahlakın temel ilkelerinin bir Müslümana yönelik davranışta olduğu
gibi Müslüman olmayana karşı da ortaya çıkması gerektiğini işlemiştir. Müslüman ahlakçılara göre ahlaklı
olmanın yegane sebebi vardır: Allah ahlakın kaynağı
olduğuna göre ahlak bizatihi iyi olandır! İnsan her
kayıt ve şart altında ahlaklı olmalıdır ve bu noktada
muhatabın Müslüman olması veya olmaması durumu
değiştirmez. Öte yandan bu ahlakın hukuki çerçevesini oluşturan dinî hükümlerin illetleri bahsi dikkate
değer unsurlar taşır. Her şeyden önemlisi can güvenliği evrensel bir ilkedir. İslam’da bütün hükümlerde
gözetilen ana ilkelerden birisi budur ve bu noktada
Müslüman olmak veya olmamak birdir. Öte yandan
akıl, nesil, din güvenliği de benzer şekilde değerlendirilebilir. Öyleyse İslam hukuku ve ahlakı kendisine
inanmayanı da dikkate alarak bir teori ortaya koymuş,
“evrensel” norm inşa edebilmiş, yeryüzünde insanın
maslahatı için gerekli tedbirleri almıştır. Hatta sadece
insanların da değil! Bazı ayetleri ve hadisleri dikkate
alırsak -yeryüzünde insanların yaptıkları sebebiyle fesadın çıktığından söz eden ayetin çağdaş yorumlarını
hatırlarsak- yeryüzünün ve öteki canlıların maslahatını da dikkate almıştır. Yaklaşık son iki asırdır Müslümanların İslam’dan hareketle siyasal ve toplumsal bir
teori –kısmen ideoloji– geliştirebilmelerinin temel nedenlerinden birisi buydu: İslam bütün insanlığa yeryüzünde ve/veya ahirette kurtuluş sunabilecek çareler
ortaya koymuştur. Yeryüzünün ve içindeki tüm varlıkların selameti kadar insanın en azından yeryüzündeki
selameti bu kanunlara uymaya bağlıdır.
Bu nokta, yani İslam’ın insanların yeryüzündeki
maslahatlarını temin edebilme ve bunun için gerekli
tedbirleri alabilme imkânları onu ideolojilere ve felsefelere yaklaştırır. Bu itibarla İslam’dan toplumsal
8
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
FELSEFE
ve bireysel hayat için devşirilecek çareler olabilir ve
“iman” ilkesinden yoksun şekilde bile olsa İslam ile
irtibat kurmak, onun hükümlerinden ve öğretilerinden bir maslahat elde etmek mümkündür. Bu itibarla
İslam’ın hukuki hükümleri başta olmak üzere, ahlaki
hükümleri, dinî düşünceyi inşa ettiği metinleri, sanatı
vs. “iman”dan bağımsız olarak değerlendirilebilecek
şekilde makuliyete sahiptir. Hatta bunu daha ileri götürerek, ibadetlere tatbik etmek bile mümkündür: Mesela oruç bir perhiz olarak düşünülebilir ve insanlar
sağlıklı kalmak maksadıyla bundan yararlanabilirler.
İslam’ın bu şekilde bir imkâna sahip olabilmesinin temel sebebi Allah’ın hükümlerinde kullarının her türlü
“maslahatını” gözetmiş olmasıdır. Mutezile kelamcıları
tarafından yorumlandığı hâliyle maslahat fikri, İslam’ı
makul bir ideolojiye en çok yaklaştırabilecek ilkelerin
başında gelir. Bu yönüyle İslam’ın inşa ettiği cemiyet ve
şehir değerleri müminlerin olduğu gibi öteki insanların yeryüzünde mutlu ve huzurlu yaşayabilmesinin de
zemini olabilir. Çünkü bu şehrin üzerine kurulduğu
ferdî ve içtimai hayatla ilgili değerler, temel insanlık
değerleriyle uyumlu veya en azından onunla çelişmeyen unsurlardan oluşur. Bu bakımdan İslam insanlık
mirasından yararlandığı gibi, ona doğrudan ve dolaylı
olarak katkı da sağlamıştır. Herhangi bir Müslüman
düşünürün “iman” ilkesini paranteze alarak inanmayan birisine yakın gelebilecek tarafı bu insanî maslahat ve doğruluk ilkesi olmalıdır. Buradaki makuliyet
ve insanilik İslam’ın takiyye yapmasını gereksiz kılar.
Çünkü İslam’ın hükümleri dünyadaki saadeti istilzam
edebilecek mahiyettedir ve bu nesnel bir hükümdür.
Peki İslam’ın herkese –hatta yeryüzüne– bir saadet
getirebileceğinden söz etmek bu huzuru mutlak bir
necata taşır mı? Başka bir ifadeyle İslam’ın yeryüzünde saadete taşıdığı insanlar için uhrevi bir saadetten
söz etmek mümkün müdür? Burası İslam’ın yukarıda
sözünü ettiğimiz felsefelerden ve ideolojilerden ayrıştığı noktadır. İslam’ı bir din kılan vasıf mutlak bir iradeye ve kudrete teslimiyet ve inkıyat ilkesidir. Buna
iman diyoruz. İman sadece insanı Allah’a bağlamış
olmakla kalmaz; bunun neticesi olarak yeryüzünü
ahirete, dünyevi olanı uhrevi olana, zamanlı ve yaratılmış olanı ezelî ve ebedî olana bağlar, bütün bunlar
arasındaki “irtibat” noktası imandır ve her şeyin esası
da imandır. Bu nedenle İslam’ın esas meselesi Allah
ve insan ilişkisini “iman” üzerinden temindir. İnsanın esas maslahatı böyle gerçekleşeceği gibi necat da
iman ile mümkün olacaktır. İnsan Allah’a iman eder,
o imanın gereğine göre hareket ederse kurtuluştan
söz etmek mümkün olabilir. Bu durumda saadet bu
imanın bir neticesi olarak ortaya çıkar.
Bu noktada akla gelebilecek önemli bir örneği zikredebiliriz. Bu örnek karanlık bir odada fili tanımlayama
çalışan insanların hikâyesidir. Bunu körlerin fili anlatması şeklinde de düşünebiliriz. Karanlık odadaki
insanlar fili tarife çalışırken sadece dokunma duyularından yararlanabilirler. Herkes kendi durumuna
göre fil hakkında bir hüküm verir ve onu tarif eder.
Neticede birbirinden farklı “fil tarifleri” ortaya çıkar ve fil hakkında bir çatışma yaşanır. Çatışmanın
olmaması için bir şey lazımdır; fili birisi görmeli ve
herkese neyi gördüğünü anlatmalıdır. Bu misal esas
itibarıyla delillerin denkliği ilkesinden hareketle göreceliği izah etmek üzere verilmiş meşhur bir misaldir. Fakat misali yanlış anlamak pekala mümkündür.
Çünkü odadaki insanları farklı dinlerin ve düşüncelerin mensupları sayıp İslam’ı da onlardan birisi
kabul edersek, bu hikâyenin son yorumcularından
birisi olan Mevlana’dan uzaklaşırız. Mevlana hikâyeyi odadaki insanların durumunu anlatmak üzere
değil, fili bütün gören adına anlatmıştır. Fili bütün
olarak gören ise din olarak İslam, kişi olarak Hz. Peygamber’dir. İslam diğer dinlere mensup insanlarla ve
kültürlerle ilişkisinde bu misal üzere irtibat kurar.
Herkes filin bir kısmını görmüştür ve kendince bir
fil anlayışına sahiptir. İnsanların hakikatten nasibine
düşen bu kısım olduğu gibi yeryüzündeki maslahat
ve saadet bu hakikat bilgisiyle sınırlıdır. İslam ise fili,
odayı, karanlığı ve odadakileri bilendir. Bu durumda
hakikat bilgisine göre şehri ve değerleri inşa etmek
İslam’ın hakkı olduğu gibi fille irtibatlı insanlara bütünlüğü anlatmak da onun hakkı ve görevidir. İnsanın saadeti filin bir kısmını bilmekle gerçekleşmez,
bu aşikârdır! Bizi saadete taşıyacak olan filin bütünü
hakkındaki bilgidir. Böyle bir bilgi ise iman ve teslimiyetten ortaya çıkar. İslam kendisinin inşa ettiği
şehirde öteki insanları fili sadece bir parçasıyla tanımış kişiler kabul ederek irtibat kurarken tehlikeye de
dikkati çeker. Bu tehlike “parça” ile yetinme temayülüdür. İnsan böyle bir “cüzi” bilgi ile yetinme temayülüne sahiptir ve insan için büyük tehlike buradadır.
Bunu bilimler arası irtibatlarla açıklamak istesek,
metafizik ilmiyle öteki tikel ilimlerin ilişkisini hatırlayabiliriz: Biri külli ve tamı bilirken öteki ilimler
cüziyi bilir; biri bizatihi var ve meşru iken ötekiler
metafizik sayesinde var ve meşru olur. İslam bu yorumla kendisini “kaim kılıcı” ilke kabul ederek şehri
inşa eder. Hoşgörünün çerçevesini bu “kaim kılıcılık”
belirlediği gibi sahih “iman”dan yoksun olanlar için
yeryüzü hayatıyla sınırlı saadet de buradan ortaya
çıkar. Bu yorumla “evrensel olmak” mutlak hakikate mutabık olmakla örtüşerek yeni bir mana kazanır.
Davet ederken “evrensel” olan İslam mutlak saadeti
sadece bu küllinin bilgisine erenlere sunacaktır. İslam’ın dile getirdiği sahih iman ilkelerinden mahrum
kalanlar için İslam’ın söyleyeceği yegâne şey şudur:
“Dünyada kördünüz (karanlık oda), ahirette de!”
sabah
ülkesi
9
sayı 44
07 | 2015
SÖYLEŞİ
ANTHONY
A. LONG
HELENİSTİK FELSEFE VE
KOZMOPOLİTİZM KAVRAMI ÜZERİNE
Prof. Dr. Anthony A. Long Helenistik Felsefe ve Stoa Felsefesi alanlarında çalışmalarını sürdüren, yaşayan en önemli felsefecilerden biri kabul ediliyor. İngiliz asıllı
olan Long 30 yılı aşkın bir süre Amerika
Birleşik Devletleri’nde akademik araştırma
ve çalışmalarda bulunmuş. Yale, Oxford,
Princeton gibi prestijli birçok üniversitede
öğretim görevlisi olarak da çalışan Long
son olarak Berkeley Üniversitesi’nde Yunan
ve Roma Felsefesi ve Edebiyatı alanlarında
dersler vermiş. Prof. Long ile Helenistik Felsefe ve Stoa Felsefesine, ve yine bu dönem
ve ekollere ait filozoflardan neşet eden kozmopolitizm kavramına dair kısa bir söyleşi
gerçekleştirdik.
10
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
SÖYLEŞİ
Muazzez Tümay
Stoacı filozoflar ve genel olarak Helenistik dönem filozofları “eklektik” olmakla, felsefe alanında pek
de “orjinal” olmamakla itham edilir. Sizi “pek de orjinal olmayan” bu
alanda çalışmaya/uzmanlaşmaya
iten sebepler neydi?
1960’larda kariyerime başladığım zaman, Helenistik felsefe ve özellikle de
Stoa felsefesi, bilhassa memleketim
İngiltere’de epey ihmal edilmiş bir
çalışma alanıydı. Bununla beraber, o
dönem henüz yayımlanmış olan birkaç kitap (ki bunların başında Benson
Mates’in Stoic Logic kitabı ile S. Sambursky’in Physics of the Stoics’i gelir)
söz konusu alanlara bir giriş imkânı
sağlamış, bu iki alanda [mantık ve
fizik alanlarında] Stoa felsefesinin özgünlüğünü ortaya koymuş ve büyük
dikkat çekmişti. Ben de Stoacılığın ve
bilhassa bu ekolün sonraki düşünceler
üzerinde güçlü etkisi olan etik alanındaki görüşlerine dair kapsamlı bir
çalışma yapmak ve bu alanda yazmak
umuduyla onların yolunu takip etmeye karar verdim.
Stoacıların ve Helenistik felsefenin
eklektik olduğu yargısına gelince: Bu
yargının artık eleştirilmesinin dahi
modası geçti. Günümüz uzmanları bu
ithamı kesinlikle kabul etmiyor.
Fakat bugün dahi, hemen hemen
bütün felsefe tarihi kitaplarında Helenistik felsefe okullarının görüşleri
eklektik olarak nitelendirilir; Stoacılar, Epikürcüler, Kinikler vs... Bu
yargı bir ölçüde de olsa doğruysa,
hangi sosyal ve siyasal şartlar “Yunan Mucizesi”ni doğurdu ve neden
Helenistik dönemde aynı yaratıcılıkta bir felsefi etkinlik sürdürülemedi?
Az önce ifade ettiğim gibi, bana kalırsa “eklektik” tanımlaması Stoacı felsefe için kesinlikle doğru bir
tanımlama değil. Bu, 19. yüzyılda
Vorlesungen über die Geschichte der
Philosophie’sinde Helen felsefesinin
önemini oldukça hafife alan ve sonraki yüzyılda onun hakkında menfi
düşüncelerin oluşmasına neden olan
Hegel felsefesinin etkisi altındaki
Almanya’da ortaya çıktı. Helenistik
dönem, esasında, felsefe açısından
fevkalade yenilikçiydi. Başlangıçta
Epikürcü ve Stoacı olmak üzere yeni
felsefe okulları kuruldu; Platoncu
Akademi ve Aristotelesci Peripatetik
okullar da gelişmeye devam etti. Ne
yazık ki, bu dönemde üretilen felsefe literatürü, dağınık bir formda ve
daha sonraki dönemlerde yaşamış
Romalı düşünür ve yazarların derlediği yazılar üzerinden hayatta kalabildi. Orijinal eser ve metinlerin bu
şekilde kaybolması ise bu dönemin
Platon ve Aristoteles’in ilk yıllarına kıyasla daha az yaratıcı olduğu
yönünde yanlış bir izlenime neden
oldu. Aslında Yunan felsefesi, Helenistik dönemin ilk yıllarında, diğer
herhangi bir döneminde olduğundan
çok daha aktifti ve toplum üzerinde
çok daha fazla etkiye sahipti. Bu dönem, sadece Stoacılık ve Epikürcülük
arasında değil, Şüphecilik ve Kiniklik
arasında da seçim yapabilmeleri için
öğrencilere ilk kez farklı felsefelerin
sunulduğu bir zaman dilimidir.
Kültürel, sanatsal ya da fikrî sıçramalar için farklı görüş ve düşüncelerin birbiri ile iletişime/etkileşime
geçmesi gerektiği ifade edilir. Helenistik dönem -Roma imparatorluğunun kozmopolit yapısıyla- Yunan’a göre çok daha fazla farklılık
barındırmıyor muydu içinde? Buna
rağmen neden Roma’da felsefe Yunan’ın gölgesinde kaldı ve büyük
ölçüde pratik felsefeye (ahlak felsefine) yoğunlaşıldı?
Bu görüşü ben de paylaşıyorum: İnsanlar bir dizi kültürden farklı fikirlere maruz kaldıklarında, bu durumdan
medeniyetler en iyi şekilde neşet eder.
İşte bu durum Yunan felsefesinin ilk
döneminde, yakın doğu’daki düşün-
sabah
ülkesi
11
sayı 44
07 | 2015
SÖYLEŞİ
celer sömürgeleşmenin sonucunda Yunan şehir devletlerine duhul
ettiğinde yaşandı. Bu aynı şekilde
Helen dünyası için de doğruydu.
Önde gelen Stoacı filozofların hemen hepsi doğudan; Kıbrıs, Tarsus, Babil ve Apamea’dan gelen
göçmenlerdi. Roma İmparatorluğu
geliştikçe Roma medeniyeti felsefe
de dâhil olmak üzere, tüm alanlarda Yunan kültürünün güçlü etkisi
altına girdi. Roma’nın kendine has
bir felsefe okulu yoktu; felsefi ve bilimsel düşüncelerini, bilhassa Epikürcülük ve Stoacılığı Yunan’dan
devralmıştı. Bu iki rakip okulun
temel amacı, bir yaşam felsefesine
sahip olan takipçiler oluşturmak
ve böylece Roma’nın etik üzerine
yoğunlaşmasını temin etmekti.
Hasılı Roma [dönemi filozofları]
etik üzerinde yoğunlaşıyordu. Bu
yoğunlaşma özellikle Cicero ve Seneca’nın yazılarında açıkça görülür.
Ancak yeni Helenistik felsefe okullarının en başından beri öncelikli
amacı işlevsel olmaktı. Epikür, ruhun acısını ortadan kaldırmıyorsa
felsefenin bir işe yaramadığını söylemiştir. Bunu söylerken felsefeye
zihin sağlığının temeliymiş gibi
yaklaşmıştır, çünkü ona göre iyi bir
yaşam, doğru değerlere ve hakikatin doğru bir şekilde anlaşılmasına
bağlıdır. Stoacılar da felsefenin terapötik/sağaltıcı değeri açısından
benzer bir görüşe sahiptir. Her iki
okulda da bilim -Aristo felsefesinde olduğu gibi- sadece kendisi
uğruna yapılmamaktadır; onun
amacı, öğrencilerine hayatın iniş ve
çıkışları karşısında sakin ve rasyonel davranma, aile, dostlar ve yurttaşlarla iyi ve mesut ilişkiler kurma
yeteneği kazandırmaktır.
Etiğe yoğunlaşılmasında sosyal
ve siyasal şartların etkisi ne ölçüdeydi? Neden felsefenin diğer alt
disiplinlerinde de aynı derecede
etkin olmadılar?
Az önce ifade ettiğim gibi, Roma’da kökleşen Yunan felsefeleri,
en başta Stoacılık ve Epikürcülük
idi, Romalılar bu okulların pra12
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
tik ve etik yönlendirmesini tevarüs ettiler. Fakat bunun yanı sıra
Roma kültürü, eğitimi ve ideolojisi geleneksel olarak düşünceden
ziyade eyleme odaklanmaktaydı.
Roma toplumu öncelikle devlet ve
kişisel başarıda etkinliğe değer veren bir toplumdu. Platon’un Akademisi, Aristoteles’in Lisesi ya da
İskenderiye Kütüphanesi gibi salt
teorik çalışmaların yapıldığı kurumlar Roma’da mevcut değildi.
Farklı kültürlerin biraradalığının zenginleştirici etkisine dair
soruyu II. Yunan olarak nitelendirilen, 18. ve 19. yüzyıl Almanyası için de sormak mümkün. Bu
yargıyı çürütür nitelikte, mezkur
dönemde Almanya’da herhangi
bir kültürel ve sosyal zenginlik/
çeşitlilik gözlenmiyor, ancak göz
kamaştırıcı bir felsefi etkinlik var.
Hasılı felsefi, kültürel ve sanatsal
üretkenlik/verim için ne tür sosyal ve siyasal şartlara gereksinim
var? Bunun genelgeçer bir cevabı
verilebilir mi?
Bu soruya kolayca cevap veremeyeceğim. Her kültür nevi şahsına
münhasırdır ve felsefi etkinliği
teşvik eden şartlar büyük ölçüde
birbirinden farklıdır. Ancak şunu
söyleyebilirim; felsefenin bizatihi
kendisi çok bileşenli bir etkinliktir.
Çin’deki Mencius veya Fransa’daki Montaigne, ya da Almanya’daki
Kant ile Frege arasındaki farkı bir
düşünün! Sorunuzun, farklı ülkelerin kurumlarına ve bilhassa da üniversite sistemlerine, kariyer yollarına ve aynı zamanda siyasi ve dinî
yapılarına -mesela Katoliklik, Protestanlık ve Marksizme- referansla
uzun uzun üzerinde düşünülmesi
ve cevaplandırılması gerekiyor.
Kozmopolitizm üzerinden devam etmek istiyorum. “Kozmos-polis” ya da “evren-şehir”
kavramının kökleri Helenistik
dönem filozoflarına dayanıyor,
malum. Hangi sosyal şartlar
böyle bir kavramın ve dünyaya/
insanlara kozmopolit bir bakışın
doğmasına yol açtı? Kavramı ilk
kez kim kullandı? Daha önemlisi dünyaya/insanlara kozmopolit
bakış bilinçli bir tercih miydi,
yoksa sosyal ve siyasal şartlar mı
bu bakışı zorunlu kıldı?
İnsanlığın birliği ve insanoğlunun
ortak doğası üzerine düşünceler
Yunan’da, milattan önce V. yüzyılda zaten ortaya çıkmaya başlamıştı. Fakat kozmopolitizm büyük bir
düşünce olarak felsefe literatürüne
Kinik Diyojen’in hayatı ve öğretisiyle girmiştir. Hayatına Karadeniz’de, Sinop’ta başlayan Diyojen,
sokaklarda “terk edilmiş” olarak,
fakirlik içinde yaşadığı ve medeni hayatın sahteliğine ve lüksüne saldırıda bulunduğu Atina’ya
göçmüştür. Diyojen’in kullandığı
“kozmopolit” kavramı başlangıçta olumsuz çağrışımları olan bir
kavramdı ve onun herhangi bir
cemaate bağlılık borcu olmayan
bir “dünya vatandaşı” olduğunu
ifade ediyordu. Kinik düşüncenin
geleneksel toplum eleştirisi Stoacılığın kurucularını etkilemiştir,
fakat onlar bu kavramı, cinsiyetine ve ırkına bakılmaksızın herhangi bir insanın uygulayabildiği
ve uygulaması gereken değerleri
ve normları öğretme maksadıyla olumlu yönde dönüştürmüş ve
kullanmışlardır. Kozmopolitizm,
bu anlamda, Büyük İskender’in
fetihleri sonucu Mısır, Anadolu,
Kuzey Afrika, Suriye ve Arabistan üzerinden Helen kültürünün
yayılmasıyla da gelişmiştir. Bu
toplumsal ve siyasi koşullar Stoacı
felsefenin ekümenik bakışını güçlü bir şekilde desteklemiştir.
Tarihin gördüğü ilk kozmopolit
imparatorluk Roma mıydı? Roma’yı çağdaşı olan diğer devlet ve
imparatorluklardan ayıran hususlar nelerdi?
Roma İmparatorluğu’nu İran ve
Çin gibi daha erken dönem imparatorluklarından ayıran şey onun
kadınlara yasal haklara sahip tam
vatandaşlar olarak muamelede bu-
lunması ve fethedilen halklara vatandaşlık sunan kozmopolit hukuk
sistemiydi. Bu nedenlerle, evet, onu
ilk kozmopolit imparatorluk olarak tanımlayabiliyoruz. Elbette ki,
onun ekonomik sisteminin büyük
bir bölümü köleliğe dayanıyordu,
ancak kölelerin özgürlüklerini kazanmaları yönünde pek çok fırsat
bulunmaktaydı; zaten özgürlüğünü
kazanan çoğu köle zenginleşmiş ve
siyaseten güçlü hâle gelmişti.
Batı köklerini belirli alanlarda
Roma İmparatorluğu’na dayandırıyor, malumunuz. Buna
karşın Roma imparatorluğunun
kozmopolit atmosferi bugün
dahi Avrupa’da gözlenmiyor. Avrupalı ulus devletlerin kozmopolitizmin kendilerine sağlayabileceği faydaların pek de bilincinde olmadığı söylenebilir mi?
Aslında bakarsanız modern Avrupa çok karmaşık bir tarihe sahip.
İngiltere ve Fransa gibi bazı devletler 15 asır öncesine uzanıyor.
Almanya ve İtalya gibi diğerleri
ise ancak 19. yüzyılda birliklerini
sağlayabilmişler. İster eski ister
yeni olsunlar, ulus devletler daima
özgürlüklerine ve özgün kimliklerine düşkündür. EEC’nin (Avrupa
Ekonomik Topluluğu) varlığı Avrupa’ya bazı kozmopolit yararlar
sağlamıştır, fakat bunlar siyasi
olmaktan çok toplumsal ve ekonomiktir. Roma imparatorluğuyla
gerçekten kıyaslanabilir bir şeyin
tekrar ortaya çıkmasıyla ilgili olarak kısaca şunu söyleyebilirim;
Avrupa’da çok fazla sayıda bağımsız devlet bulunuyor.
Roma kozmopolitizmi bugün
için insanlığa bir örneklik sunabilir mi? Yoksa bambaşka bir zaman ve mekânda yaşanan bu kozmopolitizmin bugün için örnek
alınabilir bir yönü kalmadı mı?
Roma imparatorluğu, insanlık tarihinin şimdiye dek gördüğü kültürlerarası özelliklere ve hukuken iyi
bir yönetime sahip en başarılı ve en
Roma imparatorluğu, insanlık tarihinin
şimdiye dek gördüğü
kültürlerarası özelliklere ve hukuken iyi
bir yönetime sahip en
başarılı ve en uzun
soluklu devletidir.
uzun soluklu devletidir. Günümüz
için en cazip yönü ise, sanırım, ulus
devletlerin aksine farklı eyaletlerinin kapsayıcı olmasıdır. Judea ve
İngiltere gibi eyaletlerde zaman
zaman yerli isyanlar olagelmiştir,
ancak Pax Romana (Roma Barışı) bütün Avrupa ve Ortadoğu’da,
kendinden sonraki hiçbir siyasi
düzenin yakalayamadığı ölçüde
büyük bir barış sağlamıştır. Roma
kozmopolitizmi modern tarihin
zehri olan milliyetçiliğe direnmiştir. Ancak yine de unutmamalıyız
ki, imparatorluğu denetim altında
tutan şey geniş bir askerî mekanizma ve emperyal otokrasi idi, demokratik kurumlar değil.
Sizin de yaşıyor olduğunuz Amerika ne ölçüde kozmopolit bir
“imparatorluk”? Roma ve tarihin gördüğü diğer kozmopolit
imparatorluklarla kıyaslanınca
Amerikan kozmopolitizminin
geçmişten ayrılan ve onunla benzeşen yönleri neler?
Bu, derinlemesine cevap vermeye
teşebbüs edemeyeceğim kadar geniş bir soru. ABD 50 eyaletten oluşan bir federasyon, Washington
DC’deki federal hükûmetin üstünde her birinin kendi idaresi var.
Bu, mevcut durumu daha merkezî
bir sisteme sahip olan Roma imparatorluğundan farklılaştırıyor.
Ancak ABD’nin iki anlamda koz-
Roma kozmopolitizmi
modern tarihin zehri
olan milliyetçiliğe
direnmiştir.
SÖYLEŞİ
mopolit olduğunu söyleyebilirim.
Birincisi; renk, ırk ve din yasal
olarak Amerikan vatandaşlarını
kısıtlamıyor. İkincisi; Amerikan
vatandaşları kendilerini anayasal
haklarla bağlanmış tek bir toplum
olarak görüyor.
Her halukârda Amerika’nın kozmopolit bir toplumun faydalarının çok daha farkında olduğu ve
halkını bütün dünyadan kendisine çektiği insanlarla zenginleştirmeye çalıştığı söylenebilir sanırım. Bunun bir sonucu olarak
da, felsefe de dâhil olmak üzere
bütün akademik disiplinlerde en
iyi üniversite ve kurumlara sahip.
Ne dersiniz?
ABD’de halk kozmopolitizm’den
sizin bahsettiğiniz şekilde bahsetmiyor. Onların kendi toplumlarında en çok değer verdikleri şeyler
din ve hayat tarzı özgürlüğü, yerel ve ulusal düzeyde demokratik
yönetim ve “Amerikan rüyası”nı
yaşama imkânı tanıyan ekonomik
fırsatlar. ABD halkı tarihsel kökleri
itibariyle göçmen bir toplum. Bu
toplum sayısız ülkeden göçmen kabul etmesiyle de çok büyük oranda
zenginleşmiştir, fakat bugün çoğunlukla ekonomik baskılardan
ötürü, kozmopolitizmin faydalarından ziyade, Çin gibi diğer süper
güçlerin önüne geçmek gibi bir
kaygı ağır basmaktadır.
Felsefeye gelince, Amerikan üniversiteleri, sizin de söylediğiniz
gibi bugün diğer akademik alanlarda olduğu gibi mutlak surette başı
çekmektedir. Fakat bu durumu
Amerikalıların kozmopolitizme
olan ilgisine atfetmek doğru olmaz.
Amerikan üniversitelerinin üstünlüğü, en başta mali gücü ve araştırma imkânları dolayısıyladır. Bu
durum, onların dünya üzerindeki
en iyi akademisyenler için etkin
bir rekabet ortamı sağlamasına yol
açıyor ve bu da neticede Amerikan
üniversitelerini yabancı öğrenciler
için çok cazip birer kariyer yolu hâline getiriyor.
sabah
ülkesi
13
sayı 44
07 | 2015
FELSEFE
GEL ȘM Ș DÜȘÜNCE B
VE KOZMOPOL ZM
“AVRUPA ” AYDINLANMANIN B R M RASI
ozmopolitizm, insanların etnik
köken, din, ırk, bölge veya siyasi
görüşlerine bakılmaksızın tüm
dünyayı kapsayan bir topluma
ait olduklarını veya olması gerektiklerini savunan bir teoridir. Günümüzde kozmopolitizmden bahsedildiğinde, daha çok onun
bir tür küresel hukuk düzenini savunan siyasi yönüne atıf yapılır, yani bir dünya devletine.1 Küresel bir pazar ve iktisadi uyum
talep eden ekonomik veya ticari kozmopolitizm ise doğal hukuka bağlı kozmopolitizmden ve onun modern şekli olan insan
haklarına, daha doğrusu bireysel hukuka
bağlı kozmopolitizmden farklıdır.
Epistemolojik veya bilişsel kozmopolitizm
Kant’ın kelimelerinde “aklın bencilliğini”
aşmaya çalışan bir tutum veya anlayışa
bağlıdır. Bu bencillik insanların kendi yargılarını başkalarının yargıları yardımıyla
teste tabi tutmaya hazır olmamalarından kaynaklanmaktadır. Normatif
ideal, genel insan aklının üç ilkesinden birine bağlıdır; bu da ön
yargısız, gelişmiş ve tutarlı düşünce biçimidir. Bunlardan ilki
ön yargılar ve batıl inançlar
ile mücadele eder ve “daima
kendi başına düşünme”ye hazırlıklı olma ile aydınlanmayla
örtüşür.
14
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
FELSEFE
Tutarlı düşünce biçimi, itiraz hürriyeti ilkesine bağlı kalarak, dolayısıyla “kendiyle tutarlı” bir biçimde
düşünmeye dayalıdır. Gelişmiş düşünce biçimi mantıksal bencilliği aşmaktadır. “Bencilliğe sadece çoğulculuk karşı koyabilir, yani şu düşünme şekli: Kendini tek başına bütün dünya olarak kabul etme değil,
sadece bir dünya vatandaşı olarak görüp bu şekilde
davranma.”2 Kendi mantıksal bencilliğini aşmaya
çalışan kimse, olgulara başkalarının bakış açısından
bakmaya, kendisini onların yerine koymaya ve kendi
kararlarını onların kararları ile kıyaslamaya çalışır.
Günlük hayatta ve tabii bilimsel literatürde sıklıkla
genellemeler yapılarak “aydınlanma”dan ve “aydınlar”dan bahsedilmektedir. Burada öncelikle
bazı ayrımlar yapılmaktadır. 18.
yüzyılda gerçekleşen Avrupa
aydınlanmasının çeşitliliği basit
yaftalamalar yapmayı imkânsız
kılmaktadır. Bu çeşitliliğin ortak bir zemine sahip olması bu
bağlamda önem teşkil etmemektedir. Entelektüel dürüstlük ilkeleri gereğince -ilk olarak- basit
klişelerden kaçınılmalı; bununla
beraber ne “aydınlanma ideallerinin karikatürlerine” saldırılmalı ne de bunlar savunulmalıdır.3
İkincil olarak aydınlanmanın,
“modernliğin bütünüyle ve neredeyse her açısı ile Batı medeniyeti adı altında toplanması” hususunda özdeşleştirildiği “şişirilmiş
aydınlanma” kavramından vazgeçmek daha isabetli olacaktır.4
Bunun yerine aydınlanmanın
düşünce tarihinde Avrupa ve Kuzey Amerika’da, 1650
ila 1800 yılları arasında yaşanan reform hareketi için
tarihî bir dönemi tanımlamak için kullanılması gerekmektedir. Bilhassa Almanca konuşulan bölgelerde
ortaya çıkan kendi fikir dünyasını sorgulama temayülü, aydınlanma dönemi sonrasında aydınlanmanın aydınlanmasını konu almıştır. Artık sadece batıl
inançların ve ön yargıların ortadan kaldırılması değil,
aynı zamanda sözde bilginin yerine yeni bir sözde bilginin gelmesini engelleyerek bunu ortadan kaldırmak
hedeflenmişti. Aydınlanma, çoğu insan tarafından bir
eleştiri olarak algılanmıştır; bilhassa öz eleştiri olarak, yani kendi ön yargılarının, düşünce biçiminin ve
iç metafizik varsayımlarının eleştirel denetlenmesi.
Fikir dünyasını tekrar sorgulayan aydınlanma, Alex
Hutter’in de vurguladığı gibi “aydınlanmanın aydınlanmasıdır.” 5 Fikir dünyasını tekrar sorgulamayan ay-
dınlanma yanlış bilginin, ön yargının veya cahilliğin
ortadan kaldırılmasıyla yetinmiş ve sadece bilginin
artması için çabalamıştı. Fakat fikir dünyasını tekrar
sorgulayan aydınlanma tam da bu bilgiyi sorun hâline getirmiş; bilgi hakkında aydınlatmaya çalışmıştır.
Bu sebepten dolayı akıl “tüm görevlerinden en zoru
olan, kendini bilme görevini [...] üstlenmek zorundadır.” 6 Fikir dünyasını tekrar sorgulayan aydınlanma
böylece bir tehdide karşı tepki göstermekteydi; bu tehdit sorumluluk oluşturacak hiçbir bilgiye uyum sağlayamayan, bireysel bilgilerin sadece toplanılması ve neticesinde tekrardan yeni bir zihnî erginliğin yitirilmesinin desteklenme tehdidiydi. Fikir dünyasını tekrar
sorgulamayan aydınlanma, körü
körüne bilgi yığılması ile böyle
bir zihnî erginliğin yitirilmesini
ortaya çıkarmıştır; böylece aydınlanmanın asıl amacı olan insanın kendini bilmesi ve bununla
beraber fikir dünyasının tekrar
sorgulanması, unutulma veya
yitirilme tehdidiyle karşı karşıya
kalmaktaydı.7 Kant bu sebepten
dolayı akademik disiplinler ve
bilgelik ilmi olarak felsefeyi birbirinden ayrı yerlere koymaktadır.
Bilgi seviyesinin yüksek olması
aydınlanmanın da yüksek olması anlamına gelmemektedir. Esas
olan bilgilerin kalitesi ve kendi
başına düşünme sürecinde bunları doğru şekilde kullanmaktır.
Gelişmiş kozmopolit düşünme
biçimi veya düşünme şekli -dar
anlamda- düşünmenin “nasıl”
yapıldığına dayalıdır. Bu düşünme biçimi Kant’ın geniş tanımlaması ile gerçekten de
örtüştüğü hâlde ahlaki görüş, zihniyet, tutum veya
konum gibi niteliklere yakın olmasına rağmen bunlardan farklıdır. Gelişmiş düşünme biçimi kozmopolitik
tutuma çok yakındır, fakat kozmopolitizmin aksine
bilhassa bilişsel bir yeterlilik veya yetenektir. “Küresel
düşünme”den farklıdır, zira gelişmiş düşünme biçimi
her nesnede veya konuda, küresel boyutu olmamasına rağmen devreye girmektedir. Dünya vatandaşları
bu bağlamda kendi düşünmelerini geliştirmeye ve kararlarında mümkün olduğu kadar en yüksek tutarlılık
ve evrensellik oranına ulaşmaya çalışmaktadır. İdeal durumda “kararın sübjektif özel koşullarını” aşan
kozmopolit bir bakış açısına ulaşılmaktadır. Gelişmiş
düşünce biçimini kullanan bir insan (sadece kendisini
başkalarının yerine koyması ile) genel bir konumdan
yola çıkarak kendi kararını tekrardan sorgular. 8
sabah
ülkesi
15
sayı 44
07 | 2015
FELSEFE
Avrupalı entelektüeller “Avrupa”, “kozmopolitizm”, “standart” veya “ideal”
kavramlarını kullanırken bu kavramlar ile tam olarak neyi kastetmektedirler?
Buna bağlı olarak Müslümanlar adına karar mı vermektedirler veya Müslümanlara bu durumlarda nasıl davranacaklarını mı emretmektedirler?
Yaygın bir klişeye göre “aydınlanma” tek taraflı akılcıdır ve akla olan saf inancı temsil etmektedir; bu
Romantizm dönemine dayalı bir eleştiridir. 9 Aslında
gelişmiş düşünme biçimi konsepti sınırlı, genel ve vazgeçilmez bir akıl veya daha doğrusu insanın akletme
yeteneğini içeren bir teoriyi işaret eder. Akıl sınırlıdır,
zira objektif eleştiriye karşı durabilen kapsamlı metafizik bir sistemi tasarlama imkânı bulunmamaktadır. Bu
çoğu aydının temel inançlarının bir parçasıdır ve bu
sebepten dolayı bu aydınlar, Cassirer’in de ifade ettiği
gibi, “zihin sistemi” yerine “sistematik zihni” koymuşlardır; bu da 17. yüzyıl akılcı metafiziği ve Descartes
için özgündür. 10 Akıl yanılabilir olarak görülmektedir
ve bundan dolayı “dışarıdan” yardıma, başka akla sahip canlılar tarafından düzeltilmeye muhtaçtır. Akıl,
verilmiş değil vazgeçilmiş olan hakikat ufkunun altındadır. Fakat akıl aynı zamanda geneldir, zira tüm
insanların prensip olarak aklı olduğu kabul edilir; fikirlerini paylaşmadığımız insanlar da dâhil.
Aydınlanma kimi zaman sadece modern döneme ve
Avrupa’ya mahsus bir olgu olarak görülmektedir ve
bundan dolayı İslam’ın veya İslam’ın etkisi altında olan
ülkelerin bu yeteneğe sahip ve Avrupa’ya ait olmadıkları veya kendi aydınlanmalarını geliştiremedikleri
ileri sürülmektedir. 11 Fakat aydınlanma 1650 ila 1800
yılları arasında sadece Avrupa’da meydana gelen tarihî bir olay olarak kabul edilmemelidir; yani o, yukarıda “tarihî bir dönem tanımı” olarak adlandırdığım
şekilde değil; aksine kendi başına düşünme, eleştirel
karar verme ve gelişmiş düşünce biçimini geliştirme
doğrultusunda her insana hitap eden, kültürleri aşan
genel bir davettir. Fikir dünyasını defaaten sorgulayan
aydınlanmanın aydınlanması, özeleştiri yapar ve kendi ön yargıları ve düşünce biçimleri hakkında yapılan
eleştirileri ciddiye alır. O, akıl ile sadece bilginin toplamasını değil, aksine “insan aklının esas amaçları” 12
hakkında düşünen, aklın felsefi aydınlanmasını konu
alan bilgelik ilmidir.
Müslümanlar “kozmopolit bir Avrupa’ya” nasıl ve ne
ölçüde katkı sağlayabilir? Gelişmiş düşünce biçimi gereğince ilk olarak bu sorunun Avrupa merkezli varsayımları içerip içermediği anlaşılmalıdır; bu sebepten
16
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
dolayı aşağıdaki sorulara cevap bulunmalıdır: Avrupalı entelektüeller “Avrupa”, “kozmopolitizm”, “standart”
veya “ideal” kavramlarını kullanırken bu kavramlar
ile tam olarak neyi kastetmektedirler? Buna bağlı olarak Müslümanlar adına karar mı vermektedirler veya
Müslümanlara bu durumlarda nasıl davranacaklarını mı emretmektedirler? Kanaatimce bu gerekli de
değildir, mantıklı da: Çoğu zaman belirsiz ve çeşitli
şekillerde tanımlanarak Müslümanlardan talep edilen “Avrupa değerlerine” uyum sağlamaları aydınlanmadan ziyade onlara çocuklarmış gibi davranma ile
alakalıdır. Aydınlanmanın sonucunda insanlar, kendi
mantıklarıyla kanıtlayarak, fikir dünyalarını tekrar
sorgulayarak ve eleştirel olarak denetleyerek onaylarını verebilirler.
Eğer sıklıkla dile getirilen “Avrupa değerleri” gerçekte
yukarıda tanımlanan fikir dünyasını tekrar sorgulayan
aydınlanma ve gelişmiş düşünce biçimi ile örtüşse, durum farklı olurdu. Böyle bir durumda Avrupalıların,
Müslümanlardan bu tarz bir aydınlanma ve düşünce
şekli talep etmek üzere haklı sebepleri olurdu. Fakat
izlenimlerime göre aydınlanma genel olarak Avrupa’da farklı anlaşılmaktadır, örneğin sadece tarihî bir
dönem tanımına veya laikleşmeye indirgenmektedir
ve “Avrupa değerleri” isteğe göre çok farklı anlamlara
gelebilmektedir; demokrasi, insan hakları veya basın
özgürlüğü gibi. Fakat bunlar en başta çok farklı düşünceler ile “doldurulan” sade etiketlerdir. Benim burada
ileri sürdüğüm normatif ideal, tarihî ve kültürel açıdan
farklı kodlanmış içeriklerden ibaret değildir, aksine genel insan aklından kazanılan ilkelere olan biçimsel yetenek veya “yeterlilikten” kaynaklanmaktadır; yani ön
yargısız, gelişmiş ve tutarlı düşünce biçiminden oluşmaktadır. Bu akıl aynı zamanda cumhuriyetçidir: Bu
bağlamda hiçbir grubun imtiyazı bulunmamaktadır,
zira her ne kadar idealist olduğunu kabul etsek de bu
teori çerçevesinde, fikir dünyasını tekrar sorgulayan
aydınlanmaya göre akletme yeteneği olan her canlı bu
biçimsel yeteneğe de sahiptir. Ayrıca bu konsepti tartışırken yine sadece “Avrupai” bir mantıktan bahsetmek
mümkün görünse de kanaatimce bu pek olası değildir.
Zira tarihten ve günümüzden bazı insanlar üzerinden
örneklendirecek olursak, Avrupa’nın kültür bölgesin-
FELSEFE
den gelmeyen insanlar da bu gelişmiş düşünce biçimini uygulamışlar ve hâlen de uygulamaktadırlar.
yontmalar ve dindarlığın üzerinden gereksiz katmanları silerek dine daha ince bir şekil vermektir.” 16
Bu bağlamda kısaca bir örnek vermek istiyorum. İngiltere’de dünyaya gelen bir Müslüman olan Ed Husain
gençliğinde bazı öğretmenlerinde gelişmiş düşünce
biçimini ve böylece kozmopolit bir tutumu müşahede etmiştir: “Birçok öğretmenimin ten rengine önem
atfetmeyen insancıl tutumları, zorbalığa karşı olan
dirençleri, bize ömrümüzün geri kalanı için ders olmuştu. Britanya bizim vatanımızdı.” 13 Bu alıntıda bahsi geçen zorbalığın temsilcileri 80’lerde Londra’da öne
çıkan “Britanya Ulusal Cephesi”nin kavgacı üyeleridir.
16 yaşında Husain “kökten dinci” birisi olmuştur, fakat
onun şu satırları yazmasına vesile olan eski öğretmenlerinin kozmopolit zihniyetlerini ve cesaretlerini asla
unutmamıştır: “Britanya’ya olan inanç, Britanya’nın
tarafsızlık ve eşitlik değerlerinin dile getirilmemiş takdiridir.”14 Üniversiteli bir öğrenci olarak Husain tarih
profesörü Denis Judd’ın tarafsızlığına veya -kendi tanımlamama göre- gelişmiş düşünce biçimine hayran
kalmıştır; bu düşünce şekli kökten dinciler tarafından
öngörülen, “gayrimüslimlerin her fırsatta Müslümanlara ve İslam’a karşı kin ve nefretlerini ifade ettikleri”
klişesine bir türlü uymamaktaydı.15 Gelişmiş düşünce
biçimini muhtemelen en etkili ve hızlı öğrenme yolu,
bu biçimi uygulayan insanlar ile temas hâlinde olmaktır. Kendi çabamız, yani kendi başımıza düşünme cesaretimiz yine de gereklidir ve Ed Husain, çağdaş eğitici bir roman gibi de okunabilecek otobiyografisinde
bunu yapabildiğini göstermiştir. Kendi dünya görüşü
ve bunun tutarlılığı hakkında düşünmeye başlamış,
yavaş yavaş “kökten dinci” arkadaş çevresinden uzaklaşmış, kendi inancını, geleneklerini, İngiltere’deki
Müslüman grupların, Batı toplumlarının ve Orta Doğu’daki Müslüman toplumların davranışlarını eleştirel
olarak değerlendirmeye başlamıştır. Kanaatimce bu,
fikir dünyasını tekrar sorgulayan aydınlanmanın uygulanmış bir şeklidir ve Wilhelm von Humboldt ve diğerlerinin ile sürdüğü neo-hümanizm gereğince kendi
kendini eğitmek ve kendi eğilimlerini geliştirmektir.
Bu uygulamanın sonucu nedir? 18. yüzyılın sonlarından beri yaygın olan bir klişeye göre aydınlanma laikliğe, materyalizme ve ateizme götürmektedir. Fakat gerçekte fikir dünyasını tekrar sorgulayan aydınlanmanın
kaçınılmaz tek bir sonucu yoktur, aksine bu yöntem
her türlü sonuca açıktır. Ed Husain örneğinde sonuç
fikir dünyasını tekrar sorgulayan, modernliğe kabil
bir İslam anlayışıdır; belki bu Alman neolog Johann
Joachim Spalding tarafından savunulan aydınlatılmış
Hristiyanlıkla kıyaslanabilir. Bu İslam anlayışının çerçevesini Abdolkarim Soroush “incelmiş” İslam olarak
nitelendirmiştir. “Bu, dini saflaştırmak, daha hafif ve
hareketli hâle getirmektir; başka bir deyişle elemeler,
Dar düşünme biçimine Müslüman toplumlarından
olduğu gibi Avrupa toplumlarından da örnekler gösterilebilir. Bu düşünce biçimini Holokost’un Yahudiler,
Masonlar ve Amerikalı emperyalistlerin uydurması
olduğunu ve 2015 yılının “İslam Devleti”nin gerçek
İslam’ı uyguladığını düşünen kökten dinciler göstermektedir. Benzer fakat daha az tehlike içeren bir düşünce biçimini, Kuran’ı ilkel ve gülünç, “İslam”ı geri
kalmış ve barbarca, ayrıca Batı’yı ahlaki olarak üstün
kabul eden Batılı entelektüeller de göstermektedir.
Fikir dünyasını tekrar sorgulayan aydınlanma ancak
insanlar kendi başlarına düşünmeye başladıklarında,
düşündüklerini tekrar irdelediklerinde, eleştirel olarak değerlendirip kendi konumlarını sorguladıklarına
gerçekleşir. Kanaatimce biz Avrupalılar artık bu aydınlanmanın, kozmopolitizmin ve bu düşünce biçiminin
pek de iyi öğreticileri değiliz.
1Aşağıdakiler
için bilhassa şu eserlere bakınız: Kleingeld, Pauline (2012): Kant
and Cosmopolitanism: The Philosophical Ideal of World Citizenship. Cambridge,
ayrıca Cavallar, Georg (2011): Imperfect cosmopolis: studies in the history of international legal theory and cosmopolitan ideas. Cardiff. Cavallar, Georg (2015):
Kant's Embedded Cosmopolitanism: History, Philosophy and Education for World Citizens. Berlin und Boston, makalemde başlatmış olduğum bazı düşünceleri
varsaymaktadır.
2 Kant, Immanuel (1900ff.): Werke. Akademie-Textausgabe. Berlin, hier Bd. 7:
130.
3 Louden,
Robert B. (2007): The World We Want. How and Why the Ideals of the
Enlightenment Still Elude Us. Oxford, 7.
4 Darnton,
Robert (2003): George Washington’s False Teeth: An Unconventional
Guide to the Eighteenth Century. New York, 11, Louden, Robert (2007): World
We Want, 9.
5 Hutter, Axel (2009): “Kant und das Projekt einer Metaphysik der Aufklärung“,
in: Klemme, Heiner (Hrsg.): Kant und die Zukunft der europäischen Aufklärung,
Berlin, 68-81, hier 72. Ayrıca bakınız Recki, Birigt (2006): Kant und die Aufklärung, in: Die Vernunft, ihre Natur, ihr Gefühl und der Fortschritt. Aufsätze zu
Immanuel Kant, Paderborn, 15-38.
6 Kant, Immanuel (1781): Kritik der reinen Vernunft, A XI, in: Werke, Bd. 4, 9.
7 Hutter, Axel (2009): „Kant“, 72.
8
Kant, Immanuel (1900ff.): Werke, Bd. 5, 295; bakınız ibid. Bd. 9, 57 und Bd.
19, 184-5.
9 Bilhassa bakınız Kondylis, Panajotis (1981): Die Aufklärung im Rahmen des
neuzeitlichen Rationalismus. Stuttgart und Louden, Robert (2007): World We
Want (aydınlanma hakkında yorumlama klişeleri üzere).
10 Cassirer, Ernst (2003): Die Philosophie der Aufklärung [1932]. Hamburg, XI,
7 und 101-2.
11 Schmidt, Helmut (2004): „Sind die Türken Europäer? Nein, sie passen nicht
dazu“, in: Leggewie, Claus (Hrsg.), Die Türkei und Europa. Die Positionen, Frankfurt am Main, 162-66, hier 162.
12 Kant,
Immanuel (1900ff.): Werke, Bd. 6, 434. La Rocca, Claudio (2009): “Aufgeklärte Vernunft – Gestern und Heute”, in: Klemme, Heiner (2009): Kant, 100-23.
13 Husain,
Ed (2007): The Islamist: Why I Joined Radical Islam in Britain, What I
Saw Inside and Why I Left, London, 2.
14 Husain 2007: 5.
15 Husain 2007: 158.
16
Soroush, Adbolkarim (2000): Reason, Freedom and Democracy in Islam. Essential writings of Adbolkarim Soroush, ed. Mahmoud Sadri and Ahmad Sadri,
Oxford, 21.
* Viyana Üniversitesi, Felsefe Bölümü, Öğretim Üyesi
sabah
ülkesi
17
sayı 44
07 | 2015
DOSYA
ROMA İMPARATORLUĞU’NDA DİNÎ ÇOĞULCULUK
VE AVRUPA DİN TARİHİNE ETKİLERİ
Jörg Rüpke*
Hangi Avrupa, Hangi Antik Dönem?
inî çoğulculuk ve dinî çatışmalar modern
zamanların buluşları değildir. Aynı şey
kültürel ve dilsel çoğulculuk, göç ve kozmopolitizm için de geçerlidir. Ama hep
aynı olan olguları incelemek tarihe bakışı enteresan
kılmaz. Enteresan olan bu fenomenlerin farklı formları, bağlamları, gelişmeleri ve sonuçlarıdır. Avrupa
tarihi için bu bağlamda Antik döneme bakmak gerekir: Bugünkü Avrupa Birliği’nin büyük bölümü Imperium Romanum’un bir parçasıydı. Yunan felsefesi,
mantık ve retoriği bugüne değin birçok tartışmayı belirleyen bilim kanunlarını ve argümentasyon tekniklerini ortaya çıkardı. Latince Avrupa’da 19. yüzyıla kadar bilim dili idi, çoğunluğun dini olan Hristiyanlık
bu dil ile iç içeydi ve Roma veya Roma karşıtı “Protes-
18
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
tan” Hristiyanlığı temsil ediyordu. Tüm bunlar dinî
çoğulculuğun ortaya çıkış formları ve bunlara nasıl
bir tavır takınılması gerektiği sorunu üzerine Antik
döneme uzanan güçlü argümanlardır.
Fakat bu geriye bakış, antik dönem ile merkezini
Alpler’in kuzeyinde, batı ve orta Avrupa’da bulan,
Ren ve Tuna nehirleri boyunca doğuya ve kuzeye
uzanan bugünkü Avrupa arasındaki kırılma noktalarını gözden kaçırmamalıdır. Yunan-Roma antik
dönemi bir Avrupa değil, aksine bir Akdeniz bölgesi
antik dönemiydi. Latince Nil Deltası’nın batısındaki
Kuzey Afrika’nın diliydi, Arabistan Roma’nın eyaleti,
Anadolu ise imparatorluğun bir merkeziydi. Aslında durum daha da karmaşıktı: Batı Roma ve Doğu
DOSYA
Roma-Bizans imparatorlukları arasındaki ayrılıklar
daha 4. yüzyılda ortaya çıkmıştı. Fakat Latin Yasaları
(Corpus Juris Civilis) -ki dinî çoğulculuk açısından
son derece önemlidir- ilk olarak bu sürecin ardından oluşturuldu. Esasında Bizans Doğu-Roma’sında
orta ve kuzey Avrupa’ya ait Latin Hristiyanlığı en çok
kuzeybatıdan, İrlanda’daki Roma kültüründen geldi;
Yunan bilimi ise Londra ve Palermo arasındaki bilim eksenine Endülüs’te yapılan Arapça tercümelerin
Latince çevirileri aracılığı ile aktarıldı. Avrupa Akdeniz tarihi sürpriz dönüşüm ve değişimlerin tarihiydi,
hâlen de öyledir. Dinî açıdan bakıldığında da durum
aynıdır.
Antik Roma’da Din
Romalı hukukçu, politikacı ve filozof Cicero, Flaccus
savunmasında “Her topluluğun bir dini vardır, bizim
olduğu gibi.” der. Bu örneğe göre dil ve kültürden
farklı olarak diğer toplulukların “dinlerini” tasavvur
etmek kolaydı. Bu modele göre vatandaşı olunan başka bir şehre taşınırken, onun dinî pratiklerine katılmak da yasaldı (ve uygulamada daha pratikti). Hatta
tanrılar özellikle bölgesel güçler olarak görüldüğünden bu mantıklıydı da. Gerçek ise bambaşkaydı. Hareketlilik esastı: Savaş ve köle ticareti, kötü hasat ve
depremler, uzak ticaret ve daha iyi yaşam perspektifleri o zamanlar şehirlerin göçmenler için birer hedef
olarak görülmelerine sebep oluyordu. Bizzat Cicero
“Yasalar Üzerine” adlı kitabında bu modele uymayan
ve onu yasa dışı dinî yenilik olarak gören sonuçlar
üzerine eğilmişti. Ancak sosyal grup veya ağların din
aracılığıyla oluşumu veya devam ettirilmesi ile ilgilenmiyordu.
Bunun için bir başlangıç noktası vardı. Yunanca “hairesis” Latince’ye “secta” kelimesi ile tercüme edilmişti
ve öncelikli olarak felsefe okullarının ayrımı ve siyasi
gruplaşmalar için kullanılıyordu. Bu kavram hiçbir
şekilde aşağılayıcı değildi; karşılaştırılabilir seçenekler arasında meşru bir seçimi içeriyordu. Bu düşünce
ile Roma İmparatorluğu’nda 1. yüzyıldan 4. yüzyılın
başlarına kadar giderek daha sık dinî birlikler için de
kullanıldı. 311 tarihli hoşgörü fermanı denilen metinde Kral Licinius Hristiyanlar için “ebeveynlerinin
mezhebini” takip edenler tabirini kullanıyordu. Bu
kavramın ortaya çıkardığı resim bir mensubiyet resmi
idi: Zenon veya Epikür, akademinin yöneticileri veya
piskopos gibi henüz hayatta olan veya uzun süre önce
ölmüş kişilere bağlanılmıştı. Hristiyanlar (Christiani)
bunu açık bir şekilde uzun zaman önce idam edilen
İsa bağlamında yapmışlardı. Bununla birlikte kurumsallaşma hakkında herhangi bir söylem gelişmemişti.
Bu durum diğer bir kavram için geçerli değildi. Disiplin (Disciplina), hayat tarzı gibi bir felsefenin entelektüel içeriğine işaret edebiliyordu. Bu noktada
kavram, düzenli davranış şekilleri ve bağımlı olmayı
içeren askerî disiplin alanından geldi, fakat biraz da
bilimle ilişkiliydi: Askerî veya astrolojik disiplin, her
şeyden evvel askerî veya astrolojik “sanat”, yani teknik idi.
Bütün farklı Roma denemeleri gösteriyor ki, üzerine konuşulan “din”, ilk etapta insanların oluşturduğu bir dernek gibi ortaya çıkan bir şey değildi. Religio Roma anlayışına göre tanrıların varlığı üzerine
insanoğlunun saf reaksiyonu idi. Bu genellikle tüm
durumlarda kabul görmekte, fakat tanrıların yüceltilmesi, tapınma gibi sonuçlar, çok farklı şekillerde
tezahür edebilmekteydi.
Bu arka plandan bakıldığında Roma yasaması için
de dinin dernekler bağlamında bir öneme sahip olmaması şaşırtıcı değildir. Roma dernek hukuku tamamen eskiydi. Kral Numa meslek okullarının kurulmasını onaylamış ve ruhban okulları kurmuştu.
Ancak “derneklerin” hukuki bir tanımının ilk olarak
M.Ö. 1. yüzyılın sonunda Sezar ve August’tan itibaren yapıldığı görülür. Bazı durumlarda hukuki bir
düzenleme ve bu tür kişisel birliklerin kontrolü bağlamında çalışılsa da, kesin hukuki bir çerçeve krallık
döneminde de oluşturulmadı. Hukuki olarak rağbet
gören, normal bir insanın örneğin mülkiyet hakkı sahibi olması gibi bu tür bir collegium’un da bir corpus,
bir tüzel kişilik olarak anlaşıldığı düşüncesi idi. Bunların hiçbirinin din hukuku ile ilgisi yoktu fakat temaslar vardı. Bir okul kitabında şu ifade bulunuyor:
“İllegal kolejleri yasaklayan senato kararlarına aykırı olmadığı sürece din adına bir araya gelinmesinde
mahzur yoktur.” (Marcianus, Kurumlar) Burada söz
konusu olan dinî dernekler için özel bir öncelik değil,
aksine derneklerin yasa dışı kurulumlarını yoğunlaştıran, rastgele veya düzenli buluşmalardır. Din kalabalıklaşmanın (coetus) meşru bir nedenidir, ancak
din aynı zamanda dernek kurulumuna katkıda bulunamaz. Fakat dinler neden dernek kurmak istesin?
Dinler Çoğulculaşmaya Başlıyor
Akdeniz dinlerinin daha krallık zamanı öncesinde birbiriyle ilintili iki yönü vardı. Evvela tanrılarla
iletişimde güvensizliğe, hastalığa, (hukuki veya cinsel) rekabete karşı bir araç olan kişisel dinî bir pratik
imkânı sunuyorlardı. Bunun yanında dinde bir kaynak sunan toplu bir pratik vardı ki siyasi kimlik ve
hükmetme üzerinden iletişimi, yani iktidarı garanti
sabah
ülkesi
19
sayı 44
07 | 2015
DOSYA
altına alıyordu. Ancak bu siyasi bağlam krallık zamanı boyunca açık bir şekilde değişti. Imperium Romanum’a dâhil edilmeleriyle yerel siyasi kimlik ve siyasi
elitler küçük duruma düştüler veya “medyatize” edildiler, yani unvanları ve bazı yetkileri kendilerinde
kalmak üzere idareleri başka bir merkeze bağlandı.
Her ne kadar krallık merkeziyle ilişkileri sayesinde
fayda sağlasalar da, onlar aynı zamanda sondan bir
önceki siyasi ve hukuki merci oldukları anlaşılan bir
orta merci konumundaydılar. Dinî iletişim, dinî ticaret önemini korudu, fakat artık yerel güce destek
vermiyordu, aksine onun alternatiflerine, büyük resimde kral veya onun arkasındaki/üstündeki dünya
ile ilgileniyorlardı. Bundan kral da istifade ediyordu
(Roma karşıtı Hristiyanlık dahi imparatorluğun istikrarına hizmet etmeliydi).
İmparatorluk dönemine ait birçok kaynakta, kişisel
dinî pratiklerin yalnızca hayatın değişken durumları
için uygulanmadığı, aynı zamanda sağlığı ve erdemli
davranışları güvence altına alan bir dinî bireyselleşme
süreci görülmektedir. Üzerilerinde isimler bulunan
yazıtlar tanrılar ve insanlara talepleri iletiyor ve bunlar okuma yazma bilmeyenler tarafından da kullanılabiliyordu. Okuma yazma bilen eğitimli kişiler dinî
metinleri okuyor veya yazıyor, böylelikle dinin birer
sunucusu durumuna geliyorlardı. Ayrıca okuyucuları,
münazara eden öğrencileri, kendileri için rüya tabir
ettikleri, dualar yazdıkları veya ibadetler ettirdikleri
kişileri bir araya getiriyorlardı. İşte
tam da bu bağlamda grup oluşturma merkezî bir rol oynuyordu.
Grup oluşturmak bir yandan dinî
pratiği güvence altına almaya yardımcı oluyordu. Politik kimliğin
gittikçe azaldığı yerel bir toplumda
insan kendisiyle benzer çözümleri
düşünen insanların haricinde başka nerede kendini daha güvende
hissedebilir ki? Diğer yandan grup
oluşturma ve dinî “hizmet sunuculuğu” pozisyonu uzun vadeli bir
kurumsallaşmayı, sosyal ve ekonomik güvenceyi gerektiriyordu. Tam
da bu noktada dernek hukuku ortaya çıkarıyordu: Ailelerden oluşan
doğal sosyal ağlardan farklı olarak
dernekler kamusal alanda kişisel
bağlantıyı sağlıyorlardı. Sadece
diğer derneklerle değil, aynı zamanda üyeleriyle birlikte kamusal
alanda da geçerli olan serbest sözleşmeler yapabiliyorlardı.
20
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
Bu ideal olarak kaldı. Çok nadir durumlarda bu durum gerçekten kazanıldı, fakat bu aynı zamanda kamusal aktörlerin olduğu gibi dinî elitlerin düşüncelerini de belirleyen bir modeldi. Böylece İmparator
Konstantin 321 tarihli bir yasa ile Roma şehrindeki
Hristiyan gruplaşmayı güvence altına almak maksadıyla bunu miras alma hakkına sahip bir dernek
olarak gördü. Sonraki zamanlarda bu model başka
sonuçlar doğurdu. Bunların belki de en önemlisi bu
tür dernek gibi oluşturulan “dinlere” sadece kendi
mal varlıklarını yönetme değil, aynı zamanda üyeleri
üzerinde bir yargılama hakkına sahip olma konusunda taviz verilmesidir. Bu uygulamanın Hristiyanlıkta
oldu gibi İslam’da da tarihî bir şekillendirici etkisi
vardır.
Dindarlık ve Dinî Çoğulculuk
Dinî bireysellik ve grup oluşturma parodoksal bir
ilişki içerisindedir. Bir yandan bireysel din seçimi ve
dinî kimliği uzun vadeli koruyan şey, diğer yandan
üyeden talep edilen ve onun dinî tavrını kısıtlayan
grup kuralları hâline gelmektedir. Yasa dışı olmayan her eylemin dinî alanda da uygulanmasına izin
veren ve şüpheli durumlarda tanrıların kendi yaptırımlarını uygulamasını öngören eski Roma kuralı bu
noktada sınırları zorlamaktadır. İmparatorların dinî
meşruiyet ve dinlerin idare tarafından desteklenmesi
mücadelesinde “dinlerin” çoğulculuğu sadece geçici
bir fenomen olabilirdi. Mütemadiyen güçlü bir askerî
dış baskıya maruz kalan bir imparatorlukta azınlıklara müsamaha
gösterilmesi idari yönden değiştirilmesi mümkün olmayan, ama
gönüllü olarak da uygulanmayan
bir politika idi. 4. yüzyılın sonunda
tarikatler ecclesia’ya artık alternatif
olarak görülmüyorlardı, Yahudilere de tarihî bir din olması münasebetiyle müsamaha gösteriliyordu;
geri kalanların hepsi kâfirler olarak
görülüp bunlarla mücadele ediliyordu.
Ancak imparatorluk dönemindeki
gelişmeler tesadüfi bir sonuç değildi. Imperium Romanum bölgesinin ve sonradan “Afrika” ve “Asya”dan ayrılan “Avrupa”nın sonraki
tarihine bakıldığında daha ziyade
bir modelin, bir kümelenmenin
söz konusu olduğu görülür. Bunun
içerisinde bireylerle büyük gruplar hâlinde oluşturdukları birlikler
DOSYA
arasındaki ilişkinin yanı sıra siyasetin veya devletin
gruplarla veya fertlerle olan ilişkisi de kilit rol oynamaktadır.
Ben kültürel araştırmalar zaviyesinden bakınca
dini; belirli bir durumda bir (veya birden fazla)
aktörü mühim, en önemli eylem katılımcısı olarak
tanımlayan, bu durumda tüm katılımcıları tartışmasız mühim olarak değerlendirebilen insanların
dinî eylemi olarak anlıyorum. Tabii ki bundan başka bütün paydaşların bu tür inançları paylaştıkları
sayısız rutin var, fakat bu durumda da farklılıklar
olabilir: Mesela Avro-Akdeniz geleneğindeki tanrı
veya tanrılar hakkında, bazen de mesela melek veya
aziz olarak nitelendirilen aktörler hakkında konuşulurken onların iltifatlarına nasıl nail olunabileceği
ve kimin buna daha yetkin olduğu gibi. Dinî eylem
bir sembol ve inanç sisteminin bireysel yeniden üretimi değil, aksine kendi tecrübelerine, her bir sosyal
bağlamda denenmiş veya yeni transfer edilen rutinlerine ve her şeyden önce ilgili durumda başarılı
olacağı muhtemel gözüken şeye müracaatla yapılan
eylemdir. Bu tür bir bireysel dinî eylemden yola
çıkarsak, bu yolla ortaya çıkan grup oluşumunun
gücü tarihî olarak değişkendir. Helen-Roma dönemi sıkı organize olmuş, hatta profesyonelleşmiş bir
sembol, uygulama ve organizasyon çeşitliliğine sahne olmuştur, zira dinî yaşam diğer sosyal ve siyasal
yapılarla artık karşılanamayacak görevleri üstlenmiştir. Neticede küçük ve nispeten kısa ömürlü, kamusal alandaki görünürlükleri sınırlanmış
dinî gruplardan müteşekkil çok
renkli bir dünya ortaya çıkabilirdi. Göçmenler dinî simgelerinin
yeniden tanınmasını talep etseler de, hakikatte bu 2. ve erken 3.
yüzyılın isabetli tanımı olabilirdi.
Bu durumla, bizim bugün Doğu
Asya’da, Kuzey-Güney Amerika’da ve aynı zamanda tarihî olarak ortaçağ Levant’ı veya Aydınlanma döneminin Batı Avrupa’sı
gibi bazı dönemlerde gördüğümüz dinî çoğulculuk durumları
arasında belki güçlü paralellikler
bulunuyor. Dinî kimlik birçok
kimlikten sadece biriydi; hayat
alanlarının çoğu onun etkisinde
değildi. Dinî rekabet veya din
karşıtı (veya sekülerlik karşıtı)
etki yerel alanla sınırlıydı.
Perspektifler
Ortak araçlar olmaları, ayrıca iletişim hâlinde olmaları dolayısıyla dinî pratik ve kimliklerin siyasi
organizasyon ve kimliklerin vazifelerini üstlenmek
zorunda oldukları yerde kurumsallaşma baskısı ve
bununla birlikte dinler arası rekabet artar. Dinî meşruiyet için siyasete muhtaç olma durumu, rekabeti
tekelleşmeye ve dinî alternatifleri baskı altına almaya
götürecek kadar sertleştirir. Erken modern ve modern dönemde Avrupa devlet kilisesi dinî alternatifleri baskı altına almaya, 1979’lerden bu yana Nijerya’nın gelişimi ise tekelleşmeye örnek olarak gösterilebilir. Her iki durumda da din farklı nedenlerden
dolayı geri kalan her şeyin ona tabi olduğu “mega-”
veya “hegemonik kimlik” hâline gelmektedir.
Böyle bir süreci şu anda da gözlemleyebiliyoruz.
Çevremizde insanların ister Türkçe veya Arapça
konuşsun, isterse Fas’tan veya Pakistan’dan ya da
ABD’den gelmiş olsun genellikle başka bir ayrım
yapmaksızın “Müslümanlar” olarak sınıflandırıldıklarını görüyor, Türk vatandaşlarının Hristiyan Ermeniler ya da Suriyeli Sünnilerin ateist olabileceğini
görünce genellikle hayret ediyoruz. Farklı özellikler
artık hiçbir şekilde dikkate alınmıyor, aksine doğrudan “Müslüman” olarak etiketlemeye ve sonrasında birçok farklı çağrışıma neden oluyor. Benim
analizim çizgisinde şöyle bir hipotez geliştirilebilir:
Bunun nedenleri sosyal mekanizma ve siyasi iletişimdeki bir eksiklikte yatmaktadır; hem lokal bağlamda hem
de küresel politikada globalleşen
dünyanın karmaşıklığıyla başa çıkabilme eksikliği. Fakat böyle bir
iddiada bulunarak şüphesiz bir
din tarihçisi olarak yetkilerimi aşmış olurum. Son olarak şunu söyleyebilirim: Eğer bu tarihî analiz
doğru ise, dinler arasındaki o çok
övülen diyalog doğru araç olamaz.
İnsanlar birbirleriyle anlaşmak ve
çoğunluk olsun, azınlık olsun dinî
eyleme izin veren siyasi bir çerçeve
oluşturmak zorundadırlar, bunu
yaparken de siyasi düzeni korumak adına kendi iradelerini ortaya
koymamak durumundadırlar.
*Erfurt Üniversitesi Öğretim Üyesi
sabah
ülkesi
21
sayı 44
07 | 2015
DOSYA
FATİH
VE
EMPERYAL ZİHNİYET ALGISI
22
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
DOSYA
Önder Kaya
smanlı İmparatorluğu hiç şüphe yok ki 15.
ve 20. yüzyıllar arasında hem Avrupa hem
de dünya tarihinde önemli roller oynayan
bir siyasi teşekkül. Emperyal güçlerin dağılmasının artık nerede ise kaçınılmaz olarak addedildiği 20. yüzyılın başında Osmanlılar da Romanofların Rusyası, Habsburgların Avusturya-Macaristan’ı
gibi dağılmaktan kurtulamadı. İmparatorluğun 17.
yüzyıldan itibaren Batı’daki gelişmelerin de etkisiyle
hızla kan kaybettiği biliniyor. Bununla beraber uzun
bir süre daha yaşamasının hem kendi iç dinamiklerinden hem de dış etkenlerden kaynaklanan sebepleri
var. Aksi takdirde imparatorluğun özellikle 19. yüzyıldaki 1829 Osmanlı-Rus savaşı, hemen arkasından
gelen Kavalalı isyanı ve 93 harbi gibi siyasi gelişmeler
sonrasında hayatiyetini devam ettirmesi pek mümkün
gözükmüyor. Bu dış saiklerin en önemlisi Batılı güçlerin kendi aralarında güttükleri “Denge Politikası”
ile buna bağlı olarak Osmanlı Devleti’nin bazı stratejik alanlarının paylaşımı hususudur. Öte yandan iç
dinamikler de dağılışın gecikmesinde görece önemli
roller oynamıştır. Bunların başında Osmanlı hukuk
düzeni gelir. İmparatorluğun gayrimüslim tebası için
benimsediği “millet sistemi” her ne kadar 19. yüzyılın beklentilerine cevap vermenin uzağında kalsa da,
Tanzimat devrinde bu yapı hem fikrî hem de hukuki açından yeniden düzenlemeye tabi tutulmuştur.
Millet sistemi çerçevesinde Osmanlı İmparatorluğu,
bünyesinde barındırdığı gayrimüslimleri üç gruba
ayırıyordu. Gayrimüslim teba; Ortodoks Rum milleti,
Gregoryen Ermeni milleti ve Yahudi milleti şeklinde
örgütleniyor ve başlarına da ruhani liderleri getiriliyordu. İmparatorluk vergi toplama başta olmak üzere pek çok düzenlemeyi millet başı olarak tayin ettiği
cemaat liderleri vasıtasıyla hayata geçiriyordu. Aynı
zamanda bu durum söz konusu cemaatlerin kendi
eğitim ve hukuk sistemlerini devam ettirmelerine de
ortam hazırlıyordu.
Osmanlıların farklı etnisiteleri ve geniş bir coğrafyayı uzun süre kontrol altında tutmayı başarabilmeleri,
bazı tarihçiler tarafından Roma’nın emperyal mirasından etkilenmiş olmaları ile açıklanmıştır. Esasen
birtakım yöntemler tarihsel süreç içinde emperyal
güçler tarafından test edilmiş ve yaşanan tecrübeler
neticesinde yeni sistemler siyasi yaşamın içinde yer
almıştır. Ortadoğu coğrafyasında Asurlularla başlatılan bu süreç, bilhassa Perslerle birlikte ciddi mesafe kat
etmiştir. Perslerin, idare ettikleri farklı coğrafyalardaki
anane ve hukuk sistemine doğrudan müdahale etmek
yerine ele geçirdikleri yerleri satraplık adı verilen idari
birimlere ayırmaları, bu satraplıkların kendilerine karşı takındıkları tutuma göre birtakım imtiyazlara sahip
olması, gelişmiş bir yol ağı ile idare olunan bölgelerin
denetim altında tutulması, devreye sokulan protokol
ritüelleri hep İran coğrafyasındaki bu devletten bize
yadigardır.
Roma İmparatorluğu ise tüm Akdeniz havzasını kapsayan ve bu anlamda çok daha farklı etnisiteleri içinde
barındıran bir sistem kurdu. Bu sistemi belli saç ayakları üzerine inşa etti. Bunların başında askeri başarısı,
siyasi kurumları, akılcı ve pratik uygulamaları, gelişmiş hukuk sitemi, Hristiyanlığın kabulü ve vatandaşlık
hakkının dağıtımı gibi farklı coğrafyalardaki insanları
birleştiren uygulamalar ilk akla gelen örnekler. Helenlerin felsefe, edebiyat ve sanat alanındaki özgünlükleri
beraberinde istikrarsızlığı ve macera duygusunu getirmişti. Romalılar özelikle düşünce ve sanat sahasında
hiçbir zaman Helen dünyasına yetişemedi. Ancak Helen dünyasında olmayan iki kavram onlara iki bin yıllık bir uygarlığın kapılarını araladı: Pratiklik ve istikrarlılık. Roma pratikliği o raddeye gelmiştir ki Romalılar yayılmasının önüne geçemedikleri Hristiyanlığı
önce Milano Fermanı ile serbest bırakmış, sonrasında
imparator Konstantin 325 yılında toplanan İznik konsiline başkanlık etmişti. Resmen pagan olan Konstantin, bu konsile başkanlık etmesini “pontifex maximus”
yani imparatorluğun başrahibi olmasına bağlamıştı.
Kendisinin bir Hristiyan olduğu genel olarak kabul
edilir. Sonrasında, 381 yılında imparator I. Teodosius bu inancı imparatorluğun yeni ve birleştirici resmî
dini olarak ilan etti. Esasen bu adım hem Hristiyanlığın hem de Roma’nın kaderinde belirleyici bir etken
oldu. Roma bu taze inancı ve onun enerjisini artık sönükleşen Romalılık kimliğinin yerine başarı ile ikame
etti. Bu adım Avrupa’nın gelecekteki karakterinin oluşumunda en belirleyici tutumlardan biri olacaktı.
Öte yandan imparatorluk ikiye ayrıldıktan sonra Batı
kanadı 5. yüzyılda siyasi egemenliğini yitirir. Doğu
ise 1453’e kadar devam eder. Bu süreçte Batı ve Doğu
Hristiyanlığı da şekillenir. Batı Hristiyanlığı Germenlerin, Doğu Hristiyanlığı ise Slavların katılımı ile güçlenir. Zaman içinde siyasi iktidar boşluğundan dolayı
Papa’nın idari mekanizmanın direği olarak kabul edildiği Katolik inancı ile tam tersine imparatorun merkezde yer aldığı Ortodoks inanç sistemi oluşa Papalar
sabah
ülkesi
23
sayı 44
07 | 2015
DOSYA
tarafından kutsanan Frank ya da Alman krallar ortaya çıkarken, Doğu’da imparatorların atadığı ve onun
egemenliğini kutsayan patrikler hüküm sürmeye
başlar. Hasılı klasik Roma imparatorluğu, dağıldıktan
sonra dahi bir zamanlar içinde barındırdığı toplumları derinden etkilemeye devam eder. Bu anlamda
Batı’da Kutsal Roma Germen imparatorları, Doğu’da
ise önce Bizans’ın basileusları, sonrasında Rusya’nın
çarları bu geleneğin varisi olarak kendilerini takdim
eder. Öte yandan doğuda Bizans ve Rusya arasındaki
bir boşluk dönemi vardır ki, tam da bu noktada Bizans’ın sonunu getiren Fatih Sultan Mehmet devreye
girer. Yapmış olduğu bazı uygulamalarla Roma’nın
Akdeniz mirasını siyaseten devraldığı mesajını verir.
Adeta bir İslam kayzeri gibi tutum takınır. Nitekim
kendisine yakın Batılı kaynaklar ve Rum tarihçiler
onun Sezar, İskender gibi Batılı büyük hükümdarların hayat hikâyeleri ile ilgilendiğini, onları örnek aldığını, hatta zaman zaman onlardan daha büyük işler
başarmaya azmettiğini kaydeder.
PORTRESİNİ YAPTIRAN PADİŞAH
Fatih Sultan Mehmet hiç şüphe yok ki Osmanlı tarihinin en ilginç hükümdarlarından biridir. Pek çok
yönü hâlen tam anlamıyla açığa kavuşturulamayan
Fatih’in, Batı kültürü ve Batılı devletlerle olan ilişkileri
de önemli oranda muamma olmayı sürdürür. Kesin
olan, Fatih’in daha şehzadelik devresinde farklı bir
hanedan üyesi kimliği taşıdığıdır. Manisa’daki sarayda
genç şehzadenin portre sanatı üzerine çalışmalar yaptığı bilinmektedir. Fatih, İstanbul’u fethettikten sonra
24
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
da başkentini bir Darül ilm, yani ilim yurdu hâline getirmeye çalışmıştır. Bu amaçla da Viçenza’dan, Floransa’dan, Venedik’ten, Bizans’tan, Trabzon Rum imparatorluğundan Timur ülkesinden, Memluk diyarından
ve İran bölgesinden pek çok âlimi çevresinde istihdam
etmiştir. Sultanın Batı’ya olan bu ilgisi özellikle sanat
ve mimari alanında somutlaşmıştır.
Sultan, Gentile Bellini’ye portresini, Costanzo de Ferrara ve Matteo de Pasti’ye üzerinde portresinin bulunduğu madalyonlarını yaptırmıştı. Belki de bu durumdan dolayı Fransız diplomat Philippe de Commynes
Fatih’i, Macar kralı Mattias Corvinus ve Fransız kralı
XI. Louis ile birlikte yaşadığı çağın en bilge üç hükümdarından biri kabul eder.
Sultanın çok erken bir devrede Batı dünyasındaki
sanatsal gelişmeleri yakından takip ettiği, hatta bazı
sanatçıları İstanbul’a getirterek bunlara iş vermek istediği bilinir. Fatih’in 1461 yılına gelindiğinde ülkesindeki şap madenlerinin işletmeciliğini yapan Venedikli
bir taciri araya koyarak Rimini dükü Sigismondo’dan,
himayesi altına aldığı madalyon yapımcısı Matteo
dö Pasti’yi istettiği bilinir. Sigismondo, bu talebi kabul edince dö Pasti, bir gemi ile İstanbul’a doğru yola
çıkar. Ancak bindiği gemi Girit’in Kandiye limanına
ulaştığında, Venedikliler devreye girerek Matteo dö
Pasti’yi Osmanlılar lehine casusluk yaptığı gerekçesiyle tutuklar. Venedik’e götürülerek yargılanan dö Pasti’nin suçsuzluğu anlaşılır. Bununla birlikte yaşadığı
gelişmelerin etkisiyle İtalyan sanatçı bir daha İstanbul’a gitme teşebbüsünde bulunmaz. Esasen Venediklilerin bu tutumu bazı rivayetler göz önüne alındığında anlaşılır gibidir. Kendini Roma İmparatorluğu’nun
varisi addeden Fatih’in, İtalya üzerindeki emelleri öyle
anlaşılıyor ki çok erken tarihlerde Batılılarca biliniyor ve bunun hayata geçirilmesinden korkuluyordu. Matteo dö Pasti’nin beraberinde
DOSYA
İtalya’yı da içine alan bir haritayı Sultana götürdüğü
ve bunun yanında İtalyan hümanist Roberto Valturio
tarafından kaleme alınan ve “Askerliğe Dair” isimli bir
eseri de taşıdığı biliniyor. İtalyan madalyon sanatçısı
muhtemelen bu sebepten dolayı casusluk ithamı ile
tutuklanmıştı. Nitekim bazı rivayetlerde Fatih’in kendi
portresini yapmak için İstanbul’a gelen Gentile Bellini’ye de ressamlık kudretini sınamak bahanesiyle Venedik’in bir haritasını yaptırdığı ve bu suretle ilerleyen
zamanlarda işgal etmeyi tasarladığı bu belde hakkında
zekice malumat elde ettiği zikrolunur.
Fatih’in madalyonunu yaptırma arzusu ilerleyen yıllarda da devam eder. Batılı kaynaklar bu bağlamda
Sultanın, kendisi ile Büyük İskender arasında bir bağ
kurduğunu, hatta Büyük İskender’den daha önemli
işlere imza atmak için yanıp tutuştuğunu söyler. İskender nasıl ki zamanında kendi heykellerini dönemin en büyük üstadı olarak kabul edilen Lysippos’a
yaptırdıysa, Fatih de kendi madalyonunu dönemin en
büyük sanatkârlarına yaptırmak istemiştir. Fatih’in bu
alandaki ikinci önemli girişimi Napoli kralı nezdinde
olur. Napoli kralı bu talebi kendisi için bir prestij vesilesi kabul ederek, dönemin en önemli ressam ve madalyon ustalarından Costanzo de Ferrara’yı İstanbul’a
yollar. Bu kez maksat hasıl olur ve Ferrara 1477 ya da
1478’de İstanbul’a gelir, kalıbı bugün Washington National Museum’da bulunan meşhur madalyonunu yapar.
Bu madalyonun arkasında Fatih için “Savaşın fırtınası,
insanların ve ülkelerin fatihi” ibaresi yer alır. Fatih’in
ölümüne kadar İstanbul’da kaldığı sanılan Ferrara,
ihtimal bir diğer İtalyan sanatçı Gentile Bellini ile de
burada görüşme imkânı yakalar.
Fatih ile Batı arasındaki ilişkilerin en somut örneği
öyle sanıyorum ki Bellini tarafından yapılan Fatih
portresidir. Osmanlılarla Venedikliler arasında 16
yıl süren ve 1479’da biten savaşların hemen ardından
Fatih, portre ve madalyon sanatında mahir iki sanatçının İstanbul’a gönderilmesini Venedik dukasından
talep etmiştir. Bu talep üzerine Venedik dukalık sarayının resim işlerini üslenen Gentile Bellini, Venedik
senatosu tarafından İstanbul’a gönderilir. İstanbul’a
gitme konusunda gönüllü bir madalyon döküm ustası ise bulunamaz. Bellini 3 Eylül 1479’da yola çıkar ve
bu ayın sonlarında İstanbul’a varır. İstanbul’da kaldığı
sürece hem Sultan için bazı portreler yapar hem de
şehri gezerek özellikle Roma ve Bizans devrine ait yapıların resimlerini çizer. Ne yazık ki Bellini’nin Fatih
için kaç resim yaptığını bilme imkânımız yok. Ona
ait olduğu kesinlik kazanan resimlerden biri meşhur
portresi, diğer ikisi ise bir solak asker ile bir cariyeye
ait olan portreler. Bellini’nin Topkapı Sarayı’nda bir
atölye kurduğu ve sarayın bazı kısımlarını da sultanın emri üzerine resimlediği söylenir.
MİMARİDEKİ YANSIMALAR
Fatih’in doğu ve batı dünyasına hâkim olma çabaları
giriştiği imar faaliyetlerinde de kendini gösterir. Bu
etkinin en bariz yansıması ise doğal olarak Topkapı
Sarayı ve etrafındaki sultanî yapılarda görülür.
Topkapı Sarayı bilindiği üzere 19. yüzyılın ortalarında Dolmabahçe Sarayı inşa edilene kadar Osmanlı
imparatorluğunun idari merkezi olacaktır. Bu sarayın
yapımı Fatih devrine tesadüf eder. Ana yapısı onun
zamanında ortaya çıkmış olup zaman içinde, ihtiyaca
yönelik yapılan ilavelerle daha da büyüyecektir. Ancak hemen belirtmek gerekir ki Fatih’in sarayını yaptırmak için seçtiği yer pek çok sembolik çağrışımları
içinde barındırır. Her şeyden önce seçilen yer, antik
Bizantion kentinin akropol bölgesidir. Yeni saray aynı
zamanda önemli ölçüde Bizans’ın emperyal sarayının
arazisi üzerine yayılmıştır. Tek farkla ki, Bizans Sarayı Marmara Denizi istikametinde büyürken, Osmanlı
Sarayı Haliç’e hakim bir mevkide fakat aynı zamanda
Boğaz’ı ve Marmara’yı gören bir konumda yer alır. Yine
bu konumdan bakıldığında Avrupalıların yerleşkesi
olan Galata’yı kontrol etmek de mümkündür. Saray’ın
bulunduğu yerden Anadolu yakası da görülebilir. Bu
sebeple Sultan hem sembolik hem de gerçek anlamda
iki kıta (Asya ve Avrupa) ve iki denizi (Karadeniz ve
Akdeniz) kontrol eder hâle gelir. Kendisinin Osmanlı padişahlarının kullandığı en ihtişamlı unvanlardan
biri olan “Sultanü’l Berreyn ve’l Bahreyn” yani “iki
kara ve iki denizin sultanı” şeklindeki elkabı da, bu anlamda bir gerçekliğe işaret eder. Yine Fatih Camii’nin
kuzey ve güney yönlerine konuşlandırılan iki medrese
de muhtemelen bundan dolayı Akdeniz ve Karadeniz
isimlerini taşıyordu. Nitekim Akdeniz medreselerinin
altında yer alan ve Fevzi Paşa Caddesi’ni Vatan Caddesi’ne bağlayan ana arter, bu medreselerden hareketle
Akdeniz Caddesi adını taşır.
Topkapı Sarayı, Bizans’ın bir nevi imparatorluk katedrali olan Ayasofya ile İmparatora ait özel bir locanın bulunduğu ve büyük kutlamaların yapıldığı
Hipodrom meydanının tam yamacındadır. Ayasofya’nın camiye çevrilmesini aynı zamanda Roma’nın
emperyal mirasının devralınması olarak okumak da
mümkündür. Bu gibi nedenlerden hareketle başta
Fatih’in Rum asıllı tarihçisi Kritovulos olmak üzere
pek çok ehl-i kalem onu gerçek anlamda Kayzer-i
Rum olarak selamlar.
Fatih’in Topkapı Sarayı’nın dış bahçelerine yaptırdığı köşklerde de emperyal zihniyetinin yansımalarını
gözlemlemek mümkündür. Topkapı Sarayında iç oğlanı olarak yetiştirilmiş ve sonrasında Şehzade Mustafa’nın Konya sancakbeyliği sırasında onun yanında
yer almış olan İtalyan Angiolello, Fatih’in Topkapı
sabah
ülkesi
25
sayı 44
07 | 2015
DOSYA
Sarayı’nın dış bahçelerinde üç farklı tipte saray yaptırdığından bahseder. Bunlardan biri Acem-Türkmen
tarzında, diğeri Türk tarzında ve sonuncusu ise Rum
tarzında idi. Nitekim Sultanın fethettiği İstanbul, gerek Türk-Moğol ve gerekse de Roma-Bizans emperyal
geleneğinin tam ortasında yer alan ideal bir merkez
durumundaydı. Üç farklı tarzda sarayın yapımını bazı
tarihçiler, Bellini’nin meşhur Fatih portresi ile özdeşleştirirler. Söz konusu portrede Fatih’in sağında ve solunda Anadolu’yu temsilen Karamanoğullarını, İran’ı
temsilen Akkoyunlularını ve Batı’yı temsilen de Doğu
Roma’yı sembolize eden üç yıldız bulunur. Dolayısıyla
Sultan bu şekilde üç farklı diyarın hükümranı olduğunu dile getirir. Hakeza saraylar vasıtasıyla da çevresine
böylesi bir mesaj vermek istediği düşünülebilir.
Gerçi Sırça Saray’ın daha ziyade hükümdarın kişisel eğlence meclisleri için
düşünüldüğü biliniyorsa da zaman
zaman burada resmî kabullerin
yapıldığı da aşikârdır. Sözü geçen üç saray içinde günümüze ulaşan tek örnek olan ve
İstanbul Arkeoloji Müzeleri
bahçesinde yer alan Sırça
Saray’ın yapımında Fatih’in,
Karamanoğulları üzerine
yaptığı seferler sonrasında
başkentine getirttiği Konya
ve Larendeli ustaların çalıştığı sanılıyor. Karaman sarayının Akkoyunlu ve Timur
mimarisi ile etkileşim içinde
olduğu biliniyor. Sarayda bolca çini kullanılması da İran etkisinin bir yansıması olsa gerek.
Diğer yandan Şikari’deki bir kayda
göre Fatih zamanında sadece Karaman ve İran unsuru İstanbul’a taşınmıyor,
Karamanoğullarının yaşadığı bölgede varolan
saraylarda sistemli olarak tahrip ediliyordu. Böylece
emperyal gelenek “tek”lik arz eder bir hâle geliyor,
Anadolu’daki alternatifleri ortadan kaldırılıyordu.
Bunun yanında Fatih’in ölmeden bir yıl kadar önce
Venedik’ten bir yapı ustası ile Floransa’dan ahşap süsleme ustaları davet ettiği biliniyor. İhtimal ki Sultan
bu ustalar vesilesiyle Otronto seferi öncesi kendisine
İtalyanvarî bir kasır yaptırmayı da planlıyordu. Bu
surette Fatih, kendisini Batı ve Doğu’nun hükümranı
olarak görüyor ve başkentindeki yaşam sahasını bu
tarz yapı toplulukları ile donatma yoluna gidiyordu.
Osmanlı tarzı sarayın bugün Arkeoloji Müzesi’nin
bir parçası olan Eski Şark Eserleri binasının olduğu
yerde bulunduğu tahmin edilirken, Rum mimarisine
öykünerek inşa edilen sarayın yeri hakkında net bir
malumat bulunmuyor.
26
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
Fatih’in İstanbul’u kendisine merkez yapmasından
sonra kendi adını ölümsüzleştirecek külliyenin kaplayacağı alan seçimi de gayet ilgi çekicidir. Fatih külliyesinin yükseleceği yerde İmparator Büyük Konstantin
tarafından temelleri atılan 12 Havari Kilisesi bulunuyordu. Büyük Konstantin, öldükten sonra gömülmek
üzere kendi mezar alanını da bu arazi içinde inşa ettirmişti. İlerleyen yıllarda burası âdeta bir imparatorlar
nekropolüne dönüşmüş ve pek çok imparator ebedi
uykusuna burada çekilmişti. Genç padişah, ilk başlarda 12 Havari Kilisesi’ne dokunmamış, hatta burayı patriklik merkezi hâline getirtmiştir. Ancak iki yıl
sonra adını taşıyacak külliye için bu mekânı seçecektir. Bilindiği üzere Konstantin, bir Roma imparatoru
idi. Dolayısıyla bu mekânın seçimi de Sultanın
kendisini adeta Roma mirası ile özdeştirdiğinin bir yansıması olarak görülebilir.
Hasılı, Osmanlı imparatorluğu
birtakım uygulamaları göz önüne alındığında, açık bir şekilde
kendisinden önce var olan bazı
Akdeniz imparatorlularından
etkilendiği gibi, Roma İmparatorluğu’nun mirasından da
çeşitli alanlarda istifade etme
yoluna gitmiş, bu devletin
Akdeniz havzasında oluşturduğu “Pax Romanum” düşüncesini en azından Akdeniz’in belli bir bölgesinde ikame etme fırsatı yakalamıştır.
“Roma Barışı” olarak da bilinen
Pax Romanum sayesinde nasıl ki
Roma ekonomik ve hukuki açıdan
istikrar yakalamış ve içindeki farklı
unsurları bir arada tutmayı becerebilmişse, Osmanlı Devleti de benzer bir tutum
ile üç kıtadaki varlığını 20. yüzyıla kadar devam
ettirmeyi başarabilmiştir. Bu süreçte Fatih Sultan
Mehmet’in önemli roller oynadığı, hatta pek çok kurumsal yapıyı tesis eden kişi olması hasebiyle bu zihniyetin tekamülünde başı çektiği rahatlıkla söylenebilir.
Roma mirasını ve uygulamalarını onun kadar yakından inceleyen bir başka Osmanlı sultanının olmadığını söylemek herhâlde yanlış olmaz. Kendisi bu mirası
tedkik etmekle kalmamış, Batı’daki gelişmeleri özel
hayatına da adapte etme yoluna başvurmuştur. Sultanın yaptığı bazı uygulamalar, mesela torunlarından
birisine Oğuzhan adını vermesi, Acem usulü saraylar
yaptırması, Karamanoğullarından kalan bazı sarayları
sistemli olarak tahrip ettirmesi Fatih’in kendisini hem
Doğu hem de Batı’nın gerçek anlamda emperyal varisi
saydığına dair kuvvetli ipuçları vermektedir.
DOSYA
OSMANLI DEVLETİ
KOZMOPOLİT MİYDİ?
M. Macit Kenanoğlu*
smanlı Devleti’nin kozmopolit olarak nitelendirilip nitelendirilemeyeceği, farklılıkların hangi ölçüde hayat hakkı bulduğu ve
ne denli özgürce ifade edilebildiği, sosyal
ve siyasal alanda söz sahibi olma açısından farklı din
ve etnik unsurların durumu, kısacası Osmanlı Devleti’nde kozmopolit bir ortam mevcutsa sınırlarının neler olduğu sıkça tartışılan konular arasındadır.
Bir felsefi düşünüş tarzı olarak eski Yunan’da ortaya
çıkan kozmopolitizm, tam anlamıyla özgür olabilmek
için belirli bir sosyal nizama, belirli bir vatana tabi olmamayı esas alır. Cosmo Politai kendisini belirli bir
vatana bağlı hissetmeyen insan, yeryüzü vatandaşı
anlamına gelmektedir. Kozmopolit kelimesi zaman
içerisinde evrilerek daha farklı anlamlar kazanmıştır.
Kelimenin Webster’daki karşılıklarından birisi “dünyanın her tarafından gelen farklı kişi ve unsurlardan
meydana gelen” şeklindedir. Kelimenin bu anlamı esas
alındığında Osmanlı Devleti’nin geniş bir coğrafyada,
farklı etnik ve dinî unsurları bünyesinde barındırma
noktasında uyguladığı stratejinin nasıl bir keyfiyete
sahip olduğunun tespiti önemli bir nokta olarak karşımıza çıkmaktadır.
28
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
DOSYA
Osmanlı Devleti kurulduğu tarihten itibaren çok farklı dinî ve etnik unsurla yakın temas hâlinde olmuştur.
Çevresinde yer alan Bizans beylikleri ile münasebetleri İslam hukukunun harp ve sulh hukuku prensipleri
çevresinde yol almıştır. Osmanlı Devleti’nin gayrimüslimlerle daha yoğun sosyal temasa geçişi İstanbul’un
fethinin akabindedir. Ortodoks Hristiyan dünyasının
merkezinin ele geçirilmesi gayrimüslimlerle ilişkilerin
şekillenmesinde önemli bir dönüm noktası olmuştur.
Artık sadece bireysel olarak değil aynı zamanda kurumsal olarak da gayrimüslim müesseselerinin idaresi
gündeme gelmiştir. Daha büyük bir gayrimüslim nüfus Osmanlı Devleti’nin sınırları içerisinde yer almaya
başlamıştır.
Belirtmek gerekir ki Osmanlı’da Şer‘î hukuk tüm ülkede tanınan tek hukuk düzenidir. Osmanlı hukukunda mülkilik prensibi (Osmanlı sınırları içerisinde
bulunan herkese Osmanlı hukukunun uygulanması)
esastır. Şahsilik prensibi (Osmanlı sınırları içerisinde
bulunan yabancılara kendi hukuklarının uygulanması
esası) istisnaidir. Osmanlı hukuku Osmanlı sınırları
içerisinde bulunan herkesi kapsamaktadır. Osmanlı
Devleti’nde kanunlar genel nitelik taşımakta olup hem
Müslümanlara hem gayrimüslimlere uygulanmaktadır. Gayrimüslim cemaatlere otonomi verilmesi söz
konusu değildir. Literatürde Osmanlılarca gayrimüslimlere otonomi verildiği şeklindeki yorumlar gerçeği
aksettirmekten uzak olup, bu tür yorumlar gayrimüslimlere kurumsal bir özerklik verilmesinden ziyade
Osmanlı yetkililerinin gayrimüslim cemaatleri kendi
hâllerine bırakma şeklindeki uygulamasından kaynaklanmaktadır.
Osmanlı Devleti kendi vatandaşı olan ehl-i zimmet
gayrimüslimlere karşı herhangi bir peşin hükümlü
yaklaşım içerisinde değildir. Devlet bu konuda İslam
hukukunun esaslarını benimsemiş ve uygulamada
ehl-i zimmet hakkındaki müsamaha ve himaye prensiplerini korumaya azami gayret sarfetmiştir. Bu yaklaşım sayesinde gayrimüslimlerin toplumsal hayata
adapte olmada zorlanmadıkları görülmektedir.
Din ve vicdan hürriyeti açısından Osmanlı uygulaması oldukça istikrarlı ve gayrimüslimlerin ayin ve
ibadetlerini serbestçe icra edebilmelerine elverişli bir
niteliktedir. Zorla İslamlaştırma politikası güdülmemiş, cebren ihtida ettirildiği tespit edilenlerin irtidatla
cezalandırılmalarına gerek olmadığına hükmedilmiş,
cizye ödemek şartıyla ibadet serbestisine sahip oldukları garanti altına alınmış, ibadethanelerin inşa ve tamirinde belli usul ve prensiplere göre hareket edilmiş
olduğu görülmektedir. Bu hususlarda gayrimüslimlere
mutlak bir serbesti verilmemiştir.
Gayrimüslimlerin Osmanlı Devleti’nde üstlendikleri
görevler, hem devlet hem de Müslüman halkla münasebetlerinin muhtevasını göstermesi bakımından
önemlidir. Fatih döneminde Hristiyanların asayişin
temininde, gümrük emini, derbendci, esir pazarı kethüdası olarak istihdam edildiği, hatta başlangıçta (I.
Murad’ın ordusunda) Osmanlı Devleti saflarında yer
aldıkları, III. Murad döneminde ise yasakçı olarak
tayin edildikleri görülmektedir. Zimmilerin istihdam
edildiği işlerin başında kuyumculuk, ciltcilik, kethüdalık, kalfalık, iskele ve gümrük eminliği, mültezimlik,
mukataa eminliği, tabiplik, sefer mimarlığı, yay ve ok
tamirciliği, bakkallık, sırmakeşlik, nalıncılık, kasaplık,
tercümanlık gelmektedir. 17. yüzyılın ortalarına kadar
Müslüman ve Hristiyanlar herhangi bir ayrım olmaksızın aynı esnaf birliklerine tabi olmuşlar, 17. yüzyılın
ikinci yarısından itibaren müstakil Hristiyan esnaf
birliklerine devletçe izin verilmiştir. Tanzimatla birlikte gayrimüslimlerin devlet memurluklarına daha fazla
sayıda dâhil oldukları görülmektedir. Son dönemlerde ise maslahatgüzâr, vali ve vezir olarak görev yapan
gayrimüslimlere rastlanmaktadır.
Osmanlı Devleti şeâir-i küfür izhârına (yani İslamiyet’e
göre bâtıl bir dinin propagandası anlamına gelebilecek
hareketlere) izin vermemiştir. Gayrimüslimlere ait
dinî sembollerin kullanımını (yüksek sesle ayin icrası,
çan çalma, dinî alametleri aleni dolaştırma vb.) birtakım sınırlamalara tabi tutmuştur. Osmanlı Devleti’nde
çan çalmak, yollara haç dikmek, yüksek sesle âyin icra
etmek yasaktır. 1516 tarihli Bosna Sancağı Kanunnâmesi’nde yollara haç dikilmesi yasaklanmıştır. Kadılara bu gibi hareketlere izin vermemeleri gerektiği
sabah
ülkesi
29
sayı 44
07 | 2015
DOSYA
Zimmiler genellikle şehrin kenar semtlerinde, Rum, Ermeni ve Yahudi mahallelerinde
gruplar hâlinde iskân edilmişler, bazı semtlerde oturmaları ise yasaklanmıştır.
sıkı sıkı tenbihlenmiştir.
Fetvâlarda da gayrimüslimlerin çan çalma yerine ancak delikli tahtalar
kullanabileceği, bunların
sesi de Müslümanları rahatsız ediyorsa bunun dahi
engellenmesinin vacip olduğu, Cuma namazı kılınan
yerlerde kâfirlerin küfür alameti sayılan şeyleri izhâr
etmelerinin İslam’a zarar verdiği, buna izin veren hâkimin azlinin vacip olduğu ifade edilmiştir. Yasaklanan
bir diğer davranış biçimi ise ruhani reislerin (papaz,
piskopos vb.) kendi hânelerinde (evlerinde) gürültülü biçimde İncil okumalarıdır. Evlerinde ref ’i savt ve
ilân-ı küfr etmeksizin (yüksek sesle olmamak ve dinî
propaganda sayılabilecek nitelikte olmamak şartıyla) yapılmasına izin verilmiştir. Alenen şarap ve rakı
satmak, düğünlerde çalgı almak küfür alametlerinin
izharı sayılmıştır. Müslüman kabristanlarında şarap
içmek men edilmiştir.
İslam hukukunda gayrimüslimlerin Müslümanlarla birarada oturmalarını men eden şer‘î bir hüküm
mevcut değildir. Ancak sonraki İslam devletlerinde
mahallelerin ayrılması gibi bazı uygulamalara rastlanılmaktadır. Osmanlı Devleti Rumeli’de fethettiği
yerlerde ele geçirdiği şehir, kasaba ve köylerde Müslüman unsurları iskan ettirmekteydi. Jenning’in ifade
ettiğine göre, 1583’te Kayseri’de yetmiş iki mahallenin
ellisi Müslüman, on üçü Hristiyan, dokuzu karışıktı.
1591’de Erzurum’da yirmi mahallenin dördü karışıktı.
Zimmiler genellikle şehrin kenar semtlerinde, Rum,
Ermeni ve Yahudi mahallelerinde gruplar hâlinde iskân edilmişler, bazı semtlerde oturmaları ise yasaklanmıştır. Örneğin 1582 tarihli bir fermanla, zimmilerin
İstanbul’da Eyüp semtinde oturması yasaklanmıştır.
Genel uygulamaya göre Yahudi ve Hristiyanların cami
yakınlarında ev ve dükkan edinmeleri yasaklanmıştır.
Bilhassa ezân, salâ ve Kur’an okunurken kaval çalan
gayrimüslimlerin gürültülerinden cemaatin rahatsız
olmaları dolayısıyla camiye yakın yerlerde oturan Yahudilerin ev ve dükkânlarının Müslümanlara satılmasının emredildiği görülmektedir. Yahudi ve Hristiyanların Müslüman mahallelerinde evler satın alıp meyhaneye çevirerek şarap satmak ve fuhuş gibi meşru
karşılanmayan fiiller icra etmelerinden dolayı bu tür
faaliyetlerin engellendiği görülmektedir.
Ebussuud Efendi’nin bir fetvasında Müslümanlarla birlikte yaşayan zımmileri yüksek müzeyyen evler
yapmaktan, şehir içinde ata binmekten, kıymetli libas
ve yakalı kaftanlar giymekten, ince dülbend, kürk ve
sarıklar sarınmaktan men eden hâkimin ecir (sevap)
alacağından bahsedilmektedir. Nitekim 1565 yılında İstanbul kadısına gönderilen bir emirde etraftaki
30
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
evlerden yüksek olarak
yaptırılan zimmi evlerinin
yıktırılması istenmiştir.
1580 yılında da kale duvarlarını bozarak üzerine
ev yapıp Müslümanların evlerinden yüksek bina inşa
eden gayrimüslimlere engel olunmasına dair emir verilmiştir. 18. yüzyıla ait belgelerde evlerin yüksekliğine
dair kayıtlara göre Müslümanların evleri on iki, zımmilerinki dokuz zira yükseklikte olacaktır. (1 zira =64
cm’dir).
Gayrimüslimlere getirilen önemli sınırlamalardan birisi de Müslüman köle ve cariye sahibi olamamalarıdır.
Yahudiler, dârulharpten gelen esirleri alıp Müslüman
olmalarına mani olduklarından, bunların Müslüman
esir kullanmamaları ve azatlı Müslüman köle ve cariyeleri ücret karşılığında istihdam etmemeleri emredilmiştir. Konuyla ilgili bir hükümden anlaşıldığına göre
Yahudi ve Hristiyanların Müslüman köle ve cariye almalarının başlıca sebebi olarak tahfif-i din ve ihanet-i
müslimin (İslamiyet’i alaya alma) gösterilmektedir. I.
Ahmet de 1605 yılında bir emir çıkararak yabancı elçilerin ve Yahudilerin esir satın almalarını yasaklamıştır.
Mardin’e göre, Osmanlı’da tabakalaşma psikolojisinin
ayırdedici bir özelliği yönetici sınıf üyelerinin herkesin
kendi yerini bilmesine verdikleri önem ve gösterdikleri özendir. Bu husus, söz gelimi belli bir meslekten
olanların zanaatlerini belirleyen bir işareti taşımaları
ya da belli bir milletin üyelerinin ayrıdedici giysiler
içinde dolaşmaları ya da alt sınıfların seçkinlerce giyilen kıyafetleri giymemeleri gibi konular üzerinde
ısrarla durulması biçiminde ortaya çıkar.
Kılık kıyafet konusunda temel prensip Yahudi ve Hristiyanların Müslümanlar gibi giyinmemeleri gerektiğidir. Yahudi ve Hristiyanlar için ortak yasak, iyi libas
giyme ve ince tülbend sarmaktır. 1568 yılında İstanbul
kadısına gönderilen bir hükümde, oldukça teferruatlı
bir biçimde gayrimüslimlerin giyecekleri şeylerin nitelikleri ve renkleri yer almaktadır. Yasağın belli başlı
amaçlarından birisi Müslümanlarla gayrimüslimlerin
tefrîk edilmesidir. Gayrimüslimlerin çarşılarda süslü
ve pahalı elbiseler giyerek Müslümanlardan daha gösterişli bir tarz içerisinde olmamalarına dikkat edilmesi
istenmiştir. 1550’lerde Subaşı, Yahudi cemaatbaşını
Kadı’nın huzuruna getirmiş ve Yahudilerin Müslüman
gibi davranarak onları rencide ettiğini ifade etmişti.
Yahudilerin sinagogda başlarına Müslümanlar gibi
beyaz sarık sardıkları iddia edilmiş, Subaşı da bunun
doğruluğunu bizzat tahkik etmişti. 1742’de Sadrazam,
Hristiyan ve Yahudilerin kürk ve bazı renklerde elbise giymelerini yasaklamıştı. III. Selim’in sadrazama
gönderdiği bir emirde yer verdiği “Kaimmakam Paşa!
DOSYA
Osmanlı’da kültürel çoğulculuk anlamında
bir kozmopolitlikten söz edilebileceği, ancak
kelimenin klasik anlamıyla Osmanlı’nın
kozmopolit olmadığı ifade edilebilir.
Allah için şunun üzerine
olasın ve reaya-yı bî serif
karıları şal-ı ferace, sarı
mest pabuç ile geziyorlar,
onlara dahi tenbih edesin, rast gelir isem haklarından gelirim, Frenk harbîdir
gezerler, lakin reayaya tenbih edesin.” ifadeleri ehl-i
zimmet gayrimüslimlerle harbi olan gayrimüslimler
arasında da kılık kıyafet sınırlamaları hususunda fark
olduğunu, harbilerin daha fazla esneklikten yararlandığını göstermektedir.
Ehl-i zimmetin kendilerine mahsus kıyafeti terkederek Müslümanlara mahsus kıyafetleri giymeleri 19.
yüzyılın başlarında da yasaktır, ancak Tanzimat ile
birlikte bu durumun değişmeye başladığı görülmektedir. Ahmet Cevdet Paşa Tezâkirinde, İzzet Mehmed
Paşa’nın ikinci defa sadarete geldiğinde eski devirlerin
ahkâmını yürütmek istediğini fakat Tanzimât-ı Hayriye’nin ona mâni olduğunu ve Hristiyanları ehl-i İslam’dan ayırmak için feslerine raiyyet kelimesinin ra’sına alamet olmak üzere kurdeleden uzunca ve eğrice
sülük tabir olunan nişanlar koydurmaktan başka bir iş
beceremediğini ifade etmektedir.
Gayrimüslimlere getirilen sınırlamalarda meyhane
ve şarap konusu ayrı bir özellik arzeder. İslam hukukunda gayrimüslimlerin kendi dinlerine göre yasaklanmamış olan şarabı içebileceklerinin kabul edilmiş
olması sebebiyle, Osmanlı Devleti uygulamasında da
gayrimüslimlerin meyhane açabileceği ve şarap içebileceği kabul edilmiş ve fakat bunlar bazı kayıt ve
sınırlamalara tabi tutulmuştur. Bu hususta Osmanlı
yönetimince kabul edilen kriterler İslam hukukuna
uygundur. Bu kriterlerin başında alenî olarak şarap içilmemesi ve satılmaması gelir. Bir diğer kriter,
zimmilerin Müslümanlara şarap satışının yasak olmasıdır. Meyhaneler gayrimüslimlerin oturdukları
mahallelerde kadimden (eskiden) beri mevcut ise
bunlara dokunulmayacağı, bu mahallelerde sonradan yapılmış (muhdes) olanlara izin verilmeyeceği,
Müslüman mahallelerinde ise hiçbir şekilde meyhaneye izin verilmeyeceği kabul edilmiştir.
Kanunnâmelerde gayrimüslimlerin kendi mahallelerindeki meyhanelerden başka bir yerde şaraplarını
satmamaları, evlerinde satarlarsa bunlara el konulacağı ifade edilmiştir. II. Bayezid’e ait içki yasaknamesi
şehir, kasaba ve köylerde düğün ve toplantılarda aleni
içki içmeyi ve İslam’a aykırı hususları yasaklamaktadır. Ebussuud Efendi’nin fetvalarında da İslam beldesindeki zimmilerin fesat çıkarmamak kaydıyla kendileri için yeterli miktarda şarabı evlerinde bulundurabilecekleri, fakat ehl-i İslam’a satmaya kalkışır veya
bu konuda devletçe konulan kurallara uymazlarsa
şaraplarının dökülebileceği ve şarap içmekten
men edilebilecekleri belirtilmiştir. 1559 yılında
Bursa kadısına gönderilen
bir emirde, meyhane ve benzeri umûr-i münkere ve
ef ‘âl-i kabihanın men edilmesi, meyhanelerin ve alenen şarap satımının yasak olduğu, gayrimüslimlerin
ancak kendi ihtiyaçları için şarap getirip birbirlerine satabilecekleri, özellikle mescitlere yakın evlerde
oturan gayrimüslimlerin evlerinde şarap yapıp Müslümanlara satmaları yasaklanmıştır.
1755’te Üsküdar kazası nâibine gönderilen hükümde
şer‘î kriterlere yer verilmektedir. Buna göre; Müslümanların oturduğu kasaba ve köylerde şarap ve rakı
satışı yasaktır, cami ve mescitlerin bulunduğu veya
ehl-i İslam’ın sakin olduğu yerlerde meyhane açmak
ve aleni olarak şarap ve rakı satışı yasaktır.
İfade edilen bu hususlardan anlaşılacağı üzere Osmanlı Devleti gayrimüslimlerle münasebetlerini şekillendirirken esas olarak İslam hukukunun prensipleri
çerçevesinde hareket etmiştir. Osmanlılar hâkimiyeti
altına aldıkları gayrimüslimlerle zimmet anlaşmaları
yapıp, eman vermek suretiyle onların hukuki statülerini belirlemişler, İslam hukuku prensiplerine sadık
kalarak din ve vicdan hürriyeti çerçevesinde gayrimüslimlere serbesti vermekle beraber, onların Müslümanlarla intibakını sağlamak amacıyla belirli mekanizmaları etkili biçimde kullanmışlardır. Osmanlılar
gayrimüslimleri idari, mali, adli, cezai sahalarda hiçbir
zaman otonom bir yapı içerisine oturtmamış, aksine
devletin temel hukuk sistemini bozmayacak ve hukukun mülkilik vasfını ve kanunların genelliği prensibini
ortadan kaldırmayacak şekilde tek bir hâkim hukuk
sistemi altında yönetmişlerdir. Kilise teşkilatı ve kilise hukukunun bu hâkim hukuk sisteminin üstünlüğü
esası çerçevesinde devletin teşkilatı ile uyumlaştırılması sağlanmıştır. Mali açıdan kilisenin güçlenmemesi için tedbirler alınmış, kilisenin topladığı gelirlerin
devlet hazinesine aktarılması sağlanmıştır. Ayin ve
ibadet hürriyetine İslam hukuku çerçevesinde müsaade edilmiş, propaganda mahiyeti taşıyan ya da Müslümanlara karşı üstünlük gösterisi anlamına gelebilecek
hareketlere izin verilmemiştir.
Bütün bunlar dikkate alındığında Osmanlı Devleti’nin
farklı etnik ve dinî unsurlara var olma hakkı tanıdığı,
Osmanlı’da kültürel çoğulculuk anlamında bir kozmopolitlikten söz edilebileceği, ancak kelimenin klasik
anlamıyla kozmopolit olmadığı, aksine kendi hukuk
sistemine göre muamelelerini yürüttüğü ve herkesin
bu hukuk çerçevesinde hareket etmesini önemsediği
bir yapıya sahip olduğu rahatlıkla ifade edilebilir.
* İstanbul Şehir Üniversitesi Hukuk Fakültesi Öğretim Üyesi
sabah
ülkesi
31
sayı 44
07 | 2015
DOSYA
KUDÜS
Şiddete Boyun Eğmeyen Kozmopolitizm
32
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
DOSYA
Talisker Donahue*
on yıllarda yapılan tercüme çalışmaları özellikle Osmanlı’nın son dönemlerindeki Kudüs’e ışık tutmaya başladı. Profesör Roberto
Mazza’nın, dinlerarası ahenge sahip bir ütopya toplumu olarak değil de “kayıp sesler” olarak tanımladığı bu kaynaklar, şimdilerde birbiriyle rekabet
hâlindeki ulusal taleplerle yarılmış üç dinli bir şehre
kozmopolit bir bakış sunuyor.
Büyük usta Edward Said’in de içinde olduğu bazıları
–millet sistemini içinde barındıran– bizzat Osmanlı
modelinin Ortadoğu’daki mevcut siyasal duruma tercih edilebilir bir seçenek olduğunu, fakat Osmanlı’nın
ihdas ettiği yapının yalnızca çok küçük bir zaman dilimi için kozmopolit bir ortam yaratmış olduğuna dikkat etmenin önemli olduğunu ileri sürmektedir. Sami
Zubaida’ya göre, Osmanlı kozmopolizmi modern bir
olgudur, ancak çerçeve daha dar olabilir. Yol göstermesi açısından geriye dönüp bakacak olursak, bütün
imparatorluğa nostaljik bir pembe gözlüklerle bakmak
yerine, Osmanlı 20. yüzyılın başlarında bölgedeki kolonyal denetimini merkezîleştirdiğinde dahi toplumda
ortak bir saygı ve hoşgörü kültürünü yaratmış Kudüs
gibi şehirlerdeki halka bakmak daha yararlı olabilir.
Ud sanatçısı Wasif Jawhariyyeh ile öğretmen Khalil
al-Sakakini gibi kişilerin “kayıp sesler”inin yardımıyla,
İngiliz mandasından önce bir modern Kudüs vizyonu
ortaya çıkmaya başlamıştır; bu gösteriyor ki, fiziksel,
düşünsel ve inançsal olarak parçalara ayrılmış şehre
dair genel düşüncemizde çok da yanılmış sayılmayız.
Aslında bu dönem imparatorluğun ulus fikrini kabullendiği, ancak şehirde, arada kalmış bir akış içinde
kozmopolit bir toplumun ortaya çıktığı bir dönemdir.
Batı’nın demokrasi, özgürlük ve ulusal egemenlik kavramları imparatorluk boyunca yayılırken Kudüslüler
ortak bir kimliğe sahip farklı bir toplum yaratıyordu. I.
Dünya Savaşı ya da Osmanlı İmparatorluğu’nun çöküşü bu durumu değiştirmedi, Kudüslülerin zihinlerinde
ve davranışlarında bu kimlik taşındı; bu kısmen hâlâ
görülmekte ve bize umut vermektedir.
20. yüzyılın başlarında dayanışma ve toplumsal değerlerin dışavurumunda ortaya çıkan sert karışıma
katkıda bulunan bileşenler 19. yüzyılın ortalarında
Tanzimat diye adlandırılan dönemde bir araya gelmeye başladı. Kudüs bölgesi için bu, şu anlama geliyordu; büyük ve özerk bir şehir, İstanbul’daki hükûmetin
gittikçe daha da yoğunlaşan kontrolüne girmeye başlıyordu. Kudüs hızla devletin önemli bir merkezi hâline
geldi. Kısa sürede bölgenin başkenti ve Şam, Selanik
ve Bağdat’taki reformların ana merkezlerinden birisi
oldu. Bununla birlikte, bölgesel iktidar güçlendirildi ve yerel kamu hizmetleri mahallelere tevdi edildi.
Osmanlılar, bu aşamada, Arap vilayetlerinde muhtemelen bir çeşit kolonyal misyon sürdürmekteydi, fakat
İstanbullu yetkililer şehirde çok az görülmekteydi.
Reformlar vatandaşlık yelpazesini genişletme ve dolayısıyla da seçmen kitlesini Müslüman çoğunluğun
ötesine taşıma sürecini de başlattı. Ancak 1870’te Kudüs’ün yedi kişilik meclisinde yalnızca bir Hristiyan ve
bir Yahudi vardı. Bu durum, erkek nüfusun yalnızca
yüzde beşinin seçimlere katıldığı 1898 yılına kadar
düzelmedi ve yerel idareci Mehmed Tevfik tarafından
yapılan eleştirilere yol açtı. Bununla beraber, bu kez
özellikle gazetecilik ve seyahatin de içinde yer aldığı
kültürel faaliyetlerde bir patlama yaşandı. Yahudi meclis üyesi David Yellin gibi şahıslar dahi alternatif yönetim şekillerini öğrenmek için Avrupa’ya gitti.
İşte Wasif Jawhariyyeh böyle evrilmekte olan bir toplumsal ve kültürel ortama adım atmıştı; yakın zaman
önce Arapça aslından İngilizceye tercüme edilen
günlükleri şimdilerde zevkle okunmakta ve akademik olarak da dönemin son derece önemli bir resmini sunmaktadır.
Jawhariyyeh Kudüs’ün şu anda Müslüman bölgesi
olarak bilinen kısmında yaşamış ve babasının komşularıyla olan yakın ilişkileri münasebetiyle Ortodoks
Hristiyan olan ailesi Müslümanların Ramazan Bayramlarına katılmışlardır. Wasif bizzat Faslı bir dostu
tarafından kendisi için yapılmış tamburuyla ilahilere
eşlik etmişti. Paskalya ve Yahudilerin Purim Bayramı
da bu çoğulcu ve açık toplum tarafından aynı şekilde
kutlanmaktaydı. Yahudiler Şimon’un mezarlarını ziyaret ederken Müslüman ve Hristiyanlar da vadide hep
birlikte Endülüs şarkıları söyleyen kalabalığa katılırdı.
Bu pozitif birliktelik Osmanlı’nın ve Kudüs tarihinin
en önemli olaylarından birinde, 1908 devriminde siyasallaşacaktı. Jön Türklerin liderliğindeki anayasal
devrim, 1908’de şu çarpıcı beklentiyle gerçekleştirildi:
Toplumsal ve siyasal olarak Osmanlı vatandaşlığı altında eşitlik vardır ve millet ancak böyle bir durumda
kişisel kimliği belirler.
1908 devrimi Sultan II. Abdülhamid’i 1877’de ilga ettiği anayasayı yeniden yürürlüğe sokmaya mecbur etti.
Bununla birlikte Tanzimatçılar (İttihat ve Terakki) görünürde Tanzimat’tan türeyen ilk dalga Genç Osmanlılar tarafından dile getirilen dine dayalı millet sistemine karşı Batı’nın eşitliğe dayalı vatandaşlık kavramına
sabah
ülkesi
33
sayı 44
07 | 2015
DOSYA
inanmaktaydılar. Devrim Kudüslüler tarafından
umut, beklenti ve vatanseverlik karışımı duygularla
karşılandı.
Bunlar, halka Osmanlıcılığın öneminden bahsederken
özgürlüğün ve demokrasinin ne demek olduğunu da
öğretmekteydi.
6 Ağustos 1908’de, İngiliz konsolos Edward Blech’in
bildirdiğine göre Osmanlı anayasasının yeniden ihdası haberleri uzak vilayetlere doğru yayılmıştı. Blech’in
seçkinler arasında devrimin ilgi uyandırmadığını belirtmesine karşın hareketin bu erken aşamasında bile,
Kudüslülerde dinî sınırları aşacak insancıl vatandaşlığı
destekleme yönünde bir iştiyak vardı. Hem Müslüman
hem de Hristiyan temsilciler Blech’i ziyaret etmiş, fanatik olmadıkları ve eşitlik arzu ettikleri yönünde onu
temin etmişlerdi.
Kudüs’te evrilen eğitim ortamı da hem devrim dilini
öğrenme hem de çocukların ufuklarını kendi dinî ve
kütürel sınırlarının ötesine genişletme ihtiyacını yansıtmaktaydı. Khalil al-Sakakini’nin Düsturiyye okulu
bu kozmopolit bir arada varoluş için gerekli hümanist
eğitimin müşahhas örneğiydi. Sakakini bu dönemdeki
vatansever Osmanlı kozmopolitizminden kişisel hümanizme dönüşümü özetlemektedir.
İki gün öncesinde, 4 Ağustos’ta Yafa’da birçok gösteri oldu. Müslüman, Hristiyan ve Yahudiler büyük bir
grup hâlinde toplanarak vatanseverlik vurgulu konuşmaların yapıldığı ve halkına özgürlük tanıdığı için
Sultan’ın övüldüğü askeriyeye doğru yürüdüler. Şehrin
ana caddesi gece yaklaşırken aydınlatılıyordu; hakiki
bir kozmopolit ruh içinde farklılıklar beliriyordu ve
bunlar şehrin kimliği olarak addediliyordu; her millet
bayrağını sallıyordu. Saat 11 olduğunda kalabalıklar
hiçbir tartışma yaşanmaksızın kendi yollarına gittiler.
Dört gün sonra bu aynı ruh Kudüs’e yayıldı, Vali Ekrem
Bey kışla avlusunda anayasayı kamuoyuna duyuruyordu. Yafa’da olduğu gibi çeşitli dinlerin mensupları barış
içinde toplanmıştı; birçoğu üzerileri “Hürriyet, Müsavat, Uhuvvet” şeklinde sloganlarla süslenmiş kurdeleler taşıyordu. Resmî idareciler reformları uygulamaya
sokmak için bir araya gelirken devrimin ve anayasanın
güzelliğini metheden konuşmalar yapılıyordu.
Yeni yapılmış belediyenin avlusunda, genç Wasif Jawhariyyeh geçidi ve halkı izliyordu. Yafa gibi sokak ve
evler binlerce mumla aydınlatılırken tüm şehrin de
bayrak, çiçek ve ağaç dallarıyla donatıldığını gördü.
Şehrin kuzeybatısında, gelecekte Hristiyan ve Müslüman mahallelerini birbirinden ayıracak olan yola götüren Şam Kapısı, şehir sakinlerinin özel süslemeleri
ve kutlamalarıyla öne çıkıyordu. Burada vatansever
şarkılar söyleyerek dans ediyor, herkese dağıtılan gülsuyu limonatalarından içiyorlardı. Jawhariyyeh bunu
“benzersiz” bir an olarak hatırlıyordu.
Tanzimat reformları altında eğitim gören bu okuryazar sınıflar, devrimin imparatorluğu yönelttiği yolun
net olarak farkındaydılar ve öğrenmek istiyor, kendilerini ifade edecek yeni yollar arıyorlardı. Hem basın
hem de eğitim sistemi yeni vatandaşların ihtiyaçlarını
karşılamak için muazzam bir dönüşüm sürecine girmişti. Yapıcı bir enerji patlamasıyla, 1908-1914 yılları
arasında yaklaşık otuz dokuz yeni yayın ortaya çıktı.
34
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
Esasen Sakakini Arap milliyetçiliğinin özgün bir sesi
olarak görülmüştür, ancak 1908’in akabindeki bu ümit
verici dönemde daha çok kozmopolitizm çerçevesinde
hareket etmiştir. Milliyetçilik ve kozmopolitizm de her
zaman birbirini dışlayıcı değildir; Fanon, The Wretched of the Earth adlı eserinde ulus inşasının bir amaç
olmadığını ancak uluslararası, kozmopolit bir bilinci
beslemenin aracı olduğunu ima etmektedir.
Sakakini, Düsturiyye okulunu, 1909’da, Osmanlıcılık,
liberalizm ve reformu teşvik ederek şehirde bulunan
üç dinin mensubu gençlere eşit bir biçimde eğitim veren bir kurum olarak açmıştır. Aynı zamanda o, öğrencilerin bireyselliğine önceki okullardan çok daha
fazla odaklanmıştı. Bu öğrenciler arasında Wasif Jawhariyyeh de bulunuyordu. 1909’da Wasif ve kardeşi
Tawfiq, Schneller okulunda öğrenciydiler. Her ikisinin de dayak yediği bir olay üzerine Wasif ’in babası
onları Sakakini’nin ve yeni okulunun bakımına verdi.
Sakakini’nin sınıfları geleneksel değildi ve ders kitabı
gibi formaliteleri bir kenara bırakarak hikâyelerle genç
dinleyicilerinin dikkatini çekiyordu. Ayrıca Wasif ’in
bir önceki okulunda maruz kaldığı fizikî cezalandır-
DOSYA
mayı ilk yasaklayan da oydu, zaman zaman öğrencileri
azarlasa da onlar tarafından büyük saygı görmekteydi.
Okulun merkezinde yalnızca spor ve Arapça yoktu,
Hristiyan öğrenciler ayrıca Kur’an okumaya da teşvik
ediliyor ve bu noktada kendilerine yardım ediliyordu.
Wasif bizzat Kur’an okumayı benimsedi, bu, dinî ve
gramatik nedenlerden dolayı değil, daha çok Kur’an
Arapçasının şiirselliğinden dolayı idi. Bu Kur’an okumaları onun müzik yeteneğini geliştirmesini sağlıyor
ve kutsal ayetler aracılığıyla telaffuz estetiğini ona öğretiyordu. Sakakini eğitimini verdiği değerlerin bir nümunesiydi; kendi günlüğünü sık sık sesli olarak okur,
diğer okulların hiyerarşik sistemlerine meydan okuyan ve öğrenci ile öğretmen arasındaki şahsi ve gayriresmî bağlantıyı teşvik eden bir aile ruhu yaratırdı.
Bu dönem kısa süren bir umut dönemi oldu ve bu kısa
süre içinde Osmanlıcılığın asırlardır kısmen özerk olmuş bir milletler ve kültürler mozaiğini benimsemekten çok tek bir devlet kimliği ve idaresi yarattığı netleşti. İstanbul’dan gelen maddi ve manevi destek kurudu
ve oy kullanma üzerindeki mülkiyet kısıtlamasının
kaldırılması gibi vaatler hiçbir zaman gerçekleşmedi.
Grev ve protestolar daha da yaygınlaştı ve Filastin gibi
gazeteler mayalanmakta olan tatminsizliği körükledi.
1912 seçiminden önce Jön Türklere verilen destek öylesine azaldı ki İttihat ve Terakki’nin yalnızca tek bir
adayı olabildi; diğer iki aday muhalif Hürriyet ve İtilaf
Fırkası mensubuydu.
1913’te İngiliz yetkili McGregor, olayları öngörürcesine, Kudüs halkının Osmanlı idaresinden hoşnut olmadığını ve hizipçi fikirlerin kristalleşmeye başladığını
yazıyordu. Jön Türk devrimi Kudüs sokaklarında bütün kültürler tarafından kutlanırken İttihat ve Terakki’nin 1913’te gerçekleştirdiği darbe McGregor’a göre
“şevksiz karşılanmıştı”. McGregor şu sonuca varmıştı:
Türkiye’nin buradaki idaresi biterse Mısır’ı ve Süveyş
Kanalı’nı denetim altında tutan güç hangisi olursa olsun “otoritesini Filistin’e doğru genişletmeye (…) mecbur kalacaktır.”
Buna karşın Kudüs kozmopolitizmlerin inşa edildiği,
ifade edildiği ve yaşandığı bir yerdi. Üç dinin olduğu
bir şehirde savaş ve sömürgecilik evrilen hümanizmi
yok edemedi. Fertler kendi etnik ya da kültürel gruplarını korumak için içlerine kapanmıyordu. Kudüs’te
yaratılan şehir kültürü her iki tarafın da ortak tarihine,
Osmanlı reformuna katkıda bulundu ve Batılı fikirlerin yayılması, tüm insanlığı kuşatmak maksadıyla bakışları dışarı çevirdi. Osmanlı İmparatorluğu I. Dünya
Savaşı’ndaki yenilginin ardından geriledi. Asker İhsan Turjman şöyle yazıyordu: “Ben yalnızca ismimle
Osmanlıyım, yoksa bir dünya vatandaşıyım.” Benzer
şekilde 1915’te, yetkililerin kendisini Arap ayrılıkçılığıyla suçlayıp, Düsturiyye okulunu kapatarak onu sürgüne göndereceğine inanan Sakakini de şöyle yazmaktaydı: “…Ben Hristiyan ve Budist değilim, Müslüman
ve Yahudi de değilim. Arap olmadığım gibi, İngiliz,
Alman ve Türk de değilim. Ben sadece âdemoğullarından biriyim…”
Kudüslüler artık çoğulcu bir dünyadaki farklı bireylerden ve siyasi sistemlerden ayrı, Diyojen’e çok daha
yakın bir formda kozmopolitler. İşte bugün orada hâlâ
var olan bu kozmopolitizm versiyonudur. Herkesçe
paylaşılan çoğulcu bir kültür, ulusların birbiriyle rekabet eden talepleriyle parçalanmış bir şehrin siyasi
yönetiminde değil, bilakis -tam da Kudüs’ün doğası
gereği- bireylerin yaşamlarında neşet etmiştir, ki bu,
muhafaza edilirse bölgede bir reformun membaı olmaya da muktedirdir. Jawhariyyeh, Sakakini ve Turjman bunun tarihî örneklerdir ve kozmopolitizmin
atan kalbi hâlen Kudüs’tedir.
Huda İmam aşağı yukarı elli çocuğu şehir turuna çıkarmıştı. Bir Müslüman çocuk Kutsal Kabir Kilisesi’nde namaz kılıp kılamayacağını sordu. O, “İstediğin
her yerde namaz kılabilirsin… Çocukluğumdan beri,
mum yakmayı, Fatiha okumayı ve bu kiliseyi ziyaret
ettiğimde dilek dilemeyi sevmişimdir. Bir Kudüslü
olarak, bunun kültürümün bir parçası olduğunu düşünüyorum.” diye cevap verdi. 2008 yılında Kudüs’ün
Arap kültür başkenti olarak oylanması tartışılırken
Huda İmam şehri “insanlık ve maneviyatın dünya
başkenti” olarak tarif emişti; eminim ki bu Sakakini ve
Jawhariyyeh’in alkışlayacağı bir tarifti.
* Londra Roehampton ve SOAS Üniversitelerinde tarih öğrenimi görmüş olan yazar, uluslararası iletişim danışmanlığı yapmaktadır.
sabah
ülkesi
35
sayı 44
07 | 2015
DOSYA
İSLAM KOZMOPOLİTİZMİ
ilim insanları kozmopolitlik düşüncesinin antik ve modern dönemlerde, bariz
bir şekilde Batı’da doğup gelişmiş olduğuna odaklanma eğiliminde olsa da İslam ve
kozmopolitizmin tarihi birbiriyle gerçek manada iç
içe geçmiştir. Yunanca kozmopolites kavramı, M.Ö. 3.
asırda Diyojen ile birlikte ortaya çıktığında (Diyojen,
kendisine “Nerelisin?” diye sorulduğunda “Ben dünya
vatandaşıyım!” demişti) hiçbir millete ya da politik sisteme mensup olmama düşüncesi zaten Yunan ve Mısır
kültüründe asırlardır mevcuttu. Eduard Zeller’in gözlemlerine göre, bu tip fikirleri geliştiren Stoacı ve Kinik felsefecilerin çoğu yakındoğuluydu (küçük Asya,
Suriye ve doğudaki Yunan adalarından geliyorlardı)
ve geliştirdikleri felsefe şehir devletinin emperyal iktidarından ziyade sürgündeki birinin ya da bir yabancının geliştirdiği türden bir felsefeydi. Örneğin “Ben
kendimi bir toplumun hiçbir köşesine hapsedemem,
ben her yerin yabancısıyım.” diyen Sirenaykalı (Libyalı) Aristippos böyleydi.
Romalı yazar ve düşünürler, insanlıklarını dar bir gruba hasretmekten ziyade tüm dünyayı vatanları gibi
görenlerin tecrübe ettiği iyi yaşamın kazanımlarını ve
sorumluluklarını vurgulayarak kozmopolitlik düşüncesinin etik yönlerini geliştirmeye devam ettiler. Epiktetos’un işaret ettiği gibi, “Bizim insanlık sözleşmemiz yalnızca yoğun ilişkilerimizin olduğu kimselerle,
yahut da seçkin, varlıklı ya da iyi eğitimli kimselerle
değil, tüm insan kardeşlerimizledir. Kendinizi cihanşümul bir toplumun üyesi olarak görün ve buna uygun
hareket edin.”
36
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
DOSYA
Yine, Seneca’nın müşahade ettiği gibi, “Kendiniz için
yaşamak istiyorsanız diğerleri için yaşamalısınız.” Birçok araştırmacının gözlemlediği üzere, bu evrenselciliğin Hristiyanlığın gelişimi üzerinde derin etkileri
olmuştur; İslam düşüncesi üzerinde daha büyük bir
etkisi olup olmadığı konusu ise tartışmalıdır.
İslam’ın evrenselciliği, gelişimi açısından, Plotinos ve
Yeni Platoncu düşüncenin tesir etmesiyle, fakat aynı
zamanda tercüme faaliyetleri ile bize eskiçağ felsefesinden çokça yararlanma fırsatı sunmuş ve bu bilgiyi
hem batıya hem de doğuya nakleden bir din bahşetmiş müteakip kültürel sentez sayesinde, her şeyden
önce, ciddi anlamda “Yunan”dır. Ulus fikri, İslam muhayyilesine her daim yabancı olmuştur ve Diyojen’in
düşüncesine hassaten duyulan hürmet, onun fikirlerinin İslam filozoflarınca klasik hukukun merkezinde
tutulduğunu göstermektedir.
İlgi çekici bir biçimde, Diyojen’in meşhur bildirgesi
M.S. 10. asırda el-Sicistani’nin Müntehab Sivanü’l-Hikme’sinde Arapçaya çevrildiğinde, kendisinden sadece
tek kelimeyle bahsedilmemiş, bir düşüncenin izahı
şeklinde şu ifadelerle yer bulmuştu: “Evimin ne kadar
geniş olduğunu bilseydin, senin evin dâhil, dünyadaki
bütün evlerin onu ihata edemeyecek kadar küçük olduğunu görürdün. Dünya benim evimdir, gökyüzü de
onun çatısı.” Bir diğer deyişle, insanoğlu olarak vazifemiz, Tanrı’nın yarattığı bir dünyada yaşadığımızı ve
bu yerde, onlar da bu paylaşılan yerde Tanrı tarafından
yaratılmış oldukları için tüm insanların gözlerinde
görmek zorunda olduğumuz ortak insanlığın ayırdına
vararak, dünya vatandaşı statümüzü kutlamamız gerektiği bilincine varmaktır.
Gırnata ve bilhassa Tuleytula idi. Endülüs’ün benzersiz
kültürü, her şeyden önce, M.S. 8. asırda bağımsız Emevi emirliğinin kurulduğu ilk günden itibaren entelektüel kültürüyle olduğu kadar toplumsal teamülleriyle
de ciddi derecede kozmopolit idi. Abbasiler tarafından
vatanlarını terk etmeye zorlanan bir yönetici sınıfın
nostaljik sürgün kültürü, Endülüs’ün ilk büyük Emevi
hükümdarı I. Abdurrahman’ın şu şiirinden daha güzel
başka hiçbir yerde ifade edilmemişti:
Rusafe’nin ortasında bir palmiye ağacı duruyor,
Batıda doğmuş, palmiyeler diyarından uzakta.
Ona dedim ki, “Ne kadar da benim gibisin, sürgünde
ve uzakta”,
Eşinden dostundan uzun zamandır ayrı durumda,
Sen de yabancısı olduğun topraklardan fışkırdın,
Ve ben, tıpkı senin gibi, yuvamdan uzaktayım.
Bu demek oluyor ki, bir hükümdar bile, bir yabancı
hayatı yaşamanın ne olduğunu bilebiliyor, ötekilerdeki, farklı olanlardaki, sürgünlerdeki, mültecilerdeki
ortak insanlığı görme etik ve kozmopolit görevinin
ne olduğunu takdir edebiliyordu. Pratik anlamda bu,
Hristiyan ve Yahudi kültürleri İslam ile olan temasları
dolayısıyla yoğun olarak melezleşirken, İslam’ın İberya’da kurduğu medeniyetten bir şeyler ödünç aldığı
bir kültür üretti. Bunun tezahürlerini en iyi, I. Abdurrahman’ın himayesinde inşa edilen Kurtuba Büyük
Camii’nde görmekteyiz; Abdurrahman ilhamını, yalnızca, Bizans mimarisinden etkilenen Şam’daki Büyük
Emevi Camii’nden değil, aynı zamanda Hispanya’nın
su kemerlerinde görülen Roma yapı tekniklerinden de
almıştır.
O, İbn Fatik’in ilk defa Kastilyan diline (1230 civarında), sonra Latinceye (1280 civarında) ve Fransızcaya
(1390 civarında), son olarak ise İngilizceye (1477) çevrilen Muhtarü’l-Hikem ve mehâsinü’l-kelim
âsinü’l-kelim adlı derleme kitabı yoluyla Batı hukukuna geçen kozmopolitizmin bu versiyonudur. İşte bu sebeple, Hristiyan dünyasının, siyasi ve teolojik nedenlerden dolayı böyle bir
felsefeyi Kilise’nin öğretileriyle uzlaştırmayı güç bulduğu bir zamanda kozmopolitlik düşüncesinin canlı
kalmasını sağlayanın ortaçağ İslam dünyası olduğuna
inanmak için ikna edici sebepler bulunmaktadır.
Bu tercüme yolculuğunun İberya’da temerküz etmesi
büyük bir sürpriz olarak görülmemelidir, çünkü nasıl
ki Bağdat, Yunan düşüncesinin Arapçaya tercümesi
projesinin kalbi olmuşsa, o zamanlar İslam ve Arap
ilminin Avrupa’daki kültürlere nakledildiği yerler de
muhtemelen Endülüs şehirleri olan Kurtuba, İşbiliyye,
sabah
ülkesi
37
sayı 44
07 | 2015
DOSYA
Aynı şekilde Yahudilerin, (sonradan kiliseye çevrilen)
aşağıda, Tuleytula’daki Santa Maria La Blanca’da görülen İslami tarzdaki motiflere duyulan derin saygıyı
ortaya koyan sinagoglar inşa etmeye başlamış olmaları
şaşırtıcı addedilmemelidir.
Son olarak, Hristiyan krallıklar güneye doğru ilerleyip Müslüman Endülüs’ü fethetmeye başladığı zaman, yani “Reconquista” döneminde bile Kastilyalı
ve Aragonlu seçkinlerin Endülüs kültürüne duyduğu
hayranlık kendi zevk ve iktidarlarının bir göstergesi
olarak inşa ettikleri binaların her yerinde İşbiliyye’deki
Alkazar’da olduğu gibi göze çarpmaktadır:
8. asırda, İslam hâkimiyeti altında Arapların yeme-içme ve giyinme âdetlerini tercih ederken kendi
inançlarını yaşamayı sürdürebilen İberyalı Hristiyan
toplumlar (mozarabic) ortaya çıktığından beri bu tür
kültürel alımlar İberya Hristiyanlığı’nda var olmuştur.
Bu tür melez kimlikler her zaman kozmopolit ideallerin dışavurumuymuş gibi davranmamıza gerek yok;
çünkü elbette ki ortaçağda ezilmiş ve ortadan kaldırılmış kimliklere örnekler bulabiliriz, ancak modern
pencereden bakıldığında bu kadar çok Müslüman,
Hristiyan ve Yahudinin, kendilerini ortak insanlığa
38
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
içgüdüsel olarak ait görerek bir diğerinin geleneğini
ödünç almaya açık olmaları, hâlâ çarpıcı bir biçimde
karşımızda durmaktadır.
Şüphe yok ki, toplumsal çeşitlilik ve kültürel alım biçimlerinin yerini tek dil, tek inanç, tek kültür ve tek
ulus etrafında bina edilmiş siyasi oluşumların alması,
İberya’da İspanya ve Portekiz ulus devletlerinin askerî
olarak yaratılması 15., 16. ve 17. asırlar boyunca buradaki kozmopolit mirası sona erdirdi. Çeşitlilik ya yasal
zorlamalar yahut da etnik temizlik yoluyla dayatıldı.
Diyebiliriz ki, M.S. 1492 senesi, kozmopolitizm ideali Avrupa’da toplumcu ulus-devlet tarafından kesin
bir yenilgiye uğratıldığında, modern tarihte önemli
bir eksen oluşturmuştur. Bu, aynı zamanda, kuzey ve
güney Amerika’ya doğru yayılmacı itkilerle küreselleşen bu tür devletler aracılığıyla tüm dünyaya ihraç
edilmiştir.
Esasında, kozmopolitizmi tecrübe eden İslam dünyasında, bu noktadan sonra, kozmopolitizmin evvela
Mağrip, Akdeniz ve Osmanlı imparatorluğunda binlerce Endülüslü Yahudi ve Müslümana yuva sunularak ayakta kaldığını ileri sürebiliriz. Kozmopolitizm
her zaman imparatorluklarla bağlantılandırılmıştır
-Kinikler milliyet ve millî duygulara muhalif olmanın
kendi çıkarlarına olduğunu ileri sürmektedir- ancak
hiç kuşku yok ki Osmanlı dünyasının temelinde benzer çeşitlilik ve çokkültürlülük düşüncesi bulunmaktadır; bu kültürel olduğu kadar pratik nedenlerle de
böyledir. İslam her zaman için bir hareket ve ticaret
dini olmuştu; bu dinin büyük şehirleri, Venedik gibi
Avrupa şehirlerinde de olduğu üzere, bilhassa bu tür
bir dışa açıklığı ve onun getirdiği iktisadi malları hoş
karşıladığından iktisaden başarılı idi. Millet sistemi,
farklılığı müştereğin toplumsal ve siyasi düzenini bir
arada tutmanın bir yolu olarak değerlendiren bir sistemi yücelten, payitahttan görece fazla önemsenmeden
gönderilen idareci ve askerlerle kadrolandırılmış, geniş bir imparatorluğu yönetmek için gerekli özgürlükleri tanımaktaydı.
Hâl böyleyken, biz nasıl olur da bugün “İslam kozmopolitizmini yeniden canlandırabilir miyiz?” diye
sorabiliyoruz? Her şeyden öte, Ortadoğu, Kuzey Afrika ve Orta Asya, azınlıkların, farklılığın ve çeşitliliğin güçlü devletler ile dinin dogmatik versiyonlarının
hâkim olduğu kültürlerde risk altında olduğu bölgeler
olarak görülmektedir. Bu, IŞİD’in, Sünnî-Şiî hizipçiliğinin, Hristiyan ve Yahudilerin Irak gibi ülkelerden
temizlenmesinin dünyasıdır (çünkü onların ataları da
1960’larda Cezayir gibi ülkelerden kaçmıştı). Ezidiler
ve Mandeanlar gibi antik inanç toplulukları için tehdit
daha da büyük; kozmopolit ideallerin yardıma çağrıldığı yerlerde durum iyice sığlaşıyor, mesela Dubai,
DOSYA
çeşitliliğiyle övülen bu şehir kozmopolit olmaktan çok
uzak, çünkü temellerinde kendisine itibar edilmeyen
göçmen işçilerden oluşan bir köle sınıfının boyun eğdirilmesi yatıyor.
Bununla beraber, Batı’da ve başka yerlerde yaşayan
Müslümanların da muhakkak ki dâhil olduğu günümüz İslam dünyasında kozmopolitizmin derin köklerinin pek çok güçlü damar hâlinde yaşadığını fark
etmek mühimdir. Çarpıcı bir örnek vermek gerekirse,
en kalabalık mülteci nüfusa ev sahipliği yapan ülkelerin hepsi, Pakistan’dan Türkiye, Ürdün, Suriye, İran ve
tabii ki Lübnan’a kadar, Arap-İslam dünyasındadır. Savaş ve iç karışıklık yüzünden paramparça olmuş hayatlarıyla bu korkunç durumdan kaçan mültecileri kabul
etmek ve onlara açık olmak, günümüz dünyasında son
derece kozmopolit nitelikte eylemlerden birisidir. Bu
dünyada yabancıyı kardeş gibi karşılamak Diyojen’in
ruhunda yaşamaktır. İşbu sebeple, bu tür yerlerin ve
toplumların, çoğunlukla ülkenin toplumsal dokusuna
ciddi derecede tesir edecek olmasına rağmen, cömertlikle bütün insanlığa sundukları küresel iyinin farkına varmak hayatidir; çünkü Pakistan ve Lübnan gibi
ülkelerde gördüğümüz üzere ötekinin insanlığının
farkına varmayı seçmenin doğurduğu maliyet, hem
buralarda bulunan siyasi sistemler hem de halklar için
oldukça büyük olabilmektedir. Bunlar, elbette ki, zengin Batılı devletlerin taşımaya pek de gönüllü olmadığı
maliyetlerdir ve kozmopolit retorik ile kozmopolit eylem arasındaki farka çarpıcı bir örnektir.
Bugünün dünyasında, Avrupalı devletlerin Ortadoğu’da ihdas etmiş olduğu ulus devlet sisteminin yapaylığı konusuna dair çok sayıda tartışma var. Bazı
durumlar abartılmakla birlikte, hiç şüphe yok ki, İslam dünyasındaki çoğu ülkenin sınırlarının kırılganlığı, keyfî bir biçimde çizilmiş ulusal sınırları olan bir
cemaat (insan topluluğu) içerisindeki bir dizi yarar ve
çıkar yoğunlaşmasından ziyade, kolektif ve küresel vatandaşlık düşüncesinin dışavurumu olan kozmopolit
imparatorlukların uzun mirasının, müspet anlamda,
bir yansımasıdır. Bu demek değildir ki, imparatorluklar ve ümmet gibi kolektiflik düşünceleri Müslüman
siyasetinin tek makul çıkış noktasıdır; bu noktada,
kozmopolitizm idealinin daha sıkıntılı alanlarda, bilhassa da İslam dünyasındaki şehirlerde geliştiğini hatırlamamız gerekmektedir.
İşte tam da bu noktada, bugün, dünyamız bize kozmopolitizmin köklü mirasının hâlâ yaşıyor olduğu ve
bu dünyayı inşa eden kadınların ve erkeklerin kalplerinde ve zihinlerinde bulunduğu yönündeki bir iyimserliğin işaretlerini vermektedir. Benim bunu fark etmem, Filistinlilerin serbest geçişini engelleyen, üzerine aşağıdaki vurucu resim de dâhil bir dizi siyasi
duvar resminin yapıldığı meşhur “Barış Duvarı”nın
bulunduğu Beytüllahim’e yaklaşırken, işgal altındaki
Batı Şeria’da oldu:
Böyle bir duvar resmini, iyimserlikle, Ortadoğu’daki
kozmopolit idealin saklı gücünün simgesi olarak okumayı tercih etmenin bir nedeni, Diyojen ve Stoacıların
yazılarında bulduğumuz basit düşünceleri açığa vuran
biçimdir. Dışlayıcı toplumsal düşüncelerin, toprağı,
dini topluluklara aidiyetle tanımladığı ve insanlar arasında mutlak farklılıklar olduğunu iddia ettiği “şimdi
ve burada”nın vahşi gerçekliğine rağmen bu duvar
resmini yapan ressam, hemen yanı başındaki Kudüs
şehrinden neşet eden umut ve barışı görmektedir. Resimde görülen Eski Şehrin ortak inançlarının tarihi
ve zengin çokkültürlü mimarisi, ülkenin semalarında
uçan bir güvercin ile bu yerin halkına ilahî bir sevginin gönderildiği (yahut da yukarıya doğru gönderilen bir sevgi) bir merdiven üzerinden çağrılmaktadır.
Burada şehir, mikrokozmosta bir dünyadır; birbiriyle
yan yana yaşayan insanların miras ve tecrübesinin,
içinde bir diğerine duyulan içgüdüsel sevginin insani
ve siyasi ilişkilerin başlangıç noktası olduğu daha iyi
bir Filistin’i tahayyül etmek açısından anlamlı olduğu
umudun mekânı.
Marcus Aurelius’un ortaya koyduğu üzere, “Evren bir
çeşit devlettir.” O, bireylere ya da topluluklara ait olmaktan çok paylaşılmakta olan bir yerdir. Mekânın
mülkiyeti fikrinden/kavramından kurtulduğumuzda,
klasik çağın kozmopolit ideallerine ve Seneca’nın “Tek
ebeveynimiz dünyadır.” inanışının iyimserliğine geri
dönmeye başlayabiliriz. Görevimiz dünya vatandaşları olarak yaşamak, Kudüs gibi şehirlerde umudu görmektir; bu şehirlerin zengin tarihinde ve orada karşılaştığımız, bizlerde kendi içinde geleceğe dair büyük
bir umut barındıran, eşit insanlıkla kutsanmış olduğumuz fikrini destekleyen insanlardaki umudu.
* Exeter Üniversitesi (İngiltere) Öğretim Üyesi
sabah
ülkesi
39
sayı 44
07 | 2015
DOSYA
İSLAM
VE KOZMOPOLİTİZM
Tadd Graham Fernée*
slam tarihsel olarak kozmopolittir. İslam tarihi ne barışın zirvesi ne de küresel medyanın
yalan yanlış söylediği gibi bir tehdittir; o, insanlığın yazgısında kozmopolit bir gücü ortaya çıkarmaktadır. İslam, tevhid (birlik) ve
dinî çeşitlilik arasında Endonezya’dan batı Afrika’ya
çeşitli gelenekleri içinde barındırır. İmparatorluğun
birliğinin ideal olarak ilahî birliği de yansıtması gerekmektedir; Muhammed peygamberin ölümü ise
(M.S. 632) İslam dünyasını kalıcı olarak bölen bir
otorite krizine neden olmuştur. Buna rağmen İslam’ın hümanist gelenekleri, tarihin gelişmekte olan
kozmopolit imparatorluklarını iktisadi ve siyasi gücü
perçinleyerek devam ettirmiştir. İslam’ı imandan
(dışsal dinî bağlılığı içsel olandan) ayıran hoşgörülü
çoğunlukçu görüş, manevi çeşitliliğe izin vermiştir.
Bu açıdan bakıldığında İslam, zorlayıcı değil bireylerin kurtuluşuna yardım eden rehber bir dindir.
1970’lerin sonlarından bu yana İslamcılık, birçoklarına ölmek ve öldürmek yönünde ilham vermiştir. Bu
kozmopolitlik karşıtı hareket İslam’ın özüne ait değildir, fakat tarihî olarak onunla ilintilidir. Örneğin
Endonezyalı ve Hindistanlı Müslümanlar bu anlamda
dokunulmadan kalmıştır. El Kaide, Taliban, IŞİD ve
Boko Haram’ın her biri kendi içerisinde bölünmüştür ve bunlar, Müslüman kardeşlerini kâfirler diyerek
katleden modern tekfirci akımın örneklerini teşkil etmektedir. İslamcılığa göre, bugün çoğunluğun uyguladığı İslamcı çoğulculuk yapaydır. İslamcılık ütopyacı
bir evrenselcilik olarak kozmopolitizmi şiddetle, farklılığı reddettiği şekilde reddeder. Püritenliğin tarihsel
öncülleri, Müslüman kimliğini daraltan azınlık Harici
akımında bulunmaktadır; Vahhabiliğin 18. yüzyıldaki
homojenleştirme hayalleri de bu muhayyel saf köklere
dönüştür. Gelgelelim, günümüz İslamcılığı 1930’ların
totaliter devlet modellerinden (Seyyid Kutub ve Mev-
40
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
dudi’de olduğu gibi) ve Aydınlanma karşıtı düşünceden (Heidegger felsefesi, İran 1979 İslam Devrimi’nin
kurucuları olan Ahmed Ferdid, Celal Al-i Ahmed ve
Ali Şeriati’ye tesir etmiştir) etkilenmiştir. Temel sorun
devlet ve sivil toplumla ilgilidir.
Kozmopolitlik karşıtı İslamcılık bugün kapalı devletçi
bir toplumdaki birliği şiddetle dayatarak İslam’ın tarihsel çoğulcu geleneklerine ihanet etmektedir. İslamcılığın romantik totaliterliği gündelik yaşamda hayali
düşmanlık üzerinden siyasal felaket yaratmaktadır.
Moskova’nın Tacik inşaat alanlarından Ürdün’ün Amman-Zerka varoşlarına, buralardan İslamcı toplamayı
teşvik eden modern güçlüklere rağmen dünya üzerindeki Müslüman çoğunluk açısından İslami kozmopolitizm, günlük hayatın bir gerçeğidir. Delhi veya İstanbul sokaklarındaki ortalama bir Müslüman “İslamcı”
terörizmi endişe verici bir suç eylemi olarak görmektedir. Paris banliyölerinde Müslümanlar gayrimüslimlerin komşusudur, dostudur, ailesidir, iş ve okul
arkadaşıdır. Bu tür sıradan gerçeklikler haberlerde
görülmez. Namütenahi bir drama değil, sosyolojik ve
tarihsel bir açmaz olarak bu sosyo-politik gerçeklikler,
sekülerleşmiş kozmopolit bir ufkun altını çizmektedir.
İslam kavramı, modern iktidarın düzenleyici çerçevesi
içinde tartışmalı bir arazidir.
Sekülerleşme, geleneksel tüm dinlere meydan okumaktadır. Bununla beraber, dünyadaki Müslüman
çoğunluk samimi bir şekilde dindar kalmaya devam
eden bir kozmopolit hümanizmi kucaklamaktadır.
Onun tevazusu, iktidar arenasında, İslam’ın suç eylemlerini meşrulaştırdığını, savaşı romantikleştirdiğini ve gerçek dışı ütopyalar vadettiğini gayrimeşru
bir biçimde iddia eden kariyer yapıcılarınkinden daha
güçlüdür. Aktivist Malala Yousafzai okul otobüsünde
Taliban tarafından vurulduğunda, bu cesur kız tüm
DOSYA
dünyaya bir kahraman, ona saldıranlar da acınası
korkaklar olarak görünmüştü. Bu seküler kozmopolit
çerçeve ve dinî hayat, İslamistlerin ve sıklıkla dünya
kapitalizminin bütün düşmanlarını eleştirmeksizin
kucaklayarak, yanlış bir şekilde, Marksizm’e hizmet ettiklerine inanan Batılı akademisyenlerin donmuş ideolojik basitleştirmeleri hariç birbiriyle çelişmez.
Tarihsel olarak İslam, dinî ve seküler, birbirinden farklı kozmopolit idealleri elinde tutar. Bunun kavramsal
kökleri eskiden beri süregelen ayrımlandırmalarda
bulunmaktadır: din, örf ve devlet. Geniş hâliyle, kozmopolitizm hiyerarşik ya da eşitlikçi anlamda tahayyül edilebilen evrensel bir insani durumu gerektirir.
Geleneksel İslami siyaset dünyayı hiyerarşik bir biçimde tasavvur eder (nizam); örneğin Osmanlı toplumsal
piramidi. Ancak, İslam’ın evrensel hümanizmi benimseyen, 19. yüzyıldaki demokratik hareketler (Genç Osmanlılar) ve Sufi akımlar gibi eşitlikçi gelenekleri de
vardır. Kozmopolitizm uygulamada maddi bir temel
gerektirir. Evrenselliği amaçlayan Hz. Peygamber kozmopolit bir düşünürdü. Fakat zamanın teknolojisi bir
günde en fazla 50 km. yol katetmeyi mümkün kılıyordu. İslam’ın günümüzdeki krizinin, devletin geleneksel ulemanın prestijini küçümseyen bir örgün eğitim
sisteminin olmasının, askerî gelişmeler ve internet gibi
modern teknolojik bir bağlamı bulunuyor. Devlet ve
teknoloji arasında İslam’ın kozmopolitlik krizinin nedeni, uluslararası kapitalizmin tarihidir.
Modern dönem boyunca kozmopolitizm daha az seçkinci oldu (televizyonu olan herhangi birisi tüm dünyayı izleyebiliyor) ancak bu durum yeni tehlike ve eşitsizlikleri de beraberinde getirdi. 1924’te Osmanlı’da
hilafetin kaldırılması Hindistan gibi uzak diyarlarda
bile dinî otorite boşluğu yarattı. 20. yüzyıl İslam toplumları (genellikle dayatılan) seküler otoriter olmakla
(İran’ın kitle partisi Tudeh gibi kozmopolit liberal ve
Marksist varyantlarda görüldüğü üzere) kitle demokrasisi arasında ulus-devlet ikilemiyle karşı karşıya kaldılar. İran’ın 1979 devrimi yeni bir model getirmişti:
Kozmopolitizmi bir Batı emperyalizmi (Gharbzadegi)
olarak reddeden bir İslam devleti. Bugün İran devriminin genç idealistleri geriye dönüp baktıklarında bir
zamanlar benimsedikleri İslamcı ideolojiyi reddediyorlar. Emperyalizm gerçekti fakat 80’lerin çözümü
özgürlüğün, maddi ve manevi refahın üzerinde otoriterlik üretti. Pek çoğu bu nedenle seküler, demokratik
ve bağımsız bir İran tasavvur eden Yeşil Hareketi’ne
katıldı. Bu İslami kozmopolitizm, İran’ın eski anayasal
geleneğine dayanıyordu. Bunun önemli figürlerinden
olan Başbakan Muhammed Musaddık pasif direnişe,
bağımsızlığa ve halkın özgürlüğüne inanıyordu. Türkiye, Tunus, Japonya ve Bulgaristan deneyimlerinden
sabah
ülkesi
41
sayı 44
07 | 2015
DOSYA
ilham alan Musaddık İran’ın yirminci yüzyıl ortalarındaki demokratikleşme sürecinde mücadele ortaya
koydu. O, Müslümanların ve diğerlerinin ortak insanlığını onaylıyordu. Birleşik Devletler, İslamcılığın
uluslararası çapta uzun vadeli yükselişine ölçülemeyecek derecede katkı sağlayarak bu çabayı kendi emperyal çıkarları gereği bastırdı.
Abbasiler’den Rönesansa
Abbasi halifeliği (750-1258) kozmopolit bir çeşitlilik göstermekteydi: Dünya pazarları, devlet adamlarındaki entelektüel verimlilik, yanı sıra Bağdat’taki
762 ticaret merkezinde Arap, İranlı, Türk, Yahudi ve
Hristiyanların bir arada bulunuyor olması. Halifeler,
Yunan müellifleri tercüme ettirerek bilim ve felsefeyi teşvik etmekteydi. Avrupa Rönesansından asırlar
önce yeni bilim Avrupa’nın daha sonraki bilimsel
devriminin (matematik, astronomi ve tıp) zeminini
oluşturuyordu.
Kozmopolit bir paradigma olarak Rönesans’a (14-17.
asırlar) İslam’ın da katkısı söz konusuydu. Avrupalı
tüccarlar Mağrip, Arap ve İran piyasalarındaki İslami
ticaret uygulamalarını kendi bünyelerine katmışlardı. II. Mehmet’in kütüphanesinde görülen Rönesans
klasisizmi (1442-46) İtalyan Medici Hanedanı’nınkini aşmıştı. Hükümdarın sarayı klasik, İslami ve İtalyan tarzlarını bir arada toplamıştı; bir Venedik elçisi
“dünyanın en mucizevi tarzı” şeklinde övgüde bulunuyordu.
Rönesans İslam ve Avrupa’yı ikilik yaratmayacak şekilde tahayyül ediyordu. 19. yüzyıl düşüncesi bu ikisinin çekişmeli klasik dönemdeki ortak mirasını çarpıttı. Sanayi devrimiyle öngörülemeyen bir teknolojik
avantaj edinmiş olan Avrupa sömürgeciliği kozmopolitizmi değiştirdi. Asya merkezli küresel pazar yıkıma
uğratıldı. İşgale karşı gelmeleri için halklar ulusal düzeyde örgütlenmeye zorlandı. Dönüşen küresel alanda, alternatif ulus-devlet modelleri diğer bağımsızlık
sonrası ülkeler gibi İslam’ın kozmopolit krizini tayin
etti. Kozmopolitizm ikilemi sivil toplum-devlet ve
devlet-dünya şeklinde kendini gösteriyordu.
II. Mehmet’in kütüphanesinde görülen
Rönesans klasisizmi (1442-46) İtalyan
Medici Hanedanı’nınkini aşmıştı. Hükümdarın sarayı klasik, İslami ve İtalyan
tarzlarını bir arada toplamıştı; bir Venedik elçisi “dünyanın en mucizevi tarzı”
şeklinde övgüde bulunuyordu.
42
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
Osmanlılar
Kozmopolitizm Osmanlı tarihinin karakteristik özelliğidir. Koyunhisar Muharebesi’ni (1302) müteakiben
Osman’ın devlet kurma girişimleri entelektüeller, sanatçılar ve kültürlü şehirli şeçkinler arasında dikkat
çekti. İlahiyatçılar ve ulema Yahudi ve Hristiyan nüfusa temeli hoşgörüye dayanan bir idare temin ettiler.
Kanuni Sultan Süleyman (1520-66) Osmanlı’nın sınırlarını genişletmişti. Ekonomik olarak gelişmekte olan
imparatorluğunun içinde pek çok etnisite ve din bulunmaktaydı. 16. yüzyıl Türkiye’sinde kıyım yoktu. 15.
yüzyıl İspanya’sıyla Portekiz’inden kovulan Yahudiler
gelmişlerdi. Dinî hiyerarşi ve köleliğe karşın Osmanlı
hoşgörüsü Avrupa’nın din savaşları ve katliamları karşısında kıyas kabul etmez. 1579 yılında bir Fransız ziyaretçi şöyle diyordu: “Hristiyan ve Yahudiler Türkler
kadar özgürler… Adaletin idaresi çok daha tarafsız ve
çok daha dürüstçe icra ediliyor.” Bağdat’ın Safeviler’den
geri alınmasından (1534) sonra Süleyman, Sünnilerle
Şiileri koruyan bir İslami evrenselciliği onaylamaktaydı. Önemli bir kozmopolitlik geleneği mevcuttu.
Küresel baskılar, Osmanlı siyasetinde aşkın olmaktan çok içkin bir rasyonelliği dayattı. 17. yüzyılda
modernleşen Rusya karşısında alınan askerî yenilgi
kurumsal mozaiği (askeriye, eğitim, idare) dönüştürerek Osmanlı reformlarını hızlandırdı. Yeni kozmopolit
itkiler seküler rasyonelliği kucaklıyordu.
Kozmopolit olan Lale Devri (1718-30) İslam’ın barışseverliğine ve toplumsal sınıflar arasında uluslararası
barışa vurgu yapmıştır. 1787 yılında İstanbul halkı,
sarayın kapısına Rusya’yla savaşı protesto eden afişler
asmıştı. Seçkinler uluslararası diplomasi ve müzakereyi teşvik ediyordu. 1731 ve 1788 yılları arasında İbrahim Müteferrika Usul el-Hikem fi Nizam el-Ümem’i
yazdı ve Aydınlanma Ansiklopedisi tercüme edildi.
Yerinden edilmiş toplumlar arasındaki kozmopolitlik karşıtı isyanlar (1730-1859) Osmanlı’nın hükümranlığına olan tehditlere cevap verdi. Kozmopolitizm
taraftarları da karşıtları da yeni ortaya çıkan, tüm
dünyada dayatılan yoksulluk, ikincil konuma itilme ve askerî yenilgilerle alakadar idiler. II. Mahmut
(1808-39) hâlâ Kızıl Elma efsanesini (Osmanlı’nın
zaferi askerî gücünden bağımsız bir biçimde ilahî
olarak mukaddderdir) benimserken Keçecizade İzzet
Molla rasyonel gerekçelerle askerî reformların yapılmasını teşvik etmekteydi.
(Belli dinlere lütufta bulunan takdir-i ilahî) dinî evrenselcilik, (her şeyin modern silahlanma yarışında
teknolojik koşullara bağlı olduğu) insani evrenselciliğe doğru yer değiştirdi. İnsani evrenselciliği benimseyen Müslümanlar, mesela İzzet Molla, müminler
olarak kaldılar. Onların dünya görüşleri, tüm halk
tarafından paylaşılan bir pratik kozmopolitizmde
DOSYA
yeni küresel koşullara adapte edildi. Kozmopolitizm
insani ve dinî, birbiriyle örtüşen evrenselcilikler ihtiva edebilir. Modernliğin tarihsel olarak (kimlik veya
saf dünya görüşü olsun) geleneğe galebe çalması, ampirik olarak yanlıştır.
Osmanlılar imparatorluğa hükmederken yeni kozmopolitizmin karanlık yüzünü deneyimlediler. 1815-1865
yılları arasında halklar sömürgeci dünya düzeninden
dolayı çok acı çekti. 1876’ya kadar Osmanlı İmparatorluğu Avrupalıların gözünde bir sömürgeydi. Yerinden
edilmiş halklar ve yok olan ekonomiler, uluslararası iş
bölümü Türkiye’nin bağımsızlık savaşıyla son bulan
Osmanlı kozmopolitizmini sosyolojik olarak yeniden
şekillendirdi.
Birbiriyle zıt iki kozmopolit görüş 19. yüzyıl reformizmini, Tanzimat ve Genç Osmanlıları tanımlamıştır. Çeşitlilik gösteren Osmanlı tebası, Genç
Osmanlılara göre ulus-devlet sürecine özgürce katılmalıydılar. Onlar, Osmanlı halkının ortak insanlığını
överken Tanzimat’ın otoriterliğini lanetliyorlardı. Bu
arada Tanzimat kozmopolitizmi, Osmanlı imparatorluğunu Metternich’ten mülhem bir toplum vizyonu üzerinden bir makine gibi ileriye taşımanın peşindeydi. Toplum modernleşmenin öznesi değil nesnesi
idi. İşte bu tartışmalar, eski İslami kozmopolit geleneğin modern koşullar altında yeniden uyarlandığını
göstermektedir.
1839 Gülhane Fermanı “insanın aynılığı”na dayanarak “Müslüman ve gayrimüslim herkese adalet”in
sözünü vermişti. Genç Osmanlılar “sınıflar ve dinler
arasındaki tüm farklılıkların izole edilmesi” fikrini
yükseltmiş ve İnsan Hakları’nın esinlediği 1871 Paris ayaklanmalarına katılmıştı. 1876-77’deki anayasal
tecrübeleri, Yahudi ve Hıristiyanları meclise dâhil
ediyor ve “Müslüman veya Hristiyan değil, yalnızca tek bir adalet” ilkesini tasdik ediyordu. Namık
Kemal’e göre “insana akıl bahşedilmiş olduğundan”
“insanlık, özgür olmayı icap ettirir”. Midhat Paşa
Avrupa’da benzer siyasi eğilimleri önceleyen bir sivil
toplum aktivizmi ile çok-dinli okullar kuruyordu.
20. yüzyılın erken dönem düşünürlerinden olan Ziya
Gökalp ise Türk uluslaşma söylemine kozmopolitlik
karşıtı bir kimlik getirdi. Saf kimliğe dayalı milliyetçilik her tür farklılığı reddeden kozmopolitizme düşman olur. Bu özleştirmecilik (pürizm) eski çok-kültürlülüğü marjinalleştirmiştir/ötekileştirmiştir. Ancak
kozmopolit çoğulculuk var olmaya devam etmiştir:
Osmanlı sosyalist işçi hareketi içerisinde Yahudiler,
Türkler, Bulgarlar ve Arnavutlar yer almıştır. İttihat
Terakki Cemiyeti de 1909’a kadar içinde farklı etnisiteler barındırmıştır. Gelgelelim Kemal Atatürk kozmopolitizmi, Türk ulusunu (ve dünyayı) Batı’nın “medenilik” çizgisi doğrultusunda homojenleştirmek olarak
görmüştür. Atatürk Osmanlı’nın çok-kültürlü kozmopolitizmini reddetmiştir. Hasılı kelam, rekabet hâlindeki çok sayıda kozmopolitizm modernleşen İslam
dünyasını harekete geçirmiştir. Modern kozmopolit
karşıtı görüş, Birinci Dünya Savaşı öncesinde Avrupa
çapındaki ulusal azınlık krizi ve irredantist korkularla
sonradan ortaya çıkmıştır. Bu, yine, modern devlet/
devlet içi krizi bünyesinde barındırıyordu. Müslümanlar yabancı hâkimiyetinden korktukları ölçüde
kozmopolitizmden korkmuştur.
Hindistan
Hint İslamı’nın zengin kozmopolit bir geleneği bulunuyor. Hindistan’daki en yaygın tarikat olan Sufi Çiştiyye tarikatı, ilim ve din adamlarının Moğol istilasından kaçmasıyla 13. yüzyılda Orta Asya’dan gelmiştir.
“Evrensel sevgi” ve “hiç kimseye kötülük etmeme”yi
benimseyen tarikatın kozmopolit vasıfları bulunmaktaydı. O, Hindu uygulamalarını uyarlamıştı: dinî müzik ve yoga nefesi. Bu açık ve çoğulcu tarikat, İslam’ın
Hindistan’ın halk kitleleri arasında yayılmasına Babür
devletinden daha çok etki etmiştir. 16. yüzyılda Hint
Okyanusu kozmopolit bir alandı: Arap ve Hintli tüccarların, Kızıldeniz, Arap denizleri, Güneydoğu Asya
ve Çin’i birbirine bağlayan, uzun geçmişe sahip, entegre ticaret sistemi.
İmparator Ekber hâkimiyetindeki Babür devleti
(1556-1605) –II. Philip’in İspanya’daki Katolik arileştirme kampanyasının– Evrensel Barış (sulh-i kül)
sabah
ülkesi
43
sayı 44
07 | 2015
DOSYA
adlı siyasal bir deneye girişti. Onun kozmopolit hoşgörüsü erken modernitenin yeni küresel koşullarına
cevap veren yerel kültürel kaynaklardan gelmekteydi.
Hakikat arayışında şiddete başvurmaksızın buluşmak
ve diyalog kurmakla ilgilenenler arasında pek çok
din bulunuyordu: Sünniler, Şiiler, Hindular, Caynistler, Zerdüştler ve Hristiyanlar. Ekber’in avanesi kutsal-şiddet-hakikat üçgenini kabul etmiyordu. Ekber,
II. Philip’e yazarak şu istekte bulunmuştu: “Biz tüm
dinlerin ilim sahiplerini (…) birleştiriyoruz ki böylece onların seçkin söylemlerinden istifade edelim.”
Ekber “tüm dinlerde hakikatin bazı unsurlarının bulunduğunu ve onların hepsinin de Yüce Hakikate götürdüğünü” savunuyordu. Kozmopolitizmin üstün bir
ifadesinde Ekber şunu duyuruyordu: “Dünyadaki insanların benimsediği bir şeyi, salt, onu kendi kitaplarımızda bulamayacağımız için reddetmemeliyiz, yoksa
nasıl ilerleyebiliriz?” Ekber’in beyanı göstermektedir
ki, kozmopolitizmin önkoşulu, insanın kendi kültürel
veya dinî yetişme tarzının ötesinde başka geleneklere
açık olmasıdır. Bu beyan, biraz talihsiz bir biçimde,
Ekber’in mütecaviz Avrupa emperyalizm tehdidini (o
zamanlar Portekizliler) nasıl azımsadığını da göstermektedir.
Ekber’in ölümünden sonra veraset savaşı yaşandı
(1657-59). Ekber’in kozmopolit vizyonunu Dara Şükuh sürdürdü. Şükuh, Mecmaü’l-Bahreyn adlı eserinde İslam ve Hinduizm’in özde birliğini anlatıyordu.
Muhalifi Evrengzib veraset savaşını kazandı ve Ekber’in, liberal ve kozmopolit İslamcı hükümranlığının tecrit ettiği muhafazakar unsurlarla işbirliği içerisinde “putperestlik ve kâfirliğe” savaş açtı. Oldukça
geniş bir yelpazede tasavvur edilen kozmopolitizm
yanlısı ve karşıtı dayanakların İslam toplumlarındaki
tarihçesinin derinlerde olduğunu görüyoruz.
18. yüzyılın Müslüman Hindistan’ı kozmopolitti ve
Hint ve Avrupa devlet kurma kültürü ile ilmî ve ticari geleneklerini bir araya getiriyordu. Misorlu Haydar
Ali (1761-82) Fransa’dan ilhamla modern askeri techizatı ve askerî eğitimi getirdi (1755) ve İngiltere’yi
yenilgiye uğratmak için kullandı (1769). Halefi Tipu
(1782-99) tıp ve matematik kitaplarını toplayarak
Fransız devrimini benimsedi, bir özgürlük ağacı dikti ve bir Jakoben gruba katıldı. Her ikisi de Avrupalı
merkantilistlerin gücünü onların silahlarını kullanmak suretiyle durdurarak Arabistan ve İran’la olan
Hint ticaretini canlandırdı: devlet tekeli ve saldırgan
ekonomik yayılma. Aşikârdır ki, onlar pek çok yabancı kültürü tanıma ve onlarla etkileşime girmenin
potansiyel tehlike olduğu kadar bir avantaj olduğunu
da görmüşlerdi.
44
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
Hindistan’ın 1857’de İngiliz idaresine karşı gerçekleştirdiği başarısız ayaklanmanın akabinde Müslüman
ve askeri seçkinler alt sınıflara tasfiye oldular. Bu
buhran, Müslüman düşüncede Seyyid Ahmed Han
(1817-98) ile Muhammed İkbal’de (1875-1938) örnekleşen yeni modernist bir akımı tetikledi. Bunlardan ikincisi, Pakistan’ın manevi babası, İslam’ı felsefi
olarak yeniden canlandırmak için mücadele vererek,
Henri Bergson’un dirimselciliğini aldığı gibi Martin
Heidegger ve Friedrich Nietzsche’nin Alman romantik düşüncesini de bünyesine kattı. İkbal’in geleneksel İslam’dan uzak olan melez romantizmi İran’ın,
Şeriati üzerinden gelişen 1978 İslamcı ideolojisinin
ilham aldığı atasıdır. İlginçtir, bu yeni İslamcı özleştirmecilik, Trinity College’de okumuş ve 1922’de Kral
George tarafından kendisine şövalyelik verilmiş tam
bir kozmopolit insan tarafından dile getiriliyordu.
Gerçek doğasının inkârı içinde yüzen kozmopolitizm karşıtlığı da kozmopolittir.
İslam, insanlığın beşte birini, farklı toplumları ihtiva
etmektedir. İslam’ın tarihi kozmopolittir. Tüm dinler
çok yönlüdür, biri diğerine tercih edilemez. Bazı bağlamlarda İslam barışçıllığa, hoşgörü ve şiddetsizliğe
eğilimliyken diğerlerinde dogmatik ve serttir. Hiçbir
din, cemaatini modern devletin potansiyel şiddetinden koruyamamaktadır. Bu durum seküler hukukun
üstünlüğü kuralını, anayasal güçler ayrımını ve hareketli bir sivil toplumu iktiza ettirmektedir. Din ve siyasetin, bu anlamda, ayrımı gerekir. Ancak İslam dinî
geleneği ise milyonlara anlam ve kimlik sağlamaktadır.
Onun evrensel ve öte dünyaya ait vizyonu, bir değerler
membaına dayanan günlük bilinci dönüştürmek için
manevi disiplini kullanır.
Kozmopolitizmin bazen siyasi şiddeti maskeleyen (seküler otoriter rejimler, emperyalist savaşlar gibi) ve çelişkiye düşüren anlamları bulunmaktadır. Kozmopolit
duyarlılık, bununla beraber, günümüzün küreselleşmiş dünyasında anlamlı etik etkileşimlere zemin hazırlamaktadır. İslam düşünürleri kozmopolitizmi ileriye taşımıştır. Paris’teki bir kütüphaneye ismi verilen
Muhammed Arkun İslam’ın çiçek veren kozmopolit
potansiyelinin sahip olduğu görüşleri dillendirmiştir.
Abdullah Ahmed En-Naim ve Fatima Mernissi de iki
diğer çağdaş Müslüman kozmopolit düşünürdür. Onlar demokratik, çok-kültürlü ve şiddet karşıtı küresel
bir biraradalığı, ahlaken anlamlı bir kozmopolitizmi
teşvik etmektedir. Bir yanda sert İslami siyaset mahkum edilirken İslam ve kozmopolitizm arasında herhangi bir çatışma olduğu fikri yanlıştır.
* Fransız Sosyal Bilimci, Yeni Bulgar Üniversitesi (Sofya) Misafir Öğretim Görevlisi
SÖYLEŞİ
MEHMET GENÇ
SÖYLEȘİ
Prof. Dr. Mehmet Genç,
1934 yılında Artvin’in Arhavi ilçesinde doğdu. Mülkiye
(Ankara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Fakültesi) mezunu.
İstanbul Üniversitesi İktisat
Fakültesi’nde Prof. Dr. Ömer
Lütfi Barkan’ın asistanı olarak akademik hayata başladı.
“Sanayi Devriminin Osmanlı
Sanayiine Etkisi” adlı doktora
tezini hazırladı. 1966 yılında
araştırmalarını detaylandırmak için Başbakanlık Arşivi’nde çalışmaya başladı ve
bu çalışma hiçbir zaman bitmedi. Yaşayan en önemli Osmanlı iktisat tarihçisi kabul
edilen Mehmet Genç Hoca ile
gençlik yıllarından Osmanlı
devlet yapısına uzun bir söyleşi gerçekleştirdik.
sabah
ülkesi
45
sayı 44
07 | 2015
SÖYLEŞİ
Ahmet Faruk Çağlar
İlk olarak şunu sormak istiyorum: Haydarpaşa Lisesi’nde talebesi olduğunuz Nihat Atsız’dan
öğrendiğiniz en önemli şeyin
zerafet olduğunu söylüyorsunuz.
Bir hoca, talebesine zerafeti nasıl
öğretebilir ya da bir talebe hocasından zerafati nasıl öğrenebilir?
Bu öğretenin bir yeteneği sanırım,
öğrenenden de yetenek isteyen bir
şey. Çok zarif bir insandı Nihat
Bey. Biz tabii köyden gelmiştik,
bir sürü acemilik yapıyorduk. O
bunları hiçbir şekilde kâle almıyordu, fakat kendi davranışlarıyla
bizim hatalarımızı hiç incitmeden
düzeltiyordu. Necip Fazıl’ı da tanıdık sonra. O tam tersiydi, o hemen
söylüyordu, “Köylü ayılar!” filan
diye. Gayet sert bir şekilde azarlayarak öğretiyordu. Nihat Bey
çok rafine bir adamdı. İnce, zarif
bir adamdı. Allah rahmet eylesin.
Mümin değildi zannedersem, fakat onun milliyetçiliği hakikaten
hiçbir insanı incitmeyen bir milliyetçilikti.
Biz milliyetçiliği batıdan aldık, yerli malı değildir pek. Onun milliyetçiliğinde de zerafet vardı ve Türklüğü tüm değerleriyle sevdiği için
İslam’a son derece saygılıydı. Dine
bir müminin gösterebileceği kadar
saygı gösteren bir insandı. İnşallah
sonunda akıbeti hayır olmuştur,
Allah rahmet eylesin.
Asistanlığını yaptığınız Ömer
Lütfi Barkan’ın şahsında bir ilim
adamı nasıl olur gördüm diyorsunuz. Bir ilim adamı nasıl olur?
Doğrusu Barkan’ı tanımadan ilim
adamı nasıl olur bilmiyordum.
Evet, tabii üniversitede hocalarımız vardı, okuduğumuz, derslerini
dinlediğimiz. Onların arasında bilgi sahibi olanlar da vardı ama ilim
sahibi adam yoktu. Bizim Türkler
46
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
hâlâ ilim deyince, ilmi yazan ecnebileri okuyup öğrenip, âlim olduklarını düşünürler genellikle.
Hâlbuki ilim, ilim adamlarını okuyarak kazanılabilen bir şey değildir.
Bilginin sınırlarında dolaşmak lazım, akıncı gibi, meçhule doğru...
Barkan böyleydi, bilmediklerini
kendi gayretiyle bilmek isteyen,
araştıran bir insandı. Onun için
gece gündüz çalışıyordu. İlimden
başka bir kaygı taşımıyordu. Sonra okuduk, bunun ayet olduğunu
öğrendik. O zamanlar bunu bilmiyorduk: “İlmi isteyene veririm.”
demekle ne kastedildiğini, haddimiz olmayarak sonradan anladık.
İlim istemek için hakikaten onunla
hemhâl olmak, fenafil ilim olmak
gerek. Onu gerçekten isterse insan,
ancak ulaşabilir. Barkan öyleydi,
gecesi gündüzü araştırdığı konu
ile yaşamaktan ibaretti. O bir şans
oldu benim için...
Muhammed Hamidullah da öğrencilik yıllarınızda İstanbul’da
edebiyat fakültesinde ders veriyordu. Derslerine siz de katıldınız sanıyorum. Sizde bıraktığı
intiba ne idi? Ve daha sonra eserlerine/düşüncelerine temas şansınız oldu mu?
Aslında Barkan’dan evvel, ilk olarak onu gördüm. Ankara’da Mülkiye’de okurken felsefe ile ilgileniyordum. Hilmi Ziya Ülken rahmetli,
Türkiye’de felsefe ile ilgili yazan
aşağı-yukarı tek bildiğimiz insandı. Metafizik dersleri vardı, onlara
girerdim. O arada Muhammed Hamidullah geldi, onun derslerine de
girdim. Ama onun dersine pek fazla girmedim, neden bilmiyorum.
Fakat ilmin reenkernasyonu gibi,
tevessülü gibi göründü bana. Âlim
böyle olur herhâlde dediğimi hatırlıyorum. 19 yaşındaydım herhâlde.
İktisada, daha doğrusu Osmanlı
iktisat tarihine yönelmeden önce
felsefe okumaları yaptınız. En çok
kim/hangi filozof etkiledi sizi? Ve
bu etki ne yönde oldu? Şunun
için soruyorum; çok okuduğunuzu bildiğim Nietzsche ve özellikle
Schopenhauer felsefe tarihinde
pesimist olarak bilinirler, sizin
üzerinizdeki etkileri nasıl oldu?
Evet, kötümser onlar ama... Onlardan sonra da Kierkegaard okudum,
Kierkegaard’ın korku ve titreyişi beni çok etkiledi. Karamsarlık
Hristiyanlığın içinde, Hristiyanlığın trajik pozisyonuyla alakalı gibi
geldi bana. Kierkegaard, Hz. İbrâhim’in hikâyesini anlatıyor. O hikâyeyi ele alışı beni çok etkiledi. Fakat
o hikâye bizim çocukluğumuzda
ilk bildiğimiz şeydi, hep anlatılan
bir hikâyeydi. Ama hiçbir zaman
Kierkegaard’ın gördüğü şekilde
Müslümanlar görmedi onu. Hristiyanlık geleneğinde çok muhteşem
anlatılır, birçok versiyonuyla. Hz.
İbrâhim o tecrübeden sonra, Tanrı
ile ilişkisini kesti diyor bir versiyonda. Bir başka versiyonda, çocuğunu yatırıyor kesmek için ve ona
diyor ki: “Sen zannediyor musun
ki ben Allah’ın emrini yerine getirmek için seni kesiyorum?” “Hayır!”
diyor, “Ben putperestim ve onun
için seni kesiyorum.” diyor ve içinden de: “Allah’ım sana olan inancını kaybetmektense beni putperest
bilmesini tercih ederim.” diyor. Bu
korkunç trajediyi bizim Müslüman
kültürü ortadan kaldırmış. Ortadaki trajedinin izlerini silmiş...
Nietzsche’nin pesimistliği pek
yoktur. Schopenhauer pesimisttir hakikaten. Nietzsche’de daha
bir dinamizm vardır, hatta Yunan
pesimizmini anlatırken onu yorumluyor; gücün aşırılığı Yunan
düşüncesinde trajediyi doğurdu.
Trajedinin doğuşu Yunanların za-
SÖYLEŞİ
afından değil, gücünün fazlalığından diye bir yorumu var.
Belki ben de biraz pesimiştim, bilmiyorum, olabilir...
Schopenhauer Nietzsche’yi de çok
etkiledi. Ve çok güzel bir kitap yazdı Nietzsche, henüz çok gençken.
Okumuşunuzdur, Eğitimci Olarak
Schopenhauer diye. Fakat ondan
sonra Schopenhauer’den uzaklaştı
Nietzsche. Sonuna kadar Schopenhaueriyen kalmadı. Nietzsche
Wagner’e de çok önem verdi ilk
olarak, sonra ona da isyan etti. Biraz gel-geç tabiatta diyebileceğim,
çok dinamik bir yönü var.
Müslüman inancında o pesimistliğin yaşatılması vasatı yok diye
düşünüyorum. Ben gençliğimden
beri Müslüman inancı içinde yetiştim. O inançla problemlerimiz
oldu ama hiçbir zaman dışına çıkmadık. Hasılı, pesimizm bana biraz
dokunup içime kadar işlemedi diyebilirim.
Bir yazarı, bir düşünceyi öğrenmek için, o düşüncelerin ifade
edildiği dili öğrenmek gerekir
diyorsunuz. Tercümelerin kalitesi her geçen gün artıyor. Buna
rağmen felsefe metinlerini orjinal dillerinde olumak zorunlu
mu sizce?
Ben mesela Nietzsche okudum,
Schopenhauer’i belki felsefe tarihinde okudum, onu beğendim ama
Türkçede kitapları yoktu. Nietzsche’nin Zarathrusta’sı çevirilmişti o
zaman, onu okudum. Çok beğendim, çok etkiledi beni ve bu yazarı
okumalıyım diye düşündüm. O zamanlar Mülkiye’de öğrenciydim ve
bir yabancı dil bilmiyordum. Gerçi
Fransızca okuyoduk ama o da kitap
okuyacak seviyede değildi. Almanca okumaya karar verdim, kendi
kendime. Bir Almanca kitap aldım,
Deutsch für Ausländer diye bir
şeyler satıyorlardı o sıralar. Aldım,
bir parkta oturdum ve bir iki ders
yaptım. 18-19 yaşlarındaydım...
Stefan Zweig, Nietzsche’nin biyografisinde anlatır. Der ki, Nietzsche’nin Almancası keman yayı
gibi gergin bir Almancadır. Kendi
kendime dersler yaparken onu düşündüm, ben Nietzsche’yi okumak
için kaç sene Almanca öğreneceğim? O zaman isabetli ama esas
itibariyle yanlış bir kararla, bu dedim mutlaka Fransızca’ya çevirilmiştir. Benim de epey Fransızcam
var, ben bir senede Fransızcamı
Nietzsche’yi okuyacak hâle getirebilirim diye düşündüm. O düşünce esas olarak doğruydu, akıllıycaydı, ama çok sonra anladım ki,
bir yazarı okumak için, onun dilini
bilmek, o dilde okumak gerekir. O
sırada Unomuno’yu da okudum,
onun altmış yaşında Danca öğrenmeye kalktığını öğrendiğimde
çok etkiledi beni. Kierkegaard Almanca’da var ve o bütün bu dilleri
bilen biri, Danimarka dili ise hiç
kimsede yok. Sonra anladım ki,
bir düşünceyi dilden koparmanın
imkânı yok.
Ben Schopenhauer’den birkaç şeyi
çevirdim ama hiçbir zaman yayınlamadım. 20 yaşındaydım, biliyordum ki Fransızcadan Schopenhauer çevrilmez, sonra o kadarını idrak
ettim. Çok sonra Fransızların bir
ekonomi-sosyal ilimler dergisinde, Kant’ın Fransızca çevrileri çıktı.
Kant 1780’lerde yazdı, hatta Kritik
der reinen Vernunft 1785 tarihli,
o sene bir Bookreview yapılmış ve
Kant’ın kitabını analiz ediyor. O
zaman onu okudum, 1985’te 200.
yılında tekrar bastılar. İngiliz ampirisizmi ile Fransız rasyonalizmini
birbirine eklemlemeye çalışan bir
kitap tanıtımı. Königsberg’te coğrafya profesörü... Öyle bir yorum...
20 sene evvel Anal dergisinde çıkan Kant’ın çevirileri, 1800’de başlamış ve belki 10 kadar çeviri yapılmış, adam bunların hepsini analiz
ediyor ve diyor ki Fransızca’ya Kant
henüz girmemiştir. Kant’ı veya Hegel’i düşünenler, çok iyi Almanca
bilenlerdir. Tercümeden bir filozofun anlaşılması mümkün değildir...
Bu sadece felsefe için geçerli değil.
Bizim mesela Osmanlı tarihi hakkında ansiklopedimiz var; İslam
Ansiklopedisi. Sıradan şeyler yazılıyor. Ama yazıyı yazanın dilinden
okumak, tercümesini okumaktan
çok farklı, bunu şimdi görüyorsunuz. Tabii Arapça bilmeden, bizim
Osmanlı entelijansiyasını, düşüncesini anlamak mümkün değil.
Çünkü Arapçayı onlar çok iyi öğrendiler ve aydınları, kadıları o dili
rahat kullanıyorlardı... Bugün İngilizcenin kullanıldığı gibi.
Bizde de 1980’den sonra ciddi kitaplar çeviriliyor, Batı düşünceleri,
daha evvel bu yoktu, sadece klasikler vardı, 1940’larda. Ondan sonra
çok sıradan politik, gündelik şeyler
çevrildi. Ciddi kitapların çevrilmesi 1980’den sonra başladı ama
başlangıçta çok kötü çevriliyordu.
Felaket derecede kötü. Hatta Osmanlıca Türkçesiyle yazılanların
bugünkü Türkçeye aktarılması
daha da kötüydü. Çok kötü...
Yani dil ve düşünce birbirine çok
bağlıdır. Biz Türkçede çok vahim yanlışlar yapmışız, sonradan
farkına varıyoruz. Sadeleştirme
Ben gençliğimden beri Müslüman inancı içinde yetiştim. O inançla problemlerimiz oldu
ama hiçbir zaman dışına çıkmadık. Hasılı, pesimizm bana biraz dokunup içime
kadar işlemedi diyebilirim.
sabah
ülkesi
47
sayı 44
07 | 2015
SÖYLEŞİ
olabilir ama tasviyecilik korkunç
bir şey. Siz mesela germanofonsunuz, Osmanlı aydınları Arapçayı
kullanıyorlardı. Türkçe bu derin
karmaşık şeyleri ifade etmek için
yapılmamıştı, devlet idare etmek,
savaş düzenlemek içindi daha çok.
O işleri çok iyi yapıyordu. Türkçenin de maharetleri, üstünlükleri
var ama onun zaaflarını da bilerek
hareket etti Osmanlılar ve üç dili
birleştirdiler. Farsça, Arapça ve
Türkçe ile muhteşem bir dil yarattılar, Osmanlı Türkçesi. Maalesef
onu terkettik, onu terketmek o kadar önemli değil, kavramları attık.
Kavramları atınca da düşünme
kabiliyetimiz kayboldu, farkında
olmadık.
Cumhuriyetin ilk yıllarından itibaren ve bugün hâlâ, Osmanlı’daki ahlaki, idari vs. çürümüşlüğün
(!) çöküşe yol açtığı öğretildi genç
nesillere... Bugün bunun aslında böyle olmadığı; Osmanlı’nın
-tırnak içinde- yeni şartlara ve en
çok da ekonomik/kapitalist sisteme entegre olmadığı/olamadığı
için ‘‘yenildiği’’ daha rahat ifade
ediliyor. Buna rağmen sormak
istiyorum: Osmanlı’nın kurduğu
idari/kamusal sistemde tıkanan
herhangi bir yön yok muydu?
İçeride her şey mükemmelken,
sadece dışarıdaki değişim ya da
dışarıdan gelen sadmeler mi yıktı
Osmanlı’yı?
Osmanlıları sadece dış âlemde,
muhitte meydana gelen değişmeler
yıktı demek çok şık bir şey değil,
ama bu gerçeğe daha yakın... Osmanlılar değişmekten çok, bir huzur ortamını meydana getirmeye
çalışıyorlardı. Ve herkes için, bütün
yönettikleri insanlar için, yaşanabilir bir toplum meydana getirmek
istiyorlardı. O toplumun özelliklerinden biri çok fazla değişmek değildi, kapitalizm hiç değildi. Ama
kapitalizmin getirdiği endüstriyalizm; muazzam teknolojik değişim;
prodüktive artışı ve zenginlik...
Bunlarla Osmanlı sisteminin mücadele etmesi mümkün değildi, bu
açık. Ama kendisinin değişmesi ve
onlara benzemesi de bütün değerler sistemini reddetmek anlamına
geldiği için yapamazdı, yapmadı.
Bizim toplumumuz kapitalizmi
yeni yeni benimsiyor. Şu son 10
senede. Cumhuriyet, söylemi ne
olursa olsun, kapitalizmi içine sindirmiş değildi. Batı’ya da çok pahalıya mal oldu kapitalizm, kendi halkının çok büyük kesimi muazzam
acılar gördü. Fakirlik, sefalat, açlık;
en basiti dilencilik. 18. yy’da Berlin,
Paris ve Londra’nın nüfusu İstanbul kadardı, Osmanlı’da neredeyse
hiç dilenci yok iken Londra ve Paris’de elli bin dilenci sokaklarda sefalet içinde yaşıyordu. Hâlen Amerika’da 20-30 milyon sefil, perişan,
fakir insan var. Kapitalizm bunu
üretiyor. Tabii, bizim kapitalizm
sayesinde ve kapitalizm yüzünden
başımıza gelenler de çoktur. Biz de
beter fakirliklere düştük ama Osmanlı sisteminin bilerek isteyerek
bu fakirlikleri yaratmaya gönlü razı
olmadı. Osmanlı sistemi o yüzden,
modern iktisadi büyümeye giremeden onun dışında kaldı. Gıdım
gıdım benimsemek zorunda kaldıklarıyla ucundan tutarak geldik
20. yy sonuna. Şimdi İslam komünistleri var, onlar da ayrı bir âlem...
Kapitalist olmadan yaşamanın imkanı yok... Müthiş sert, zalim, insanın kâr hırsı, bütün bu teknolojik
gelişmeleri ve değişmeleri sağlıyor.
Peki netice ne olacak? Hawking’in
yeni bir haberi çıktı, yeni bir ge-
zegen bulamazsak 1000 seneden
fazla yaşamayız burada diyor. Tam
bilmiyorum, çevre üzerinde bizim
etkimiz mi olacak, yoksa astrolojik
alanda biz istesek de istemesek de
Mars’ın başına gelen gibi bir şey mi
olacak... Ama kapitalizmin getirdiği dinamizmin dünyamızı mahvetmeyi başarmak üzere olduğu görülüyor. Çevre kirliliğinde herhâlde
insanın da parmağı var ve bu da
kapitalizmin doğurduğu süreçlerin
doğrudan veya dolaylı sonuçları
olarak algılanabilir...
Peki Türkler de artık zokayı yuttu
mu? Biz de artık tamamiyle kapitalist olduk ve yeni bir şey önerme şansımız kalmadı mı sizce?
Türklerden korkulur. Türkler müthiş bir hayatiyeti olan bir soy. Bunu
ırkçı bir anlamda söylemiyorum.
Türkler Çinlilerle karşılatılar, ki o
muhteşem Çin medeniyetini biz
şimdi öğreniyoruz. O zamanki
Türkler tabii bizden daha iyi biliyorlardı. O medeniyetten, Çinlileşmekten kurtardılar kendilerini,
uzak durdular, kendi bağımsızlıklarını korudular. Ondan sonra
batıya geldiler -iyi ki de geldiler,
orada kalsaydık mahvolurduk- ve
burada Osmanlı Devleti’ni kurdular. Bu büyük bir başarı, üniversal
bir başarı. Zenofobik korkulara yer
vermeden dünyanın en büyük çeşitliliğini korudular.
Ben Kırgızistan’a gittim, Asya’nın
ortasında bir yer, tabii çok iyi analiz etmiş değilim ama bizim oradan
gelişimiz Avrupa’nın Amerika’ya
gidişine benziyor. Siz Avrupa’da yaşıyorsunuz, ben üstün kötü birkaç
kez gittim, Amerika’ya da gittim.
Batı medeniyetinin filizini Amerika diri tutuyor, Avrupa’da biraz bit-
Osmanlılar Farsça, Arapça ve Türkçe ile muhteşem bir dil yarattılar, Osmanlı
Türkçesi. Maalesef onu terkettik, onu terketmek o kadar önemli değil, kavramları attık.
Kavramları atınca da düşünme kabiliyetimiz kayboldu, farkında olmadık.
48
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
SÖYLEŞİ
miş gibi. 1970-80’lerde Amerika’ya
gittim, Avrupa’yı da gördüm, orada
şu intibayı aldım: Gelişmekte Avrupa’nın seviyesine ulaşırız belki
ama ne Avrupa ne de biz, Amerika’ya ulaşamayız. Bu söylediğimi,
tüm sosyalbilimciler kabul ettiler...
Biz İslam’ı Orta Asya’dayken tanıdık ama değişik dünyalarla karşılaşıp onlara yenilmeden hayatta
kalmayı başardık. Bundan sonra
da çok parlak bir geleceğimiz var.
Avrupa’ya giden Türkler de, Anadolu’ya gelen Türkler gibi, fakir,
geçinecek hayat kaynakları sınırlı...
Her şeyi sırtlarına yükleyip geldiler, sessiz sedasız. Anadolu’da Bizans yıkılıyordu diye biliyoruz, bitmiş gibi zannediyoruz ama hiç öyle
değil. Ben Nevşehir’e gittim, orada
kayaların içinde oyulmuş kiliseleri,
evleri gördüm. 11. yy’da Türkler
gelirken, Anadolu Hristiyanlığının da dinamizm içinde olduğu
buradan anlaşılıyor. O dinamizm
ve Türkler kendilerinden çok daha
medeni olan bir hayatın içine girdiler ama asimile olmadılar, tersine
300 senede asimile ettiler, Anadolu’daki herkesi Müslüman ya da
Türkçe konuşur hâle getirdiler.
Toynbee’nin gelecekte bir “dünya
devleti” nasıl olabilir sorusuna
verdiği cevap, Osmanlı’nın örnek
alınabileceğini de içeriyor. Çeşitliliğe katlanmak, birlikte yaşamak, bizden farklı olana yaşama
şansı tanımak konusunda Osmanlı’dan alınacak dersler neler?
Bir kere Osmanlı tecrübesi, dünya tarihinde benzeri olmayan bir
tecrübedir. Muazzam bir çeşitliliği
kontrol etti Osmanlı ve her türlü
farklılıkla birlikte yaşamayı denedi. Hiç kimseyi fazla incitmeden…
Müslüman kaldılar ama Müslümanlığın tanıdığı toleransın en
azamisini uygulayarak bu haritayı
yönettiler. Orkestra şefi gibi, çesitli
aletleri çalan insanları bir harmoni içinde bir arada yaşatmayı başardıları. Toynbee onu söylüyor…
1970’de Osmanlı sisteminin dünya
tarihindeki yeri diye bir toplantı
yapıldı Amerika’da, kitabı da yayımlandı daha sonra. Orada diyor
ki Toynbee, ki çok proottoman
olan, Osmanlı muhabbeti olan bir
adam değildir, ama 1970’deki ifadeleri çok enteresandır. Osmanlı
bittikten sonra huzur diye bir şey
kalmadı o coğrafyada, insanlar birbirini boğazlamaya başladı diyor.
Ben vaktiyle Batı literatürü çok
okudum, Osmanlı dünyasıyla ilgili. Sona ermesi beklenen bir sistemi analiz eden birçok Batılı şunu
söylüyordu: Bu bölge bir felakettir,
bu bölgeyi bunlardan başka kimse idare edemez. Yeni başladığım
zaman okuduğum şeylerdi ve ben
Cumhuriyet formasyonuyla, ona
inanarak okumuyordum onları.
Ama sonuna kadar başarılı olduklarını, Osmanlı sistemini okudukça
görüyor insan.
Batı’da milliyetçilik çok fena, Batı’nın genetiğinde var bu. Şimdi
Amerika’da o genetiği biraz aştılar.
Almanya nasyonalsosyalist iken
muazzam bir güç ve enerji biriktirdi ve bütün Avrupa’yı istila etti,
bütün dünya birleşerek beş senede
ancak yenebildiler. Almanya ırkçı
olmasa idi bunu yapabilir miydi
bilmiyorum, ama yapsa başarırdı.
Irkçılığı yüzünden Avrupa’ya hâkim olamadı.
Biz milliyetçiliği Batı’dan ithal ettik, bizim milliyetçiliğimiz İslami
ve kardeşlik muhabbetidir. Tekrar
ona yavaş yavaş dönüyoruz. Kürtlerle başka türlü halledemeyiz meselemezi, değil mi? Osmanlı bakış
açısına dönüş gibi biraz ve bunun
geleceği olduğunu zannediyorum.
Ki bir kere yalnız Kürtler değil,
Türkiye’de birçok etnisite var. Mesela Boşnaklar, Türk değiller, Türkçe konuşmuyorlar ama kendilerini
Türkiye’nin bir parçası sayıyorlar.
Bu bizim Osmanlı mirasımızdır.
Osmanlı’daki çeşitli milletler gerçekten çok mu mutlu/huzurluydu? Yoksa bugünkü tahammülsüzlüğün de etkisiyle, o dönemi
romantize mi ediyoruz? Sözgelimi Osmanlı’da Hristiyanlar 2.
sınıf, Yahudiler ise 3. sınıf vatandaş olarak görülmüyor muydu?
Tanzimat Fermanı’ndan sonra
Mülk-i Osmani dahilinde gavura
gavur denilmesinin yasaklandığı,
buna mukabil Hristiyanların Yahudilerle eş tutulmak istemeyip
buna itiraz ettiği söylenir. Doğru
mudur bu durum ya da ifadeler?
Osmanlılar Müslümandılar. Samimi, ciddi Müslümandılar. Müslümanların, Müslüman olmayanlara
tanıdığı bir statü vardır. Osmanlılar fıkıhta yerini bulan o statüyü
mümkün olduğu kadar yumuşak
tutmaya çalıştılar. İslam’dan çıkmayacak derecede müsamaha gösterdiler, onlar 2. sınıftı vs.... Öyle
bir şey yok! Şeriatın Müslüman
olmayanlar için kabul ettiği statüyü Osmanlılar benimsediler. Ama
yumuşatmaya çalıştılar. Fiilen baktığımız zaman bir kere Müslüman
olan ve olmayanlar arasında çok iyi
ilişkiler ve ortaklıklar vardı. Komşuluklar vardı, aynı çarşı içinde,
aynı şirket içinde, belgelerimizde
var bu. Yunanlılar 1821’de bağımsızlık için ayaklandılar, 9 sene mücadele ettiler, çok kanlı oldu onların ayaklanması, inanılmaz derecede kanlı. Sonunda bağımsız devlet
hâline geldiler ama Greklerin çoğu
Türkiye’deydi. Yani, orada küçük
bir gruptu. O kalanlara da Yunan
milliyetçiliği aşıladılar. Ve İmparatorluğun her tarafındaki Yunanlılar
hadise çıkarmaya devam ettiler, en
son Kıbrıs’a kadar...
Gavura gavur demiyeceksiniz vs...
Gavur demiyorlardı ki zaten. İktisat tarihi dolayısıyla, fiilen nasıl
yaşadıklarına dair veriler var, aynı
köyün yarısı Müslüman, yarısı
Hristiyan. Bunlar Hristiyandır,
bunlar Yahudidir diye yönetim eliti
sabah
ülkesi
49
sayı 44
07 | 2015
SÖYLEŞİ
bu diskriminasyona hiçbir zaman
sahip olmadı.
Osmanlı sisteminin çökmesinin
en başat sebebi olarak, kapitalizme geçmemesi, geçememesi, geçmek istememesi olarak gösteriliyor, siz de öyle düşünüyorsunuz.
Sahip oldukları adalet tasavvuru,
sermayenin tek elde, belirli merkezlerde toplanmasına müsaade
edemezdi, etmedi diyorsunuz.
Ancak cumhuriyet ile yeni bir
döneme girildi. Devlet kendi eliyle bir burjuva sınıfı oluşturmaya
çalıştı. Kısmen de başarılı oldu.
Bugün, özellikle son 10 yılda,
üçüncü bir döneme girdiğimiz,
yani artık sermaye sahibi, dünya
ölçeğinde güçlü bir ‘’yerli’’ burjuvazinin ortaya çıktığı ve Osmanlı’dan bu yana muhafaza etmeye
çalıştığımız eşit dağılım/adalet
ilkesinin artık pek gözetilmediğini, dolayısıyla -daha önce ‘‘yenildiğimiz’’- kapitalist dünya ile
artık mücadele edebileceğimiz
söylenebilir mi? Küresel kapitalist iktidar sahipleri artık bizden
korkmamalı mı? Ne dersiniz?
Kapitalizmi benimsedik ama İslam’ı tamamen reddetmedik. Hem
Müslüman hem kapitalist olmayı
başarırsak, o zaman ciddi bir alternatif olur. Belki rakiplerimizin
akıllı olanları bunu gördüğü için,
İslamofobi dedikleri şeyi çıkarıyorlar. Tabii kapitalizmin biraz
ehlileştirilmesini deneyen Avrupa, aynı zamanda hayatiyetini de
kaybetmekte. Müslümanlık kapitalizmi ehlileştireyim derken onu
iğdiş etme riski olabilir, onu bilemiyorum ama İslami değerlerle
telif edilirse burada bir hayat ümidi olabilir bence.
Uzun süre Amerika’da bulundunuz. Amerikan’nın çokkültürlülüğü, yerli-yabancı, biz-ötekiler
vs. konularındaki komplekssizliği bir yönüyle meşhurdur.
Osmanlı’daki çokkültürlülükle
50
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
benzeşen tarafları var mı oradaki
durumun? Yoksa birbiriyle karşılaştırılması mümkün olmayan iki
farklı olgu mu?
Tabii ki farklı, fakat bu farklılık
içinde bazı benzerlikler var. Mesela, Osmanlı Müslümanlara karşı sınır koymuyordu. Kendilerine
Memalik-i İslamiye, Müslüman
ülkeleri diyorlardı. Bir Müslüman,
mesela bir Endonezyalı, Çinden bir
Müslüman gelse Osmanlı’daki bir
Müslüman gibi muamele görürdü.
Yani hiçbir nasyonalite farkı hesaba katılmazdı. Osmanlı’da evet,
Müslüman olmayanların hakları
sınırlıydı belli alanlarda... Örneğin
yönetime katılmaları kolay değildi.
Alt kademelerde, teknik alanlarda
çalışıyorlardı. Yükselebilmeleri için
Türkçe bilmeleri, Müslüman olmaları gerekirdi. Amerika’da da buna
benzer şeyler var. Yani İngilizce konuşuyorsa, kendini Amerikalı kabul ediyorsa, belki Hristiyan, Protestan ise başarı şansı var... Amerikalı bir yazarın Osmanlı sistemiyle
ilgili çok güzel bir kitabı var. Ta
1914’te Osmanlı sona ererken,
Osmanlı sistemini araştırmış ve
Kanuni Devrinde Osmanlı Hükûmeti diye yayımlanmış bir kitabı
var. O kitabında devşirme sistemini anlatıyor. Devşirme sisteminde
biliyorsunuz, Hristiyan çocuklarını
küçükken alıp onları Müslüman
olmaya zorlamıyorlar ama Müslüman oluyor neticede. Türkçe öğretiyorlar, ondan sonra onları çok iyi
eğitiyorlar. O bunu anlatıyor, nasıl
eğittiklerini anlatıyor ve şöyle bir
mukayese yapıyor. Başarılı olanları
muazzam sıkı eğitimle, başarı testleriyle yükseltiyorlar, diğerleri de
sıradan asker, subay filan oluyor.
Ve Amerika ile mukayese ediyor
yazar. 1910’larda Amerika fırsatlar ülkesi. Amerika’ya git, İngilizce
öğren ve ne istersen yapabilirsin.
İstediğin zenginliği, rütbeyi kazanabilirsin. Bu mukayeseyi yapıyor,
Amerika’da diyor demokrasi insanların önündeki engelleri kaldırıyor,
fırsat eşitliği sağlıyor. Osmanlı sistemi de bunu yapıyor, yanlız arada
çok önemli bir fark var diyor, Amerikan sistemi fırsat eşitliği yaratıyor
ve sizi bırakıyor, kazanabilirsen ne
ala, kazanamazsan sen bilirsin. Osmanlı öyle değil, kulağından tutup
gidebileceği yere kadar bizzat götüren bir sistem, dünya tarihinde
böylesine bir meritokratik sistem
görülmemiştir diye ifade ediyor.
Yani, Amerika da devşirme sistemini uyguluyor bir yönüyle. Dünya ölçeğinde yapıyor bunu. Çocuk
alıp eğitmiyor. Memleketlere eğittiriyor, onların en zekilerini alıyor.
Kendisi sonra biraz daha üst düzeyde eğitim veriyor. Onların en
parlak olanlarını alıyor, gerisinin
de yarısını casus olarak geri gönderebiliyor.
Bernard Lewis’i bilirsiniz, Amerikan vatandaşıydı, Amerikalılıkla
Osmanlılık birbirine çok benzer
diye ifade ediyor, Amerikalılık da
seçilen bir şey. Siz gidersiniz, benimsersiniz, Amerika da sizi kabul eder... Osmanlılık da böyle bir
şeydi. Yani Müslümanlık şartı vardı yükselebilmek için ama Tanzimat’tan sonra o da o kadar önemli
olmaktan çıktı. Pekâlâ gayrimüslim
olarak vezir olan insanlar oldu ama
normal olarak klasik Osmanlı’da
İslamı benimsemek ve dilini öğrenmek yeterliydi, kabiliyetleri varsa, istediği yere kadar gidebiliyordu
insanlar.
Bosnalılar Müslüman oldular, Osmanlı’ya katılmak istediler, feth
edilmedi oralar, kendileri kabul ettiler. Bir şartla kabul ederiz dediler;
bizden devşirme alacaksınız. Zeki
çocukları alıyor, çok sıkı şartlarda
yetiştiriyor, ne kadar yeteneği varsa o kadar yükseltiyordu Osmanlı.
Muazzam imkânlar veriyordu, 2025 yaşlında vezir yapıyordu. Yönetim elitine çoğunlukla bu şekilde
girdiler. 17. yy’da devşirme bitti tabii biliyorsunuz, ama ondan sonra
da bu devam etti...
SÖYLEŞİ
Yaşanmış onca şeyden geriye kalan kaydedilmiş çok ufak/cılız
materyaller ile geçmişi yeniden
inşa etmeye, anlamaya çalışır
tarihçi ve işi diğer tüm sosyal bilimlerden çok daha zordur. Peki
tarihçinin geçmişi kaleme alırken ya da geçmişte olmuş bitmiş
şeyleri anlamaya çalışırken kendi
kişisel tercihlerinden, dünya tasavvurundan vs. sıyrılıp objektif
tarihçilik yapma şansı var mıdır?
Olayları olduğu zamanda, olduğu
gibi anlama şansımız var mıdır?
Yoksa şu ya da bu oranda kişinin/
tarihçinin dünyaya baktığı yerin,
kişisel tercihlerinin, yazdığı tarihe karışması kaçınılmaz mıdır?
Bu çok zor bir sorudur. Bütün tarihçilerin tartıştığı bir konudur.
Değerlerimizi tamamen bir kenara
bırakıp paranteze alamayız tabii
ki. Ama geçmişi değerlerimizin
gösterdiği istikamete uydurmama
imkânımız var. Tarihçi yanlız tarih
disiplinin teknikleri içinde kalırsa
geçmişe değerlerini çok daha yoğun bir şekilde yansıtabilir, geçmişi
iyice değiştirebilir. İnterdisipliner
çalışırsa, çeşitli sosyal disiplinler,
hatta matematik, istatistik, tabiat
bilimleriyle kritik-espri gelişirse,
geliştirdiği oranda geçmişi mümkün olduğu kadar objektif hâle getirebilir.
Ama geçmiş nedir? Çok kompleks
bir şeydir. Mutlaka yanlıdır, bakıldığı açıdan görülür. Her tarafı ile
onu rekonstrüksiyon etmek son
derece zor bir şeydir. Onun için
devamlı tarih yazılıyor. Dönemin
hâkim paradigmasına göre, ona
göre tarihi yeniden düşünüyor ve
yazıyoruz ve o zaman eski tarihçiler bunu göremediler diyoruz. Biz
geçmişte olmayan bir şeyi empoze
etmiyoruz. Başka bakış açılarından
görülmeyeni görebiliyoruz. Yani,
değerlerin etkisini böyle düşünebiliriz. Yine de sadece kısmi bir objektiflik söz konusu.
Gençliğinizden beri, bilgi sosyolojisi özellikle ilginizi çekiyor.
Toplumsal yapı ile ortaya konan
düşüncenin/felsefenin bir bağlantısı olması gerektiğini söylüyorsunuz. Bugünkü toplumsal
yapımızın ortaya orjinal bir düşünce koyma şansı var mı?
Bu çok zor. Bunun için toplumda
bilgi ile uğraşan bir grubun oluşması lazım, biz toplumumuzda henüz bilgiyi bir değer olarak benimsemedik. Baykan’ı bir bilim adamı
olarak tek gördüm dedim, ondan
sonra da görmedim. İşi bilgi olan
bir grubun oluşması lazım, bu hâlâ
yok. Tek tek var, tek tek çok değerli Türkler var. Ama kolektif olarak
bilgi motivasyonuyla hareket eden
bir sosyal grup henüz oluşmuş değil bence, ama oluşacak, yoksa bu
dünyada yaşayamayız.
Son olarak, Avrupa’daki mevcut
durumu, buradaki Türkiyeli göçmenlerin durumunu vs. az çok
biliyorsunuzdur ya da gözlemleme şansınız olmuştur. Ülkelerine yüksek ihtimalle dönmeyecek
olan Türkiye kökenli göçmenlerin sanatta, edebiyatta, tarih ya
da felsefe alanında orjinal eserler
verme imkânı nedir? Bunun koşulları nelerdir?
Bu çok zor bir soru... Bir kere yaşadıkları kültüre uyum sağlamaları lazım, asimile olmadan. Bu çok
zordur. Ama Türkler bunu başaracaklar zannediyorum. Bu ellerinden gelecek, böylece yeni bir Türk
çıkacak Avrupa’dan. Avrupa’yı siz
Anadolu gibi yapacaksınız diye
düşünüyorum. Biraz hayali olabilir ama bugün Anadolu Türkü
Orta Asya Türkü gibi değil, başka
bir Türktür. Avrupa’daki Türkler de
bizden farklı Türkler olacaktır ama
Türk olacaktır yine de. Bu milletin
böyle bir genetik özelliği var.
sabah
ülkesi
51
sayı 44
07 | 2015
DOSYA
CAN ÇEKİȘEN DÜNYANIN
İMPARATORLUĞU
abah Ülkesi çok önemli bir soru soruyor:
“Birleşik Devletler günümüzdeki son kozmopolit imparatorluk mu? Onu Avrupa ve
hatta tüm dünya için bir model olarak görebilir miyiz?” Buna cevap verebilmek için öncelikle
gündelik anlamda kentlilik, dünya seyahati ve açık fikirliliği akla getiren bir terim olan “kozmopolit” sözcüğüyle ne demek istediğimizi açıklamak ve sonrasında
bu değerlerin “imparatorluk“ sözcüğüyle birlikte anılmasının uygunsuz olduğunu anlatmak gerekmektedir.
Zira “imparatorluk” çoğunlukla vahşi dayatmaları ve
şiddeti çağrıştırmaktadır. Bu sorunun can alıcı noktası
büyük bir siyasi karmaşanın göbeğine hükümranlık
sosunu eklemek midir? Belki de bu sorunun ikinci kısmında da benzer bir anlam karmaşası mevcuttur. Bir
modeli takip etmek, sonuçta, onu rastgele taklit etmek
değildir. Bazı modeller ise, tıpkı mafyanın yaptığı gibi
karşı taraf (dünya) nasıl olsa reddemez düşüncesiyle
yapılan “koruma” teklifi, diğer bir deyişle içine sığılması öngörülen kalıplar niteliğindedir.
Sabah Ülkesi’nin konuyu derinlemesine irdeleyen soruları, kozmopolit idealin ta göbeğinde en başından
beri var olan gerilimi zekice ortaya koyuyor. Antik
Yunan’da kozmopolit terimi sözlük anlamı itibariyle
dünya idaresi, yönetimi (cosmos-polis) anlamına gelmektedir. Bu anlayışa, Sokrat öncesi ve erken Hristiyan toplulukları, sonrasında Roma Katolik Kilisesi,
İmmanuel Kant’ın aydınlanma çağı liberalizmi, Anarcharsis Cloots’un radikal ütopyaları, İngiliz İmparatorluğu’nun en şaşaalı zamanlarındaki C. K. Ogden
ve diğerlerinin “Temel İngilizce” ülküsüyle tasavvur
edilen dünya barış topluluğu fikrinde rastlanmaktadır. Böylelikle uluslar arasındaki mücadele ve anlaşmazlıkların bitirilip onların ortak bir söylem etrafında
toplanması amaçlanmıştır.
52
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
DOSYA
Yine de günümüzdeki kozmopolitizm kavramı, bir
yönetim teorisi olarak değil, belli başlı bir toplumsal
türün tasviri olarak anlaşılmaktadır. Bu tür; aydınlar,
orta sınıf turistler, araştırmacılar, göçmenler, sanatçılar
ve işadamlarından oluşan ortak bir metropolitan kültüründen doğmuştur. Zamanımızda kozmopolitizm,
ütopik bir ülküyü değil, bir karakter niteliğini tasvir
etmektedir. Diğer bir deyişle –nasyonaliste karşılık
postnasyonalist, taşralıya karşılık kentli ayrımlarını
ortaya koymaktadır. Kozmopolitizmin yaptığı çağrışımlar oldukça olumludur, çünkü kendi değerlerini
evrensel kurallar olarak yansıtmayı devlet politikası
hâline getiren milletlerin ülkülerinden türetilmiştir.
Tarihte kozmopolitlik kentli ile köylü; transkültürellik
ile yabancı düşmanlığı arasındaki farklılığa dayanmamaktadır; ancak evrensel bir durumu ortaya koymaktadır. İşte tam da burada, hümanist vasfının altına
gizlenmiş siyasi bir çıkar bulunması gerilime sebep olmaktadır. Örnek olarak güncel bir şirket yönetimi kitabından tipik bir ifadeyi ele alalım: “Kozmopolitiklik
artık entelektüel ve aylak sınıfın tekelinde değil, dünyada her kesimin giderek yerleşik özelliği ve tanımlayıcı karakteristiği olmaya başlamıştır. Kozmopolitizm,
ekonomik tecrit, nasyonalizm ve şovenizmin duvarlarını yıkmaktadır. Günümüzde, köhnemiş bir kurum
olan ticari nasyonalizmin ölüm çığlıklarını duymaktayız.” Şirket içi eğitim amaçlarıyla yazılmış olsa dahi
bu tarz bir anlatımın, bir antropoloğun da dediği gibi
“hepimiz kozmopolitiz” ibaresinin yer aldığı “bölgesel
kozmopolitizm” lafının her yerden duyulduğu üniversitelerde sol eğilimli beşerî bilimler departmanları tarafından bir zamanlar pompalanmış olduğunu bilmek
önemlidir.
Elitizm karşıtlığı anlamını taşısa da bu tasvirin karanlık bir yanı da vardır. Yüksek finansallaşmış silikon
merkezler hâkimiyetlerini kiremit ve bambu taşralarına uzatmış; “geri kalmış ekonomileri” zoraki olarak moderniteye sokmuştur. Yoksa, başka türlü nasıl
kozmopolitleşebiliriz? Son nefeslerinde ekonomik
bariyerlerin üstesinden gelirken ulusal hâkimiyetlerini
geçersiz duruma getirmek dünya barışının kozmopolit avukatlığını yapmaktan çok Trans-Pasifik Serbest
Ticaret Anlaşması ütopyasını çağrıştırmaktadır.
Mesele, bir ülkenin “modernleşmesi” (örnek vermek
gerekirse, Batı’nın hız, araba kültürü, akıllı telefonları, seç-izle televizyonları ve bilumum tekno aletleri)
ya da geri kalması değil, bunların küresel Amerikan
kültürü tehdidine karşı kontrolü muhafaza etmesidir.
Bu itibarla, kozmopolitliği küreselleşmenin yumuşak
ve medyatik yüzü olarak görmeye başlayabiliriz; diğer
bir deyişle canlı sermaye akışını engelleme çabalarını,
başarısız ideolojilere dayalı gerici engeller olarak kabul
eden daha büyük neoliberal blöfleri yumuşatmak için
kullanılan hafif bir tabir olarak.
Evrensel İnsan Hakları Bildirgesi de buraya kadarmış.
Bu bildirgenin amacı eskiden, NATO Atlantizmini
tehdit eden saldırgan “yatırımlar”a karşı devletlerin
özgürlüklerini güvence altına almaktı. Bu ibare, aslında kozmopolitizm değil, küreselleşme hakkındadır ve
evrimsel bir zorunlulukmuş gibi gözükmektedir. Barbar, geri kalmış ülkelerdeki “kabile”lerin kan savaşlarının felaket tellalları, diğer ülkelere saldırmak için
seferber edilmiş birer kılıftır. Bu arada, zenginlerin sırtındaki vergi yükünün ve düzenlemelerin azaltılması
ile daha güçlü bir devlet ortaya çıkıyor: habeas corpus
(ihzar emri) ile jüri yargılamasını kısıtlayarak, hapis
cezalarını sertleştirerek ve sınır devriyeleri dikerek.
Aynı zamanda, her ne kadar devletten bağımsız olduğunu ısrarla ilan edip, böylelikle demokratik denetim
formalitelerinden paçayı sıyırsa da, medya devletin bir
uzantısı olarak işlev görmektedir.
Sabah Ülkesi’nin soruları tahmin ettiğim gibi bu senaryoya işaret ediyorsa, evet, ABD kozmopolit bir
imparatorluk olarak kabul edilebilir. Neoliberal politikalar doğrultusundaki petrol imalatından kaynaklanan ve hızla tırmanan ekolojik kriz göz önünde bulundurulduğunda, bu kozmopolit imparatorluk türünün
son örneği olabilir. İtalyan savaşlararası teorisyen ve
aktivisti Antonio Gramsci, Roma’nın “emperyal kozmopolitizm”i ile Orta Çağ Kilisesinin Katolik evrenselliğini ele almış; kültürlerötesi entelektüel elit sınıf
oluşturma uğruna memleketteki popüler unsurların
bastırıldığını yazmıştır. ABD merkezli çokkültürlülük ve postkolonyalizm taraftarları demokratik kozmopolitizm modeli olarak “diaspora tebaası”nı örnek
göstermektedir. Ne var ki bunu yaparak Gramsci’nin
uyarısını göz ardı etmektedirler. Zira Gramsci göç
ederken ve “Batı’nın en gelişmiş ülkelerinin kültürel
ve tarihsel yaşam tarzını asimile ederken” aslında birer
emperyal misyoner hâline gelen entelektüel sınıfı Emperyal Roma İmparatorluğu’nun göbeğine yerleştirme
stratejisi bağlamında uyarıda bulunmuştu. Gramsci’nin beyanatına göre, Romalıların başlattığı bu süreç
“Afrika pazarının ele geçirilmesi ve Amerikan medeniyetinin genişlemesinde araç olarak Amerikalı zencileri kullanan Amerika’nın yayılmacı politikasında” 19.
yy’ın sonları ve 20. yy’ın başlarında Edward Wilmot
Blyden ve diğerleri tarafından hazırlanan Afrika’yı
sömürgeleştirme planlarına bakıldığında açıkça görülür. Günümüzdeki varyasyonlarına gelirsek, örneğin
Hindistanlı ve Karayipli postkolonyal teorisyenlerden,
Harvard ve Chicago Üniversitelerinde kürsü sahibi
sabah
ülkesi
53
sayı 44
07 | 2015
DOSYA
olan Salman Rushdie ile Michael Ignatieff ulusal özgürlük hareketlerini yerden yere vururken, “subaltern
(alt) teba”yı göklere çıkarmıştır.
Bir zamanlar Dante ve Kant’i büyüleyen kozmopolitlik hayali şimdilerde ABD’nin reel politikası şeklinde
korkunç bir görünümde karşımıza çıkmaktadır. Bu
reel politikanın içinde acil intikal kuvvetleri, kurye
jetleri, güdümlü nükleer füzeler ve insansız hava araçları yer almaktadır. “Evrensel Ulus” olarak Amerika
suretinde yeniden yaratılmış olan bir dünya artık ne
yazık ki uzak bir hayal değildir. Bu yeni dünya düzeni
ise popüler kültür, moda ve internet vasıtasıyla yerini
sağlamlaştırmaktadır.
Bu evrensel ulus tasavvuru artık hayal olmaktan çıkmış, gerçekliğe dönüşmüştür. Amerikalı hâkimler yargılama güçlerinin her yere eriştiğini iddia ediyorken,
ABD yasaları olası düşmanların suikastlerine ve yabancıların kaçırılıp işkence edilmesine izin veriyorken,
karşımızda yeni bir tür imparatorluk var demektir.
Daha önce de değindiğim gibi, bu açıdan bakıldığında güneş Amerikan imparatorluğunun üzerinde asla
batmazken, Amerika haricinde hiçbir yerde doğmamaktadır. Dolayısıyla karşımıza “büyük siyasi kargaşa”
çıkmaktadır. ABD’deki siyasi solun birçok fraksiyonu,
devletin düşman olduğunu; emperyalizmin sonunun
geldiğini ve yerini “imparatorluğun” başsız bir türünün aldığını; bununla birlikte yeni siyasi fırsatların,
bu yeni tebalarda da bulunduğunu tartışmakla meşguller. Buna karşın, dünyada var olan gerçek çok daha
farklıdır. Bilgiye dayalı ekonomiden etkilenerek ABD
imparatorluğu şimdilerde hegemonyasını yeni bir tür
emperyalizm çeşidi yaratarak gerçekleştirmektedir.
Bu yeni tür, imaj kapitalizmi denen aldatmaca üzerine
kuruludur. Ne var ki bu yeni koşullar anlaşmazlıklara davetiye çıkarmaktadır. Örneğin, birçoklarının da
yaptığı gibi bugünün emperyalizmi ile dünün emperyalizmi arasında temel bir fark olduğunu düşünmek
yanlıştır. Nitekim, merkezin doğrudan uyguladığı bir
hâkimiyet, bölgelerin uzun vadeli işgali, yerleşme ya
da ilhak günümüzde mevcut değildir. Bu açıdan bakıldığında —her ne kadar Irak, Libya, Afganistan, Kolombiya, Filistin ve diğer yerlerde bu iddianın tersini
doğrulayan kanıtlar olsa da— belli bir merkezi bulunmayan, şekilsiz ve kim tarafından yönlendirildiği
belirsiz olan muazzam sermaye akışı aracılığıyla uygulanan emperyalizm temel olarak değişmiş ve belki de
isminin hakkını bile veremez olmuştur. Kısacası, emperyal bir merkez yoksa ortada nasıl bir emperyalizm
olabilir? Bize söylenen, hükümranlık ile güç arasında
bir kırılma olduğudur. Hantal Amerikan canavarı kendi potansiyelini kontrol edemiyor; geçmişin kendine
has emperyalizminden oldukça farklı şekilde bocalıyor; Çinli rakiplerinin direnişiyle karşılaşıyor ve geliş54
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
Bir zamanlar Dante ve Kant’i
büyüleyen kozmopolitlik hayali
şimdilerde ABD’nin reel politikası
şeklinde korkunç bir görünümde
karşımıza çıkmaktadır.
mekte olan Brazilya, Rusya ve Hindistan tarafından da
topuklarından ısırılıyor.
Bu tartışmalı konu ile ilgili sorun hem teorik hem de
fiilîdir. Askerî üsler, kalıcı olarak konuşlandırılmış
deniz filoları, üstgeçitler, yerinde “danışmanlar” ve
ABD’nin eğittiği paralı askerlerden oluşan muazzam
ağ yoluyla, geçmişteki emperyalizm günümüzde büsbütün tekrarlanmaktadır. Her zamanki gibi, haritalar
yeniden masalara serilmekte; yabancı kukla rejimleri
kurmaları için casuslar yollayan Amerika imparatorunun koruması altında yeni ulusal hükümranlıklar
yaratılmaktadır. Tüm bunlar olurken, diğer yandan,
aralıksız altı yüzyıl boyunca işleyen ilkel birikimleri süsleyerek, yeni strateji söylemleri icat ederek bir
“yenilik” algısı oluşturulmaktadır. Brezilya’daki az bulunur bitki örtüsü ile Nijerya, Meksika ve Angola’dan
çıkarılan petrol ABD ile Avrupalı şirketlere patentlidir.
Dahası, Kanada’daki masif su rezervleri çok düşük fiyatlarla özel holdinglere âdeta peşkeş çekilmiş; Çinli
mahkûmların hayati organları ihracat uğruna âdeta
bedenlerinden sökülüp atılmıştır. İmparatorluk kavramında değişen pek bir şey yok.
Ancak birtakım değişiklikler de mevcut. Roma’nın şu
anki yüzü, Amerikan imaj kapitalizminin ışığında parlıyor. Günümüzde bu yeni emperyalizm hizmet ettiği
ülkeden bağımsız olmasına dayanan bir ulusal görüşü
dışarıya zorla ihraç etmektedir. Bu yeni görüş kendini
“biz” kültürü ile sunmaktadır. Sessiz ama tesirli, kaynağı belli olmayan yollarla, kurulmuş bir saat intizamıyla işleyen medyanın susmayan yankılarıyla Amerikan küreselleşmesinin öz imajı “küresel ekümen”,
“tek dünya kültürü”, “çokluk”, “diasporanın kamusal
alanı” ve “göçebelik”tir. Hem postkolonyalizm hem de
postemperyalizm nitelikli ulusalcılığın da ötesine uzanan bir dünya kavramı aslında daha çok ABD imparatorluğunun hususi millî mitolojisi olarak görülmelidir.
Daha önceki yüzyıllarda dünyaya hükmetme hakkı
nasıl medeniyet, kraliçe, beyaz ırkın sırtında taşıdığı
ağır yük ya da bu beyaz ırkın hediyesi olan demiryolları bahaneleriyle meşrulaştırılmışsa, günümüzde de
“yeni” ya da basitçe “küreselleşme” bahaneleriyle meşrulaştırılmaktadır.
Günümüzde ABD’yi en iyi şekilde
yansıtan görüntü belki de elinde
makinalı tüfek olan bir bebeğin görüntüsüdür: Kendini bilmeyen, masumiyetine sonuna kadar inanan,
evden çıkmayan, acımasız, eleştirel
düşünmeyen ve içgüdüsel olarak da
Nietzsche hayranı.
Özgürlük Anıtı ve Ellis Adaları’nda somutlaşan ulusal mitolojiye göre, Birleşik Devletler’in resmî yönetim şekli dünyanın dört bir yanından gelen göçmenler ve mülteciler için âdeta bir cennettir. Buna karşın,
illegal göçmenleri ırkçı fişlemeye dayalı olarak sistematik yurt dışı etme programı ve özellikle misafir
işçilerin sömürülmesi hakikati ile birlikte göçmenleri siyasal devşirme programı yıllardan beri mevcuttur. Genel itibarıyla bu politika ABD ordusu ve
ajanlarının savaşçı olarak bulunduğu ve ABD askerî
güçleriyle iş birliği yapan ülkelerdeki çatışmalardan
kaçmak zorunda kalan insan topluluklarının tercihlerine göre işlemektedir.
Birleşik Devletler’e yerleştirilen bu göçmen topluluklardan şu istenir: Amerika sınırları dışındaki özgürlükçü hareketlere ve NATO’nun isteklerine karşı boyun eğmek istemeyen bağımsız ülkelere ya da bu yeni
gelenlerce değişmez şekilde “komünist” yaftasında
bulunulan, yabancı devletlerdeki ilerlemeci ve özgürlükçü siyasilere karşı sürmekte olan ideoloji savaşına
ideolojik destek sağlamak. ABD’ye ideolojik kaygılarla
yerleştirilen toplumlar Florida ve New Jersey’de Kübalılar, Minnesota’da Hmonglar, Teksas ve Kaliforniya’da
Vietnamlılar ile Laoslular, New Yok ve New Jersey’de
Kosova Arnavutları’dır.
Sanki Birleşmiş Devletler dışarıdan düşman güçleriyle
sarılmış vaziyetteymiş, yerde yatan yığınların değil de
kendi komşu ülkeleri pahasına Amerika dış politikasını destekleyen göçmenlerin ülkeye kabul edilmesi
ahlaki olarak daha doğruymuş gibi; ideolojik testleri
geçenleri ülkeye alma politikası, Amerika’yı sığınma
ve eğitim kışlasına çevirme teklifinden başka bir şey
değildir. Aksi takdirde, demokrasi adına, bir dizi eski
sağ görüşlü paralı askeri ve eski devlet adamını resmî
olarak Birleşmiş Devletler’e kabul etme politikası nasıl
meşrulaştırılabilir? II. Dünya Savaşı’nın Nazi medya
uzmanlarını, ordu komutanlarını ve Soğuk Savaş’ın ilk
safhalarına kadar da bilim insanlarını istihdam etme
şeklindeki bu ABD uygulaması o zamandan itibaren
bilinçli bir şekilde sürdürülmüştür: İran’ın devrik
Şah’ı, Ferdinand Marcos, Anastasio Somoza, General
Nguyen Ngoc Loan, Emmanuel (Toto) Constant, Luis
Posada Carriles ve diğerleri bu örneklerden yalnızca
DOSYA
birkaçıdır. Bu politikalar bu ülkenin isnat edilen değil
de gerçek, politik vicdani değerlerini ortaya koyar.
ABD’ye dair sevilecek yine de çok şey var; bu ülke bize
Herman Melville, David Foster, Ronald Reagan; Barbara Ehrenreich ile Sarah Palin’i verdi. Ne var ki, ülkeyi müşfik bir kozmopolit imparatorluk olarak tasavvur
etmek hem şaşırtıcı hem de üzücüdür. Halk kitlesinin
direnişine rağmen, ülkenin siyasi elit tabakası ülkeyi görünüşte yasalara uydurulmuş, kurumsallaşmış
yolsuzlukla yönettiğinden, halkın bakış açısına göre,
devletin ekonomik vizyonu çıkarcı bir büyüme ile derin bir toplumsal duyarsızlığa dayalıdır. Günümüzde
ABD’yi en iyi şekilde yansıtan görüntü belki de elinde
makinalı tüfek olan bir bebeğin görüntüsüdür: Kendini bilmeyen, masumiyetine sonuna kadar inanan,
evden çıkmayan, acımasız, eleştirel düşünmeyen ve
içgüdüsel olarak da Nietzsche hayranı.
Tarihinin en parlak zamanlarında, örnek almamız
gereken köle sahibi kurucu atalarımızın vergi karşıtı isyanları değil; kolonyalizm karşıtı özgürlükçü
hareketler ya da başkaldıran devletlerdir. İçimizden
bazıları hayranlık uyandırıcı sosyal demokrat geleneği, anlaşmazlıkları uzun din savaşları yoluyla çözme
alışkanlığına son vermiş oluşu ve (ABD’nin aksine)
işleyen parlamenter demokrasisi göz önünde bulundurulduğunda, birlik olarak güçlenmiş bir Avrupa’nın
ABD’nin emperyal planlarını engelleyeceğini bile
ummuştu. Yazık ki, şimdi böyle bir umut yok. Yine
de mimarisiyle göz kamaştıran Avrupa kenti kavramı
—kozmopolitiklik daima bir kent anlayışı olduğuna
göre— son dönem neoliberal kültürün Bombay, Sao
Paolo, New York ve Mexico City gibi boğucu beton ve
kontrplak labirentler görüntüsündeki anıt taşlarından
çok daha caziptir.
ABD’nin geleneklerden kopması hem umut hem de
korku verebilir. Yazının başında Brecht’in söylediği
gibi, belki de ihtiyacımız olan şey, ABD’nin bize verebileceğinden daha iyi, daha geleneksel bir yuva/memleket anlayışıdır; sömürülmeye açık, “geliştirilecek” bir
uzay değil, sabit ve kutsal bir yer (dünya gibi). Dünya
ve insanlığın varlığını ABD’nin ticari anlaşmaları, Orta
Doğu’daki petrol savaşları, Amerikan tipi tüketim, bilim karşıtı cehalet, stratejik israf tehdit etmektedir. Bunun yanı sıra, kendi modelimiz dışındaki herhangi bir
ulusun alternatif sosyal sistemine karşı duyulan nefret
de insanlığın akıbetini tehdit etmektedir. Hayır, bu kesinlikle bizim modelimiz değil.
* Minnesota Üniversitesi (ABD) Öğretim Üyesi
sabah
ülkesi
55
sayı 44
07 | 2015
KÜLTÜR I SANAT
OSMANLI’DA BAROK VE
ROKOKO MİMARİ ÜSLUPLAR
Doğan Kuban
vrupa sanatının geç Rönesans ve Maniyerizm’i izleyen büyük ve özgün üslubu
Barok’tur. Bu üslup İtalya’da başlar ve
diğer Avrupa ülkelerinde özellikle kontra-reform çağının Katolik taşkınlığının
bir ifadesi olarak gelişir. Son aşaması ise Fransa’da
gelişen ve daha sonra Avrupa’ya yayılan Rokoko’dur.
Fakat Avrupa’ya ilk giden Türk elçisinin Paris’te görerek etkilendiği Fransız Rokokosu elçinin getirdiği
bezemesel ayrıntıların gravürlerini içeren tablolar
nedeniyle (bunların 1000 civarında bir koleksiyon olduğu söylenir) Osmanlı’da da etkili olur.
56
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
İstanbul’da Rokoko ilk kez 3. Ahmet Çeşmesi cephelerinde kullanılan bir Akant Frizi ile başlar. Bunun
yontucusu belli değildir. Olasılıkla bir Hristiyan taşçıdır. Türkiye için tarihî açıdan önemli olan, Osmanlı Barok üslubundan önce Osmanlı Rokokosu’nun
başlamış olmasıdır. Avrupa’daki Barok-Rokoko zaman dizini Osmanlı’da Rokoko-Barok zaman dizini
olur. Bu doğrudan ithal mekanizmasının açık bir
göstergesidir. Fakat Barok etkisi ile Rokoko bezeme
arasındaki zaman farkı çok uzun değildir. 1729’daki
ilk Akant motifinden sonra klasik üsluba aykırı ilk
KÜLTÜR I SANAT
Barok yapı, 1. Mahmut’un yaptırdığı Nuruosmaniye
Camisi’dir ve çeşmeden 25 yıl sonra bitmiştir. Böylece Avrupa’dan doğrudan ithal edilen Barok ve Rokoko 1730-1750 zaman aralığında İstanbul’a Rokoko-Barok sıralamasıyla girmiştir.
24 yıl süren saltanatı süresinde yaptıklarıyla Osmanlı
Batılılaşmasının ilk bilinçli patronu 1. Mahmut’tur.
Lale Devri’ni kapatan ayaklanmadan sonra açılan ilk
matbaa çalışmasına devam etmiş, orduda yenileşme
Humbaracı okulu ile, Fransız kontu Bonnevel (Humbaracı Ahmet Paşa) idaresinde başlamış, Rokoko bezemenin kullanılması yaygınlaşmış, Nuruosmaniye
Camisi ve Külliyesi gibi klasik üslubu bilinçli olarak
arkada bırakan bir anıtsal cami inşa etmiş ve Osmanlı Barok üslubu denen Batı Barok ve Rokoko mimarisinin ve bezemesinin yerel yorumu ile farklı bir kent
algısı yaratmıştır. Bu, İstanbul kültürünün Batı etkisindeki ilk köktenci değişme aşamasıdır.
Osmanlı yenileşmesi Fransız kültürü etkisi altında
gelişmiştir. Rokoko da Fransız kökenlidir. Batılılaşma bir yüzyıl sürecektir. Alman etkisi Moltke’den
önce pek yoktur.
Osmanlı Barok Mimarisi Nuruosmaniye Camisi ve
Külliyesi ile başlar. Nuruosmaniye, Osmanlı anıtsal
cami mimarisinin son örneğidir. İstanbul’un suriçi
siluetini oluşturan büyük camilerin sonuncusudur.
Bir anlamda Osmanlı Klasik Çağı’nın son yaratması
ve yeni bir gelecek için de bir işarettir.
Dallaway, cami için sultanın Avrupa’dan kilise resimleri getirttiğini, fakat bunun ulemanın tepkisine
neden olması dolayısıyla vazgeçtiğini anlatır. Sultanın ilgisi sarayda Batı kültürüne karşı gerçek bir ilgi
uyandığını göstermektedir.
1755’de biten Nuruosmaniye Camisi ile başlayan Barok dinî mimari 2. Mahmut’un Nusretiye Camisi ile
1826’da sonlanır. Bir yüzyıldan kısa bir süre İstanbul
kent peyzajına egemen olur. En erkeni Kuleli Süvari
Kışlası olan büyük askeri kışlalar, kent içi peyzajına
varlıklarıyla kimlik kazandıran ikinci yapı grubunu
oluştururlar. Bu iki yapı grubu Osmanlı başkentinde
kagir, büyük boyutlu yapıların başlıcalarıdır. Ve Osmanlı toplumunun yaşamında egemen iki kurumu
temsil ederler: Din ve Ordu.
Kentin mimari karakterinin alt yapısını oluşturan
ahşap sivil mimari ise 18. yüzyılda kentin özgün mimari karakterinin temelini oluşturur. Kentin ahşap
mimari dokusu içinde saray mensuplarının Boğaziçi’nde ve Haliç’te yaptırdıkları yalı, köşk, kasır ve
saraylar, büyük ve kagir anıtların yanında, Osmanlı
mimari geleneğinin zenginliğini ve canlılığını yansıtırlar. Bugün İstanbul’un en büyük yokluğu o eşsiz
ahşap mimarinin yok olmuş olmasıdır. Bunların, birkaç ahşap yalı dışında tümüyle kagir saray ve kasırlarla yer değiştirmesi, Tanzimat’tan sonra sarayın da
Avrupa etkisine tümüyle boyun eğdiğini gösterir.
Mimar ve bezemesel zevk bağlamında kışlalar Batı
ile hesaplaşmanın bir aracı olarak görülse de, sultan
camilerinin ve yine sultanların yaptırdığı büyük çeşmelerin Batılı üsluplardan etkilenmeleri saraylardan
önce başlamıştır. Fakat bu zaman farkı, yukarıda
belirttiğim gibi, uzun değildir. Topkapı sarayında 3.
Osman köşkü Barok üslupta yapılmıştır. Bu Batılı
etki konusunda dikkat edilmesi gereken, camilerde
olduğu kadar, ahşap saraylarda da gelenekten gelen
boyutsal ve mekânsal değerlerin ve mekân döşemesinin sürdürülmesidir.
Nuruosmaniye Camisi
İnşaatına 1749’da başlanan cami ve külliye 1755’de
bitmiş, bitmeden önce 1. Mahmut öldüğü için, kardeşi 3. Osman tarafından açılmış, adı da Nuruosmaniye olmuştur. Mimarın bir Rum mimar olduğunu
1753’de İstanbul’da bulunan Fransız mimar Le Roi
yazar. Mimarın adı Simon ya da Simeon olarak kabul
edilmektedir. Bina Emini ise Ahmet Efendi’dir.
Cami mekânı tek kubbe ile örtülü kare bir mekân
olarak gelenekseldir. Fakat giriş avlusu Osmanlı mimarisinde eşi olmayan çok kenarlı bir poligon revakla çevrili bir oval olarak tasarlanmıştır. Mihrap, namaz mekânından dışarı taşan, poligonal ve görkemli
bir dış kütleye yerleşmiştir. Yarımkubbe ile örtülerek
absidal bir karakter kazanır. Gerçi bu uygulama Sinan’ın Edirne’de yaptığı Selimiye’de de uygulanmıştır.
Fakat dışarı taşan mihrap kütlesinin, yapının Barok
üslup özellikleri vurgulayan bir etkisi olduğu söylenebilir.
Barok dönem Yenicami’de kullanılan, dışarıdan bir
rampa ile çıkılan Hünkar mahfeli motifini de bazı örneklerinde benimsemiştir. Nuruosmaniye’de bu öge
dış tasarımda önemli bir yer işgal eder. Yapının dış
tasarımında dört büyük askı kemeri üzerindeki yüksek bir tambura oturan kubbe düşey boyutu vurgulanmış bir kütle tanımlar. Zengin ve abartılı profilleriyle büyük askı kemerleri tasarımın etkili öğeleridir.
Dış ve iç tasarımda, düşey pilastrlarla yaratılan çok
parçalılık olasılıkla Barok tasarım için karakteristik
olan clair-oscure (aydınlık-gölge) etkisini arttırarak,
Baroksu bir atmosfer yaratılmasına yardım eder.
sabah
ülkesi
57
sayı 44
07 | 2015
KÜLTÜR I SANAT
Kuşkusuz tasarımda Barok etkiyi yaratan temel ögeler, klasik döneme göre daha zengin silmeler, çok
büyük saçak ve korniş profilleri, kubbe kasnağı pilastrların eğrisel profilleri, kasnak altındaki köşe kulelerinin Barok tasarımları, minarelerin derin yivleri,
pencereler üzerinde (C) ve (S) eğrileriyle oluşturulan
kemerlerdir. Sütun başlıkları ve kemer biçimleri ve
sütun ve pilastrların çift kompozisyonları üslubun
karakteristik ögeleridir. Minare şerefelerinde de mukarnas kullanılmaz. Genel olarak, klasik döneme
göre düz çizgi yerine eğrinin yeğlenmesi yapının Barok sıfatının tanımlayıcı özelliğidir.
Caminin içinde, dışarıda olduğu gibi, mihrap nişinin
üzerinden bütün mekânı birleştiren ve Fatiha suresi ile bezenmiş büyük korniş iç mekânın dinamiğini
yaratır. Pencereler üzerindeki oval madalyonları dönemin ünlü hattatlarının yazıları süsler.
Nuruosmaniye Külliyesi’nin tasarımı, yerleştiği alanın kent içinde büyük çarşı yanındaki konumu düşünülürse, alışılmış külliye tasarımlarından farklı ve
yaratıcı bir yaklaşım sergiler. Külliyenin en önemli
yapısı cami ile birlikte İstanbul’daki Barok yapıların
en özgün olanı kitaplık yapısıdır.
Nuruosmaniye külliyesi klasik çağın sonunu ve yeni
bir çağın başlangıcını tanımlayan tarihî değeri çok
yüksek bir anıtsal uygulamadır.
İstanbul’da Nuruosmaniye ile 2. Mahmut’un Nusretiye Camisi arasında Ayazma (1757-1760), Laleli
(1763-65), Yeni Fatih (1767-1781) camileri 3. Mustafa tarafından yaptırılmıştır. Hiçbiri yaptıran sultanın adını taşımaz. İçlerinde Barok üslubuna en yakın
olanı Laleli Camisi’dir.
Haydarpaşa Selimiye Camisi
Barok camiler içine 3. Selim’in ilk ahşap Selimiye Kışlası’nın camisi olarak yaptırılan cami, Barok camiler
arasında Haydarpaşa Selimiye Camisi’dir. Caminin
kasnağının yüksekliği ve yarı eğrisel pencereler arası
pilastrlar, kasnağı sonlandıran güçlü saçak kornişi ve
Rokoko bezemeleri ve bütün tasarıma egemen olan
çizgisellik özgün bir Osmanlı Barok yorumudur. Caminin Allom tarafından yapılan gravürü bu özgünlüğü çok iyi yansıtır.
3. Selim onun döneminde harap bir hâlde bulunan
Eyüp Camisi’ni yeniden yaptırmıştır (1798-1800).
Fakat burada Barok etki görece azdır.
Nusretiye Camisi
Barok camilerin en güzeli ve Avrupa Barok üslubuna en yakın tasarlanmış Osmanlı camisi, Nusretiye
Camisi’dir (bitimi 1826). Osmanlı sultanlarının mimarlarından olan Balyan ailesinin olasılıkla ilk sultan yapısı olan bu cami Osmanlı’nın Tanzimat’tan
sonra, geçmiş geleneği tümüyle reddederek Avrupa’yı taklit etmek isteklerinin kesinleştiği dönemin başına işaret etmektedir.
Nusretiye Camisi, eski Tophane Camisi’nin
1823’de yanmasından sonra aynı arsada yaptırılmıştır.
Klasik dönem yapılarında kütlesel olarak zemine oturma karakterinin yerine, zeminden
kurtulma hissini güçlendiren düşey oranların
egemenliğidir. Bu yapıya Barok karakter kazandıran nedenlerden başında bu gelir. Kuşkusuz
bu Barok biçimlerin kullanılması ile birliktedir. Kubbe çevresindeki kuleler, köşelerdeki
ağırlık kulelerinin soğan karınlı denen profilleri ve ağır pilastrlar yapıya cami mimarisinde alışılmamış bir siluet kazandırmıştır.
Pencerelerin güçlü süveleri, Barok kemerler
yerine dairesel kemerlerin kullanılması, sütun başlıkları gibi ayrıntılar ampir üslubun
İstanbul’a geldiğini göstermektedir.
Caminin derin yivli kütleleri Barok üslubuna
daha yakındır. Fakat yapının içinde daha çok
58
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
KÜLTÜR I SANAT
ampir üslubu egemendir. Caminin girişindeki büyük
hünkar dairesi yapıya bir cami girişi olmaktan çok bir
saray girişi havası verir.
Eski İstanbul’da kent içine özel bir karakter kazandıran yapılar arasında çeşme ve sebiller de vardır.
Bunların meydan çeşmesi dediğimiz türü kente Lale
Devri armağanıdır. Bunların başında ise Bab-ı Hümayun karşısındaki 3. Ahmet Çeşmesi gelir. Bu, İstanbul’da Fransız Rokokosu kökenli Akant yapraklı
bezemesel frizin ilk kullanıldığı yapıdır.
Rokoko İstanbul’a 28 Çelebi Mehmet’in getirdiği bir
bezeme modasıdır. Lale Devri’nin geliştirdiği bezeme
karakterine yakın oluşu, olasılıkla, 1. Mahmut döneminin Batılılaşma eğilimleri arasında Hristiyan kökenli başkent zenaatkarları tarafından yapılan çeşme
türü yapılar üzerinde uygulanmaya başlamış olması
dolayısıyladır.
Viyana ve Paris’te yaldızlı bezemeleri ile iç açıcı sarayların havasını İstanbul’da sokak köşelerindeki çeşmeler ve sebiller üzerinde bulursunuz. Bunlar adsız
sanatçıların yaratılarıdır. Çeşme aynalarında, sebil
pencerelerinin kenarlarında taşa yontulmuş çiçek
sevgisi vardır. Bunların bazıları büyük bir heykeltraşı
kıskandıracak mükemmelliktedir.
Mermer yüzeylerin neşe dolu çiçekleri her duyarlı
insanı etkileyen bir tarihî bahçedir. İstanbul’da mezarlarımız bile gönül açıcıdır. Hem bezemeleri hem
de yazılarıyla. Bugün bunlara bakıp Türkiye’de heykel sanatının yadsınmasına üzülmemek olanaksızdır.
Osmanlı kültürü resim ve heykeli dışlayarak kendini
ifade edebileceği büyük bir araçtan mahrum olmakla
kalmamış, resim ve heykeli sadece bezemesel sınırlara hapsederek, doğa gözleminin dolayısıyla bilimin
de yolunu kapamıştır.
(eğri-karşı-eğri) denen çizgisel bir mekanizmanın egemen olduğu ve kökenini klasik Fransız bahçe tarhlarının desenlerinde bulan neşeli ve hafif bir bezeme üslubudur. Üslup aşamalarının sonuncusu olan “Rocaille”
döneminde özellikle deniz tarağı motifi çok kullanılmıştır. Birçok sanat tarihçisi Rokoko’yu Barok’un son
aşaması olarak kabul eder. Avrupa ülkelerine de, İstanbul gibi Fransız desenleriyle gelmiştir. İstanbul’da da
akant yaprakları, deniz tarakları, (C) ve (S) eğrileriyle
oluşturulan kartuşlar başlıca motiflerdir.
Camiler dışında türbeler, kapılar, saçaklar ve özellikle çeşmelerde çok uygulanmıştır. Sivil mimaride
şömineler, tavan bezemeleri, nişler, dolaplar Rokoko
ile bezenmiştir. Bunların sanatçıları büyük ölçüde
yabancı ustalardır. İstanbul’da 1740 tarihli Mehmet
Emin Ağa Sebili erken örneklerden biridir. Nuruosmaniye Sebili (1755), Nuruosmaniye’de 3. Osman
Çeşmesi (1755), Hamidiye Sebili (1777), Eyüp’te
Mihrişah Sebili (1795), Nusretiye Sebili (1825) İstanbul’un görkemli anıtlarıdır.
Sivil mimaride bu bezeme genelde saray mensuplarının yalı ve köşklerinde, kasırlarında vardı. Topkapı
Sarayı’nda korunanlar arasında Şehzadeler Odası,
3. Osman Köşkü, Hünkar Sofası, 1. Abdülhamit’in
Yemek Odası, 3. Selim’in Annesinin Odası, 3. Selim
Odası, Aynalı Kavak Kasrı’nda Rokoko ve Barok bezeme vardır. Yıkılmış saraylar arasında Eyüp’te Esma
Sultan Sarayı’nın Allom tarafından yapılan bir salon
gravürü İstanbul’da bu bezemenin zenginliğinin şaşırtıcı düzeylere ulaşabildiğini gösterir. Fakat iç bezemenin bu olağanüstü zenginliğine karşın ahşap saray mimarisi dış mimarisinin sadeliğini ve geleneksel
çizgilerini korumuştur.
Rokoko 14. Louis döneminde İtalyan sanatının egemenliğine karşı ortaya çıkan Fransız Klassisizm’inin
özellikle 15. Louis (1715-1784) döneminde gelişen ve
sonradan İtalya dışı Avrupa Barok üslubunun daha
bezemesel aşaması olarak görülebilecek bir üsluptur.
Başlangıçta “Louis Quinze” üslubu olarak da tanınan
bu üslup Fransız sarayının etkisi ile Avrupa’ya yayılmış
ve özellikle Alman dilli ülkelerde Barok üslubun son
aşaması olarak çok zengin desenlerle uygulanmıştır.
28 Çelebi Mehmed Efendi’nin İstanbul’a taşıdığı Fransız “Louis Quinze” üslubunun örnekleri idi. En ünlü
yaratıcısı Pierre Lepautre ve daha sonra Pineau gibi
sanatçılar olan bu bezemesel arabesk, Fransız klasik
mimarisin iç mekânlarında “courbes-contre-courbes”
sabah
ülkesi
59
sayı 44
07 | 2015
SÖYLEŞİ
WALTER ZEV
FELDMAN
OSMANLI MUSİKİSİ ÜZERİNE
Walter Zev Feldman klasik Osmanlı ve Yahudi müziği alanlarında önde gelen araştırmacılardan biri.
Aynı zamanda bir müzisyen/icracı da olan Feldman’ın, Necdet Yaşar, Cinuçen Tanrıkorur ve Lalezar Ensemble ile birlikte pek çok ortak çalışması
bulunuyor. Feldman’ın Music of the Ottoman Court:
Makam, Composition, and the Early Ottoman Instrumental Repertoire adlı eseri alanının temel metinlerinden biri olarak kabul ediliyor. Feldman ile
dünden bugüne Osmanlı musikisini, bu musikinin
çeşitli bileşenlerini ve gayrimüslim müzisyenlerin
klasik Türk/Osmanlı musikisindeki yerini konuştuk.
Burak Yedek
Altı asırlık Osmanlı medeniyetinin müziğini
doğuşundan Cumhuriyet dönemine kadarki
süreçte nasıl tanımlayabiliriz? Ve Cumhuriyet
döneminde Osmanlı müziğine yaklaşımı nasıl
özetleyebiliriz?
Osmanlı müziğini, “Türk dilinin Müslüman toplumlarca kullanıldığı Osmanlı İmparatorluğu şehirlerindeki baskın müzik” olarak tanımlayabiliriz.
Bahsi geçen şehirler öncelikle İstanbul, Edirne,
İzmir ve Selanik’tir. Anadolu’nun Diyarbakır ve
Mardin gibi güneydoğu şehirlerini –büyük oranda
bu şehirlerin Bağdat ile olan ilişkileri sebebiyle – ve
bazı Orta Anadolu ve Batı Anadolu şehirlerini de
18. yüzyılın sonlarına doğru bu listeye ekleyebiliriz. Ayrıca 18. yüzyılda Osmanlı müziği icrasının
bazı unsurlarına Bükreş ve Romanya’nın Fener
Rum yönetimi altında idare edilen kesimlerinde de
rastlanmaktadır.
60
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
SÖYLEŞİ
Osmanlı sarayı genelde müzikal tarzın merkezî belirleyicisi ve
müzikal himayenin dağıtıcısıydı.
Fakat sarayın bu konumu her dönemde aynı kalmamıştır. 17. yüzyıl başlarında Osmanlı’nın müzik
kaynakları özellikle güçlü müzikal notasyon ile tarihinde ilk defa
zenginleşince Ortadoğu bölgesinin tüm müzik çalışmaları farklı
bir şekle büründü. Bu durum Ortadoğu müzikleri arasında, tarihî
müzik araştırması anlamında Osmanlı müziğini en ön sıraya koymaktadır.
Sorunuzun ikinci bölümüne gelince; Türkiye Cumhuriyeti döneminde ortaya çıkan, Osmanlı müziği ile Batı müziğinin eskiden beri
süregelen rekabeti boyunca Türk
müzikologlar ancak yakın zamanda Osmanlı müziğini “tarihselleştirmeye” çalıştılar. 20. yüzyıl
başlarında Rauf Yekta Bey’in yayınları ile başlayan bugünkü mevcut Osmanlı-Türk müziği “tarihi”,
mitos ile logosun uzlaşmamış bir
karışımını bize göstermektedir. Bu
müzik her nedense genel olarak ve
özellikle Cumhuriyet döneminde
sonsuz, değişmez, asli ve dolayısıyla tarihdışı olarak resmedilmiştir. Bu durumu özellikle Saadettin
Arel’in Osmanlı müziğine yaklaşımında gözlemlemek mümkün.
Osmanlı müziği içinde gayrımüslim müzisyenlerin bestekâr
ve icracı olarak konumlarını
nasıl değerlendiriyorsunuz? Söz
gelimi Bobowski ve Kantemiroğlu Osmanlı müziği için neden
önemlidir?
Osmanlı tarihinde ve toplumunda 17. yüzyıl sonundan 18. yüzyıl
başlarına kadar süren değişimi
anlamadan bu müziğin nasıl gelişip modern döneme geldiğini
açıklamak mümkün değildir. Batı
notasyonunda -Bobowski tarafından-, İslam notasyonunda -Osman Dede, Kantemir ve Kevseri
tarafından- ve Bizans notasyonunda -Petros ve diğerleri tarafından- icat edilen müzikal notasyon
sistemleri Osmanlı’yı hakikaten
Ortadoğu müziklerinden ayrıştırmaktadır. Modern Osmanlı
müzik teorisi ile birlikte müzikal
notasyonun önemli bir kısmı Eflak-Boğdan Prensi Dimitrius Kantemir (1673-1723) tarafından icat
edilmiştir. 18. yüzyıl boyunca Ermeni Tanburi Harutin, saray müzisyeni Kemani Hızır Ağa, Rum
hanendeler Marmarinos ve Şalaçoğlu gibi Müslüman ve Hristiyan müzisyenler arasında bereketli bir işbirliği görmekteyiz. Buna
ilaveten Mevlevi Osman Dede ve
Abdülbaki Nasır Dede gibi isimler
de bu müzikal teoride ustalaşmış
ve kendi dönemlerindeki repertuvarı kaydetmiştir. Buna, 19.
yüzyıl başlarında Türk müziğine
dair önemli kaynak teşkil edecek
malzemeyi sağlayan Ermeni Baba
Hamparsum’un (1768-1839) hacimli bir müzik yazımı koleksiyonu da eklenebilir.
Osmanlı müziğini başka bir müzik türüyle -örneğin Batı müziğiyle- karşılaştırmak mümkün
ve makul mudur?
Osmanlı müziği ile Batı müziği
arasında herhangi bir şekilde karşılaştırma yapmadan önce müziği
nasıl tanımlayacağımız üzerinde
uzlaşmalıyız. Duygusal ifadelerin
derinliğinden ve entelektüel algılardan bağımsız olarak düşünürsek müziğin varlığı için en önemli
iki unsuru zikretmeliyiz: Perde ve
zamanlama. Bu iki etkenin kombinasyonu icra esnasında ortaya
çıkar. Farklı kültür ve medeniyetlerde bu icranın ne derecede önceden varolan -bestelenmiş- veyahut
icra esnasında ortaya çıkan nitelikte -doğaçlama- olduğu farklılık
gösterir. Osmanlı müzik kültürü
17. yüzyılda geliştikçe bu iki tarz
arasında bir denge oluşturmuştur.
Batı müziği ise farklı dönemlerinde farklı eğilimlere sahip olmakla
birlikte, Barok dönemde doğaçlama merkezli bir anlayışın hâkim
olması dışında son tahlilde odak
noktasını kompozisyon ve kompozisyonların icrasına yoğunlaştırmıştır.
Günümüz müzikologları Osmanlı müziğindeki beste, icra ve
doğaçlamayı nasıl değerlendiriyor?
Osmanlı müziğini bugün değerlendirince doğaçlama şekli -örneğin taksim-, beste icrası ve yeni
beste birbirlerinden icra tarzı
olarak farklılık gösterir. Makam
müziğinde ustalaşmış ve doğaçlama yetkinliğine ve deneyimine
sahip ve hayatta olan iki üç nesil
müzisyenin birbirlerini etkilemesi
söz konusu. Buna ilaveten, sözlü
ve enstrümantal bestelerin icrası
yüksek kalitede olmayı gerektirir.
Fakat şu üç unsurdan dolayı Osmanlı müziğinde kompozisyonun
gelişimi geç kalmıştır: Birincisi,
Klasik Osmanlı müziğine eleştirel
yaklaşabilecek kadar bilgiye sahip
dinleyicinin azalması; ikincisi,
melodinin büyük ritmik yapılarla -usul ile- olan alakasına olan
aşinalığın tükenmesi; üçüncüsü,
Türk dilinin değişim geçirmesi ve
böylelikle Osmanlıca güftelerin ve
şiirlerinin sadece kısmi olarak anlaşılması.
Günümüzde Osmanlı müziği ile
Batı müziği arasında kalan veya
gidip gelen müzisyenler var. Osmanlı müziği icrasının geleceğini
nasıl görüyorsunuz?
Günümüzün ikili -hem Batı hem
de Doğu- müzikalitesine aşina
müzisyenlerin genişçe yer bulduğu
Türkiye’de, bazı müzisyenlerin ya
da bestecilerin ağırlıklı veya kısmi
olarak Batı müziğine dayalı bir müzikal dili seçip geleneksel Osmanlı
taksim icrası yapabilmeleri hiç şa-
sabah
ülkesi
61
sayı 44
07 | 2015
SÖYLEŞİ
şırtıcı değil. Diğer müzisyenler ise
hem beste hem de taksim icrası
anlamında az çok Osmanlı tarzına sadık kalabilmekteler. Genelde
bu müzisyenlerin geçmişe nazaran Osmanlı dönemi müziğiyle
kompozisyon anlamında farkları
daha kısa usuller kullanmalarıdır.
Osmanlı ve Batı müziği arasında
ortaklık kurulmasını sağlayan Osmanlı’dan Cumhuriyet’e geçiş sürecine ek olarak II. Dünya Savaşı
sonrasının demografik değişimini
ve özellikle son 30 yıllık süreci zikredebiliriz. Diğer bir yandan İstanbul, Ankara ve İzmir gibi şehirlerde Anadolu’dan gelen insanların
nüfusu artarken Hristiyan toplulukların -uzun zamandır Osmanlı
müziğinin önemli dayanak noktalarından birisi olan Rumların- giderek azalması veya kaybolması
söz konusu. Daha önceki dönemlerde göçmen aileler yerleştikleri
yerlerin müzikal kültürlerine kısmi
olarak adapte oluyordu. Necdet Yaşar, İhsan Özgen, Alaettin Yavaşça
gibi bir önceki neslin ileri gelen Osmanlı müziği icracıları örneklerinde olduğu gibi hepsi Güneydoğu
Anadolu kökenliydi. Gelecekte ise
Anadoluluların hangi oranda bu
geleneği devam ettirecekleri belirsizliğini koruyor.
Osmanlı müziğinde 15. yüzyıldan 20. yüzyıla kadar süren dönem içinde yaşanan değişimi
genel anlamda nasıl açıklayabilir
ve tasvir edebiliriz? Osmanlı müziğinin sosyal temellerine dair ne
söyleyebilirsiniz?
Türk kültürü derin müzikal bir
kültürdür; hatta İslam öncesi mitolojide ve günlük hayatta bile Türkler için müziğin önemli bir rolü
olmuştur. Müzik, Türk kültüründe
hiçbir şekilde sadece “Dionysosçu”
bir toplumsal rol ile ilişkili değildi,
çoğu zaman ağırlık ve önem verilen bir meseleydi. Janos Sipos’un
etnomüzikal araştırmalarında da
görüldüğü gibi, örneğin Türkçe konuşan Anadolu halklarında Türk
kökenli müziğin pek çok özelliği
62
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
günümüze taşınmıştır. Öte yandan
Şelçuklu, Anadolu Selçuklu ve Osmanlı saraylarında Farsi ve Orta
Asyalı müzik pratiklerinin ve Farsça konuşan müzisyen ve bestekârların egemenliğini görmekteyiz.
Mevlevi dervişlerinin ayinlerinin
dışında bu dönemde Osmanlı müziğinin varlığından söz edilemez.
Son yapılan çalışmalar -örneğin
O. Wright’ın, 1992’deki çalışmaları- 16. yüzyılın ortalarından sonra,
Osmanlı sarayının daha gelişmiş ve
çok yönlü müzikal repertuvarları
desteklemeye devam edemediğini
söylemektedir. Bu dönemde sadece
mehteran ve Mevlevi dervişlerinin
daha yüksek sanatsal standartlara
sahip olduğu düşünülmektedir ve
bu 17. yüzyıl ortalarına kadar böyle
devam etmiştir. Bu çöküş muhtemelen eşzamanlı olarak Safevi İranı’nda çöken müzik ile ilişkilidir.
Türkiye’de vokal saray müziğinin
çöküşü -ve neredeyse folklorik
sayılabilecek kentli Türkçe şarkı
repertuvarının doğuşu- ve aynı
zamanda enstrümantal müziğin
direnişi ile ilgili en önemli kaynak
Ali Ufki Bey’in 1650’li yıllardaki
çalışmalarıdır. Ancak her iki imparatorlukta da 17. yüzyılın son üçte
birlik kısmında, eski komposizyonel tekniklerin yeniden canlandığı ve yenilerinin türediği müzikal
bir “rönesans” gerçekleşmiştir.
Osmanlı Türkiyesi’ndeki anahtar figürler, bestekâr Hafız Post
(ö.1694) ve hocası Osman Efendi
gibi görünmektedir. Bu dönemin
en öne çıkan bestekârı ise muhtemelen Buhurizade Mustafa Itri’dir
(ö.1712).
Türk kültürü derin müzikal bir
kültürdür; hatta
İslam öncesi mitolojide ve günlük
hayatta bile Türkler için müziğin
önemli bir rolü
olmuştur.
Lale Devri’nden sonra Türklerin
seküler müziği yerli Rumlar, Yahudiler, Ermeniler ve diğerlerinin
eğitimli kesiminin de seküler müziği olmuştur. Müzikal aktarımın
pek çok yolu vardı. Pek çok dergâh
her dinden gelen yetenekli öğrencileri kabul etmiştir. Osmanlı sarayının 18. yüzyıldaki öncü icracı ve
bestekârları Müslümanlar olduğu
kadar -Hızır Ağa, Numan Ağa ya
da III. Selim gibi- Hristiyanlar ve
Yahudilerdi -Zaharya Efendi, Ha-
Osmanlı müziğinde Yahudi, Ermeni ve Rum müzisyenlerin konumu ve önemi nedir?
Müzikal pratiği bahsettiğimiz “rönesans”a sürükleyen etkenler arasında, Osmanlı elit sınıfın içindeki
geniş kapsamlı değişimler sayılabilir. Bu değişimler daha önce R.
Aboul Haj tarafından tanımlanan
“yerel olarak oluşturulmuş modernlik” ile sonuçlanmıştır. Bu değişimler her dine mensup müzik uzmanının birbiriyle daha fazla etkileşime geçmesine neden olmuştur.
Özellikle de sufiler, İslam uleması,
Rum Ortodoks başhanendeleri,
Yahudi ve Ermeni toplumlarının
hem seküler hem de dinî musikişinasları tarafından muhatap kabul
edilen Mevlevi dervişlerinin ön
plana çıkmasıyla... Hatta uzak olan
Moldova bile sahneye dâhil olmuştur, Itri’nin en öne çıkan öğrencilerinden biri Prens Kantemir’dir.
Lale Devri’nin sanatsal gelişmelerini sağlayan, Batı Avrupa’dan gelen
herhangi bir etkiden çok bu “yerel
olarak oluşturulmuş modernlik”tir.
Zaharya, Tanburi İzak, Nikoğos
Ağa ve Tatyos Efendi gibi gayrımüslim müzisyenlerin Osmanlı
müziğine etkisi ne ölçüde olmuştur? Gayrımüslim bestekârların
farklı bir tarzı olduğunu söylememiz mümkün mü?
SÖYLEŞİ
ham Musi, Petros Lambathariosi
Tanburi İzak ve birçokları. Bu dönemde, derviş neyzenler hariç tüm
Müslüman bestekârların sarayda
eğitim aldıkları tahmin edilmektedir. Öte yandan gayrimüslimlerin
çok çeşitli kentsel kaynakları vardı. Edirneli, İstanbullu ve İzmirli
Yahudiler Osmanlı saray müziğini
-maftirim olarak da bilinir- kullanarak İbranice sofistike bir repertuvar yaratmışlardır. Bunlar
Osmanlı kompozisyonu için içsel
modeller oluşturmuşlardır. Yahudi
bestekârlar arasında Tanburi İzak
Fresko’nun (ö.1814) bazı besteleri
farkedilir kompozisyonel teknikleri barındırsa da konu hakkında bir
sonuca varmadan önce daha detaylı araştırma yapmak gerekir.
17. yüzyılın son çeyreğinden itibaren daha geniş kapsamlı yeni bir
müzik doğmuştur. Bu müzik toplumsal ve kültürel normların daha
da değiştiği ve sarayın müzisyenleri giderek daha az himaye eder hâle
geldiği 19. yüzyılın sonlarına kadar
kendi yerel çizgilerini geliştirmeye
devam etmiştir. 18. yüzyılla beraber Doğu -özellikle Farsça konuşan
Doğu dünyası- kültürel ve siyasi
bir çöküşe geçmiş ve Osmanlılar
için müzikal ilham kaynağı olma
özelliğini kaybetmiştir. 18. yüzyılın
ortasındaki Osmanlı “barok” mimarisinin anlamı üzerine yapılan
son çalışmalar, Osmanlı, Bizans ve
Batı unsurlarının mimaride neredeyse eşit olarak kullanıldığını söylemektedir. Öte yandan, müzikal
olarak bakıldığında, Osmanlı ve
Bizans unsurlarının Batı’dan gelenlere kıyasla çok daha fazla etkileşim
içinde olduğu görülmektedir. Yani
mimaride olduğu gibi, müzikte de
asla bir Osmanlı barok dönemden
geçilmemiştir. Elimizdeki veriler,
dinî topluluklar arasında doğan bu
yeni iletişim ortamının Rum Ortodoks icracı ve besteciler, Mevlevi
dervişleri, Müslümanlar ve Yahudi
müzisyenler ve diğerleri arasında
bir diyalog oluşmasını sağladığını
göstermektedir. Makam ve usuldeki pek çok gelişme tabiatıyla yerli
olmakla beraber, bazı başka gelişmeler de Bizans müziği ile karşılıklı
etkileşim içerisine girildiğine işaret
etmektedir. Rum dinî ve seküler
müzisyenlerinin Osmanlı müziği üzerinde en etkin tesire sahip
olan grup olduğu söylenebilir, ancak aynı zamanda kendileri de bu
müzikten çokça etkilenmişlerdir.
18. yüzyılda en çok adı geçen Osmanlı müziği bestekârı olan Rumların aynı zamanda kilise koro şefi
ve bestekârı olduğu görülmektedir.
Bu müzisyenler, Türk himayecilerine açıkça çok çekici gelen ve
oldukça gelişkin bir melodik çizgiye sahip müzikal kompozisyonlar içeren bir Bizans altyapısından
geliyorlardı. Kendi Bizans notasyonlarında, aynı zamanda oldukça
hacimli bir Osmanlı seküler müzik
repertuvarını da korumaktaydılar,
bu henüz keşfedilmiştir. Notaya
dökülmüş bu repertuvar –ki bu
repertuvar bilinen notaya dökülmüş Türk müziği beste ve kâr vokal
form kaynaklarından çoğu zaman
bir yüzyıl daha eskidir- üzerinde
yapılacak çalışmalar Osmanlı müzik çalışmalarında bir devrim etkisi
yaratabilir.
Osmanlı müziğinin zirve dönemi
ve bu dönemde etkili olmuş olan
unsurlar nelerdir?
Uzun geçen yüzyıl olarak bilinen
-özellikle 17. yüzyılın son çeyreğinde başlayıp 19. yüzyılın ilk otuz
Uzun geçen yüzyıl
olarak bilinen -özellikle 17. yüzyılın
son çeyreğinde başlayıp 19. yüzyılın
ilk otuz yılına kadar devam eden18. yüzyıl Osmanlı
müziği için en çok
gelişimin kaydedildiği dönemdir.
yılına kadar devam eden- 18. yüzyıl Osmanlı müziği için en çok gelişimin kaydedildiği dönemdir. Bu
gelişim genişlemiş melodik cümlelerde, usul ve melodinin karmaşık
ilişkisinde ve makam geçişleriyle
perdelerin açıklık ve incelikli kullanımlarında kendisini apaçık şekilde göstermektedir. Bu müzikal
gelişimlerin hiçbiri Batı müziğinin
özelliklerini yansıtmamaktadır. Fakat 18. yüzyıl sonlarında Batı etkisi
özellikle bazı makamların -mesela
Buselik makamı- kullanımında
kendisini belli etmektedir. Şüphesiz ki bu dönemin bazı bestekârlarının eserlerinin detaylı olarak
incelenmesi başka keşiflere imkân
verecektir. Fakat yine de Batı’nın
Osmanlı müziği için başlıca dönüşümsel etkiye sahip olduğu değerlendirilmesi mümkün değildir.
Bunun yanında icra alanında bazı
belli başlı gelişmeler görülmektedir. Bu gelişmelerin kaynağı da ya
edebi kaynaklar veya müzikal yapıya dairdir. Meşk eğitim, öğretim
ve intikal sisteminin yaygın olması
sebebiyle bazı ses ve enstrüman
icra eden müzisyenlerin geçmiş
müzikal çizgileri -özellikle tanbur
ve neyde- 19. yüzyıldan 20. yüzyıl
ortalarına kadar takip edilebilir.
Son olarak, bu müziğin bugününe ve geleceğe nasıl aktarılabileceğine dair neler söylemek istersiniz?
Bugün, Osmanlı müziğinin icrası
-bestelerin aksine- Osmanlı müziği
döneminde göze çarpan kırılmalar
ve devamlılık alanları ile birlikte Cumhuriyet dönemine has bir
gelişim sergilemektedir. Müzikal
aktarımın -her ne kadar müzik notasyonu olsa da- esas olarak sözlü
olarak gerçekleştirilmesi usta müzisyenden talebe müzisyene olan
aktarımın devamlılığını kanıtlamaktadır. Bana kalırsa bu devamlılık beslenip geliştirilebilir ve gerekli
pedagojik destek ile günümüzden
geleceğe aktarılabilir.
sabah
ülkesi
63
sayı 44
07 | 2015
KÜLTÜR I SANAT
Osmanlı Musevi Musikisi
ve Sufi Bağlantıları
spanya’dan gelen Yahudi göçmenlerinin Osmanlı İmparatorluğu’na yerleşmeleriyle birlikte bu göçmenler ile yerli Romaniote (Rumca
konuşan Bizans Musevileri) arasında 16. yy’ın
sonlarından günümüze dek uzanan yoğun
bir musiki paylaşımı oluşmuştur. Bu Musevi
toplumunun müzisyenleri, gelişiminin her basamağından (eski Osmanlı formundan günümüz modern
formuna kadar) olmak üzere Türk makam geleneğini
benimserlerken; Musevi dinî ve toplumsal ritüelleri
ile bağlantılı çeşitli musiki icralarının temeli olarak
görülen musiki türlerini de icra etmişlerdir. Osmanlı
İmparatorluğu’nda gayrimüslim azınlıkların gelişmesini sağlayan benzersiz toplumsal koşullar musiki
alanındaki böylesi bir etkileşime zemin hazırlamıştır.
İmparatorluğun son dönemlerinde (19. yy’ın sonu ila
20. yy’ın başlarında) gerçekleşen Osmanlı Yahudilerinin kitlesel göçü, bu musiki icra ve kompozisyonlarının Avrupa, Amerika ve İsrail’e yayılmasına neden olmuştur. Türkiye’de kalan Musevi toplumu ve Osmanlı
Yahudilerinin kıtalararası diasporası Osmanlı Musevi
Musikisi olarak adlandırdığım bu musikiyi icra etmişlerdir. Bu musiki Musevi ayinlerinde İbranice dinî şiir
ve ilahilerin Osmanlı makam sistemine göre icra edilmesiydi. Osmanlı’da Divan’a gereken alanlarda hizmet
etmesi amacıyla farklı etnisite ve dine mensup azınlıklar istihdam edilmekteydi; bu politikanın bir parçası
olarak Osmanlı Musevi müzisyenleri kendi toplumlarının da ötesine uzanarak, bu çok bileşenli Osmanlı
kültürel teşebbüsüne katılmışlardır.
Bir başka deyişle, Museviler ile Musevi olmayan Osmanlı meslektaşları arasında gelişen musiki etkileşimi
İstanbul’da Sultan’ın Divanı gibi elit seviyede gerçekleşmiştir. Ne var ki, müziksel etkileşimin gerçekleştiği
başka alanlar da bulunmaktaydı. Sözgelimi sufi tarikat
merkezleri Musevilerin yabancı olmadığı mekânlardı.
Esasen Yahudi-Sufi etkileşiminin kökleri İslam’ın ortaya çıkışına dek uzanmaktadır, ancak bu etkileşimin
Osmanlı kolu, musiki kültürü açısından en zengin
64
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
kollardan biridir. Yahudilerin Sufi ritüellerine benzerlik taşıyan yarı-dinî toplantılarına dair ilk bilgiler
6. yy’ın ortalarında Filistin’in kuzeyinde bir yerleşim
birimi olan Safed şehrine uzanmaktadır. Bu şehirdeki
Yahudi mistik hareketinin liderlerince başlatılan aktif
dua ayinleri, birçoğu geceleri, özellikle de Şabat günlerinde gerçekleşen yeni ritüellere dönüşmüştür. Bu
mistikler, ruhani arzularına ulaşmak için musikinin
gücünü keşfetmişler ve bu düşünce, toplulukların yeni
bir şarkı repertuarı geliştirmesinde etkili olmuştur.
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Yahudi toplulukları bu
dinî pratikleri Safed’den almıştır; böylelikle Osmanlı
Yahudilerinin arasında giderek artan bir musiki hareketliliği oluşmuş; bu durum aynı zamanda yeni İbrani
şiir ve ezgi arayışlarına zemin hazırlamıştır. Sufi tarikatlar, 13. yy’dan itibaren Filistin’i kendilerine mekân
edinmişlerdir. 16. yy’a gelindiğinde ise Osmanlı İmparatorluğu’ndaki Seferad göçmenler tarafından icra
edilen musiki etkinliklerinin merkezi hâline gelmiş
olan Safed’de en az sekiz Sufi cemaati bulunmaktaydı. Safed’in Yahudi yerleşimcileri için şehirdeki bu
Sufi mevcudiyeti ve tekkelerinde gerçekleştirdikleri
ritüeller uzak durulması neredeyse imkânsız şeyler-
KÜLTÜR I SANAT
di. Zyara (evliyaların türbelerine yapılan ziyaret) gibi
dinî pratikler, cemaatle birlikte mütalaa ile öğrenme,
kendini toplumdan uzaklaştırarak inzivaya çekilme ve
tefekkür edebilmek için tabiatı gözlemleme Safed kabalistlerinin alışılagelmiş ritüelleriydi; dolayısıyla bu
ritüeller Sufi pratiklerini de yansıtmaktadır. 16. yy’da
Osmanlı İmparatorluğu’ndaki İber yarımadalı Yahudi
sürgünler arasında en öne çıkan dinî otorite olup, kendisi de bir mistik olan Haham Joseph Karo’nun (14881575) Safed’e varmadan önce Edirne (eski adıyla Adrianople)’deki bir Sufi tekkesine yaptığı ziyaret, Yahudi
ruhani liderlerin Sufi camia ile olan yakınlığını gözler
önüne sermektedir.
Karo, yaşadığı olağanüstü ve coşkulu tecrübeyi anlatırken heybetli bir ses cümbüşünden bahsetmektedir.
Yosef Karo Sufi merkezine girdiği anda kendisini ele
geçiren bir melek tarafından şiddetle azarlanmıştır.
Bunun gibi yaşanmış tecrübeler muhtemelen sadece
ona özgü değildi; dolayısıyla en azından Karo vasıtasıyla [Sufi rituelleri] Safed dinî pratikleri üzerinde birçok etki bırakmıştır.
16. yy’da Safed şehri ve çevresindeki Yahudiler arasında gelişen bu ruhani gece ibadetlerinin olası Sufi
arkaplanı böylelikle sağlam bir hipotez sayılmaktadır.
Ne var ki, Safed’de Yahudi ve Sufi mistikleri arasındaki
ilişkinin sınırlı sayıdaki kayıtları gözden geçirildiğinde
bazı tereddütler de ortaya çıkmaktadır. Bu nedenle,
Osmanlı Filistin ve Suriye’sinde gelişen Yahudilerin
gece müzikli ibadet toplantılarının ne derece Sufi pratiklerinden derlendiği ya da bu toplantıların daha eski
Musevi dinî geleneklerinin birer uzantısı olup olmadığı henüz açıklığa kavuşmamış bir konudur. Bu gece
ibadetlerinde ek olarak okunan dualar ve kıraat edilen
mezmurlar, özellikle siyasi gerginliklerin Yahudi topluluklarına karşı tehdit oluşturduğu zamanlarda Orta
Çağ İspanya’sında belgelenmiş olan dinî pratiklerdir.
Ayrıca, bakkashot (sözlük anlamı “arayış şiirleri”) repertuarı Orta Çağ İspanya’sında sabah ibadeti öncesi
siddurim’de (dua rabıtası) yer almaktaydı ki bu durum,
belki de dindar insanların sinagoga gün doğumundan
önce gelip ruhani hazırlıkları tatbik etme alışkanlığı ile
açıklanabilir. Yahudi musiki icraları üzerinde kesin bir
Sufi etkisi olduğu şüphe götürse de, Sufi fikirlerinin bu
icralardaki etkisi tartışılmazdır; hatta musikinin insan
ruhu üzerindeki kuvvetli etkisi Safed çevresinin önemli simalarının yazılarına da nüfuz etmiştir. Eliyahu de
Vidas (1518-1592) mühim eseri Reshit Hokhmah’ta
(Venedik 1579) bu yazımız için önemli olan bu konunun bazı yönlerine dikkat çekmiştir. Gökkubbedeki
güneşten yayılan coşkulu bir ezgiyi eserinde tartışırken Vidas aynı zamanda kozmolojik seslere ve onların
insan tarihinin gidişatındaki etkilerine değinmiştir.
Aynı zamanda kendisi, dinî olmayan musiki icrasına
karşı katı bir tutum izleyerek, enstrümantal musikiye,
kadınların şarkı söylemesine ve bunların içki kullanımı ile birlikte icra edilmesine şiddetle karşı çıkmıştır.
Diğer yandan, Tevrat’ı öğrenirken Tanrı’ya yapılan övgülerin terennüm edilmesi (“şarkı” formunda yeniden
düzenlenmiş olarak okunması) ya da duaların ve dinî
şiirlerin okunması insanın Dvekut’a (Allah’a gönül bağıyla bağlanmaya) ulaşmasını sağlayan bir yoldur.
Musikinin etkileri ve gücü hakkındaki bu karşılıklı
cazibe ve kuşku ikilemi Tanrı’nın kendisine övgüde
bulunulması isteği ve Sufilikten alınan ya da Sufilikle
paylaşılan fikirler, 16. yy’ın ikinci yarısına doğru Osmanlı Yahudilerinin makam temelli dinî musiki icralarının hızla artmasına zemin oluşturmuştur. Osmanlı
topraklarındaki Yahudilerin musikisindeki bu yeni
hareketliliğin yanı sıra Musevi yaşamının (mesihle
ilgili beklentilerle coşmuş bir şekilde) ruhani bir yön
kazanması bu dönemin karakteristik özelliğidir. Belirli zamanlardaki geleneksel dinî ayinlerin sık sık araya
girmesi nedeniyle, oluşmakta olan bu yeni müzik hareketi için daha fazla zaman ayırmak adına alternatif
dinî ayin zamanlarının belirlenmesi Safed kabalistleri
için bir zorunluluk hâline gelmişti.
Israel Najara tarafından yayımlanan ve makamlara
göre düzenlenmiş ilk İbranice mecmua olma özelliğini taşıyan Zemirot Israel (Safed, 1587) o dönemdeki
gelişmelerden uzak kalmamıştır. Mecmuada, Galillee
(Celile) şehrindeki Sufi ritüelleri ve musikinin insan
hayatını değiştirdiğine dair fikirlere rastlanmaktaydı.
Bu dinî pratikler Safed’in 1604 yılında yağmalanmasının ardından pek çok kabalistin sığındığı Şam ve
Halep’teki Suriye Yahudileri tarafından da icra edilmekteydi. Najara’nın Suriye’deki varlığı, Halep şehrinin yıllara meydan okuyan musiki geleneği ile birlikte,
Musevi şiiri ve Osmanlı musikisi arasında muhteşem
ve benzersiz bir sentez oluşturdu. Najara’nın Osmanlı İmparatorluğu topraklarındaki geçici ikametleri ve
nihayetinde Gazze’ye daimi olarak yerleşmesi büyük
ihtimalle birçok Yahudi şehir merkezinde bu yeni musiki icrasının yayılmasına yardımcı oldu.
Türk makam musikisinin sahte mesih Sabatay Sevi’nin müridleri tarafından kullanılmış olması, bu
sanattaki Yahudi varlığını ortaya koymuştur. Sabatay
Sevi ve onun mesih hareketi ile Sufi ritüel pratikleri
arasında güçlü bir ilişki bulunmaktadır. Sabatay’ın
irtidadından sonra, çoğunlukla Osmanlı Yahudileri
olan müridleri ibadet ezgilerinde Türk makamlarını kullanmıştır. 17. yy’a ait bir elyazmasında yer
alan Yahudi İspanyolcası dilindeki Sabatayist ilahi
koleksiyonu ile Najara’nın derleme mecmuası olan
sabah
ülkesi
65
sayı 44
07 | 2015
KÜLTÜR I SANAT
Zemirot Israel arasında benzerlikler çoktur. Haham
Israel Hazzan’ın rivayetine göre, Sabatay Sevi İslam
dinine geçişinden sonra Edirne’deki Bektaşi tarikatının zikir toplantılarına katılmıştır.
Zaman içerisinde, bazı Osmanlı Yahudi musiki icraları
aynı coğrafyada varlık gösteren Sufi musiki icralarına
benzerlik göstermeye başlamıştır. Örneğin Halep Yahudileri arasında bakkashot’un icrası, şarkıların farklı
makamlarla birleştirilmesi anlamına gelen fasıl olarak
görülmüştür. Yahudi musikisindeki bu fasıl türü Halep’teki muhafazakâr Kadiri tarikatı olan Hilaliye’nin
repertuarını andırmaktadır. Bu Sufi repertuarında her
hafta icra edilen beş sabit fasıl bulunmaktadır (beş namaz vakti ve İslam’ın beş şartında olduğu gibi). Benzer şekilde her biri farklı makamda olmak üzere sabit
bakkashot repertuarı kış aylarında, her Şabat gününde
Halep sinagogunda icra edilmekteydi.
Filistin ve Suriye’deki Musevi-Sufi ilişkisine benzer
olarak, Anadolu ve Trakya Yahudileri ile Mevlevi tarikatı arasında da bir ilişki bulunmaktaydı. Osmanlı
İmparatorluğu’nda Mevlevi tarikatı mensupları, saray
musikisinde bestekâr, öğretmen ve icracılar olarak
önemli bir yere sahiptiler. Dahası, Mevlevi ayinleri
çok gelişmiş enstrümantal ve sözlü komposizyonlar
hâlinde icra ediliyordu. 500 yıl boyunca Türkiye, Suriye, Irak ve Filistin’deki Osmanlı Yahudi müzisyenleri ve müzikseverleri bu Sufi müzisyenlerle çeşitli ve
yakın ilişkiler kurmuşlardır. Onların repertuarlarından faydalanmışlar, ibadethane ve tekkelerini sık sık
ziyaret etmişlerdir. Yahudi müzisyenlerin İstanbul
ya da Edirne’deki Sufi toplantılarına katılmalarını
teşvik eden sosyal faktör, Mevlevi tekkelerinin diğer
İslami müesseselerin aksine gayrimüslimlere açık ve
ılımlı olması olabilir. Kimi zaman yazarların bizzat
yaşadıkları tecrübelere dayanan modern Musevi Osmanlı tarihyazımcılığı, yakın dönemde gerilemekte
olan Osmanlı İmparatorluğu’nun her bir köşesinde
Musevi ve Sufiler arasında yakın bir musiki ilişkisi
olduğunu göstermektedir.
Menahem Azuz doğum yeri olan Edirne ile ilgili
olarak 1946 yılında şunları aktarmıştır: “Sürgün edilen Yahudiler İspanya’dan Edirne’ye ulaştıklarında,
Müslüman derviş ilahi korolarını model alarak bir
müzisyen korosu kurdular. Bu Müslüman dervişlerinin korolarında, dervişlerin ilahileri değişmeyen
makamlarla her hafta okunuyordu.” Bu kısmen eksik
rivayeti okurken dikkatli olmak gerekir. Yahudilerin
Osmanlı musiki geleneğini benimsemeleri çok daha
uzun bir süre sonrasında gerçekleşmiştir, İspanya’dan
sürüldükten hemen sonra değil. Edirne’deki Yahudi
mevcudiyeti 16. yy’ın başlarından itibaren birçok engel ve başarısızlıkla karşılaştı. Bu nedenle Edirne’de
66
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
“Yahudi Hazanlar ve İbrani Şairler” okulunun kurulması, ki sonradan Maftirim olarak adlandırıldı, 17.
yy’ın ikinci yarısında gerçekleşmiştir. Bu dönemdeki
Osmanlı Hükümdarı IV. Mehmet (1649-1687) divanını Edirne’ye taşımış, hükümdarın ve sarayın Edirne’ye taşınmasıyla da oradaki Yahudi yerleşimi ciddi
manada canlanmıştır.
Tarihçi Abraham Rosanes’in tuttuğu kayıtlara göre,
Haham Israel Najara’nın müridi olan şair ve bestekâr
Avtalyion ben Mordechai’nin, Edirne’deki Mevlevi
Tekkesi ile yakın bağları vardı. Rosanes, Avtaliyon’un
Türkler arasında Küçük Hoca Haham (“Ermiş”, Seferad düşünürleri ve toplum liderlerine verilen İbranice
bir unvandır) Aftalyon olarak bilindiğini yazılarına
eklemiştir. Yunan Makedonya’sında Selanik’in uydu
şehri olan Serez’deki Yahudi topluluklarıyla ilgili olarak Mercado Covo aşağıdaki kaydı tutmuştur: “O
zamanlarda (Sultan II. Selim dönemi, 1566-1574) Osmanlı’nın neredeyse her önemli şehrinde Mevlevi tekkeleri kurulmuştu. Bu tarikatın mensupları, dinî tören
ve ibadetlerinde ney adı verilen, çok hoş ve hüzünlü
bir melodisi olan; dinleyenlerin kalbini dağlayıp arzuyla dolduran uzunca bir flüt kullanıyorlardı. Musevi
kantorlar (hazzanim), hanendeler (mezammerim) ve
ozanlar (paytanım), her perşembe bu semah dönen
dervişlerin dinî toplantılarına katırlırlardı. Böylelikle,
KÜLTÜR I SANAT
onları izleyerek ve dinleyerek birçok şeyi öğrenen bazı
kantorlar (koro şefleri) oryantal (şarkî) ezgileri benimsediler. Bu doğu melodilerini yeniden düzenleyip bizim kutsal şiir ve şarkılarımıza (piyutim ve pizmonim)
uygun hâle getirdiler.”
Osmanlı Sefardimleri arasında musikinin gelişmesinde Edirne’nin rolü, orada bulunan Mevlevi tekkesinin
etkilerinden dolayı büyüktür. Bu Mevlevi tekkesi Türk
sanat musiki geleneğini muntazam şekilde muhafaza
etmesiyle bilinmekteydi. Bu konuda, “Mısırlı İbrahim”
olarak da bilinen Halep doğumlu Yahudi müzisyen
Abraham Levi Hayat örnek olarak gösterilebilir. Kendisi, Mısır’da kaldıktan sonra (ki bu lakabının Mısırlı
olmasının sebebidir), 19. yy’ın sonlarına doğru Türkiye’ye yerleşmiş; tanınmış Mevlevi üstadlarından olan
Hoci Karami Efendi’den eğitim almıştır. Yahudilerin
Türklere musiki öğrettikleri de olmuştur. Haham Abraham Mendil (1829-1881) Kulekapı Mevlevihanesi
olarak da bilinen Galata Mevlevihanesi şeyhlerinden
Ataullah Efendi’nin musiki hocasıydı.
Konuyla alakalı başka bir örnek ise Osmanlı Yahudilerinin bulunduğu başka bir köşeden, Manastır şehrinden verilebilir (günümüzdeki adı Bitola olan bu
şehir Makedonya Cumhuriyeti’ndedir). Yerli Yahudi
topluluk liderleri, her cuma akşamı cami ve mahalli
tekkelerdeki dinî merasimlere davet edilirdi. Bu münasebetler sebebiyle, Manastır Yahudileri dinî merasimlerini Türk musikisi kökenli musikiye göre icra ettiler. Bu durumun şahitlerinden birine göre, Manastır
Yahudileri “tekke ilahi ve ezgilerini kendi musikilerine
uyarladılar. Bu tekkelere eski padişahların yüksek rütbeli Yahudi memurları cuma geceleri [daha doğrusu
perşembeyi cumaya bağlayan geceler] gidip Müslüman meslektaşlarına saygılarını sunarlardı.”
Magnesia (Yunanistan’da bir bölge) doğumlu olan ve
sonraları İzmir, Rodos Adası ve Kudüs’te aktif şekilde sanatını icra etmiş olan Hanende (Kantor) Moşe
Vital, gençliğinde (1920’lerde) cuma günü öğleden
sonraları dervişlerin toplantılarına katılmıştır. Hanende Moşe Vital’in anılarıyla karışık şu gözlemleri
de 20. yy’ın başlarında Musevilerle Mevleviler arasındaki yakınlığı ve musiki alışverişini çarpıcı bir biçimde gözler önüne serer:
“Adlarını saydığım hanendeler (Shem-Tov Chikiar,
Salomon ve Isaac Algazi, Eliyahu Hacohen) derviş
musikisinden çok etkilenmiştir. Dervişler Türkiye’deki dindar Müslüman gruplarındandır. Tarih boyunca
dinî tesirleri olmuştur. Dinî ritüellerinde dinî müzik eserleri okurlar, enstrümantal musiki icra ederler
ve aynı zamanda bir iki saat semah dönerler. Dinleyenler hazdan ve coşkudan kendilerinden geçerler. Bu
dinî gruplardan olan Mevlevi dervişleri arasında şarkı
okumasını, enstrüman çalmasını bilen ve muhteşem
ve müstesna şekilde musiki icra eden dervişler vardı.
Çocukken, hatırlıyorum, ben de her cuma günü öğle
üzeri evden kaçar (o vakitlerde okul bitmiş olurdu),
dervişlerin tekkelerindeki törenleri seyretmeye ve onların güzel ezgilerini dinlemeye giderdim. (...) İzmir’de
başka Yahudi musikiseverler de bu törenlerde icra edilen musikiyi dinlemek için sık sık tekkeye gelirlerdi.
Her derviş sadece iyi şarkı söylemesini değil, İslam
musiki sanatını da mükemmel şekilde bilirdi. Dervişler makamları da çok iyi bilirlerdi. (...) Bizim hazanlarımız onların güzel ezgilerini dervişlerden öğrendiler,
öğrendiklerini bizim sinagoglarımıza getirdiler.”
Algazi’yi sinagogda dinlemiş olan İzmir doğumlu
Abraham Altalef Mevlevilerin Algazi’yi (1889-1950)
sinagoga dinlemeye geldiklerini ve onu heyecanla dinlediklerini anlatmıştır.
Yayımlanmış olan tek Maftirim mecmuası olan Shirei Israel be-Eretz ha-Qedem (İstanbul 1926), Yahudi müzisyenlerin Mevlevi musiki icralarına yabancı
olmadığına dair kanıt niteliğindedir. Bu etkiyi İsmail
Dede Efendi (1778-1846) tarafından güfte giydirilen
İbrani şiirlerinde de görmekteyiz. Çağdaş kaynaklar
şunu da göstermektedir: Türkiye’de Yahudilerle Sufiler arasındaki bağ imparatorluk dönemini de aşarak,
-her ne kadar Türk hükûmeti 1925’te resmî olarak Sufi
tekkelerini kapattırmış olsa da-, Türkiye Cumhuriyeti
döneminde de devam etmiştir. Bir röportajda, amcası ve aynı zamanda akıl hocası maftirim şefi olan din
adamı Samuel Benaroya (1908-2003) hatıralarını aktarırken çocukluğunda Yahudi müzisyenlerin Edirne’deki Mevlevi tekkelerine ve aynı şekilde Mevlevi müzisyenlerin de sinagoglara yaptıkları karşılıklı ziyaretleri
anlatmıştır.
Türkiye’de Sufi ve Yahudi hanendeler arasındaki karşılıklı etkileşim yakın zamana kadar devam etmiştir.
Türk seküler ve dinî müziğinin en önemli icracılarından biri olan Kani Karaca (1930-2004) gayrıresmî
şekilde en az iki dinî İbranice komposizyonu kaydetmiştir; bu komposizyonlardan biri ünlü bestekâr
Moshe Cordova’ya (1881-1967) aittir. Bülent Aksoy’un kişisel bir söyleşide anlattığına göre, 20. yy’ın
ikinci yarısında İstanbul’daki Yahudilerin en önemli
müzisyenleri arasında bulunan kanuni David Behar,
1990’ların başında bu iki eseri Kani Karaca’ya öğretmiştir. Anlatılanlara göre David Behar, inanılmaz
keskin hafızasıyla ünlü Kani Karaca’nın tüm İbranice
repertuarı “hafızaya alacağı” korkusuyla daha fazla
İbranice kutsal şarkı öğretmemiştir.
* Kudüs İbrani Üniversitesi Öğretim Üyesi
sabah
ülkesi
67
sayı 44
07 | 2015
KÜLTÜR I SANAT
MÜZİK
VE MEDENİYET
üzik kelimesinin menşei olarak
kabul edilen Müz (muse) adlı periler, Yunan mitolojisine göre, tanrı
Zeus’un Mnémosyne’den (hafıza)
olan dokuz kızıdır. Yani müzik, tanrısal güç ile
hafızanın birlikteliğinden doğmuştur.
Dünya hayatının geçici zevklerinin ötesinde,
en derin, en yüce hisleri, fikirleri ifade edebilen
müzikler zaman ve mekânı aşarak evrensel bir
boyut kazanmışlardır. Müzik sanatı medeniyetlerin özüdür. Dolayısıyla bölgelerle, kavimlerle,
cografyalarla, geçici siyasi fikirlerle ve buna bağlı
olarak verilen kararlarla sınırlandırılamaz. Müzik, tüm his ve fikirleri, dilleri, dinleri, farklılıkları unutturarak, mânâda buluşturur. Çin’den Hindistan’a, Sümerlilerden Mısır’a, Eski Yunan’a, Romalılara, Selçuklu’ya, Osmanlı’ya kadar zevkler,
ilimler, sanatlar medeniyetlerden medeniyetlere
bir meşale gibi taşınmıştır. Binlerce yıl öncesinden 18. yy’a kadar sekteye uğramadan devamlılık
içinde taşınan Doğu medeniyetleri meşalesinin
son temsilcisi ise Osmanlı toplumudur.
Lakin 18. yy’ın ikinci yarısından itibaren ortaya
çıkan Nasyonalizm–Ulusçuluk hareketi Avrupa’daki imparatorlukların yıkımına sebep olduğu
gibi, Osmanlı’yı, bir diğer anlamda, Doğu Medeniyeti’ni de sona erdirdi. Sömürgecilik amacıyla
endüstriyelleşen ve bu sayede zenginleşen Batı
68
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
KÜLTÜR I SANAT
ülkeleri, kısa zamanda, imparatorluk devirlerinin
kültürel mirasına tekrar sahip çıktılar. Tarihî müziklerini çağdaş ve evrensel bir değer olarak tüm dünyaya kabul ettirirlerken, kimi aydınlar da devletlerinin
çöküş döneminde Batı ülkelerinden gelen bu rüzgâra
tutulup, bir an önce çağdaş olabilmek amacıyla uydurdukları yapay teorilerle kendi medeniyetlerinin
yıkımını hızlandırdılar.
Örneğin medeniyetlerin ortak kaynağını eski Yunan
uygarlığı olarak kabul eden kimi ulusalcı düşünürler,
aynı yoldan çıkarak Batı’nın ilerlediğine, bizim ise geri
kaldığımıza inanmışlar, kısa zamanda büyük mesafeler katedebilmek için, bir an önce eldeki her şeyi terk
ederek Batılılaşmamız gerektiğini savunmuşlardı.
Ziya Gökalp’in Türkçülügün Esasları adlı kitabında
Osmanlı müzik mirası hakkında aşağıda aktardığımız sözleri buna emsal teşkil edebilir:
’’...Doğu müziği de Batı müziği gibi eski Yunan’dan
doğmustur. Yunanlılar halk ezgilerinde tam ve yarım
sesleri yeterli görmeyerek bunlara dörtte bir, sekizde
bir, onaltıda bir sesleri eklemişler ve bu sonrakilere
çeyrek sesler adını vermişlerdir. Çeyrek sesler doğal değil yapaydır. Bundan dolayıdır ki hiçbir ulusun halk
ezgilerinde çeyrek seslere rastlanmaz... Çeyrek seslerle
medeniyet olamaz...!’’
Hâlbuki, Batı müziği dahi, Barok sonrasına kadar
Bizans, Osmanlı ve diğer dünya müzikleri gibi eşitlenmemiş, armonik mikro aralıklar kullanmış, çeyrek
ses mevhumu ortaya sadece 1932 yılında Kahire’de
yapılan müzikoloji kongresinde atılmıştır.
rın, yani Yahudi olmayanların İsa dinine girmesiyle
yeni bir din oluşunca, mabetler de sinagoglardan
ayrıldı. İlk Hristiyanlar Tevrat’tan alınma metinleri
psalmodi olarak okumayı devam ettirdiler, İbranice, Süryanice ve Rumca şiirleri müziğe uygulayarak
ayinlerine eklemeye ancak bir asır sonra başladılar.
(İlahiler-Hymnes)
İlk kilise müziklerinin M.S. 103 yılında ölen Ignace
Théophore ile, yine aynı yıllarda yaşamış olan Justin
tarafından bestelendiği ve bu müziklerde eski Yunan’dan kalma, Dorien, Lydien, Phyrigien, Mixolydien makamlarının kullanıldıgı bilinmekte.
RUM VE ERMENİ BESTECİLER IŞIĞINDA
OSMANLI’DA MÜZİK
Klasik Batı Müziği’nin Avrupa ülkelerinin ortak değeri olması gibi, Klasik Doğu Müziklerinin makam ve
aralıkları üzerine de etnik, millî veya bölgesel etiketler
konamaz. 10.yy’dan itibaren Hindistan’dan Anadolu’ya
kadar, Türk, Arap, Rum, Ermeni, Kürt, Yahudi, Süryani vs. birçok kavmi yöneten Selçuklular, oluşturduklari
sentezi de Osmanlılara miras bıraktılar. 1453 yılında
İstanbul’un fethi ile bu çeşitlilik ve zenginliğe Bizans’ın
haşmeti ve zerafeti de eklenince Klasik Osmanlı Kültürü doğmuş oldu. Osmanlı’nın başsehri olan İstanbul’da padişahlar İslam medeniyetine yakın gördükleri
Doğu Hristiyanlığını güçlendirip, Rum ve Ermeni Patrikhanelerini desteklediler. Geleneklerine bağlı kalan
Doğu Hristiyanları, sömürgecilikle zenginleşen Batı
ülkelerinden gelen Katolik misyonerlerin etkisiyle,
başta Ermeniler olmak uzere, 17.yy’dan itibaren Latinleşmeye başladılar.
DOĞU VE BATI ROMA
325 yılındaki İznik konsülünde Hristiyanlığın resmen
kabulünden sonra Batı ve Doğu Roma, diğer bir deyişle Katolik Latin dünyası ile Rum, Süryani, Ermeni,
Kopt, Maronit tüm Doğu Hristiyanlarının dinî yaşamlarının birbirlerinden ayrılması bir ikileme yol açtı.
İmparator Konstantin’in 330 yılında Bizans şehrini
Konstantinopolis-Yeni Roma yaparak açtığı tarih
sayfasında, eski ve yeni Roma şehirleri birbirinden
farklılaşan iki medeniyetin simgesi oldu. Batı Roma
halkı ortaçağ ve kilise baskısında yaşarken, Bizans
asırlarca göz kamaştıracak olan bir zerafete ulaştı.
Bugün Bizans müziği dedigimiz kilise müzigi aslında
Hristiyanlığın ilk yıllarında Filistin ve Suriye’de bulunan Yahudi sinagog müziklerinin devamıdır. Rumla-
Ekfonetik, yani alfabetik müzik yazısını geliştirerek
ilk kilise eserlerini notaya alan besteci, müzisyen ve
şair Şamlı Aziz Yahya (Saint Jean de Damas 676-756)
Bizans müziğinin başlangıcı olarak kabul edebilir.
12.yy’da yaşamış olan Aya Sofya Kilisesi’nin birinci
hanendesi Jean Kukuzelis, Şamlı Aziz Yahya’nın yazı
sistemini geliştirerek kolaylaştırmış, bestelerini, müzik nazariyatını ve tekniğini içeren bütün yazmalarını,
daha sonra her şeyi terk edip rahip olarak kapandığı Mont Athos Manastırı’nın rahiplerine bırakmıştır.
Osmanlı müziğinin adı ve eseri bilinen ilk Rum müzisyeni 1610 yılında vefat eden Petraki Lampadarios’dur. Galata Mevlevihanesi’nde neyzenlik yapan,
aynı zamanda da Patrikhane’nin Lampadarios’u, yani
baş mugannisi olan Petraki, dervişler arasında Tiryaki
mahlasıyla anılırdı. Günümüze gelebilen yedi peşrev
sabah
ülkesi
69
sayı 44
07 | 2015
KÜLTÜR I SANAT
Sazkâr makamındaki agır semâî:
Ermeniler bilinmeyen bir nedenle Osmanlı müziğine ancak
18.yy’dan itibaren tam anlamıyla katılmışlardır.
ve iki murabba onun ne kadar büyük bir besteci olduğunun ifadesidir. Bugün notaya alınmış eserler büyük
bir arşiv teşkil etse de bilinmeyenlerin çok daha fazla
olduğu kesindir. Patrikhane’deki ve adalardaki manastırların kütüphanelerinde Bizans notası ile yazılmış
müzik hazineleri olduğunu tahmin etmekteyiz.
Kendisi Rum olmasa da 1687–1693 yılları arasında
İstanbul’da rehin olarak yaşayan Moldavya Prensi
Dimitri Kantemir, Rum Ortodoks Patrikhanesi ile
Osmanlı Padişahı Sultan II. Ahmed’in himayeside
Enderun’da yetişmiştir. Galata Mevlevihanesi şeyhi
Nayi Osman Dede’nin bulduğu müzik yazı sistemini
geliştirerek Kitab-ı İlmü’l-musiki ala vechi’l-hurufat
adıyla yazdığı risalesi sayesinde 350 eserin bugüne
kadar ulaşmasını sağlamış, büyük hayır işlemiştir.
1690 yılında vefat etmiş olan Angeliki ise Prens Kantemir’in tanbur hocasıdır, onun Rehavi, Kürdi, Acem
ve Tahir makamlarındaki peşrevlerini risalesinde notaya almıştır.
Sultan III. Ahmet ve veziri şair, bestekâr Nevşehirli
Damat İbrahim Paşa’nın saraylarında yaşanan Lale
Devri’nin bestecilerinden, Tanburi ve Hanende Zaharya (Zaccharias) ise muhteşem eserleriyle bilinen
en ünlü isimdir. Lampadario’su, yani baş hanendesi
olduğu Patrikhane için dinî eserler de veren Zaharya, Rumca sözlü eserlerinin yanı sıra Divan şiirleriyle Klasik Osmanlı Müziği’nin formlarında eserler
de bestelemiştir. Bestenigar Kârı, İsfahan, Uşşak,
Puselik, Aşiran, Hicaz, Hüseyni makamalarındaki
Murabbâları, Hüseyni aksak semaisi ve Hicaz makamındaki yürük semaileri bilinen eserleri arasındadır.
1799 yılında vefat eden, I. Abdülhamid ve III. Selim
devirlerinin bestecisi İlya Efendi hakkında çok az sey
biliniyor. Sadece, sazkâr makamında bestelediği murabbâ, aksak semâî, yürük semâî, mâhur makamında
bestelediği murabbâ ve yürük semâî ile evc mâye makamındaki peşrevi günümüze gelebilen bu bestekârın, söz ve bestesi kendisine ait olan eserlerinden aynı
zamanda çok kudretli bir şair olduğu da anlaşılıyor.
70
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
Nice bir bülbül-i nâlân gibi feryâd ideyim
Nice pervâne gibi şem’i rûhun yâd ideyim
Sen bana etmiyecek râhm-u terâhhümler idüp
Senden ey şûh-i cefâ-pîşe kime dâd ideyim
Sazkâr makamındaki Farsça sözleri kendisine ait
olan yürük semâî:
Biyâ ki kaddi tu der bâg-ı cân nihâli menest
Mehi cemâli tu hurşîd-i bîzevâli menest
Kemanı Osmanlı sarayına ilk kez tanıtan, Sultan I.
Mahmud döneminde yaşayan Kemânî Corci Efendi’dir. Bu sazın en büyük ustaları son devre kadar hep
Rum sanatçılar olmuştur. Todoraki, Kemânî Zafiraki
en tanınmışları arasında sayılabilir. Klasik kemençe
olarak bildiğimiz kemençe sazının en yetenekli icracıları da yine Rumlardır. Aynı zamanda önemli besteciler olan “Usta” lakaplı Yani Aga, Hristaki, Vasilaki, Nikolaki ve Aleko Bacanos gibi üstadlar sayesinde
kemençe günümüze kadar yaşatılabildiği gibi, besteledikleri şarkılar, saz eserleri de hâlen aynı zevkle
dinlenmektedir.
Lavta ve ud sazlarında da Rumlar arasından büyük
üstadlar yetişmiştir. Andon Batrik Kiryazis, Hristaki
Kiryazis ve Civan Aga olarak bilinen Lavtacı Zivanis
Kiryazis kardeşler son devirleri, eserleri ve icralarıyla etkilemişlerdir. 1970’li yılların başında, İstanbul
Radyosu’nda, yanında ney üflemek şansına erdiğim
Yorgo Bacanos ise, maalesef son zamanlarda tanburla
gitar arasında dolaşan ud icrasına kıyasla, geleneksel
tavrın bence son ustasıdır.
Ermeniler ise bilinmeyen bir nedenle Osmanlı müziğine ancak 18.yy’dan itibaren tam anlamıyla katılmışlardır. Ermenice ile sadece kilise müzikleri besteleyip, diğer müziklerde Dîvan Edebiyatı’nı tercih
etmişlerdir. Adı ve eseri bilinen ilk Ermeni besteci,
17.yy’da yaşadığı tahmin edilen, yine Prens Kantemir’in notaya aldığı, Kürdi makamındaki peşreviyle
Murad Çelebi’dir.
Baba Hampartzum Limonciyan, lakabından da anlaşılacagı üzere, Osmanlı Ermeni müziğinin babası
sayılır. Meryem Ana Kilisesi’nin baş hanendesiyken,
Mevlevi dergâhlarına da devam eden Hampartzum,
Yeni Kapı Mevlevihanesi’nde Hammamizâde İsmail Dede Efendi’nin talebesi olmuştur. Kendi ismiyle
anılan Ermeni Neumatik nota yazısını geliştirmiş,
son nesillere kadar kullanılan bu yazı sayesinde, birçok eserin unutulmamasını sağlamıştır. Klasik formlarda bestelediği eserlerin hemen hepsi birer şaheser
KÜLTÜR I SANAT
Sanatkârlar arı gibidir, hangi çiçekten beslenirlerse onun balını üretirler. Osmanlı döneminin sanatçıları, içinde yaşadıkları çok uluslu
toplum sayesinde, binlerce yıllık medeniyetlerin özünden esinlenerek sanatlarını yüceltmişler.
olan Hampartzum’un bestelerinde seçtiği şiirlerden
ne kadar derin bir zevk sahibi olduğu anlaşılır.
Enderunlu Osman Vasıf ’ın aşağıdaki tasavvufî şiirini
mânâsına uygun olarak Hisar Puselik makamında ve
murabba formunda ne kadar güzel bestelemiştir.
Kim olur zor ile maksûduna reh-yâb-ı zafer
Gelir elbette zuhûra ne ise hükm-i kader
Hakk’a tefvîz-i umûr et, ne elem çek ne keder
Kıl sözüm ârif isen gûş-i kabûl ile güher
Mihneti kendine zevk itmedir âlemde hüner
Gam-ı şâdi-i felek böyle gelir böyle gider.
Yine Hampartzum’un çağdaşı olan bestekâr Oskiyan
Efendi (Vaskiyan) ney ve tanbur üstadıdır. Hatta kilisede org yerine ney üflemeyi önermiş ama Patrik
tarafından kabul edilmemiştir. Sultan III. Selim’in
hocası, bestekâr, neyzen, tanburî ve şair olan Yahudi
Tanburi Isaak Fresco Romano’dan ders almış, daha
sonra da Sultan II. Mahmud’un ney ve tanbur hocası
olmuştur. Oskiyan’ın talebeleri arasında Neyzen Salim Bey, Baba Raşid, Rifâî şeyhi Abdulhalîm Efendi
gibi üstadlar vardır. Abdülhalîm Efendi’nin talebeleri
olan Suphi Ezgi, Mesud Cemil Bey’i de ekledigimizde Oskiyan Efendi’nin bugünkü bütün tanburîlerin
ve yine talebesi olan Neyzen Sâlim Bey ile de neyzenlerin üstadı olduğu kolayca anlaşılır.
Elliyi aşkın eseriyle klasik repertuarın önemli bir kısmını oluşturan Nikogos Melkonyan Aga, İsmail Dede
Efendi’nin talebesi, Galata Mevlevihanesi’nin şeyhi
Ahmed Celaleddin Dede’nin de hocası olmuştur.
Diğer bir deyişle, Tateos Enkserciyan, Asdik Aga, Bimen Şen Dergazaryan, Leon Hancıyan gibi Ermeni
bestecilerin eserleri olmadan Osmanlı musikisini
icra etmek mümkün değildir.
Türkler, Rumlar, Ermeniler, Araplar, Acemler devirlerinin tüm diğer bestekârlarıyla, müzisyenleriyle,
hoca, talebe, dost hatta kardeş yakınlığı içinde aynı
edebiyat ve müzik zevkini paylaşmışlardır. Asdik Aga
olarak bilinen Asadur Hamamciyan, dostu, bestekâr
Şevki Bey’in vefatında üzüntüsünü, sözleri de kendisine ait olan, karcıgar makamındaki aşağıdaki şarkısıyla ifade eder:
Nihân oldu gözümden bestekârım
Gidince Şevki merhum neşem kaldı yarım
Çıkar eflâke artık ahu zârım
Sanatkârlar arı gibidir, hangi çiçekten beslenirlerse
onun balını üretirler. Osmanlı döneminin sanatçıları, içinde yaşadıkları çok uluslu toplum sayesinde,
binlerce yıllık medeniyetlerin özünden esinlenerek
sanatlarını yüceltmişler. Ne yazik ki bugün Türk Sanat Müziği denince akla, şiirinde mânâ, nagmesinde
makam olmayan birkaç eğlence şarkısı, Rum müziği
denince buzuki ve taverna müzigi, Ermeni müziği
denince de bugünkü Ermenistan’ın Kafkas türküleriyle, düdük gelmekte.
Toplumun yaşadığı yozlaşmadan kurtulabilmesi için
Osmanlı mirasını anlaması, asırlardır tarihi, estetiği, zevkleri, felsefeyi, ilmi velhasıl her şeyi paylaştığı
Doğu medeniyetleri ile barışması gerekir. Bu sadece
Türkler için değil, başta Rum ve Ermeniler olmak
üzere Osmanlı toplumunun tüm diğer ögeleri için de
geçerlidir.
Doğu medeniyeti maalesef artık harabedir. Latinlerin Eski Roması, Konstantin’in Yeni Roma’sı ve Fatih’in İstanbul’una galip gelmiş, akabinde de dünya
medeniyetlerinin çoğu Atlantik ötesinin şamatasında
kaybolup gitmiştir.
Günümüzde ise ne mutlu ki, genç müzikseverler arasında makam musikisine, uda, kanuna, neye, tanbura, kemençeye ilgi gittikçe artıyor. Özellikle Yunanistan ve Türkiye’deki ölü topraklarda baş gösteren bu
filizlerden, yepyeni bir ümit doğmakta. Bakalım nasıl
bir çiçek açacak…
sabah
ülkesi
71
sayı 44
07 | 2015
KÜLTÜR I SANAT
METROPOLİS
BİR ŞEHRE
RUH ARAMAK
etropolis... Meçhul bir geleceğin ürpertici bir ihtişam barındıran kocaşehri...
Madde namına hiçbir eksiği yoktur bu
metropolün.
Her evresinin en ince ayrıntısına değin mükemmel tasarlanmışlığı neresine bakılırsa bakılsın alenileşen bu
varlık kütlesi, içinde barındırdığı insanatıyla, hayvanatıyla, nebatatıyla, cemadatıyla devasa bir makinedir.
Ve elbette mekanik aksamıyla.
Bilim kurgu türünün ilk ve saygın örneklerinden 1927
tarihli Metropolis’in banisi Avusturya kökenli Alman
yönetmen Fritz Lang. Mimarlık eğitimi alan yönetmenin bu donanımı, filmin görsel, mekânla ilgili ve zihni
tasarımı için fevkalâde münasip bir vasıf niteliğinde.
Sinemaya ilkin senaryoyla giren Alman dışavurumculuk anlayışının en iyi ve en ünlü yönetmeni Lang, ilk
önemli çıkışını Dr. Mabuse ile gerçekleştirir. İnsanları
çağcıl zamanların etki tekniği hipnoz ile “bağladıktan”
sonra soygunlara girişen doktorumuzun hikâyesi ile
Metropolis’in arkaplan hikâyesi, ilk ânda öyle görünmeseler de aslında birbirleriyle irtibatlandırılabilir.
Her iki film de çağdaş insanın ruh, zihin ve his dünyasına sarkmaya niyetlenen yapımlar. İlki bu niyetini
birey üzerinden tespite yeltenirken, ikincisi kitle içinde kütleleştirilmiş bireye mercek tutmaya çabalayarak
sergilemeye girişir.
72
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
KÜLTÜR I SANAT
Zamanın Eskitemeyeceği Görsellik
M, Fury ve Man Hunt... Lang’dan hâlâ
bu denli önemser bir edayla sözetmemizi mümkün kılan tarafı burası sanırım:
Önemli filmlerine yerleştirdiği ve alttan alta
işlediği çağdaşlık değerleri sorgusu.
2010 tarihinde yenilenmiş hâliyle iki buçuk
saati aşkın sessiz bir görsel destan niteliğine
bürülü Metropolis’e kaynaklık eden romanın yazarı ve senaristi, yönetmenin karısı
Thea von Harbou. Filmin bütçesi, kolaylıkla
tahmin edilebileceği gibi kendi döneminin
süper yapımı.
Üzerinden neredeyse yüzyıl geçmesine
karşın filmin kendisine hayran bıraktıran
set tasarımını anmamak haksızlık olurdu.
Ve bu tasarımda yönetmenin eğitiminin
payını eklememek.
İlk tespitimizi dillendirelim: Metropolis,
sonraları örneklerini bol bol göreceğimiz
distopik bilim kurgu filmlerinin ilk örneklerinden biri sayılmaktan çok, insanın gidişatını isabetlice öngören derin bir Alman
bakışı. Alman felsefesini, Alman edebiyatını
ve Alman tasarım anlayışını münderecatına
maharetle yedekleyen bir öngörü yumağı.
İlmik ilmik açılmayı bekleyen bir yumak bu
ama. Kurcaladıkça dağılmayan, tersine yeni
anlamlara filiz veren bir anlatı.
Makine bir Ruhtur
Sessiz sinemanın en iyi örneklerinden biri
kabul edilen filmin açılış sahnesi de durmaksızın çalışan makinelerdir: biteviye dönen dişliler, ritmik bir tempoyla inip kalkan
pistonlar, her adımda birbirlerinin karnını
deşen çarklar... Modern yaşantının ruhunu
apaçık temsil eden bu görüntülerin ardından, klasik mekanizmanın temsilcisi saat
doldurur ekranı. Saat vardiya değişiminin
vaktini işaret etmektedir.
Bir öbek insan çalışmak için fabrikaya girmekte, başka bir öbek insan ise dışarı çıkmakta; hem de kelimenin en hakiki manâsıyla makine edasıyla. Başları önde, düşünmekten, duymaktan, dolayısıyla kendince
eylemekten yoksun; belki bütün bu nitelikleri ellerinden alınma bireylerden kurulu
öbek öbek insan artıkları, kendilerinin değil, başkalarının varlıklarını idame için varla
yok arası bir berzahta varolmaya çalışmakta.
Her gün aynı makinelere aynı şeyleri yapa
yapa adım adım insanlıktan kopup makineleşmekte. Burada Nazım Hikmet bir selâmı
hak etmekte. Zira yirminci yüzyılın en “tartışmalı” Türk şairine göre makineleşmek,
insanın kaçınması değil, tersine özlemesi,
amaçlaması ve uğrunda gayret göstermesi
gereken değerli bir hedef niteliğinde.
Makine İnsanın Kurdudur
Her ne kadar film hikâyesini bir şehir üzerinden anlatmaktaysa da bu şehri zihnimizde büyüterek “küresel köy” diye anlamak
neredeyse bir zorunluluk. Bilim, teknoloji,
ilerleme ve gelişme gibi çağdaşlığın sırtını
dayadığı nitelemeler bu şehirde hükümferma vaziyette. Ve insanlık kelimenin tam
anlamıyla bölünmüş durumda. Yeraltındaki
İşçiler Şehri’nde yaşayan ve çalışan kalabalıklar ve yer üstünde yaşayan mutlu azınlık:
Evlâtlar Kulübü bireyleri... Gülen, eğlenen,
spor yapan, okuyan, müzik dinleyen, dans
eden; kısaca insanın ulvi ve süfli bütün hazlarını giderme hakkına malik seçilmişler.
Gözden kaçması olası bir ayrıntı: İşçi sınıfı
babalardan müteşekkil iken, Sonsuz Bahçeler’de yaşayan seçkin bireyler, aynı babaların
çocuklarından müteşekkil. Dolayısıyla çocuklarının geleceği için kendini feda etmeye
hazır baba tipine beklenmedik sertlikte bir
bakış atılmakta bu sınıf ayrımıyla.
İşçiler ve yöneticiler. Proletarya ve kapitalist. Yahut mustaz’af ve müstekbir. Dünya
görüşünüze göre adlandırabilirsiniz bu iki
sınıfı. Tavsif değişse de vasıf aynı nasılsa. Ve
bir yanda cenneti hatırlatan bahçeler, öbür
yanda hiçbirimize yabancı gelmemesi gereken devasa kocaşehir: Metropolis.
İnsanın Emrindeki Makineden Makinenin Emrindeki İnsana
Aslında Metropolis’teki yaşantıyı ilk bakışta mutlu azınlığın mutsuz çoğunluk
üzerindeki sıradan tahakkümü diye anlayabiliriz. Bir bakıma hikâyenin bu tarafı
reddedilmesi gereken bir husus değil belki
ama akılda tutulması zorunlu asıl incelik
şurada: Ezen-ezilen zıtlığı filmin anlam
katmanlarının yalnızca ilki. Bu çatışmaya
biraz olsun dikkatle baktığımızda iktisadi
ilişkiler merkezli bu anlamlandırmanın,
Metropolis’teki asıl insanlık dramını (Trajedi mi demeliydim?) kavramamız için
sabah
ülkesi
73
sayı 44
07 | 2015
KÜLTÜR I SANAT
yeterli gelmeyebileceğini görmek durumundayız.
Modern şehri, modern şehir içindeki teknolojinin
boyunduruğu altındaki insanı temsil ve tahkiye eden
Metropolis’te insanın insan üzerindeki tahakkümünden çok, insanın mekanikleşmesi ve dolayısıyla makinenin tahakkümüne girmesi asıl üzerinde durulmayı gerektiren husus.
Başlangıçta seçkinler kalabalıklar üzerinde tekniğin
olanaklarını kullanarak bir sulta kurmuşlarsa da zamanla saltanatlarını makineye devretmek durumunda kalmışlar. Ve bu hak devir-tesliminin gereğince
görünürde konforlu bir yaşantı içerisindeler. Fakat
işçiler onları çalıştırmak için makinelerin yanı başında bulundukça ruhlarını yitirip makineleştikçe,
yukarıdaki seçkin azınlık ise kendi konforlarının devamı için hemcinslerini ezdikçe insanlıktan uzaklaşmakta ve makineler râmolmakta.
Asıl Makine Kim?
Kendileri de handiyse birer makineye dönüşmüş işçilerin temel vazifesi, vardiyaları süresince şehri ayakta tutan makinelerin çalışmasını sağlamak. Bütün
o üstün teknolojik donanımlar; biteviye gidip gelen
arabalar, trenler, uçaklar, gemiler ve bilumum ulaşım
ve üretim edevatının hepsi durmaksızın çalışmalı ve
şehrin üstünde yaşayan küçük ama seçkin azınlığın
kendilerini daha güçlü, daha konforda ve sonuçta
daha mutlu hissetmelerini sağlamalı. Öte yandan,
birbirlerinden nitel ve nicel açıdan bunca uzaklaşmış
bu iki sınıfın şaşırtıcı ortak paydaları vardır: Birbirleriyle irtibatı özellikle kesilmiş her iki sınıf da, bilerek
veya bilmeyerek kendilerine yeni bir kimlik, yeni bir
anlam ve yeni bir ruh aramaktadır.
Mevcut kurulu düzen, üst-başları perişan işçi çocuklarının koruyucusu Meryem edalı bir genç kızın,
zevk bahçesinde Metropolis’in yöneticisinin oğluyla
beklenmedik bir biçimde karşılaşması sonucu ilk
ciddi tehdidiyle karşılaşır. Yöneticinin oğlu Freder,
asansörün önünde gördüğü bu tuhaf edalı kızı bulmak için şehrin derinliklerine iner ve acı gerçekle
karşılaşır: Meğer yıllardır içinde yaşadığı cennet,
sürdürülebilirliğini bu cehennemi makinelere ve o
makineleri çalıştırmak durumunda bırakılan binlerce insana borçluymuş.
İşçiler Şehri’nde gördükleri beyzademizi dehşete düşürür. Devasa makinelerin arasına sıkıştığı için küçülmüş, handiyse karıncalaşmış insanları gördüğünde yüzündeki ifade çok manidardır: Hangisi daha
mekanikleşmiştir? Makinenin bizzat kendisi mi yoksa o makineyi çalıştırmak için yeknesak hareketlere
mahkûm insan mı?
74
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
İnsan Yutan Makine
Filmin etkileyici yerlerinden biri durumundaki bu
sahnede bir işçi, kadranda yükselen değeri düşürmek
için insanüstü bir gayret göstermekte, ne ki sınırlarını
zorlamasına karşın değer ha bire artmakta, işçi ise makineyi çalışır durumda tutayım derken, yani makineye
kendi ruhundan üflemeye devam ederken kendisindeki ruhu yavaş yavaş yitirdiğinin ayrımına varamamakta.
Ve beklenen son: işçi ruhunu makineye teslim eder.
Ne ki bu kurban tanrı-makineye yeterli gelmez elbet.
Gazabı sönmez ve nihayetinde patlar. Onu “canlı” tutmak için çırpınıp duran işçilerin bir kısmı ölür. Tam
burada tanrı-makine devasa bir canavara dönüşür.
Zincirlenmiş insanlar öbek öbek sürüklenerek bu kocaman ağızdan içeri atılarak kurban edilir.
Bir zigguratı çağrıştıran bu devasa makineyi, makinenin kendisinden çok, özellikle günümüzde teknolojinin bizzat kendisi diye yorumlamak, sahiden de aşırı
yoruma mı girer acaba?
Tarihi Anlamlandıran Öngörü
Tam burada anmakta yarar var: İnsan mekânda yaşamaz yalnızca. Mekân insana hayat biçer aynı zamanda.
O yüzden de her ruh kendine bir mekân seçer. Bulamadığındaysa inşa eder. Ruhu huzura kavuşturmaya
yönelik bu çaba, insan topluluklarını yekdiğerinden
ayırmada kullanabileceğimiz temel ölçütlerden... Birey için ifade ettiğimiz bu kabulü toplumların ortak
ruhi şekillenmesini hesaba katarak insanların değişik
öbeklenmelerinin bütününe teşmil kılabiliriz pekâlâ.
Çünkü insan mekâna ruh üfleyen varlıktır. Demek ki
insanı mekânından ve elbette aynı zamanda o mekânın sistematize tasarımını barındıran şehirden hareketle anlamak yerinde bir ölçüt. Başka bir ifadeyle
kültür, yeme-içme ve eyleme evreleri gibi barınma ve
idame evrelerinde de birincil belirleyicilerden.
KÜLTÜR I SANAT
Ne ki bütün bu teknik oyuncaklar, tarih boyunca süregelen bu anlam arayışına hiçbir müspet katkı sağlayamamıştır; tersine, önceki devirler boyunca kırpıla
kırpıla devralınan anlam kırıntılarını da tuz-buz etmiş, insanoğlu teknolojinin ihtişam pırıltıları eşliğinde
muhteşem bir iççöküntüsüne sürüklenmektedir. Bu
tersinden kreşendonun bir ân önce ayırdına varılması,
ardından anlamlandırılması ve nihayetinde yerini ruhun hakettiği o eski muteber mevkiine iadesi şarttır.
Makineleşmiş Ruhlar ve Ruh Barındıran Makineler
İnsanın tarih boyunca asla bitmeyen, belki farklı kıvrımlarla ilerleyen ve değişik boyutlara evrilen anlam
arayışının, geçen yüzyılın başında, tam da iki dünya
savaşının ortasındaki ahvalini resmetmeye çalışan
Metropolis, bütün o görkemli dış dünyaya karşın, insanın gittikçe küçülen ve sefilleşen iç dünyasını konturlamaya sıvanan, yitirdiğinin adını koymayı deneyen ve bunda da isabet kaydeden bir iş. Ve bütün bu
varlık ve oluş sorularının hakkından gelmeye çabalarken de sırtını, bu yeni insanı en iyi temaşa edeceğimiz
cephesinden, yaşadığı mekândan, o mekâna katmaya
çalıştığı anlam unsurlarından, tasarımdan ve biçimlendirmeden hareketle teşhir masasına yatırır. İnsanın
bedeni rahattadır; çevresindeki eşya ve makineler bu
konforu pekiştirmek için tasarlanmışlardır.
Aşk Her Şeyi Çözer mi?
Metropolis’in günümüze değin çok farklı bakış açılarıyla ele alınmasının ve bunca değişik etmenlerle kimileyin kıyasıya eleştirilmesinin asıl sebebi de burası
galiba: Bütün o metafizik sorgulamalara ve insanlığın
ortak mirasından pay alan kültürel, mitolojik ve dinî
göndermelere karşın son tahlilde önerdiği çözümün
fevkalâde sıradanlığı. Bir sonraki yüzyılı apaçık öngören, üstelik tekniğin imkânlarını zorlayarak geleceği
mükemmele yakın görselleştirebilen; hatta zamanının
sinema anlatım olanaklarını zorlayan, dahası yenileyen o derinlikli boyuta ve bütün o çokkatmanlılığa
karşın Fritz Lang, son tahlilde dümeni beklenmedik
bir viraja kırar ve çözüm kabilinden “aşk”ı öne sürer.
Sakinine kendi ruhunu üfleyen modern şehrin, insana
yaşattığı bu çöküntüden kurtuluş ne türden bir aşkla
mümkün acaba?
sabah
ülkesi
75
sayı 44
07 | 2015
KÜLTÜR I SANAT
CENEVRE
Tarafsızmış Gibi Dünyaya Yön Veren Şehir
slında Cenevre hiç de öyle büyük bir şehir değil. Ne o kadim şehirler gibi binlerce yıldır farklı kültürleri bağrında barındıran bir geçmişi var, ne de öğünülesi pek
bir özelliği. Ünü daha çok “tarafsızlık diyârı” ve “dünyanın gizli kasası” olmasından. Dünya onu böyle bilir
ve es geçemez. Buranın sözde tarafsız arabuluculuğuna ve göreceli adaletine dünyanın dört bir yanından
insanlar koşarak gelir.
Cenevre, Birleşmiş Milletler’in kuruluşundan beri,
onun ikinci önemli merkezi olmasına rağmen, başkenti olduğu İsviçre ancak 2002 yılında UNO’ya üye
oldu. Kısacası, şu ünlü tarafsızlık, saat üretimi, banka
gizliliği, kızıl haç, delikli kaşar, dağların kızı Heidi hep
birer Cenevre miti ya da gerçeği.
Fotoğraflar: Isabelle M. Beck
76
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
1870 ile 1920 yılları arasında Cenevre’de dünyanın
hemen her coğrafyasından kimi sosyalist, kimi siyonist ya da her türlü etnik milliyetçi ideolojilere mensup aydınlar ve geleceğin devlet adamları tahsil yaptı
ve yetişti. Genç Osmanlıların 1870 yılında çıkarmaya
başladığı İnkilâb dergisinin ilk beş sayısı Cenevre’de
yayımlanmıştı. Ziya Paşa Hürriyet dergisinin 89’dan
100’e kadar olan sayılarını aynı yıl Cenevre’de çıkardı.
Yine Ali Suavi Ulûm dergisinin çoğu sayılarını burada yayımladı.
1890’lı yıllarda Cenevre nasıl İttihat ve Terakki’nin
Batı ile bağı olan ilk oluşum merkezlerinden biriydiyse; yirmi yıl sonra yine bu yörede kurulan Türk Yurdu’nun dernek lokallerinde (Abdullah Cevdet’in Genç
Türklerin buluşma yeri olarak sahibesi Demière’den
KÜLTÜR I SANAT
kiraladığı Rue de Carouge 7 numaradaki lokal) yetişen
ve en sonunda Anadolu’ya sıkışan Osmanlı’yı ancak
Türk Milliyetçiliği üzerinden savunan devlet yöneticilerinin yetiştiği merkezlerden de biriydi.
İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin merkez komitesinde
yer alan, İstiklal Harbi’nden sonra İctihad dergisinde
yeni idareyi öven yazılar yazarak nüfuz kazanmak isteyen Abdullah Cevdet (1869-1932)’in yine bu dergide
Türkiye’nin nüfus politikasıyla ilgili olarak; “Neslimizi ıslah etmek, kuvvetlendirmek için Avrupa’dan ve
Amerika’dan damızlık erkek getirmek gerekir.” şeklindeki teklifinin yer aldığı bir yazısı kültür tarihimizde
bir anektot olarak hâlâ anılır ve anlatılır.
Marxist teorinin aksine Lenin’in işçi sınıfının en az
olduğu ülkelerden biri olan Rusya’da yaptığı devrim
öncesi İsviçre’de yetişmesi nasıl ilginç ise, yine İsviçre
Medeni Kanunu’nu örnek alarak 1926 yılında Türkiye’de toplumsal yaşamdaki paradigma değişikliğini
Medeni Kanun ile kalıcı bir şekilde teklif edenler de ta
1913 yılında Cenevre yakınındaki Petit-Lancy köyündeki kuruluşu gerçekleşen Yurtçuların ya da eski İttiihatçıların devamı olan, yani İsviçre’de yetişen, Cumhuriyet’in aydınının ilginç örneklerindendir.
Tunalı Hilmi 1903 yılında Avrupa’da Tahsil adlı yayınında Cenevre’nin “Bir Türk ve bir Şarklı için en elverişli ve en birinci” eğitim yeri olduğunu belirtiyor.
İslamcı olarak bilinen Sebîlürreşâd dergisi bile Ferid
Dervişoğlu imzasıyla Şaban 1329 sayısında yayınladığı
iki sayfalalık “Avrupa Mektupları: İsviçre’nin Letafeti,
Umran ve Terakkisi” yazıyla bu ülkenin gelişmişliğini
ve medeniyetini, özellikle de Cenevre şehrini örnek
olarak gösterir. Ziya Gökalp’in o ünlü Kızılelma şiirinde “İsviçre’de bir Türk köyü ve şehri kurmak” hayalinde olduğunu da biliyoruz.1
Yukarıdaki tavsiyelerin de etkisiyle olsa gerek, 1914
yılında Cenevre’de üniversiteye kayıtlı toplam 69 Osmanlı yüksek tahsil öğrencisi olduğunu tespit ediyoruz. Mustafa Said Bey gibi 1898 yılında dört haftalık
turistik gezi çerçevesinde Cenevre’de konaklayanların
haricinde uzun süre orada yaşayanlar şöyle: Mizancı
Murad, Bedirhan Paşa Zade Abdurrahman Bey, Hasan Arif, Celâleddin Bey, Firarî Emin Bey, Nuri Ahmed Bey, Lütfi Bey, İshak Sukûti, Ahmed Seraceddin,
Akil Muhtar (Özden), Mithat Şükrü, Ömer Lütfü, Şişman H. Arif, A. Nuri, Halil Muvaffak, Ali Kemal, Sadık
Mehmed, Mahmud Paşa ve oğlu Prens Sabahaddin,
Mustafa Ragıb, Mustafa Refik Bey, Nasuhoğlu, İlyas
Ragıb Bey, Şükrü Saraçoğlu, Mahmud Esat (Bozkurt),
Ahmed Reşid (Rey), Reşid Safvet, Cemal Hüsnü (Taray), Yusuf Akçura, Süleyman Nazif, Harun (Aliçe) ve
sonraları Galib Bey, Halil (Menteşe) Bey, Suheyb Bey,
Yakup Kadri (Karaosmanoğlu). Bunlardan (Ayşe) Afet
İnan gibi birçok Türk münevveri de Cenevre’de tahsilini tamamladı ya da burada farklı bir statüde uzun
süre yaşadılar. Bunlardan bazısı, Beşir Ayvazoğlu’nun
“Ateş Çemberi” adlı eserinde edebi bir dille anlattığı
Türkiye’nin Üniversite Refermu’nun akıl hocalarından
Cenevreli pedagoji proferörü Albert Malche’nin ya da
Türk Tarih Tezi’nin sözde ilmi destekçisi Pittard’ın öğrencisi ve sevenleriydi.
Babası bir süre İstanbul’da yaşayan Jean-Jacques Rousseau (1712-1778) pederinin İstanbul’dan tekrar Cenevre’ye dönüşünden on ay sonra, şehrin merkezindeki Piere Katedrali’ne çok yakın Grand Rue 40 numaralı
evde doğdu. Rousseau’nun babası İsaak 1705 yılı ile
1711 yılları arasında Galata’da saat ustası ve saray saatçisi olarak çalışmıştı. Doğu’yu gören bu babanın oğlu
Batı’da bugün de önemli olan sözler söyledi. “İtiraflar”
adlı eserinde babasının İstanbul’daki saray saatçiliğinden Cenevre’ye, “Geri dönüşünün talihsiz meyvesi
bendim.” diyor. Babasının İstanbul’un Galata mahallesinde yaşadıklarını çocukluğunda dinlemesinden ve
oradaki anılardan bir şeyler almamış olması imkânsız.
Nitekim, sarayın saatçisinin oğlu Rousseau’nun “Doğu
Fantazminin Kökleri” isimli eseri okura babasının hayatı ve Galata’da yaşadığı dönemdeki İstanbul etkilerinin ipuçlarını veriyor.
Cenevre’deki ünlü Patek Philippe Saat Müzesi’nin bir
bölümünde Osmanlı’ya ve onun namaz vakitlerini tam
olarak bilmeyi istemekten kaynaklanan saat tutkusuna
bir köşe ayırmış olması tesadüf değil. En gözde sergi
objelerinden biri “Boğaziçi” adında seramik üzerine
dört minareli bir cami, Boğaziçi ve Osmanlı yelkenlisinin resmedildiği bir saat ve üzerinde Osmanlı’nın
Anadolu ve Rumeli coğrafyasının ustaca resmedildiği
çok ince işlenmiş bir Osmanlı saati.
Batı’ya giderek Doğu’yu bulan sanat tarihçisimiz Burhan Toprak da önceleri bir Batı kültürü âşığıdır. Uzun
Avrupa yıllarının, İsviçre dağ eteklerinin fikir çilesi
günlerinin birinde ruhi bir bunalımın eşiğine gelir.
Sanatoryumda bir gün kendine hep kasavet duygusu
veren Paskal’ı okurken, lise yıllarında hocasının okuttuğu Yunus Emre’nin kendisine büyük bir ferahlık
verdiğini hatırlar. Türkiye’den alelacele getirttiği bir
Yunus Divanı ile tekrar huzura erer. Ömrünün sonuna
dek Yunus’u bir daha bırakmaz ve onu kamuoyuna tanıtmayı ülkü edinir.
Çocuk haklarının bu medeniyet yöresinde yüzyıllarca
süren gasbı çocuk romanları yazarı Johanna Spyri tarafından çıplak ayaklı ünlü Heidi çocuk roman kahramanıyla gizliden gizliye gündeme gelmeye çalışmış ve
sonunda, 2013 yılında çocuklara yapılan bu haksızlıklardan dolayı devlet resmen özür dilemiştir. Hatırlanacağı gibi evlilik dışı doğan ya da düşkünlerin çocukları
sabah
ülkesi
77
sayı 44
07 | 2015
aile çevrelerinden zorla alınarak Heidi gibi büyük çiftlik sahiplerinin işlerine yardım etsinler diye bir nevi
çocuk köleler (Verdingkinder) olarak verilmişlerdir.
Cenevre şehir merkezi sanki ikiye bölünmüş. Nehrin
bir yakasında istasyon ve daha çok eski evler ve toplumun alt kesiminin yaşadığı mahalleler var, diğer
yaka ise tarihî şehir. İlginç mimarisiyle tarihî binalar, kilise ve müzeler; küçüklü büyüklü eski saraylar.
Esas zenginler ve süper zenginler ise şehrin dışında,
Leman Gölü sahillerindeki malikhanelerinde yaşıyor.
Cenevre’de Türkler az da olsa azımsanamayacak bir
nüfusa sahip. Vefat eden Müslümanların şehrin ortası
sayılabilecek bir yerinde 1978 yılından beri mezârlıkları bile var. Bu mezârlıkta yatanların isimleri sanki
Müslümanların Birleşmiş Milletleri gibi. Fatma Bingöl
(1914-1981) ile Salih Bingöl (1939-2011), Ata Amira
(1897-1990) ve Gülay Destanlı (1946-2001) mezar
kitabeleri bize çok sey söylüyor. Cenevre’de şimdi yaşamını sürdüren Müslüman Cemaat Vakfı yöneticisi
Ender Demirtaş, ressam Nurcan Giz, THY Cenevre
Müdürü Ayşe Mısırlı Mirza, MÜSİAD Cenevre Temsilcisi Derya Akıncı ve Diyanet’in ilk Cenevre İmamı
Rüstem Çonoğlu Cenevre Türk toplumunun tanınmış
simalardan bazıları.
Cenevre, Kıbrıs’ın kaderini belirleyen görüşmelerin
de yapıldığı şehir. O meşhur, “Ayşe tatile çıksın!” sözü
bu şehirde yapılan görüşmeler tıkanınca Bülent Ecevit
tarafından Türkiye’nin Kıbrıs Harekatı’na başlaması
gerektiğinin parolası olarak söylenmiş.
Biz tekrar tarihe dönemlim: Genç Osmanlılar ve Jön
Türklerin İsviçre’de çıkardıkları gazete ve dergilerin
sayısı yirminin üzerinde. Öteki Avrupa ülkelerinde bu
sayıya hiçbir zaman ulaşılabilmiş değil. Tunalı Hilmi
Bey’in EZAN’ı, Tarsusizade Münif Bey’in HAKİKAT’ı,
Emrullah Efendi ve Tevfik Nevzat Bey’in HİZMET’i,
Namık Kemal ve Ziya Paşa’nın HÜRRİYET’i, Abdullah Cevdet Bey’in İÇTİHAD’ı, Ahmet Beyzade Mehmet Bey ve Hüseyin Fahri Bey’in İNKİLAB’ı, Bedirhan
Paşazade Abdurrahman Bey’in KÜRDİSTAN’ı, Ali
Şevkatî Bey’in İSTİKBÂL’i, Ahmet Rıza Bey’in MEŞVERET’i, Mizancı Murad Bey’in MİZAN’ı ya da İTTİHAD-I OSMANİ, VATAN ve İSTİRDAT hatta DAVUL, TOKMAK ve BEBERUHİ gibi mizah dergilerini
de bu meyanda sayabiliriz.
I. Dünya Savaşı sonuna doğru Osmanlı topraklarından İsviçre’ye ve özellikle de Cenevre’ye giden asker
ve sivil yöneticilerle birlikte orası âdeta Türk siyasilerinin yaşam merkezi hâline gelmişti. Bunlar arasında; Genelkurmay eski Başkanı Rıza ve Afif Paşalar,
Halep eski Valisi Kâzım Bey, Şeyh Şamil’in damadı
ve Medine eski Muhafızı Osman Paşa, Abidin Paşazade Rasih, içişleri eski bakanı Reşid Paşa, Dr. Rıza
Nur, Hakkı Halid, Şefik Esad, Kemal Mithat, Kıbrıslı
Şevket, Asaf Muammer, Hüseyin Siyret, Süleyman
Paşazade Adil, Selim Nüzhet, Osman Nevres, Nusret
ve Sunullah Beyler ile Rıfat Paşa gibi yaşamını Cenevre’de sürdürenler vardır. Mahmut Muhtar Paşa ile
İkdam Gazetesi sahibi Ahmet Cevdet Bey ise hemen
yakındaki Lozan’ı tercih etmişlerdir. Yakup Kadri
(Karaosmanoğlu), Muhiddin Bey ile Mahmud Nedim Paşa da tedavi olmak üzere Davos’a yerleşmişlerdi. Bu tanınmış kişilerin yanı sıra, Jön Türklerden
Süleyman Nazif, Sami, İzmit milletvekili Ziya Bey de
İsviçre’yi tercih edenler arasında yer almıştır.
78
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
I. Dünya Savaşı öncesinde İsviçre’deki Türk öğrencilerin bir araya geldiği merkezlerin başında “Türk
Kulüpleri” ve “Türk Yurdu” adıyla bilinen yerler geliyordu. 15 Nisan 1911 tarihinde kurulan Cenevre Osmanlı Kütüphanesi de, 21 Ekim 1911’de, Cenevre Türk
Yurdu adıyla faaliyete geçmiştir. Türk milliyetçiliğini
yaymak ve savunmak amacıyla kurulan bu yurtların
kuruluşuna dönemin tanınmış Türkçülerinden Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ve M. Nermi gibi seçkin
Batıcı aydınlar katılmışlardır. Bu Yurt’lara, sonradan
Cumhuriyet döneminde başbakan olan Saraçoğlu
Şükrü Bey başta olmak üzere, birçok genç üye olmuştur. Aynı Yurt’un ileri gelenleri arasında; Münir Mazhar, Şevket Mehmed Ali, Fahri, Hakkı Hayri, Sedad,
Nabi, Asım Germenli, Rauf, Mahmut Esat (Bozkurt),
Cemal Hüsnü (Taray) gibi bakanlık da yapmış birçok
kişi yer almıştır.
şartlarının dayatıldığı yer. Yani, Türkiye’nin hedefinin
farklı bir medeniyet alanından artık diğer bir medeniyet alanına doğru olacağının tescil edilmiş olduğu yer.
Türkiye’nin bir zamanlarının doktor ve mühendis
ağırlıklı bu devlet adamlarının, yönetici kesimin, aydın gençlerin okuduğu yazarlar ve düşünürler daha
çok Ludwig Büchner, Ernst Haeckel, Gustave Le Bon,
Auguste Comte, Carl Vogt, Friedrich Nitsche, Felix Le
Dantec ve Charles Darwin ve benzerleriydi. Kendi öz
kültür kodlarından yeni bir fikir üretimi ve kültür inşaası gerçekleştiremeyen; Balkan Savaşları’nın, I. Dünya Savaşı’nın, Milli Mücadele’nin dayandığı o kadim
medeniyet değerlerini bir bir dejenere eden o Türkçü
önderlerin kimisi ve onların öğrencileri sonunda Türk
Müziği’ni yasaklamak, İslam’ı disiplin ve çerçeve içine
almak gibi, kendi bacaklarına kurşun sıkma misali işlere bile başvurdular.
Cenevre Türk Yurdu’nun da katılımıyla, 27 Aralık
1911’de, Gramont Köyü’nde, “Birinci Yurtçular Derneği” toplantısı yapılmıştır. Bu ilk derneğin kurucuları
arasında; sonradan Türkiye’de etkin olmuş kişiler de
var. Bunların başlıcaları; tıp öğrencilerinden Haznedaroğlu Sedat, Şefik, Germenlioğlu Âsım; hukuk öğrencilerinden Celaleddin Arif; kimya öğrencilerinden
Ferit Recep (Eczacıbaşı); sosyoloji öğrencilerinden
Ziya (Hilmi Ziya Ülken), Molla Aşkıoğlu İsmail Hakkı
(Baltacıoğlu). İkinci Yurtçular Derneği toplantısı ise,
28 Mart 1913’te, Cenevre yakınlarındaki Petit Lance
köyünde gerçekleştirilmiştir. Toplantı başkanlığına
Yusuf Kemal (Tengirşenk) seçilmiş; İstanbul Türk
Ocağı Başkanı Hamdullah Suphi (Tanrıöver) ise toplantıda bir konuşma yapmış, Ziya Gökalpçi görüşün
egemen olduğu bu toplantıda bir de “Yurtçular Yasası”
hazırlanmıştır.
Bırakın Bursa, Bilecik ya da Söğüt’ün yayla ve dağ köylerinin tarihî mirasının peşinde olmayı, İstanbul’un
hemen yanındaki Kayışdağı’ndaki berrak su pınarlarını bile gözardı ederek ta Alp Dağları’nın eteklerindeki
Leman Gölü sahilindeki Cenevre’de “Biçare millet-i
Osmaniye” üzerine fikir yürtüten, nice zadegân gören
kültür tarihimizden alınacak çok dersler var.
I. Dünya Savaş’ının o emperyalist paylaşımının hemen
sonrasında nasıl haritalar değiştirildiyse, yüzyıl sonra
bugün de haritalar yeniden çizilmek ve değiştirilmek
isteniyor. Tarafsız küçük bir coğrafya imiş gibi tavır
alan İsviçre ve özellikle Cenevre şehri, o zaman olduğu
gibi bugün de alınan kararların legalleşmesinde önemli bir yer işgal ediyor.
İsviçre ve özellikle Cenevre savaş bölgelerinden kaçan
yüksek tabaka insanların da sığınak yeri, dünyanın
hasta zenginlerinin tedavi merkezi, uyuşturucu kaçakçılarının barındığı sakin bir liman ve tabii yüksek
tahsil görmek isteyenlerin geldiği bir beldeydi eskiden.
Şimdi de öyle. Her gün uluslararası sayısız toplantının
gerçekleştiği bir kent. İLO, GATT’ın devamı WTO;
WHO, CERN gibi şu an 134 resmî uluslararası kurum
ve kuruluş ile 120’nin üzerindeki uluslararası STK’nın
merkezinin de yine Cenevre’de olduğu düşünülürse ne
demek istediğimiz anlaşılır. Dünya çapında uluslararası problemlerin çözümü için tarafların toplantı ve
görüşmeler yaptığı bir şehir burası.
Leman Gölü’nün bir kenarında Osmanlı’nın varisi
Türkiye’ye göreceli bağımsızlığının verildiği ya da Batı’ya mecbur edilişinin resmen tescil edildiği anlaşmanın olduğu ünlü Lozan, diğer kenarında da Cenevre
var. Başka bir ifadeyle bu coğrafya Osmanlı’yı tasfiye
edenlerin varis ülke Türkiye’yi sistemlerine kabul ediliş
sabah
ülkesi
79
sayı 44
07 | 2015
KÜLTÜR I SANAT
ENDÜLÜS’E SERENAT
“Ben tarihçiyim”, demişti adamın biri hararetli bir şekilde, “Benim için şiir, bir vesikadır. Onunla doldururum mekânın mana boşluklarını, onunla okurum zamanın ruhunu ve yeri gelir onun üzerine bina ederim
tarihi.”
*** *** ***
Zamanın dönüş yolunun taşlarıdır her bir mısra. Yatay
olarak dizildiğinde tarih olur, dikey olarak bir şehir.
Kişi kendine yönelttiğinde ibret, dosta söylediğinde
nida, Rabbe yöneldiğinde ise dua. Ne der bize Endülüs, mısraların arasından dökülenleri toplayıp avucumuza bakınca.
*** *** ***
Gemiler yakıldı ki, var olma mücadelesi doğsun yok
olma tehdidinden. Kulaçlar atıldı, sarıldı kısa sürede
bütün kara. Varılan yer hep bir özlem yeridir önce.
Sırtını dayayıp bir ağaca, dikiyor gözlerini doğuya Abdurrahman.
Batıda bir ücrada; hurma ağaçlarindan uzakta
Dikiverdim bir hurma
Memleket sahillerinden ıralarda
Yaşamaktayım artık yeni bir mezrada
Ey hurma ağacı, sende benim gibi yetim
Senden olanlardan uzak bir mukim
Ağlıyorsun; sızılı bir serzeniş süzülüyor
yaprakların uğultusundan, ruhum eziliyor
Abdurrahman I., (yıl 780)
80
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi
Önce gurbet oldu Endülüs, şairlerin özlem duyan gönüllerine. Şiirine taklit dediler. Oysa, yürüyüp geldiği
medeniyet yürüyüşünün kokusuydu üzerine sinmiş
olan. Düşünemediler yüzyıllar sonra adlandırırken,
o şiirin üzerinde uzun mesafelere rağmen bırakılan
yerlerin reyhanının olduğunu. Yaşamayan garipliği,
hissedemezdi verdiği sızıyı. Sızmadı o sızı o gönle, ve
göremediler böylece mesafelere ve zamana rağmen
kopmayan bağı. Yoksunluktan gelen mahzunluk, samimiyetten doğan masumiyet idi hâlinin özeti. Gemiler yakılmış fakat köprüler kurulmuştu. Bir ayağı
doğuda, diğer ayağı adada iki tarafı birbirine bağlayan
köprüler. Çok uzun sürmedi bu durum.
Yer edinmek yâr edinmeye döner kısa sürede. Bütün
imkânlar, bütün cezbedici unsurlar bir yana, hayat
bağlar bulunduğun yere. Hayat, yani doğumlar, evler,
bahçeler, ganimetler. Varlık, yoksunluğu hissettirmez
olur artık. Bazen de ama ölümler, mücadeleler ve belki de en çok geri kazanılması gereken kaybedilenler.
Kısacası öfkeler, husumetler, hırslar. Masumiyet yerini
mahkumiyete bırakır. Kendine mahkum olan insan,
nefsinin gardiyanlığına razı olur. İmkânlar iradesini rehin alır kişinin. Bile isteye teslim olur. Ve başlar
gönüllü gönül köleliği. Hayat-ed dunya’ya varır hayyal
ale’l-felah’lar. Toz pembe bir hayattır yaşanan toz duman olan bir dünyada.
KÜLTÜR I SANAT
“Endülüs ülkesinde güzel yaşamın zevki vardır. Orada
sevinç kalbi hiç terketmez.”
“Oradaki tüm bahçeler, süslemede San’a’ya benzerken,
bu görüntü nasıl olur da gözleri kamaştırmaz?”
“Nehirleri gümüş, toprağı misk, bahçeleri ipek ve çakıl
taşları incidir.”
Önce gemileri yakmıştı, zamanla köprüleri yıkmış
oldu Endülüs. Ira kalmıştı evvelce yakın olan ötelere.
Ne terk edebildi oraları, ne sesini duyan oldu berilerde.
“Ey kardeşimiz, erimiyor mu kalbiniz başımıza gelen
felaket ve bedbahtlik karşısında?” haykırışı ancak bugün yankılanabildi buralarda.
“Hakir görüleceğin bir yerde bulunmaktan kendini tenzih et.
İbn Safar el Marinî (12. yy.)
Şefaat için çıkılan yolda, sefahata dalınca, yeryüzünde misafir olmayı unutur, Endülüs. Sefer bitmiş,
cenneti dünyada bulmuştur. Yolda olmayan yolda
kalır ve nihayet yolsuz kalır. Artık gür sesin yerini
sarhoşluk naraları alır. Önce farklılıklar kalkar ortadan, sonra da fark. Kendini kaybetmeye dursun bir
topluluk. Kainat boşluk tanımaz. Hemen yerini alır
başka bir unsur.
“Rabbimizin haklarını kaybettik, O da bizi kaybetti.
Tutunduğumuz kulp kopma noktasına geldi.
Nice zamandır, dinimizi kötüden ayırdedemez olduk
Gel de gör bak, nasılmış kendini bilememek.”
(Yazarı bilinmeyen bir Endülüs şiiri)
İlginçtir, bu hakikati ifade edenin isminin bilinmemesi.
Bulunacağın yer, küçük görülmeyeceğin bir yer olsun.
Ölüm, şereften sonra zillet libasına bürünmüş hayattan evladır.”
Ahmed ad-Dakkun (15. yy)
Zordu imtihanı Endülüs’ün. Önce hayat teslim aldı
onu, sonra mazisi. Bir de en acı olanı, nesliyle tehdit
ettiler Endülüs’ü. Karakoç’un ifadesiyle, en etkin silahını çekmişti Batı. Ya değişeceksin demişti, ya da neslini teslim edeceksin. Giden gitti. Kalanlar hem değişti,
hem neslini teslim etti.
*** *** ***
Bir kaf dağı masalı mıdır Endülüs, yoksa mazideki bir
ütopya mı? Herkese istediği hisseyi sunan bir kıssa mıdır, yoksa bir ayet mi? Süslü bir anı mı sadece yahut
yüzümüze tutulan bir ayna mı?
*** *** ***
Bir deli idi,
belki de bir mecnûn;
belki de ama bir veli.
Sesini duyuramamıştı besbelli.
Zamanın dönmesi ile, uğradı içten içe bir dönüşüme
Endülüs. Irmak’tan kana kana içenin direnci kaybolur, diye bildirilir bir ayette. Irmağa, yani hayata
dalınca Endülüs, döküldü üzerinden benliği. Mecali
kalmadı artık, bir yola baş koymaya, zamana kafa tutmaya. “Kuş bile tuzağa düştüğünde kurtulup yaşamayı ümid eder. Tüyleri yolunup uçamasa da, ayaklarıyla
kanatlarıyla çırpınır.” der bir şair ve sitem eder düşülen bu hâle.
Söyle Endülüs, imanın bedeli bir hicret misin, yoksa
ihanetin bedeli bir sürgün mü? Veya ihmalin bedeli bir
acı mısın, yoksa tuğyanın bedeli bir helak mi? Bir fatih
misin, yoksa bir sefih mi? Söyle, cesaretinle örnek misin, yoksa cahilliğinle bir ibret mi?
*Osnabrück Üniversitesi, Akademisyen
sabah
ülkesi
81
sayı 44
07 | 2015
KiTAP TANITIM
OSMANLI MİLLET SİSTEMİ
M. Macit Kenanoğlu
Klasik Yayınlar
B
atı hukuk sistemi içinde, farklı inanç sahiplerinin hak ve özgürlüklerinin
tanınması için 20. yüzyılı beklemek gerekti. İslam hukuk sisteminde
ise farklı din ve inanç sahiplerine dokunulmaz ve ihlal edilmez bir
çerçeve içinde hukukî bir koruma sağlandığı görülür. Bazı istisnalar bir yana
bırakıldığında bu teminatlı hukukî yapı gayrimüslimler için eșine rastlanmayan bir uygulama olmuștur. Osmanlı Devleti de bu uygulamayı devam
ettirerek çok kültürlü bir sosyal yapıyı mümkün kılmıștır. Ancak, Osmanlı
uygulamasının çokhukuklu sistem olarak takdimi
mübalağalı bir yaklașımdır. Osmanlı uygulaması tek
bir hakim hukuk sistemi (İslam hukuku) etrafında
yine İslam hukuk teorisinin prensiplerine uygun
olarak șekillenmiștir. Osmanlı deneyimi, ayrı hukuk
sistemlerinin varlığı veya her cemaatin kendi
hukuk sistemini uygulaması anlamına gelmez.
CİHAN PAYİTAHTI
İSTANBUL (2500 Yıllık Tarihi)
Önder Kaya
Timaș Yayınları
İ
stanbul, 2500 yıllık tarihi boyunca defalarca harap
edilmiș, yağmalanmıș, görmezden gelinmiș, türlü afetler, sayısız badireler atlatmıștır. Ancak her defasında
küllerinden yeniden doğmayı bilmiș, topraklarının üzerinde egemenlik kuranların, gönlünde taht kurmayı
bașarmıștır. Șehre hakim olanlar, ellerinde tuttukları eșsiz
güzelliğin bilinciyle ona Nea Roma, Ebedi kent, Dersaadet
gibi unvanlar verirken, kenti arzulayanlar da el-Mahrusa (korunan)
ve Çarigrad (imparatorlar kenti) gibi yakıștırmalar yapmıșlardır. Șehir
yaklașık 1000 yıl boyunca Hıristiyan dünyasının en önemli kentlerinden
biri olma vasfını korumuș, 1453'de Osmanlıların fethiyle birlikte kısa
sürede İslam dünyasının sayılı merkezlerinden biri haline gelmiștir.
Konstantin, Justinyanus, Fatih, II. Bayezid, Kanuni, III. Mustafa gibi
hükümdarların koruyup ihya ettikleri kent, 193'de Romalılar, 1204'de
Haçlılar ve 1918'de İtilaf devletlerince tahribata uğratılmıștır.
82
sayı 44
07 | 2015
sabah
ülkesi