I IK DO UDAN GEL R
(EX OR ENTE LUX)
CEM L MER Ç
PINAR YAYINLARI
Beyazsaray, No: 31 Beyazıt/ stanbul Tel:
528 40 03
çindekiler
MEDEN YETLER N
AMAL : ANS KLOPED LER
DEFTER-
I-BATIDA ANS KLOPED
B R TÜRÜN TAR H ÖNCES
ZAMANIMIZ ANS KLOPED DEN
NE ANLIYOR?
ONSEK Z NC
ANS KLOPED S YAHUT...
ONDOKUZUNCU
ANS KLOPED
ASIR
ASIRDA
Y RM NC ASRA GEL NCE
II — SLÂM’DA ANS KLOPED
SLÂM DÜNYASINDA YAZILAN
TEK ANS KLOPED : HVAN-I SAFA
R SALELER :
HÜSEY N NASIRIN ESER NDE
HVAN-I SAFA:
SLÂMIN
KOZMOLOJ K
DOKTR NLER
VAH Y KAR ISINDA
KÂ NAT
NSAN ve
MUHTE EM BÎR AB DE:
DO U KÜTÜPHANES
B
B L E Y A H U T K TAB-I
MUKADDES(1)
BA LARKEN
K TABI
ÇEV R LER (2)
MUKADDES
B BLE M K TAB.I MUKADDES
M
I — ESK AH D
TAR HÎ YAZILAR
BRAN D N , BACK GROUND
HÂK MLER, KIRALLAR DEVR
1) PENTAKÖK:
PENTATÖK
GEL MES
ELE T R LER N N
BELGELER TEOR S .
YAHVEC GELENEK
ELOHACI GELENEK
D N ADAMLARININ GELENE
HUKUK VE TARÎH
2) NEB LER:
3)
YAZILAR
A RANE
VE
HAK MANE
4) APOKR FLER
II — YEN AH D
1) NC LLER
2) HAVAR LER N
LER
3) RESULLER N MEKTUPLARI
KANON VE MET NLER
1) ESK AH D’DE KANON
a — Yahudi Kanon’u
b — Hıristiyan Kanon’u
Eski Ahd’in Metinleri
2) YEN AHD’ N KANON’U
Kanon ve Gelenek
Kabul edilen Kitaplar
Tartı ılan Kitaplar
EK
KANON’U
I:
K TAB-I
MUKADDES
Bible’deki Kitaplar
Apokrifler
Yeni Ahid
Bible’e
Kitaplar
Alınmayan
De erli
Kitab-ı Mukaddes Cemiyetleri
EK
II:
K TAB-I
KURAN VE B L M
MUKADDES,
NOTLAR
1) Kitab-ı Mukaddes
2) Bible’in Çevirileri
Yunanca çeviri yahut Septant
Latince tercüme yahut Vulgat
branice’den yapılan tercümeler
(1524-1611)
3) brani Edebiyatı
4) Hıristiyanlı ın Men eleri
EX OR ENTE LUX
I
—
MUKADDES
NSANLI IN
K TAB-I
II — DO U MABEDLER
EX OR ENTE LUX
AKIL MI C NNET M ?
I — «C NNETE METH YE»
II — BATIYA GÖRE AKIL
Kamusların Kaosunda:
III — SLAMA GÖRE AKIL
Kamusların Yıldız Alacasında
iirin Bulutları Arkasında
slâm Ansiklopedisine göre Akıl:
Ça da
zahları:
Bir Arap Felsefecisinin
Intellect ve smail Fenni’de Akl:
IV
—
SLÂM YAZARLARINDA
AKIL
bn Haldun’a göre akıl:
Elmalı Hamdi’ye göre akıl:
Said Nursi’ye göre akıl:
Tasavvufa göre akılı
Marifetname’de akıl:
Envar-ül Kulüb’de akıl:
UZUN SÖZÜN KISASI:
BATIDA VE DO UDA HERMET K
DÜ ÜNCE
I — HERMET K K TAPLAR
II — HERMES’DEN DR S’E
III — CAB R
LM- S MYA
BN HAYYAN VE
SLAMDA TERCÜME
BN HALDUN VE…
bn Haldun ve Arap Dünyası
Bize gelince:
MEDEN YETLER N
DEFTER- AMAL :
ANS KLOPED LER
I-BATIDA ANS KLOPED
B R TÜRÜN TAR H ÖNCES
Dilimize Fransızcadan aktarılmı
ansiklopedi…
Önce
lisan
iffetimizi
korumaya çalı mı ız. «Muhit-il maarif»,
«daire-t-ül
maarif»
gibi
kelimeler
uydurulmu . Ama te ebbüsler ba arıya
ula amayıp,
bu
isimler
mü ahhas
örneklere ba lanamamı ve unutulup
gitmi .
Ansiklopedi,
Cumhuriyet
döneminin iktibaslarından.
Yunanca aslı: «enkuklios paideia»
yani bütün ilimleri kucaklayan e itim.
Yunanlılarla Romalılar, her okur yazar
insanın, hayata atılmadan veya belli bir
konu üzerinde derinle me e ba lamadan
önce sahip olması gereken umumi
bilgilerin hepsine birden ansiklopedi
demi ler. Kelime, ne Antikite’de kitap
ba lı ı olarak kullanılmı , ne Ortaça da;
XVI. yüzyılda, liberal sanatları içine alan
pedagojik felsefi eserlerin adı. XVII.
yüzyıldan bu yana, bugünkü anlamda
kullanılma a ba lanmı : her çe it bilgiyi
kucaklayan eser.
Francis Bacon’a kadar çe itli
isimlerle nice ansiklopediler yayımlanmı :
«speculum», «summa», «cyclopedia»... ama
hiçbirinin ça da ansiklopediler tarihinde
yeri yok. Çünkü felsefî bir görü e
dayanmazlar, tasnifleri temelsizdir.
Kelimeyi ngilizcede ilk kullanan
Thomas
Eliot
(1531),
Fransızcada
Rabelais (1532).
Avrupa’da ilk gerçek ansiklopedi
ise Francis Bacon (1561-1626) dan sonra
yayımlanabilmi tir. Neden? Çünkü ilimleri
ilmî
denebilecek
bir
sınıflamaya
kavu turan ilk filozof O’dur. Bacon’un
tasnifi Almanya’da da, ngiltere’de de
yankılar uyandırmı ama gerçek ifadesini
Diderot ile D’Alembert’in aheserinde,
yani ünlü «Ansiklopedi»de bulmu : XVIII.
asır
ansiklopedisi
yahut
sadece
ansiklopedi.
ZAMANIMIZ ANS KLOPED DEN NE
ANLIYOR?
Batı kaynaklarına göre ansiklopedi
(a) «bilgilerin bütünü»... Müphem ve
kaypak bir tarif. Hangi bilgilerin, nasıl
bütünü? (b) « limlerin
prensip ve
neticelerini, belli bir metoda veya alfabe
sırasına göre sergileyen eser». limler
içinde dinler de felsefeler de yer almaz
mı? limlerin prensip ve sonuçları ça dan
ça a, ülkeden ülkeye de i mez mi?
Görüyoruz ki bu tarif de doyurucu
olmaktan
uzak.
Yazarlar
sıkı ınca
konuyu
örneklerle
aydınlatma a
çalı ıyorlar. En sık ba vurulan örnek de
Diderot’nun Ansiklopedisi. Ama kelimenin
bir de geni anlamı var (c). Bir ilmin, bir
sanatın, veya belli bilgiler dizisinin bütün
bölümlerini kucaklayan eser ( limler
ansiklopedisi,
Roma
hukuku
ansiklopedisi, slâm ansiklopedisi gibi...)
Eskiden bu çe it kitaplara kamus
denirdi.
Vapereau ’nun
«Edebiyatlar
Kamusu», Franck’ın «Felsefi
limler
Kamusu» v.s. Ansiklopedi, daha atafatlı,
daha cihan ümul, daha gösteri li oldu u
için kamusun yerini aldı. Lûgatçiler, iki
tür arasındaki farkı öyle belirtiyorlar:
«Ansiklopedi, kamusdan daha büyük ve
daha eksiksizdir.» Garip bir iddia. Hangi
ansiklopedi Larousse’un Avrupa irfanına
arma an etti i XLX. Asrın Büyük ve
Üniversel Kamusu ile heybetçe boy
ölçü ebilir... «Kamus, belli bir konu
üzerinde mümkün oldu u kadar çok bilgi
toplamakla yetinir, ansiklopedi ise, bu
bilgileri, çe itli
limler ve sanatlar
arasındaki iç münasebeti meydana
çıkarmak ve onları rasyonel çerçevelere
göre düzenlemek için, metodlu bir ekilde
ele alır, daima bütünü gözetir, ayrıntıları
temel prensiplere ba layarak sergiler.»
ONSEK Z NC ASIR ANS KLOPED S
YAHUT...
Evet... dünya ansiklopedilerinin
« deal
Typus»u
bu
âbide
eser.
Zamanımıza kadar bir çok rakipleri
zuhur etmi ! Daha büyükleri, daha
yenileri, daha iddialıları. Ama hiçbiri
unutturamamı onu. Geçen yüzyılın en
ansiklopedik kafası Pierre Larousse, bu
hakikati öyle dile getirmi :
«Nasıl bir zamanlar ehir denince
akla Roma gelirse ve 1789 htilâlinin adı
sadece htilâl ise Diderot’nun eseri de
Ansiklopedi’dir.
... Cemiyeti dini tesamuh ve siyasî
hürriyet istikametinde geli tirmek isteyen
bütün müceddidler, bütün hürendi
zekâlar, yeni prensipleri düsturla tırmak,
mazideki inançları yok etmek için el ele
vermi ... bir asra, bir millete
eref
verecek çapta bir eser... Matbaanın
icadından beri giri ilen en muazzam
te ebbüs...
Diderot,
XVIII.
asırda,
dü üncenin
Herkül’ü,
Ansiklopedinin
etrafında çöreklenen yılanlarla tam otuz
yıl bo u mu ... Selâm o ölümsüz esere:
lk defa olarak seyretti imiz Partenon’un,
Sen-Piyer kilisesinin veya Notr-Dam’ın
önünde
nasıl
hu u’la
e ilirsek,
Ansiklopedi’nin önünde de aynı saygıyla
e ilelim.»
imdi de o muhte em binanın nasıl
in â edildi ini anlatma a çalı alım, önce
ba mimar konu sun. Diderot, 1750 de
çalı an sınıflara öyle diyordu, «Size bir
âbide bırakıyorum.
lmini yazıyorum
hırfetlerin.»
Üstad,
endüstrinin
harikulade istikbalini sezmi gibidir. O
güne kadar kölece bir emek sayılmı tı
çalı ma. Oysa medeniyet, refahını i çilere
borçluydu. Tefekkürün âletleri onların
eseriydi. Bu sayısız nesillerin destanı
olacaktı ansiklopedi, kurban edilen ve
hiçbir zaman tarihe geçmeyen nesillerin.
Ansiklopedi
maddesinde
de
amacını
öyle
anlatır
Diderot:
«Ansiklopedinin amacı, dünya üzerine
yayılmı bilgileri bir araya getirmek; bu
bilgilerin umumî sistemini kendileriyle
beraber ya adı ımız insanlara anlatmak
ve bizden sonra gelecek nesillere
aktarmaktır. stedik ki geçen asırların
çalı maları gelecek asırlar için bo a
gitmesin; torunlarımız kafaca geli sin de
daha faziletli, daha mutlu olsunlar. Biz
de soyumuzun ükranını hak etmeden
göçmeyelim... Bir ansiklopedi yazma a,
ancak filozof bir
asır
giri ebilirdi.
draklerin yozla tı ı ça larda böyle bir
yi itli e rastlanmaz...».
«Unutmamamız
gereken
bir
hakikat da u: dü ünen ve tema a eden
varlı ı yani insanı yer
yüzünden
kovarsak, o ulvi ve dokunaklı tabiat
kasvetli ve dilsiz bir sahne olup çıkar.
Kâinat susar, her tarafı sessizlik ve gece
kaplar. Geni bir inzivagâha döner âlem.
ahidi kalmayan olaylar, karanlık ve
sa ır, geçip giderler.
nsan olmasa
varlıkların ne de eri kalırdı... nsan,
kâinatta oldu u gibi, eserimizde de ba
yeri i gal edecek. Mevcudatın ortak
merkezi o de il mi? Kalkı noktamız da,
varı
noktamız da o olmalı. Kendi
hayatımla benzerlerimin mutlulu unu
dü ünmeyeceksem, tabiattan bana ne?»
Diderot için, ilim demek insan
demektir. Tabiatın sadece insanla ilgisi
bakımından mânâsı ve de eri vardır.
Ansiklopedide hâkim olan zihniyet: ilmî
zihniyet, tecrübî zihniyet. Diderot için
ilimlerin en mühimi fizyoloji idi Ömrünü,
ba ından sonuna kadar, fizyoloji ile
ahlâka adayacaktır. Fizyoloji ile ahlâka
yani insan bilgisinin iki kutbuna, o
zamanın diliyle: bedeni, ruhu ve gönlüyle
insana.
Hülasa edersek, ansiklopedi, bir
toplulu un
eseri.
Amaç,
bilgilerin
bilançosunu yapmak ve hazineyi gelecek
nesillere aktararak maddi ve ruhî
hayatın daha zengin, daha mutlu
olmasını sa lamak.
Abidenin ba mimarı Diderot, ikinci
mimar d’Alembert. Fakat onlarla beraber
çalı an yüzlerce kalfa var. Ansiklopedi,
Rönesans’la ba layan uzun bir fikir
mayalanı ının
meyvesidir.
aret
etmi tik...
kelimeyi Fransızcada
ilk
kullanan Rabelais (Pantagruel, bölüm
XX). Gargantua, yalnız kanma bilmeyen
bir bilgi a kı duymakla kalmaz, Parisli
artizanlann çalı maları ile de ilgilenir.
Nazari bilgi ile
tatbikatı birbirine
ba lamak ister. Ansiklopedistlerin de
ayırıcı vasfı bu de il mi? Hümanistler de
önce dünyada mutlu olmak pe indeydiler.
Aynı bilgi yı ma susuzlu u. Fakat
Rönesansta üretim güçleri geli memi ti
henüz. Bunun içindir ki hümanistlerin
bilgisi tatbikata açılamazdı. Düzensizdi,
temellendirilmemi ti, karı ıktı. Bacon’ı
beklemek lâzımdı (XVII. asır ba ları).
Bacon’ın gerçekle tirdi i terkip sayesinde
zihin, bilginin bütününü kavrayabildi.
Onyedinci asırla onsekizin ilk
yarısında
ansiklopedistlerin
eserini
hazırlayan üç nevi çalı ma yapılmı tır.
1 —
nsan zekâsının geli me
tarihini tenkitçi bir bakı la anlatan terki
b
eserleri.
Meselâ
Alman
papazı
Brücker’i
n Historia
critica
philosophiae’sı (1742-1744) ve bilhassa,
Pierre Bayle’in Dictionaire Historique et
Critique’i (1697).
2
—
lmi
ve
teknik
bilgilerin
dökümünü yapan kamuslar: Bilhassa
Moreri’nin (1674) ve Thomas Corneille’in
(I694)kiler,
ngiltere’de
Chambers’uı
Cyclopaedia’sı (1728-1742 arası)).
3 — Sanat ve hırfetleri inceleyen
çe itli monografiler. Colbert’den beri
kralın
hükümeti
bu
çalı malarla
ilgileniyordu. limler Akademisi çok
sayıda anketler yaptırmı tı. 1711’den beri
büyük âlim Réaumur’ün ba kanlı ında
yapılan bu geni çalı malardan, belli bir
mesle i
inceleyen
ve
estamplarla
süslenen bir çok tasvir veya «precis»ler
do mu tu. Ne yazık ki bu ara tırmaların
h e p s i basılmamı tı;
basılanlar
da
teferruatı kucaklamak için ifadeye fazla
önem vermediklerinden okunmamı lardı.
Diderot ve arkada ları daha çok
plan ’larla estamplardan faydalandılar.
Kaynaklandıktan, limler Akademisinin
ne riyatı oldu. Akademinin sekreteri
Fontenelle
(1657 1737), altmı
yıl,
âlimlerin
çalı malarını
aydınlık
bir
üslûpla
hülâsa
etmi ti.
Fontenelle,
ansiklopedist üslûbun kurucusu; en
çetrefil ilmi meseleleri vazıh ve sentetik
bir tarzda anlatma i inde, Diderot ile
D’Alembert’in hocası sayılabilir.
Onsekizinci asır, istihsal güçlerinin
geli me dönemidir. Efkar-ı umumiye
bunun
farkındadır.
lmi
ke iflerle
bunların pratik tatbikatına gittikçe daha
büyük bir ilgi duyar. Mason localarında,
ta ra Akademilerinde yeni yeni ihtiyaçlar
belirir.
Akademiler,
hümanistlerin
âlimâne çalı maları yanında do rudan
do ruya faydalı ara tırmalara da alâka
duyarlar. lmî topluluklarda, salonlarda,
mevkutelerde hep aynı talebler. Hülâsa,
onsekizinci asrın ortalarında Fransa’da,
yeti mi
bir okuyucu kitlesi vardır,
ansiklopedi te ebbüsünü destekleme e
hazır bir kitle.
Britanica’da da unları okuyoruz:
«Ephraim
Chambers,
1728’de
Cyclopedia’sını yayımladı. Kitabın bir adı
d a : Sanat ve
limlerin Üniversel
Kamusu (iki büyük cilt.) Yazar, önsözde,
daha önceki kamuslardan, bilhassa
Fransız
ve
talyan
akademilerinin
sözlüklerinden,
Furetiere’in,
Trevoux’nun,
Chauvin’in,
Harris’in
kamuslarından
geni
ölçüde
faydalandı ını
anlatıyor;
ba lıktaki
kelimelerden her birini ayrı ayrı tarif
ediyordu: sanat, ilim, kamus... limler,
akıl ve muhakeme yoluyla bulunmu tu.
Sanatlar, ilimlerin hal ve artlara göre ele
alınan bölümleri idi. Bilgi sistemi 3
melekeye uygun olarak in a edilmi ti:
hsaslar (tabiat tarihi anatomi, kimya);
muhayyele (gramer, belagat, iir); akıl
(fizik, metafizik, mantık, matematik,
ziraat, resim, ticaret, el sanatları, siyaset
ve hukuk). Bilgi, tabii ve ilmi (ilmî de
duyulardan gelir yahut rasyoneldir); sunî
ve teknik diye sınıflandırılmı ve sonunda
47 ilim ve sanat ortaya çıkmı tır. Alfabe
sırasıyla
dizilen
maddeler
«bakınız»
i aretleriyle birbirine ba lanır. Eserin
tarihî veya biografik kamuslardan farkı,
insan veya yer isimlerini almayı ıdır.
Meselâ Aristo’cu veya Aristo’cularla ilgili
maddeler vardır da Aristo yoktur. 175152 lerde Londra’da 7 kere basılmı
Chambers.
Yazar,
1739 ’da
eserin
Fransızca bir baskısını yapalım teklifini
reddetmi . Ama talyancaya çevrilmesine
ses çıkarmamı (Venedik, 1748-49, 9
büyük
cilt).
lk
eksiksiz
talyan
ansiklopedisi.
Cyclopaedia’nın
Fransızcaya
tercümesi 1743’de ba layıp, 1745’de
tamamlandı. Çevirenler bir ngiliz banka
memuru John Milisle, profesyonel bir
mütercim olan Alman G. Selluis idi.
1745’de tercüme, yayımcı Andre le
Breton’a sunuldu. Basılması için kraldan
ruhsat alındı. Bir prospektüs çıkarılıp 5
cilt (4 cilt metin, 1 cilt plan ) halinde
ne redilece i ilân edildi: Ansiklopedi
yahut Sanat ve
limlerini Üniversel
Kamusu. Milisle kavga ettikten sonra le
Breton onu uzakla tırarak Sellius’la
anla ma yaptı. Eser 10 cilt olarak
çıkarılacaktı (8 metin, 2 plan ). Mills
ngiltere’ye döndü, Sellius tercümeye
devam etti. Yalnız Chambers’den de il
Harris’in Lexicon’undan da makaleler
çeviriyordu. De i iklikler için biri 1746’da,
biri 1748’de iki ruhsat daha alındı.
1745’de le Breton iki ortak daha almı tı:
matematikçi
D’Alembert’le
iktisatçı
Malves. 1746 ba larında filozof Deni
Diderot da onlara katıldı ve 1747
Ekiminde
Ansiklopedi’nin
genel
yönetimini üzerine aldı. Yalnız matematik
bölümünü D’Alembert yönetecekti
Yazarlar, Chambers ’dan yapılan
tercümelerden yararlanacaklardı. Ama
bu tercümelerin büyük kısmı öylesine
kötü, öylesine hatalar ve atlamalarla
doluydu
ki
kullanılmadı.
1749
Temmuzunda Diderot, «Körler Üzerine
Mektup» ba lıklı bir yazısından dolayı
tutuklandı. 1750 Kasımında, 8 büyük
sayfalık
bir
prospektüs
yayımladı.
Ansiklopedinin
ilk
cildi
1751
Temmuzunda, ikinci cildi 1752 Oca ında
çıktı. Cizvitler, (Journal de Trevoux’da
ve Dictionaire de Trevoux’nın yeni
baskısında) prospektüsle iki cildi yaylım
ate ine tuttular. Yazarlar hem hırsızlıkla
suçlandı hem dinsizlikle... Kiralın Devlet
ûrası, ilk iki cildi toplattı ve 1752 de
müsveddelere el koymayı kararla tırdı.
Bereket XVI. Louis’nin ne riyat müdürü
Malesherbes,
Diderot’yu
zamanında
uyardı ve müsveddeleri kendi evinde
sakladı. Hükümet, esere devam edilmesi
emrini verdi çünkü, te ebbüs millete mal
olmu tu artık, Fransa’nın
erefi söz
konusuydu. Üçüncü cilt, 1753 Ekiminde
çıktı.
D’Alembert
yazdı ı
önsözde
gecikmenin sebebini anlatıyordu. Yılda
bir cilt üzerinden yayıma devam edildi.
Kasım 1757’de G harfini tamamlayan
yedinci cilt çıkıncaya kadar i ler böyle
sürüp gitti. Yedinci ciltte D’Alembert’in
«Cenevre»
makalesi vardı. Protestan
ke i lerini, katoliklerin sahip olmadı ı
«Socinian» faziletlerle mütehalli oldukları
için
övüyordu.
Cenevrelileri
medenile tirmek
için
bir tiyatro
kurulmalıydı. Katolik papazları ele tiriye
sinirlendiler. Protestan rahipleri «biz
Socinian de iliz» dediler. Ansiklopediye
müzik
maddesini
yazmı
bulunan
Rousseau, «Tiyatro üzerine Mektup»unda
(1758) tiyatronun her zaman ahlâk
bozucu bir güç oldu unu ileri sürerek
Diderot’ya
çattı.
D’Alembert
1758
Oca ında editörlükten çekildi. 1758’de
Helvetius’un «Ruh Hakkında»sı ba takileri
öfkelendirdi.
1759’un
ubatında
yasaklanan tehlikeli kitaplar arasında
Ansiklopedi de yer alıyordu. Dostları
Diderot’ya «vazgeç bu i ten, daha
do rusu kaç» diye ısrar ettiler. Aldırmadı.
Nasılsa 10 cilt metin basılmı tı. Tabileri
«zararsız» plan ciltlerini de yayımlama a
ikna etti. Diderot, 1764’de bir tesadüf
eseri olarak «Sarezen yahut Araplar» adlı
makalesini gözden geçirdi. Bir de ne
görsün... Le Bretön ile mürettibi,
Diderot’nun son tashihlerinden sonra, ne
olur ne olmaz diye bütün yazıları
düzeltmemi ler mi? Müsveddeler yok
edilmi . Metinleri eski haline getirmek
mümkün de il. Ansiklopedinin son 10
cildi 1765’de tamamlanmı tı ve 1766’da
da ıtıldı. lk ciltleri 1782’de yayımlanan
plan lar, 1772’de bitirilerek Ansiklopedi
28 cild’e bali oldu
D’Alembert,
«Giri
Nutku»nda
eserin iki amacı oldu unu söylüyor:
Ansiklopedi olmak yani «insan bilgisinin
topyekûn
düzen
ve
teselsülünü
anlatmak.»
limlerin,
sanatların
ve
mesleklerin tahlili bir kamusu» olmak.
Yani «her lmin veya her sanatın (ister
liberal ister mekanik sanatlar söz konusu
olsun) temeli olan umumi prensipler ve
muhtevasını te kil eden en mühim
teferruatı» ortaya çıkarmak. «Ansiklopedi
a acı» bilginin dallarını üç melekeye göre
ayırır,
Bacon
gibi:
hafıza,
akıl,
muhayyele. Nitekim, yazı dünyası da
«ülkelere»
bölünmü tür:
Allameler:
hafızaya
dayanır;
filozoflar:
akla;
sanatçılar
ise:
zevke
hitap
eder.
Herhangi bir ilim veya sanatın ilk
prensiplerinden en uzak neticelerine
kadar bir «zincir» vasıtasıyla inilir veya
aynı zincir
yardımıyla
neticelerden
prensiplere
çıkılır,
ansiklopedik
düzende... Bilginin kazanılmı seyrini
gösteren tarihi düzen de bu ansiklopedik
düzeni tamamlar. Rönesansdan beri,
önce Mimler ön plana geçmi , sonra
sanatkârlar, nihayet filozoflar.
D’Alembert, ansiklopedik düzeni
Bacon’dan aldı ını söyler, Diderot ise,
herhalde
intihal
suçlamalarını
cevaplandırmak için, ansiklopedi geni
ölçüde Bacon’ın
ilimler
tasnifinden
uzakla mı tır, der.
D’Alembert’e göre, kamus sanat
veya ilmin her konusunda bilgi edinmek
isteyen ki ilere faydalı olmalıdır. Hem
ba kalarını aydınlatmak isteyenlerin i ine
yaramalıdır,
hem
kendi
bilgilerini
arttırmak isteyenlerin.
Eser,
hem
tasan,
hem
de
uygulayı
bakımından daha evvelki
ansiklopedilerin çok üstündedir. Meselâ
ba lıktaki
«sanatlar
ve
ilimler»
programma
«hırfetler» de
eklenmi .
D’Alembert «Giri Nutku»nda, Diderot
«Art» maddesinde, liberal sanatlarla
mekanik
sanatların
birbirinden
aynlmasını
ele tirir
ve
mekanik
sanatların
ihmal
edili ini
kınar.
Chambers’e
yöneltilen belli
ba lı
tenkitlerden biri de u: hazret kitapları
okumu ama i yerlerine u ramamı tı.
Zedler de faydalı sanatlardan söz etti i
halde tasviyeye ayan bulunmaz. Diderot,
hem felsefenin hem de hirfetlerle ilgili
makalelerin sorumlulu unu yüklenmi tir.
Yazıları
mü ahedeye
ve
tecrübeye
dayanır. Ba lıkta kaydedilen bir ba ka
yenilik de yazılann bir «edebiyatçılar
toplulu u» tarafından hazırlanmı olması.
Bu da bir geli me ifade eder.
lk
ansiklopediler,
fertler
tarafından
hazırlanmı tı.
Gerçi Diderot le D’Alembert’in
çevrelerine topladıkları ki iler önceleri,
Rousseau ile baron d’Holbach bir yana,
pek öyle tanınmı kimseler de ildi. Ama
bir
yandan Ansiklopedi’nin ünü, bir
yandan da hücumlar arttıkça seçkin ve
selâhiyetli yazarlar akın etme e ba ladı.
Dördüncü
ciltde:
Turgot,
Duclos,
Bordeu... Be incide Voltaire, Marmontel,
Forbonnais,
Deleyre;
altıncıda
De
Brosses,
Saint
Lambert,
Morellet,
Necker, Quesnay görünür. «Edebiyatçılar
toplulu u» bo bir söz de ildir artık.
Ansiklopedi’nin
yazarları
tek
felsefe üzerinde durmazlar. Bacon’ın
ilimler eması, Lorike’un felsefesine ve
Newton’un ilmine uydurulmu , Locke’un
insan müdrikesi ile ilgili tahlilleri
Gassendi’nin Epikûrcû Atomizmi ile
Bayle’in septisizmi arasında yeralmı tır.
Felsefe ve dine ait makaleler —bilhassa
Le Breton’un makaslamalarından sonra
—
ne
orijinaldirler
ne
çarpıcı.
Ansiklopedinin felsefesi, tesamuh ve
liberalizm; pratik hedefleri olan bir
felsefe. Belli bir zihniyetin ve belli
emellerin ifadesi olarak geni ölçüde
yayılmı ve devrimci etkileri olmu tur.
Charles Joseph Panckoucke (173698)
«Ansiklopedi»yi
yayımlayanlara
1761’lerde eserin yeni bir ba kasını
yapma ı teklif etti ve ilk yedi cildin
plan larını satın aldı. Diderot, «tashih
edilmi yeni bir baskıya ihtiyaç yok»
deyince, eski ciltlerin tekrar basılmasına
giri ildi. Üç cild çıktı ve 1770’de hükümet
tarafından toplatıldı. Panckoucke 1775
de (dördü metin, biri plan olmak üzere)
be ciltlik bir ek çıkardı ansiklopediye
(Paris, 1776-77). Sonra bunlara Pierre
Mouchon’un hazırladı ı 2 cild endeks de
ilâve
edildi
(Amsterdam
1780).
Diderot’nun ba kanlı ında hazırlanan 28
cilde bu 7 cilt de eklenince ansiklopedinin
35 ciltlik ilk baskısı ortaya çıkmı oldu
(1751-80).»
Büyük
yankılar
uyandırdı
Ansiklopedi. Yalnız Fransa’da de il,
sviçre ve talya’da da taklid edildi.
Kısmen ngilizceye ve Rusçaya çevrildi.
Ansiklopedideki ilmî makalelerin bugün
yalnız ilimler tarihi bakımından de eri
vardır. Yazarlarının en cesurları bile,
felsefe
alanında
mekanist
bir
materyalizmi
a amamı tır;
metafizi i
mahkûm etti i halde metafizik kalan ve
tarihin ilmî izahına ula amıyan bir
materyalizm. Bununla beraber, eser,
tezadlarına, Fransa’da iktidarın denetimi
altında çıkan bir eserin göstermek
zorunda oldu u ihtiyatkârlı a ra men,
Fransız rasyonalizm tarihinde hâlâ
büyük bir âbidedir. Diderot, kitapçılar
yüzünden, Ansiklopedinin istedi i gibi
çıkmadı ına çok üzülüyordu. Yine de
eserde birlik yaratabildi: Metot ve doktrin
birli i. Bütün ciltlerden, ilme, terakkiye
bir ne ide yükselir, aklın de erine iman
eden bir ne ide. Gelenekler, her alanda,
tecrübenin ve rasyonel tenkidin dene
timinden geçirilir. Pe in hükümlere
dikkat çekilir. Dünyevi mutluluk yolunda
ilerlemeyi güçle tiren her engel yıkılır.
Ansiklopedi bir edebi eserdir de.
Kelimeler üzerinde büyük bir çalı maya
giri mi , mefhumları yeni ba tan tarif
etmi tir.
Dil,
yeni
bir
düzene
kavu turulmadıkça
dü ünce
de
yenile emezdi.
«Bütün
ümidlerimizin
temeli: dil. O istikrara kavu maz ve
gelecek
nesillere
bütün
kemâliyle
aktanlamazsa,
yazdıklarımızın
yarınından
nasıl
emin
olabiliriz?»
(Diderot).
Ansiklopedi,
bugün
de,
yazarlarının sayısı ve de eri, giri tikleri
kavganın güçlü ü, konusunun geni li i,
kucakladı ı görü lerin çe itlili i ve bu
görü lerin altındaki dü ünce birli i ile
Aydınlıklar Ça ı felsefesinin en heybetli
abidesidir.
Ansiklopedi’de önce ilmî fetihlerin
bir bilançosu var. Yazarlar arasında
büyük uzmanlar yer alıyor. D’Alembert,
matematik ve fizikle ilgili bütün konuları
yönetmi , Diderot daha çok tabiat
ilimlerini... Yazıların de eri ilimden ilme
de i iyor, ama hepsinde a ır basan aynı
zihniyet. Makaleler ilmin o günkü
durumunu
anlatmakla
kalmıyor,
tarihlerini de ele alıyor. Böylece insan
zekâsının geli mesine de ı ık serpmi
oluyor.
Sanatların tasvirini- canlandıran:
aynı terakki endi esi. Diderot’nun amacı,
çe itli sanatları, kendi meslekleri içine
kapanan uzmanlara tanıtmak, onların
ba ka tekniklerle temasa geçmelerini
sa lamak,
benzerliklerden
yararlanmalarına imkân hazırlamaktı.
Böylece üretim güçlerinin geli mesine
yardımcı olacaktı... Belki bu muradına
eri emedi
Diderot.
Ama
yazı
arkada larına bir metod ve üslup birli i
kabul ettirebildi ve anla ılır bir dil
yaratarak tekniklerin uçsuz bucaksız
dünyasına aydınlık getirdi.
Ne var ki Ansiklopedinin tarih
nazarında
asıl
de eri,
felsefi
muhtevasından gelir. Evet, Le Breton bir
çok yazıyı sakatlamı , ama felsefe yalnız
Diderot’nun
felsefe
tarihiyle
ilgili
makalelerine inhisar etmez. Ona, a a ı
yukarı
eserin
her
yanında,
hiç
beklemedi iniz yerlerde rastlarsınız. Söz
konusu bir tek felsefe de ildir. Umumi
görü , sansüalizmdir. Yazarların bazıları
deist, bazıları protestandır. Ama hemen
hepsi liberaldir. Ana konularda hiç bir
itirazları yoktur dine. Bununla beraber
dü manlar
aldanmamı tır.
Eserin
bütününde a ır basan: rasyonalizmdir.
Nass’ları yıkan ve ahlâkı teoloji dı ındaki
temellere oturmak isteyen rasyonalizm.
Siyasette de aynı görü yelpazesi.
Diderot mutlak monar iden yanadır.
Fakat bu monar ide, iktidar, hükümran
milletin
rızasına
dayanacaktır.
D’Holbach’la Saint-Lambert, her sınıf
vatanda ın
seçece i
mümessiller
tarafından
denetlenmesini
ister
hükümdarın.
Rousseau,
halk
hükümetinden yanadır. ktisat alanında
da aynı farklar. Diderot ile Forbonnais,
merkantilizmde demir atar. Quesnay ile
Turgot, daha sonraki fizyokrat doktrinin
temellerini kurarlar.
Bununla beraber hepsinin de
birle ti i
noktalar
vardır.
Üretimin
geli mesini sa layacak reformlar isterler,
ilâhi
hukuk
teorisine
kar ıdırlar.
mtiyazlar
kalkmalı,
hak
e itli i
sa lanmalıdır. Ticaret ve endüstri için
daha
geni
bir
hürriyet.
lerin
geli mesine engel oldu u ölçüde eski
rejimin idari ve sosyal yapılarına
kar ıdırlar.
Ortak yönleri,
bilhassa
metod. Sahih ilimler kar ısındaki titiz ve
ciddi davranı larını politika alanında da
görüyoruz. Hiç bir otoriteye aldırı
etmeden müesses nizamın temellerini ele
alırlar. Gerçi hükümleri ihtiyatlıdır, ama
bütün müesseseleri akıl mahkemesinin
önünde bir bir incelerler.
« çtimai limler Ansiklopedisi» ne
göre,
ansiklopedistler
«Diderot
ile
d’Alembert’ın
ba kanlı ında
Fransız
Aydınlıklar Ça ı’nın büyük ansiklopedisini
hazırlayan
bilginler,
edebiyatçılar,
filozoflar toplulu u»dur.
Ansiklopedinin
alâka
merkezi
insandı, insan ve onsekizinci yüzyılın
terakki anlayı ı. Yazarları inanıyorlardı ki
insan,
dünyasındaki
ya ayı ını
iyile tirebilirdi,
bu
mânada
hem
1
hümanisttiler, hem hümaniteryen. ( )
nsan mizacını fîzyolojist olarak ele
alırlar, soyumuzun ba langıcı konusunda
kılavuzları Buffon’dur, bununla beraber
belli bir antropolojik doktrinin de
kurucusudurlar,
Kitab-ı
Mukaddes
gelene inin yerine geçecek bir doktrin.
nceledikleri insan tabiattaki insandır,
cihan ümul
özüyle,
hayvanlar
zümresinden bir varlık. O da bütün
kâinat gibi belli kanunlara ba lıdır.
Ansiklopedistler, içtimai mukavele
faraziyesine de, ilahiyatçıların tabiat üstü
izahlarına da iltifat etmezler. Toplumlar
tabiî insanın ihtiyaçlarından do mu tur,
be eri ihtiyaçları kar ılamak için özel
mülkiyet, teminat altına alınmalıdır.
Fertler
belli
bir
refah
seviyesine
getirilmeli
ve
hür
olmalıdırlar.
Ansiklopedistlerin
ahlâkî,
doktrinleri
daha çok faydacıdır (utilitarien). Toplum
kurulduktan sonra, ortak irade, ferdî
iradelerin yerine geçer. Ahlâkî faziletlerin
ba ında, sosyal mahiyettekiler gelir:
tesamuh, çalı kanlık, adalet duygusu ve
insanseverlik. Hepsi de istibdata ve
imtiyazlara
dü mandır,
idealleri:
münevver despotizmi. Filozoflar fikirlerini
diledikleri gibi yayabilmeli; ülkenn temel
kanunlarına saygı gösteren, bilhassa
çalı an sınıfların refahını gözeten anlayı lı
bîr hükümet kurulmalıdır.
Ansiklopedide,
Quesnay
fizyokrasisinin ilk kanat çırpını larını
buluruz. Yazarların hepsi de mali
reformlardan yanadırlar. Tavsiye ettikleri
çare altın ça a dönmektir, IV. Henri ile
Sully’nin altın ça ma. Daha mühim olan
bir davranı ları da endüstri davasını
savunmalarıdır. nsano lunun maddî ve
manevi geli mesi, ticaret ve sanayi
alanıdır, diyen Ansiklopedi, ticaret ve
sanayi ile u ra an sınıfların iktidara
yükselmesine zemin hazırlar.
Ansiklopedistler devrim pe inde
de ildirler ama yine de burjuva sınıfının
uurlanmasına
yardım
etmi lerdir,
devrimi yapacak olan burjuva sınıfının.
Tavsiye ettikleri pratik ıslahat, eski
rejimin çerçevesi içinde de pekâlâ
gerçekle ebilirdi. Nitekim, anayasanın
tespiti, ferdî hürriyetlerin teminat altına
alınması, devletin ilimleri ve sanatları
koruması,
ceza
kanununun
ıslahı,
imtiyazların kısıtlanması idare cihazının
ve bilhassa maliyenin ıslahı... 1789
Korucu Meclisinin programı olacaktır.
Tasavvur,
plan
ve
tatbikat
bakımından 18. asrın hâkim dü üncesini
temsil
eder
Ansiklopedi.
Soyumuz,
bilginin yayılması ve akıl sayesinde
geli ebilir ancak. Aydınlıklar felsefesinin
Fransa’da ula abildi i en kâmil ve en
kucaklayıcı ifade. Ansiklopedi onsekizinci
asırda Fransız kamuoyunu ekillendirmi ,
filozofların da ınık güçlerini bir araya
toplamı tır. Kaldı ki sadece ilmî bakımdan
da de eri büyüktür. lk defa olarak insan
bilgisinin pozitif bir terkibini yapmı ,
maddî ilimlerin objektif ve tecrübî özünü
ortaya
çıkararak,
müstakbel
ara tırmaların
ve
dü üncelerin
malzemesini hazırlamı tır. Ansiklopedi’de,
hem Turgot ile Condorcet’ye atfedilen
terakki doktrininin, hem de SaintSimon’la Comte’un
kuraca ı pozitif
sistemin köklerini bulabiliriz. (Rene
Hubert’in Encyclopedia of the Social
Sciences, ( çtimaî limler Ansiklopedisi)
«Ansiklopedistler» maddesi.)
ONDOKUZUNCU ASIRDA
ANS KLOPED
Elbetteki Diderot’nun aheseri ile
ansiklopedi
ne riyatı
sona
ermez
Avrupa’da.
Diderot’nun
ölümünden
sonra,
Pankoucke,
Ansiklopedi’nin
muhtevasını
geni letir,
alfabetik
sıralamadan vazgeçerek, konulara göre
tasnif eder ve ansiklopediyi 152 büyük
cild halinde yayımlar.
Pierre Larousse, Avrupa’ya, ünlü
Kâmus’unu arma an eder (15 büyük
cild, 1865-1876, iki ek 1877-1888). Batı
irfanının en büyük, en ihti amlı demirba
defteri...
Asrımızın
ba larında,
ça ımız
insanının bugünkü htiyacını kar ılamak
için resimli bir Larousse lügati yayımlanır
(7 cild, 1896-1904. 1 ek). Sonra Yirminci
Asır Larousse’u (altı cild, 1928-1933, 1
ek). Nihayet Büyük Larousse (10 cild, 1
ek).
Hemen altını çizelim. Larousse’un
büyük ve kaynak eseri, Ondokuzuncu
Asır Kâmusu’dur.
Geriye dönelim. Asrın sonlarına
do ru,
Fransız
ilim
adamları
Diderot’nunki
tarzında
büyük
bir
ansiklopedi
hazırlamak
lüzumunu
duymu lardır. Bilginler ve edebiyatçılar
toplulu unun kaleme aldı ı bu heybetli
e s e r : Büyük
Ansiklopedi’dir.
(«La
Grande Encyclopedie») (1885-1892, 31
cild).
Yöneten:
Marcelin
Berthelot.
Önsöz, Fransa’da giri ilen ansiklopedi
te ebbüslerinin doyurucu olmadı ından
ikâyetçidir.
«Almanya,
ngiltere
ve
A.B.D., bu alanda daha talihlidirler.
Almanya’da
Brochaus
ve
Meyer’in
Lexicon’ları,
ngiltere’de
büyük
Enoyclopaedia
Britannica,
A.B.D.’de
Encyclopaedia Americana».
Büyük Ansiklopedi’nin amacı bu
bo lu u doldurmaktır. Yeni ansiklopedi
günün kavgalarına yabancıdır. Tek amacı
vardır: ilmin tarafsızlı ı. Çe itli ilim
tasniflerini anlatan Berthelot’ya göre,
«ansiklopedi, yayımlandı ı gün bilinen
olayların ve kabul edilen veya tartı ılan
doktrinlerin sahih ve aydınlık bir
demirba cetveli» olmalıdır. «Onsekizin-ci
asır, bir yanıyla yıkıcı, bir yanıyla yapıcı
bir ça dı. O dönemin ansiklopedisi de,
hem yıkıcı bir kavga silahı olacaktı, hem
de in a edici bir doktrin kürsüsü, oysa
ya adı ımız dönem, bir geçi dönemi.
Ansiklopedi de bir sergileme eseri
olmalıdır. Ça ımızın özelli i, eski inanç
biçimleri ile felsefi zihniyet arasındaki
kavgadır. Dinlerin yerini alabilecek yeni
bir felsefe kurulamadı. Modern toplumun
görevlerinden biri de mazinin siyasi
müesseselerini temizleme e çalı arak
demokrasinin kurulmasını sa lamak,
sosyal güçlerin ve iktisadî unsurların
yeni ba tan da ılımını gerçekle tirmek.
Demokrasi son eklini alamadı henüz.
Toplum, tam bir dengeye kavu amadı.
Sermaye ile Emek, hâlâ iki dü man
karde . Amaç: onları barı tırmak. Modern
dünyanın bu entelektüel ve sosyal
a amasını dile getirecek eser, olayları
tesbit
etmekten,
doktrinleri
sergilemekten ba ka ne yapabilir? Böyle
bir ça da yan tutmak büyük hatadır.
Hakikati
so ukkanlılıkla
açıklamak,
ilerleme e yardım etmek ve insan
zekâsının
daha
sonraki çabalarına
katkıda bulunmaktır. Okuyucuya, bu
olay do rudur, bu olay üphelidir, bu
iddia
tartı ma
konusudur,
demek
suretiyle
olayların
genel
akı ını
hızlandırmı
olmaz mıyız? Mukayese
etmek, hüküm vermek, seçim yapmak
okuyucuya dü er».
Önsöz,
devam
ediyor:
«Ansiklopedilerin kaderi, fani olmaktır.
Yirmi be
yıl içinde insan ilimleri
geli ecek,
yahut
yeniden
de erlendirilecektir.
Yeni
olaylar
çıkacaktır su yüzüne. Eski nazariyeler
ölecek, yerlerine tazeleri geçecektir. Aynı
kelimeler, otuz kırk yıl içinde, bamba ka
mânâlar ifade edecektir. Bütün bu
de i iklikleri
sergilemek
için
yeni
ansiklopedilere ihtiyaç olacaktır. Bununla
beraber,
ansiklopediler
yaprak gibi
dökülmezler. Dünü yazına ba layan
zincirin vazgeçilmez birer halkasıdırlar.
Her ansiklopedi, insan zekâsının belli bir
merhalesini ifade eder.»
Büyük Ansiklopedi, Fransa’nın
çe itli ilim ve dü ünce adamlarını bir
araya getirmi ve ondokuzuncu asır
sonrasının tereddüt ve arayı larını bütün
buutları ile sergilemi tir. Diderot’nun
eseri kadar uzun ömürlü olamamı tır.
Çünkü
onsekizinci
asır,
Avrupa’yı
kuracak olan cihangir
bir
sınıfın
fetihlerini sergiler. Bir yükseli ça ının
meyvesidir. Ondokuzun sonlarına do ru
burjuvazi
ihtiyarlamı tır. Büyük
Ansiklopedi bu ihtiyarlıyan sınıfın
mirası, yâni bir çe it vasiyetnamedir.
Yazarlarında Diderot neslinin genç
imanından eser yoktur. Seyretti imiz
sarho ve çılgın bir fecir de il, â’ alı bir
guruptur.
Y RM NC ASRA GEL NCE
Birinci dünya sava ından sonra,
Fransa yeni bir do u un arifesinde
oldu unu isbat etmek ihtiyacını duymu
ve mânevi fetihlerinin yeni bir dökümünü
sunma a
kalkmı tır. Fransız
Ansiklopedisi, 1935’lerde A. de Monzie
tarafından kurulmu , Lucien Febvre
tarafından yönetilmi daha sonra Gaston
Berger tarafından devam ettirilmi tir.
1962’de tamamlanan bu bilgi ve dü ünce
hazinesi yirmi cilttir.
Lucien Febvre, ilk cildi u sorularla
açıyor: «Neden ve nasıl bir Fransız
Ansiklopedisi?... Verdi i cevaba bir göz
atalım.
«1932 A ustosu... Nice’deki bir
kongrede, ilk Fransız milli e itim bakanı’,
b i r ‘Fransız ansiklopedisi’ fikrini ortaya
atıyor. Bir millî e itim eseri olacaktı bu,
en mühim milli e itim eseri.
ubat
1934’deyiz.
Tohum
ye erdi,
bitki
topraktan fı kırdı, yakında dallı budaklı
bir a aç olacak: Akdeniz kıyılarının
zeytini,
yahut
Atlantik
sahillerinin
me esi. De Monzie, ansiklopedinin devlet
hazinesi
tarafından
beslenmesini
istememi ti, onun için eseri bir vakfa
havale
etti:
Fransız
Ansiklopedisi
Komitesi. Her türlü siyasi ve ticari
etkinin dı ında kalacaktı komite. Eser,
ba ı lara, gönüllü katkılara, sonra da
abonelere dayanacaktı. i yönetmek için,
ilmin, sanayiin, idarenin, üniversitenin
tanınmı ki ilerinden bir heyet kuruldu.
Te ebbüsün
plânını
çizmek,
yürütülmesini
denetlemek,
herkesin
ahenk içind e çalı masını sa lamak için
bir genel sekreterle birkaç yardımcı
bulundu.
Ansiklopedi’nin
amacı
neydi?
Büyük bir edebiyatlar, ilimler ve sanatlar
kamusu olmak. Akla ilk gelen formül
buydu. Gerçekten de bu çe it kitaplara
ihtiyaç
vardı.
ngiltere,
iki
yılda,
Britannica Ansiklopedisi’nin 14 üncü
baskısını 24 cild olarak yayımlamı tı.
Fa ist
talya
bol
resimli
talyan
Ansiklopedisi’ni yayımlıyordu. spanya 70
cildlik
ansiklopedisinin
eklerini
ne rediyordu.
Büyük
Brockhaus
onbe inci baskısını yapıyordu. Sovyet
Rusya büyük bir ansiklopedi çıkarıyordu.
Biz de bütün bu güzel örneklere
bakarak Fransız Ansiklopedisinin büyük
bir kamus olmasını istemedik Evet, bilgi
vermek ve ö retmek, ansiklopedinin
amacı. Ama ansiklopedi, «eser» de olmak
iddiasındadır. Eser demek, ruh demek
Bu ruh bir parti zihniyeti de ildir elbette.
Ansiklopedi siyasi, felsefî, dogmatik hiç
bir inancın hizmetinde olmıyacaktır.
Fransızdır o, yalnız kökleri ve meseleleri
ele alı ı ile de il, cihan ümul olmak
endi esi ile de Fransız. Ba ka milletlere,
ba ka fikirlere, ba ka dü ünme ve duyma
tarzlarına
sonsuz
bir
tecessüs
beslemektedir.
Dı arıdan
gelecek
i birli ine ve katkılara açık, bütün
ülkelerin uzmanlarına elini uzatıyor.
Yunanca ansiklopedi kelimesini,
kendi üzerine kapanan eksiksiz bir ufuk
taraması tâbiri ile kar ılıyabiliriz. Böyle
bir çalı manın merkezi, ne ırk, ne devlet,
ne de sınıftır. nsanın kendisidir bu
merkez.
Bir
Fransız
ansiklopedisi,
hümanist olmalıdır.
Çapra ık, bilgiççe ve dogmatik bir
planımız yok. Binbir güçlükle en kolay
yolu
bulma a
çalı tık.
Fransız
Ansiklopedisinin kalkı noktası insan
toplumlarıdır. lkel toplumlar üzerinde
fazla durmadık. Zira homo sapiens homo
faberden ayrılmamı tır henüz. Medeni
toplumlara gelince, onların amacı nedir?
Bir yandan ö renmek ve tanımak, bir
yandan
da
elde
ettikleri bilgilere
dayanarak
refahlarını
sa lamak,
geli tirmek, tabiat güçlerini idareye
devam etmek. Bugünün bütün be erî
faaliyetlerini bu iki amaç etrafında
toplayabiliriz. Bilmek ve tanımak, ama
nasıl? «Zihin Aletleri», cildimizin konusu
bu (Cild 1): mantıki dü ünce, dil ve ilmin
dili olan matematik.»
Sonra, Febvre, hazırlanmakta olan
ansiklopedinin her cildinin konusunu bir
bir anlatıyor.
De Monzie ise, Ansiklopedinin giri
yazısında, emellerini öyle dile getiriyor:
«Devletler hesaplarını kapatırlar, maddî
hesaplarını. Ama onunla beraber maddî
demirba ların
manevî
dökümlerle
tamamlanması lüzumlu imi gibi, milletler
—daha do rusu milletlerin içindeki
seçkinler— büyük bilgi sentezlerine
giri irler. Eski fetihleri tazeleyen bu
te ebbüs ünlü bir lafızla kar ılanıyor:
ansiklopedi. Biz Fransız insanları da
yeni ba tan bir Ansiklopedi kurmak
istiyoruz. Evet, ansiklopedi, abc sırasına
göre düzenlenmi bir ilimler kamusu
de ildir.
nsanların
yüzyıllar
boyu
etkiledi i, isimlendirdi i, sınıfladı ı, tahlil
etti i, yarattı ı her eyi kucaklamaz. Bilgi
susuzlu unu gidermek için hazırlanmı ,
her günkü müracaat kitaplarımızda
onbinlercesini
buldu umuz
hal
tercümeleri ile dolu ve yanlarında
tabiiyeci nesillerinin kataloga geçirdi i
onbinlerce cisim, nebat ve hayvan
isimlerinin sıralandı ı bir kamus de ildir.
Okuyucuya
her eyi
hatırlatmak
istemiyoruz. Bir partere ba ka yerlerden
dev irilmi çimenleri diker gibi yüzlerce
eseri tek kitaba doldurmak niyetimiz yok.
Fransa’da kamus diledi iniz kadar bol.
Dizi dizi el kitabı ve koleksiyonlar da
caba. Ço u da mükemmel. Yapılanı
yeniden yapmak lüzumsuz. Mühim olan:
zihniyet. Zekânın ilerleyi ini o düzenliyor.
Bu ne bir parti, ne bir fetih zihniyeti. Hiç
bir pe in hükme iltifat etmiyoruz. Hiç bir
doktrini kabule zorlamıyoruz kimseyi.
Hattâ teklif etti imiz her hangi bir
doktrin de yok. Nereden gelirlerse
gelsinler, kim olurlarsa olsunlar, hâlâ
hakikate
inanan
herkesi
yanımıza
ça ırıyoruz.
« nsanlı ın mânevi demirba ına
tarafsız bir gözle e ilmek zorundayız.
«Ansiklopedilerden bu yana, böyle
bir çalı manın
artları de i ti.
lmin
geli mesi,
da ınık
nizam
içinde
gerçekle ti.
Toplumlarımız,
i leri de
görevleri de, bölmek zorunda. htisaslar
buradan do uyor. Espinas, «bölmek,
da ıtmaktır» diyordu.
limler öylesine
geli ti ki bütün ara tırmaları tek kanunla
açıklayamıyoruz artık. Artık hiç bir
felsefe ilmin ma erî vicdanı olmak
ansına sahip de ildir. Bütün çabalar
bo una. Matematik, fizik ve kimya,
biyoloji, moral veya sosyal ilimlerin
hepsini ortak bir amaç u runda seferber
edemiyoruz. Demek ki idrâkin konusu
olan bilgileri bir mertebeler dizisine veya
mantıkî
bir
teselsüle
göre
tasnif
edemiyoruz. O halde tabii düzene uymak
lâzım gelmez mi?
Auguste Comte gibi konu ursak,
amacımız: objektif bir sentez de il,
sübjektif bir sentezdir. Ba ka bir deyi le,
bir demirba
tesbit edeceksek, bu
demirba tan faydalanacak olan: insanlık.
Diderot da öyle dü ünmüyor muydu?
«Kâinatta insanın yeri ne ise, eserimizde
de o olmalıdır her eyin ortak noktası.»
Soyut
insanı,
genel
insanı
de il,
ya adı ımız ça ın nsanını ele alaca ız.
Kanlı bir buhranın ferdâsındayız, bu
günkü
nesli,
entelektüel
uurunu
muayene etme e ça ırıyoruz. Pozitif
‘bilgiler, aksiyon vasıtaları, hem maddeye
hem de kendi kendine söz geçirmek için
çırpınan bir zekânın aydınlıkları, —bir
kelime ile— kuca ında geli ti i çilelerden
e siz bir güç kazanan bir dünyanın
tasavvuruna ait unsurlardır.
Kitaplarda,
çalı an
insanların
izlerini arazız. zlerini ve derslerini.
Böyle bir düzene uymak istiyoruz.
Çünkü muhatabımız mutlu bir azınlık
de il, geni kalabalıklardır. En vasıflı
kimselerin fetihlerini ço unlu a sunmak
istiyoruz. Cildlerimiz u veya bu ilmin, u
veya bu sanatın veya mesle in adını
ta ımıyacak. Ortalama bir tecessüsün
rasyonel geli mesi ile birbirine ba lanan
bir problemler grubunu kucaklıyacak.
Tasavvurumuz u: Bir bilgi ve aksiyon
aleti in a etmek, tarafsız bir sentezi
dürüst tahlillere dayatmak, ilmin bu
güne kadar güç ve ümid olarak topladı ı
ne varsa, —mümkün oldu u kadar geni
bir biçimde— insanlı ın ortak malı haline
getirmek. Te ebbüsümüze ansiklopedi
adını verdik Bu isimle hem bir temayülü
belirtmek istiyoruz, hem de ilham
aldı ımız tarihi örnekleri. Bergson, «yeniyi
—ancak— eskinin yerini aldı ı ölçüde
kavrıyabiliriz» diyor. Biz de cesaret ve
sorumlulu umuzun uuru çinde böyle
bir i e kalkı ıyoruz.»
II — SLÂM’DA ANS KLOPED
Onsekizinci
Asır
Ansiklopedisi
üzerinde çok durduk. Çünkü dünya
saltanatına göz diken cihangir bir sınıf,
insanlı ın bilgi mirasını bütün ayrıntıları
ile elden geçirmi ; inançları, felsefeleri,
ilimleri bir bir sigaya çekmi , ümidlerini,
i tiyaklarını ve fetihlerini otuz be büyük
cild halinde abidele tirmi tir. Bir neslin
imzasını ta ıyan o muhte em eser hem
korkunç bir kavga silahıdır hem de sesini
asırlara
duyuracak zekâların hitabet
kürsüsü. Ansiklopedi onsekizinci asrın
sonlarından
beri
Avrupa
intellijansiyasının bayrak kelimelerinden
biridir. Büyük küçük her millet, hattâ
her
camia
manevî hazinesini bir
ansiklopedi ile sergilemek sevdasındadır
artık.
Bununla
beraber,
sayısız
rakiplerine
ra men,
Diderot
ile
D’Alembert’in
ba mimarlı ını yaptı ı
onsekizinci asır ansiklopedisi hâlâ e siz
bir
öncü
olmak
imtiyazını
kaybetmemi tir. Çünkü yalnız aklın de il
gönlün de eseridir. Teknikler, hayali
fersah fersah geride bırakan bir hızla
ilerlemi , ilimler boyuna yeni fetihlerle
zenginle mi ... ama yine de iki asırdan
çok bir zaman önce in a edilen o heybetli
eser bir ehram selabeti ile dimdik ve
dipdiri
ça ımız
insanına
meydan
okumaktadır. Çünkü tarihin tek yapıcı ve
yıkıcı içtimai sınıfı yerini henüz bir ba ka
sınıfa
bırakmamı tır.
Ansiklopedi,
Avrupa’yı Avrupa yapan bu zinde sınıfın
kahramanlık ça ında yükseltti i bir
aheserdir. Onun bütün gücünü, bütün
kabiliyetini remizle tirir. Konusu ise,
ebediyen taze kalacak olan insandır.
Ansiklopedi lafzının günümüzde
kazandı ı büyük itibar bir parça da bu
tarihi hâtıranın bakiyyesi. Her yayınevi
rastgele konuları kucaklıyan büyücek bir
kitabı ansiklopedi diye damgalıyor: seks
ansiklopedisi, gençlik ansiklopedisi, oyun
ansiklopedisi...
Bize göre, her insan camiası, her
medeniyet,
ancak
tek
ansiklopedi
kurabilir. Sütunlar a ınsa da, duvarlar
çatlasa da, zamanın tahrip gücü
temellere dokunamaz. Ansiklopedi bir
asrın, bir milletin bir neslin ve bir
dâhinin eseri olamaz. Almanların, çe itli
lexiconları; ngilizlerin ünlü Britannica’sı;
fa ist
talya’nın,
Sovyet
Rusya’nın
heybetli ansiklopedileri, Onsekizinci Asır
Ansiklopedisi’nin
soluk
birer
nüshasından yani birer suretinden
ibaret. Zira Avrupa medeniyeti tektir. Ve
kendini bastan ba a yenilememi tir.
Cihana hâkim olan içtimai sınıf da
onsekizinci asırdan beri hep aynı sınıf,
yâni burjuvazidir.
slâm medeniyeti de yekpare bir
bütün. slâm dünyası, Hicret’den bu
yana çe itli ikbal ve idbâr devirleri
ya amı , fakat aslî cevherini büyük bir
titizlikle korumu tur. Bu medeniyetin
dayandı ı
mukaddes
kitaplar,
milyonlarca insanın yoluna ı ık serpmi
ve serpmektedir, lalamın «Muhit ül
Maarif»i: Kur’an-ı Kerim ile Hadîs-i
eriflerdir.
Evet, slâm’da sayısız kamuslar,
sayısız ansiklopedik eserler mevcud. El
Harizmî’nin
«Mefatih-il
ulûm»undan
Ta köprülüzâde’nin
«Mevzuat-ül
ulûm»una,
Fârâbî’n i n « hsa
ül
ulûm’undan
Kâtip
Çelebi’nin
«Ke füzzunun» u n a Erzurumlu
brahim
Hakkı’nın «Marifetnâmesi»nden emsettin
Sami’nin «Kamus ül âlâm»ına kadar
yüzlerce eser. Fakat bunlardan hiç biri
modern mânâda bütün bir ansiklopedi
sayılamaz.
Sözü, tarafsız bir ilim adamına,
daha do rusu dü man bir medeniyetin
ünlü bir ansiklopedisine (Britannica)
bırakalım...
«Yunan
felsefesiyle
slâmiyeti
uzla tırmak isteyen
slâm filozofları
çalı malarında
ansiklopedik
olma a
yöneldiler. Al-Farabi (870-950) nin « limler
Katolo u» ( hsa-ül Ulûm), orta-ça lar
boyunca « limler üzerine» yahut «llim lerin
men eî» adıyla Latinceye çevrilmi ve
geni bir okuyucu kitlesi bulmu tur.
Kitap, ilimleri 8 ba lıkta incelen (1)
Lisaniyat; (2) Mantık (belagat ve iir
sanatı dahil); (3) Riyaziyat (mebhas-ı
Ziya, ilm-i nücum, musiki, cerri e kal,
mihanik dahil); (4) Fizik (meteoroloji,
nebatat, hayvanat, ruhiyat dahil); (5)
maba’d-ittabiiye; (6) siyaset; (7) Fıkıh; (8)
Kelâm
(Skolastik
ilahiyat
yahut
münazara).
Mesudî’nin «Altın Çayırlar» yahut
«Kıymetli Ta lar Oca ı» (947) bir tarihco rafya ansiklopedisi.
hvan-ıSaf a
toplulu u da Onuncu Asır’da 52 risale
halinde bir ansiklopedi hazırladı. Kitap 3
büyük ba lı a ayrılmı tı: (1) terbiyevî
ilimler (sarf-u-nahiv, hesap, kehanet,
sihir, sanatlar, ticaret); (2) fikrî ilimler; (3)
felsefî ilimler (bunlar da riyazi, mantıkî,
tabiî ve ilâhî ilimlere ayrılır).
ranlı ansiklopedist
Al-Harizmî
«Mefatih-il-Ulm» (976) unda ilimleri ikiye
ayırır: 1) dinî hukuk ilimleri; 2) yabancı
ilimler yahut felsefe. Dinî hukuk ilimleri:
fıkıh,
kelâm,
sarf-u-nahiv,
kitabet
sanatları, aruz, tarih. Yabancı ilimler de
ikiye ayrılır: 1) nazarî ilimler (fizik,
riyazat, ilahiyat), 2) amelî ilimler (ahlâk,
iktisat, siyaset).
bnün Nedim’in «Fihrist»i (987-988)
da 10 bölümdür: lisaniyat, edebiyat,
tarihî ilimler, kelâm, fıkıh, felsefi ilimler
(riyaziyat, tababet, mühendislik dahil),
sihir ve efsane, mezhep ve dinler ve
simya.
bn
Sina’nın
«E ifa»sı felsefî
ansiklopedisinin en çok bilinen kısmı. Al-
Gazali’nin (1058-1111) « hya-ı ulum ve
din»i, ilimleri dinî ve din-dı ı olarak ayırır.
Kelâm ve felsefe (riyazat, mantık, tabiî
ilahiyat ve tabiî ilimler) bu iki gruba da
girmez. bn Rü d (1126-1198) tıbbî bir
ansiklopedinin
yazarıdır.
Aristo’nun
eserleri üzerine erhleri de geni bir
felsefe ansiklopedisi te kil eder.
bn
Haldun’un (1332-1406) «Mukaddime»si
ansiklopedik bir sosyoloji ve tarih
felsefesidir. limlerin tasnifini yapar ve
tarihlerine temas eder.»
SLÂM DÜNYASINDA YAZILAN TEK
ANS KLOPED : HVAN-I SAFA
R SALELER :
hvan-ı Safa risaleleri üzerinde
biraz durmak istiyoruz. Zira
slâm
dünyasında hem felsefî bir görü e
dayanan hem de zamanın bütün
ilimlerini kucaklayan tek ansiklopedi
hvan-ı
Safa
risaleleridir.
slâmda
ansiklopedik
eserler
sayılamayacak
kadar bol, fakat mazbut ve gerçek bir
ansiklopedinin
tek
örne i,
onuncu
yüzyılda kaleme alınan bu garip eser.
Konu üzerinde ısrar edi imizin bir ba ka
sebebi de ilim adamlarımızın a ılacak
kayıtsızlı ı. Filhakika ehli sünnet vel
cemaat uleması, kaynakları oldukça
bulanık olan bu «muhit-ül-maarife»e
temas etmeden geçmeyi maslahata daha
uygun bulmu lardır. Avrupa da geç
tanımı tır bu risaleleri. Uzun zaman
«Asya Cemiyeti»nin sekreterli ini yapan
allâme Jules Mohl, Steiner’in bir kitabını
vesile
ederek
ondokuzuncu
asır
oriyantalizminin
ortak
kanaatına
tercüman oluyor:
«Araplarda ilim bir çok çalı maların
konusu
olmu tur.
Hicret’in
ikinci
asrından itibaren sünnîlerin bir kat daha
abarttıkları kaza ve kader inancı bir çok
muarızlar
bulur
kar ısında;
ahlâk
duygusunu isyan ettiren bir nas’dı bu.
Yunan mekteplerinin etkisi yaygınla ınca,
Allah’ın vasıfları, hilkatin mahiyeti ve
ahiret hakkında da itirazlar yükselmeye
ba ladı. Kur’an felsefenin icaplarına göre
yorumlanmaya, harfi tefsirlere kar ı aklın
ve ahlâkın hakları korunma a çalı ıldı,
bilhassa Memun’un hilafeti devrinde bu
yeni görü ler öylesine hâkimdiler ki ba ka
dü ünceleri susturma a kalkı tılar. Yazık
ki
mücedditler
Aristocuların
cedel
usullerini benimsemi lerdi, önce bu
metodla hasımlarını hapt ettiler fakat
hasımları da aynı silâhlarla kar ı
koyunca münazara medrese kavgasına
dönü tü. Bu çeki melerden hiçbir ey
anlamayan kalabalık, tartı malara kulak
asmaz oldu. Nas da daha düzenli bir
müdafaaya kavu arak güçlendi El-E ’ari,
na ı
cedelle
zırhlandırdı,
böylece
sünnîler’in
benimseyece i
skolastik
teolojiyi
(yâni
kelâm’ı)
kurdu:
mücedditlerin kar ısında yıkılmaz bir kale
vardı artık. Araplar’da dü ünce hürriyeti
bu yüzden kayboldu ve slâm dünyasının
inhitatı ba ladı. Parlak bazı dönemlerin
sarstı ı a ır fakat kar ı konmaz bir
inhitat...
Bununla beraber hemen
i aret edelim ki Mutezile’nin bozguna
u raması kavgayı nihai olarak sona
erdirmi de ildir. Yunan felsefesi Arap
dü üncesini adamakıllı sarmı tı, kitle
sünni
tefsiri
benimsemi ti
ama
münevverlerin üpheleri sürüp gidiyordu
hâlâ. Meselâ Milâdın onuncu asrında
hvan-ı Safa toplulu u ile kar ıla ıyoruz.
Toplulu un
merkezi
Basra
idi,
bulundukları her ehirde toplantılarına
mahsus evleri vardı. Amaçları, dinin
yerini tutabilecek bir tabiat felsefesi
kurmak için birlikte çalı maktı.
Bilgilerini elli iki risalede topladılar,
zamanın bütün ilimlerini kucaklayan ve
metafizik ve dini nazariyeleri hiç bir
zaman gözden kaçırmadan bu bilgileri
sistemli bir ekilde sergileyen bir eser. lk
ele aldıkları riyazi ilimler, çünkü onlara
göre riyaziye, zekânın tehzibi için
vazgeçilmez bir vasıtadır, Fisagor’un
inancını benimserler: sayılar her eyin
temelidir. Sonra mantık ilimlerine geçilir,
bu alanda da tabiat ilimlerinde oldu u
gibi kılavuzları Aristo’dur. Daha sonra da
teoloji ilimlerini incelerler, bu konuda da
yeni-eflatuncudurlar.
Kitapta, hesap, hendese, ilm-i
nücum, co rafya, musiki nazariyeleri,
sayılar arasındaki münasebetler ve
sayıların ilimlerle sanatlara tatbiki ile
ilgili bir nazariye buluyoruz. Eser,
Araplar’daki felsefî dü üncenin en çarpıcı
belirtilerinden
ve
Arap
medeniyeti
tarihinin
doruklarından
biri.
Safa
Karde leri, tabii ve ahlâkî ilimleri ortak
bir
dü ünce
etrafında
toplamak
istemi lerdi, ba arıya ula amadılar ama
slâm do u’da hür dü üncenin son
büyük çabası oldu bu. Gerçi, Gazali gibi
aydınlar
dü ünce
huzuruna
kavu mamı tı henüz ama tedirginlik
ancak
sofiler’in
mistisizmine
sı ınabiliyordu.» (Jules Mohl, Vingt-spet
ans d’Histoire des Etudes orientales,
«Do u Ara tırmaları Tarihinin Yirmiyedi
Yılı», Paris 1879)
Bir tarih eserinin ahadeti:
Ça da
batının
en
muteber
kaynaklarından
biri,
îhvan-ı
Safa
hareketini öyle anlatıyor: «Bir avuç bilgin
gizli bir topluluk kurmu tu, maddî ve
manevi yardımla ma amacıyla birle en bu
insanlar mistik ve siyasî bir inançtan
ka y n a kla n ıy or la r dı. hvan-ı
Safa,
faaliyetleri
yayıma
dökülen
ilk
dü ünce
toplulu u. Unutmayalım ki,
çe itli dinlerden kimseler arasındaki
toplantılar, Abbasi hanedanının hilâfete
geçi inden
beri
Ba dat’da
sürüp
gidiyordu.
Bir
tarihçi,
Bermekiler
devrinde, zaman zaman tekrarlanan bu
toplantıları anlatırken sünnî, Alî, haricî,
mutezili, imamî, zerdü ti âlimler bir araya
geliyordu, der. Basra’da da aynı dü ünce
kayna masına ahit olmaktayız, üstelik
orada
tartı malara,
budistler,
manikeenler hattâ düpedüz mülhitler bile
alınıyordu. Hülâsa olarak diyebiliriz ki:
Abbasîler’in
payitahtındaki
âlimler
arasında mezhep ayrılıklarına göz yuman
bir karde lik sürüyordu.
hvan-ı Safa da bir âlim ve filozof
birli iydi. Her üye ba ka bir bilgi dalında
uzmandı. Hem filozoflar hem de sünnî
âlimlerce üpheli görüldüler, hattâ slâm
uleması kâfir saydı onları. Oysa inanç
bakımından mü’mindiler fakat nas’lara
yüksekten bakan bir felsefeleri vardı, sık
sık akılcı izahlara ba vurarak nas’ları
sarsıyorlardı.
Bununla
beraber
doktrinleri çok saf ve yüksektir, bir nevi
estetik
panteizm:
dünyanın
bütün
bölgelerinin ahengini amaçlayan bir
inanç. Allah da, hayr-u âlâ oldu u için
böyle bir ahengi murad etmi tir.
Ayrıca, Karmati telkinlerin amacı
olan e itçi tesamuh zihniyeti, bu
ansiklopedide en beli ifadesini bulur.
Safa karde lerinin felsefe ve ilahiyat
e itiminde hiç bir etkileri olmamı tır ama
yazıları din dı ı çevrelerde geni bir
okuyucu
kitlesi
bulmu tur.
Nazariyelerinden
çe itli
tarikatlar
do mu tur. Sünniler üphelerinde haksız
mıydılar? Hayır! Nitekim risaleler 1101 ve
1150 yıllarında Ba dat’ta yaktırılmı tır.
Karde ler,
slâm’daki
çe itli
fırkalardan
bahsederken
Râzi’yi
hatırlatırlar: «Bütün bu fırkalar birbirini
kafir sayar ve lanetler... görü leri ba ka
ba kadır, iddetli tartı malar yüzünden
birbirlerine dü man kesilirler, sık sık kan
dökülür,
mallar
tebah
olur
ama
tarikatların sayısı gittikçe artar. nsanlar
hırla acâklarına, anla mak, sevi mek,
yardımla mak için bir araya gelselerdi,
Peygamberlerinin
emrine
uymu
olurlardı.»
Filozoflar, akıl adına, iî hizipler,
siyasî ve hissi saikler yüzünden sünni
slâmiyet’in sınırlarını a ıyorlardı zaman
zaman.
Safa Karde lerin ideal insan tarifi
koyu
sünnileri
ku kulandıracak
mahiyetteydi: «Ahlâkça kâmil insan, do u
ranlıdır, imanca Arap, terbiyece Iraklı,
zekâca branî, bir sa tilmizinin siyretine
sahip, Suriyeli bir ke i kadar dini bütün,
ilim dedin mi yunanlıya e it, bir hintli gibi
cümle esrara a ina ve sonunda bir sofi
ahlâkı» (Histoire du Developpement
Cultural et Scientifique de l’Humanite,
« nsanlı ın lmî ve Kültürel Geli mesi
Tarihi», cilt 3: «Orta Ça daki Büyük
Medeniyetler» 1969, U.N.E.S.C.O).
Carra
de
Vaux
Dü ünürleri» nde ne demi ?
« slâm
Carra de Vaux teferruata daha
çok iniyor: «Safa yahut hulûs karde leri
ismi filozofun tercümesidir. Filo: dost,
arkada , Sofos: safiyet, hulûs. Filozof
belki de böyle anla ılıyordu antikitede.
Nitekim, yarı âlim yarı dindar ki ilerden
kurulu
Fisagorcu
topluluklar
da
kendilerine filozof diyorlardı. Kelimeyi,
muhib-i hikmet
tabiriyle
açıklayan
Plütark olmu tur.
hvan-ı
Safa’ya
benzeyen
topluluklar daha önce de vardı slâm
dünyasında, kör air Be ar ibn Bord
(ölümü 167) böyle gizli bir cemiyettendi.
hvan-ı Safa’nın amacı felsefî bilgileri
yaymaktı. Yeni-eflatuncu mezhebi halka
yaymak için ansiklopedi kaleme aldılar.
Kolay ve akıcı bir dille yazılan bu
risaleler, onuncu asırda Yunan felsefî
gelene inin
ne
durumda
oldu unu
anlamak için son derece de erlidir.
Risaleler slâm dünyasında geni bir
alâka uyandırmı tı. Bir slâm âlimi,
Madridli Müslime (ölümü 395) do uya
yaptı ı bir seyahatte risaleleri toplayıp
yok olmaktan kurtarmı . Bütün olarak
Bombay’da basılmı lardır. Batı’da ise
Dieterici bir kısmını tab’ettirmi
ve
üzerlerinde de erli çalı malar yapmı tır.
Safa Karde ler zihniyetçe sünni
de illerdir, dini olmasına dini bir zihniyet
ama nas’ları filozofça yorumlar, bu
itibarla yıkıcıdır. Kaldı ki kazandıkları
ba arı da eserlerinin dini yönünden illeri
gelmemi tir, mühim olan eserin ilmi
cephesidir. Karde ler, birçok bölümlerde
Aristo’nun izleyicisidirler, metafizik ve
mistik alanda ise Eflatun’a ve Fisagor
gelene ine ba lıdırlar.
te fizikle ilgili risalelerinden bir
bölüm: «Malûmunuz ola ki her ilmin veya
sanatın
müntesipleri
vardır,
bu
müntesipler ortak birtakım mebdelerden
hareket ederler ve bu mebdelerin
neticeleri üzerinde münaka aya giri irler.
Nerelerde ayrıldıklarını görmek için bu
mebdelere dönerler hep». stidlali ilimlerin
özü bu de il mi? «Fizi in konusu
cisimlerle bu cisimlere âriz olan gerek
zarurî, gerekse geçici hallerdir. Bu ilimler
üzerine bir çok risale kaleme almı
bulunuyoruz. lk risalede madde ve
suretten,
hareketten,
hayizden
ve
zamandan bahsettik. Bütün bu cisimler
bu be
vasıfta mündemiçtir. ‘His ve
Mahsus’ adlı risalemizde, cisimlere âriz
olan ahvali anlattık. Bir sonraki risalenin
konusu ise feleklerle dünyâdır. Burada
da feleklerin nizamını, kuturlarının
tûl’unu, devirlerinin süratini, yıldızların
buutlarını, hareketlerini ve zayirçeleri
açıklama a
çalı tık. Sonraki risalemiz
tenasül ve fesadı ve dört unsuru, yâni
ate i, havayı, suyu ve topra ı inceliyordu;
bu dört unsurun nasıl birbirine karı tı ı
ve bunlardan çe itli varlıkların nasıl
meydana
geldi ini
tafsil
eyledik.
Dördüncü risalemiz cewi hava ile cewi
havada vuku bulan de i ikliklerden
bahisti.
Be inci risale
meadin
ile
cevherlere aitti. Bu madenler arzın
kuca ında,
da ların
ma aralarında,
denizlerin derinliklerinde nasıl olu ur,
söyledik. Sonraki risale nebatata dâirdi,
nebatatın ecnas ve envai nelerdir, faydalı
veya zararlı vasıfları hangileridir, bir bir
anlattık. Yedinci risale de hayvanatın
enva ve ecnasını, herbirinin hususiyetini
ele aldık...»
Yazar, hesap ve hendeseye ayrılan
risaleleri hatırlattıktan sonra, öyle diyor:
«Eski filozoflar bu konuları incelemi ve
bilgilerini kitaplara aktarmı , bu kitaplar
okuyucuların elindedir. Evet ama bu
eserler çok uzun. Dilden dile çevrilerek
gelmi bizlere, mütercimler her zaman
mânâyı lâyıkı ile anlıyamamı lar, bunun
için de dü ünenler, ellerindeki kitaplarda
eskilerin
dü üncelerini
kolay
kolay
bulamıyorlar, ara tırıcı, temel fikirleri
yakalıyamıyor.
Risaleleri bunun için kaleme aldık,
yazarken ihtisar tarikini tercih ettik.
Risalelerimiz
birer
telhis
veya
mukaddemedir. stedik ki talebeler o eski
eserleri kavrayabilsin ve müptedilere
yardımcı olalım.»
Demek ki, murad, Aristo’nun
basitle tirilmesinden
ibaret.
Ama
yazarların tabiattan nasıl söz ettiklerine
bakınca anlıyoruz ki yeni-eflatunculuk da
i e karı mı . Tabiat cihan ümul olan ruh-ı
eflâkin bir vasfından ibaret. Bu ruh, esiri
bölgeden ne et ederek, taht-el-kamer
bütün bölgelere yayılır ve dünyanın
merkezine kadar nüfuz eder. Tahtel-kamer ecsam, basit ve mürekkep
olmak üzere iki nevidir. Basit cisimler
dörttür: ate , hava, su ve toprak.
Mürekkep cisimler de üç nevidir:
madenler, nebatlar, hayvanlar. Aydınlık
nasıl havaya yayılmı sa, tabiat adını
verdi imiz bu vasıf da bütün varlıkları
kucaklar, onları hareket ettirir veya
sükûn içinde bulundurur, olu turur ve
herbirini mukadder olan akibetine isal
eder...»
Safa Karde lerin mesle i, burada
daha
çok
yeni-fisagorcularınkini
hatırlatır: «Bu âlem ümul can, dünyanın
ruhudur; dünya büyük bir insana
benzer:
tabiat
cihan ümul
ruhun
cilvesidir; anasır-ı erbaa, mesnedi olan
malzemedir; cevler ve felekler âletleridir
(uzuvları);
madenleri,
nebatları,
hayvanları harekete geçiren bu ruhtur».
Yazarlar, nevin süreklili ini, ferdin geçici
ve
fâni
oldu unu
buna
benzer
mülâhazalarla izah ederler, neviler hep
aynı kalır, muayyendirler, suretleri
maddelerindedir; oysa fertler sürekli bir
akı
içindedir, ne mahdutturlar ne
muayyen. Neden suretler, cinsler ve
neviler madde ile tesbit edilmi tir? Çünkü
âmilleri, eflâkin cihan ümul ruhudur;
yani müessirleri sabittir; oysa fertlerin
sürekli de i ikli i esbab ve avamilindeki
tahavülâttan ileri gelir. Bu felsefeye göre,
ruh-u avalim muharrik-i ûla’dır; ecramı o
tahrik eder, gece ve gündüz o sayede
vuku bulur.
Risalelerde
büyük
tabiat
olaylarının izahını yapma a çalı an
denemeler
var: meddü cezir, yer
sarsıntıları, güne ve ay tutulmaları.
Skolastikte büyük yer tutan bir mesele
de tartı ma konusudur: Bo luk meselesi.
îhvan-ı Safa bo luk diye bir ey tanımaz:
«Dünyanın dı ında ne hela vardır ne
mela.» Birçok filozoflar kürelerin ötesinde,
ya ba ka bir cisim yahut sonsuz bir
bo luk oldu una inanmı : yanlı . Bo luk
dünyanın içinde de yok dı mda da. Aklen
sabit bir hakikat bu. Nasıl mı? öyle:
bo luk bir hayz’dır, hayz cisimlere ait bir
özellik, yani cisim olmadan hayz olmaz.
Peki kürelerin ötesinde cisim olmadı ını
nasıl ispat edece iz? Bunun için aklî
delillere ihtiyaç yok, mü ahede kâfi. Bu
cismin varlı ını iddia edenler iddialarını
ispat etsinler, insan böyle bir
eyi
tasavvur etmek zorundaymı . Tasavvur
demek vehim demek; «vehim, olanı da
olmayanı da tasarlayabilen bir melekedir,
yani ba lı ba ına bir bürhan olamaz.»
hvan-ı Safa sayılara tutkundur,
fisagorcular gibi varlıkları sayılara göre
ele alma a alı kındırlar. «Nefsaniye»
ba lıklı yazılarında bu itiyatın izlerini
görüyoruz.
«Sayıların mahiyetinden ilk söz
eden Fisagor olmu diyorlar. Varlıkların
mahiyeti sayıların mahiyetine ba lıymı .
Sayıların
mahiyetini,
nevilerini,
özelliklerini bilen, varlıkların nevilerini ve
çe itlerini de bilirmi ». ki nevi varlık:
külliler, cüzîler. Külliler dokuz sınıfa
ayrılır, 9 sayı gibi. Birlik yaratıcıdır,
tektir, yalındır, ezelî ve ebedîdir, sonra
akıl veya müdrike gelir, bu da iki nevidir:
fırkî veya kisbi. Sonra ruh gelir, ruh üç
cinstir: nebati, hayvani ve nâtık. Her
varlık i gal etti i sıraya göre kısımlara
ayrılabilir. Dördüncü sırada madde
vardır, o da dört nev’e bölünür:
sanatların
maddesi,
fizikî
madde,
bütünlü ün maddesi, madde-i ûla.
Be inci sırada tabiat, be cinse ayrılır:
gökler ve ayın altındaki dört unsur.
Altıncı sırada cisim. Cismin altı istikameti
vardır.- yukarı, a a ı, sa , sol, ön, arka.
Kürenin mertebesi yedi: yedi seyyare.
Unsurlar sekizinci basamak, vasıfları da
sekiz, daha do rusu iki iki birle en dört
vasıf: toprak so uk ve kurudur; su,
so uk ve nemli; hava, sıcak, ve nemli;
ate sıcak ve kuru. Dokuzuncu sırada
cisimler yer alır: madenler, nebatlar,
hayvanlar, her biri için de üç bölüm.
Bize kadar gelen daha yaygın bir
nazariyeye göre, cisimler iki er iki er,
üçer
üçer
vs.
birle tiklerine
göre
sınıflanırlar; madde ve suret, cevher ve
ârazi sebeb ve müsebbeb, basit ve
mürekkep... umumiyetle bir vasıfla onun
zıddı. Üçer üçer birle enler: 3 buut, 3
hendesi kemiyet: çizgi, satıh, ve hacmi;
zamanın üç ânı: mazi, hal, istikbal;
metafizikte, mümkün, müstahil ve zarurî
ilimlerin üç zümresi hendesî, fizik ve
teolojik ilimler. Bütün cisimler de öyle
de il mi? Her cismin iki ucu bir de ortası
var. Dörder dörder birle enler madde
dünyasındaki vasıflar: sıcak so uk (kuru
ve nemli), yabis ve râtib; unsurlar,
mizaçlar,
mevsimler,
asli
cihetler,
rüzgârlar,
rakamlar.- birler,
onlar,
yüzler,
binler
(çünkü
Yunanlıların
rakamlama usulünde binlerden üstün
rakam yoktu). Be denince akla gelen be
seyyare, be hayvan nevi, be cins nebat,
musikide be porte vs.
hvan-ı Safa’nın din konusunda
çok serbest olduklarını söylemi tik.
Örnekler verelim: bâs-ı badel mevt
nas’ını tefsir ederken
öyle derler:
«Malûmun ola ki, ruh-ı cihan dünyadan
ayrılmadıkça, dünya devrine devam
edecektir.
Ruh-ı
cihan
dünyadan
ayrılınca
ha r
olacaktır.
Filhakika
kıyamet, kelimesi kıyamdan gelir; ruh
bedeni terkedince, özüne dönmü olur;
kıyamet budur i te. Peygamber: «ölen
vücuddur, ruh için ölüm yoktur» demiyor
mu? Demek ki iki kıyamet var: küçük
kıyamet, ki i için canın vücuddan
ayrılması yani bizim ölümümüz. Büyük
kıyamet, ruh-ı cihanın dünyadan ayrılı ı,
yani kâinatın ölümü. Görülüyor ki hvanı Safa’ya göre, kıyametle ölüm aynı
eydir, çünkü bedenden kurtulan ruh,
kendi
ba ına
ya ayacaktır,
bizim
ölümümüzle kâinatın ölümü birbirine
benzer. Yani kâinatın yüzde yüz ruhani
ve animik hayatı o zaman ba lar.
hvanı Safa gerçek bir gizli
cemiyet. Risalelerinden ikisi (43 ve 44
numaralılar) remzi bir ifadeyle bunu
belirtiyor, bu risalelerin konusu: imanları
ve te kilâtları: «Malûmun ola ki bizler
Safa
karde leriyiz,
ihlaslı,
saf,
feragatkâr... Bir zamanlar babamızın
ma arasındaydık; sonra devirler de i ti,
vakt-i merhune eri tik. Uyandık, eshab-ı
keyf uykularını tamamladılar, önce
ülkeye da ıldık, sonra vâd-ı ilâhî tecelli
etti, bir araya geldik. Ve göklerde
yükselen belde-i ruhaniyemiz ayan oldu,
cedlerimizle çocukları îblis’in i vasına
uydukları için oradan kovulmu lardı.
blis,
onlara,
size
hayat
a acı
gösterece im ve ölümsüz bir ülkede
ya ayacaksınız, demi ti»... «Karde lerimiz
din u runa ve geçimlerini sa lamak için
birbirleriyle
yardımla mayı
uygun
buldular,
zira
biliyorlar
ki,
ilâyı
kelimetullah için ve din karde lerinin
hayrına bedenlerini tebah ederler ise,
ruhları
melekûta
yükselecektir»...
«Malûm ola ki karde lerimizin bulundu u
her
ehirde bir evi olacaktır, belli
zamanlarda,
bilhassa
ya mur
müjdeleyen her yıldız gök kubbede
nümayan oldukça bu evlerde toplanacak
ve
bu
evlere
ba ka
hiç
kimse
alınmayacaktır. Bulu an karde lerimiz
ilimlerini tazeleyecek ve sırları üzerinde
konu acaklardır.»
Toplantılarda söz konusu edilen bu
ilim, ruhun, aklın, ihsasların ve kütüb-ü
mukaddesenin ilmidir. Ba ka bir deyi le,
kadim felsefe, riyazi, fiziki ve dinî
ilimlerdir. Bu ilimlerden hiçbirinin terk
edilmesi caiz de ildir, hepsi birden terkibi
olarak tetkik edilmelidir: «karde lerimiz
hiç bir ilmi kötülememeli, bilgilerden hiç
birinin kitabını küçümsememeli, hiç bir
inanca dü man olmamak, zira bizim
mesle imiz ve imanımız bütün imanları
a ar ve bütün ilimleri birle tirir».
Risalelerde
yeni
karde lerin
cemiyete nasıl alınaca ı ve birbirlerine
nasıl yardım edecekleri de anlatılır:
«karde lerimizin bulundu u her yerde
içlerinden biri cemiyete yeni bir arkada
veya bir karde adayı kabul ettirmek
istiyorsa önce bu zatın durumunu tahkik
etmelidir, ahlakını tecrübeden geçirmeli,
itikat ve imanından emin olmalıdır», zira
insanların huyları ba ka ba kadır, kötü
mizaçda bir insan hvan-ı Safa arasına
katılmamalıdır. Âlim ve yoksul karde le
zengin
ve
cahil
karde
birbirini
küçümsememeli, ikisi de beden için
çalı an elle ayak gibi yardımla malıdır.
Tarikatta çe itli mertebeler var. Bu
mertebeler
remzi
olarak
belirtilmi
risalelerde.
lk
mertebe
kalfalık
mertebesi. Kalfa en az onbe ya ında
olacaktır. kinci mertebe: terbiyecilik.
Terbiyeci karde lerin çobanıdır, en az
otuz ya ında olmalı. Üçüncü mertebe
hükümdarlık ve sultanlık. Sultanın görevi
ayaklanmaları önlemek, itaatsizlikleri
bastırmak, herkesi bilim ve münasevette
do ru yolda tutmak. Bu mertebedekiler
yasama gücünü temsil ederler ve en az
kırk ya ında olmaları lâzımdır. En yüksek
merhale ahlık merhalesi ( ahın hükmü
bütün ülkede geçerlidir). Elli ya ından
sonra ah olunabilir. Bu mertebe bir
velayet ve rüyetullah mertebesidir,
ölümden sonra eri ilen mertebeler gibi.
Kur’an’ın bir çok âyetlerinde, brahim’in,
Yusuf’un, sa’nın, Sokrat’ın, Fisagor’un
birçok sözlerinde bu mertebeye imâlar
vardır.
sa: «bu mabedi terkedince
(bedeni), semavattaki pederimin ve
pederinizin sa ında oturacak ve sizin için
efaat
edece im»
demi ,
«ülkelerin
sınırlarına kadar gidin ve milletleri Rabbe
davet edin». Fisagor’a atfedilen söz de u:
«Tavsiye ettiklerimi tutarsan, bedeninden
ayrılınca, semavatta ya arsın, dünyaya
dönmezsin bir daha, senin için ölüm
yoktur artık.» (Carra de Vaux, Les
Peuseurs de l’Islam, « slâm Dü ünürleri»,
Paris 1921
Henri Corbin’in iddiaları:
«Elimizdeki
metinler
Onuncu
Asır’dan kalmı . Yazarlardan bazılarının
adlarını tanıyoruz: Ebû Süleyman Musti.
Mukaddesi, Ali bn Harun Zencânî,
Mehrcânî, Awfi.
Risaleler propaganda maksadı ile
yazılmı . Ama eser lerin muhatabı halk
de il. O zaman risaleler camilerde
da ıtılırmı .
smailî pedagojiye göre,
eriatın üstünde bir takım bilgiler
olaca ını anlama a kabiliyetli herkesi
uyandırmak lâzımdır.
eriat, sâdece,
zayıf ve hasta ruhlar için bir devadır.
Felsefe ile dini uzla tırmak da söz konusu
de ildir. rfâniye her ruhun kabiliyetine
göre mânâ seviyeleri vardır der.
Te kilâtın temelinde bu inanç
yatar. Mânevi bir necat te ebbüsü
kar ısındayız. Ama bu ne rasyonalizm ne
de agnostisizm, çünkü mütefekkirlerimiz
için bu iki yol necata götürmez. Mesele,
müridi Tanrı gibi ya ama a sevketmektir.
Bu «initiatique» felsefe, «proph6tique»
felsefe çizgisindedir.
Demek ki Basra’daki Karde lerin
ansiklopedisi,
bütün
bilgileri
kucaklama a
ve
insan
soyunun
çabalarına
gereken
mânâyı
kazandırma a
çalı ır.
51
risaledir
(bugünkü baskılarda 52 nci risale
sonradan
eklenmi e
benzemektedir).
Risaleler dört büyük bölüme ayrılmı tır.
14 ü giri mahiyetindedir, riyaziye ve
mantık,
17
si
tabiat
felsefesine
ayrılmı tır, ilm-ün nefs de bunlara dahil.
10 u metafizi i ele alır. 10 u da
tasavvuftan
ve
ilm-i
nücumdan
bahseder.
slâm kaynaklı bazı mu’talar
sayıların vasıflarına ait yunanî mu’talarla
kayna tırılır. Oldukça geni olan bu
ansiklopedinin
(yahut
fisagorcu
aritmolojilnin 51 kitap tutması tesadüfi
de ildir. 17 kitabın fizi e ayrılması da öyle
(17X3 = 51).
Karde ler de Câbir ibn Hayyân gibi
Mizan’ı,
metafizik
bir
prensip
mertebesine yükseltirler. Câbir de, her
felsefe ve her ilim bir Mizandır diyordu.
Demek ki dü ünce, sayıların
tema ası olan Mizan, felsefenin de,
felsefenin içine giren her konunun
üstünde bir nevidir. Basralı Karde ler
için de, her ilmin ve her tekni in kendine
has bir mizanı vardır. «En yüksek mizan»
ise, Kur’an’da mezkûr mizandır (21/48,
Kıyamet
gününde).
Böylece
Mizan
kelimesi
iî ve ismailî bir mânâ
ta ımaktadır. Burada söz konusu olan
Mizanı
hak’tır,
yani
adi.
Adl’i
gerçekle tirecek olan ise, Mehdidir.
Karde ler
topluluklarının
ideal
kurulu unu
açıklarlar.
Ya la geli en
kabiliyetlere göre dört mertebe. (Mekke’ye
hac, hayat hac’cı olarak de i ir). 1) Tabiat
kanununa göre yeti mi 15-30 ya arası
gençler, 2) Din dı ı bilgeli e, e yanın
analojik bilgisine göre yeti tirilmi 30-40
ya arası ki iler, 3) Mürid 40 ından sonra
eriat’ın zahiri mânâsı altında gizlenen,
mânevi gerçe e «inité» olacak ehliyete
gelir, artık bilgi tarzı, peygamberânedir.
4) 50 den sonra e yanın kûhnündeki
batınî mânâya nüfuz edebilir. Bilgisi
meleklere has bilgidir. Hem hayat
kitabını hem de Kelâmullah’ı anlar. Hem
sâb’îler’in, hem ismailîlerin anlayı ını
mezceder.
52 nci risale «al-Risâlet al-câmi’a»
adını ta ır, öteki risalelerde ele alman
meseleleri
tekrar
eder.
Adem’in
cennetten kovulu u ile ba lar.
Sünnilerin Karde lere davranı ı
dü mancadır. Halife Mustancid (1150 de)
risaleleri
yaktırmı
bn
Sina’nın
eserleriyle birlikte. Bununla beraber eser
yine de ya amı . Farsçaya ve türkçeye
çevrilmi . Bütün müslüman mistikleri
(mutasavvıfları) üzerinde büyük etki
yapmı .» Henri Corbin, Histoire de la
Philosophie Islamıque, « slam Felsefesinin
Tarihi» Paris 1964
«Les schismes dans l’islam»ın
hükmü
« smailiye’nin büyük ansiklopedisi
olan hvan-ı Safa Âl-i Buveyh devrinde
tamamlandı. Kayna ı da yazılı tarihi gibi
kesin olarak belli de il», Fatımilerin ikinci
gizli imamı Ahmed bin Abdullah’ın yazdı ı
söylenir, Basra’da yerle mi smailî bir
cemaatin eseri oldu unu söyleyenler de
var. bn Teymiye: «Hicretin dördüncü asrı
sonlarında kaleme alınmı tır, diyor,
amacı, Fatımi hanedanına bir devlet
doktrini sunmak için eriatı, felsefeyi,
iiligi uzla tırmaktır». (Laoust H., Les
schismes
dans
l’islam,
« slamda
bölünmeler.»)
Bir felsefe hocasının izahları:
Bir ba ka oryantalist de konuya
öyle giriyor: «Kelimenin gerçek mânâsı ile
müslüman fırkaların yanında, do rudan
do ruya
felsefi
bir
amaç
güden
topluluklar da vardı. slâm’ın çe itli
ülkelerine yayılan bu topluluklar çok defa
gizli
olarak
ya ıyorlardı,
sıkı
bir
mertebeler dizisine dayanmaktaydılar.
a k ı l hocaları Hazret-i Muhammed’den
çok Ampedokl, Fisagor, Eflatun veya
Aristo gibi eski yunan bilgeleriydi. Bu
sistemler arasında hiç bir kronolojik
ayrılık gözetmiyorlar, hepsini de yenieflatunculu un çe itli tezahürleri olarak
takdim ediyorlardı. Bu isimlerin yanında
Yesu ve efsanevi Hermes gibi nebilere de
yer veriliyordu. Zerdü t’le, Sâbiî’lerin
(kısmen de brahmanların ve belki de
budistlerin) fikirleri iç içe idi. Bu
topluluklar öyle bir inanca dayanıyordu:
hakikat
hiç bir dinin veya mektebin
inhisarında
de ildir,
sadece
bazı
insanların imtiyazıdır, bunlara ermi
(illuminé) diyoruz. rfaniyenin varisi olan
bu ki iler çe itli zamanlarda ortaya
çıkarlar. Bu topluluklar içinde en mühimi
hvan-ı Safa’dır.
Basra’da
geli en
bu
cemaat
muazzam bir ansiklopedi bırakarak
tarihe karı mı . Ansiklopediyi, arapça
metinlerin baskısı ve Dieterici’nin yaptı ı
tercümeler sayesinde tanıyoruz (Leipzig,
1883-1888).
Bu cemaata göre «safa», tema ai
hayat demek, kanunları bulutların
üstünde, remzi bir Süleyman’ın hüküm
sürdü ü esir âleminde. Ruh
blisin
igvasına kapılınca insanlar da cennetten
kovulmu .
Ruhları,
lim
sayesinde
temizlenince
tekrar
esir
âlemine
dönecekler.
hvan-ı Safa için, bilgi safla madır;
ilme uygun olarak ya amak, saf olarak
ya amak. Ahlâk kaideleri, yasandan
hayatla
tema a
mebdei arasındaki
uyu mayı sa lar. Bu mebde: nizam ve
ahenktir.
hvan-ı Safa ansiklopedisi elli iki
kitap, onlarda zamanın bütün bilgisini
buluruz. lm-i nücum, co rafya veya
hendese ve mantık yoluyla riyaziyattan
tabiat ilimlerine inilir. Sonra da külli ve
ferdi ruh ilmine ve kelâma geçilir. Bu
yolculukta ba lıca kılavuz Aristo’dur
önceleri. Fakat sonra eflatunculuk a ır
basar, «sözde Aristo»nun yeni eflatuncu
görü leri... Üç dinin bütün tecrübesi iç
içedir, üstelik zerdü t dü üncesi ile hint
dü üncesinden de katkılar var.
Mutlak birlikten do an ve mutlak
birli e dönen kozmik gerçek. Bu yoldaki
tecellinin dokuz basama ı: l — Mebde, 2
— Akıl, 3 — Ruh, 4 — Fikrî madde, 5 —
Üç buutlu madde, 6 — Felekler, 7 —
Tahte’l kamer’de müessir olan tabii
kuvvet, 8 — Unsurlar, 9 — Unsurların
terkipleri. Bu
ilk
tecelli
hareket
sayesinde gerçekle ir. Unsurların terkibi
yoluyla Bir’den do an gerçek yeniden
vahdet’e döner. Madenden nebat do ar,
nebattan da hayvan ve sonra insan.
Atmosferden buzlar bölgesine sonra da
esir âlemine geçildi i gibi, esir âleminden
de ar a geçilir. Darwin’in tezlerini
müjdeleyen bir «geçi -dönü » telâkkisi.
Darwin için de ta ları kaplayan bitki
embriyonları madenle bitki arasında bir
ara durak de il mi? Maymun da insanla
hayvan arasında bir geçi . nsan, arzın
merkezi ile gök’ün doru u arasında, yan
tabiat, yan ruh. Ar a dönmek ister,
orada madde dı ı, saf varlıklar kendini
beklemektedir.
Ruhî güçlerden her birinin kendine
göre bir amacı vardır, mahiyetini
belirleyen bir amaç: insan hürdür. Bir
bedahat bu ama her insanın ahlâkı
ba ka. Ahlâkları ekillendiren, yıldızların
etkisi ile rü eymin geçirdi i macera.
Ahlâk ya do u tandır, ya sonradan
kazanılmı .
Do u tansa,
yaratıcının
gayelerine uygun olarak kalblere ilka
etti i arzular mecmuasından ba ka ne?
yi veya kötü, sâlih veya fasit, mükâfata
lâyık veya cezaya müstahak insanlar
olu umuz bu arzulara ba lı. Yahut da
kaderimizi tâyin eden yıldızlardır. Eserin
çe itli bölümlerinde yıldızların tesirleri
uzun uzadıya anlatılır, ma’ eri hayatın
bütün
arızaları
yıldızların
eseridir:
hükümetlerin
kurulu u,
yöneticiler
arasındaki de i iklik v.s. Do u tan gelen
ahlâk sayesinde kimi nebi olur, kimi
fakih, kimi emir, kimi imam, bir ba kası
çalı ma ve hizmete yönelir.
Dünyada herkesin ahlâkı ba ka,
çünkü bu âlem kesret âlemi.
Yalnız, tabiî ahlâkın yanında
sonradan kazanılmı
ahlâk da var,
insanın hür iradesine ba lı ahlâk.
Müktesep ahlâk tabiî ahlâkı yok edemez
ama
ferdin
tercihlerine
göre
mükemmelle tirebilir. nsana, do ru yolu
gösterecek iki kılavuz: imanla ilim. eriatı
mecaz yoluyla tefsir eden bu yazarlar
için, iman, irfan yani gnose demektir;
necat ve selâmete götüren, irfan.
Vücutlar için ha r yoktur, ha r
ruhlar içindir, ölümden sonra dirili ,
ruhun
bedenden
nihaî
olarak
ayrılmasıdır.
nsanın kaçamıyaca ı ikinci derece
bir zaruret de siyasi hayat. Yönetim
tarzlarını be e ayırır «Safa Karde ler»: 1)
Peygamberlerin
yönetimi.
nsanlar
mükâfat ve mücazat ile terbiye edilir.
Yani dinin ilk gayesi amelîdir. 2)
Sultanların yönetimi. Kanun tek ve
de i mez oldu u için, bu yönetim te riî
de il, tefsirî’dir. 3) Cemaat ve emirler
yönetimi. 4) Aile yönetimi, 5) Münzevî’nih
yönetimi.
hvan-ı Safa, kendi üzerine kapalı
küçük
bir
zekâ
aristokrasisidir.
Kalabalıkları yöneten siyasî buyruklara
ve ki ilere boyun e er çok defa ama
onlara avam nazarıyla bakar. Kendine
has bir disiplini vardır, toplum dı ı bir
karde lik içinde ya ar. Toplulu un amacı,
ki inin
olgunla ması
için
kar ılıklı
yardımdır. Onun dı ında devlet, içtimai
huzuru sa ladı ı ölçüde de er ta ır».
(Quadri, La philosophie arabe, «Arap
Felsefesi» Paris 1960)
« slâm Ansiklopedisi» ne demi ?
Topluluk,
adını
Kelile
ve
Dimne’deki «Boynu
halkalı kumru»
hikâyesinden almı . Hayvanlar, avcıların
tuzaklarından ve ba ka tehlikelerden
yardımla ma sayesinde kurtulan «sâdık
safiler» imi .
«Tumturaklı hitabet üslubu ile
yazılmı , bir çok tekrarlar ile dolu olan bu
elli iki risalenin bütünü, hiç de ilse
haricen,
bir
ilimler
ansiklopedisine
benzemektedir. Birinci kısımdaki 14
risale, riyaziye ve mantık mebadisinden;
ikinci kısmın 17 risalesi tabiî ilimler ve
ilm-i nefs; üçüncü kısmın 10 risalesi
metafizik ve nihayet son kısmın 11
risalesi de tasavvuftan, ilm-i nücumdan
ye sihirden bahistir. Dördüncü kısmın bir
risalesinde (bütün serinin 45. risalesi),
birli in mahiyet ve te kilâtından da
bahsedilmektedir».
(T.
J.
Boer,
« hvanüssafa» in slâm Ansiklopedisi,
stanbul 1950).
Eski bir medeniyetin hâlâ ya ayan
bu
muhte em
âbidesi,
güdük
tecessüsümüzü
ve
yüz
kızartıcı
cehaletimizi ihtar eden bir vesikadır.
Avrupa, Alman Dieterici’den bu yana
Risalelere
e ilmi .
Tanınmı
arkiyatçıların hemen hepsi o emsalsiz
eserin
ortaya
attı ı
sorunları
aydınlatma a çalı mı . slâm dünyası ise
aynı
hassasiyeti
asırlardan
beri
göstermektedir. Risaleleri tanımamak
imtiyazı! Bize mahsus...
«Medeniyetlerin Defter-i Amali»
ba lı ı altında iki makale yayımladım. Bu
makaleler daha sonra geni letilerek «Milli
E itim ve Kültür» dergisinde çıktı. (Millî
E itim ve Kültür, yıl 3, sayı 11-12,
A n k a r a 1981) «Kübbealtı»nda oldukça
kalabalık
dinleyici
kitlesi
önünde
Risalelerin
ehemmiyetini
anlatma a
çalı tım. Emeklerim en küçük bir yankı
uyandırmadı. Bu sessizlik pek de haksız
de ildi.
Risalelerden
söz
ederken
selâhiyetimin dı ına çıkıyordum. Gerçi
Türkçedeki birkaç entipüften makale ile
oryantalistlerin birço unu okumu ve
Türkçeye çevirmi tim. Ama bilgim sı ve
yetersizdi. Hüseyin Nasır’ın
eserini
görememi tim. Harvard Üniversitesinde
doktora tezi olarak kabul edilen « slâmda
Kozmolojik Doktrinler» adlı kitap konuya
büyük bir yer ayırmı tı. Kitabı yüzüm
kızararak
okudum,
ö rendiklerimi
okuyucularıma aktarmak istiyorum.
HÜSEY N NASIRIN ESER NDE HVAN-I
SAFA:
hvan-ı
Safa
Risaleleri,
Mahiyetleri ve Muhtevaları:
«Yazıldıkları günden beri esrar
perdesi altında gizlenmi olduklarından
Risaleler birçok tartı malara yol açmı ,
hem Müslüman hem de Batılı ilim
adamları arasında sürekli bir çeki me
kayna ı olagelmi tir. Yazarları veya yazan
kimdi Risalelerin? Ne zaman ve nerede
yazılmı ? Nasıl yayımlanmı . Bu gizli
karde li in mahiyeti neydi? Bu ve buna
benzeyen sorular kesin bir cevaba
kavu mamı .
Eski slâm kaynaklarının ço u,
Basra’da ya amı bir takım bilginleri
Risalelerin yazarı olarak göstermi ler. bn
el-Kifti, «Ekber el-Hükema» adlı eserinde
—Abu Hayyan el Tevhidi’ye dayanarak—
Risalelerin yazarı diye Abu Süleyman
Muhammed ibn Mashar el Basti, Abul
Hasan Ali ibn Harun al Zancani, Abu
Ahmed al Mircani, Avfi ve Zaid ibn el
Rifai adlarını sayar. Oysa
ahrazuri
«Nuzhat
el-Arvah»ında
ba ka
yazar
isimleri sıralar. Abu Hayyan el-Tevhidi’ye
gelince... Onun da iddiası udur:
Vezir a ’bu Abdullah el-Sadan’ın
(985 de öldürülmü tür) emrinde bir
âlimler heyeti varmı .
bn Zarah,
Miskaveh, Abu’l Vafa, al Buzcani, Abu ’l
Kasım el Ahvazi... bunların sözleri
biraraya getirilerek Risaleler meydana
çıkmı . Abu Hayyan, yazarlardan birine,
Zaid ibn Rifai’ye, dayanarak diyor M:
«Risaleler belli bir sisteme sokulamaz.
Mektep,
bütün
dü üncelerden
faydalanarak
kurulmu tur.
hvan-ı
Safa’ya göre, Yunan felsefesiyle slâmın
dinî kanunlarını kayna tırmak kabil
olsaydı, imânın kemali gerçekle mi
olurdu. Bu amaçla felsefenin her dalını
ele alan elli risale yazdılar.»
Anla mazlık yalnız Risalelerin
yazarları hakkındaki görü lerde de ildi.
Risalelerin kayna ı olan slâm
toplumunun Risaleler üzerindeki payı da
tartı ma konusudur. Zamanımızdaki
münaka alar orta-ça dan beri
süregelmektedir. bn el-Kifti’ye
göre,
hvan-ı
Safa,
Mutezile
mektebine
mensuptur. Mutezile mektebinin olayları
ele alı ı akılcıdır. Hanbeli fakih, bn
Teymiye ise, hvan’ı, Nuseyrilere ba lar.
Nuseyriler
islâm
dünyasında
kar ıla aca ımız
zümreler
içinde
rasyonalizmden en uzak olanlardır. Bu
iki a ın uç arasında asırlar boyunca
tekrarlanan bir görü yer alır. Bu görü e
göre Risaleler, Ali ibn Talib, Gazali,
Hallaç, mam Cafer el Sadık veya çe itli
smailî misyonerler tarafından kaleme
alınmı tır.
smailî’lerin Risalelere gösterdi i
büyük
saygı,
Risalelerin
bilhassa
Yemen’deki smaililer arasında sık sık
kullanılı ı, smaililerin bu eseri kendi
dinlerine ait saymaları dikkate alınırsa,
bugün
gerek
müslüman,
gerekse
müslüman
olmayan
birçok
ilim
adamlarının eseri smaililer tarafından
yazılmı
kabul etmelerine
a mamak
lâzımdır. Meselâ A. Tamir, Risalelerin
smaili mahiyetini, ayrıntılara inerek
ispata çalı ır ve Risalelerin muhtevasını
« smaili Felsefe» diye vasıflandırır. Yalnız
urasını da kaydetmeliyiz ki: ça da
smaili âlimlerden en tanınmı ı H. F. elHamdani,
Risalelerin
Yemen’deki
smailiye dâvası üzerindeki önemini
vurgulamakla beraber, eserin smaililer
tarafından kaleme alınmadı ını söyler ve
yazarların Alevi oldu unu ileri sürer.
Tibavi ise Risalelerle smaililer arasındaki
irtibatın
daha
sonra
uydurulmu
oldu unu ileri sürer. Bu zata göre hvan-ı
Safa ii davranı ı temsil eder. Gazali ise
bir terkibe varmak için giri ilen Sünnî bir
davranı ın temsilcisidir.
A. Ava’nın yakla ımı ise oldukça
farklıdır. hvan’ı herhangi bir zümreye
ba layaca ına müphem bir isimle anar:
Mutezile-sonrası. Bu görü üyle hvan’ın
Batı dünyasındaki tetkikçilerine yakla ır.
Batı
âlimleri
XIX.
yüzyılda
Risalelere ciddi olarak e ilmi lerdir. Bu
ilgiyi uyandıran Dieterici’nin 30 yıldan
çok bir zaman harcayarak yaptı ı serbest
ve düzensiz Risale tercümesi olmu tur.
Dieterici,
daha
ilk
çalı malarında,
Risalelerin önemini kavramı tır. Ona göre
bu eser slâmî ilimleri ansiklopedik bir
tarzda kayna tırmı ve çe itli ilimleri bir
dünya görü ü etrafında toplamı tır.
Daha sonraki yirmi, otuz yıl içinde
büyük bir etki yapan bir ba ka inceleme
de G. Flugel’in
hvan hakkındaki
makalesidir.
Üstad,
bu
yazısında
Risalelerin rasyonalist ve Mutezile’ci
mahiyetini
vurgular.
Bir
yandan
Mutezile’nin
rasyonalist
temayülleri
üzerinde durur, bir yandan da hvan’ın
kozmolojik ve metafizik görü lerini ele
alır. Anla ılması güç bir davranı ...
Bununla beraber bu görü , XX. yüzyılda
da taraftar bulmu tur. E. G. Browne, R.
A. Nîcholson gibi. Oysa Miguel Asin
Palacios’a göre, eser Mutezile ve
ii
görü lerinden esinlenmi tir. S. Pines de,
peygamberlerin rolünü belirtirken hvan
el Safa Risalelerinin iki dü ünce akımı
arasındaki uçurumu doldurmak için bir
köprü mahiyetinde oldu unu ileri sürer.
Risaleler bir yandan ii doktrinlerle —
daha
da
çok
smaili
doktrinle—
me budur. Bir yandan da Farabi’nin
siyasî nazariyelerini benimser.
lk
slâm dü üncesinin do u
tarihi,
Fatımî
hareket,
smaililerle
Batmîler ve Karamite’ler arasındaki
nazari ve siyasi münasebetler, slâm
tarihinin en karanlık ve çetin meseleleri
arasındadır. hvan-ı Safa ve smaililer,
biz burada, çok do ru olmasa bile, bütün
bu akımları
smaili ba lı ı altında
toplayaca ız. Bata âlimlerinin ço u da
böyle bir genellemeye ba vurarak hvan-ı
Safa’yla Risalelerini smaili harekete
ba larlar. Kazanova, daha 1915’de bu
fikirleri ileri sürer: Goldziher, Macdonald,
Lane Poole, Massignon ve vanov da onu
takip ederler.
Batı bilginlerinden küçük bir
kısmı,
meselâ
Stern
ve
Sarton,
Risalelerin yazarları hakkında eski slâm
müelliflerinin görü ünü kabul etmi ;
onları büyük bir ihtimalle Basra’da
yerle mi
bir bilginler
zümresinin
yazdı ını ileri sürmü tür. Stern, Abu
Hayyan el Tevhidi’nin «Kitab el mta»ını
okuduktan sonra bu kanaatini te’yid
edecektir. Çünkü Kitab el mta’da risale
yazarlarının adlarını görmü tür. Son
zamanlarda Corbin, Sabilerle smailîler
arasındaki
münasebetleri
incelerken
hvan hakkında
öyle bir hüküm
belirtmi tir:
bunlar
bir
münevver
toplulu u idi; aynı zamanda
smailî
akımın sözcüsü diler.
Risalelerin yazarları konusu, halli
güç bir sorun. Eserin kendisinden
faydalanmak belki daha uygun olur.
Risalelerin
hvan-ı Safa tarafından
kaleme alındı ında herkes anla mı . u
halde
hvan, kendileri, niyetleri ve
topluluklarının kurulu u hakkında neler
söylemi bir bakalım: Bu bilgiler bizi
Risalelerin yazarları konusunda da
aydınlatacaktır. Diyorlar ki, «Amacımız,
insano lunun dünya üzerindeki hayatını
iyile tirecek ve öbür dünyadaki saadet ve
kurtulu unu sa layacak bütün bilgileri
kucaklamaktır.» Demek ki amaçları bir
olaylar mecmuası vücude getirmek de
de ildir, eklektizm gibi bir arzuları da
yoktur, orijinal olmak da istemezler.
Bunu içindir ki eserleri, her eyden önce
orijinalite arayan yazarlarca, «eklektiktir,
orijinal de ildir» gibi hükümlere yol
açmı tır.
hvan’ın, kendi tariflerine göre,
maksatları terbiyevidir: kelimenin en
geni
mânâsıyle terbiyevi.
stenilen,
insanın
uykudaki
melekelerini
uyandırmak ve olgunla tırmaktır. Manevî
bir hürriyetin ve kurtulu un biricik yolu
da budur. Uzun eserin her bölümünde
okuyucuya hatırlatılan ders udur: nsan
bu dünya üzerinde bir mahpustur.
Dünya zindanından bilgi sayesinde
kurtulabilir ancak. Ele aldıkları bütün
ilimler (ister astronomi, ister melekler
ilmi (angelology), ister embriyoloji, yalnız
nazarî
ve
zihni
bir
gayeyle
yorumlanmazlar; amelî bir uygulama da
söz konusu de ildir. Gaye: Kâinatın
büyük nizamını ve güzelli ini göz önüne
sererek
okuyucunun
ruhundaki
dü ümleri çözmek ve ona maddi ya ayı ın
ötesine geçmek imkânını sa lamaktır. Bu
hedefe varmak için de ideal terbiyelerinde
çe itli
milletlere
ait
faziletleri
kayna tırırlar.
Onlara göre ahlâk bakımından
kâmil bir insan Do u ranlı olacak,
imanca Arap, terbiyece Iraklı yani Babilli,
bir Yahudi kadar ferasetli, ahlâkça bir
sa müridi, Suriyeli bir ke i kadar âbid,
bilgice Yunanlı, esrara nüfuz etmekte
Hintli. Fakat bilhassa bütün manevî
hayatında bir Sufi.
Risalelerin kaynaklarını bir yana
bırakıp amaca bakarsak eserin eklektik
oldu unu söylemek zordur çünkü çe itli
kaynaklardan derlenen dersler tek hedef
u runda kayna tırılmı tır. Bu amaç
Hadislerin ruhuna uygun oldu undan,
prologdaki «Dünya mü’mine mahpestir,
münkire cennet» « slâmî» tarifini kabul
edersek, esere slâmiyete aykırı demek
daha da güçtür.
hvan kendilerini ruhî bakımdan
tasavvufla ilgili sayar çünkü son hedefleri
müridi «Rehavet Rüyası»ndan, manevi
terbiye sayesinde uyandırmaktır. Ayrıca
toplulukları da —daha çok dı ve sosyal
görünü üyle de olsa— sufî tarikatlara
uygundur.
hvan kendilerini 4 zümreye ayırır:
1 — Maddi varlıklarında saf
olanlar; tasavvuf ve özle tirme kabiliyeti
bakımından kemâle erenler. Üyeler en az
on be ya ında olmalı. Biraderlere dindar
ve rahim adı verilir (ebrar ve ruhama.)
Bunlar usta sınıfındandır.
2 — öteki insanlara kar ı efkat ve
merhamet duyanlar. En az 30 ya ında
olmalıdırlar.
Bu
mertebe,
felsefî
melekelere göre ayarlanır. Biraderler
dindar ve bilgili ki idirler (ahyar ve
fudalâ). Siyasî liderler sınıfı.
3 — Kurtulu a götürecek olan,
sulh ve sükûn içinde sava abilecek ve
direnebilecek
olanlar.
Bunlar
lahî
Kanun’un gücünü temsil ederler. Bu
zümreye 40 ya ındakiler kabul edilir.
Fazilet ve ilmin soylularıdır. (Fudalâ’yi
Kiram). Hükümdarlık ve sultanlık payesi.
4 — En üst mertebe mür it
mertebesi.
lâhi inayete mazhar ve
hakikati do rudan do ruya kavrayabilen
kimselerden olu ur. Bu meleklik devresi
olup ancak 50 ya ında elde edilebilir.
Cennete yükseli için bir hazırlıktır.
brahim, Yusuf, sa, Muhammed gibi
peygamberler ve Sokrat, Fisagor gibi
bilgeler bu mertebeye erenlerdir.
Orta-ça
Avrupasında
kar ıla tı ımız sanat, saltanat ve rahiplik
ayrımının bir benzeri de il mi? Çe itli
mertebeler yoluyla eri ilecek hedef hep
aynıdır. Bir çokları hvan’ı eklektizmle
suçlamı . Buna sebep hedefin hep aynı
olu u de il tabii, Peygamberle eski
bilgeleri bir arada saymaları. slâmiyet,
giri te
de
söyledi imiz
gibi,"
lahi
prensiplerin birli ini kabul eder. Bu
itibarla hvan’ın görü ü slâmiyete aykırı
de ildir. Filhakika birçok müslümanlar ve
daha çok sufiler arasında Allahın mutlak
hakikati ‘bütün kavimlere ba ka ba ka
biçimlerde if a etmi oldu u inancı vardır,
Kur’an da böyle söyler. Nitekim Tibavi de
unu diyecektir:
« hvan, hakikatin tek oldu una ve
hiç kimsenin tekelinde olamıyaca ına
inanırlar. Allah, hakikati bütün insanlara
vahy
etmi tir.
Hıristiyanlara
da,
müslümanlara
da,
siyahilere
de,
beyazlara da.»
Risale yazarlarına göre bireycilik
a kınlıkların ve hataların kayna ıdır.
hvanın zikretti i Yunan vesair kadim
bilgelere bakarak, e itim amaçlarını
unuttuklarına hükmetmek yanlı tır. Bu
amaç müridlerini bu dünya zindanından
kurtarmaktır. Bunun için de hikmeti bir
bütün olarak ele alır ve amaçları hiçbir
zaman gözden kaçırmazlar. Bu itibarla,
olsa olsa, tarihî bakımdan eklektiktirler.
Risalelerin
dikkate
lâyık
bir
parçası
da
hvan
kendilerini
lk
Anane’n i n , philosopia
perennis’in
temsilcisi sayarlar. Amaçları bu ananeyi
bütün inki afiyle açıklamaktır; bu da son
peygamber dünyaya slâmiyeti yaydıktan
sonra mümkün olabilirdi ancak.
«Malûmun olsun ki karde im, biz
Safa Karde leriyiz: gönülleri yüce, saf ve
samimî birer mahlûk. Babamız Adem’in
ma rasında ça lar boyu uyuduk. Sonra
çe itli kavimler olarak dört bir buca a
da ıldık. Nihayet çilemiz doldu. Ezelî
hakikatin yaratıcısı bizi bir araya getirdi.
Artık Ar ’taki Beldemiz, Ruhumuzun
Beldesi ayan olmu tur.»
Demek ki hvan, ebedî hikmeti
yaymaktadır; Suhraverdi’nin daha sonra
Ledün Hikmeti adını verece i hikmeti...
nsanlar her ça da, u veya bu biçimde,
a inaydılar bu hikmete. Ama insanlık
tarihinin daha önceki devirlerinde bu
hikmet,
ma arada
saklanmı
bulunuyordu. Onu bütün olarak if a
etmek
hvan’a
nasip oldu.
hvan
akidelerini eski kaynaklardan dev irir.
Ama bu bir «museum» kurmak için de il,
yekpare bir hisar in a etmek içindir.
Müridlerine göstermek istedikleri hakikat
tektir. Malzemelerini ve ilhamlarını
dev irdikleri kaynakların altında hep bu
hakikat yatar. Bununla beraber mazhar
oldukları son inayet veya bereket
slâmiyettir. nsanlı ın bugünkü ya adı ı
devrede hakikatin
slâmiyet.
son
tecellisi
olan
hvan ve Felsefe
Birtakım yazarlara göre, hvan’ın
amacı ça da siyasi durumu felsefî bir
sistem kurarak tersine çevirmektir
(reversal). Bu sistem hayat için bir
ya ayı temeli olacaktı. Ama risaleler
üzerinde çalı anlardan ço u, «hayır,
derler,
amaçları
dinle
felsefeyi
kayna tırmaktı.» hvan’ın kendileri de sık
sık felsefenin Hakikati bulmak için bir yol
oldu unu tekrarlar. Arzuları, felsefeyi
Resullerin tebli etti i lâhi Kanunla yani
Namus’la birle tirmekti. Bununla beraber
amaçları ne bn Rü d’ünki ile aynıdır ne
de
Akinalı
Toma’nınkiyle.
hvan’ın
felsefeden
anladıkları
aristoculardan
gelen rasyonalistik ve silojistik mânâdan
geni ölçüde farklıdır. hvan’a göre felsefe
H i k m e t demektir.
Oysa
Müslüman
yazarlarının ço u için felsefe, sadece
be erî aklın müteradifi olarak kullanılır.
Nihaî kayna ı ise eski peygamberlere
gelen vahiylerdir. hvan için felsefe,
«insanın mümkün oldu u kadar Tanrı’ya
benzemesidir.» «Felsefe sayesinde seçkin
insanlar yahut yeryüzündeki melekler en
yüce yaratıcıya yakla ırlar.» nsan, aynı
yolla, insan soyuna nasip olan fazileti
elde eder. Bilkuvve sahip oldu u bütün
bilgilerin gerçekle mesini sa lar. Felsefe
yoluyla, insan soyuna bah edilmi her
meziyete fiilî olarak sahip olur, insanlık
biçimine yükselir ve mahlûklar dizisinde
ilerleyerek köprüyü ve do ru yolu a ar ve
melek olur. Kolayca görüldü ü gibi, bu
felsefe
anlayı ıyla
insan
ruhunun
safla tırılması
konusunda
Fisagor’la
Sokrat’ın görü leri arasında çok sıkı bir
ba vardır. Aristo mantı ından çok daha
uzaktır bu görü .
hvan, hikmet olmayan felsefenin
ayırıcı vasıflarını pekâlâ bilirler. Bu
felsefe onlar için slâmdaki dinî otorite
gibi bir
eydir. Zooloji bölümünün
sonunda, insan ve hayvanlar tartı ırken,
Papa an
insanlara
öyle
seslenir:
«Aramızda filozoflar, mantıkçılar var diye
övünüyorsunuz. Bunların ne yararı var
size? Sizi hataya ve inkâra sürüklerler.
Çünkü insanları Tanrının buyurdu u
do ru yoldan saptırırlar. üphecilikleriyle
dinin emirlerini etki siz kılarlar. Herkesin
görü ü
ve
inancı
ba ka ba kadır.
Bazılarına göre kâinat ezelîdir, bazılarına
göre madde. Bazıları suretlerin kadim
oldu unu ispata çalı ır.»
slâmla
felsefe
arasındaki
münasebet konusuna gelince... hvan,
imanı islâmın iç görünü ü sayar;
filozofların ilâhi misyonu da, bunu telkin
etmektir. Sufiler’de
slâm, imanı ve
ihsanı birbirinden ayırır. îmanla ihsan
sadece bir inanı
de il, hikmet ye
marifetdir de (gnoz). Arada u fark var:
Sufilerin iman ve ihsanla ilgili ibadetleri
Hz.
Muhammed’in
vahyinden
kaynaklanır. hvan’ın tasvirini yaptı ı
âyinler
ise
dris
aleyhisselâmın
vârislerince tebli edilen inançla sıkı
sıkıya alâkalıdır, Haranîlerle demek
istiyoruz.
Haraniler
«Do u
Fisagorcu»lu unun
Orta-Do udaki
temsilcileridir,
slâm
dünyasında
Hermetizmin koruyucu ve yazıcıları...
hvan’ın felsefi âyinleri her ayın üç
gecesinde tekrar edilir: ayba larında,
ortalarında ve ayın 25inci günüyle sonu
arasında bir günde. Ayba larındaki
âyinde ki iler konu ur. 15 inci gecede
yıldızlı gök altında Kutup Yıldızı’na
dönerek kâinatla ilgili bir metin okunur.
3 üncü gecede felsefi bir ilâhi terennüm
edilir. Konu: metafizik veya kâinat
ötesidir. Bu da ya Eflatun’un duasıdır ya
dris’in yalvarı ıdır, yahut Aristo’nun gizli
Zeburu. Yıl boyu üç felsefî ölen de
vardır. Bu ölen güne in koç, sırtlan ve
terazi burçlarına giri inde yapılır. hvan,
bu
ölenleri
slâmın
bayramlarıyla
uzla tırır. Birincisi
eker bayramına,
ikincisi Kurban bayramına, üçüncüsü
Kadir gecesine rastlar. Kadir gecesi
Peygamberin
Ali
ibn
Ebi
Talib’in
halifeli ini ilân
etti i gecedir.
Kı
mevsiminde uzun bir oruç günü, eshab-ı
Kehf in ma araya kapandıkları gün.
Felsefeyle
âyin
ve
hikmet
arasındaki bu ba lılı a dayanarak hvan’ı
Hermetizmin
temsilcileri
arasında
sayarlar,
Hermetizmin
ve
yeni
Fisagorcuların... Bu mezhepler slâmdaki
iili e Harram mektebi ve Nusayriler
kanalıyla sızmı tır. Bu münasebetler
tarih bakımından keyfî ve müphem olsa
da doktrinleri bakımından akla yakın
görünürler. Herhalde hvan «nazarî» ve
«akademik» bir felsefeyi benimsemi ve
onu eriate eklemi ler. Ne bu felsefeye ne
ne
eriate sadık kalmak maharetini
gösterememi ler gibi bir nazariyeden çok
daha akla yakın.
hvan’ın kimlikleri ve ne ifade
ettiklerini uzun uzadıya gözden geçirdik.
Bu uzun ara tırma bizi bu konu üzerinde
çalı anların dü tü ü çeli ik dü ünceyle
kar ıla tırdı.
hvan’ın
temayülleri
rasyonalist olmaktan çok kozmolojik ve
sembolik.
Buna
dayanarak
unu
söyleyebiliriz: hvan, ne Mutezile arasına
girebilir ne de Aristo’nun
akirtleri,
bilhassa Me aiyun, arasına... hvan, aynı
sebeblerden
dolayı
(konuya
tekrar
dönece iz)
Fisagor’un
Hermetik
doktrinlerine
ba lanabilir.
Bu
doktrinlerden ço u, slâm dünyasında
Cabir ibn Hayyan’ın külliyatı (corpus)
adıyla
tanınır.
Bununla
beraber
Risalelerin
sonraki
yüzyıllarda
smailî’lerce sık sık kullanıldı ını ve tevil
gibi bazı hususların her iki zümre içinde
ortak oldu unu dikkate alırsak hvan’ı,
smailizme,
bilhassa
smailî
gnoza
(marifet) ili tirebiliriz.
Ne var ki kozmolojik doktrinleri ele
alınırsa onları sufi temayüllü "bir ia
toplulu u
diye
takdim
edebiliriz.
Kozmolojik bilimlerle ilgili izahları, bütün
slâm camiasını daha sonraki asırlar
boyunca
etkileyecektir.
hvan’ın
benimsedi i Tabiat telakkisi, smailüeri
oldu u
kadar
12
ü
imamı
da
damgalamı tır.
Resail
ile
tasavvuf
arasındaki benzerliklerden bir ço u da,
kozmoloji alanında göze çarpar. Gazali ile
bn Arabi birçok düsturlarını Risalelerden
çıkaracaklardır.
Onuncu yüzyılda ia tarafından
giri ilmi bir terkip te ebbüsü olarak
Risaleler geni bir ün ve büyük bir önem
kazanmı lardır.
«Gerçekten de Risaleler X. yüzyılda
Arab Felsefesinin bir el ansiklopedisi
mahiyetindedir... Kıymeti bütünlü ünde
ve
Arab
ilminin
neticelerini
sistemle tirmesindendi.»
(Lane-Pool,
Studes in a Mosque)
Risaleler, daha sonraki asırların
bir çok âlimleri tarafından okunmu tur,
bn Sina ile Gazali dahil. Zamanımıza
kadar da bu ilgi devam etmektedir.
Farsçaya,
Türkçe
ye,
Hinducaya
çevrilmi lerdir. slâm dünyasının çe itli
kütüphanelerinde bulunan yazmalardan
anlıyoruz ki Risaleler Kozmoloji üzerine
yazılmı slâmî eserlerin en yaygınıdır.
Ama eser, herkesin okudu u kitaplardan
de il, bu mânâda popüler sayılmaz.
Risalelerde derin metafizik ve kozmolojik
fikirler var, hem de çok bol. Umumiyetle
mecazî bir üslûpla söylenmi , dili de sade.
Uzun ve çapra ık ifadelere alı ık olanlar
için fazla «basit», fazla «çocukça».
Bununla
beraber
Risalat
al-Camia
(toplayıcı mektuplar) ve daha da nadir
olarak Camiyat al Camia’da (hülâsa
mahiyetindeki mektuplar) ifadeler daha
yo un, daha gizli ve ezoterik (batini)dir.
Yine de Risalelerin genel konusundan
uzakla maz.
Bütün olarak ele alınırsa hvanın
bazıları bin yıldan beri
iilerin de
sünnîlerin de kuca ında ya amakta
oldu u bir kâinat görü ü sunarlar. Gerçi
Risaleler bir Muhiddin bn Arabi’nin veya
bir Muhiddin el Buni’nin ezoterik ilmini
içermez ama sade ve çok defa gayet güzel
bir dille Tabiat görü ünün ana hatlarını
açıklar. Bu izahlar daha sonraki slâmî
eserlerde sık sık kar ımıza çıkacaktır.
Proclus, «Fisagor’cu filozofların
altın
zincirinden
söz
eder.
slâm
dünyasında da Cabir Külliyatı diye bir ey
var. Ne Fisagor’cu bilgeler hakkında
kesin bir bilgiye sahibiz ne Cabir
doktrinini yakından tanıyoruz. Bunun
için Risalelerin kaynaklarını çizmek çok
güç bir i . Yalnız urası üphe götürmez:
Risaleler, kozmolojik yönleriyle Fisagor’cu
ve Cabir’ci kaynaklardan yararlanır.
hvan, her vesileyle tekrarlar: «bilhassa
tabiatı anlamak için sayıları ele almı ız,
hesap ve hendeseyi remzi ve metafizik
biçimde
yorumlayı ımız
bakımından
Fisagor’la Nikomakus’un izleyicisiyiz».
Bununla beraber Fisagor’u Harran
medresesiyle bir sayarlar. hvan’ın bu
medrese
mensublanyla
bir
çok
benzerlikleri vardır.
hvanla
Cabir
arasındaki
münasebetlere gelince... P. Kraus öyle
der: «Risaleler ilmî bir ansiklopedidir. Bu
ansiklopedinin
Fisagor’cu
mahiyeti,
smailî ve batini temayülü, Cabir’in
yazılarıyla birçok benzerlikler gösterir.
(Cabir ibn Hayyan, birinci cilde giri ).
Cabir’in kendi de, yalnız Fisagor ve
Apollonius
gibi
Yunan
bilgelerinin
malûmatına sahip olmakla kalmadı ını,
kadîm Yemenlilerin hikmetine de vâkıf
oldu unu ileri sürer. Cabir, Yemenlilerin
hikmetini Harbi’den ö renmi tir. Ayrıca
Hindu’ların ilimlerine de a inadır. Bu
iddiaların do ruluk derecesi ne olursa
olsun
üphe yok ki Cabir Külliyatı
Fisagor’dan, Hermetik kaynaklardan nice
malzeme ihtiva etti i gibi ran, Hind
hattâ Çin men eli bir çok dü ünceler de
aktarmaktadır. Risalelerle Cabir Külliyatı
arasında
yakın
bir
münasebet
oldu undan Cabir’in kaynakları tabiatıyla
îhvan’ın kaynakları da demek... Filhakika
Risalelerin fihristi de aynı kaynaklardan
faydalandı ını
göstermektedir.
Risalelerde Fisagor’cu Hermetik etkilerin
Harran
mektebinin
dü ünce
ve
uygulamalarıyla sıkı sıkıya kayna mı
oldu unu
mü ahede
ederiz;
bazı
konularda ise Aristo felsefesi a ır basar,
ama umumiyetle yalnız silojizm yönüyle
de il, ran ve Hind etkisi. Bununla
beraber co rafyaya, ekolojiye, musikiye
ve lisaniyata taalluk eden bölümlerde
daha çok ran ve Hind etkisi a ikârdır.
Yazarlar bu konularda bn Mukaffa ve
Cahiz gelene ine sadıktırlar.
Hemen altını çizelim: Risalelerde
a ır basan Kur’an’ın etkisidir; hvanın
bütün görü lerinde kendini hissettiren
bir etkidir bu. Kadîm kozmolojinin bazı
bölümlerini Kur’an’daki «Kürsî» ve «Ar »
istilahlarıyla
yorumlar
ve
Kur’an’a
dayanan
slâmî «Melekler ilmi»nden
devamlı iktibaslarda bulunurlar.
Kaldı ki hvanın kaynakları sadece
tarihî metinler de de ildiler. Kendileri de
uzun
bir
bent’de,
kaynaklarının
cihan ümul
oldu unu
vurgularlar:
«Kaynaklarımız yazılı metinlere ilaveten
vahiy ve Tabiat’dır» Ve ilâve ederler:
«Bilgimizi 4 kitaptan dev irdik. lk kitap,
bilgelerin ve filozofların kaleme aldı ı
riyazi ve tabiî ilimler. kincisi nazil olan
kitaplar: Tora,
nciller, Kur’an ve
enbiyaya meleklerin ilhamıyla sâdir olan
sayfalar (suhuf). Üçüncü kitap, tabiat
kitabı. Bugün mevcud olan varlıkların
Eflatun’un anladı ı mânâdaki suretleri
(suvar)
yani
mesel’lerden
kürrel
semavat’ın
terkibi,
burçların
sınıflanması, seyyarelerin hareketi vs...
Unsurların istihalesi, maden, nebat,
hayvan nevilerinin ve be erî sanatların
ortaya çıkı ı. Dördüncü kitap,
lahî
Kitaplardır. Yalnız saf varlıklara hitap
ederler. Bunlar güzide varlıklarla, asîl ve
saf ruhlarla içli dı lı olan melaiktir.
Kısaca bilgilerini 4 kitaptan iktibas
etmi ler: Kendilerinden önce yazılmı
riyazi ve ilmi eserlerden; Kütub-ü
Mukaddese’den; Alem-i Misal’den yani
tabiattaki
suretlerin
esası
olan
Eflatun’un «meseller» dünyası; ça da bir
deyi le entellektüel sezi den. Bugün
birbirinden tamamen ayrı ve ba ımsız
sayılan bu çe itli alanların iç içe giri i.
Risaleleri
anlamak
için
bir
çe it
anahtardır. Ayrıca hvan’a göre bütün
varlıkların
temelinde
tek
Hakikat
bulundu u inananı da bir kere daha
vurgular. Kitab-ı Mukaddesle meleklere
has tecelliler, kozmos hakkında bilgi
kayna ı olabildi ine göre, demek ki
kozmos’la kozmosüstü, henüz mutlak
olarak birbirinden ayrılmamı tır. u halde
hvan için tabiatüstünün tabii bir yönü
oldu u gibi tabiatın da tabiatüstü bir
yönü var. Tabiatı gözleme ve tabiatla ilgili
eski kitapların okunmasıyla yetinmeyip
ke if ve entellektüel sezgi yollarına da
ba vurmak, hvan’ın nihaî hedeflerini
önlemez mi? Bu hedef tabiatın birli ini
mü ahede
etmek
ve
bu
birli i
gerçekle tirmek de il miydi? hvan bu
birli i ispat için boyuna insanda mevcud
olan ve kendilerinde de bulunan güçlere
ve meleklere ba vurmak zorundadır:
terkip ve tevhid gücü... Bu sayede
mü ahede melekesinin çevresel ve çe itli
faaliyetini aklın merkezi ve birle tirici
görü ü le kayna tırmaktadırlar.
Risalelerin Olu umu:
Risalelerdeki
bazı
dü ünceler
boyuna
tekrarlanır.
Buna
ra men
konuların
sunulu
düzeni
hvan
felsefesini ve yazarlarının —bir yandan
teolojiye öte yandan matematik ve
mantı a kıyasla— tabiat çalı malarına
verdikleri büyük önemi aksettirir. limleri
tasnif ederken 3 zümreye ayırırlar:
1 — Esas ilimler (Riyaziyat).
2 — Dinî ilimler ( eriat el vadiye).
3 — Felsefî ilimler (felsefiyat el
hakikiye).
Bu zümreler de kendi içlerinde u
bölümlere ayrılır:
1 — Esas ilimler
1. Okuma yazma
2. Lügat ve dil bilgisi
3.
Hesap
ve
ticari
muameleler
4. n â ve vezin
5. U ur ve u ursuzluk
(kehanet)
6. Büyü, muska, simya,
hile-huda
7. ve el sanatları
8. Ticaret, ziraat
9.
Hikâyeler
ve
hâl
tercümeleri
2 — Dinî ilimler
1. Vahiy ilimleri
2. Tefsir
3. Hadis
4. Fıkıh
5. Tasavvuf
6. Rüya tabiri
3 — Felsefî ilimler
1.
Riyaziyat
(geometri,
astronomi, matematik ve musiki)
2. Mantık
3. Tabiat ilimleri. Bunlar da
7 bölüm:
a) cisimleri yöneten
prensipler:
hile
bilgisi,
suret,
zaman,
mekân,
hareket (maddad-ı
cismaniye)
b) Gök bilim: yıldızlar
ilmi,
gezegenlerin
hareketi,
yeryüzünün niçin
durdu u
c) Tenasül ve fesat:
anasır-ı erba ilmi,
birbirlerine
dönü meler
ve
bunlardan olu an
madenler, bitkiler
ve hayvanlar
d)
Meteoroloji:
yıldızların,
rüzgârların, im ek
ve
gökgürültüsünün
etkisiyle meydana
gelen
iklim
de i iklikleri
e) Maden bilim
f) Nebatat
g) Hayvanat
4 — Teoloji (ulum-u ilahiye)
a) Allahı ve onun vasıflarını
bilmek
b)
Manevî
dünyanın
incelenmesi (ilm el ruhaniyat)
c) Ruhların tetkiki (ilm el
nefsaniyet)
d) Siyaset (ilm el siyase)
Peygamberlik,
saltanat,
avam,
güzideler
ve
umumiyetle insan.
Temel olarak bu ilimler tasnifini
kullanan hvan-ı Safa, Risalelerde riyazi
ye mantıkî ilimlerden, tabiî ve maddî
ilimlere, oradan da psikolojiye, nihayet
teolojiye geçerek bilgiler dünyasını bir
ba tan bir ba a kucaklarlar. Böyle bir
tasavvurla yola çıkan hvan, 52 risale
kaleme almı tır. Son risale (Risalet el
Camia) hülâsa mahiyettedir. Eser 4
bölüme ayrılmı tır:
1. Riyazi ve talimi kitaplar
1. Sayıların vasıfları
2. Geometri (hendese)
3. Astronomi
4. Co rafya
5. Musiki
6. Bu konuların terbiyevî
de erleri
7-8. Çe itli ilmî disiplinler
9.
Peygamberlerin
ve
hükemanın amelleri ve kavilleri
10-14. Mantık (isagoci, on
makule, perihermenias).
2. Tabiat ilimleri
1. Suret, hareket, zaman,
mekân
2. Sema ve kâinat
3. Tenasül ve fesat
4. Meteoroloji
5. Madenlerin te ekkülü
6. Tabiatın cevheri
7. Bitki türleri
8. Hayvan ve nevilerinin
dünyaya geli i
9. nsan vücudunun terkibi
10. Duyuların idraki ve
idrakin konuları
11. Embriyoloji
12. Mikrokozm olarak insan
13. nsan vücudunda çe itli
ruhların geli mesi
14.
nsan bilgisinin ve
ilminin sınırları
15. Hayat ve ölüm üzerine
dü ünceler
16. Hazla ilgili vasıflar
17. Lisanlann yazılı ı ve
imlâların çe itlili i
3 — Psikolojik ve akli ilimler
1.
Fisagor’a
göre
entellektüel prensipler
2. hvan’a göre entellektüel
prensipler
3. Kâinatın bir makrokozm
oldu u
4. Zekâ ve kavrayı alanı
5. Dönemler ve devirler
6. htirasın özü
7. Ölümden sonra dirili .
8. Hareketin çe itleri
9. Sebeb ve netice
10. Tarifler ve tasvirler
4 — lahi ilimler (namus ve eriat
nedir)
1. Doktrinler ve dinler
2. Allah’a ula an yol
3. hvan’ın doktrini
4. hvan’ın ya ayı tarzı
5. nsanın özü ve mür itlere
inananın faziletleri
6.
lâhi namusun özü,
peygamberlerin artları, vasıfları
7. Allah’a ibadet tarzı
8. Ruhani varlıklar
9. Siyaset
10.
Kâinatta
mevcud
mertebeler dizisi
11. Sihir ve tılsım» (Seyyed,
Hossein Nasr, An Introduction to Islamic
Cosmological
Doctrines.
«Islâmın
Kozmolojik Doktrinlerine Giri », Gözden
geçirilmi 2. baskı Thames and Hudson,
1978. Birinci baskı 1964).
SLÂMIN KOZMOLOJ K DOKTR NLER
Avrupa Spengler’den "bu yana
hakikatin tek yönlü olmadı ını idrak
etmi bulunuyor. Batı Avrupa’da geçerli
olan tarih eması kifayetsiz, hattâ abestir
Spengler’e göre. Bu, tarih alanına
aktarılan Batlamyus sistemidir, bütün
dikkati, bütün alâkayı Batı’ya teksif eden
bir sistem.
Bir de il birçok kültürler vardır
dünyada: de erce birbirine e it kültürler.
Her büyük kültür tektir ve her alanda
kendi dilini konu ur, ba ka kültürlerin
anlayamayaca ı bir dil. Cihan ümul bir
felsefeden söz edilemez. Bütün büyük
kültürlerin, aynı ekilde kabul etti i, aynı
tarzda anladı ı, aynı yönde yorumladı ı
hiçbir inanç veya de er yoktur. Hiçbir
kültür bütünüyle iktibas edilemez. Bir
kültürün unsurları ba ka bir kültür için
ancak malzeme olarak kullanılabilir.
Ya ayan her kültür, yabancı kültürlere
kapalıdır.
Yalnız
kendi
kendini
anlayabilir,
yalnız
kendi
insanları
tarafından anla ılabilir.
2
Hüseyin Nasır’ın ( ) tezini okurken
bu gerçe i bir kere daha anladım. hvan-ı
Safa Risalelerinin, El-Biruni’nin,
bn
Sina’nın tabiat ilimlerini idrak etmek için
Vahiy’in islam dünyasındaki mutlak
hâkimiyetini gözden kaçırmamak lazım.
slamiyet akılla, batının rasyonalizmini
aynı ey saymaz. Akü, tevhit inancına
götüren mütevazi bir köprüdür, bu
inançtan ayrıldı ı gün ister istemez
dalalet bataklı ına saplanacaktır.
Hüseyin Nasır’ın kitabı, islamdan
önceki bütün inançlıları inceleyen ve
islamın, sünni veya ii her mektebini çok
iyi bilen bir ara tırıcının kitabı. Eser
ngilizce
yazılmı ,
mefhumların
mukabillerini
bulmak
ve
hataya
dü meden dilimize aktarmak çok güç,
fakat bu güçlü ü gö üslemeden, ne o
devri ne de islamın tabiat limlerine
getirdi i büyük aydınlı ı kavramak
mümkün. Biz sadece çok mühim
problemlere dikkati çekmek istedik.
Yazımız üçyüz sayfalık bir dü ünce
hazinesine çok kifayetsiz bir giri ten
ibaret. Müslüman aydınlarına, tartı ılan
meselelerin ehemmiyetini anlatabildikse
ne mutlu bize.
Kitap
mutlaka
dilimize
çevrilmelidir. Esefle söyliyelim ki bu i i
yapabilecek kimseyi de tanımıyoruz.
ahikalara tırmanmak çok yorucu ama
böyle yorgunlukları göze almadan, ne
islamiyeti kavrayabiliriz ne islamın dünya
görü ünü.
Hüseyin
Nasır’ın
eseri
her
müslümanın dikkat ve ibretle okuması
gereken çok ciddi bir ara tırma. Bütün
bir denizi birkaç damla su le tanıtma a
çalı mak
küstahlıktır.
Üniversitelerimizde,
ilim
tarihiyle
u ra anlar,
esere
mutlaka
e ilmek
zorundadırlar.
Seyid Hüseyin Nasır’ın bu kitabı,
önce 1964’de, sonra da 1978’de basılmı ,
318
sayfalık
eserin hvan-ı Safa’ya
ayrılan birinci bölümü 107 büyük sayfa,
ikinci bölümün konusu: Al-Birunî (s. 107174).
Üçüncü
bölümde
bn
Sina
inceleniyor (s. 177.274). Sonra netice,
Ek, Kitabiyat ve Endeks.
H.A.R. Gibb, kitaba dört sayfalık
bir önsöz yazmı . Bunu iki sayfalık bir
Giri ve yirmi iki sayfalık bir Prolog takip
ediyor:
a)
slâmiyet’in
tabiatla
ilgili
çalı maları.
b) Kozmolojik ilimler ve Kur’an’ı
Kerim.
c)
slâm tarihinde Kozmolojik
ilimlerin yeri.
d) slâmda fikrî buudlar ve bilgi
ara tırıcıları sınıfı.
Önsözde Gibb unları söylüyor:
«Bu
çalı ma,
slâmın
pek
ara tırılmamı , bu itibarla pek bilinmeyen
bir cephesini aydınlatıyor. Modern slâm
rasyonalistlerinin ço u da formalist
kelamcılarla birlikte, kitabın konusunun
gerçek
slâmiyetle
ilgisi
olmadı ını
söyleyecektir. Bizce Nasır’ın kitabı bu
tedrici olu un izledi i yollardan birini
gösteriyor. Onun için de hayati bir önemi
var.
Birçok Batı okuyucularına da
paradoksal görünecek. Genel inanca göre
Orta-Ça
slâm dünyasının bütün ilmî
dü üncesi ve yazılan Yunan dü üncesinin
mirasıdır. Helenistik ça da birtakım
de i ikliklere u ramı tır. Büyük Arap
âlimleri ve filozofları ile onların uyanan
Batı dü üncesi üzerindeki etkilerinden o
kadar çok söz edilmi tir ki bn Sina gibi
bir ki inin yazılarındaki «akıl dı ı»
unsurlarla kar ıla mak bir çe it ok tesiri
yapmı tır.
Bunları bir önsözde aydınlatmak
imkânsız.
Hem
Do u
hem
Batı
bilginlerinin görü leri sergilenirken slâm
tarihi birtakım merhalelere bölünür.
slâmın ilk asrı iman ve siyasî ihtilâflarla
geçer. Sonra slâm cemaatinin enerjisi iki
üç asır fıkıh mektepleri ve kelâm
münazaraları
üzerinde
yo unla ır.
Helenizmin taarruzu slâmiyet için bir
fikir mayasıdır. Böylece III. ve IV. asırlar
slâm kültürünün «Altın Ça ı» dır.
Edebiyatla ilimler her yöne yayılır.
ktisadî refah da zirveye ula ır.
V. asırda kelâm ve fıkıh gerek
sünnî gerek ii kanat’da tam manasıyla
muhkemle ir. Türklerin gittikçe artan
hegemonyaları yüzünden siyasî çıkı
yolları münazaa alanın dı ına ta ar. V.
yüzyıl inhitat
ça ının ba langıcıdır.
Cemaatin dinî hayatına tasavvuf hâkim
olur. VII. asırdaki Mo ol istilası fikrî ve
dinî çökü ü hızlandırır.
Terakki ve inhitatın ölçüsü nedir?
Bunlar toplumdan topluma de i en
mefhumlar. Ekümenik din bakımından
ele alırsak, hıristiyan batının moral
bütünle mesi
XIV.
asırda
XX.
asırdakinden çok daha büyüktü. Demek
ki bu ölçüye göre, Rönesans gittikçe
büyüyen bir çözülü ün ba langıcıdır.
Nitekim
slâm’da
moral
ve
dinî
bütünle me çizgisiyle cemaatin uurca
zenginle mesi ve cihan umulle mesi ayrı
ayrı eylerdir.
slâm ilk gününden itibaren ilahi
adaletin tecellisi yani mutlak hakikatin
belirmesi için do mu tu. Nizam ve
hakikat yani adalet ile, insan eseri olan
kanunun siyasi veya hukukî tatbikatı
arasında büyük bir münasebet yoktu.
Cemaat bu vazifesini yerine getirmek için
üç eye muh taçtır:
1 ) Kainat hakkındaki idrakini
sa layacak devamlı bir sezi .
2) Kainat hakkındaki idrakini
sa layacak devamlı bir Hikmet: akıl
yoluyla amellerini de erlendirmek.
3)
Hükümetin
i i:
camianın
bütünlü ünü korumak ve öteki görevlerin
sulh ve ahenk içinde devamını sa lamak.
Bunlar cemaatin her zaman yerine
getiremedi i bir ideal. Ruhî sezi çok kere
kelâm tartı malarına dönü ür.
lahî
adaletin nasıl gerçekle ece ini anlatma a
çalı an fâkihler eriat alanında muhte em
fıkıh doktrinleri kurarlar. Ne var ki,
vucüde getirdikleri hukuk mantı ı, bir
takım emir ve nehiylerle sınırlıdır. Oysa
di er sahalarda be er aklı kendini mutlak
sayar ve hiçbir tahdid tanımadan
faaliyette bulunur. Hükümet müessesesi
ise kılıca dayandı ı için daha da bozulur.
eriatı bile hesaba katmayan birtakım
nazariyeler ve uygulamalarla güçlenme e
çalı ır, cemaat ise bir bütün olarak
hükümet cihazını islaha kadir de ildir.
Çünkü bütün sosyal münasebetlerde de
adalet diye bir ey kalmamı tır.
Bununla beraber ilahi adalet
uuru, cemaatin kalbine derinden derine
kök salmı tır. slâmın ilk asırlarında
hükümet her eye ra men kendini eriatin
emrinde sayar. lahî bir inayet ve ilahi bir
ir adın mevcud oldu u inancını da
kaybetmemi tir.
Bu
kanaat
henüz
metafizik bir ifadeye kavu mamı tır. Özü
be er idrakini a ar. Dolaylı veya dolaysız
bir takım alametlerle tecelli eden bir
inançtır bu. Bilhassa bereket
ekli
altında idrak edilir. Bereket ilahî adalet
fikrinin müphem bir tecellisidir belki de.
Denilebilir ki bereket adaletsizli i ve
nizamsızlı ı
düzeltmek
için
tecelli
etmektedir.
Demek ki, bereket mefhumuyla
sofili in inki afı arasında yakın bir
münasebet
var.
Sofili in
zaferiyle,
bereket mefhumu da yeni bir ihti am
kazanır. Dini güçlerin ve dü üncelerin
bütün ya ayan yönleri sofili in içinde erir
ve onda yeni ve anla ılır ifadelerine
kavu urlar.
slâm tarihçilerinin bazılarına göre
bu, bir inhitat ba langıcıdır.
slâm
cemaatinde
dü ünce
hürriyeti
ve
seyyaliyet sona ermi ve durgunluk
devresi ba lamı tır. Hakikat ise hiç de
öyle de ildir. slam camiası VI. yüzyıldan
itibaren Helenistik gelene in aklî ve
dünyevî unsurlarına iltifat etmez olur.
Men einde oldu u gibi bir Yakın Do u
dinî cemaatidir artık. Yunan felsefesinin
yerine Yakın Do u hikmet’i geçer. Yakın
Do u din dü üncesinin temelleri a ılacak
bir selabetle sofi metafizi inde kendini
gösterir. Din dü üncesi eski Sümer’lerde
belirir
belirmez, ‘kozmos, varlıkların
bütününü kucaklayan bir mefhum
olarak kabul edilir. nsan cemiyeti de
lahî cemiyetin bir aynasıdır.
Ne var ki, eski Yakın Do u
dü üncesi slâmiyetin zuhurundan önce
birçok
tesirler
altında
de i ikli e
u ramı tı. Bu itibarla daha sonraki slâm
kozmolojisi bu temel görü ün çok daha
incelmi
bir
ifadesidir.
slâmiyetin
kozmosu, Batlamiyus’un ortak merkezli
küreleridir; terkibine giren unsurlar ise
Aristo’dan kaynaklanır: ate , su, toprak,
hava. Bu unsurlar Plotinius’dan gelen saf
akıl ve ruhların süduru nazariyesiyle
kayna tırılmı tır. Tek tanrılı dinlerin
melekler inancıyla birle en veya bu
inancın içinde eriyen bir telakki. Bütün
varlıklar
vacibilvücudun
hükmüne
tâbidir. Men eleri de mebdeleri de
mastarları da o vacibilvücuddur. Bütün
hilkat ona dönme e can atar. slâmiyetin
Adalet,
Ahenk
ve
Nizam
anlayı ı
kozmosun bütününü kucaklar. Kâinatın
bütün unsurları kendi mahiyetlerine
uygun bir denge içindedir. Cennetin
dokuzuncu katından en adi madene
kadar belli bir mertebeler dizisine uyarak
faaliyette bulunurlar.
Bu
kozmolojiyi
in a
etmek
sayesinde, slâm cemaati yeni ve merkezi
bir önem kazanır. Hem de yalnız dünya
üzerinde de il kâinatın bütünü içinde.
Çünkü « nsan-ı Kâmil, yani kendisinde
bütün melekelerin gerçekle ti i kozmik
ki i
Hz.
Mühammed’dir.
Ümmeti,
Peygamber efendimizden, ruhanî bir
üstünlük tevarüs
etmi tir.
nayet-i
ilahiyenin
tecelligâhı
ümmetin
bütünüdür. Peygamberin kuvvet ve
kudretine varis olan müslümanlar öbür
dünyada
da
imtiyazlıdırlar.
Maddi
ba arıların büyük bir önemi yoktur.
Gerçek olan manevi âlemdir, remizler
vasıtasıyla idrak edilen manevî âlem.
Daha önceki asırlarda laik bir görü
hâkimdi. Müslümanlar dünya üzerinde
ya ayan bir cemaâtdi sadece.
imdi
mistik ve karizmatik bir cemattiler.
Elbette ki bu de i iklik bir takım
remizlerle ifade edilecekti. Gerçi gündelik
hayat
tasavvufun
dı ında
cereyan
ediyordu
fakat
müslümanlar
artık
remizlerle
ku atılmı
bir
âlemde
ya ıyorlardı.
eriat, ruhani âlemdeki
kozmik münasebetlerin remziydi. Kuran
bile yeni bir sembolik mânâ alıyordu.
Dünyevî cemaatin kar ıla tı ı noksanlar,
âlemi misal’de
ortadan
kalkacaktı.
Dünyadaki hükümetlerin bir önemi
yoktu. Gerçek hükümet sultanların emri
altında de ildi. Cenab-ı Hakkın intihab
etti i ki iler yönetiyordu dünyayı. Kutb’un
riyaseti
altındaki
meçhul
veliler,
cemaatin koruyucusu bunlardı.
Bununla
beraber
bu
mistik
kozmoloji do rudan do ruya sufilerin
eseri de ildir. Sufi dü üncesine nereden
ve
nasıl geldi ini ilk defa olarak bu
eserde görüyoruz. Seyit Hüseyin Nasır’a
göre bu görü ün temellerini «Altın Ça »
daki felsefe mektepleri atmı tır. Bilhassa
Aristo felsefesinin üstad-i sânisi ibn Sina.
Demek ki tasavvufun son çiçekleni ini
Helenistik
kültürün
varislerine
borçluyuz. Garip bir zıddiyet. Bu zıddiyeti
slam dü üncesinin ve kültürünün bir içhikmet’iyle izah edebiliriz.»
Muhtevayı biraz daha aydınlatmak
için Hüseyin Nasır’ın giri ini takdim
etmek ihtiyacını duyduk:
«Gerek arkiyatçılar, gerek ça da
slâm
bilginleri
tarafından
slam
dünyasında kozmolojik ve tabii ilimler
hakkında yapılan ara tırmaların ço u u
hedefe yönelmi tir: Bu ilimlerle modern
dünyada geli tirilen ilimler arasında bir
münasebet kurmak. Do rudan do ruya
müslümanların genel dünya görü ü pek
dikkate alınmamı tır. Oysa inceledikleri
tabiat ilimleri bu dünya görü ünden
kaynaklanır. Bu kitap, 1958’de Harvard
Üniversitesi
limler tarihi bölümüne
takdim edilen tezin geni letilmi ve tekrar
göz den geçirilmi
bir nüshasıdır.
Amacımız:
kozmolojik
prensiplerden
bazılarını aydınlatmak ve okuyucuya
slamların
kuca ında
ya adı ı
ve
dü ündü ü
kozmosun
sınırlarını
tanıtmaktır. Müslümanlar bugün de -hiç
de ilse bir ölçüde- kâinatı böyle bir
çerçeve içinde ele alırlar. Elbette ki tarihi
tetkiklerin ne de erini inkâr etmek
aklımızdan geçer ne de mânasını. Bu
çalı malar, slam ilimlerini, bir yan dan
Babil, Mısır, Yunan, Hind, Çin ve ran
köklerine ba lar, bir yandan da bu
ilimlerin Latin skolasti inin te ekkülü
üzerinde oynayaca ı rolü ve Batı
dünyasında XIII. asır dan XVII. asra
kadar geli en tabiat ilimlerinin mahiyetini
aydınlatır. Bu yakın münasebet en açık
olarak
slam
ara tırmacılarında
mü ahede edilmektedir. Modern ilimlerle
geli i güzel temasa geçen bu delikanlılar
ekseriya manevî köklerinden uzakla ıyor
ve kendi gelenekleri dı ına çıkıyorlar.
Oysa
slamî vahye
hiçbir
ekilde
yabancıla madan ananevi riyaziyatı ve
tabiat ilimlerini inceleyebilirlerdi. Aradaki
fark nereden geliyor? uradan: Her iki
durumda ilimlerin ele aldı ı konular ve
hakikatler ayrı açılardan ve ba ka bir
çerçeve
içinde
yorumlanmaktadır.
De i en, çok defa olayların kendisi de il
yapılan açıklamalardır. Demek ki kozmos
hakkındaki genel slamî görü ü tanımak,
yalnız islam ilimlerini sahih olarak
anlamak için bir anahtar veya Orta-Ça
ilimlerini kavramak için vaz geçilmez bir
arka-plan de ildir. Bunlar slamî vahyin
de i mez ve tarih-üstü özüne ba lı
mebde’Ierdir
de.
Müslümanlar
ele
alacakları
bütün
tabiat
ilimlerinde
onların
kılavuzlu una
muhtaçtırlar.
slamın kâinat telakkisi aydınlık olarak
tanındıktan sonradır ki müslümanlar
yabancı
ilimlerin
unsurlarını
benimsiyebilir
ve
kendi irfanlarıyla
kayna tırabilirler. Tabii kendi dünya
görü leriyle uyu tu u ölçüde.
slâm dünyası
imdiye kadar
kuca ında
ya adı ı
alemi
tanımak
ihtiyacında
de ildi.
imdi,
modern
ilimlerin meydan okuyu u ile kar ı
kar ıyadır. Bu ilimler taban ta bana zıt
bir dünya görü ünün meyvesidirler.
Müslümanlar kâinatla ilgili îslami görü ü
su yüzüne çıkarmazlarsa tehlikeli bir
dikotomi’yi (ikilem) önleyemezler. Ça da
slam yazarlarının ço unda görülen böyle
bir dikotomi îslamî görü açısıyla modern
ilimler arasında, yüzeysel bir ahenk
kurmanın sonucudur. Modern ilimlerin
islamın vücuduna yapı tırılan sun’i bir
«kuyruk» yahut hiç de ilse yabancı bir
unsur olması istenmiyorsa (böyle bir
durum islamın mevcudiyeti için büyük
bir tehlikedir) islamlar, cihan ümul bir
kıstas bulmak ve bu kıstasın ı ı ında
bütün
ilimlerin
geçerlili ini
veya
geçersizli ini tâyin etmek zorundadırlar.
Kitabın isminden de anla ılaca ı
gibi
çalı mamız
slamın
kozmolojik
ilimlerdeki incelemelerine mütevazi bir
giri ten ibarettir. Bu alanda birkaç adım
attık, umuyoruz ki gelecekte eserimiz
düzeltilecek ve tamamlanacaktır.»
VAH Y KAR ISINDA NSAN ve KÂ NAT
« slâmiyet
gibi geleneksel bir
medeniyette, kozmolojik ilimler sıkı sıkıya
vahiy’e
ba lıdır,
çünkü
böyle
medeniyetlerde vahiy eseri olan ezeli
mebdeler, ba ka bir deyi le «egemen
dü ünce» kendini her yerde gösterir; hem
toplum hayatında hem o medeniyetin
kuca ında ya adı ı ve soluk aldı ı
kozmos’da.
Bu
gibi medeniyetlerde
kozmolojik ilimler çe itli tabiat olaylarını
felsefî
(conceptual)
emalar
içinde
kayna tırır. Bu
emaların hepsi vahiy
eseri olan mebdeleri yansıtır... Demek ki,
kozmoloji ananevi sanatın yaptıklarını
tekrarlar. Sanat da ekillerin sonsuzlu u
içinden gelene in ruhuna uygun olarak
seçmeler yapar.
Vahiyle ona mazhar olan kavim
arasındaki
münasebet
Aristo’nun
«hylomorphism» nazariyesindeki suretle
madde arasındaki münasebetlere benzer
az çok. Vahiy yahut tecelli eden
görünü leriyle dü ünce suret’tir; vahiy’e
mazhar olan kavmin zihnî veya maddi
yapısı ise suret’e tâbi madde. Madde ve
suret’in izdivacından do an medeniyet,
kavmin maddi ve ırkî vasıflarına ba lıdır.
Kavim medeniyetin iki yoldan ta ıyıcısıdır:
(l) Vahiy, Kur ’anın sık sık tekrarladı ı
gibi, kendisi için nazil oldu u kavmin
diliyledir. (2) Bu medeniyetin »madde»si
medeniyetin "billûrla masında ve daha
sonraki geli mesinde büyük bir rol oynar.
Hakikatin sınırsız ve
sonsuz
cevheri,
bir
yandan vahiy’in
özel
biçiminde, bir yandan da vahiy’in
kendisine
nazil
oldu u
kavmin
vasıflarında tecelli eder. Hakikat’in
insanlara do rudan do ruya ayan oldu u
alan Tabiat limleridir. Suretler âlemiyle
ilgili bütün kozmolojik görü ler de ondan
kaynaklanır. Saf metafizikle matematik,
izafî de ildirler; kozmolojik ilimler ise
«mü ahede edenin» görü açısına ba lıdır;
ba ka
bir
deyi le,
vahiy’den
veya
kuca ında do dukları medeniyetin keyfî
cevherinden
nebeân
ederler.
Aynı
medeniyet içinde bile çe itli kozmolojik
ilimler mevcut olabilir. Hepsi de aynı
alanı inceler, fakat herbirinin ayrı bir
görü açısı vardır.
An’anevî medeniyetlerde, Tabiat,
fayda sa lamak için incelenebilir. Eski ve
orta-ça
teknolojisi için oldu u gibi.
Toplumun gündelik ihtiyaçlarına yarayan
vasıfları ke fetmek için incelenir Tabiat.
Aynı ara tırma, kozmik varlı ı rasyonel
bir
sistem
içinde
bütünle tirmek
amacıyla da yapılabilir: Feripatetisyenler
ve Aristocularda oldu u gibi; matematik
bir sistem içinde kayna tırmak amacıyla
da: Ar imet’de oldu u gibi; özel bir tabiat
alanının i leyi ini ayrıntılarıyla tasvir
etmek amacı da güdebilir: Aristo’nun ve
orta-ça tabiat tarihçilerinin eserlerinde
oldu u gibi; yahut da makina ça ından
önce
tatbikî
sanatlarla
endüstri
mezcedilerek e ya imâl etmek istenilebilir:
orta-ça loncalarında ve loncalara ba lı
Hermetizm kollarında amaç bu idi.
Nihayet, tabiat bir remizler kitabı veya
bir sanem gibi incelenir. Amaç, ruhanî
yolculu un belli bir merhalesinde bu
âlemi tema a etmektir. Gnostik (arif) bu
yer altı dünyasından kurtularak nihai
selâmete ve ilahi aydınlı a ula mak ister.
Suhraverdi ve bn Arabi gibi I rakiyun ve
Sufiyun böyle yapmı lardı. Bununla
beraber tabiatı bu çe it incelemek tarzları
bazan u veya bu yazarın eserlerinde iç
içedirler. Daha çok bu kitabın konusu
olan
slam
medeniyetinde
durum
böyledir.
Tabiatı yorumlamak ve anlamak
için kullanılan remizler bir medeniyette
egemen olan vahiy’e ba lıdırlar. Vahiy,
belli sembolleri kutsalla tırır ve yüceltir;
e yanın mahiyetinde mündemiç olan
umumi remizlerden ayırır. E yanın
mahiyetinde
mündemiç
remizler
(bitkilerin ve çiçeklerin rengi, güne in ı ı ı
ve sıcaklı ı gibi) fertlerin mü ahedesine
ba lı de ildir; bizatihi mevcutturlar.
Demek ki, bir medeniyette geli en
kozmolojik ilimlerle ilgili her temel
çalı ma, sadece daha önceki kültürlerden
alınan dü ünce ve olayları de il, vahiyle
tabiatı açıklamak için kullanılan remizler
arasındaki mahrem münasebeti de
dikkate almak zorundadır. Ancak bu
sayededir ki, her medeniyetin neden
çalı malarına konu olarak, tabiatın
sonsuzlu u içinden belli bir olaylar
bölümünü seçti ini, niçin öteki imkânları
bir yana bırakıp kozmolojik ilimlerin u
veya bu yönünü ele aldı ını anlamak
kabil olur.
Eski ve orta-ça kozmolojik ilimleri
ekil bakımından farklıdırlar. Bununla
beraber ortak bir yönleri de vardır.
Bütün bu ilimlerin gösterme e çalı tı ı:
tabiatın birli i. Bu birlik, lahî Cevher’in
birli i hakikatinin kaçınılmaz sonucudur.
Mitoloji libasına bürünse de, metafizik bir
hakikat olarak açıkça ifade edilse de, her
an’anevî medeniyette kar ımıza çıkan
temel
dü ünce
budur.
Kadim
kozmolojiler, a ina olmayan bakı lara
tabiat hadiselerindeki illiyet’i izah eden
çocukça te ebbüsler gibi görünür, ama
hiç de öyle de ildirler. Gerçek birer
ilimdirler. Amaçları, varlı ın vahdetini
ispat etmektir.
lahî cevherin birli i, bu itibarla
Tabiat’ın
birli i
meselesi,
bilhassa
slamiyet için çok mühimdir. slamiyette
tevhid fikri ba ka her dü ünceyi gölgede
bırakır,
slâm medeniyetinin bütün
merhalelerinde her eyin kayna ı olan
ana mebde bu inançtır. Ne var ki,
Tabiat’ın
birli ini orta
ya
çıkarıp
sergilemek amacı ba ka her yöntemi bir
yana itip belli bir metoda sarılmayı da
gerektirmez.
Müslümanlar,
tabiatın
birli i esası üzerine kurulan ilimleri ifade
için
bir
çok
marifet
yolları
kullanmı lardır. Tabiatın birli i inancı iki
kaynaktan gelir: vahiy ve hads-i akli.
slamî ilimlerde, bütün ilimlerde oldu u
gibi, ilmin hedefleri ilmin dı ındadır. lim
bu hedeflere varmak için bir çok
vasıtalara
ba vurabilir
ama
kendi
amacını tâyin edemez, slam kültürünün
her veçhesinde, bilhassa Marnların
Tabiat
kar ısındaki
davranı ında,
Kur’anın etkisi mutlaktır. Kur’an bir
hendesî güzellikler hazinesidir. Tabiat,
Allah’ın âyetleridir. Müminlere dü en, bu
ayetleri tema a etmektir. Bunun içindir
ki, slam tarihi boyunca, Yunanlıların
felsefi ideallerinden ilham alan bazı
ara tırmacılar bir yana, ilimle u ra an
Müslümanlar hep böyle yapmı lardır.
Onlar
da
braniler
gibi
tabiatın
mucizelerinde Allah’ın âyetlerini veya zatı uluviyetin ni ane-i celalini ke fetme e
çalı mı lardır.
Çe itli ilimler de mü ahede ve
taakkül’den tema a ve mükâ efe’ye kadar
bir çok metodlar kullanmı lardır. Ama
metodların varmak istedi i amaç, yani
bütün varlıkların birbiriyle münasebeti
oldu unu ispat eden vahiy’dir. Kozmolojik
limlerin amacını tâyin eden ilahî
iradedir.
slam’da
Vahdaniyet
temel
prensiptir. Bu doktrin, en cihan ümul
ifadesini Kelime-i ahadet’de bulur: Lâ
il a h e ill’Allah. Derin mânâsı: Mutlak
gerçe in dı ında gerçek yoktur. Varlı ın
birli i hakkındaki inancın Kur’andaki
temeli budur. Tasavvuf’d a k i vahdet-i
vücud, Vahdet-i vücud demek Allah ’la
kâinat arasında cevherce ayniyet vardır,
demek de ildir. Bunun panteizmin veya
monizm’in herhangi bir ekliyle de ilgisi
yoktur. Bu daha çok u mânâya gelir:
birbirinden ba ımsız iki gerçek nizam
dü ünülemez.
Sünnili in en cihan ümul kıstası
vahdaniyet mebdeidir. u veya bu yoldan
vahdaniyeti kabul eden her dü ünceye
slami denilebilir. Hz. Peygamber, hiçbir
yeni hakikati tebli
için dünyaya
gelmemi tir. Vazifesi: evvelden beri
mevcud olan hakikati yeniden ilân
etmek, dinlerin ilki olan Hanif dinini
tekrar kurmak, islamdan önceki bütün
inançlarda u veya bu ekilde ifadesini
bulan
vahdaniyet-i
lahiye’yi
açıklamaktır.
Kadim kozmolojik ilimler geni
ölçüde Tabiat’ın birli ine dayanıyordu;
varlıkların
tecrübe
üstü
amillerini
ara tırıyordu. Demek ki, slamiyete aykırı
olmaktan uzaktılar. Bir çok kozmolojik
ilimler
içinde,
Fisagor’cuların
ve
Hermetist’lerin tabiat ilimleri vahiy’e
uygun;
slamiyet tarafından kolayca
benimsenebilir görünmeleri
u ortak
âmilden ileri gelir: Hepsi de tabiatın
birli ini ortaya çıkarmak ve ispat etmek
pe indeydiler. Tabiatın birli i inancının
temelinde vahdaniyet vardır. Bu da
islami vahiy’in özü ve ruhudur. Bu
itibarla bütün tabiat ilimlerinin son
amacı bir ilmin bu vahdeti ifade
hususunda gösterdi i basan derecesidir.
lmin de erini ve geçerlili ini tâyin eden
biricik kıstas da budur.
imdi de bu vahiy «suret»inin nasıl
bir «madde»ye nazil oldu unu görelim.
slam medeniyetinin cevher-i aslisini
te kil edecek, kavmin ırkî, psikolojik ve
lisani mahiyeti. Daha önce de i aret ettik.
Bu
madde
de
medeniyetin
genel
olu umunda etki yapmı tır. Bu itibarla
geli en kozmolojik ilimlerde, tabiatla ilgili
genel görü te büyük bir payı vardır.
Kur’an Ârapçadır. Sami göçebeler
ailesinden bir kavme nazil olmu , sonra
ranlılar, Türkler, Mo ollar, Zenciler
vesair ırkî ve kavmi zümreler arasında
yayılmı fakat aslî vasfını korumu tur
hep. slamiyet, inancına, bedevilere has
bir özellik vermi tir. Hadarî bir iklimde
tecelli etti i zaman bile bu özelli ini
muhafaza eder, Bununla beraber, vahiy,
mukaddes bir kitap yani, Kur’an-ı Kerim
aracılı ıyla nazil olmu tur.
Kur’anın kendilerine nazil oldu u
slam öncesi Araplar Tabiata a ıktılar.
Bakir tabiatın kuca ında boyuna dola an
bütün göçebeler gibi onlar da Görünende
Görünmeyeni
seziyorlardı.
slamiyet,
göçebe
ruhunun
bu
hususiyetini
güçlendirmi tir. Ona göre tabiat geni bir
bahçedir; görünmeyen bahçevanın usta
eli, hissedilir bahçenin har kö esinde.
slam için, insanla hilkatin di er eserleri
arasında yakın bir münasebet vardır.
nsan
aklı,
ilahî
aklın
bir
lem’asıdır. Sıhhat’te ve dengeli oldu u
zaman mümini inkâra de il tevhid’e
götürür. Ancak tutkular dengeyi bozdu u
ve görü ufkunu kararttı ı zaman onu
dalalete sürükleyebilir. Demek ki, dı
engellerle kösteklenmeyen akıl, kelimenin
bugünkü manasıyla rasyonalizm’e sevk
etmez insanı. Rasyonalizm, be er idrakini
a an her prensibi reddeder. Oysa
slamiyetin
anladı ı
akıl, tevhid’i
kavramak için bir araçtır; be er idrakler
âlemine bu yoldan ula abilir. Nitekim,
slamî sanat da akla dayanmaz, tema a
edeni,
hendesenin
soyut
remizleri
vasıtasıyla tevhid mebdeine götürür.
Tevhid ancak nefiy yoluyla ve mücerred
olarak ifade edilebilir. Akıl, vahiy’in temel
akidesi içinde çalı ır, onun dı ına çıkmaz.
Orta-ça ın sonundaki Hıristiyanlık gibi
imanın dı ında bir illiyet aramak pe inde
de ildir. slam dünyasında riyazi ilimlerin
bu kadar geli mi olması da aklın bu
ekilde anla ılmı olmasıyla kabil-i izahtır.
Bunun içindir ki Müslümanlar, dünya
görü lerinin bir parçası olarak Fisagor’un
matematik
mefhumunu
kolayca
benimseyebilmi lerdir.
Ayrıca hem vahiy’in hem de slam
ilimlerinin ta ıyıcısı olan Arap dilinin
hususiyetleri
üzerinde
bir
miktar
tevakkuf etmek de yerinde olur. Arapça
son derece seyyal bir dildir. Bu sayede ilk
mütercimler Yunan, Süryani, Sanskrit ve
Pehlevi dillerindeki metinleri kolayca
aktarmı lardır.
Yeni yeni kelimeler
kurmakta güçlük çekmemi ler. Mevcud
istilahlarla yepyeni mefhumlar ifade
edebilmi lerdir. Arapçanın bu özellikleri
slam dünyasındaki bütün ilimlerin,
tabiat ilimleri de dahil, geli mesinde
büyük rol oynamı tır.
Tabiat ilimlerinde Müslümanlar,
kozmolojik ilimlerle ilgisi olan çe itli
mefhumları ifade için çok zengin bir
kelime hazinesine sahiptiler, Latince
natura, Yunanca physis’in kar ılı ı olan
tabi’a kelimesine bakalım... kökü t, b,
ayn. Kelime, Yunan ve Latin dillerindeki
kar ılıklarından
biraz
farklı
olarak
kullanılmı tır.
Kur’anda
bu
kelime
yoktur, tab’ vardır Tab’ gerek sünnî
gerek ii müfessirlerce insanı Allah’dan
ayıran peçe diye yorumlanır. Hallaç gibi
bir takım mutasavvıflar, tabiat’ı nayet’i
lâhiyenin zıddı olarak anlarlar. Bazı
yazarlar da tab’ı matbu’un zıddı olarak
kullanır.
Halik ile mahluk’u ayırmak için
halk ile hak kullanılır. Egemen olan
Sünni
mektep
E ’ari
kelamdan
kaynaklanır. Dünya kar ısında Allah’ın
mutlak bir müteal sıfatı vardır. Bu
me kt e p hakkın mutlak mütealiyetini
t e n z i h lafzıyla
belirtir. Hak’l a Halk
arasındaki uçurum öylesine derinle tirilir
ki, varlıkların ferdî mahiyeti de, gerçe in
bir alanı olan tabiat da Halik’in mutlak
kudreti içinde erir. Ufki bir illiyet inkâr
edilir. Aristo’nun mahlûkata ait telakki
etti i on makuleden yalnız cevher, mekân
ve keyfiyet, objektif bir gerçekli e sahip
kabul edilir. Zaman da, uzay ve madde
gibi, «atom»lara bölünür. Bütün kısmi ve
bila-vasıta illetler lleti Gaiye’nin içinde
erir. Bütün varlıkların do rudan illeti:
Cenab-ı Hak’dır. Ate mahiyeti icabı
yanmaz. Cenab-ı Hakk’ın iradesi öyle
oldu u için yanar. Kaldı ki, bize «tabiat
kanunları» gibi görünen âdet-i ilahiye’dir.
Tek gerçek kanun vardır: peygamberlere
vahiyle bildirilmi olan kanunlar. E ’ari
kelamcılar
bilhassa
mütenahi
ile
Namütenahi arasındaki ınkita’ üzerinde
dururlar. Onlara göre kozmik mertebeler
silsilesinin
bütün
merhaleleri
lahî
Cevher’in içinde erir.
Mutasavvufların,
bilhassa
bn
Arabi mektebine mensup olanların ve
rakiye’nin görü ü ise, ilahi prensip ile
ilahî
mebdein
tecellileri
arasındaki
münasebetin ba ka bir yönü üzerinde
durur. kisi arasında bir süreklilik oldu u
kabul
edilir.
Mütenahi’nin
namütenahi’den mutlak olarak ayrı
oldu unu
söylemek
caizdir,
ama,
birbirinden mutlak olarak ayrı iki e’niyet
nizamı olamayaca ına göre, böyle bir
iddia politeizm’e götürür. Demek ki,
namütenahinin dı ında bir mütenahi
dü ünülemez.
raki
bilgelerle
mutasavvıflar, Cenab-ı Hakk’ın mutlak
mütaâliyetini inkâr etmezler. Fakat bu
ikinci münasebet üzerinde dururlar da
ha çok. Remizleri kullanarak tecelliler
dünyasının ruhanî âlemin gölgesinden ve
remzinden ba ka bir
ey olmadı ını
gösterme e çalı ırlar. Kozmik tecellilerin
hepsi de ilahi mebdein eseridir.
slamiyet
orta-yolcu
bir
din
oldu undan tashih’l e tenzih arasında
yer alır. Bunlardan birine saplanmak
vahim hatalara sürükler. Hâlbuki birlikte
ele alınırlarsa Cenab-ı Hak’la Kâinat
arasındaki münasebeti sahih olarak
belirtirler. Biz, slamiyetin kozmolojik
doktrinlerini ve bunların dayandı ı Tabiat
telakkilerini incelerken, derslerinde Nuru
lahinin mütenahi âlemi toptan
massetmedi ini ileri süren mektepleri ele
alaca ız sadece. E ’ari’ler gibi çe itli
kelam mekteplerini bir yana bırakaca ız.
Yalnız urası da unutulmamalı:
kâinatın Allah’dan bamba ka oldu u
görü ü, mütenâhinin ise namütenahiden
tam manâsıyla ayrılamayaca ı inancı
aynı hakikatin çe itli yönleridir. Söz
konusu olan yüzde yüz rasyonel düzenler
olmadı ı için bunların ikisinden birini
seçmek zorunda de iliz.»
« slâm
limler»
Tarihinde
Kozmolojik
« slâmiyet zaman içinde son vahiy.
Bu itibarla kendisinden önceki bütün
geleneklerin terkibi. Co rafî olarak da
dünyanın orta ku a ına yayıldı. Netice
olarak Batı Asya’daki daha önceki
medeniyetlerin varisi oldu. skenderiye,
Antakya,
Edessa,
Nizip,
Haran,
Gundi apur. Batı Asya’daki ve Kuzey
Afrika’daki ilim merkezlerinin hepsi slam
dünyasının parçaları. Böylece
slam
sanat ve ilimlerinin daha sonraki
geli meleri
için
lüzumlu
malzeme
sa lanmı oldu.
slamın ilk asrı dinî ve manevî
güçlerin en yo un oldu u dönem.
Gelenek, kayna ından uzakla mamı ,
kendini
te kil
eden
unsurlar
billûrla mamı tı henüz. Daha çok nahiv,
hadis veya tarih-i Mukaddes gibi ilmî ve
edebi bilgilerle u ra ılıyordu. Peygamberin
attı ı tohumlar ancak onuncu, onbirinci
asırlarda meyve verecekti.
Abbasi hilafeti kurulduktan sonra
çe itli ilimlerle ilgili Yunanca, Süryanice,
Pehlevice,
Sanskritçe
kaynaklar
Arapçaya çevrildi. O zamana kadar
Hadisçiler de, tefsirciler de, tarihçiler de,
tasavvuf erbabı da bilgilerinde hep
vahiy’e dayanıyorlardı. Fakat imdi yeni
mektepler de ortaya çıkmı tı: slami
olmayan
kaynaklardan
esinlenen
mektepler. Bu yeni mekteplerde, Mutazile
gibi mantıkçı ve
rasyonalistlerden,
astronomlar ve riyaziyecilere, daha sonra
da Yunan,
skenderiye ve Gildani
ilimlerinin en ezoterik takipçilerine kadar,
bir çok ara tırmacılar yer almı tır.
Havran’daki Sebai cemaati de bunların
arasındaydı.
Dokuzuncu
asırda
slamiyet, ebedi kalıpları içinde, fıkıh ve
tarikatlarda billurla tı. Gerek sanat ve
ilimler, gerekse felsefe geli ti, onuncu,
onbirinci asırlarda en yüksek irtifalarına
vardılar. Bunun içindir ki kitabımızdaki
tartı maların çerçevesi olarak bu dönemi
aldık.
Onuncu
asrın
ba langıcı,
Farabî’nin, Mes’udi’nin, sfahanlı Abul
Farac’ın,
slâmî sanat ve ilimlerin
do u unda büyük bir rol oynayan daha
bir çok âlimlerin sahneye çakı ma ahit
oldu. Unutmayalım ki Safa Karde leri, ElBiruni, Ba dadh Ebul-Berekât, bn Sina,
Elbu-Hayyan aynı yüzyılda yazdılar
eserlerini. Harizmi’nin «Mefatih il-Ulum»
u Nedim’in Fihrist’i gibi ansiklopediler de
slamın dü ünce hayatına o dönemin
arma anlarıdır.
Onbirinci asır da slâmî ilimlerin
geli me
dönemi.
Ömer
Hayyam’ı,
Gazali’yi, Nasır Hüsrev’i hatırlayalım.
slâm Tarihinin bu en faal
döneminin, çe itli ilim sahalarında önde
gelen
isimlerini,
hvan-ı
Safa
Risalelerindeki tabiat
anlayı ını,
El
Birunî’yi, bn Sina’yı incelerken aynı
zamanda
slamın
kozmolojik
doktrinlerinin temel unsurlarını da
görmü oluyoruz.» CS. H. Nasr, a.g.e.,
Prologue: islam and the Study of Nature,
slâm ve Tabiat, s. 1-22).
MUHTE EM BÎR AB DE:
DO U KÜTÜPHANES
Batı insanına, do uyu tanıtan
askerî, siyasî, ticarî sayısız temaslar
olmu . Do unun dü ünce dünyasını da
merak etmi
batılı. Bu çe itli bilgi
kaynaklarının
tam
bir
dökümünü
yapmak için ciltlerce yazı ve yıllarca
eme e ihtiyaç var. Bu alanda da
öncümüz Avrupa. Oryantalizmin nasıl
adım adım ilerledi ini, bu yeni ke iflerin
batı dü üncesine neler kazandırdı ını
anlamak için okunması gereken en
de erli eserler: 1 — Raymond Schwab’ın
«La
Renaissance
Orientale»i
(Do u
Rönesansı) (1950). Bu nefis kitapta a ır
basan: Hint, slam dünyası üzerinde
fazla durulmamı . 2 — Edward Said’in,
dilimize de çevrilen, «Oryantalizmdi
(1980).
Konu
slam
dünyasıyla
emperyalizm arasındaki ideolojik sava ,
oryantalizmin
perde
arkası.
Her
müslümanın ibretle okuması gereken
nefis bir hicviye. 3 — Rodinson’un kitabi:
«La
Fascination
de Islam»
(Batıyı
Büyüleyen
slam)
(1980).
Eser
oryantalizm macerasını tarih içinde ve
bütün boyutlarıyla inceleme e çalı an
ansiklopedik bir yakla ım, özlü, aydınlık,
ö retici; fakat kokusuz, renksiz ve
heyecansız. 4 — Adnan Adıvar’ın slam
Ansiklopedisine yazdı ı Mukaddime (21
büyük sayfa). Derli toplu bir özet,
gönül’den çok kafanın mahsulü. Bu dört
kitap
da
birbirinin
tamamlayıcısı.
Oryantalizmin geli mesini bizden biri
anlatmalıydı. Said’in kitabı çok güzel, çok
ufuk açıcı ama Said Avrupa’nın kar ısına
bir
intikam
mele i
gibi
çıkıyor.
Söyledikleri belki yanlı de il ama arkiyat
denen ideolojiler bütününden çok a zı
yanmı .
Teferruatı bir yana bırakarak öyle
bir ema çizebiliriz: Batının tecessüsünü
kamçılayan ve uurundaki do u imajını
besleyen iki ana kitap var. Birincisi,
18’nci asrın ilk yıllarında basılan
Galland’ın «Binbir Gece» tercümesi.
Sokaktaki adam için do u, hâlâ Binbir
Gece’de ya ayan hayal ülkesidir.
Kaynakları tanımak isteyen batı
aydınları ise, susuzluklarını Herbelot
sayesinde giderme e çalı mı lar. Ba ka
bir deyi le, Avrupalı bilginler, slam
dünyasını
Herbelot’nun
«Do u
Kütüphanesi»
yardımıyla
tanımı .
Filhakika, «Do u Kütüphanesi», Hugo’dan
Nerval’e, Tennyson’dan Lamennais’ye
kadar
bir
çok
batı
yazarlarının
ba vurdu u bir ana kitaptır.
Osmanlı aydınları Herbelot’dan
haberdar
mıydı?
Evet,
a inalı ın
hudutlarını tayin etmek ayrı bir inceleme
konusu.
Adıvar, oryantalizmin macerasını
anlatırken Herbelot’ya da yer verir:
« arkın semtine bile u ramamı olan bu
zatın
eseri, ‘hiç
üphesiz
bugün
tercümesini ne retti imiz ansiklopedinin
cedd-i âlâsıdır. Kitabın ilk sahifesinde
unvanın altındaki ibare, bize modern
oryantalizmin oldukça tam bir tarifini
vermektedir. 1781 senesinde çıkan son
tab’ı dört cilttir... XVII. asırda yazılan bu
eser o vakit pek faydalı olmu ve XIX.
asra kadar herkesin müracaat etti i bir
ansiklopedi olarak tanınmı tır.»
«Do u Kütüphanesi», güzel ama bu
do u neresi? Schwab’ı dinliyelim: Bu
kütüphanenin iki sınırı var, co rafyadaki
sınırı Ba dat, tarihteki sınır ise: Hazret-i
Muhammed. Yazar bu hudutların ötesini
hep ikinci elden kaynaklara ba vurarak
taramı , kısaca, eserin konusu olan
do u, bütün do u de il. Ne uzak do u var
ne arkaik do u. Bu da gayet tabii,
ondokuzuncu yüzyılın ba larına kadar
Avrupa yalnız Sâmi dillerine â inâdır,
sâmi dillerinin de arap ve ibrani
kollarına.
Said’in kitabında da Herbelot ile
ilgili bilgiler oldukça kıt.
Rodinson
da
Herbelot’yu
«oryantalizmin do u u» bölümüne misafir
etmi .
Kamus’un
verdi i
bilgi
u:
«Herbelot (Barthelemy de)
arkiyatçı
(1625 -1695) Sami dillerin birço unu,
ayrıca Türkçe ve Farsçayı ö rendikten
sonra do ulularla münasebete geçmek
için talya’ya gitti. Orada birçok el
yazmaları elde etti. Colbert tarafından,
Fransa’ya ça rılıp, mütercim-kâtip tayin
edildi. Daha sonra College de France’a
Süryani hocası atandı. Yazma olarak
bıraktı ı arapça, farsça, türkçeden
latinceye üç ciltlik bir sözlük, bir de do u
antolojisi vardır.»
imdi de kitaba e ilelim. Elimizdeki
baskı
1776
tarihini
ta ıyor,
Amsterdam’da basılmı , 954 büyük sayfa.
Ayrıca Visdelou ile Galland’ın 284 sayfalık
bir zeyli (1780). Kütüphane raflarına
sı mayacak kadar koca bir cilt (Uzunlu u
43 santim). Kitabın iki adı var: Do u
Kütüphanesi veya Üniversel Sözlük.
Altında öyle bir ibare: «Do u kavimleriyle
ilgili bütün
bilgileri kucaklar.
Bu
kavimlerin: hakiki veya efsanevi tarih ve
ananelerini, dinlerini, mezheplerini ve
siyasetlerini, hükümetlerini, kanunlarını,
adetlerini,
törelerini,
sava larını ve
ülkelerinin geçirdi i de i iklikleri; ilim ve
sanatlarını, ilahiyatlarını, esatirlerini,
büyülerini,
hikmeti
tahliyelerini,
ahlâklarını, tıplarını, riyazilerini, tabiat
tarihlerini, takvimlerini, co rafyalarını,
gök
bilimlerini;
sarf,
nahiv
ve
belagatlerini; evliyalarına, hocalarına,
hakimlerine, münevverlerine, airlerine,
kumandanlarına, kısaca fazilet veya
bilgileriyle bu kavimlere ün sa layanlara
ait hal tercümelerini ve menkıbeleri,
kaleme aldıkları belli ba lı telifler, eserler,
tercümeler, erhler, telhisler, hikâyeler,
hikemiyat, durub-u emsal kitapları;
arapça, farsça ve türkçe yazılmı
bilcümle
kitaplar
hakkında
tenkidi
hükümler ve seçmeler.»
Sonra «Hükümdar’a» bir arize.
Arizeyi yazan Herbelot’nun karde i:
Herbelot de Molainville. öyle diyor: «Bu
eseri efendimize sunarken müteveffa
biraderimin arzularını yerine getirmi
oluyorum. Yıllarca inanılmaz bir gayret
harcadı, bu u urda do u dillerinden
sayısız yazmalar okudu. Bunların en
nadir ve en dikkate layık olanlarını
kütüphanenizde bulmu tu. Umdu u tek
mükâfat vardı: Ha metmeabınızın ho una
gidecek bir eser vücuda getirmek.
Uykusuz gecelerinin meyvesi olan bu
sayfaları hak-i payınıza bizzat takdim
edemedi. Bu erefli vazifeyi, onun yerine,
bendeniz eda ediyorum.»
Bu arizeyi Galland’ın «Önsöz» ü
takip ediyor (19 büyük sayfa). Galland
öyle ba lıyor: «Büyük te ebbüslerin
ço unu bekleyen hazin bir kader var».
Yazarları çok defa muratlarına eremez,
i lerini tamamlamadan mezarı boylarlar,
uzak örnekler aramaya lüzum yok,
d’Herbelot’nun akibeti meydanda, nice
yorgunluklara
mal
olan
«Do u
Kütüphanesinin basılı ını görmeden öldü.
Bu kadar zahmetli ve böylesine uzun
zaman isteyen bir esere ne diye
giri mi ti? Ya amı olsa, okuyucuya bu
davranı ının sebeplerini herkesten iyi
kendisi açıklardı.
Ne beis! Eserin kendisi konu uyor.
Belli ki yazarın niyeti ebediyete bir âbide
arma an etmekti. Yenili i ile gelecek
nesilleri hayrete dü ürecek, faydası ile
ho una gidecek bir âbide.
Ama ne yapalım, böyle mühim
eserleri bir önsözde sunmak adet olmu .
Herbelot,
ibraniceyi,
gildaniceyi,
siryaniceyi
mükemmelen
biliyordu.
Latince ve yunancadan sonra ö renmi ti
bu dilleri. Bunlara arap, fars ve türk
lisanlarını da ekledi. Bu temeller olmadan
kafasındaki büyük tasarı gerçekle mezdi
elbette.»
Sonra
Galland,
d’Herbelot’ya
dayanarak do u kavimlerinin tarihini
anlatır.
ranlılar ( slamdan önce ve
sonra),
Mo ollar,
Selçukiler
ve
Osmanlılar,
Karakoyunlular.
Haçlı
Seferleri,
Eyyubiler, Memluklar,
...Arapların ilime hizmeti,
ranlılarda
âdap,
türklerde
airler,
17.
asır
sonlarında
590
air
ya ıyormu
Türkiye’de.
Galland tabiat konusuna temas
ederken Herbelot’nun, bilhassa Hacı
Kalfa’nın
(Katif
Çelebi)
«Ke f-el
Zünun’unu bütün olarak çevirip eserine
aldı ını kaydeder. Herbelot sık sık
Kur’an’dan
âyetler
de
alıyor,
tercümelerinden faydalandı ı tefsirciler
en tanınmı slam müellifleri, bilhassa
Hüseyin Vaizin far ça tefsirleri.
Herbelot’ya kadar, Batıda islam
kavimlerinin dilleri bilinmezmi . lk defa
olarak bir spanyol rahibi, 17. yüzyıl
ba larında spanyolca bir arap grameri
kaleme almı . Leunclavius’un da kısa bir
türk tarihi varmı . Guillaume Postel ise
arapçayı Kur’an’ı erh etmek maksadıyla
Do u’da bulunurken ö renmi . Scaliger,
islamdan
faydalanılacak
bir
çok
kaynaklar
oldu unu
anlamı
ama
emellerini gerçekle tirmeye ömrü vefa
etmemi . Sonra islam dilleri konusunda
himmet
harcıyan
çe itli Avrupalılar:
Erpenius, Megiferus, Golius. Castel’in
yedi dil üzerine tertiplenen sözlü ü. Louis
de Dieu, Hollanda’da acem dili üzerinde
çalı mı . Vattier, bni Sina ’yı latinceye
çevirmi ba tan ba a.
Do u
dilleriyle
u ra anların
sonunda Meninski’yl zikrediyor Galland.
Padi ahın harp divanında danı man ve
tercüman olan bu zat türkçenin üç ciltlik
bir kamusunu hazırlamı . Golius’un
farsça lügatini de bütünüyle eserine
aktarmı .
Bütün
bu
çalı malardan
faydalanarak her üç islami dilde yazılan
eserleri
okumak
yani
Avrupa’daki
münferit emeklerin mirasına konarak
Do u’nun tarih, edebiyat ve irfanını
asırlara tanıtmak erefi ilk defa olarak
Herbelot’ya nasip olmu .
Galland da stanbul’dayken böyle
bir i e giri mi , sonra Herbelot ile bir
yıldan fazla sıkı bir arkada lıkları olmu .
Kitabı çok iyi tanıyor. Böyle bir önsöz
yazarak eseri sunmak cesaretini de bu
muarefeden alıyor.
Heyhat! ki yüzyıl önce kaleme
alman bu de erli önsözü bütünüyle
tercüme edecek Sabrımız da yok onu
bastıracak yerimiz de.
ki
asır
gecikerek
de
olsa
Herbelot’yu
ça da larımıza
takdim
edebildikse ne mutlu!
B BLE
YAHUT
K TAB-I MUKADDES(1)
BA LARKEN
«Kırk Ambar»da dünya edebiyatları
kavramına dokunmu tuk. «Bir Dünyanın
E i inde»
ise
dünyanın
en
eski
edebiyatına ayrılmı tı. Her iki eserin de
çok büyük bir eksi i vardı:
brani
edebiyatından(2) söz etmemi tik. Oysa
Tevrat
da,
nciller
de
medeniyet
dünyasının kutup yıldızlarıydı. Onları da
Türk okuyucusuna tanıtmak, yazar için,
kaçınılmaz bir görevdi. Bu i i nasıl
ba aracaktık?
Konu, ne yalnız edebiyat tarihini
ilgilendiriyordu ne dinler tarihini. Konu,
öylesine geni , o kadar karı ık ve içinden
çıkılmaz meseleleri kucaklıyordu ki, önce
Renan’in 5 ciltlik « srail Tarihi» ne ba
vurduk. Baktık ki bir makalenin dar
hacmi içinde üstadın o nefis eseri
anlatılamıyor.
Gerard
Walter ’ın
«Komünizmin Kaynakları» adlı kitabından
braniler bahsini bir kere daha okuduk.
Kitapta srail nebilerinin yeti ti i çevre ve
ana dü ünceleriyle ilgili geni ve ayrıntılı
bilgiler vardı. Bu bilgileri ya bütünüyle
çevirmek yahut da hepsinden vazgeçmek
gerekiyordu. Çürük bir sandalla kıyısını
bulamadı ımız uçsuz bucaksız bir denize
açılmı tık. Yarım asırdan beri zaman
zaman tavaf etti imiz bu muhte em
abideyi
Türk
okuyucusuna
nasıl
anlatacaktık, medeni dünyanın bütün
dü üncesi,
bütün
inançları,
bütün
bilgeli i Bible’de toplanmı tı. Asırlar boyu
binlerce yazarın heyecanlarını, öfke ve
ümitlerini dile getiren bu kitap, dünya
edebiyatlarının anla ılması en güç bir
klasi i idi. Onu lâyıkıyle tanımadan
Avrupa’nın ruhuna nüfuz edemezdik.
Elimizdeki Türkçe çeviri cansız bir
iskeletten ibaretti. branice bilmedi imiz
gibi Yunanca ve Latince çevirilerden de
faydalanamazdık. Fransızca ve ngilizce
tercümelerle yetinmek zorundaydık. Ama
bu tercümeleri anlamak için de yetkili
kılavuzlara ihtiyacımız vardı. Aylarca
çalı tıktan sonra anladık ki Kitabı
Mukaddes’i
okuyucumuza
tanıtmak,
gücümüzü
fersah
fersah
a ıyordu.
Bununla beraber, ummandan birkaç
damla getiremez miydik! Karanlıkları
biraz
olsun
aydınlatmak,
tarihle
hukukun, iirle hikmetin, vahiyle bâtıl
inançların
çözülmez
bir
kördü üm
halinde kayna tı ı o esrarengiz sayfaları
Türk okuyucusuna çok müphem, çok
kifayetsiz de olsa tanıtmak istedik. tiraf
edelim ki yazımız bir karalamadan ibaret.
K TABI
ÇEV R LER (2)
MUKADDES
Son
Fransız
Ansiklopedisinin
18’inci cildinde dikkate lâyık bir yazı
okuduk. (Encyclopedie Française, tome
XVIII:
La
civilisation
ecrite.
«Les
Traductions»
par
L.
Gulet
Yazılı
Medeniyetler. "j «Tercümeler», yazan L.
Grillet, Paris 1939) Aynen aktarıyoruz:
«Musa’nın kitabı
ile Tevrat’ın
metinler koleksiyonu brani kavminin özel
kütüphanesi olarak kalsa ne i e yarardı?
Kendi dillerine hapsedilmi
olan bu
kitaplar nihayet Talmud kadar önem
ta ırdı: sinagog kürsülerinde titizce
muhafaza edilen bir Tora. Bu garip
kitaba umulmadik bir ans kazandıran:
Septant tercümesi. Bu sayede dünyaya
seslenebilmi . Hind’in, Çin’in, ran’ın,
Mısır’ın kutsal kitapları böyle bir talihten
mahrum kalmı . Septant tercümesi
sayesinde Kitab-ı Mukaddes Jude’nin
dı ında var olma a ba lamı , Helenizm’in
unsurlarından biri olmu tur.
Bible o zamandan beri Bible. O
güne kadar Asuri ve ya Hitit âbideleri
gibi, meraklıları çeken bir etnografya
belgesiydi sadece; ne istibali vardı ne
yayılma gücü. Batlamyus’un yaptırdı ı
çeviri, o belgeyi Grek dünyasına tanıtta.
Ve sa ’nın yolunu açtı. Bir nevi yatak
oldu hırıstiyanlık için. O olmasa Mesih’in
dinleyicileri de olamazdı: ı ık ölçe in
altında kalırdı. Yesu’un hayatı bir yahudi
dramı. Kudüs kroniklerinde rastgele bir
gündelik olay. ncil, Süryanice veya
Aramice anlatılmı olsa ne ifade ederdi!
Filistin’in
minnacık
bir
kö esinde
söylenen mahallî bir masal. Oradan
hiçbir zaman çıkmaz ve bir çoban ate i
gibi sönüp giderdi. Yunanca oldu u
içindir ki bu hikâye alevlenme e elveri li
bir ortam buldu. Biblos âyinlerine,
Eflatun’un
dü üncelerine
karı arak
insanlı ın manevi hayatına girdi.
St. Jérome’un Vulgate adlı çevirisi
ikinci bir dönemin ve çok mühim bir
terinin ba latıcısıdır. Hıristiyan dünya
ikiye ayrılmı tır bu çeviriden sonra: Batı
impa r a t or lu u, Do u
imparatorlu u.
Evet. znik Meclis-i Ruhanisinden bu
yana Kiliseyi ikiye ayıran hadisenin
biricik sâiki nass olmamı tır. Burada da
ideoloji, siyasetin maskesinden ibaret.
Yunanistan papanın önünde boyun
e mek istemiyordu. Yunan imparatoru,
sâkit bir tahtın, parçalanmı ve çöken bir
iktidarın imtiyazını kabul edemezdi. Bir
prestij meselesiydi hu. Yunan dünyası
Latin dünyasından ayrılıyor; Afrikalı, ber
veya
Galyalı
barbarlar
üzerindeki
a abeylik
hakkından
vaz
geçmek
istemiyordu. Dava teolojik olmaktan çok
milli idi. Bir herezi’den çok jeolojik Bir
kopu ; bu kopu hattını çizen, dillerin
sınırları olmu tu.
Aynı olay, XVI. yüzyılda Batı
hırıstiyanlı ı camiasında tekerrür eder.
Reformanın ana hâdisesi iki tercümedir:
Luther’in Kitab-ı Mukaddes’i ile ngilizce
Kitab-ı Mukaddes. Germen dünyası ile
Anglo Sakson dünyanın ba ımsızlık
belgeleridir bu iki çeviri. Denilebilir ki
Roma imparatorlu unun sonundan bu
yana Avrupa’nın manevi politikası Kitab-ı
Mukaddes tercümelerinin haritasında
belirir. Bir yanda Grek ve Ortodoks
Do u, di er yanda Vulgate’i tanıyan Latin
Batı, (bir yanda Luther’in Kitab-ı
Mukaddesi ile Kuzey Avrupa, di er yanda
VIII. Henri’nin Kitab-ı Mukaddesi ile
ngiltere ve A. B. D. Bütün batı tarihi
aynı eserin
tercümeleri tarihi ile
özetlenebilir.
Bugün
bile
Vulgate ’i
kullanan Latin kavimleri ile Kitabı
Mukaddes’i evlerinin bir e yası, günlük
bir gıda ve bir edebiyat eseri sayan öteki
kavimler birbirinden ayrılır. Bu basit
olayı, bütün e itim ve manevi iklim,
kültür ve mizaç farklarını izah eder.»
B BLE M
M
K TAB.I MUKADDES
Bible, yüzyılları kucaklayan bir
zaman içinde (kaç yüz oldu u tartı ma
konusudur) üç dilde kaleme alınmı :
branice, Aramice, Yunanca. Yazarlar
arasında çobanlar da var, hükümdarlar
da.
Kimi karacahil,
kimi allame,
kucakladı ı kitaplar da hem biçimce,
hem de erce çe itli. «Mezmurlar» da
dünya
edebiyatının
en
yüce
lirik
ne idelerinden bazılarını bulursunuz.
«Krallar
Kitabı»
gündelik
ya amayı
yansıtan düz yazılarla dolu. Bible’in göze
çarpan ilk özelli i, içindeki kitapların
çe itlili i. Ama bu çe itlili in altında gizli
bir birlik de var. Kitapların konusu ve
biçimi bakımından: «tenevvü», bütünün
anlamı ve i aret etti i amaç söz konusu
olunca: vahdet.
Önce edebî bir eser Bible, sonra da
milyonların inançlarını abidele tiren bir
belge. Bu itibarla kitabı tanıtmak için bir
edebiyat tarihine ba vuruyoruz, ilkin.
Ba lıca
kılavuzumuz:
Pleiade
Ansiklopedisinin yayımladı ı üç ciltlik
«Edebiyatçılar Tarihi»nin birinci cildi.
branî edebiyatı isimli bölüm, Andre
Dupont-Sommer
imzasını
ta ıyor.
(Hidtoire des Litteratures T, Andre
Dupont-Sommer,
«La
Litterature
hebranique», Paris 1955, ss. 292-326).
Konu üzerinde bir çok eser kaleme alını
bir uzman. Duppont-Sommer. Yazıya
öyle ba lamı :
«Kadim
Do u
edebiyatları
arasında, eski branilerin edebiyatı ayrı
bir yer tutar. Filhakika, bu edebiyatın
izleri geni ölçüde Kitabı Mukaddes adı
verilen
büyük
bir
mecmuada
korunmaktadır. Bu kitaba, asırlardan
beri, iki büyük dinin mensupları yani
Musevilerle Hıristiyanlar derin bir saygı
beslerler. Onlara göre, ilham mahsulü bir
eserdir bu; Allah tarafından yazılmı tır.
Kitapların hasıdır, zaten «Bible» de bu
demektir.
Yüzyıllardan
beri sayısız
mistik, sayısız ilahiyatçı, sayısız air ve
sanatçı hem inançlarındaki co kunlu u,
hem sistemlerinin ilkelerini, hem de dini
aheserlerinin
konularını
o
ilâhî
yazılardan almı .
Evet , Bible, müminlerin sevgilisi.
Ama bütün tarihin, bütün insanlı ın
malıdır da. Söz konusu olan: bir kavmin
hazine-i evrakı, bir kavmin, daha
do rusu
be eriyetin
Bütün
be erî
vesikalar gibi, onlar da tarihin çine
yerle tirilmedikçe
anla ılamazlar.
Gerçekten de, Bible, son derece girift ve
alabildi ine
de i ik
bir
vesikalar
koleksiyonudur. Elimizdeki
ekli ile,
ba lıca üç bölüme ayrılıyor: Kanun (Tora,
Nebiler, ve Yazılar (Ketubîn); bu üç
bölümün her birinde de ba ımsız bir sürü
kitab. Ço u urdan burdan toplanmı .
çlerinde çok farklı dönemlerde yazılmı
parçalar var. Musevi Bible’inin bütünü
için a a ı yukarı bin yıl ( .Ö. ikinci
asırdan onbirinci asra kadar) emek
harcanmı .
«Kanon», ba ka bir deyi le, Bible’e
a i t kitapların
resmi
listesi,
Eski
Sinagog’da yava yava tespit edilebilmi ;
Miladın ikinci asrında hahamlar bazı
eserlerin Kanon’da yer alıp almayaca ını
hâlâ tartı maktaydılar. Bundan ba ka,
hıristiyan kilisesi, musevi bible’ini Eski
Ahid adıyla benimserken, sinagog’un bir
kenara itti i bazı eserleri de vahiy
mahsulü diye kabul etti: Apokrifler (ba ka
bir adları da dötérokanonik). Hakikat u
ki koleksiyonun belli ba lı kısımları
(Kanun, Nebiler, Ketubîm) Î.Ö. birinci
asırda yazılmı bulunuyordu. Kanonlar
mecmuasında kadim branilerin edebi
eserlerinden ancak bir bölümü vardır.
Kanon, ilke olarak, din dı ı mahiyetteki
yazıları
almamakla
kalmamı ,
dini
yazıların bir ço u da, eski eserleri
toplamak
i iyle
u ra ılarken
kaybedilmi tir. Birtakım yazılar da eski
ça ların inançlarını fazla gerçekçi bir dille
aktardıkları için kâtiplerce bir yana
bırakılmı tır. Bununla be raber Bible’in
bize aktardıkları, yine de Musevilerin
tarihini aydınlatan bir hazinedir. srail’in
eski kom uları olan Aramiler, Moabitler,
Edomitler için bu de erde vesikalardan
mahrumuz; onların yazdıkları, birkaç
kitabeyi saymazsak, kaybolup gitmi .
Kısaca, elimizdeki Bible, eski
branî
edebiyatının
bütününü
kucaklayan bir külliyat olmaktan çok, bir
çe it antolojidir. Rönesansdan bu yana
filologlarla tarihçiler eski Yunan ve Latin
belgelerini
inceledikleri
gibi
aynı
yöntemlerle, aynı kesinlikle ve aynı
ba ımsızlıkla Bible’i de incelediler. Fakat
Kitab-ı Mukaddes belgelerine uygulanan
yeni ilmî tenkit, kar ısında tabii olarak
ananevi ve teolojik muhalefeti bulacaktı.
Bible incelemelerinin tarihi, Fransa’da
XVII. asırda, ilahiyatçı Bossuet ile
tenkitçi Richard
Simon
arasındaki
tartı mayla
me hurdur.
(Bkz.
M.
Hodinson,
Batıyı Büyüleyen
islam,
çeviren Cemil Meriç, Pınar 1983, s. 169
v.d.) XVIII. yüzyılda ise «Aydınlıklar
Felsefesi» ile kayna ır. Kitab-ı Mukaddes
tenkidi, insafsız, cesur ve sabırlı bir
mücadele
sayesinde
kendini kabul
ettirebilmi tir. Zamanımızda böyle bir
tenkidin haklarını inkâr eden kalmamı
gibidir. Bununla beraber kilisenin i ine
gelmemektedir bu haklar. Bugün bile
liberal
yorumla,
tutucu
yorum
çatı maktadır ve uzun zaman da
çatı acaktır. (3)
Kitab-ı Mukaddes ilmini bu kadar
geli tiren XVIII. yüzyıldan beri dev
adımları ile ilerleyen tarih ve filoloji
çalı maları olmu tur. üphesiz ki Kitab-ı
Mukaddes
metinleri,
bütün
di er
metinlerin dı ında tutulamaz ve yalnız
ilahiyatçıların
dogmatik
yorumlarına
bırakılamazdı. Dahası da var., bir
zamanlar Bible bütün Do u edebiyatları
hakkında
biricik kayna ımızdı.
ki
asırdan beri bütün dünyada yeti en
bilginlerin
çalı maları
sayesinde,
Fenike’ce, Asurî ve Babil’ce, Sümerce,
Hititçe metinler de bir bir söküldü. Bu
metinlerle Bible metinleri arasında bir
çok yakınlıklar bulundu. Artık Bible ilmi
olarak incelenmekte ve yeni bilgilerin
ı ı ında
daha
aydınlık
olarak
tanınmaktadır. Görü ufkumuz geni lemi
ve Kitab-ı Mukaddes, kadim medeniyetler
içindeki
yerine
yerle tirilmi tir.
Bir
zamanlar dünyanın en eski edebiyat
mahsulü zannediliyordu Bible. oysa
bugün anla ılmı tır ki en kadim kısımları
bile gerek Mezopotamya’daki gerekse
Mısır’daki edebiyat eserlerinden a a ı
yukarı ikibin yıl daha gençtir. Kısaca,
edebi biçim, iir yöntemleri, imaj ve ûslub
gibi bir çok bakımlardan Bible’in ba ımsız
olamayaca ı a ikârdır. Bir inanç sistemi
olarak da Bible’in yabancı etkilere neler
borçlu oldu unu, nelerin yeni ve orijinal
sayılabilece ini
tespit
edecek
durumdayız.
Hakikat u ki, çe itli oryantalizmler
geli tikçe Bible tenkitleri de yeni yeni
ilerlemeler kaydediyor. Aynı eyi bütün
ilimler için de söyleyemez miyiz? lim bir
nass de ildir, her eyden önce bir yöntem
ve bir zihniyet i idir.
A a ıdaki sayfalarda, kadim branî
edebiyatını, hem dini mahiyetine saygı
göstererek hem de ilmî ara tırmaları
dikkate alarak anlatma a çalı aca ız.»
Dupont-Sommer’in
incelemesini
ele almadan önce Bible’le ilgili birtakım
temel bilgileri aktarmak istiyoruz.
Mütercimlerimiz
büyük
bir
a kınlık içindedirler. Çok kere Bible’i
ncil diye çeviriyorlar. Oysa Yahudilerin
mukaddes yazılarını biraraya toplayan
Bible’de, Hıristiyanların kutsal kitabı olan
ncil’lerle havarilerin i leri ve resullerin
mektupları çok küçük bir hacim tutar.
Eserin
bütününe
sonradan
eklenmi lerdir. ncil, iyi haber anlamına
gelen Yunanca Evanjelüs’den alınmı tır.
Cermen dillerinde kar ılı ı Gospel’dır.
nsanlı ın ne kadar çılgın oldu unu
gösteren sayısız delillerden biri de Zola
gibi bir zındıkın son kitaplarına Dört ncil
adını vermesidir.
Demek ki Kitab-ı Mukaddes diye
çevrilen Bible asırlar boyunca derlenmi
bir branî edebiyatı antolojisidir. Bu
antolojiye
hıristiyanlar
da
kutsal
saydıkları yazıları eklemi lerdir. Bible’in
kucakladı ı kitaplar bütün olarak ikiye
ayrılır: (1) Eski Ahid, (2) Yeni Ahid. Eski
Ahid ba lı ı etrafında kümelenen irili
ufaklı risaleler 39 tanedir.
Yeni Ahid ise 27 adet risalenin
bütününe verilen addır. Demek ki Bible
a a ı yukarı 66 risaleyi kucaklamaktadır.
Bu risaleler çe itli tarihlerde ayıklanmı
ve
kilise
ta
rafından
muteber
sayılanlarına Kanon adı verilmi tir. Ki
liseden kiliseye de i en bu Kanon’ların
herkesçe kabul edilmi bir listesi mevcut
de ildir.
Kısaca Hıristiyan Bible’nın en az
dörtte üçü, ilk hıristiyanlardan beri Eski
Ahid diye tanınan Yahudilerin kutsal
yazılarıdır. Eski Ahid’de Rab ile onun
sevgili kavmi
srail’in münasebetleri
anlatılır.
Yeni Ahd’in konusu se Hz.
sa ile havarileridir.
I — ESK AH D
Yahudiler, Mukaddes kitaplarını 3
bölüme ayırırlar: 1 — Pentatök, 2 —
Nebiler, 3 — Hacıyografya.
Pentatök,
Ye u’nun
kitabıyla
beraber (Hexateuch) srail’in nasıl millet
haline geldi ini ve mev’ud topra ı nasıl
eline geçirdi ini anlatır.
Nebiler, srail’in Arz-ı Mevud’daki
ya ayı ını
anlatma a
devam
eder.
Krallı ın kurulu unu ve geli mesini tasvir
eder. Kavme, Nebilerin mesajını sunar.
Hacıyografa veya «Yazılar», kötülük
ve Ölümün varlıklar zinciri içinde nasıl
bir yer tuttu unu anlatır.
TAR HÎ YAZILAR
«Bible’de ilk kar ıla tı ımız, uzun
bir kitaplar dizisi. Konu: Dünyanın ve
ba langıcından Babil esaretine kadar
srail kavminin tarihi. Bu kitapların
ba lıcaları: Tekvin, Çıkı , Leviler, Sayılar,
Tesniye, Ye u, Hâkimler, Samuel (1 ve 2)
Krallar (1 ve 2). lk be kitap: Pentatök.
Bundan sonraki dört kitap: Nebiler (eski
nebiler).
Bu
tarihî
dizi
içine
kadim
zamanlardan kalma birkaç
iir de
sıkı tırılmı . En güzelleri: Debora’nın
ne idesi (Hâkimler kitabı bahis V). iir l.ö.
XI. a ıra do ru kaleme alınmı . srail
o ulları, Musa ve Ye u ba kanlı ında
Filistin’e yerle mi tir. Ama topra ın eski
sahibi olan Kenaniler, istilacılara kar ı
direnmektedir. srail, fetihlerini korumak
ve geni letmek için boyuna sava mak
zorundadır.
Kuzey
Kenan
ellerinin
hükümdarları, Yahudileri yok etmek
amacı ile
birle mi .
Yahudiler
de
toparlanıp dü man ordularına saldırmı
ve sava Yahudilerin zaferi ile sona ermi .
O ünlü ne idenin konusu bu zaferdir.
air,
hem
srail
kavminin
Rabbi
Yahve’nin yardımlarına ükreder, hem de
ba bu ların kahramanlı ını över. En çok
övdü ü de Debora’dır, çünkü bu kadın
terennüm
etti i
sava
arkılarıyla
dövü enleri yüreklendirmi tir.
Kenan hükümdarları pes demi .
Ama srail kabilelerini daha büyük bir
tehlike bekliyor: Filistenler. Yahudiler, bir
kralın
buyru u
altında
toplanmak
zorundalar. Yahve ’nin emriyle Nebi
Samuel, srail’in ilk hükümdarını seçer:
Saül. Önce zafer, sonra bozgun.. Saül’ün
üç o lu sava ta ölünce kendi de canına
kıyar.
Yerine
Davud
geçer.
Yeni
hükümdar,
saltanatın
menkıbelerini
kaleme almakla görevlendirir kâtipleri.
Davud’un hayat hikâyesini çok canlı
olarak anlatmı bu kâtiplerden biri.
branî vakanüvisli inin en parlak örne i.
Davud,
oldu u
gibi
kar ımızda.
Kumandanlarından birinin dilber karısı
Betsabe’yi yıkanırken gören kral, kadına
tutulmu tur. Betsabe’yi gebe bırakır,
kocasını da sava ta öldürtür. Davud’un
büyük o lu Ammon da babası kadar
uçkuruna dü kündür. Üvey kızkarde i
Tamara’nın ırzına geçer. Absalon da
karde i Ammon’u öldürür. Davud’un
ömrü çe itli nikbetler arasında sona erer.
Yerine o lu Süleyman çıkar tahta.
srail kavminin Krallar ça ından
çok önemli eserler kalmı . Bunların en
de erlileri
Yahveci’lerle
Elohacı’lara
atfedilen belgeler. Yahveci’ler için srail
kavminin
millî
tanrısı
Yahve’dir.
Elohacı’lar için Elohin. Eski ananeleri
aktarmak isteyen bu vesikalardan her
biri
tarihi
kendine
göre
anlatır.
Yahveci’ler, brani tarihini Âdem’in Eden
bahçesinde
halkedili i
ile
ba latıp
Süleyman’ın tahta çıkı ma kadar getirir.
Elohacı’lar ise
brahim’den Saül’ün
ölümüne kadar geçen olayları nakleder.
Her iki eserin yazarı meçhul. Bir çok
yazarlar milli gelenekleri kendilerine göre
anlatma a kalkmı . Böylece iki «cyçle»
olu mu : Yahveci ve Elohacı «cycle»ler.
Aralarında hem dil, hem de dinî ve ahlakî
fikirler bakımından farklar var.
Yahveci’lerinki daha eski, IX. a ıra
do ru
Güney
krallı ında
olu mu .
Elohacı’lar, Kuzey krallı ında VIII. yüzyıla
do ru kaleme sarılmı . Her ikisinde de
çok
nefis
parçalar
var.
Kitab-ı
Mukaddes’in bu bölümleri a a ı yukarı
aynı sıralarda yazılmı olan lyada ve
Odise’ye
benzetilebilir.
Mesela
Yahveci’lerdeki cennet tasviri (Tekvin II,
III).
îshak’ın
evlenmesi
de
güzel
anlatılmı . (Tekvin XXIV). Elohacı’lar da
yazıda usta. brahim’in o lunu kurban
edi i... Musa’nın do u u...
Bir de din adamları tarafından
yazılmı üçüncü bir tarih var. srail’in
men elerini anlatan bu parçalar hem
Elohacı’ların
hem
Yahveci’lerin
anlattıklarıyla pek uyu muyor. lk iki
cycle, halk geleneklerine dayanmaktaydı,
sonuncu ise bilginlerin eseri. Din
adamları, srail’in kutsal müesseselerini
dünyanın ba langıcından Ye u’a ve
Kenan diyarının fethine kadar anlatmak
istemi ler. Mesela Tekvin’de dünya 6
günde yaratılır. Yedinci gün Rab dinlenir.
Rabbin yedinci günde dinleni i, Yahudi
Sabba’sı için bir gerekçedir.
Din
adamları
olan
kâtipler,
anlattıkları olayların içine kanun niteli i
ta ıyan ba ka eserler de sıkı tırmı lar.
«Bu geni telifler bir çok rahip
nesillerinin kaleminden çıkmı . Kuru,
fakat bütün olarak ele alınırsa, oldukça
heybetli. Eser sürgün devrinde yazılma a
ba lamı . A a ı yukarı ikiyüz yıl, yani IV.
yüzyılın ortalarına kadar, devam etmi bu
faaliyet. Buhtunnasır, 586’da Kudüs’ü
yakıp yıkınca, Rabbin sevgili kavmi ye’se
dü mü . Din adamları, Rabbin sevgili
kavmine, yüzde yüz teokratik bir
anayasa sunarak onu ümitsizlikten
kurtarmak istemi ler. üphe yok ki yeni
mecellenin Rabbin sevgili kavmine kabul
ettirmek istedi i kanunların hepsi de yeni
de ildi.
Bir
çokları
srail’in
eski
günlerinde de vardı. Fakat srail’in yeni
ba tan kurulmak istendi i o günlerde
eski hükümler, yeni bir önem, yeni bir
mânâ kazanıyordu.
Kırallık döneminde ortaya çıkan
ba ka kanunlardan da söz edilebilir.
Mesela Elohacı vesikalar arasında ttifak
Kitabı denilen yasama metinlerine de
rastlarız. (Çıkı , XX, 24 - XXIII, 19).
Dahası da var: Deutéronome da, din
adamlarının eseri olan tarihten çok daha
öncedir. Musa’nın eseri oldu u söylenir
bu kitabın. Deutéronome, ikinci kanun
demek. Birincisi Sina da ında Musa’ya
vahyedilen ttifak Kitabı’dır.
Tora, Musa’ya atfedilir. Fakat
bugün hiçbir ilim adamı böyle bir iddiaya
katılmamaktadır.»
(Dupont-Sommer
a.g.e.).
BRAN D N , BACK GROUND
HÂK MLER, KIRALLAR DEVR
«Musa’nın
buyru u
altında
Mısır’dan ayrılan brani kabileleri «Vaad
edilen Toprak»ı fethe gidiyordu. Çölü
geçtikten ve Ürdün’ün do u bölgesini
a tıktan sonra Filistin’i ku attılar.
Bible’e göre 12 olan bu kabileler
kırsal bölgelere yerle tiler ve sadece bir
kaç kenti i gal ettiler. Musa’nın yerine
geçen Ye u, Jericho’yu o sıralarda almı .
Yahudilerin kar ısında Kenani’ler
vardı. Kenani’lerin bozgununu önce
katliamlar izledi, sonra kılıç artıkları
yava yava Yahudile tirildi.
Herhangi bir uzla ma mümkün
görülmüyordu.
Çünkü
galipler
Jéhovah’ya tapıyor ve tek tanrı inancını
oldu u gibi korumak istiyorlardı. Yabancı
ibadetlerin sızmasına engel olmak bu
ırkın en de erli özelli i idi. Tâli-i harp
Yahudilere gülümsedi i zaman bunu
Tanrı’nın
bir lütfu
olarak
yorumluyorlardı. Her zaferden sonra
srail Tanrı’ya ükrediyordu. Filhakika bu
millet, tarihindeki ini
ve çıkı ları,
Tanrı’yla aralarındaki ittifakın sonucu
olarak görüyordu. Yahudiler böyle bir
ittifak sonunda kendilerini Jéhovah’ya
adamı tılar.
Yahudilerin
sosyal
ve
siyasi
müesseseleri do rudan do ruya dine
ba lıydı. O devirde «seçilmi Kavim»in
ya ayı ında siyasi ve dini fonksiyonlar
birbirinden ayrılmamı tı. Tek otorite
kayna ı Tanrı’nın iradesiydi. Sava ların
da biricik saiki: din… Yahudiler hiçbir
zaman kendilerine bir devlet kurmak
istemediler. Amaçları güçlü kom ularına
kar ı
ele
geçirdikleri
toprakları
korumaktı.
En büyük tehlike dönemlerinde
bütün kuvvet «hâkimler»in elindeydi.
Hâkimler,
mülkî
yetkilerini
askeri
meselelerde de kullanıyorlardı. Ne var ki,
selahiyetleri daima sınırlı ve geçici idi. Ya
Tann’nın inayetine dayanıyordu, yahut
bir seçim sonucuydu bu selahiyetler. Bu
hâkimlerden ilki ve en me huru:
Ye u’dur. 13. asrın ikinci yarısında
Kenan diyarının fethini tamamladı, ve
Yahudi kavminin tarihinde mühim bir rol
oynadı. Daha sonraki bir dönemde edebî
gelenek onun zaferlerini bir destan
özelli i ile anlatacak; ba kasının yaptı ı
i ler de o yapmı gibi gösterilecektir.
sa’dan 12 asır önce srail kabilelerini
Moabit
boyunduru undan
kurtaran
hâkim Aod’u da unutmamalıyız. Hâkim
Gedeon, ilahî rüyalardan ilham alarak
« srail O ulları»nın Suriye çöllerinden
gelen Madionit ya macılardan kurtarmı .
Samson, efsanele mi bir kahraman.
Sonunda Samuel hâkimler dönemiyle
monar i dönemi arasında bir çe it ba
olmu .
Bu devir için elimizde tek kaynak
var: Eski Ahd’ın hâkimler kitabı. Kitap,
altı hâkimden uzun uzadıya söz eder.
Di er altı hâkimi ise kısaca anlatır.
Aynca, krallar döneminden kalan teolojik
doktrinlere de yer verir. srail’in kaderi,
siyasi ba arıları
Tanrı
kar ısındaki
durumuna ve kanuna itaatine ba lıdır.
«Hâkimler
Kitabı»
ne
zaman
yazılmı ? Kestirmek güç. Bazı pasajları
yorumlamak da çok nazik bir i (mesela
Jefte’nin ada ını bir insan kurban
edilmesi sayabilir miyiz?) Samuel’in
hikâyesi «Samuel Kitabı» nda anlatılıyor
ama kitabı yazanın Samuel olmadı ı
muhakkak. Kitap, Samuel’in do u yılı
olan 1075, Davud’un saltanat zamanına
rastlayan .Ö. 975’e kadar geçen bir
zamanı kucaklıyor.
Galiba bu eserler daha eski
kitaplardan
gelmi
rivayetleri
yansıtmaktadır. Î.Ö. 8. yüzyılda hatta
belki
de
daha
sonra
birbiriyle
kayna tırılmı . «Samuel Kitabı»nın metni,
içinden çıkılmaz güçlükler arzediyor.
Yunanca tercümede çe itli metinler ve
sayısız
yorum
güçlükleriyle
kar ı
kar ıyayız.
Monar i
.Ö.
20.
asırlarda
kurulmu :
Yahudiler
ülkelerini
birle tirmek
ve
hükümeti
merkezile tirmek için bu yolu seçmi ler.
B a z ı yabancı ülkelerin (bilhassa bir
denizci kavmi olan Filistenlerin) baskısına
kar ı koymak için Monar iye ihtiyaç
varmı . Filistenler, Filistinin güneyindeki
kıyılarda oturan ve güçlü bir federasyon
halinde birle mi ehirlerde ya ayan bir
kavimmi . Kom u ülkelerin, Mısır ve
Mezopotamya’nın
zayıf
bir
anını
yakalayan
yahudi
monar isi
bu
durumdan çok iyi faydalanmı .
Eskiden a iretler ve boylar halinde
ya arlarmı , her yerin bir özelli i varmı .
Do rudan do ruya Tanrı seçti i, ve dinî
âyinlerde kutsandı ı için halk üzerinde
görülmemi bir nüfuzu varmı kralın.
Bununla beraber yeni yönetim de ciddi
anla mazlıklara yol açmı (Bkz. Cemil
Meriç, Kırk Ambar, Ötüken, stanbul
1980: «Kitab-ı Mukaddes’den çıkarılan
Politika»). Yahudilerin ferdiyetçi mizacı
yüzünden
Juda’nın
güneyindeki
kabilelerle Filistin’in kuzeyindeki srail
kabileleri birbirine dü mü . Ama en
vahim karı ıklıklar, rahipler sınıfıyla
yöneticiler arasındaki anla mazlıklardan
do mu . Saül, bu yüzden hapı yutmu .
Davud’la Süleyman rahipleri Saray’a
ba layarak bu ikili i ustaca önleme e
çalı mı lar. Ama daha büyük güçlükler de
çıkmı :
halk, kıralların açıktan açı a
himayesine ra men, dini müesseselere
kar ı ayaklanmı .
srail’i saf tektanrıcılık gelene ine
döndüren peygamberler, bu ihtilafları
halletmek için ortaya çıktı. Nebiler ki isel
dinin
haklarını ve
adaletini,
ana
kanunlarını
tebli
ettiler.
Devletin
temsilcisi sıfatıyla konu an kralların keyfî
olarak verdi i her kararı ve her idare-i
maslahat
te ebbüsünü
ele tirdiler.»
(UNESCO, L’Histoire du developpement
culturel et scientifique de l’Humanite,
nsanlı ın lmî ve Kültürel Geli mesinin
Tarihi, cilt: 2: L’Antiquite, Eski Ça lar.
«Les Religions et les Debuts de la
Philosophie»:
«Dinler
ve
Felsefenin
Ba langıcı», s. 193 v.d. Paris 1967)
Unesco’nun bastı ı eserde Bible’in
yazılı ve yayılı ı hakkında u bilgiler
verilmi :
«Elimizde en eski metin «masoretik»
metin. Massora
branicede gelenek
demek. 6 ila 11. asır arasında yazılmı .
Metinlere harekeler konarak okunması
kolayla tırılmı .
Asıl metinler elimizde yok. branice
kitapların
Yunanca
ve
Siryanice
tercümeleri sayesinde çok de erli bir
kar ıla tırma imkânına sahibiz. Belki de
bu tercümeler hazırlanırken «masoratik»
metinlerden
ba ka
kaynaklardan
faydalanılmı . Ama hangi metinlerden,
bilemiyoruz. Bu metinler 2. asırda yazıya
geçirilmi
ve daha sonra Masoretik
denilen nüsha bu kayna a dayanmı . 2.
Muhtunnasır devrinde Kudüs yakılıp
yıkılmı , daha önce de Jehova dinine
dı ardan gelen bir çok akımlar karı mı .
Bu arada Mukaddes Kitaplardan bazıları
kaybolmu , metinler içinden çıkılmaz hâle
gelmi . Î.Ö. 4. asrın sonlarına do ru
çalı maya
koyulan
Esdas,
yalnız
ibadetleri
hya
etmekle
kalmamı ,
mukaddes metinleri de düzene sokmu ve
do ru bir yorum getirmi . Muhakkak olan
u ki, bu devirden itibaren metinler ciddi
bir incelemeden geçirilmi ve milletin
kültür mirası tespit edilme e çalı ılmı .
Acaba o devirdeki hahamlar hangi
kitaplara
ba vuruyorlardı?
Bunlara
sonradan
hangi
kitaplar
eklendi?
Bilemiyoruz...
Bugünkü baskılarda Eski Ahd
cüzleri olayların geçi
sırasına göre
düzenlenmi . Kaynakların mahiyeti ve
yazıldı ı tarihler ba ka ba ka ama hepsi
de Yahudi kavminin ya ayı safhalarını
az çok sadakatle aksettirmektedir. En
eski ve en karanlık kitaplar Pentatök
ba lı ı altında toplanmı . Pentatök,
Musa’nın
Mev’ud
Topraklara
yakla masıyla sona erer. Pentatök, be
kutu demek. Tomarlar bu kutularda
saklandı ı için bu ismi almı .
Wellhausen’e göre Pentatök’ü te kil
eden malzeme çe itli kaynaklardan
dev irilmi . Bir çok bilginler Wellhausen’i
iddetle ele tirmi . Bugün Pentatök’deki
yazıların sanıldı ından çok daha eski
oldu u kabul edilmektedir. Pentatök,
Musa’nın
eseri
midir
acaba?
Sanmıyoruz... Muhakkak olan u ki
Pentatök çok daha eski geleneklere
dayanıyor. Daha sonra bu gelenekler
üzerinde de i iklikler yapılmı .
Musa,
Yahudi
kavminin
geleneklerini kanun (veya eriat) adıyla
bir araya toplamı .
Yahudiler, Musa devrindeki ya ayı
tarzlarını de i tirmek zorunda kalmı
ama Musa her zaman kılavuzları
olmu tur.»
« nsanlı ın
lmi
ve
Kültürel
Geli mesinin Tarihi» batının bu konuda
hazırladı ı son büyük eser. Hakimler,
Krallar devrini o eserin ikinci cildinden
aktardık.
Okuyucu,
Davud
ve
Süleyman’ın
krallı ı
ile
Nebiler
hakkındaki bilgileri Dupont-Sommer’in
incelemesinde bulacaklar. Biz, Pantatök
için sundu umuz malumatı Britannica
Ansiklopedisi’nin
tamamlıyoruz:
Pentatök
maddesiyle
1) PENTAKÖK:
«Yunancası Penteuchos biblos’dan:
5 cildlik kitap.
Eski Ahd’in 5 kitabına verilen isim:
Tekvin, Çıkı , Leviler, Sayılar, Tesniye.
Musa’nın kanununu içeren bu 5 kitaba
Tora da denilir. Pentatök, hikâyelerden
olu ur. Bu hikâyelerin içine hukuk
derlemeleri
de
katılmı tır. Hikâyeler
dünyanın yaratılı ı ile ba lar; srail’in
Kenan diyarına giri inden önce Musa’nın
ölümüyle
biter.
nsano lunun
iük
tarihini, Patriyarkların ya ayı ını, srail’in
Mısır’dan çıkı ını ve Kenan eline geli ini,
srail cemaatinin müesseselerini ve
Sina’da bah edilen kanunları nakleder.
PENTATÖK
GEL MES
ELE T R LER N N
Musevî ve sevî gelenek 19. asra
kadar,
birkaç
istisna
bir
yana,
Pentakök’ü Musa’nın eseri olarak kabul
eder. Fransız doktoru Jean Astruc
1753’de Musa’nın, Tekvini iki kaynaktan
derledi ini ileri sürmü tür: Bunlardan
birinde Tanrı’nın adı Yahve’dir, ötekinde
Elohim.
Astruc,
Musa’nın
yazarlı ı
meselesine dokunmaz. Ne var ki kaynak
eserlerin kıstası olarak Rabbin isimlerini
zikredi i Pentatök’ün edebî ele tirilerini
hızlandırır, ve 19. asır bilginlerini bu
konuya çeker.
Pentatök
metninde
karı ık
kaynaklardan
derlenmi
oldu unu
gösteren özellikler vardır. Mesela Nuh
Tufanı, aynı eserin iki ayrı rivayete
dayandı ını gösterir (gemiye alınan
hayvanların
sayısı,
tufanın
süresi,
Nuh’un gemiye iki kapıdan giri i)
brahim’in Hacer’i bo aması, Musa’nın
ça ırı ı, bıldırcın ve kudret helvası gibi
mucizeler iki defa anlatılmı tır. Hatta
bazan üç ayrı rivayetle kar ıla ırız. Her
birinin kendine göre kelime hazineleri ve
üslupları vardır. Rab için ayrı kelimelerin
kullanılı ı da bu farklardan sadece bir
tanesidir. Nitekim J. G.Eichborn (1781)
bu bilgiye dayanarak Tekvin’de 3 ayrı
kaynak ortaya çıkarmı . K. D. lgen de
(1798) öyle bir iddia ileri sürmü : Elohacı
denilen belge tek kaynak olamaz. O da iki
rivayete dayanmaktadır. Geddes (1792),
Vater (1802-05) ve W ette (1805) ise
parçalar teorisinden yanadırlar. Kısaca,
onlara göre, Pentatök’de tek belge yoktur,
çe itli rivayetlerden parçalar vardır.
De Wette Tesniye’yi de ayrı bir
kaynak sayar. Ama kaynakların birli i
tartı ılamayacak kadar açıktı. Bu yüzden
Wette
(1840)
ile
Ewald
(1823)
«tamamlayıcı Nazariye»yi de benimsediler.
Evet, elde ortak bir metin vardı; sonra
gelenler bu metni çe itli parçalarla
zenginle tirmi lerdi. Bu ortak metnin adı:
Elohacı idi. Daha sonra H. Hupfeld (1853)
ngens’in iki Elohacı belge nazariyesini
geli tirdi. Bu iki belgeden biri ilk Elohacı
metin idi ve eskiydi. Bunu Yahveci metin
izledi. Daha sonra yazılan Elohacı metin
ise en yeni kaynakdı.
Konuya en büyük katkıyı Graf
yapmı tır (1865). Bu zata göre ilk Elohacı
metin elimizdeki metinlerin en yenisidir.
Sürgün sonrasında kaleme alınmı tır;
Kudüs ruhanilerinin eseridir. Wellhausen
(1876-1901Î bir dizi kitapta parlak ve
inandırıcı bir üslupla Graf’ın faraziyesini
hem bilginlere hem de kamuoyuna
açıkladı. 1900’lerden sonra Wellhausen’ın
teorisi herkes tarafından kabul edilmi
bulunuyordu. Bu teoriye göre srail’in ve
srail dininin tarihi geli mesi tek çizgi
istikametinde olmu
ve
srail ilkel
çoktanrıcılıktan nebilerin ahlakî tektanrıcılı ına yükselmi tir. Nebiler, srail’in
en büyük dü ünce adamlarıdır. Nebiler
döneminden sonra srail, sürgün sonrası
dönemin ekilci eriatçılı ına ve rahiplerin
nüfuzu altına geçmi tir. Bugün srail’in
geli mesini açıklayan bu nazariye terk
edilmi tir.
Wellhausen,
yakın
do u
hakkındaki »büyük bulu ların ortaya
çıktı ı dönemin ba larında yazıyordu. Bu
ke ifler üstadın teorisini kabul edilmez
hâle getirdi. 20. yüzyılın ba larından
itibaren srail’in dinî geli mesiyle ilgili
teoriler Pentatök’ün edebi men elerinden
ayrılamıyordu pek. Bunun için de bütün
kiliselerin
tutucu
lâhiyatçıları,
Wellhausen’ın
görü lerini
vahiy’e
dayanan dine bir hücum saydılar.
BELGELER TEOR S .
Klasik biçimiyle belgeler teorisine
göre Pentatök 4 belgeden olu mu tur:
Yahveci belge .Ö. 9. yüzyılda olu mu ;
Elohacı belge .Ö. 8. yüzyılda; Tesniye’ye
dayanan belge, .Ö. 7. yüzyılda yazılmı ;
din adamlarının belgesi ise .Ö. 5.
yüzyılda. Yahveci belge men ece
Jahuda’ya dayanır, Elohist belge ise
Efraim’cidir. srail’in ilk geleneklerinden
kalan bu iki metin srail’in çökü ünden
sonra ( .Ö. 721) tek belgede kayna tı.
Tesniye, sürgünden sonra buna eklendi.
Bütün bunlar, elimizdeki Pantatök’de
rahiplerin yazdı ı belgelerle kayna tı ( .Ö.
400).
Bu nazariye, ayrıntılarla ilgili
bütün soruları izah etmez. Daha sonraki
ele tiriciler
(bilhassa
skandinavya
mektebi) bu belgeler teorisinin ba tan
ba a yanlı oldu unu ileri sürdüler çünkü
eski yazı tarzlarını da, aktarı yollarını
da dikkate almıyordu. Mühim olan ifahi
gelenekti.
«Belgeler» modern tarihi görü leri
aksettiriyordu. ifahi gelenekler birtakım
sembollerle
belirtilmi
olabilirdi:
J(Jahvist-Yehovacı), E(Elohacı) metin
demekti. Bu semboller ifahî geleneklere
dayanan birer cycle (sikle) sayılmı tı. Çok
sonraları kaleme alınmı tı (en azından
sürgün
sonrasında).
Ça da
ele tiricilerden bir ço u skandinavya
mektebinin
ifahî gelene i abarttı ını
söylerler. Eski Yak ın-Do u kültürü,
geleneklerin yazıya geçi ini gösteren nice
örneklerle doludur. Büyük bir ihtimalle
Pentatök’deki geleneklerin bir ço u ilk
geli me dönemlerinde ifahî olarak tertip
edilmi ve a ızdan a ıza aktarılmı tır.
Daha sonra ele tiriciler, edebî
ekillerin
ve
«ya ayı
durumları»nın
önemini abartırlar. Noth von Rad ve
ba kaları bu gelenekleri yalnız halk veya
kabile rivayetleri olarak de il ibadet
esnasında okunan birer iir olarak da
gördü. Fısıh bayramı (Passover) gibi
enliklerde Yahve’nin
srail kavminin
necatı için giri ti i te ebbüslere de
ükredilir. Bu dualar ayn ayrı ibadet
merkezlerinde çe itli ekiller alırdı. Mesela
Kuzey srail Yakub’u tebcil ederdi. Juda
gelene i ise daha çok brahim’i överdi.
Bütün gelenekler aynı inançda birle irdi:
srail’in kurtulu inancı. Yazılı kaynakları
aktaranlar, bunların yaratıcıları de ildi.
yi tertip edilmi ifahî gelenekleri yeni bir
edebî birlik içinde ifadeye çalı tılar.
YAHVEC GELENEK
Yahveci rivayetin edebi ifadesi
Davud
veya
Süleyman
devrine
rastlayabilir;
srail’in
monar i
dönemindeki yeni birli inin ve refahının
dile getirili i., rivayet, Adem’in yaratılı ıyla
ba lar. Âdem’in cennet’den kovulu u, ilkel
insan, Tufan ile Babil Kulesi’ne ait
hikâyeler
içerir.
Yahveci
gelene in
patriyarkal
hikâyelerinde
ba
rolü
Güneyde oturan brahim oynar. Yakup
ve Yusuf hakkındaki rivayetler ise Kuzey
«cycle»inden
dev irilmi
malzemelere
dayanır. Bilhassa Yakub’un evleni i, ve
kabileye ismini veren ataların dünyaya
geli i... Yusuf kıssasında Yahveciler,
Yahuda’yı karde lerin öncüsü olarak
tanıtırlar.
Çıkı
veya
Sayılar’daki
kaynakların tahlili ise daha güçtür.
Yahveci metinlere srail’in millî
destanı adı verilmi tir. Bible hikâyeleri
arasında en çok tanınmı
olanları
bunlardır. Somut, canlı ve heyecan
vericidirler. Tanrı anlayı ları bütün
kaynaklar
içinde
en antropomorfik
olanlarıdır. Karakter olarak da insana
benzetilen Tanrı gerçekçi bir açıdan
anlatılmı tır. Hikâyeler çocukçadır ve
ilkeldir. Bible’deki teolojik fikirlerden
bazıları kıssalarla anlatılmı tır: cennetten
kovulma. Tufan, ilk insan, Sodom’un
yakılı ı gibi... Rab, brahim’i ve onun
soyundan gelenleri ba ı lamı tır. srail de
böylece insan olarak u radı ı lanetten
kurtulur.
Ve
Davud ’un
kırallı ı
döneminde ya adı ı barı ve refah da
bunun ispatıdır.
ELOHACI GELENEK
Yahveci gelenekle kar ıla tırılırsa
Elohacı gelenek bir çe it gövdeye
benzetilebilir. üphe yok ki, bu kaynak
Yahveci
belgelerle
kayna tırılarak
Judahis
derleyiciler
tarafından
yayınlanmı tır. Elohacı gelenek brahim’le
ba lar. Kuzey kabilelerin kahramanı olan
Yakub’la Yusuf’u uzun uzadıya anlatır.
Çıkı hikâyesi, Sina cemaati üzerinde
toplanmı tır. Elohacı metinlerde Yahveci
metinlerin canlılı ı yoktur. Tanrı anlayı ı
kaba
saba
bir
antropomorfizm’den
uzaktır.
Yahveci’lerinki
gibi
krallık
döneminden kalma geleneklerin bir
ifadesidir bunlar. Bu gelenekde kuzey
unsurları üzerinde daha çok durulur.
D N ADAMLARININ GELENE
Bu kayna a daha çok tarihî yazılar
adı verilir. Kâinatın yaratılı ını tasvir ile
ba lar. Suni bir kronoloji eması çizer.
Üslubu kuru, sıkıcı ama kolay anla ılır.
Tarih, eriat kanunlarına çerçeve olsun
diye düzenlenmi tir.
HUKUK VE TARÎH
Din
adamlarının
hukuk
derlemeleri dı ında çe itli tarihlerde ve
çe itli
kaynaklardan
gelen
hukuk
derlemeleri de vardır. Kadim YakınDo u’nun hukuk derlemelerinin ba ında
umumiyetle tarihi bir prolog yer alır.
Pentatök’ün düzenleni ine hâkim olan
anlayı ın ifadesini buluruz bu prolog’da.
srail hukuku, srail tarihinden do ar
ama bu, dünyamızdaki tarih de ildir.
Hukuk, Yahve’nin vahyi ile iç içedir.
Yahve, srail’i kendi kavmi olarak seçmi
ve
srail’in riayet etmesi gereken
kanunları tebli etmi tir.
srail’in
tarihinde
Pentatök’ün
(di er ismi de Tora: Musa’nın kanunu)
çok büyük bir etkisi olmu tur. Tora,
haham
mekteplerinde
okutulan
ve
yorumlanan biricik eserdir. Bu yorumlar
Talmud’da toplanmı tır. Eklesiastikus’un
giri inde
Pentatök
kanun
olarak
vasıflandırılır, Yeni Ahîd ’de de sık sık
öyle.. Pentatök’de
srail’in Yahudiler
tarafından nasıl görüldü ü belirir: srail,
Rabbin seçti i kavimdir; onun ma fireti
sayesinde kurtulmu ve onun tarafından
bir cemaat haline getirilmi ve onun vahy
etti i kanunlara itaat ederek ya ayan bir
topluluktur. srail’i Rabbin kavmi sayan
bu anlayı ilk hıristiyanlı ın vaizlerine
girmi
ve
kilisede
uygulanmı tır.»
(Encyclopedia Britannica)
2) NEB LER:
«Nebilerin eseri oldu u rivayet
edilen kitablar da lüzumundan fazla
karı ık. Kehanetlerin hangileri’ kime ait?
Bilemiyoruz... Bütün nebileri bir bir ele
almak fazla yer alır. En ünlüleri Amos’la
Osée. Vlil. asrın ortalarına do ru, bu iki
nebinin
kehanetleri
Kuzey
hükümdarlı ında
büyük
akisler
uyandırmı . Bugün tanıdı ımız nebi
yazarların birincileri Amos’la Osée.
Bunlar, Kitab-ı Mukaddes’de kendilerine
az yer ayrıldı ı için, küçük nebiler adını
almı ; fakat mesajları ve etkileri dikkate
alınırsa, büyük Nebilerle ( saie, Jeremie,
Ezechiel) boy ölçü ebilirler.
Amos, profesyonel bir nebî de il,
Yahuda çölünün çobanlarından biri.
öyle
diyor:
«Koyunlarla
keçilerin
arkasındaydım. Yahve bana, git kavmim
srail’e kehanetlerde bulun diye emretti.»
Ve Amos çölü bırakıp insanların arasına
girmi .
«Arslan kükreyince, herkes deh et
içinde kalır.
Rab, Yahve dile gelince, kehanette
bulunur herkes...»
Amos,
Samari’dedir.
Samari,
Kuzey
hükümdarlı ının
ba kenti.
Zenginler yoksulları sömürerek refah
içinde ya amaktadır. Nebî köpürür ve
Yahve’nin gazabına tercüman olur:
«Yakub’un kibrinden i renirim. Sarayları
tiksindirir beni... ehri de, insanları da
dü mana teslim edece im.» Zira Yahve,
atafattan
ho lanmaz.
Kurban
merasimlerinden, Harp namelerinden,
tantanalı âyinlerden nefret eder. O’nun
için mühim olan: hayır i lemek, adalete
saygı göstermek, efkat ve merhamettir.
srail, ben, Yahve’nin kavmiyim diye
çalım satar. Fakat içine dü tü ü sapıklık
yüzünden
büyük
bir
cezaya
çarptırılacaktır. Hakikatte Yahve bütün
kavimlerin Rabbidir.
Yahuda’lı
çoban,
felaketler
habercisidir: sürgün, kılıçtan geçirilme,
yok edilme... Bethel’e gidip hükümdar
aleyhinde vaizler dö enir. Haham, bu
küstahlıkların sona erdirilmesi için
hükümdarı uyarır. Ve Amos ’a «defol
buradan, diye haykırır... Yahuda ’ya dön.
Kehanetlerini
oraya
sakla.
Burası
hükümdarın mabedidir.» Amos, gururla
cevap verir: «Benim i im nebîlik de ildir,
beni bu ülkeye Yahve gönderdi» ve
tehditlerini sürdürür. Güçlü bir hatiptir
Amos.» (Dupont-Sommer, a.g.e.).
Renan’ı dinliyelim...
«Ödün vermez bir gazetecinin ilk
makalesini sa’dan sekiz asır önce Amos
kaleme almı . Filhakika Amos, radikal
gazetecilerin atasıdır. Amos konu urken,
dünyanın i itti i ilk halk hatibinin sesini
duyuyoruz.
Asurilerin,
Mısırlıların,
Çinlilerin yazdıkları bütünüyle yalan,
bütünü ile pohpohlayıcı. lk defa olarak,
tedirgin bir vicdan sesini yükseltti:
Nebi, yöneticilerin mutlulu unu,
halktan yana bir adalet tanrısına ikâyet
etmek cesaretini gösteriyor. «Karanlık
günlerde ya ıyoruz. Aklı olanlar, böyle
zamanlarda susar.» Amos konu uyor.
Çünkü Rabbin buyru una ba e mek
zorundadır.
Amos’un garib bir üslubu var.
Arada bir Eyüb’ünkini Hatırlatan özenli
bir üslub. Oldukça sınırlı bir dünyaya
seslenmektedir. am’la Tyr’i a mayan bir
dünya. Bakı larının kucakladı ı bu
minnacık bölgede, geni bir korsanlık
hüküm sürüyor; herkesin herkesle
sava ı, bir çe it beyaz esir ticareti.
Sava çı
kabileler,
tarımla
u ra an
kabilelere saldırıp erkek, kadın ne
bulurlarsa tutsak ediyor, sonra da
Yunanlılara
satıyorlar.
Medeniyetin
Akdeniz kıyılarında do du u bir dönem.
Kölelerin ço u srail’den sa lanmaktadır.
Amos’un çı lıkları giderek sertle iyor:
Yahve, Sion’da kükrüyor,
Kudüs’den duyuluyor sesi,
A ıllar gözya ı içinde,
Carmel doru u kurudu.
Yahve, Cenab-ı Hakkı andıran bir
Tanrı. Da ları o yarattı. Solu umuz
O’nun arma anı. Amos’a göre gerçek din:
serden kaçmak, hayr’ı sevmektir. Amel-i
salih, hayatın koruyucusudur. er i leyen
kendini helak eder. Kafir, çılgındır,
kördür, kendini be enmi tir. Azgın bir
muhalif ve a ırı bir karamsardır Amos.
Her
eyi kötü görür». (Bkz. Renan,
Histoire du Peuple d’Israel,
srail
Kavminin Tarihi, cilt 1.)
«Osée de Amos kadar tehditkâr. O
da kavmin yakında helak olaca ına
haber verir. Çünkü «Yahve’nin karısı olan
srael, ihanet etmi tir kocasına. Zina ve
fuhu a
dalmı tır.
Suçlu
karısını
bo amı tır Yahve. Artık îsrael Yahve ’nin
kavmi de ildir. Sürgün edilecektir. Ne var
ki, Yahve kabahatli e ini gönlünden
silememi tir
bir
türlü.
Pi manlık
gösterirse af edecektir onu. Eski ikbaline
yeniden kavu acaktır srael.
Osée, gönül dininin münâdisi.
Mistik muhabbetlerin nebisi. En çok
tekrarladı ı söz: Hezed, yani sevgi, vefa,
a k. Amos, adaleti yüceltmi ti. Osée,
daha çok a kı terennüm eder. O’na göre
hakiki din: A k-ı ilahîdir. Âyinler,
kurbanlar, merasimler hiçbir de er
ta ımaz. Mühim olan: gönülden ba lılık.
Biraz da büyük nebilerden söz
edelim. saî de, Ösé’den çok Amos’a
yakın. Yalnız onun gibi çoban de il,
yüksek bir aileden geliyor. O da Amos
gibi, adalet ve merhamet pe indedir.
branilerin, hatta bütün eski arkın en
büyük airi (Somer’e göre).
A a ı yukarı bir asır sonra
Jerémie çıkar ortaya. Jerémie de çok
büyük bir air. Hayatı çileler içinde
geçmi . Buhtınnasır, Kudüs’ü yakıp
yıkmı . Yahudilerin kılıçtan kurtulanları
Mısır’a kaçmı . Jerémie de kaçanlar
arasında. Ve yad ellerde can vermi .
Tanrısına olan imanını hiç bir zaman
kaybetmemi . Ümidini kesmemi .
Ezechiel, Jerémie ya arken va’za
ba lamı (593). Ezechiel, bir din adamı ve
bir kanun koyucu.
3)
A RANE VE HAK MANE
YAZILAR
Eski Ahdin son bölümü: yazılar
(ketubin). Bu müphem adı ta ıyan
koleksiyon,
kanunlara
ve
nebilere
eklenecek
de erde
bulunmu .
Bu
parçaların bütününe haciyografya da
deniliyor.
Hacitografya’yı
olu turan
risaleleri öyle sıralayabiliriz: Mezamir
(mezmurlar),
Eyyup,
Meseller. Sonra
bunlara
be
tomar
daha
eklenir:
Ne ideler
Ne idesi,
Ruth,
Yanıp
yakılmalar, Esdras, Nehemie, Kronikler.
Bu
risalelerin
en
mühimi:
Mezamir.
Hem
havralarda,
hem
kiliselerde okunur. Bazıları münacat,
bazıları dua, bazıları ne ide:
Akar sular pe inde bir ceylan gibi
Senin özlemini çekiyorum, Rab.
Ruhum Rabbe susuz,
Ne zaman Allanın cemâlini tema a
edebilece im?
Meseller, eski Do u’da, bilhassa
Mısır’da üzerinde çok u ra ılmı bir türün
örnekleriyle dolu. Sözde Süleyman’ın
kaleminden çıkmı . Hakikat u ki asırlar
boyunca dü ünülüp yazılmı . üphesiz
dine de yer veriliyor bu hikmetlerde. Ama
daha
çok
dünyevî
bir
ahlâk
sözkonusudur.
Eski srael’de en derin ve en yüce
ahlâk dü üncesini Eyyup’ta buluyoruz.
Eyyup, adalet ve imanı temsil eder.
Vaiz, Eyyub’ün zıddı olan bir
dü ünceyi sergiler. «Her ey bo , her
adımın sonunda: inkisar. Hayvandan
farkımız yok. Ölümle her ey biter.
Ya arken kâm alma a bakmalıyız».
Ne ideler Ne idesi de dini bir
kitaptan çok, dünyevî bir a kın hikâyesi.
Danyal
kitabında,
karanlı ın
içinden dört hayvan zuhur eder: arslan,
ayı, panter, dragon. En korkuncu
dragon. Arslan: Babil’dir. Ayı: Medler.
Panter:
ran.
Dragon’a
gelince...
skender’den
Antiochus
Epiphane’e
kadar Yunanlılar. Fakat birdenbire
Gökkübbe’de tahtlar kurulur. Kıyamet
günü gelmi tir. Hesaplar görülecektir.
Kitabın ikinci bölümü remizlerle anlatılan
bir dünya tarihidir. Ezra, branilerin
Babil esaretinden dönü lerini ve Mabedin
yeniden in â edilmesini nakleder.
4) APOKR FLER
Kitab-ı Mukaddes’den söz ederken
Apokrif’leri
de
unutmamalıyız.
Protestanlar,
Yunanca
Eski
Ahid
tercümesinde (Septant) bulunan fakat
branice metinde olmayan 7 risaleyi bu
isimle anarlar. Bunlar: Tobias, Judith,
Süleyman’ın
bilgeli i,
Ecclesasticus,
Baruch, Maccabees’ler (1, 2) dir.
Tobias,
Tobias
ile
Sarah’ın
serüvenlerini anlatır. Her ikisi de büyük
çileler çektikten sonra ilahî gufrana
mazhar
olurlar.
Melek
Refail’in
yardımıyla Tobias’la Sarah evlenirler.
Judith kitabı, dilber Yahudi dulu
Judith’in
Asuri kumandanını nasıl
kandırdı ını ve srail’in dü manlarına
nasıl üstün geldi ini anlatır.
Süleyman’ın bilgeli i kitabı da
Meseller kitabı gibi hem yöneticiler hem
de uyruklar için ö ütlerle doludur.
Ecclesiasticus’un bir adı da
Sirach’ın o lu Yesu’nun hikmetidir.
Baruch’da
bir
çok
konular
biraraya toplanmı ; günah çıkarmalar,
ilahi hikmetin yüceltilmesi ve bir sürü
iir.
Maccabee’ler Eski Ahid’le Yeni
Ahid arasında yer alır. Birinci kitab daha
çok tarihîdir. kinci ise teolojik.
Judaizm, helenistik ve Romalı
dönemleri boyunca,
miladın birinci
asrının, sonlarına kadar, gerek Filistin’de
gerekse da ınık camialar içinde geni bir
edebi faaliyet göstermi tir. Ne var ki, bu
kitaplardan çok azı brani kanununda
yer almı tır. Bereket, ya erkenden
Yunancaya
çevrilen
veya
aslında
Yunanca yazılmı olan bazı öteki yazılar
da,
skenderiye’nin
güçlü
Yahudi
kolonisinin kutsal kitapları arasına
sızmı . Kilise,
skenderiye’de yapılan
Yunanca
tercümeyi
yani
Septant’ı
benimser. Bu sayede eski
branice
metinde mevcud bir çok eserler Apokrif
adıyla bugüne kadar gelmi tir.
Bir
çok
Apokrifler
hayâl
mahsulüdür. Tarihten çok dinî veya
hamasî
birer
roman. Süleyman’ın
Hikmeti ise hıristiyan ahlâkına daha
yakın bir kitap olup bütün bu apokrif
edebiyatın incisidir. Yazar sa’dan bir asır
önce skenderiye’de ya amı bir Yahudi.
Kitap hem yeni fisagorcuların, hem
eflatuncuların, hem de stoacıların ilham
aldı ı felsefî bir gnose’la doludur. Açıktan
açı a ruhun ölümsüzlü ünü, dünya
hayatının hiçli ini ileri sürer.
Bu
çok
mistik
esercik,
skenderiyeli
Philon’un
müjdecisidir.
Philon, eserlerini ncil’in vaz’ edildi i
yıllarda Yunanca olarak kaleme almı tır.
Philon mukaddes metinleri mecazi olarak
tefsir eder ve onlardan, Tanrı, Kelam,
lahi güçler ve dünyayı yöneten lahi
kanun
hakkında
yüce
bir
takım
dü ünceler çıkarır. Bu güçlü dü üncenin
yankılarını, Maccabee’lerin dördüncü
kitabında buluruz. Antiochus Epiphane
zamanındaki Yahudi ehitleri, gerçek
felsefenin temsilcileri olarak tanıtılır.
Stoacılar,
akıl;
tutkuların
mutlak
hâkimidir, derler ya, bu ehitler de bu
stoacı iddianın ya amı örnekleridir.
Yine
Miladın
birinci
asrında
ya ayan Flavius Joseph branî kavminin
tarihini anlatan kitaplar yazdı.
Joseph’le Philon’un yanında Kilise,
daha do rusu bazı Do u kiliseleri, bize
apokaliptik ve mistik mahiyette bir çok
eser aktarmı tır. Macchabee’lerde Adrien
devrindeki Yahudi isyanı arasında geçen
üç asırlık zaman içinde kaleme alman bu
eserlere Eski Ahd’in pseudepigraph’ları
adı verilir. Eski kilise tarafından büyük
bir itibar gören bu kitapçıklar daha sonra
gözden dü mü tür.
Henoch kitabı da öyle. Yeni Ahd’in
kitaplarından
biri
olan Jude’un
mektubu kıyamet gününe ait bir
kehaneti muhtevidir. Henoch kitabı
önceleri branice veya Aramice yazılmı .
Ama bize kadar gelen metin Habe çe,
kısmen de Yunanca. Eser, ermi ler
tarafından
okunsun
diye
yazılmı .
Yahudilerin uzun zamandır bekledi i
«Mesih»i müjdeliyor. Habe çe Henoch’un
yanında, biraz daha sonra yazıldı ı
anla ılan Slavca bir risale daha var:
Henoch’un Esrarı kitabı.
Bu da
maveraya kar ı sonsuz bir tecessüs
belirtmektedir.
Yakub
evlâtlarına
atfedilen Oniki Havarinin Vasiyetnamesi
de aynı ilhamı dile getirir. Bütün bu
vaizlerden ortaya çıkan ahlâki ideal: iffet,
mahviyet,
hakaretlerin
affı,
a k ve
merhamet, sabır, yoksulluk. R enan’ın
dedi i gibi, «bir çe it Hristiyanlı ın
müjdecisi.»
Levi’nin
Vasiyetnamesi,
mesiyanik imajlarla dolu bir ilahî. Günahı
ortadan kaldıracak ve kâfirleri hidayete
erdirecek
bir
peygamberin
zuhur
edece ini müjdeler.
II — YEN AH D
Bibleler, bütün olarak ele alınırsa
iki bölüme ayrılabilir. Birçok yazıları
kucaklayan ve daha çok Musevilerin
kitab-ı mukaddesi olarak bilinen Eski
Ahid’le
sevilerin kitab-ı mukaddesi
olarak bilinen Yeni Ahid. Kısaca Bible,
Eski Ahid’le Yeni Ahid’in biraraya
getirilmesinden ibarettir.
Britannica Ansiklopedisine göre
«Yeni Ahid, hıristiyan Bible’inin oldukça
kısa bir bölümüdür. Mezmurlar’la Büyük
Peygamberlerden daha küçük bir yer
tutar. Bununla beraber, hırıstiyanlı ın
yayılı ında Yeni Ahd’in etkisi mütevazi
hacmiyle ölçülemeyecek kadar büyük
olmu tur. Hıristiyanlar, Eski Ahid ’den
daha iyi tanırlar Yeni Ahid’i . Yeni Ahid
üzerine yazılanlar, hacimleri de dikkate
alınırsa. Eski Ahid üzerine yazılanlardan
daha büyük bir yekûn tutar.
Yeni Ahid de eskisi gibi bir kitaplar
mecmuasıdır. Bu kitapların ba lıcaları 1 :
— nciller, 2 — Havarilerin i leri, 3 —
Resullerin mektupları, 4 — Vahiy
kitabıdır.
1) NC LLER
Eski Ahid için Pentatök ne ise Yeni
Ahid için de nciller odur. nananlar
toplulu unu kayna tıran olaylarda imân
söz konusudur. Pentatök çin bu temel
olaylar «çıkı »ı ku atan olaylardır. nciller
için ise sa’yı ku atan olaylar… ncil’lerle
Pentatök’ün ortak bir yönleri de u: kisi
de edebî tenkidin üzerlerinde en çok
yo unla tı ı
bölümleridir
kutsal
kitapların. Gerçi nciller birbirine ba lıdır
ama ilk üç ncil gerek amaçları gerek
yapıları bakımından ayrı ayrı kitaplardır.
Dördüncü ncil ise -men ei ne olursa
olsun- ötekilerden çok daha ferdîdir.
Karma eserlere benzeseler de, dört ncil
Yeni Ahid’in öteki bölümleri için birer
temel sayılırlar, öteki bölümler daha eski
olabilir, teolojik bakımdan daha derin
oldukları
da
söylenebilir.
Bununla
beraber Bible’in içinde özel bir yer
tutarlar. Daha sonraki tarih de, dini
talimat da onlara dayanır.
Mathieu (Mata)
ncili, sa’nın
eceresi ile ba lar. Arkadan do u u ve
çocuklu u anlatılır. sa’nın risalet hayatı,
vaftiz olu uyla ve çölde eytan tarafından
ba tan çıkarılma te ebbüsüyle devam
eder. ncil’in bundan sonraki önemli
kısmında «Da daki Vaaz» gibi parçalar
yer alır. Bunları, bir sürü mucize ve oniki
havarinin gönderilmesi izler.
sa’yla
dü manları arasındaki çeki me, sa’nın
Nazareth’e sürülü ü...
ncil’in ikinci
bölümüne geçi i hazırlar. kinci bölümde
sa’yı müridleriyle Kudüs’e giderken
görüyoruz. Onları kendi çekece i çileye
hazırlamaktadır.
Dü manlarıyla
çeki meleri daha da yo unla ır. Ve ncil,
sa’nın çilesi ve ölümü sahnesini hazırlar.
Burada anlatılan bazı teferruat öteki
nciller’de yoktur. Mathieu ncili sa’nın
dirili inden
sonra
vukubulan
bazı
tecellileri nakleder. Ve her bölümde Eski
Ahd’e bir çok imâlar, atıflar görülür.
Birçok bilginlere göre bu imâlar hıristiyan
olan Yahudilere hitap etmektedir.
Marc (Markos) ncili dört ncil’in
en kısası ve birçok bilgine göre en
eskisidir. sa’nın ortaya çıkı ı hakkında
hiçbir bilgi vermez. Birden Mediasres’e
dalar. sa, vaftizci Jean tarafından vaftiz
edilir. Mucizeler ve vaazlar faslı ba lar.
Marc ncili’nin ilk bölümlerinde beslenme,
tedavi, ve tabiat güçlerine boyun e dirme
mucizeleri vardır: Marc da Mathieu gibi,
ncil’in orta bölümlerini çarmıha gerili in
hazırlı ına ayırır. Son bölüm, sa’nın son
günlerini,
yakalanı ını
ve
çarmıha
gerili ini ve dirili ten, sonra ortaya çıkı ını
anlatır. Mathieu sa’yı Eski Ahid’deki
kehanetlerin
gerçekle tiricisi
olarak
tanıtır. Marc’da ise sa, büyük i lerin
yapıcısıdır.
Luke (Luka) ncili’ne gelince… bu
kitapta Marc’da da Mathieu’de de
bulunmayan malzeme vardır. Kitap,
sa’nın do u u ve hayatının ilk yıllarıyla
ba lar. Luke’ün ncil’i Yahudi olmayan
hıristiyanlar için yazılmı tır.
Jean (Yuhanna) ncili ile di er
inciller arasında ortak bir yan yoktur.
2) HAVAR LER N LER
Luke
ncili’nin devamı olarak
yazılmı .
Aynı
zamanda
ncillerle
Resullerin mektupları arasında
bir
köprüdür. sa’nın urucu ve Ruh-ul
Kudüs’ün geli i hırıstiyanlı ın hikâyesini
ba latır. Kitabın ilk bölümlerinde hâkim
olan çehre Aziz Pierre’dir: kilisenin
sözcüsü ve 12 havarinin ba ı. Kudüs’teki
hırıstiyan cemaatin tasviri, Stephan’ın
vaazı ve ehadeti ile kapanır. Ve havariler
kitabının esâs bölümüne geçi i sa lar.
Aziz Paul, putperestler (gentile) nezdinde
resuldür. Paul, ilahî bir tecelliye mazhar
olarak hidayete ula ır. Di er bir tecelli
ise, Pierre’i ncil’in hem putperestlere
hem de Yahudilere hitap etti ine
inandırır. Kitabın di er bölümleri, Paul’ün
ve müritlerinin Anadolu’da ve Avrupa’nın
bazı
ülkelerindeki
misyonerlik
seyahatlerini anlatır. Bu faaliyetler
urasında,
mühtedi
putperestlere
resullerin nizamları nasıl uygulanacaktır
meselesi ortaya çıkar. Meselenin halli
Kudüs’te toplanacak bir meclise havale
edilir. Bunun üzerine Kudüs’e gidilir.
Orada Paul’ün adı bir isyana karı tırılır.
Paul, Roma vatanda ı oldu unu ileri
sürer.
Bir
çok Romalı memurun
huzuruna çıkar. Gemi kazası da dahil,
hayli gecikmeden sonra Roma’ya ayak
basar.
«Havarilerin
leri»
Kitab-ı
Mukaddes üzerinde çalı anlarca zaman
zaman ihmal edilmi
ama «Tarihî
Kitaplar» Eski Ahid için ne kadar önemli
ise, «Havariler» de yeni Ahid için o kadar
önemlidir,
o
olmasa
Resullerin
mektupları»nı
okuyanlar
sık
sık
istikametlerini a ırırlardı.
3) RESULLER N MEKTUPLARI
Yeni Ahid’de en hacimli bolüm:
mektuplar (21 tane). Ço u, I. asır
hırıstiyan toplulukların herhangi birinde
ortaya çıkan bir meseleyi çözmek için
kaleme alınmı . Ama aralarında bir çok
cemaatlere yollanmı bildiriler de var.
Romalılara mektup, Paul’ün vaazlarına,
ba ka mektuplardan daha geni yer
ayırır. nsanlarda günahın kaçınılmaz
oldu u gösterildikten sonra brahim’in
imanında
sergile
nen
mazeretler
doktrinine geçilir. Bunu, yeni hayatla
ilgili tartı malar izler. Sonra havari, imanı
u runa giri ti i mücadeleleri anlatır.
srail’in
ve
ilahî
tercihin
sırları
aydınlatılma a çalı ılır. Mektubun ikinci
bölümü, yeni hayatı dile getiren bazı
ki ileri ve sosyal durumları sıralar.
Korentlilere birinci mektup: lk
hırıstiyan
cemaatini
etkileyen
meselelerden bir kısmını ele alır.
Hiziple me, bazı vaizlerin belagat gücünü
abartma, cinsi ahlâksızlık, putlara ikram
edilen etleri yemek, dil yüzünden ortaya
çıkan
karı ıklıklar,
ölümden
sonra
dirili in inkârı gibi.
Korentlilere 2. mektup: Cemaatler
meselesini ele alır ama teferruata inmez.
Konusu,
daha
çok,
risaletini
tanımayanlara
kar ı
Paul’ün
müdafaasıdır.
Ayrıca
Korent’deki
hırıstiyan
cemaatlerine
âlicenaplık
tavsiye edilir.
Galatlara mektup: Ba lıca konusu
da Paul’ün müdafaasıdır. ncil’le Musevi
kanununun
arasındaki
ayrılı ı
Romalılara mektuptan daha keskin
olarak belirtir. Böylece hırıstiyanlı ın
hürriyet anlayı ı yüceltilir.
Efeslilere
mektup:
Musevi
hırıstiyan meselesi için yazılmı . Temel
konu: sa’nın ba ında bulundu u tek
kilisede
putperestlerle
Yahudilerin
birle mesi.
Mektup,
bu
birli i,
hırıstiyanların ahlaki hayatına uygular;
özellikle izdivaç ve aile hayatına.
Korozyalılara mektup: Efeslilere
mektupla bir çok benzerlikleri var.
Korozyalılar da Efesliler gibi kiliseye
büyük önem verirler. Ama kilisenin sa
hakkındaki görü lerini bölü mezler. Bu
vesileyle sa ile kilise arasındaki sıkı
münasebet daha da güçlenir.
KANON VE MET NLER
Söylediklerimizden de anla ılıyor ki,
Bible bir tasvirler albümüdür. Bunlardan
bazıları sadece birer portredir, bazıları ise
ayrıntılı birer iskeç, di erleri de soyut
birer sembol Bu sebeble Bible’in içindeki
kitaplardan hangileri gerçekten Bible’e
aittir, hangileri bu mecmuanın içine
tesadüfen girmi tir? Kestirmek zor...
Kaldı (ki, çe itli dillere çevrilen, çe itli
edebiyatlar tarafından benimsenen bu
metinlerin hangileri esas olarak ele
alınacak? Bu da ayrı bir mesele...
Bir Protestan, Bible’in Katolikler
için yayımlanan nüshasını inceleyince
görür ki kendi nüshasında bulunmayan
bir sürü risale var. Nasıl olmu da bu
risaleler Bible’e katılmı , der kendi
kendine. Kitab-ı Mukaddes Kanon’u
üzerindeki çalı maların amacı bu soruya
cevap vermektir. Dahası da var.,
herhangi bir okuyucu Bible’in yeni bir
tercümesini karı tırınca çok iyi bildi i bir
parçanın atlanmı
oldu unu farkeder.
Allah,
Allah!
Bu
parçalar
neden
çıkarılmı ? Bu ikinci sorunun cevabını da
Bible metinleri üzerindeki çalı malarda
bulaca ız. Gerçekte cevaplandırılması
gereken soru tektir: Kitab-ı Mukaddese
neler girebilir? Neler giremez? Yeni Ahid,
Eski Ahid’e kıyasla daha az güçlük
arzeder. (Tamamlayıcı bilgi için bkz. EK I:
«Kitab-ı Mukaddes Kanon’u»)
1) ESK AH D’DE KANON
«Kanon» kelimesi, kutsal kitapların
geçerli bir listesini belirtmekle kalmaz,
uzun bir geli me sonunda kararla tırılan
kesin bir kitaplar listesini de belirtir.
a — Yahudi Kanon’u
branice
ilk
kutsal
kitaplar
mecmuası ne zaman ve nasıl meydana
çıktı? Bilmiyoruz. 2. Krallar kitabında
rastlanılan bir kayıt, benzer derlemelerin
mevcud oldu unu var sayıyor. Ama bu
kaydın da, derlemelerin de tarihlerini
tespit etmek imkânsız. A ikâr olan u ki,
Pentatök (hiç de ilse Pentatök’ün ilk dört
kitabı) Kudüs’de bu tarihten daha önce
bir araya getirilmi bulunuyordu.
Eski Ahid’in Kanun, Nebiler ve
Hacıyografya diye bölünmesi Eski Ahid’in
tedvini
(canonisation)
tarihindeki
merhaleleri yansıtır. Demek ki, ilk
kanunla tırılan bölüm Kanun (law) olmu ,
bunu Nebiler ve Hacıyografya izlemi tir.
Daha sonraki bir Yahudi gelene ine göre
Ezra ve Nehemiah zamanında «Büyük bir
Sinagog» Bible’in kanunlarını tespit
etme e kalkmı . Hem Yahudiler hem
hırıstiyanlar arasında geni bir kabule
mazhar olan bu gelenek bir çok tarihçiler
tarafından üpheyle kar ılanır. Çünkü
daha
güvenilir
kaynaklardan
anla ıldı ına göre, Eski Ahid, Ezra ve
Nehemiah’dan çok sonra Yahudiler ve
hırıstiyanlarca bir sorun olarak kalmakta
devam etmi tir.
Genel bir yargıya varmak caiz ise
öyle derdik s «bir çok kutsal yazı
derlemeleri srail’in tarihinde çok eski
zamanlardan beri bir araya getirilmi
fakat ancak çok daha sonra bu yazılar
bir (kanon) hüviyeti kazanmı lardır. Ne
kadar sonra? Bunu kestirmek Eski
Ahid’in Yunanca tercümesinde toplanan
kitaplar listesinin tefsirine ba lıdır. Bu
tercümelerde
Kanun,
Nebiler,
Hacıyografya ve Eski Ahd’in Apokrifleri
vardır; ama bu düzen içinde yer
almamı lardır
kitapta.
Apokriflerin
Septant’da yer alı ı, birçok bilginleri, iki
Yahudi
Kanon’u
oldu u
inancına
götürmü tür. Bunlardan biri daha dar
bir kanon, Filistin’de geçerlidir. Biri ise
daha geni olup Yunanca konu ulan
ülkelerde muteberdir. Bununla beraber
bilginlerin ço una göre Kutsal kitapların
Yahudi koleksiyonu, sa’dan önce ikinci
asra kadar kesin bir hüviyet ta ımıyordu
henüz.
Gerek
Apokriflere
gerekse
Hacıyografyalara giren bazı kitapların
statüleri üpheliydi. Bu artlar içinde
Septant’a
sokulmu lardı.
Fakat
bu
dönemde herhangi bir Kanon’dan söz
etmek
zamansızdı.
«Kanon»
ismi,
Jamina’da, .S. 90 veya 100 yıllarında,
Haham Akiba’nın ba kanlı ında toplanan
hahamlar
meclisince
kabul edilmi
kitaplar için kullanılabilir. O zamana
kadar
Süleyman’ın
Ne ideleri
ve
Ecclesiastes’in durumu üpheli kalmı tır.
Jamina’da ise kesin olarak Kanon’a
geçirilmi lerdir. Buna mukabil Kanon’a
Esther, Jeremiah ve Daniel ekleri -
Septant’da olmalarına ra men- ithal
edilmemi lerdir. Tobit, Judith, Hikmet,
Ecclesiasticus,
Baruch,
Maccabees
kitapları da öyle. Resmi olarak Yahudi
Kanon’u
Pentatök’ü,
Nebiler’i,
Hacıyografyaları içine alır. Ne var ki bu
Kanon’da Pentatök’e ayn bir yer verilir.
Bu kitap «kanunların kanunu»dur. Yeni
Ahid’deki kullanılı da, eski hırıstiyanlar
arasında hatta çok daha eskiden,
Pentatök’e böyle bir statü verildi ini
anlıyoruz.
Eski Ahd’in Yahudi Kanon’u nasıl
kurulmu ? Bu konuda aydınlatıcı bilgileri
Ölü Deniz civarındaki ara tırmalarda
buluyoruz. Eski Ahid kitapları -Pentatök
ve Nebiler dahil.Ö. IV. asırda
Hacıyografların büyük bir bölümünü de
içine
alarak
standartla malardır.
Bununla beraber Hacıyografların bazıları
(Daniel
de
bunlardandır)
Jamina
toplantısına
kadar
hâlâ
münaka a
konusuydu.
Kudüs
dü tükten
( .S.
70),
hırıstiyanlık hareketi geli tikten sonra
Yahudi camiası Bible’lerinin hudutlarını
daha kesin olarak saptamak ihtiyacını
duymu lardı. Böylece Bible’e giren bazı
kitaplar Bible’in
dı ına
çıkarılmı tır
(Apokrifler). Buna mukabil daha önce
itiraza u rayan bazı eserler de Bible’e
alınmı tır.
B — HIRISTIYAN KANON’U
sa’nın ve ilk hırıstiyanların Bible’i
Eski Ahid’di. Ama Bible’in kucakladı ı
kitapların bir fihristi yoktu. Kitabın
hacmini tâyin etmek için Yeni Ahid’de
kar ımıza çıkan eski Ahid’den yapılan
alıntılara ve Eski Ahid’e yapılan atıflara
e ilmekten
ba ka
çare
yok.
Bu
ara tırmalar Bible üzerinde çalı an
bilginlerin yıllarını almı . Alıntıların ve
atıfların ço unun Eski Ahid’in hangi
parçalarına ait oldu u aydınlatılmı tır.
Yeni Ahd’in zikretti i kitaplar içinde eski
Ahid’in
deuterocanonical kitaplardan
(Apokrifler) bir ço u, ve Enoch’un kitabı
gibi hiçbir Kanon’da yer almamı risaleler
de var. Hattâ bazı bilginler Eski Ahid’in
iki ayrı Kanon’u bulundu unu ileri
sürmü lerdir. Onlara, göre Yahudilere
Mektuplar’da kullanılan Eski Ahid
Septant Kanon’u idi. Oysa Yeni Ahid’in
öteki bölümlerinde ba vurulan eski
Filistin’de geçerli olan daha dar bir
Kanon’du.
Bununla
beraber
bu
te ebbüsler. Bible tarihicilerinin büyük
bir
ço unlu u
tarafından
üpheyle
kar ılanmı tır. Demek ki Yeni Ahidde
geçen bu alıntılar o zamanki Eski Ahid
Kanon’u hakkında kesin bir bilgi
vermiyor. Melito, ( sa’dan sonra ikinci
asır) -Eusebius’a göre- Kanonlarının
sınırlarını tespit için Do u Hahamlar
nezdinde ara tırmalar yapmı . Elde etti i
fihrist ne Yahudilerin ne Yunanlıların
kitap listesine uymaktadır. Mesela bu
fihrist’de Süleyman’ın hikmeti var da
Esther’in kitabı yok.
Eski hıristiyan babaları için Eski
Ahid Septant demekti. Çünkü Origen’den
ba ka pek azı Yahudice biliyordu.
O asırlarda branice ö renen
nadir hırıstiyanlardan biri de Aziz
Jerome’dur
(347-420).
Yahudi
Hahamlarından ö rendikleri sayesinde,
yahudiler
tarafından
kabul
edilen
Kanon’la Septant’daki kitap katolo unun
ayrı ayrı eyler oldu unu anladı, branice
metni Septant’a tercih etti inden ba yeri
Yahudi
Kanon’a
vererek
deuterocanonical
kitapları
yahut
Apokrifleri ikinci sıraya aldı. Oysa
Jerome’un ça da ı Aziz Augustin, bu
kitapları da içine alan bir eski Ahid
katolo u tertip etti. Orta-ça boyunca
deuterocanonical
kitapların
statüsü
üpheli kaldı. Bazı ilahiyatçılar Jerome’a
uyarak onların hepsini birden Bible’ın
dı ına çıkardılar. Bazıları ise Augustin’i
izleyerek bu kitapları kabul ettiler.
Bazıları da ihtirazi bazı kayıtlar koyarak
bu kitapları kutsal eserler olarak
kullanmakta
devam
etti.
Yahudi
âlimleriyle hıristiyan âlimleri arasındaki
ili ki bazı hıristiyan ilahiyatçılarına kendi
eski
Ahid’leriyle
yahudilerin
Bible’i
arasında
uyu mazlıklar
oldu unu
gösterdi. Ama Reform dönemine kadar
hıristiyan
mütefekkirleri
bu
uyu mazlıklar üzerinde pek durmadılar.
Protestan islahatçıları
ise
hıristiyanların
Bible’e
dönmesini
istediklerinden,
deuterocanonical
kitapların
kutsal
metinlerden
çıkarılmasını ileri sürdüler. Luther’in
Bible tercümesine alındı bu metinler,
ama Apokrif diye ayrı bir bölüme
konuldu. Bunlar da okunmalıydı fakat
Kanon ile yani kutsal yazılarla bir
tutulmamalıydı. îtirazlarında daha ileri
giden bazı slahatçılar da vardı. Bunlar
inanıyorlardı ki zamanlarındaki yahudiler
tarafından kullanılan eski Ahid Kanon’u,
sa’nın da, ilk hıristiyanların da Bible’idir.
Bunun, için de Apokriflerden yapılan
alıntıların
hıristiyanlı a
destek
olmayaca ını ileri sürüyorlardı. XIX. asır
boyunca ngiltere’deki Protestanlar i i çok
ileri götürdüler. Apokrif’leri ihtiva eden
Bible’ler basılmamalıydı.
Islahatçıların tutumuna kar ılık
olsun diye Katolik Ruhani Meclisi
deuterocanonical kitapları da (Apokrifleri)
içine alan daha geni bir Kanon tespit
etti. Bir asır sonra (1672’de) Kudüs
Ruhani Meclisi Do u Ortodoks kilisesi
için Eski Ahid’in Kanon’unu yeniden
düzenledi. Bunda, Septant’taki 4 kitap
kabul ediliyordu: Tobit, Judisth, Hikmet,
Ecclesiasticus, Baruch ve Maccabaes’ler
kabul edilmiyordu.
XVI. ve XVII. asırlardan bu
yana hıristiyan
kiliseleri
eski
Ahid
Kanon’unu daha kesin olarak tâyin
etmi tir. Daha do rusu biri Roma
Kilisesi, biri Protestan, biri de Ortodoks
kilisesi için üç Kanon geçerli sayılmı tır.
Eski Ahd’in Metinleri
branice metin, bir çok yazmalarda
ve basılı nüshalarda Masoretik metin
eklinde sunulmu tur. Masoretik metin,
sa’dan sonra 6. ve 8. asırlar arasında
kaleme alınmı tır. Bu metnin .S. 2.
asırda tespit edildi ini söyleyenler var.
Öyle de olsa Masoreti ile el yazması
metinler arasında geni
bir zaman
fasılası oldu u muhakkak, Masoreti
metni sabitle eli beri kutsal kitapları
oldukları gibi saklamak ve gelecek
nesillere aktarmak büyük bir titizlik ve
sadakatle sürdürülen bir i olmu tur. Ve
hiçbir
ciddi
de i ikli e
u ramadan
zamanımıza kadar gelmi tir. Ne var ki,
Masoreti metninden Önce
branice
metnin bir çok sebebler yüzünden büyük
tahriflere u radı ı bir gerçektir.
Ba langıçta metin, sessiz harflerle
yazılmı tır çünkü brani alfabesinde sesli
harf yoktur. Ayrıca ilk metinlerde
kelimelerle
cümleler
birbirlerinden
ayrılmamı tır.
Masoreti
metni
bu
noksanları kar ılamak için yapılmı tı.
Kitap, harakelenmi ti. Daha sonraki
asırlarda alimler bu harakelerin de
vahiye dahil oldu unu ileri sürdüler. Ama
ara tırmalar gösterdi ki harakeler asıl
metinden 1000 yıl sonra konmu tur.
2) YEN AHD’ N KANON’U
Bir zamanlar Hıristiyan Bible’inde
ne Eski Ahid vardı ne Yeni Ahid. Yeni
Ahd’in hükümleri (mesela II. Tim) «Her
kelamı Tanrı ilham etmi tir,» daha
sonraları Eski Ahid diye adlandırılacak
olan kitaptan çıkarılmı tır. lk babalar
dönemindeki «kutsal metinlerde yapılan
imaların
ço u
bu
mahiyettedir.
Hıristiyanlar ancak zaman zaman Eski
Ahd’in yanına bir «yeni» kutsal kitap
eklemek lüzumunu duymu lardır. Biz
Yeni Ahid Kanon’una daha geni bir yer
ayırdık ama bu Kanon Eski Ahid
Kanon’undan daha aydınlık de ildi.
Sadece eldeki kanıtlar daha çoktu.
Kanon ve Gelenek
Yeni Ahid Kanon’u herhangi bir
eserde tespit edilmemi ken Hıristiyan
kilisesi kendi Bible’i olarak Eski Ahd’i
kullanmaktaydı. Ama sa ile ilgili birtakım
gelenekleri de vardır. Aziz Paul dirili den
söz ederken Eski Ahd’e ba vuruyordu.
Mektuplarında sa ile ilgili pek az bilgi
verilmektedir. Bunun sebebi u olsa
gerek: Kilise, daha o zamandan, bu
konuyu
kendi
gelene i
olarak
benimsiyordu. Kilisenin dersleri de,
vaizleri de, ibadetleri de bu gelene i
yansıtıyordu. Eski Ahd’in yorumu da
gelene in bir bölümü idi. Yeni Ahid içinde
ve ilk kilise babalarının vaizlerinde yer
alması da öyle. Yeni Ahid Kanon’unun
nasıl geli ti ini anlamak için gelene i
bilmek arttır. Niçin belli kitapların kutsal
metin diye seçildi ini ba ka türlü
anlayamayız.
Gerçekten
de
Yeni
Ahid
Kanon’unun
olu masında
bir
çok
faktörler rol oynamı tır. Bununla beraber
kilise tarihçileri her esere aynı a ırlı ı
vermezler. Kilisenin tercihlerini tâyin
eden bir ba ka faktör de zamanın geçi i
olmu tur. Kilise, mazideki köklerini
ortaya
çıkarmak
ve
istikbalini
sa lamla tırmak
ihtiyacındaydı.
«Havarilerin hatıraları » bu kaynaklardan
biri idi. Kanon’ların olu masında etkisi
olan ba ka bir faktör daha vardı:
havarilerin vaizlerinde bulunmayan fakat
havarilere atfedilen yazıların tedavül
etmesi. Herhangi bir tahrifi önlemenin
biricik yolu, havarilerin eseri olan yazıları
sınırlandırmaktı. Rafızi Marcion, Yeni
Ahd’in bir Kanon’unu derleyince böyle bir
sınırlama kaçınılmaz oldu. Marcion’a göre
tek
gerçek
ncil
vardı.
Paul’un
mektuplarıyla, Luther’in
ncili, Gerçi
Marcion,
kilisenin
bir
Kanon
yayımlamasını istemiyor ama böyle bir
Kanon’un vücuda getirilmesinde hizmeti
olmu tur.
Kanon’un
yapılmasını
hızlandıran ba ka bir heretik akım daha
var: «Montanizm». Montenistler Ruh-ul
Kudüs’e
dayanarak
konu tuklarını
söylüyorlardı. Onları susturmak için Yeni
Ahid yazılarının canlı
ahitleri olan
havarileri konu turmak kaçınılmazdı. lk
kilisenin yazılarını elemek ve havarilerin
ahadetini
tespit
etmek
4.
asır
hırıstiyanlarının
ba lıca
ii
oldu.
Eusebius’e göre kilisenin yazılarını üç
bölümde incelemek lazımdı:
1) Yeni Ahd’in bölümleri diye
dünyaca kabul edilmi yazılar.
2)
Bazıları
tartı ılmı
fakat
sonunda kabul edilmi yazılar.
3) Bazıları ise üpheli görülerek
imdilik reddedilmi yazılar.
Kabul edilen Kitaplar
Öyle
görülüyor
ki
hıristiyan
edebiyatının dev irmesi gereken en eski
yazıları, Paul’un mektuplarıdır. urasını
da unutmamak lazım ki o mektuplar, hiç
de ilse
ba langıçta, «Kutsal metinler»
arasına girmemekteydi. Roma kilisesinin
inancına göre Eski Ahd’i tamamlayacak
olan kitaplar ncillerdir. Bu i de 2. asrın
ortalarında gerçekle mi tir. Yeni Ahid
kitaplarının en eski fihristi 2. asırda
Roma’da yapıldı.
B un la r a Muratori parçaları da
denir, çünkü fihristi yayımlayanın adı
Ludvico Muratori’dir. Fihrist Latince
yazılmı tır. Roma kilisesinde,
sa’dan
sonra 200 yılında okunan kitapları içerir.
O zamana kadar ( renaeus ve Tertullian’a
göre) hem Lyon hem Kartaca kutsal kitap
olarak ncilleri, Paul’un Mektuplarını ve
daha bazı mektupları okuyorlardı. Birkaç
yıl sonra ise
skenderiye’de Origen
eserleri onun da, a a ı yukarı, böyle bir
derlemeden
faydalandı ını
gösterir.
Bütün kilise babalarının benimsedi i
kitapları u 4 ehirde buluruz: Roma,
Lyon, Kartaca ve
skenderiye. Bu
kitapları
Yeni Ahid
fihristinden
çıkarabiliriz: Mathieu, Marc, Luke, Jean,
Havarilerin
i leri. Romalılar, 1 ve 2.
Korentliler,
Galatlılar,
Efesliler,
Filipyenler,
Kolozolılar,
1
ve
2.
Teselyalılar, 1 ve 2. Timoti Titus,
Philemon ve 1. John.
Tartı ılan Kitaplar
Gerek
Eusebius’dan
Eusebius’un
yararlandı ı
babalarından edindi imiz bilgilere
geçici olarak Yeni Ahid Kanon’una
gerek
kilise
göre
giren
fakat u veya bu kesimde tartı ma
konusu olan kitapları öyle sıralayabiliriz:
Yahudilere mektup. Do u kilisesinde
kabul edilmi , batıda tartı ma konusu
çünkü Muratori Kanon’unda yer almı ,
ba ka birçok yazarlarca da
üpheli
bulunmu . James’in mektupları nerdeyse
bütün yazarlar tarafından ele tirilmi .»
(Encylopedia
Britannica,
«Bible»
ve
«Evangel» maddeleri)
EK I: K TAB-I MUKADDES
KANON’U
«Kanon,
kilisenin
Bible’deki
kitaplara
tanıdı ı otorite
demektir.
Hıristiyan
kilisesi,
ilk
günlerinden
itibaren, yahudilerin dini yazılarını yani
Eski Ahd’in kitaplarını me ru olarak
kabul eder. Apokrifler bu eserlerin
dı ındadır. Çünkü Jamina (î. S. 90)
Yahudi Meclis-i Ruhanisi, bunların
«insan
eli
tarafından
kirletildi ini»
kararla tırmı tır. Bugünkü ekliyle Yeni
Ahd’e giren kitaplar 4. asrın sonundan
itibaren Batı Kilisesince me ru olarak
kabul edilmi tir. Oysa Do u Kilisesince
bazı kitapların
mesela
Apokalips’in
benimseni i ancak birkaç asır sonra
umumile mi tir. Bununla beraber hem
eski hem yeni Ahid konusunda Kanon
uzun bir geli menin sonunda olu mu tur.
Eski Ahid geleneksel olarak üç
bölüme ayrılır: Kanun, Nebiler, Yazılar.
Bu üç bölüm, Eski Ahd’in derleni inde ve
me ru olarak kabul edili inde birbirini
izleyen üç merhaledir. Kanun, Bible ’in ilk
be kitabını te kil eder (Pentatök). Uzun
bir derleme sonunda, eski zamanlardan
kalma
hikâyeler
ile
hukuk
mecellelerinden olu mu tur. Büyük bir
ihtimalle son biçimini .Ö. 400 yıllarında
almı tır.
Nebiler, iki bölümdür: (a) önceki
nebiler (Joshua’nın, Samuel ve Kralların
tarihî kitapları), (b) sonraki nebiler
( saiah, Jeremiah, Ezechiel ve küçük
nebiler)
Bu
kitaplar,
elimizdeki
biçimleriyle,
.Ö. 3. asır sonlarında
tamamlanmı ve me ru oldukları kabul
edilmi tir.
Ketubinler
veya
Hacıyografyalar, eski Ahd’in geriye kalan
kitapları. Bunlar 4 esas grupta toplanır:
airane eserler (mezmurlar, meseller,
Eyyüb); be Megilloth (tomarlar) bazı
âyinlerde
okunmak
için
yazılan
Megillothlar u ba lıkları ta ır: Ne ideler
Ne idesi, Ruth, Mersiyeler, Eklesiyastlar
(vâiz), Esther:, Daniel’in apokaliptik
kitabi; ve tarihler (Ezra, Nehemiah,
kronikler). Bu kitapların kabulü, yava
yava olmu tur (Î.S. birinci asır). Ferdi
kitaplar
için
tartı ma,
Jamina
toplantısından sonra da devam etmi ,
(bilhassa Esther, Eklesiyastlar, Ne ideler
Ne idesi) ve a a ı yukarı S. 120 yılında
sona ermi tir.
Apokrifler, yahudi kökenlidir, ço u
Septant tercümesine alınmı tır, bununla
beraber hiçbir zaman Filistin yahudileri
arasında geçerlilik kazanmamı tır. Eski
Ahd’in Septant tercümesini kullanan
hırıstiyanlara gelince: onlar Apokrifleri
eski Ahd’in di er kısımlarıyla aynı
de erde kabul etmi lerdir. Hıristiyan
ilimleri
geli tikçe,
bilhassa
Do u
Kilisesinde
Apokrif’ler’ın
me ruiyeti
hakkın da üpheler belirme e ba lamı tır.
Ve tartı ma uzun zaman sürmü tür.
ngiltere’de Reform hareketi ba layınca,
Islahatçılar Apokrifleri me ru olarak
kabul etmemi ler. Ama Roma Katolik
Kilisesi Trent Konsilinde, 11 Esdas ve
Manasses duası hariç Apokrifleri Eski
Ahd’in parçası olarak kabul etmi tir.
lk hırıstiyanların Yahudi kitapları
dı ında mukaddes kitapları yoktu. Yeni
Ahd’e giren kitaplar (45’le 2. asır
arasında yazılmı ) ancak yava yava
Eski Ahd’in itibarını kazanmı lardır.
Heretik cereyanlar arttıkça kilise,
dualarına çeki düzen vermek ihtiyacını
duydu. 2. asır sonlarında Roma’da
Muratori’nin
Kanon’u
yayımlandı.
Muratori Kanonu, dört ncil’i, havarilerin
i leri, Aziz Paul’un 13 mektubunu, Aziz
Jean’un 2 mektubunu, Aziz Jean’ın
Vahiy’ini, Pier’in Apokalipsi’ni kabul
ediyordu.
Bible’deki Kitaplar
1 — Tekvin: Dünyanın yaradılı ı.
Âdemo lunun
ilk tarihi.
brahim’in
peygamberli i.
Yusuf
un
ölümüyle
kapanan patriyarkal ça .
2 — Çıkı : Yusuf un ölümünden
sonra srail O ullarına Mısır’da yapılan
zulüm.
Mısır’dan
Sina’ya
yolculuk.
Sina’da nazil olan kanunlar.
3 — Levitler: Sina’da nazil olan
kanunlar. Kurban kanunu. Rahiplik
müessesesinin kurulu u. Taharet ve
necaset. Kutsiyet.
4 — Sayılar: Sina’da konaklayı .
srail o ullarının Moab ovalarına kadar
sahralarda dola ması.
5 — Deuterenomy: Musa’nın
ölümünden önce son sözleri.
srail
o ulları
sahrada
nasıl
ya adılar.
Musa’nın ö ütleri, ve bazı kanunlar.
Bu
ilk
be
kitap,
Yahudi
Canon’unda Tora adını ta ır.
6 — Joshua ( .Ö. 400) : Musa’nın
ölümünden Filistin’in fethi sonuna kadar
srail’in
ba ına
gelenler.
Topra ın
kabileler arasında bölü türülmesi.
7 — Hâkimler ( .Ö. 500 - 450) :
Fetihle monar i arasında ya amı srail
kahramanları Gideon ve Samson.
8 — Ruth: Hâkimler zamanındaki
pastoral ya ayı ı anlatır. Eski srail’in
evlenme âdetlerine örnekler verir. Ama
çok daha sonra yazılmı .
9 — 10 — 1 ve 2 Samuel: Önceleri
Samuel’in
do u undan
Davud
saltanatının sonlarına kadar srail’in
ya ayı ını anlatan tek cildlik bir kitaptı.
branice metin bir çok tahriflere u ramı .
Çok defa Yunanca tercümeye bakarak
düzeltilir.
11 — 12 — 1 ve 2 Krallar: ( .Ö.
500-400) : Önceleri Davud’un ölümünden
Kudüs’ün dü mesine kadar srail tarihini
anlatan tek cildlik bir eserdi. Geni
ölçüde folklora yer veren eser tarih
bakımından da de erlidir. Bu da Samuel
gibi gelecek nesillerin istifade etmesi için
bazı tahrifata u ramı tır.
13 — 14 — 1 ve 2 Kronikler:
Yahudi Canon’unda son kitap olup tek
cild
halindedir. Âdem’den
ba lar,
Yahudilerin
Hüsrev
zamanındaki
restorasyon kalkınmalarına kadar gelir.
Yazar,
bir
çok
kaynaklardan
faydalanmı tır, fakat çok kere tarihî
hakikati dini ahlak u runa feda eder..
15 — 16 — Azra, Nehemiah: Tek
cild, .Ö. 300. yüzyıl: Sürgünden sonra
Yahudi
kalkınmasının
en
önemli
olaylarından bir kısmını anlatır. Belki de
Kronikler yazarı tarafından kaleme
alınmı tır. Tarih karı ık. Gerçi kullanılan
kaynaklardan
birtakımı
anlatılan
olaylarla ça da ama belli ba lı olayların
geçi tarihleri tartı ma konusu.
17 — Esther ( .Ö. 150) :
Yahudilerin ranlı dü manlarına kar ı
zaferlerini anlatır. Ahasuerus’un krallık
dönemi. Kitabın kazandı ı itibar daha çok
millî duygulara tercüman olu undandır.
Kitapta Rab kelimesi bile geçmez.
18 — Eyüb ( .Ö. 500-300) : Mensur
bir giri le bir biti ten ibaret. Arada,
salihlerin çekti i çileler meselesi le ilgili
bir konu ma.
19
—
Mezmurlar:
badette
okunmak için yazılmı bir ne ideler ve
ilahiler kitabı. Mezmurların bir takımı
Davud tarafından kaleme alınmı olabilir.
Ama
kitap
asırlara uzanan
bir
derlemedir.
Belki
de
Makabiler
döneminde tamamlanmı tır.
20 — Meseller: Bir çokları ba ka
eski kavimlerin me-.selleriyle yakınlık
arzeder. Süleyman’a atfedilir ise de kitap
sürgün sonunda tamamlanmı tır.
21
—
Ekleziast’lar:
Bu
da
Süleyman’a atfedilir, fakat insanların
nahvet duygusunu i leyen
.Ö. 300
yıllarında yazılmı bir eserdir.
22 — Ne ideler Ne idesi: Bunu da
Süleyman’ın
yazdı ı
söylenirse
de
esaretten sonra kaleme alınmı tır. Sevda
iirleri. Mecaz yoluyla dinî nitelik
ta ıdıkları ileri sürülmü tür.
23 — saiah: Çe itli dönemlerde
yazılmı üç kehanetler derlemesi:
24 — Jeremiah: Jeremiah ile daha
sonraki
bazı
peygamberlerin
kehanetlerini içerir (626-586, Î.Ö.).
25
—
Mersiyeler:
Kudüs’ün
felaketlerini anlatan akrosti tarzında
manzumeler.
26 — Ezekiel.- Ba lıca iki bölüme
ayrılabilir.
Birinci
bölüm,
Yakında
Kudüs’ün
dü ece ini
haber
veren
kehanetler.
kinci bölüm, Kudüs’ün
kalkınaca ını müjdeleyen ve istikbaldeki
devletin
ideal bir
tasvirini yapan
kehanetler.
27 — Daniel: ( .Ö. 165) Sürgünde,
Babil
sarayında,
Daniel’in
ba ına
gelenler. Bir kısmı branice, bir kısmı
Aramice.
Kitap
bir
apokalips’dir.
Bugünkü çileler Rabbin cihan tarihine
son defa olarak müdahale edece ini
müjdelemektedir. Bunları Eski Ahd’in 12
nebiler kitabı izler. Yahudi Canon ’unda
tek cild olarak toplanmı ve «Onikiler»
ba lı ı ile sunulmu tur.
28 — Hosea (Osea) : Kuzey
Krallı ında
vaizler
veren Hosea’nın
kehanetleri ( .Ö. 740 - 722).
29 — Joel: Mecazi bir dille çekirge
afetini anlatır. Kıyamet günü yakındır, ve
Rab tecelli edecektir.
30 — Amos: Nebiler kitabının ilk
ki isi. .Ö. 760’da srail’i bekleyen felaketi
haber verir.
31 — Obadiah:
32 — Jonah:
33 — Micah: saiah’ın ça da ı.
Sosyal
adaletsizlikler
kar ısında
kehanette bulunur. Kudüs, büyük bir
felaketin arif esindedir.
34 — Nahum:
35 — Habakkuk: ( .Ö. 620)
36 — Zephaniah:
37 — Haggai: ( .Ö. 520) Mabedin
yeni ba tan kurulması için
srail
o ullarına ça ırı.
38 — Zechriah:
39 — Malachi:
Apokrifler
Çe itli tarihlerde, çe itli yazarlarca
kaleme alınmı 15 risale. Konusu: halk
hikâyeleri, tarih, ahlak ve din. Ço u
branice yazılmı ve Septant tercümesine
alındıkları için kutsi sayılmı .
Yeni Ahid
Yeni Ahd’in Kanon de eri ta ıyan
kitapları da, bunlara risale demek daha
do ru olur, 27 tane. Ba lıcaları unlar:
1 — Aziz Mata’ya
göre ncil.
Gelene e göre havarinin eseri ise de
bugün genel olarak meçhul bir yazar
tarafından kaleme alınmı
oldu una
inanılıyor. 1. asrın sonlarına do ru
yazılmı .
Kaynakları arasında:
Aziz
Markos ile Yunanca yazılmı Hz. sa’nın
ö ütleri de var. Lukas da aynı kaynaktan
yararlanmı . nciller içinde en yaygını.
2 — Aziz Markos ncil’i. Genel
olarak John Markos’a atfedilir. Markos,
Aziz Petrus’un yorumcusu. Bu ncil,
ötekilere kıyasla sa’nın derslerine daha
az yer vermi tir. Bununla beraber
ncil’lerin en eskisi oldu u ve Aziz Mata
ile Aziz Lukas’ın kayna ı olarak kabul
edildi i için büyük bir tarihî de er ta ır.
Ne
zaman
yazıldı ı
kesin
olarak
bilinmemektedir. Ama bir çok âlimlere
göre
65
yıllarında Roma’da kaleme
alınmı tır.
3 — Aziz Lukas’a göre ncil. Yahudi
olmayan hıristiyanlar için Suriyeli Aziz
Lukas
tarafından
70
yıllarında
Yunanistan’da yazılmı . Aziz Markos’un
ncil’inden ve sa’nın ö ütlerini ihtiva
eden
Yunanca
belgelerden
faydalanmı tır. Aziz Mata gibi.
4 — Aziz Yuhanna’ya göre ncil.
Hemen hemen bütün hıristiyanlara göre
son yazılan ncil’dir. Efes civarında 1.
asır sonunda kaleme alınmı tır. Bazı
bilginler bu ncil’i havari Yuhanna’nın
yazdı ın ileri sürerler. Ba ka âlimler ise
bu Yuhanna’nın ncil’in sadece bazı
bölümlerini kaleme aldı ını, bütününün
ba ka biri tarafından yazıldı ını ileri
sürerler. Bu
ncil’le di er
ncil’ler
arasındaki en çarpıcı fark:
sa’nın
sözlerine daha geni bir yer vermesinde
ve ö retileri bamba ka bir biçimde
sunmu olmasındadır.
5 — Havarilerin leri. Hıristiyan
kilisesinin tarihini ( sa’nın miracından
Aziz Pavlos’un Roma’ya geli ine kadar)
devam ettirir. Kilisenin geni lemesi ve
Aziz Petrus’la Aziz Pavlos’un yaptıkları
üzerinde durulur. Lukas ncil’inin ikinci
cildi olarak 70 ile 90 yılları arasında
yazılmı tır.
6 — Aziz Pavlos’un Romalılara
Risalesi;
56
yıllarında
Korent’den
yazılmı .
Pavlos’un
en
derin
dü üncelerinden bazılarını ihtiva eder
( sa’nın kurtarıcılı ı).
7 — Birinci Korentliler. 54
yıllarında Efes’de yazıldı ı söylenir. Konu:
Korent
kilisesinde
ortaya
çıkan
karı ıklıktır.
8 — kinci Korentliler. Birinci
Korentlilerden bir iki yıl sonra kaleme
alınmı ,
Makedonya’da.
Son
dört
bölümün daha önceki bir mektuptan
alındı ı söylenir.
9 — Galattılar. Birçoklarına göre
Aziz Pavlos’un en eski mektuplarından
biri, Kudüs ruhani Meclisinden az önce
yazılmı .
10 — Efesliler. Genel olarak
Pavlos’un kaleme aldı ı söylenirse de Aziz
Pavlos’un bir hayranı tarafından da
yazılmı olabilir. ayet Pavlos tarafından
kaleme alınmamı sa kesin olarak 1. asrın
son yıllarından önce yazılmı tır.
Hem dil hem de konu bakımından
«Kolos’lulara Mektup»a çok benzer.
11 — Filipyenlere mektup: Yeni
Ahd’in onbirinci kitabı. Aziz Pavlos’un
Efes veya Roma’da hapisteyken yazdı ı
ükran veya uyarı mektubu.
12’den 20’ye kadar Aziz Pavlos’a ait
oldu u söylenen fakat kesin olarak
bilinmeyen çe itli risaleler.
20 — Aziz James’e atfedilen risale.
21 — Aziz Piyer’e atfedilen bu
mektup da hâlâ bir çok kiliseler
tarafından O’na atfedilir. Kuzey Anadolu
kiliselerine gündelik talimat verir.
22 — Piyer’in ikinci mektubu-.
Bugün Piyer*in eseri olmadı ı iddia
ediliyor. kinci asırda yazılmı olabilir.
23, 24, 25 — Yuhanna’ya atfedilir.
26 — Kime ait oldu u kesin olarak
bilinmeyen iki mektup daha: 26 - 27’nci
kitaplar.
Bible’e Alınmayan De erli Kitaplar
Birinci
Enoch:
Çe itli
kaynaklardan dev irilmi apokalips’ler.
Ço u hıristiyanlık öncesinden. Kitabın
asıl önemi sa devrindeki Yahudilerin
apokaliptik dü üncelerini aydınlatması.
12 Patriark’ın vasiyetnamesi, .Ö.
yüz yılında yazılmı fakat hırıstiyanların
yaptı ı eklerle tahrif edilmi . Eserin
önemi ahlakî niteli inde ve cihan ümul
ifadesinde. Üstelik çarpıca, apokaliptik
görü ler de içerir.
Süleyman’ın mezmurlari: .Ö. I.
asırda
yazılmı
18
mezmur.
sa
döneminde
ya ayan
Farizi’lerin
inançlarını ve Mesih’i bekleyi lerini
aydınlatır.
Bunlar Eski Ahd’e ait kitaplar. Bir
de Yeni Ahd’e girmemi olan hıristiyani
eserler var: Clement’in ilk mektubu. 12
havarinin ö retileri. Hermas çobanı.
Kitab-ı Mukaddes Cemiyetleri
XVIII. asır, Kitab-ı Mukaddes
tercümelerinin
(bütün
olarak
veya
kısmen)
misyoner
faaliyetlerinde
kullanılmak üzere geli ti ine ahit oldu.
Almanya’da 1710’da kurulan Canstein
Bible
nstitute,
ngiltere’de 1698’de
kurulan Hıristiyanlık Bilgisini Geli tirme
Cemiyeti tercüme faaliyetlerine gerekli
zemini hazırladı. 1804’de kurulan ngiliz
ve Yabancı Kitaba Mukaddes Cemiyeti,
benzeri birçok derneklere ön ayak oldu ve
770 çe itli dilde Kitab-ı Mukaddes’den
parçalar bastı ve da ıttı. 1946’da Bible
Society’lerin faaliyetleri United Bible
3
Society’leri tarafından düzenlendi. ( )
EK II: K TAB-I MUKADDES,
KURAN VE B L M
Dilimizde Kitab-ı Mukaddesle ilgili
en ciddi eser Prof. Bucaille’dan çevrilen
«Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve bilim».
Üniversitede yıllarca hocalık yapan
Bucaille, ilmî ara tırmaları sonunda
müslüman olmu . Kur’an’ı metninden
okumak için Arapça ö renmi bir cerrah.
Eseriyle hıristiyan dünyanın asırlık
vehimlerini alt üst eden bu ilim adamının
bizim için hiç de meçhul olmayan
if alarını
ilimperest
gençlerimize
hararetle tavsiye ederiz. Biz kitaptan
yazımızı tamamlayacak bazı alıntılar
yapmakla yetinece iz.
Yazar, Prof. Edmond Jacob ’a
dayanarak öyle diyor: « Ö. 3. yüzyıla
do ru, en azından üç türlü branice
Kitab-ı Mukaddes vardı. Masoretik
metin, bundan kısmen tercüme edilen
Yunanca metin ve Samiriye Tevrat’ı...
Kitab-ı Mukaddes metninin nihaî olarak
tespiti için
birinci asrı beklemek
gerekecektir...
Kitab-ı
Mukaddesin
bilinen en eski branice metni .S. 9. asra
çıkmaktadır... Septant tercümesi .S. 7.
yüzyıla
gelinceye
dek
otorite
sayılacaktır... Hıristiyan âleminde genel
olarak
kullanılan
temel
Yunanca
metinler, Vatikan ’da Codex Vaticanus ve
Londra
British
Museum’da
Codex
Sinaiticus adları altında muhafaza edilen
yazmalar olup her ikisi de .S. 4. asırdan
kalmadır...»
Bütün
hırıstiyan
kiliselerince
muteber kabul edilen herhangi bir Kitab-ı
Mukaddes yoktur.
«Bir çok Katolik ve Protestan
uzmanlarının
gerçekle tirdi i
ve
tamamlanmak üzere
olan ökümenik
tercüme muhtemelen ortak bir metin
getirecektir.»
(Kitabı
Mukaddesin
çe itli
tercümeleri için Bkz. Maurice Bucaille,
Kitab-ı Mukaddes, Kur’an ve Bilim,
Türkçesi Doç Dr. Suat Yıldırım, s. 20 22)
Bucaille, bu bilgilere kendinden bir
ey eklememi . Vardı ı netice u: Eski
Ahid’de üphesiz ki vahiy de vardır. Fakat
bu vahiy, çe itli insanların çıkarlarına,
pe in hükümlerine ve zevklerine göre ele
alınmı , bir kelimeyle tahrife u ramı tır.
Yazar, kitabının daha sonraki
sayfalarında Kudüs Kitab-ı Mukaddes
müdürü olup 1962’de yaptı ı Tevrat
tercümesine bir genel giri kaleme alan
De Vaux ’nun bu çalı masını kaynak
olarak kullanır. De Vaux ’ya
göre de
Tevrat metninin hazırlanması en azından
üç
asırhk
bir
zaman
bölümüne
yayılmaktadır. (Bkz. a.g.e. s. 32).
«Kanon, Yunanca «bozulmazlık,
mahfuziyet» demek.
nciller için bir
ayıklama yapıldı fakat Eski Ahd’e hiç
dokunulmadı. Bunun için ça da metin
tenkidiyle u ra anların vardı ı hüküm u:
«Metni, harfiyen kabul etmemek gerekir.»
(De Vaux) Nitekim Tekvin bir çok
çeli kilerle doludur. Mesela, birbirini
izleyen iki yaratılı
hikâyesi vardır.
Yahudi takvimine göre dünya, .Ö. 37.
asırda yaratılmı . Oysa ça da ilime göre
güne sistemi zamanımızdan dört buçuk
milyar yıl önce te ekkül etmi tir. brahim,
Âdem’den sonra 1948’de dünyaya gelmi .
brahim, sa’dan 18 asır önce ya amı .
Demek ki Âdem sa’dan 38 asır önce
yaratılmı .
Bu çok de erli kitabı bütün
okuyucularımıza
hararetle
tavsiye
ettikten sonra alıntılarımıza devam
ediyoruz:
Kitab-ı
Mukaddes,
yazıya
geçmeden önce kulaktan kula a dola an
halk rivayetlerinden ibarettir. srail’de de
nesirden önce nazım vardı. Hayatın
büyük olayları, acılar, sevinçler birer
teganni konusuydu. Mesela Deborah’ın
Ne idesi... Rivayetler, zamanla masal
kılı ına bürünür. Sonra râviler, bu
masallar arasında bir mantık ba ı
kurma a çalı ırlar. Yazı, .Ö. 13. asırda
kullanılma a ba lar. Toplanan çe itli
malzeme az çok kayna tırılır. Tarihle
masal,
vahiy’le
hayâl,
insan
uydurmasıyla Tanrı kelâmı iç içedir.
Önce Yahveci metinler yazıya geçirilir. 9.
asırdan sonra Elohacı metinler olu ma a
ba lar. Tevrat’ı meydana getiren iki
metnin arasına bir üçüncü metin daha
eklenir. Din adamlarının eseri olan bir
metin... Cyrus’un emri üzerine, .Ö.
538’de Babil sürgünü sona
erer.
Yahudiler Filistin’e dönerler ve Kudüs
mabedi yeniden in a edilir. Bir nübüvvet
dalgası
yeniden
yayılma a
ba lar.
Haggay, Zekarya, üçüncü aya, Malaki,
Daniel ve Baruch’un kitapları, bu
dönemin mahsulüdür. Sonra «Hikmet»
kitapları yazılma a ba lar...
Eski
Ahid,
ba langıçtan
Hıristiyanlı ın do u una kadar Yahudi
milletinin edebî anıtı olarak kar ımıza
çıkar. Bütün bu bilgilerin kayna ı:
Encyclopedia
Universalis
için,
Sandroz’un yazdı ı Bible makalesidir.»
(Buccaille, a.g.e.)
NOTLAR
1) Kitab-ı Mukaddes
Kitab-ı
Mukaddes,
(Bible’in
türkçesi) : dilimize ilk defa 1666’da
çevrilmi . Mütercimi Ali Bey, Sultan IV.
Mehmed’in ba
tercümanıymı . XIX.
asrın ba larında basılmı kitap. Sonra
çe itli tashihlere u rayarak defalarca
tabedilmi . Üzerinde Tevrat, Zebur, ncil
diye bir ikinci ba lık. Kitab-ı Mukaddes’in
içindekileri sahih olarak belirtmeyen bu
ba lık, slamiyete bir nevi taviz olsa gerek
Filhakika Kur’an’da adı geçen kutsal
kitaplar: Tevrat, Zebur ve
ncil’den
ibaret. Kaldı ki Kitab-ı Mukaddes tabiri
d e slami bir tabir olmaktan uzak. Kime
göre mukaddes? Bible’in kucakladı ı
kitaplar ancak bazı hırıstiyan kiliseleri
için kutsal. slamiyete göre hepsi de
Kur’anı Kerim’in nüzulundan sonra
itibarlarını kaybetmi ve tarihî birer
vesika haline gelmi risaleler mecmuası.
Bible denince ilk akla gelen Eski
Ahid’le Yeni Ahid’dir. srail kavmi için
Rab’la kendi aralarında bir anla ma
vardır. ( branice: Berth, Yunancası:
Diathehe,
Latincesi:
Testemantum,
Arapçası: Ahid). sa’dan sonra ikinci
asırdan itibaren hristiyanlar da kendi
«yazı»larına
anla ma
adını verdiler.
Böylece iki anla ma çıktı ortaya: Eski ve
Yeni Anla malar. Eski A nla maya giren
kitapların ço u branice yahut Aramice.
Yeni Anla maya giren kitapların ço u ise
Yunanca yazılmı tır.
Eski Anla manın içinde u kitaplar
var:
1 — Kanun (Tora) be
kitap
(Tekvin, Çıkı , Leviler, Sayılar, Tesniye),
2 — Eski Nebiler (Ye u. Hâkimler,
1. Samuel, 2, Samuel, 1. Krallar, 2.
Krallar. Sonraki Nebiler: aya, Ye remya,
Hezekiel, Ho ça, Yoel, Amos, Abodya,
Yunus, Mi ka, Nahum, Habakkuk,
sefanya, Haggay, Zekarya, Malaki.
3 — Ketubinler:
mezmurlar,
meseller, Eyyub, Ne ideler Ne idesi, Rut,
Yeremya’nın mersiyeleri, vaiz. Ester,
Daniel, Esdras, Nehemya, tarih 1 ve 2.
lk hırıstiyanların branice metinler
dı ında kendilerine mahsus mukaddes
kitapları yoktu. Hıristiyanların kitabı, 45
yıllarıyla 2. asrın ba larında yazılmı olan
«Yeni Anla ma»dır. Daha sonra havarilere
ait sayılan yazılar da eski Ahid’in itibarını
kazanmı , havarilerin ifahi vaizleri de
bunlara eklenmi tir.
2. asırda rafizi cereyanları artmı ,
havarilere atfedilen bir çok yazılar
görülmeye ba lamı tır. Kilise, ibadetlerde
okunacak duaları seçerken daha büyük
bir titizlik göstermek zorunda kalmı tır. O
sıralarda yayımlanan bir esere göre
muteber kitaplar öyle sıralanmı tır: 4
tacil, havarilerin yazıları, Aziz Paul’un 13
mektubu, Aziz Jean’ın 2 mektubu, Aziz
Jean’a gelen vahiy, Petros’un Apokalips’i.
2) Bible’in Çevirileri
Türk okuyucusu için biraz fazla
bilgince olan bu yazıyı bazı temel bilgilerle
aydınlatalım.
Yunanca çeviri yahut Septant
Bible’in
bu
tercümesine
skenderiye metinleri de denir, branilerin
yaptı ı ilk Yunanca tercüme. Mısır kiralı
Batlamyus’un
hassa
alayı
muhafızlarından Arste, bu çevirinin
hikâyesini öyle anlatır:
« skenderiye’de
kurdu u
kütüphaneyi
zenginle tirmek
isteyen
Batlamyus, kütüphanecisi Demetrius’u
Musevilerin Kitab-ı Mukaddesi’ni elde
etmekle
görevlendirir.
Filistin’deki
Hahamba ı’ndan
Ahd-i
Atik’in
bir
nüshasıyla eseri Yunancaya çevirecek
mütercimler
istenir.
Hahamba ı,
Musa’nın
altın
harflerle
yazılmı
kitabından bir nüshasını gönderilen
adamlara teslim eder. Eseri çevirecek
olan 72 haham da onlara katılır.
Batlamyus,
hahamları
skenderiye
yakınındaki Faros adasına yerle tirir.
Herbirine ayrı bir hücre verilir. Orada
çalı arak
skenderiye
nüshasını
hazırlarlar. 72 mütercimin ortak eseri
olan bu çeviriye Septant adı verilir.
Hıristiyanların inanana göre, birbirinden
ayrı çalı an mütercimlerin Ahd-i Atik
tercümesi kelimesi kelimesine aynıdır.»
Latince tercüme yahut Vulgat
Bible,
Latince’ye
ne
zaman
çevrilmi ? Bilmiyoruz… Elimizdeki ilk
Latince çeviri, Vulgat adını ta ıyor. Aziz
Jerome tarafından 382’de ba lanan
tercüme di er bilginlerce tamamlanmı .
Reform’a kadar Batı dünyasına egemen
olan Vulgat, Bible’in ilk Fransızca,
Almanca ve ngilizce tercümelerinin de
kayna ıdır. 1592’de basılan elementine
Vulgate, Roma kilisesinin resmi kitabıdır
hâlâ.
Vulgat, 1384’de Wyclif tarafından
ngilizceye
çevrilmi .1396’da
bu
tercümenin John Purvey tarafından
düzeltilen bir nüshası basılır. 1944, 1947
- 50 Ronald Knox’un yeni Vulgat
tercümesi.
branice’den
yapılan
tercümeler (1524-1611)
branice ilk Bible, 1488’de bütün
olarak Sonccino’da basılır. lk basılacak
olan
Yunanca
Ahd (1516,
Basle)
Erasmus tarafından hazırlanmı tır. Bu
tercümenin tashih edilmi
baskıları
Luther’in 1522’deki Ahd-ı Cedid ve 152234
Ahd-i
Atik
tercümelerinde
kullanılmı tır. Luther’in çevirileri de ilk
ngiliz mütercimleri tarafından kaynak
olarak ele alınmı tır. Hollanda, sveç ve
Danimarka dillerine yapılan çevirilerde de
aynı
kaynaklardan
faydalanılmı tır.
Yalnız
Protestanların
Fransızcaya
yaptıkları ilk Bible çevirisi Luther’den
faydalanmamı tır.
Bu
çeviri
Olivetan’ındır. (1535).
3) brani Edebiyatı
Bible, geni ve asırları kucaklayan
bir edebiyatın en büyük aheseri, daha
do rusu, bir nevi antolojidir. Önce bu
edebiyatı ana-hatlarıyla tanımak konuya
bir çe it hazırlık olacaktır. Sunaca ımız
yazı Londra Üniversitesinde
branice
hocası olan Haezrahi Yehuda’nın bir
edebiyat
ansiklopedisi
(Cassell’s
Encyclopaedia of Literatüre) için yazdı ı
« brani Edebiyatı» ba lıklı makalenin
tercümesidir.
«3.000 yıla uzanan organik bir
geli me kar ısındayız. Bir edebiyat ki
Bible’in yazıya geçi iyle ba lar, son ifadesi
ise bugün srail’de kaleme alman düz
yazılar ve iirler. Kaldı ki, Bible de uzun
bir
edebî
faaliyet
zincirinin
son
halkasıdır. Ve brani edebiyatının belli
ba lı türlerinden örnekler sunar: tarih,
din,
meseller,
hukuk,
hikâyeler,
parabollar, masallar ve iirler.
Bible ile yeni
srail’in
iirleri
arasında Yahudi kavmi iki sürgün
dönemi ya amı ve bütün dünya üzerine
da ılmı tır.
Yahudiler
yayıldıkları
ülkelerin
dilleri
ve
kültürleriyle
etkilenmi lerdir. Manevî faaliyetleri içerik
ve amaç bakımından yüzde yüz yahudi
de olsa bulundukları ülkelerin dili ile
ifade edilmi . Kadim ça larda Yahudi
eserleri ya Aramca, ya Yunanca yazılmı ;
orta ça larda ise Arapça ve Latince;
zamanımızda Yahudi yazarlar Avrupa’nın
bütün dillerini kullanmaktadır. Do u ve
Orta-Avrupa’da
ya ayan
Yahudiler
asırlar boyu ifade vasıtası olarak eski
cermenceyi kullandılar. Bu dile çe itli
lisanlardan -daha da çok Yidi çe adı
verilen braniceden- alınmı bir çok
kelimeler karı tırdılar. Bu arada branice
de kullanılıyordu çünkü kutsal kitapların
dili idi; Yahudi teolojisi, felsefe ve dinî
iirler branice yazılıyordu hep. Bu dil
ibadet dili oldu u için kavmin ümit ve
özlemlerini en iyi ifade eden dildi. Necat
ümitleri, Mesih’in dönü ü ve
srail
milletinin kurtulu ümitleri... branice,
Yahudi e itiminin temel ta ı olarak kaldı;
branice bilmek münevverlerin ayırıcı
vasfı oldu. îlmî bilgiye ve liberal kültüre
ihtiyaç duyuldu u zaman braniceden
faydalanıldı. Eski Ahid, kanun koyucular,
din adamları, kâtipler, airler ve nebilerin
ortak eseridir. Bir çok bilginlere göre .Ö.
birinci asırda Kanonla tırılmı (2. asır
diyenler de var). Eski Ahd’î olu turan
kitaplar, Yahudi kavminin edebî eserleri
arasından seçilmi lerdi. Bununla beraber
bir çok eserler de resmî derlemenin
dı ında bırakılmı tır (mesela apokrifler).
Apokriflerin
branice
metinleri
kaybolmu tur.
Bu kitapların yalnız
çevirileri (bilhassa Yunanca çevirileri)
elimizdedir.
Apokriflerin
bazıları .S.
birinci asrın nihayetinde kaleme alınmı .
Son
zamanlarda
bulunan
branice
tomarlar, Bible’in ruh ve üslubunun
uzun bir zaman ya adı ını göstermi tir.
Bible’in tamamlanı ından 5. yüzyılın (Î.S.)
sonlarına kadar branî yazarlar dinî (ve
dünyevî)
kanunları
geli tirmekle
u ra mı . srail bilginleri ve hahamları
Mi na kanunlarını önermi , tartı mı ve
kabul etmi ler. Bu kanunlar 2. asrın
sonunda Prens Rabbi Judah tarafından
toplanmı
ve tamamlanmı . Talmud
kitapları ve Mi na kanunları ile ilgili
erhler aynı zamanda hem Filistin’de
hem de Babil’de hazırlandı. Kudüs
Talmud’u ve Babil Talmud’u adıyla iki
baskısı yapıldı bu kitapların. Babil baskısı
5. asrın sonunda Ashi ve Aabina
tarafından basıldı. Mi na saf branice
yazılmı
olup
Yahudi
hayatının
kanunlarını
tespit
amacını
güder.
Talmud ise branice ile ( branicenin
hem iresi sayılan) Aramice
kaleme
alınmı tır.
Ve
Mi na ’nın
önerdi i
kanunların
sınırlarını,
geçerlili ini,
geli mesini, saiklerini tartı ır. Gerek
Mi na gerekse Talmud birbirini izleyen
ku akların eseridir. Hukukî belgelerin
arasına efsaneler, parabollar, masallar,
ve meseller serpi tirilmi . Bu gibi
malzemeyi kucaklayan özel derlemeler de
vardır: Midrash.
Talmud, .S. 6. asrın ba larından
zamanımıza kadar, haham ve bilgin
nesilleri için tefsir, erh ve münaka a
alanlarında ba lıca temel olmu tur. Son
14 yüzyılda bir çok ekler yayımlanmı ,
yeni yeni kanunlar ortaya çıkmı ve eski
kanunlar
günün
artlarına
uydurulmu tur. Ne var ki, bu yeni hukuk
kitapları tazeliklerinin büyük bir kısmını
çabucak kaybetmi , oysa Talmud hâlâ
tazedir. Teklif edilen yeni kanunlar nice
tartı malara yol açmaktadır. Hukuk,
kavmin ba lıca kaygısı... Dünyanın dört
buca ına yayılan Yahudileri birle tiren,
onlara millî bir uur kazandıran hep bu
u ra ı. Yahudi edebiyatında yeni yeni
temayüllerin de belirdi ini unutmayalım.
Eskiden olmayan yeni bir dinî iir biçimi
görülmü tür: Piyyut. Bu iir biçimi artan
bir co kuyla Filistin, Babil, Mısır ve
spanya’da
yayılmaktadır.
Ço u da
Yahudilerin dua kitaplarına girmi tir.
Çünkü Piyyut’un dile getirdi i konulardan
biri de Tanrıya ba lılık ve necat arzusu.
Ki iler
Allah’ın
inayetiyle
necata
kavu acak; milletin necatı ise Mesih’in
himmetiyle gerçekle ecektir. Yahudi airi,
10. asra kadar
spanya’da dünyevî
konulara
dokunma a
cesaret
edememi tir. branî edebiyatının altınça ı olan bu dönem, 13. asrın sonlarına
kadar devam eder. branî edebiyatı bu
zaman içinde Arab edebiyatının nazım
ekillerinden ve i ledi i konulardan geni
ölçüde etkilenmi tir. Yahudi
airleri
sevdayı, kini ve dostlu un nazlarını dile
getirirken Arab airleriyle yarı mı tır.
Bu dönemin bütün Yahudi airleri,
bilhassa en büyükleri olan Judah Halevi,
dünya görü leri bakımından dinlerine ve
milliyetlerine ba lı kalmı lardır.
Sonraki asırlarda tarihî ve siyasî
sebebler yüzünden Yahudi iiri zevale
yüztutmu . Düzyazı itibar kazanmı tır.
Bilhassa
teolojik
konular
üzerinde
durulmu , Talmud tefsiri ve erhleri ele
alınmı ,
Kabal’ın
mistik
felsefesi
derinle tirilmi tir.
Her
asır,
kendi
airleriyle övünür. Ama bu airlerden
hiçbiri spanya dönemindekilerle boy
ölçü emez.
18. yüzyılın sonunda dünyevi
Yahudi edebiyatı canlanır ve modern
branî edebiyatı ba lar. Kısaca, bu
tarihten
itibaren
branî
edebiyatı
kurtulu ve aydınlanma hareketleriyle
içiçedir. Yahudi aydınlanma ça ının
babası olan Moses Mendelssohn. Ona
göre:
aydınlanma
amaçlarının
gerçekle mesi, Yahudi kavminin maddî ve
manevî getosundan kurtarılması, Yahudi
çocuklarına liberal ve dünyevî bir e itim
verilmesi
isteniyorsa
branice
benimsenmeli. branice, Yahudi halkına
seslenebilecek,
yı ınları
harekete
geçirebilecek tek dil.
Nitekim, Yahudi kavmini ortaça ın dü ünce zincirlerinden kurtarma a
çalı an 19. asrın yazarları, denemecileri,
dü ünürleri, ve airleri ister istemez
braniceyi
kullanmı
ve
Yahudi
milliyetçili ini canlandırmı lardır.
Yahudi devletinin kurulu u ile
doru a varan millî uyanı brani diline ve
edebiyatına
yeni
bir
canlılık
kazandırmı tır. Bu sayede branice daha
çok din adamlarının kullandı ı bir yazı
dili olmaktan çıkmı ve gündelik hayatın
ifade vasıtası olan bir konu ma dili
olmu tur. branî edebiyatı da hazır bir
okuyucu kitlesi bulmu tur. En ucuz
heyecanlarından en yüce duygularına
kadar her ihtiyacının
branice ile
kar ılandı ını gören bu kitle anlamı tır ki
branice
anadilidir.
Yahudi
millî
rönesansının belki de en büyük airi olan
Chaim Nachman Bialik, 1920’lerde
Avrupa’yı bırakıp srail’e yerle ti. airin
bu dönü ü, brani edebiyatının kendi
vatanında yeniden ota kurması demekti.
XX. yüzyılın ba larından bu yana branı
edebiyatı srail’de geli mi ve milletin
hayatıyla
kayna mı tır;
kar ıla tı ı
problemleri, ‘ba arılarını ve ümitlerini dile
getiren bir parça olmu tur bu edebiyat.»
4) Hıristiyanlı ın Men eleri
Havet’ye göre, hıristiyanhk bir
hamlede gerçekle memi . Ba ka bir
deyi le hıristiyanlıkla helenizm arasında
bir uçurum yok. «Hıristiyanlık ve
Men eleri» bu davayı ispat etmek için
4
yazılmı . ( ) Eserin konusu: hıristiyanlı ın
Yunani köklerini ara tırmak ve ortaya
çıkarmaktır.
Birinci
cilt,
Yunan
dü üncesini ele alıyor. Yazara göre,
hıristiyanlık Judaizm’den çok Helenizm’e
dayanmaktadır. Evet... Hıristiyan devrimi
Jude’den ve Galile’den geldi. Devrimi
yapanlar ve devrimin bayra ını ta ıyanlar
Yahudilerdir. «Christ» adı bile branice bir
sözün Yunancasıdır. Bununla beraber,
hıristiyanlık bir inanç olarak ele alınırsa
Yunan dü üncesinin bir devamıdır.
Klâsik ça daki inançların bir geli mesi...
Ba langıçta
hâkim
olan
Yahudi
dü üncesidir
üphesiz.
Ama
bu
hıristiyanlık sel gibi akıp kaybolacak ve
Helen temeli çabucak ortaya çıkacaktır.
Eflatun
gibi,
ruhların
ebedili ine
inanılacak; azizlere ibadet ba layacak;
vücutların
dirilece i inancı gölgeye
gömülecektir. Ba ka bir deyi le filozofların
doktrinleri
ile
eski
ibadetler
canlanacaktır: Senek devrinde insanların
ço u neye inanıyorsa, hıristiyanlar da
a a ı yukarı aynı eylere inanacaklardır.
Hatta Senek’in hıristiyan oldu unu ileri
sürenler de görülür.
Kilise kendi üzerinde kafa yormaya
ba layınca, helenizm’e neler borçlu
oldu unu, daha do rusu helenizmin
hıristiyanlı a ne kadar yakın oldu unu
anlayacaktı. Kilise babalarından bir ço u
(Justin, skenderiyeli Clement gibi) helen
hikmeti ile me bu idiler ve helenizme
yakınlıklarından
dolayı
«gentils»ler
arasında imtiyazlı sayılıyorlardı. Onlara
göre kadim hizmetin üstadları Allah
tarafından aydınlatılmı lardı ve kelam,
ncil’in ortaya çıkı ından önce, Heraklit
ve Sokrat’a a ikâr olmu tur. ( slâm
mutasavvufları içinde Yunan’ın 7 hekimi,
adını bilmedi imiz nebiler arasındadır. lk
hıristiyan
babalarıyla
slâm
mutasavvıflarının inançları arasındaki
benzerlik çok dikkate lâyıklar.)
Ne var ki böyle bir hak inaslık
iman için tehlikeliydi. Hıristiyanlıkla
helenizmi e it saymak aynı de erde
saymak gibi bir hata idi. Ufku dar olanlar
felsefeyi düpedüz kötülediler ve filozoflar
kitaplarında bulunan hakikatleri kutsal
kitaplardan a ırmı lardı, dediler. Belki de,
eytanın telkin etti i birer a ırtmaca idi
bunlar. Ne var ki, Kitabı Mukaddes’den
çalındı ı iddia edilen bu hakikatler Kitab-ı
Mukaddes’de yoktu. Bu faraziyelerden
ister istemez vazgeçildi ama zamanımızda
bile izleri silinmedi. Bossuet de, kilise
babaları gibi, Yunan felsefesinin hakikati
tanımak için bir çe it hazırlık oldu unu
kabul eder. Yalnız bu fikirlerin kayna ı
do u idi. Filozoflar, bu hakikatleri do uya
da ılan Yahudilerden ö renmi idiler.
Yani, bu dü üncelerin kayna ı
Kitab-ı Mukaddes olmasa bile, Yahudi
ananeleri idi. Oysa Helenizmle Yahudilik
arasında hiç bir münasebet yoktur.
Helenizmin kayna ı tabiatüstü bir vahiy
de ildir, insanlara çok ciddi bir ahlâk
getiren
Mavera
hakkındaki
tecessüslerimizi de en iyi cevaplandıran
hıristiyanlık daha önceki dinlerin bir
devamıdır. Hiç bir inanç imtiyazlı bir yer
tutmaz. Bossuet’ye sorarsanız, en aydın
ve akıllı milletler (mesela Gildaniler,
Mısırlılar,
Fenikeliler,
Yunanlılar,
Romalılar) din konusunda en cahil
milletlerdir. Havet böyle dü ünmüyor.
«Kitabımız da bu iddianın aksini ispat
edecektir.» Hıristiyanlık üç unsurun
terkibidir, üstada göre:
1 — Helenizm.
2 — Nebilerde ve Mezmurlarda
buldu umuz Biblik yahut Judaik unsur.
3 — Roma zulmü altında ezilen
Galile halkının acıları ve ümitleri.
«Son
iki
unsuru
birarada
inceleyece im. Onun için kitabı ikiye
ayırdım:
a) Helenizm,
b) Eski ve Yeni Ahit.»
Renan,
Havariler
kitabının
giri inde
öyle
der,
«Judaizm,
fermantasyon’u gerçekle tiren maya ama
fermantasyon
Judaizm
dı ında
gerçekle ti, önce Helen ve Roma, sonra
Germen ve Seltik galip geldi. Bu
kavimler, hıristiyanlı ı ilk yöneli inden
ba ka
bir
do rultuda
geli tirdiler.
Hıristiyanlık,
Judaizmden
uzakla tı ı
ölçüde olgunla mı tır.»
(Hıristiyanlı ın
kaynakları
konusunda çe itli Yahudi tarikatlarının,
bilhassa Essenyenlerin, nasıl bir rol
oynadı ını
Sommer’in
incelemesinde
aydınlatma a çalı mı tık. Bu Esseyenler
batı yazarlarını iki ayrı kampa ayıran bir
topluluktur.
skenderiyeli Philon ile
Yahudi tarihçi Joseph bu tarikat
mensuplarını uzun uzadiye anlatırlar.
Gerard Walter da tarikatın hıristiyanî ve
kominizan ya ayı ları üzerinde geni bilgi
verir. Buna mukabil böyle bir tarikatın
biç de mühim bir rol oynamadı ını ileri
sürenler de az de ildir. (Allah-u Âlem-u
Bissevap).
EX OR ENTE LUX
Bible,
Yunanca
bibliyon’dan
alınmı Latince bir kelime. Bibliyon, a aç
kabu u demek. O da Fenikeceden
geliyor. Yazılar önceleri a aç kabu una
yazılırmı . Sonra papirüs bulunmu
Mısır’da. Bible, önce kitap mânâsına
kullanılmı . Milâdın 4. asrında hıristiyan
papazları Kitab-ı Mukaddesi bu kelimeyle
kar ılamı lar. Fakat kelime orta ça a
kadar genel olarak kitap anlamını
korumu . Daha çok da hiciv eserlerinde
Bible denmi .
19.
yüzyıl
insan
ufkunun
alabildi ine geni ledi i ve tecessüsün
Eski Ahid, Yeni Ahid gibi belli sınırlar
içine sı mama a ba ladı ı bir devir.
Tecessüsü kamçılayan âmillerden ilki
oryantalizmlerin
aydınlattı ı
yeni
medeniyetler. Entelektüel geli memde yol
gösterici olmu iki hocadan minnetle söz
etmek istiyorum: Ouinet, Michelet...
Tarihe iiri getiren, iiri tarihin if alarıyla
zenginle tiren bu iki usta yalnız benim
de il, dü ünen Avrupa’nın da irfan
yolunda kılavuzu olmu tur ve olacaktır.
Bence Fransa demek Quinet ve Michelet
demektir.
Hind’i
yazıncaya
kadar
Quinet’yi pek az tanırdım. O büyük zekâ;
Herder’i okuyarak tarihin sırlarına â inâ
olmu . En sevdi im kitabı: «Dinlerin
Ruhu» (Le genie des Religions). Quinet’ye
göre sanat, felsefe, ve din bölünmez bir
bütündür. Bir ülkeyi tanımak için önce
tanrılarını
tanıyacaksınız.
Hind
edebiyatına vecd ile e ilirken Virjil’in
Quinet olmu tu. Eserdeki pırıltı: «Dinlerin
Ruhu»ndaki ihti amlı
afaktan gelir.
Michelet de a a ı yukarı aynı konuyu
« nsanlı ın Kitab-ı Mukaddes»i (Bible de
L’Humanite) adlı büyük eserde i lemi .
Her iki kitap da pencerelerini bütün
inanç ve dü ünce dünyasına açmı , her
türlü yobazlıktan uzak birer irfan abidesi.
Michelet’ye bu eseri ilham eden bir parça
da Hind. Tarihçi Ramayana’yı okudu u
1863 yılını ömrünün en mutlu yılı olarak
vasıflandırır. Bu iki üstadın talihsiz bir
yönleri vardır: slâmı tanımamak. Gönül
isterdi ki, hidayet-i ilâhiyeye mazhar
olmu slâm yazarları da o iki aheserin
noksan kalan kısımlarını aynı vecid, aynı
üslub ve aynı irfan zenginli i ile
tamamlama a çalı sın.
I
—
NSANLI IN
K TAB-I
MUKADDES
« nsanlık, ruhunu aralıksız bir
Kitab-ı Mukaddese tevdi eder. Her büyük
millet bu ortak kitaba kendi ayetini
yazar.
Çok aydınlıktır bu âyetler ama
çe itli biçimlerdedir. Üslupta da tam bir
serazatlık-kâh büyük bir poem kâh tarihî
bir
hikâye.
Bir
ülkede
heykeldir,
öbüründe piramit. Bazan bir Tanrı, bir
site, kitaplardan çok daha beli dir,
cümleye ba vurmaz, ruhu dile getirir.
Herakles bir âyettir. Atina bir âyet.
Yunanın yüce dehası — lyada kadar,
hatta
ondan
daha
çok
Pallas
Athene’dedir.
Çok defa, bakarsınız, en derin
yanlar unutulmu ... ya adı ımız hayat,
canlılı ımızı
yapan
hayat,
teneffüs
etti imiz hayat yazılmamı . «Kalbim
bugün çarptı» demek kimin aklına gelir?
Bu kahramanlar ya amı lar oysa...
Davranı larını dile getirmek, bütün
zamanlara ilham verecek ruhlarını
ke fetmek, yi itliklerini anlatmak bize
dü er.
Bahtiyar bir ça da ya ıyoruz.
Dünya parça parça de il artık ve biz
elektrik teli sayesinde cihanın ruhunu
düzenliyebiliyoruz. Tarih teli sayesinde de
dünyayı
karde çe
bir
maziye
ba lıyabiliyor ve ça lar boyu aynı ruhla
ya adı ını
idrak
etmenin
sevincini
tadabiliyoruz.
Çok yeni bir olay bu. Asrımıza
mahsus bir olay. Bugüne kadar araçlar
yoktu elimizde. Geciken bu araçlar
(ilimler, diller, yolculuklar, her çe it
ke ifler) hep birden geldiler. mkânsız
olan, kolayla ıverdi birden. Uzay ve
zaman uçurumlarını a abildik. Göklerin
arkasında gökler, yıldızların arkasında
yıldızlar gelirdi. Ça dan ça a geri
gidildikçe
hanedanlarıyla
Mısır,
tanrılarıyla Hind, kadimli ini kaybetti.
Ufuk geni ledikçe anla mazlıklar
artacak
sanıyorduk,
oysa
ahenk
beliriyordu git gide. Güne tayfı, bize
yıldızların hangi madenlerden olu tu unu
ö retti. Anladık ki, o yıldızların terkibi ile
dünyamızınki arasında pek fark yok.
Lengüistik yardımı ile inceleyebildi imiz
ça lar
da
büyük
ahlâk
de erleri
bakımından ya adı ımız zamandan pek
farklı de ü. Hele odak... hep bir, gönül
hep aynı gönül. Çalı mayla, hukukla,
adaletle
ilgili ana
dü ünceler
hiç
de i memi . Eski ça lar dedi imiz biziz.
Dünyanın fecri diyorduk, Veda ’ların ilkel
Hind’i ile Avesta’nın ran’ına; ama onlar
aile, yaratıcı emek gibi konularda orta
ça ın kısırlı ına ve çileke li ine kıyasla
bize çok daha yakın.
Yazdı ımız, dinler tarihi de ildir.
Bu tarih artık tarihin bütününden ayrılıp
tek ba ına yazılamaz. Her tasnifin
dı ındayız. Tarih, cedlerimizin kafaları ve
gönülleri ile ördükleri cihan ümul bir
doku. Biz de farkında olmadan aynı
dokuyu örüyoruz. Çocuklarımız da bu i e
devam edecek. plikler öylesine kayna mı
ki birbiriyle, koparmadıkça ayırmak kabil
de il. Din ipli i, a k ipli i, aile ipli i,
hukuk ipli i, sanat ipli i, sanayi ipli i
birbirine karı ıyor boyuna. Din, moral
faaliyetin içindedir ama moral faaliyetin
bütünü dinin içine girmez. Din illettir.
Ama illetten çok bir netice. Çok kere
gerçek hayatın içinde olu tu u bir
çerçeve. Çok kere do u tan gelen
güçlerin bir ta ıyıcısı, bir aracı. Gönlü
in â eden inançtır. Ama inancı yaratan
da gönül de il mi?
Kitabım güne ı ı ında do uyor:
cedlerimiz
olan
güne
çocuklarının
Aryaların ülkesinde... Hindliler, ranlılar
ve
Yunanlılar.
Romalılar,
seltler,
germenler o gövdenin alt dalları...
nsanlık için temel ve hayati olan
nesnelerin örneklerini yaratmı olmak
Aryaların imtiyazı.
Vedalar Hindi, bize tabii saflı ı ve
e siz asaleti ile aileyi tanıtıyor.
ran’dan,
yi itçe
çalı mayı
ö reniyoruz.
Bütün
gücü,
bütün
büyüklü ü,
bütün
yaratıcılı ı
ile
çalı mayı...
Yunanistan —sanatları bir yana—
her milletten çok insan yaratma sanatını
temsil etmektedir.
nsanlı ın
üç
hayat
kayna ı
olmu tur ezelden beri: soluk alma, kan
dola ımı, ve özümleme. Onlar olmasa,
insan o lu da dünyadan silinip giderdi
üphesiz.
Bereket ki en eski ça lardan beri,
aile oca ı, emek, terbiye gibi büyük
içtimai uzuvlarla donatılmı ız. Yoksa
topluluklar da ayakta duramazdı, ferd
de.
Demek ki bunların tabii örnekleri
ezelden beri mevcud olmu , hem de
a ılacak kadar güzel ve benzeri olmayan
biçimlerde.
Saf, güçlü, aydınlık, masum.
Çocukluk
diyeceksiniz...
Evet,
ama, çocuktan büyük ne var? Günah
nedir bilmeyen yaratıklar! Size ı ık dolu
kitaplar sunuyorum. Sa lıklı ve tertemiz
kitaplar.
En safları Avesta, güne ten bir
pırıltı.
Homer, E il ve büyük yi itlik
efsaneleri...
Hepsi de taptaze bir hayatla dolu,
martın canlı usaresi, nisanın parlak
gö ü.
A ıran tan yeri, Vedalardadır. Latif
bir ak am bulacaksınız Ramayana’da.
Bütün çocuklar, kuzulayan Tabiat Ana,
ruhlar, çiçekler, a açlar, hayvanlar
birlikte oynar ve büyüler kalpleri.
Bırakın da büyüklü ü içinde
serâzad olan insan her yana gitsin.
Cedlerinin içti i kaynaklardan gidersin
susuzlu unu. htiyaçları Titanlarınki gibi
sonsuz. Yapaca ı büyük i ler var, onu
belli bir bölgeye hapsedemezsiniz.
Ona bol bol hava, bol bol su ve bol
bol gök, hayır bütün gök lâzım... Uzay ve
ı ık lâzım, sınırsız ufuklar lâzım. Onun
için Mev’ud Toprak küredir.
Bir yanda ı ı ın üç tecellisi, öte
yanda Menfis, Kartaca, Tir ve Filistin: lo
güney. Mısır, âbideleri; Filistin, yazılarıyla
kutsal kitaplarını tevdi etmi asırlara...
I ı ın çocukları topra ı sürmü ve
tohum
atmı lardı,
kayna tılar
birbirleriyle.
Bu kavimler sayıca önemsiz,
soyumuzun yansı bile de il. Ama
yaptıkları i büyük. Kartaca ve Fenike’yi
dü ünün. Arab fetihlerini hatırlayın. Nice
kavimlerin ruhlarını fetheden Eski Ahdi
de unutmayın.
nsanlık uzun zaman inançlarını o
kitapta
buldu.
Tarih
bakımından
emsalsiz bir hazine, ahlâk bakımından
pek öyle de il. O sayfalarda nice ça ların,
nice toplumların izlerine rastlarsınız.
Sözde nass! Ama bu kadar insicamsız bir
bütün nasıl nass olabilir? Elohim’den
Yehova’ya kadar dinî ve ahlâki ilke,
boyuna biçim de i tirmi . Bir yandan
bugün anladı ımız mânâda hukuku
kuran
Jeremi
ve
Eze îel’in
nefis
bölümleri, sonra her sayfada kar ımıza
çıkan kadercilik, Cennetten kovulu ,
keyfî tercihler nasıl ba da tırılabilir?
Ahlâkî ayrıntılarda da aynı tutarsızlık.
Süleyman’a atfedilen kitaptaki küçük
ihtiyatkârlıklarla
zai’nin yüce gönlü
arasında hiç bir münasebet yok. Çok
kadınla evlenme, kölelik vs. konularında
Eski Ahid’den hem lehte hem aleyhte
birçok deliller bulabiliriz.
Kitaplar çe it çe it ve son derece
esnek. Aile babası onlardan bazı parçalar
seçip
çocuklarına
okurken
bu
karma ıklıktan çok faydalanmı tır. Bu
metinleri çocukların eline vermek büyük
cesaret
ister.
Hangi
kadın
yüzü
kızarmadan Eski Ahid’i okudum diyebilir?
Bize daha yakın olan öteki Kitab-ı
Mukaddesler aydınlı a çıktı ı gün anladık
ki Eski Ahid ba ka bir soyun eseridir.
üphesiz büyük bir eser ve hep büyük bir
eser olarak kalacak —ama karanlık ve
yüz kızartıcı iltibaslarla dolu— gece gibi
muhte em ve tehlikeli.
Artık Kudüs eski haritalarda
oldu u gibi, kürenin kalbi de ildir. Bir
tarafında güç görülebilen Avrupa, bir
tarafında minnacık bir Asya yok. Kudüs
insan soyunu bütünüyle silecek kadar
azametli de il artık.
nsanlık bu kül yı ını arasında
oturup, bir zaman ye erdi i söylenilen,
a açları seyredemez. Bütün bir gün
yürüdükten
sonra
kurumu
bir
selyata ına götürülen susamı bir deveye
benzemez insanlık.
Ona, «Hadi iç deve! Vaktiyle bir sel
vardı burada... Deniz istiyorsan, az ötede
Ölü Deniz, bu kıyılarda ot olarak tuz ve
5
çakıl bulacaksın» diyemezsiniz.» ( )
Michelet, ya adı ı zamanın en
büyük airlerinden biri. Onun vecidli
üslubunu dilimize aktarmak gücümüzün
çok üstünde. Kitab-ı Mukaddes gibi saygı
ile okudu umuz ve feyz aldı ımız bu kitap
da bütün insan eserleri gibi noksandır.
Ne yazık ki biz bu noksan kitaptan da
habersiz ya amı ız. Evet... asırları ve
ülkeleri kucaklayan bu çok geni kitap da
okyanus gibi sınırlıdır. Önce bütün
Avrupa’ya raci’ bir cehalet. Michelet,
slâmiyetin büyük kitabından, Kur’andan
habersiz. Buna bir kıtanın alınyazısı
deyip geçelim.
Ama Michelet, bu çetin ve devlere
yakı an seyahatten yorulmu olacak ki
18
asrı
birden
atlıyor.
Ne
Hz.
Muhammed’den
söz
etmi ,
ne
arlman’dan, Abelar’la bn Rü d, Dante
ile Gutenberg, Kristof Kolomb ve Lüter,
Rabelais, Cervantes, Corneille, Molier,
Descartes, Voltaire, ve daha nice dâhiler
eserde yer almaz. Oysa hepsi de
insanlı ın Mukaddes Kitabı’na geni
bölümler arma an etmi .
Büyük tarihçinin bu ı ıklı kitabını
yarının gençlerine tanıtabildikse ne
mutlu bize. Dileriz ki bu kitabın noksan
kalan sayfalarını onlar tamamlasın.
Michelet, bir da
silsilesinin büyük
zirvelerinden bir tanesi.
II — DO U MABEDLER
Edouard
Schure
de
dü üncelerimin
geli mesinde
ufuklar
açmı bir yazar: Quinet ve Michelet gibi.
Üstadın çok sevdi im kitaplarından biri
6
7
«Do u Mabedleri» ( ). «Büyük Ermi ler» ( )
kitabından uzun uzadıya söz etmi tim.
«Do u Mabedleri» de «Hür Gençlik»e ithaf
edilmi . Konuya öyle giriyor:
«Do uya yaptı ı bir yolculukta,
kitabın yazarı, insano lunun geçmi ine
ve gelece ine bir göz atmak istedi,
insano lunun geçmi ve gelece ine yani
kısaca hayatın sırlarına.
Bu i i üç ayrı yoldan yapma a
çalı tı. Mısır’ın gökleri altında Menfis ve
Teb’de, büyük ehramın önünde, kutsal
sis’in ve kadimler kadimi Ebulhevl’in
huzurunda, çölün aydınlı ı ve ha meti
içinde Ezelî Ruh’un, Ruh-u cihanın,
bütün varlıklarla, onların istihalelerini
halkeden yaratıcı Kelam’ın, konu an
remizleri ile kar ıla tı.
drakin anahtarlarını elinde tutan
ana-dü ünceler oradaydı.
Yunanistan’da,
Olimpus’da,
Akropol’da, Ölezis’de, bu dü üncelerin
insanda ve tanrılarda ete ve deriye
bürünerek, be erî trajedi ve Psi e’nin
semavî hikâyesi suretinde geçit resmi
yaptıklarına
ahit
oldu.
Aralarında
çatı ıyorlar,
ölüyor
ve
dinliyorlar,
kaybolup yeniden bulu uyor, sonunda
Homeros’un sözünü etti i altın zinciri
olu turuyorlardı, topra ı gö e ba layan
altın zincir...
Güzelli in anahtarını elinde tutan
ahenkli biçimler oradaydılar.
Kutsal topraklarda, nebilerin ve
Yesu’nun merkadlerinde, yazar, acının ve
ölümün sırlarına daldı, bâs-ı bâdel
mevtlerin ve ölümsüz nazların sırrı
fı kırıyordu bu topraklardan. Ürpertiler
içinde ruhları, kavimleri ve dünyaları
kayna tıran hudutsuz ahengi duydu.
A kın anahtarlarını elinde tutan
ilâhî güçler buradaydı.
Hür gençli e sunuyor... O gençlik
ki,
toplumun
çözüldü ü,
bütün
insanların
iradelerini
kaybetmi e
benzedi i, dealin, sanatın ve imanın
harabeleri üzerinde paradan, hasetten ve
hazdan ba ka hiç bir putun ayakta
duramadı ı bir dönemde, ihlas ve
metanet dolu bir gönülle hakikati
aramaktadır, kendisi gibi. O gençler
yazardan çok daha mutludurlar. Yazar,
uzun yollar a mı , zaman zaman soluk
almak için durmu bir yolcudan ba ka
nedir? Dilerim ki gençlerimiz bu mabedde
hakikati tema a ettikten sonra, günün
birinde
hayatın
sava
meydanında
muzaffer olsunlar. Bu mabede üç
kapıdan girilir: Zekâ, güzellik ve sevgi.
Dokuz yıl önce «Büyük Ermi ler»
adlı kitabımda (1. baskısı 1889, 3. baskısı
1895) mukaddes ve kadimler kadimi
hakikati bâtıniye’ye dokunuyordum.
«Do u Mabedleri» ile Mabedin
in asına bir ta daha getiriyorum. Bugün
dünyanın bütün ülkelerinde, güçlü
mimarlar ve yi it i çiler; bilerek veya
bilmiyerek,
aynı
mabedin
in asına
çalı maktadır.
Batı e itiminin yetkili temsilcileri
(üniversiteyle kilise) bu hakikati hep hor
görmü ; üç be ki i çıkmı onu idrak
eden.
Yı ma
gelince,
hakikatin
varlı ından bile üphe etmemi . Oysa bu
hakikat bütün ça larda mevcuttu. Gerçi
olayları aydınlatan ve ilahî bir ı ık olarak
hepsini düzene sokan ve izah eden bu
hakikattir ama maddî olayları tanımakla
bir ilgisi yoktur bu hakikatin; kayna ı:
ruhun derinlikleridir, Ana-Dü üncelerin
tema asına dayanır, ruhanî hayata
uygulanan bir irade gücüdür. Büyük
dinleri
kuran
Mesih’lerde,
hafi
geleneklerde tecelli eder zaman zaman.
Filozoflara da ayan olur arada bir,
Hint’de, eski Yunan’da ve zamanımızda
ya ayan filozoflar bu hakikati dialektik
t a limle r iyle kelimele tirmi , parçalara
ayırmı
ve
hemen
daima
karanlıkla tırmı lardır.
Hakikatlerin
hakikati, hakikatlerin kalbi ve en üstünü
olan bu hakikat bütün büyük dinlerin
hikmet-i vücudu, birbiri ardınca gelen
vahiylerin terkibi, her ilmin men ei ve
gayesidir. Hem de i en bir kaynakdan
yani ferdî Ruh’dan, hem de i meyen bir
kaynaktan yani cihanın ruhundan
fı kırır, bunun için de ayrı biçimlere
bürünür ama özü hep aynıdır. Bu itibarla
batınî (ezoterik) mezhepler ana çizgileriyle
birdir; ona ister brahmanlarda, ister
Mısır rahiplerinde, ister Fisagor’da, ister
haham
Simon-Ben-Jakain’ın
«Zohar»ında,
ister
Kabalist
Hanri
Kunrat’da, ister yoksul kö ker Jakob
Böhme’de, ister 18. yüzyılın tanınmamı
filozofu Lui Klod dö Sen Marten’de, ister
I. Napolyon tarafından ideolog diye zulme
u rayan
büyük fikir
adamı Fabr
d’Olive’de rastlayın.
Demek ki batini gelenek kâh yazılı
kâh sözlü olarak ça lar boyu kesintisiz
süregelmi tir. Ama bu zinciri olu turan
ahsî gayretleri ve ilhamları sayesinde
dü ümlenmi ve tazelenmi tir. nsanlık
geli tikçe ezoterik hakikat de ona uyan
bir inki af kaydeder ve daha geni bir
aydınlık kazanır.
Böyle dü ündü üm içindir ki
«Büyük Ermi ler»de, dinler tarihinin, eski
Hind’den
sa’ya kadar bir terkibini
kurmak, geçenle gelece i kucaklama a
çalı mak istedim. Kitabım, kilisenin de,
üniversitenin
de
ho una
gitmedi.
Onlardan
ba ka
bir
davranı
da
bekleyemezdim. Fikirlerimi ya susarak
bo acaklardı, ya açıktan açı a dü manlık
göstereceklerdi. Bununla beraber dostça
bir tecessüs de belirmedi de il. Seçkin
gençler kitabımı dostça kar ıladılar.
Çekti im çilelere ortak olanlar çıktı.
Ama dü ünceyle uzun zaman
içinde ya adı ım Do u’yu görmemi tim
henüz.
Kadimler
kadimi
hakikatin
ba rından fı kırdı ı mabedleri ziyaret
etmek dayanılmaz bir tutku haline geldi.
Üç ülke beni çekiyordu: Mısır,
Yunanistan, Filistin. Bunlar yalnız batini
gelene in de il fikrî, bediî, ahlâkî ve
sosyal hayatımın da kaynaklarıydı.
Ta tan kelamıyla Ebediyetin dilini
konu mu tu Mısır. Altı ay süren bu
yolculukta
bekledi imden
ço unu
buldum. Hermes’in alev alev yanan
topra ında, Pallas’ın masmavi gö ü
altında, Jan’ın (Yuhanna) muzdarip ve
peygamberane beldesi içinde, bizim sisli
batının kuca ında, bir rüya gibi, hayal
meyal seçti im hakikatler, muhte em bir
gerçek oldu.
Mazinin özü ve istikbalin rüyası
olan Teb, Elözis ve Kudüs üçlüsü, artık
hayatın bütünü içinde lmin, Sanatın ve
Dinin organik birli ini hülasa eder oldu.
«Do u
Mabedleri»
bu
derin
ihsasların
ve
temellerinde
yatan
dü üncenin ilhamıyla kaleme alındı.
Deniz yoluyla Fransa ya dönerken,
kendi kendime öyle diyordum: «Gelece in
remizlerini
ve
anahtarlarını
kadim
bilgelikde buluyoruz. Ama bunlar sadece
remiz, sadece anahtar, istikbalin kendisi
de il. Denizcinin yelkenlerini kabartan
rüzgârı yıldızlar üflemez, denizciye. Yol
gösteren
de onlar de ildir. Varılacak
hedefi tâyin eden, gemicinin uuru ile
iradesi, yıldızlar ise hedefi bulması için
bider nirengi noktası. Biz de hedefimizi
bulalım.
Batının ezoterik gelene i de resmî
dini gibi Judeo kretiendir. Kiliseyi yok
etmek kabil olsaydı dünyanın en büyük
cinayeti olurdu bu. Böyle bir hayal ancak
delilerin
ve
cahillerin
kafasından
geçebilir. Ama
urasını da açıkça
söyleyelim:
kemikle en,
katıla an,
karanlıkla an
kilise,
bugün
sadece
yaratıcı her inanca ve aydınlık her
ya ayı a kapalı bir dünya devletidir. Hâlâ
ödlek ruhları yönetiyor ama hür kimseler
üzerinde etkisi yok. Bugün kilise, yalnız
dü ünmesini bilmeyen vicdanlar ve
istemek kabiliyetini kaybeden iradeler
üzerinde hâkim. Hâlâ nasıl ayakta
durabiliyor, diyeceksiniz. Çünkü gelenek
sayesinde en eski bilgeli in remizleri hâlâ
onun elinde. Kilise kendi kendini
tazeleyemez. Vaftiz etmek, evlendirmek,
defnetmek, siyaset yapmak yetiyor ona.
Silkinmesi için, laik dünyadan
ba ımsız ve tecrübe üstü bir de er
ta ıyan spirtüalist bir akımın geçmesi
lâzım.
Laik
dünyanın
seçkinleri,
ba larında dü ünen dünyanın beyni
üniversiteleriyle, kiliseye seslense: «iç
dünyanın hakikatlerini de
ya ayan
dünyanın insanlarına uyduramadınız,
ihanet
ettiniz
misyonunuza.
Bu
hakikatleri bizler ilme, sanata ve sosyal
kurulu lara uygulayaca ız. Gösterece iz
ki laik dinimiz sayesinde size hiç bir
lüzum kalmayacak.» Kilise deh ete dü üp
kendine çekidüzen verecektir.
Avrupa’nın
içinde
bocaladı ı
felâket, kilise ile üniversite arasındaki bu
çatı madan do uyor.
stesek de istemesek de Musa ile
sa’nın
ayak
izlerinden
gidiyoruz.
Hıristiyanlıkla
helenizmin
yeni
bir
terkibini yapalım... Asrımızın gelecek
asra devredece i esas hakikat bu
olmalıdır.
Benim vazifem, bu i i ba armak
de il, sezmekdi.»
EX OR ENTE LUX
«Bir
söz
ki
afaklara
ve
dü üncelere gebe. lk defa kim söylemi
bu hikmeti? XII. asırda ya ayan ermi
Joachim
de
l’Fore,
Calabra’daki
manastırda
Aziz
Yohanna
ncilini
okuduktan sonra mı?
Mayorka’daki
inzivagâhında
Zohar’ın ibranice metnine e ilen hurufi
Raymond Luyle mi?
Yoksa
Floransa’nın
pürzuhur
tepelerinde Homer’in veya Eflatun’un bir
elyazmasını gözden geçiren Pic de la
Mirandole mu?
Mücahitlere, hacılara, yahut kâhin
hükümdarlara yara an bu ça ın, ne
zaman ve hangi dudaklardan döküldü
acaba? Kaili bir kahraman mı, bir bilge
mi, bir çılgın mı? Allah bilir...
Gemimiz
Marsilya’dan
uzakla ırken,
kendi
kendime
tekrarlıyorum bu sözleri, istemiyerek: I ık
Do udan gelir. Oysa bugün yeryüzüne
hâkim olan beyaz ırkın istikameti tam
tersine; do udan batıya yürüyor beyaz
ırk. Üç asırdır medeniyet, Atlantik
okyanusunu a arak Amerika’ya geçti. Ne
var ki dünyanın beyni hep Avrupa.
Ça ımız vicdanının büyük kavgaları bu
hummalı, bu asabî beyin içinde geçiyor,
istikbal orada olu uyor. Bu asır sonunda
durum
vahim
mi
vahim.
Cihan
hafaganlar içinde. Kafalar ise peri an mı
peri an. Büyük kıyametlerin arefesinde
olmasak bile içtimaî ve dinî de i iklikler
bekliyor bizi. Bununla beraber insanlık
hiç bir zaman bu kadar yekvücud
olamadı, hem maddî hem manevî bir
beraberlik.
Dü ünce yalnız elektrik kabloları
sayesinde küreyi bir ba tan bir ba a
dola mıyor: bütün milletler ve bütün
kıtalar arasında bir çe it ortak hayat
kuruldu. Dü üncenin med ve cezirleri
Avrupa’dan Amerika’ya, Amerika’dan
Avrupa’ya gidip geliyor. Beyaz insan,
ileriye do ru yürüyü ünde, Yeni Dünyayı
ke fedip,
Atlas
okyanusunun
öbür
ucundaki
ihtiyar
annesi
Asyayla
kar ıla alıbeli misyonunu daha aydınlık
olarak görmeye, devri hareketini ve
birli ini anlama a ba ladı. Yine o andan
itibarendir ki men elerine özlem duydu
içinden ve Ex oriente lux diye haykırdı.
Shelley
zincirlerini
kıran
Promete’sinin ma ukasına Asya adını
verir; bu airane bir oyun de il, bir
kehanettir. Soylarımızın, sanatlarımızın,
medeniyetlerimizin ve dinimizin be i i
olan Asya’da alınyazılarımızın anahtarını
aramaktayız— bilmeden fakat tutkuyla.
Zira,
varlıkların
ba langıçlarını
anlamadan ne geli melerini kestirebiliriz
ne amaçlarını.
Modern dü üncenin bu aslına
dönü hamlesi, hem içtimaî bir içgüdü
hem de dinî bir özleyi tir. Farkında olsak
da olmasak da bu iki duygu birbirinden
ayrılamaz.
çtimaî bakımdan, bu insiyak,
küredeki bütün insanları birbirine çeken
zihni
bir
çabadır.
nançlarımız
bakımından, Do uya ba vuru umuz ise,
ruhun manevi ve fikrî birli ine duydu u
artı,
dinlerin
ve
felsefelerin
kayna masıdır, bu da ancak dünün ve
bugünün
bütün
hazinelerinden
faydalanmakla gerçekle tirilir.
Mısır’a giderken dudaklarımdan ex
oriente lux sözleri bunun için dökülüyor
olsa gerek. Biliyorum, asırlar var ki do u
mâbedlerinin bazdan ziyaretçisiz. Bazıları
ise
konu muyor. Ama zaman zaman
hepsi de konu mu , ilimle irade el ele
vermi ve çe itli dinlerin müminlerine
ezeli ilhamın mânâsını kavrayacak bir
idrak kazandırmı . Yalnız gönülden gelen
ilhamlar hakiki ilhamlardır. üphesiz ki
Macera’ya,
görünmeyen’e,
Ruhani’ye
inanırım. Filozof olarak inanırım. Çünkü
kâinatın
içyüzü,
gerekçesi
ve
manivelasıdır bu hakikatlar. Psi ik olarak
inanırım, çünkü onlar olmadan, ruhun
ne ilkelerine akıl erdirebiliriz, ne de
tecellilerine.
Ruhun
ve
Hakikatin
kelâmıdır bu, sanatkârla ba ka türlü
konu ur, airle, bilgeyle, veliyle ba ka
türlü. Büyük buhran ça larında, ezelî
hakikatin kayna ına, elimizden geldi i
kadar yakınla mak ihtiyacını duyarız.
Onun için bu mâbedlere ko uyorum.
Kimbilir, belki, daha aydınlık bir görü le
yeni ba tan in a edilecek olan bu
mâbedlerden bugünün Do u ve Batı
dünyalarını daha geni ve daha aydınlık
olarak
görmemiz
mümkün olacaktır.
Kendimizi pe in hükümlerden kurtarıp
ter-ü’taze intibaların akı ına terk edelim.»
8
( )
Birinci Kitap: Müslüman Mısır
Kahire ve Camileri
nanılmayacak kadar güzel ve
muhte em tasvirler. Sonunda yazar
intibalarını öyle özetler:
«Özleri bakımından bütün dinler
aynı gövdenin dallarıdır. Hepsi de ferdin
ve toplumun aynı temel ihtiyacından
do mu .
slâm
vicdanına
giden
yolu
bulamadıkça smail o ullarıyla Avrupa
arasındaki engel asılamayacaktır...
Unutmayalım ki bütün insanlar
karde oldu u gibi bütün büyük dinler de
hem iredir.»
kinci
Kitap:
Eski
Mısır
Menfis’den Teb’e
«Mısır, Batı medeniyetini yaratan
iki büyük dinin hocasıdır.
Mısır hem Musa tek tanrıcılı ının,
hem Yunan çok tanrıcılı ının saygı de er
annesi. Bu iki medeniyetin yarattı ı bilgi
ırmakları uzun zaman birbirinden ayrı
akmı ama bugün kayna mak üzeredir:
bir yanda vahdaniyetçi bir dinle vicdan.
Öte yanda rasyonel ilimle sanat...
kisinin de kayna ı bir, ikisi de aynı
zirveden
bo anan
birer
ça layan
Mısır’da.» dedikten sonra Keops ehramını
anlatma a ba lar Schure...
Üçüncü
Kitap:
Kutsal
ve
Kahraman Yunan
Dördüncü
Kitap:
Kutsal
Topraklarda - Kudüs.
AKIL MI C NNET M ?
I — «C NNETE METH YE»
Avrupa
bazan
aklı
göklere
çıkarmı , bazan cinneti. Tarifi bir türlü
ba arılamayan akıl, Batı felsefesinin
temel ta larından biri. Felsefi Mekteplerin
durumu,
ona
göre
kararla tırılmı .
Hümanizmin
bayra ı:
Akıl.
Bütün
tartı maların konusu o... Eflatun’dan
Russel’a, Aristo’dan Marks’a kadar
dü üncenin belliba lı pehlivanları o
meçhul, o müphem nazenin u runda
sava vermi ler. Ama Batının tebcil etti i
tek ilahe akıl de il. Cinnetin de
kasidecileri var. Latin airi Horatius,
bütün insanların zır deli oldu unu
asırlarca önce haykırmı . Bizim bir
atasözümüz de «Deme Mecnun’a deli;
herkes birgüna deli,» buyuruyor. Delilik
için yazılan methiyelerin haddi hesabı
yok. Antakyalı bir
air, çıldıraca ını
önceden sezerek istikbalini mısralarda
ya atmı :
«Fethetme e iklim-i cünunu sefer
ettim.
Ey nâs,
seferimden.»
haberdar
olunuz
bu
Fakat insanlık tarihinde cinneti
bütün ihti amı ve bütün iktidarı ile
sahneye çıkaran en büyük yazar
Erasmus’dur. Hollanda’lı dü ünce adamı,
Latin
airinden çok daha insafsız.
mparatorlardan,
dilencilere;
papazlardan, ke i lere kadar bütün
insanlı ın zır deli oldu unu anlatmakla
kalmaz, cinnet olmadan yer yüzünde
hayatın da devam edemeyece ini ispat
eder. Yani insanlı ın kaderidir cinnet.
yi
ki
bu
alın
yazısından
kurtulamıyoruz. Medeniyet ba tan ba a
cinnetin eseri. Erasmus, yeni-ça ı bu
nefis kitapla ba latır. Üstadın sesinde
öfkeden eser yoktur. Kükremez, güler...
daha do rusu dudaklarında her an
tazeli ini koruyan dilber bir tebessüm ile
kâinatı dola ır.
imdi Tanrılar ota ı
Olempos’tadır,
imdi
yeryüzünde.
Cevelangâhı hem eski tarihtir, hem
modern ça . Hiciv, hiçbir ülkede akayla
kayna mamı tır böylesine. Kar ımızdaki
palyaço libası altında, ça ının en büyük
allemesi gizli. Kahraman, u veya bu ki i
de il do rudan do ruya cinnettir. Dünya
edebiyatını yutmu bilge bir cinnet. Bir
devrin en parlak, en çok sevilmi ve en
çok okunmu bu kitabı dilimize de
9
çevrildi. ( ) Ama belki tercümenin
yavanlı ından,
belki
okuyucuların
budalalı ından en küçük bir yankı
uyandırmadı.
Cinnet,
Erasmus’da
zekâdır. Delilikle budalalık arasında
a ılmaz bir duvar var. Cinnetin akılla
nasıl kayna tı ını görmek isteyenler
Erasmus’u okusun. Kaldı ki Avrupa’nın
en ciddi ve en büyük fikir eserleri
insanları güldürmek için yazılmı lardır.
te Don Ki ot, i te Gargantua, i te
Cinnete Methiye. Bir tiyatronun üzerinde
öy»le yazarmı : «Castigat ridendo mores».
(Gelenekleri ve alı kanlıkları gülerek
düzeltiyoruz).
çinde bulundu umuz ça , XVI.
10
asırda ba lıyor ( ) Avrupalıya göre. XVI.
asrı bütün
sefalet
ve
ihti amıyla
canlandıran kitap: «Cinnete Methiye.»
Günümüzün kendisinden en çok söz
edilen
dü ünce
adamlarından
biri:
Lukacs. Lukacs, XX. asrın hakim
dü üncesini sergileyen kitabına «Aklın
Yokedilmesi»
adını
vermi .
(La
Destruction de la Raison).
Cinnete Methiye, gülümseyen ve
gülümseten
uh
bir
eser. Aklın
yokedilmesi, ha in ve insafsız. Bir
hıyabandan
geçerek
bir
salhaneye
varıyorsunuz. Faustien medeniyet kendi
kendini sigaya çekiyor. Bir nevi ilahi,
daha
do rusu
eytani
komedya
seyrediyorsunuz. Erasmus’un kahramanı
fettan ve nüktedan bir peri. Lukacs
kahramanları bir medeniyetin mezar
kazıcıları. Erasmus air, Lukacs savcı.
Yalnız kendi de mahkûm etti i düzenin
ba lıca sorumlularından de il mi? Bir
zamanlar aklı tanrıla tıran hümanist
Avrupa, oyunca ını sefil bir paçavra gibi
t e kme liyor. Hakikati imanın dı ında
arayanlar kar ılarında abesi buldular.
Ça ımız cinnet ve cinayet ça ı. Bu hasta,
bu sarsak, bu çirkin yüzyılların ebediyete
arma anı, ya bir kaçı edebiyatı olacak
yahut da mezbeleleri ve canavarları
te hir eden pis bir gerçekçilik. A a ıdaki
sayfalar günümüzün çirkin ve rezil
dünyasına açılan ahane bir revak.
«Avrupa, haçlı seferlerinden beri,
ilk defa olarak cihan ümul bir kasırga
içindedir. On altıncı asır ba lamadayız...
Kasırga, Fransa’ya daha çok dı ardan
geldi. Ama Fransızlar bir kere cenk
meydanına atılınca, bütün güçleri, bütün
ne ’eleri,
bütün
umursamazlıklarıyla
kavgaya verdiler kendilerini. Asrın bu ilk
yarısını iki isim hülâsa eder: Erasmus ile
Luther.
Birincisi
öncü,
ikincisi
peygamber.
Hollanda... eski dünya Hollanda
kumsallarında
can veriyordu.
Yeni
dünyanın ruhu orada tutu tu. Kıvılcım, o
sislerin kuca ından do du. Tiz, alaycı,
hızlı bir ses uzayda kayarak bütün
Avrupa’ya Erasmus’un adını tanıttı.
Halkın dudaklarından dü müyordu bu
isim. Papalarla hükümdarlar iltifatlarını
kazanmak için birbirleriyle yarı ıyorlardı.
Peki ama kimdi bu adam? Bir piç.
Utrecht
katedralinde
merhameten
büyütülmü tü. Rotterdam’dan Bâle’a,
Roma’dan Venedik ’e ve Londra’ya yelken
açtıktan sonra, günün birinde, herkes
tarafından ça ının en büyük dehası ve
en sevilen yazarı olarak kabul edilmi ti.
VIII. Henri istiyordu ki sarayında kalsın;
I. François College Royal’ı yönet diyordu;
X. Leon, «neden papa olmayasın» diye
fısıldıyordu. O da saray adamı, elçi, veya
dostu
Thomas
Morus
gibi
nazır
olabilirdi...
Aydın oldu ve aydın kalmayı tercih
etti: Serâzâd bir dü üncenin adamı. Bir
evvelki ça ın serâzâd a ıkları ve serazâd
meddahları yerine serâzad bir dü ünce
adamı.
Filhakika,
hür
ve
serseri
dü ünce. Kilise’den ve Medrese’den çıkıp
elinde saz yollara dü tü ü günden bu
y a n a , edebiyatçıların ya ayı tarzında
önemli bir de i iklik olmu tu. Kar ımızda
artık â ık yoktu, hür dü ünce adamı
vardı.
Ozanlar için tek ya ama yolu:
dilencilik
veya
büyük
konaklarda
u aklıktı. En yi it ozanlar, hükümdarın
rızâsını veya zevklerini hesaba katmak
zorundaydılar. Erasmus —ilk defa olarak
— ba ımsızlı ını zincire vurmak isteyen
tutkulara, çıkarlara, nüfuzlara kar ı
koyacak ve hür dü üncenin bayra ını
tarafsız bir topra a yi itçe dikecektir.
Yazarın ba ımsızlı ını ve haysiyetini,
servetin hattâ öhretin fevkinde tutanlar
için Erasmus’un büyüklü ü burdadır.
Papalık, Reform, mparatorluk, bu kadar
çevik, hu kadar keskin kalemi kendi
dâvalarına ba lamak için can atıyorlardı.
Erasmus kalemini kendine sakladı, yalnız
kendine.
Hu unet
de
göstermedi,
nümayi e
de
kalkı madı.
Kendini
saygılarıyla
ereflendiren
hükümdarlardan ne iltifatlarını esirgedi,
ne medihlerini. Ama adamları da olmadı.
Tek efendisi vardı: vicdanı veya keyfi. ki
asır sonra Voltaire ’i Avrupa’nın sözü en
çok dinlenen hükümdarı yapacak olan
fikir saltanatının hakiki kurucusu ve ilk
temsilcisi
Erasmus’dur.
Modern
zamanların perdedân.
Yeni
do an
hürriyeti
kabul
ettirmek ve ya atmak için lüzumlu
gözüpeklik ve ihtiyat ondaydı. Daha
co kun ve daha ate li olsa, belki de
hürriyeti tehlikeye dü ürürdü. Daha
inanmı , daha kabadayı yahut ta daha
uysal olsa, hürriyeti bir partinin lehine
soysuzla tırırdı.
X.
Leon’un
veya
Luther’in sa kolu olabilirdi. Militan, öfke
ve merhametsiz kavga anlarında, hür
dü ünce adamını yok edebi lirdi. Az
bulunur bir istisna: mizacındaki itidal
sayesinde ba ımsız güçlü ve özgür
kalabildi. Ça ımızın hümur (humour) diye
adlandırdı ı, dalgalı ve dalgacı bir mizaç
vardır ya.
te Erasmus, o açıkgöz
allâmelerden, o sevimli filozoflardan, o
akıllı dalgacılardan birincisidir. Daha
s o n r a , Sterne, Voltaire
ve Nodier
gelecektir.
Erasmus, can çeki en Ortaça ın
alacakaranlı ına ne eli bir havai fi ek gibi
«Cinnete Methiye»sini fırlattı ı zaman,
Rönesansın ba bu ları arasında yerini
almı ,
yeni
ara tırmalar,
merakını
talya’dan
Ren
kıyılarına
ta ımı
bulunuyordu. Cerbeze, muziplik ve
sevinçle
kıvılcımla an
o
sayfalarda
modern
ruh
bütün
ihti amıyla
beliriyordu. Evet, eser lâtince yazılmı tı.
Latince, âlimlerin diliydi, her kese hitab
edebilecek tek dil. Hollandaca yazsa daha
mı iyi ederdi. Bu gün hangimiz
anlıyabilirdik? Belli ki bütün dünyayı
dola mak ve bütün hafızalara i lemek için
seçilmi bir üslub kar ısındayız. Nitekim
yeni do an resim sanatının yardımıyla bir
kat daha câzible en kitab cihan ümul bir
kahkaha ortasında Avrupa’yı ba tan ba a
dola tı. Erasmus’un peri-i ilhamı olan
Delilik,
kadîm
mitolojinin
bütün
süsleriyle,
yeni
dünyanın
bütün
câzibeleriyle müzeyyendi. Terütâze ve
gülümseyerek
geliyordu.
Jüpiter’le
Gençli in
kızıydı.
Mutlu
adalarda
dünyaya gelmi ti. Menek eler, güller,
lotüsler, ahdârûlar ortasında. Bu abus
ve cansıkıcı köhne dünyayı uyandırmak
için, atır ve handan, boy gösteriyordu.
Canlansın diye Nepantes sunuyordu ona.
Keyifli bir sarho luk. Dikkate lâyık de il
mi, o kadar sava
ve cinayetlerle
kahrolan onaltıncı asrın ilk yarısında
kahkahadan
geçilmez.
Her
yanda
kahkaha. Tiyatroda oldu u gibi, Kilise’de
de
gülünür.
Din
veya
politika
kavgalarının ço u kahkaha ile ba lar.
Günün birinde kılıç veya dara acıyla
sona erecek olan bir kahkaha.
Demek ki Erasmus’un, sancaktar
olarak delili i seçmesi çok tabiî. Delilik,
elinde deli sopası, (marotte) burnu
havada,
onaltıncı
asra
kendi
malikânesiymi gibi adım atar. Deliler
asrında de il miyiz? Sokrat’ın istihzasını
Gringore veya Rabelais’nin maskesi
altında saklayan akıllı deliler; CharlesQuint veya II. Philippe gibi dünyaya söz
geçirmeyi dü leyen ikbalperest deliler;
Pavie’de I. François gibi esir edilen yahut
Berquin ve Nubourg’la alevler içinde can
veren
yi it
deliler;
Munster’deki
anabaptisler veya Patis’teki Protestanlar
gibi azgın deliler. Erasmus üphe yok ki o
kadar uza ı görmemi ti. Ama sezmi ti ki
Cinnet günümüzün hâkimesidir, ve onun
anını terennüm etmi ti. Hem huzura,
hem hürriyete dü kün olan Erasmus gibi
bir insan için, cinnetin büyük bir imtiyazı
vardı: sorumsuzluk. Elindeki sopa bir
çe it
pasaporttur.
Çileden
çıkmak,
söylenmek, homurdanmak hem sıkıcıydı,
hem tehlikeli. Vaizler pekâlâ beceriyordu
bu i i. Erasmus yolsuzluklara ve
budalalı a cepheden saldıraca ına, onları
delili in himayesine alarak yüceltmenin
daha çekici oldu unu anladı.
Horatius, me hur bir hicviyesinde
bütün insanların deli oldu u tezini
savunmu tu. Erasmus daha iyisini yaptı.
Dedi ki: insanlar deli olmakta çok
haklıdırlar. Meselâ Sokrates günün
birinde akıllı olma a kalktı. Baldıran
zehirini içme e mecbur bırakıldı. Bundan
daha tabii ne olabilirdi. Dünyada akıl
hâkim olsa dünya ba tan ba a yıkılırdı.
A k nedir? Cinnet. Kadın nedir? Gülünç
fakat büyüleyici bir varlık. Cinnetin
aheseri. Demek ki kadın olmazsa a k da
olmaz, aile de olmaz ve dünyanın sonu
gelirdi. Bir tiyatro sahnesi dü ünün,
oyuncuların
maskeleri,
elbiseleri
çıkarılıyor birdenbire. Sahne ne kadar
yavan ne kadar sıkıcı olurdu. nsanlar da
dünyada komedi oynamaktadır. Hayali
ortadan kaldırın ne kalır? Hayali yani
cinneti. Kimi kral, kimi papa, kimi soytarı
rolündedir,
yani
herkes
tiyatro
kahramanı. Tarihin cazibesi, insan
ya ayı ının devamı duruverir. Artık hiç
bir dram yoktur. Canlılar da bir çe it
raks içindedir. Yosma kadınlar, enayi
kocalar, co kun kahramanlar, önünü
görmeyen bilginler, ölmezlik ümidiyle
sarho
âirler,
ilimleriyle
i inen
ilahiyatçılar, dünya zevklerine susuz
papalar. Cinnet, istesinler istemesinler,
hepsini bayra ı altında toplamı . Cinnet
hep aynı istikamette yürümüyor, kâh u
yana sıçrıyor, kâh o yana, mukaddesten
din dı ına sıçrıyor, eski zamanlardan yeni
zamanlara.
imdi Olemp’tedir,
imdi
dünyada. çinizden öyle bir sual geçiyor:
nereye gitti inin farkında mı acaba? Çok
geçmeden anlıyorsunuz ki bütün bu
hercailikler sadece taktik. Maksad takibe
u ramamak. Virgile’in Galate’si gibi
okunup attıktan sonra kayboluyor.
Bir eliyle Aristo’nun
sakalını
çekiyor, bir eli ke i lerin ba lı ında.
Parmakları
hem
gizli
kitabların
sayfalarını
karı tırıyor,
hem
papa
emirnamelerinin. Jüpiter’in yıldırımlarıyla
da oynuyor. Vatikan ’ın yıldırımlarıyla da.
Ruh-ül Kudüs adına, ba ında mihveri,
sa ı solu bombalayan papayı görünce
basıyor kahkahayı. Horace’dan bu yana,
bu yarı ciddi, yan dalgacı, felsefi,
âlimâne, senli benli, tenkidlerin acılı ını
ve derslerin a ırba lılı ını bir tebessüm
altında gizliyen aka sanatını hiç kimse
bu kadar ustaca kullanamamı tı. Ça ımız
deliliklerinin tablosu gözler önündedir.
Ama bu usulüne uygun bir hücumdan
çok ortaça da modern zamanların son
hudutlarına kadar uzanan bir ke if
uçu u. Ne tehditten eser var, ne öfkeden.
Luther’ in az sonra çalaca ı tehlike
çanının sa ır edici gürültüsü, nü
duymuyorsunuz: sâdece yumu ak ve tatlı
bir
çıngırak
sesi.
Papaların
ve
hükümdarların tacına öyle bir dokunup
geçen Marot’un hı ırtısı.
Erasmus, dünyaya bir kitaptan
daha fazla bir ey arma an ediyordu: ona
bir nefha, bir ruh aktarıyordu. Hür
dü ünce, do mu tu artık. Bilmeden, belki
de
istemeden
büyük
bir
sava ı
ba latmı tı. Zamanın kendine ne gibi
müttefikler
kazandıraca ını
dü ünmemi ti: çok geçmeden korkuya
dü tü, yangını tutu turduktan sonra
«yangın var» diye ba ırma a ba ladı. Ama
hareket ba lamı tı bir kere. Hareketi
11
ancak Tanrı durdurabilirdi.» ( )
II — BATIYA GÖRE AKIL
Tabiattaki
yerimizi
öyle
belirtiyordu Pascal: «Sonsuz kar ısında
hiç, hiç’e kıyasla sonsuz, hiçle sonsuz
arasında bir köprü». « nsan bir saz
parçasıydı, sefil, çelimsiz, ama dü ünen
bir
saz»dı;
büyüklü ünü
yapan
dü üncesiydi
Descartes, varlı ın biricik delili
sayıyordu dü ünceyi: «Cogito ergo sum.»
Konvansiyon, 1793’dç yeni bir
mezhep kuruyordu: akla ibadet.
Hegel’e göre, gerçe in tek ayına
vasfı: akla uygunluk.
slâm için hayvanı natık olan
insan, mahlûkların en ereflisîydi. Nutuk,
mantık demekti, mantık akıl.
Soyumuzun imtiyazı olan akıl
batıda da do uda da yüceltilmi ; mahiyeti
anla ılmı , buutları tesbit edilmi
Görece iz...
Avrupalıyı dinleyelim:
mi?
Kamusların Kaosunda:
l) lk kılavuzumuz Littre, a) nsanın
sayesinde, bilgi edindi i, hüküm verdi i
ve kendi kendini yönetti i meleke. «Akıl,
pek bir
ey bilmedi ine ve sık sık
yanıldı ına inandırır Montaigne’yi. Onun
içindir ki aklın ilkelerini kavrayanlar
dinin sırlarını yadırgamaya kalkı mazlar.»
(Pascal).
«Görünü lerdeki
kararsızlık
aklımızı boyuna apa oturtur. Bu noktaya
mim koyalım. Diyelim ki Tanrı vardır ya
da yoktur. Hangisine karar verece iz?
Akıl hiç bir yardımda bulunmaz. Arada
sonsuz bir kaos var». «Varlı ının özü akıl.
Ama insanı yöneten o de il. fratla tefrit:
Akla kulaklarını tıkamak veya yalnız aklı
dinlemek. Hazzın kölesi olan ruh akla
dü man kesilir.» (Bossuet). Tanrının
eserle rinde kusur bulmak aklımızın
haddi de il. Bize dü en aklımıza «Sus
gafil, sus bre haddini bilmez» demek.
Sevimli zehirleri daha tatlı bir
büyü ile aklı sarho eden ba ka hatalar
da var. (Boileau) «Göklere çıkarılan o
küstah akıl ne i e yarıyor ki? Tutkuları
önliyebiliyor mu? Yo... Biraz içki canına
okuyor. Bir çocuk bile faka bastırıyor.»
(Deshoul). «Aklımıza en çok yara an
yargılar
biraz
çekingen
olanlardır»
(Fontenelle). «Aklın bize sundu u kesin
hakikatler üç be i geçmez. Zekâmız yeni
hakikâtler uydurup haydi inanın der.
limleri elde etmek için kullanıyoruz aklı.
Oysa aklımızı olgunla tırmak için ilimleri
kullanmalıydık. Aklın en göze çarpan
vasfı
üphedir,
tartı madır,
kar ıla tırmadır» (Buffon). «Kadınların aklı
amelî bir akıl. Belli bir amaca eri mek
için lâzım gelen yolları ustaca bulurlar.
Ama amacı bulamazlar bir türlü.» (J. J.
Rousseau).
Metafizik tabiri: saf akıl veya hadsî
akıl. Ampirik aklın veya tecrübî bilginin
zıddı olarak kullanılır.
Akıl mezhebi, ilk defa olarak
1793’de Paris’te kutlanan sonra bütün
Fransa’ya yayılan mezhep.
b) nsanların genel olarak kabul
ettikleri hakikatler bütünü. Bu akla çok
defa gayri ahsi akıl denir. «Do rusu u ki
bende bir akıl var. öyle ya onu bulmak
için boyuna kendi içime dönmüyor
muyum? Ama
htiyaç anında beni
düzelten ve kendisine ba vurdu um yüce
akıl kendi aklım de il. Bu kusursuz ve
de i mez
bir
kural.
Oysa
ben
kusurluyum ve de i mekteyim boyuna.
Bizden üstün bir aklın yardımına
ihtiyacımız var. Bütün ça ların ve bütün
ülkelerin nsanlarını sabit bir merkeze
ba layan o.» (Fenelon).
c) Raison bazan mutlak olarak
logos mânasına kullanılır: Kelâm. «Sınırlı
nesneleri tanıyabilen kendi zayıf aklımızın
üstünde cihan ümul bir akıl kabul
ediyoruz» (Bossuet). «Bu en yüksek akıl
nerede? Aradı ım Tanrı o de il mi?»
(Fenelon). sa’dan önce VI. asırda do an
Çinli
filozof
Lao
Tseu’ya
göre
(Eflatuncular ve Stoacılar için oldu u
gibi) bütün varlıkların ilk prensibi akıldır.
Tarif edilemiyen ve ba ka benzeri
olmayan ilahi varlık. (Abel Remusat).
d) Akl-ı selim, bilgelik. Kâmil akıl
her ifrattan kaçar. Akıl da hakikat gibi
tekdir. Ona varmak için tek yol var,
ondan ayrılmak için binlerce yol. (La
Bruyere). Yazılı akıl (Roma Hukuku).
e) Bir toplumdaki do ru ve isabetli
dü üncelerin bütünü. «Akıl saadete
benzetilebilir.
Akrebin
yürüdü ünü
göremezsiniz, ama yürür. Ancak belli bir
zaman sonra ne kadar yol aldı ı
farkedilir.» (D’Alembert).
«Sensus communis, Romanlarda
yalnız ortak duygu anlamına gelmezdi;
edep, hassasiyet de demekti. Biz
Romalılardan
a a ıda
oldu umuzdan
kelime de Fransızcada Romalılardakinin
yarısını ifade ediyor: sa duyu. Kaba saba
a k ı l (yontulmamı ),
aptallıkla
zekâ
arasında sınır bölge. Adamın sa duyusu
yok, a ır bir hakaret. Adamın sens
commun’ü var, sözü de bir hakaret. Yani
12
düpedüz salak de il. Esprisi yok.» ( ).
2) imdi de ça da
ba vuralım:
bir sözlü e
Paul Robert «Raison».
«980’de ilk defa kullanılıyor. Çile,
yol.
(Hz.
sa
kastedilerek).
Di er
anlamlar, 12. asırda ortaya çıkıyor.
Latince
Ratio’dan:
«hesab;
düzen,
yöntem.» Geni letme yoluyla, «ölçüp
biçme melekesi; açıklama, nazariye.»
Yunanca
logos’u
kar ılamak
için
uydurulmu .
nsanın bilgi ve davranı ını düzene
sokma kabiliyeti. Dı dünya ile hayalî
olmayan münasebetler kurması. Bazı
teorilerde, zihni faaliyeti yöneten bir
kural, yani ideal bir bilgi ve hareket
örne i sergileyen ilkeler bütünü. Zekâ ve
dü ünceden farkı u: Akıl, umumiyetle
de er hükmü belirtir, herkes için
geçerlidir.
Akıl,
psikoloji
dilinde
kullanılmaz. Akıl ile ilgili, rasyonel. Akü
ile ilgili doktrinler, felsefî davranı lar
rasyonalizm.
Akıl
üstüne
biyolojik,
pragmatist, sosyolojik teoriler.
a) nsanda dü ünme melekesi ve
onun i leyi i. Bir takım prensiplere uygun
olarak, bilmemizi, hüküm vermemizi ve
davranmamızı sa layan meleke, özel
olarak, diskursif dü ünce. Anlayı , bilgi,
idrak, espri, zekâ, kafa, beyin. «Ben
dü ünen bir nesneyim, ba ka bir deyi le
bir ruh, bir zihin veya bir akıl.»
(Descartes). «Aklını iyi kullanmak için
yöntem» (Descartes). Akılla donanmı
olmak. Akıllı, çgüdü ve akıl. ç güdü,
hayvanların aklı. «Demek ki, insanın aklı
bedenden ayrı olarak geli mez, beden
sa lamsa zihin de iyi i ler.» (Emile, J. J.
Rousseau).
« lmi teorilerimiz zekâmızın i leyi
tarzından,
aklımızın
yapısından
elimizdeki mefhumlardan (kalıplardan)
ayrılmaz.»
(L.
de
Broglie).
Amelî
faaliyetlerin
zıddı
olarak
hasbî
dü ünceler.
b) Normatif anlamda, «Yerinde
karar vermemizi, do ruyu yanlı tan
ayırmamızı» (Descartes) ve verdi imiz
kararları kuvveden fiile geçirmemizi
sa layan dü ünme melekesi. Bilgelik,
sa duyu.
E itim ve felsefe dilinde, «Aklın,
belliba lı ameli tecellisi: zekâ.» (Comte).
«Felsefe,
aklın
çe itli
konulara
uygulanması»
(DAlembert).
«Hukuk
demek, aklın kendisi demek» (Bossuet).
Bossuetye göre, zihnin çe itli belirtilerizihin, yaratıcı ve nüfuz edici yönü le
zekâ adını alır, iyiye ve do ruya
yöneltmesi
bakımından
akıl
ve
muhakeme.
Akıl veya sa duyu, bizi insan
yapan ve hayvanlardan ayıran tek
üstünlük. « nanmak istiyorum ki bütün
olarak hepimizde var. Filozofların ortak
dü üncesi de bu de il mi?» (Descartes).
« nsanda akıl dedi imiz ey, do u tan
getirdi imiz, asli ve ebedi bir mevhibe
de ildir, sonradan kazanılmı tır, her an
yok olabilen bir bile im.» (Taine).
Kelimelerin belli bir anlamları var.
A a ı yukarı sabit, itibari de erleri var.
Yeniyi anlatmak için, eskiye çekidüzen
verirler. Ortak dü üncemize yön veren bu
tutucu mantı a gündelik dilde «akıl»
diyoruz. Ne aklı?» (Bergson).
« rrasyonel’in haklarını savunan
birtakım insanlar görülmü tür her ça da.
Ezelden beri a a ılanmı lar dü ünce.
Ama akla kar ı saldırı, hiçbir dönemde bu
kadar kuvvetli olmamı tır.» (Camus).
Antik felsefede, hadsi akıl (noesis)
ve diskursif (teemüli) akıl.
«Fransızlarda, muhakeme aklın
canına okur. Pe in hüküm, ahmakların
aklı. Sokaktaki adamda pek bulamazsınız
aklı, büyük adamlarda ise hemen hemen
hiç bulamazsınız.» (France Anatole).
«Do rusu u ki, içimde bir akıl var;
ama gerekince beni düzelten, gerekince
ba vurdu um
akıl
benim
de il...
mükemmel ve de i mez bir usul bu, oysa
ben hep de i irim, her zaman eksi im.»
(Fenelon).
« nsanın aklı ile ezeli akıl, yani
tanrı, arasında bir uygunluk oldu unu
dü ünmek sonra da Tanrı, insandan
aklını feda etmesini ister demek, Tanrı
hem istiyor, hem de istemiyor demek gibi
bir ey.» (Diderot).
« nsan, «duygularım, hafakanım,
bulantım ölümüm» diyebilir de «aklım»
diyemez. Olsa olsa «akıl» der. Akıl,
herkesin ortak malı. Galiba varlıklarda
bile var, onların dokusu gibi bir ey. Akıl
demek, dı ımızda olan, zorunlu olan
demek. Biz olmıyanda buluruz onu hep.»
13
( ) (F. Alquie).
3) Bir de Larousse’un Büyük
Kamus’una göz gezdirelim: «Aklın ilk
anlamı, insanı hayvanlardan ayıran,
ruhi melekelerin bütünü diyor... nsanı
insan yapan vasıfların hepsi; dü üncesi,
zekâsı, uuru, iradesi, umumiyetle bütün
melekleri Bu mânada sıfatı: akıllı
(raisonnable). kinci anlamı felsefede,
ruhi melekelerimizin bütününe akıl
denmez, bu melekelerden bir tanesidir
akıl,
insana
mutlak
fikirleri,
ilk
hakikatleri, mutlak’ı, ideali, mükemmeli
tanıtan melekedir. Onun sayesinde yalnız
duyuların de il, tecrübenin de üstüne
yükselir, kablî (apriori) olarak herhangi
bir tecellisinde namütenahiyi (sonsuz)
kavrarız. Kant’la Almanlar saf akıl
derken, bu aklı kastederler; saf akıl,
tecrübenin kazandırdı ı her bilgiden
sıyrılmı akildir. Bu mânâda aklın sıfatı
akıllı de il aklidir (rationnel). Üçüncü
anlam dinler için akıl, insanın tabii
melekeleridir, tabiatüstü veya vahiy eseri
bilgilerin zıddı; di er bir deyi le akıl
ba kadır, iman ba ka. Akıl bilgi vasıtaları
—vahiy hariç —
ve tabii faaliyetinin
bütünü ile insan ruhudur. Bu mânâda
en
çok
kullanılan
sıfat:
akılcı’dır
(rationaliste),
daha
çok
teolojide
kullanılır.
imdi de bu üç tariften çıkan
belliba lı meselelere bir göz atalım:
a) Sa duyu veya insan zekâsı
anlamına
kullanılan
akıl,
fazla
tartı malara yol açmamı tır.
nsanın
hayvanlardan
üstün
birtakım melekeleri oldu u apaçık ortada,
bu ayrılı ı belirtmek için ayrı bir kelimeye
ihtiyaç var: Akıl.
yi ama insan
hayvandan üstün mü acaba? Kimine
göre akıl, Tanrının bütün insanlara
bah etti i bir üstünlük, bir nevi tabii
vahiydir. Kimine göre hayvanlarda da
mevcut olan insiyakların, melekelerin
geli mesi
ve
en üstün biçimlerine
ula masıdır. Be eri akılla hayvanların
zekâsı arasında bir derece farkı vardır
sadece, bir mahiyet farkı yoktur.
b) Akıl, namütenahiyi kavrayan bir
meleke olarak ele alınınca, daha çetin
tartı malar çıkıyor ortaya. Felsefe, en
eski ça lardan beri, bu konuda ikiye
ayrılmı . Mekteplerden biri, saf akıl
vardır diye tutturmu ve bunu ispat için
kırk dereden su getirmi , öteki mektep
böyle bir melekenin mevcut olmadı ını,
delilleriyle ispata çalı mı . Böyle bir
melekenin varlı ına inananlar idealist
adını almı , inanmayanlar ampirist.
aa) Eflatun, orta ça ın realistleri,
Malebranche, Fenelon gibi aklı savunan
filozoflara göre namütenahi, mutlak,
zaruri, ezeli, cihan ümul, mükemmel gibi
mefhumlar yalnız müspet birer dü ünce
de il,
bütün
dü üncelerin
en
müspetidirler, onlar sayesinde kar ı
konmaz ve en yüce gerçe i tanırız. Bu
mefhumlar gerçek dünyadaki olaylarla
kıyas
edilmeyecek
kadar
reeldir.
Zekâmızın herhangi bir çabasıyla, emek
harcayarak
tanımayız
onları,
kendili inden ve keskin bir idrakle
ke federiz. Bizimle beraber do an, kablî
mefhumlardır
bunlar.
Bu
bilginin
kayna ı, tecrübe de ildir. Bu temel
dü ünceler daha önce mevcut olmasa
böyle bir bilgimiz olamazdı. Bütün
entelektüel hayatın vazgeçilmez illeti
onlardır. Bu sistemde aklın objeleri,
meselâ illiyet, cevher, zaman ve sonsuz
mesafe, mutlak iyi, mutlak do ru, mutlak
güzel gibi mefhumların hepsi de tek ve
ekmel varlık’ın tecellileridir: Allah-u
Teâlâ. Bu mefhumların duyu, idrak,
istidlal, tecrit gibi a a ı melekelerden
geldi ini dü ünmek büyük bir hatadır.»
14
( )
dealizmin iddialarını Franck’ın
lûgatma dayanarak biraz daha açalım:
«Akıl, bize bütün zekâlar için ortak olan
mutlak hakikatleri bilginin ve varlı ın ilk
prensiplerini tanıtır,
sonsuzun bile
perdesini kaldırır ve onunla temasa
geçmemizi sa lar. Ne insandan insana
de i ir, ne_ ça dan ça a: zekâ ne kadar
ilerlerse ilerlesin, akıl herkesde ve her
ülkede aynıdır. Eflatun’dan Kant’a kadar
yapılan bütün tariflerin ortak yanı u:
akıl, hudutsuz, derecesiz, artsız olanı
yani
namütenahiyi
yahut
mutlaki
kavramak melekesidir. Bütün insan
dü üncesi iki ba lık altında toplanabilir:
Mütenahi, namütenahi.
Mütenahiyi tecrübeden do an,
nisbi, hudutlu ve mümkün olan her
dü ünce girer. Namütenahiye ise, bütün
dünyada geçerli, zaruri ve mutlak
dü ünceler.
Evet,
tecrübenin
konusu
mütenahidir, ama mütenahiyi kavrayan
zekâ
oradan
namütenahiye
atlar,
nisbiden mutlak’a atladı ı gibi, vadiyi
görünce da ı dü ünürüz. Fikirleri elde
ederken önce mütenahi fikrini elde
ederiz, sonra namütenahi fikrini. Zaman
bakımından mütenahi öncedir, mantıkî
bakımdan namütenahi. Mütenahinin
kayna ı namütenahidir.
Kısaca birbirine karı tırılmaması
gereken iki akıl var: Birincisi ki iden
ki iye, ülkeden ülkeye de i ir, dü ünce,
terimizin bütünü ve melekelerimizin
i leyi i.
kincisi, namütenahiyi tasavvur
eden akıl, cihan ümuldur, de i mez,
ki iye ba lı de ildir. Bizim dı ımızda
mıdır? Hayır ama bütün insanlarda
15
aynıdır ve kimsenin malı de ildir.» ( )
bb — Bunun ıddı olan ampirizmde
ise: « akıl, melekelerin en yücesi de ildir,
«dünyaya gelen her insanı aydınlatmaz»,
olsa olsa bir genelle tirme melekesi,
bütün tecrübelerin bir çe it bile imidir;
hiçbir ey ö retmez bize: iç veya dı
tecrübe yoluyla elde etti imiz da ınık
fikirleri —geni çapta— tasnif etmemizi,
düzenlememizi, sistemle tirmemizi sa lar
sadece.
Aristo’nun,
orta-ça
nomalistlerinin (ismiyeciler), Locke’un,
Hume’un,
modern
pozitivistlerin
sistemidir bu. Bu sistemi mantıkî bir
teori haline getiren daha çok Stuart
Mill’dir.
Ampirizm’e
göre,
yukarıda
sıraladı ımız mefhumlar istisnai birer
bilgi de ildir; illiyet, cevher, namütenahi
fikri ilahi birer vahiy olmayıp, istikram
(induction) meyveleri yani tecrübenin
sonuçlarıdır. Bir kelime ile mutlak fikirler
de il, umumî fikirlerdir. Onları sezgi
yoluyla kavramayız, zekânın sunî bir
çalı masıyla tasavvur ederiz, yani birer
realite de il, birer tecriddirler.
c) Kelimenin dindeki mânâsına
gelelim. Müesses teolojiye göre. (katolik,
protestan, musevi), be er aklı titrek bir
me aledir,
yolumuzu aydınlataca ına
a ırtır bizi. Calvin bu inancı öyle
özetlemi : «Be er aklı dünyanın en
tehlikeli
vebasıdır.»
Peki
ama
mizacımızdaki bu sakatlık nereden
geliyor? Neden hakikati göremiyoruz?
Göremiyoruz, çünkü Tanrı zayıf gözlerle
yaratmı bizi ve karanlıklara mahkûm
etmi . Suçumuzun kayna ı ilk günah.
Yaratılı ımız
bu
yüzden
bozulmu ,
kendimizi nasıl düzeltece iz? Suçumuzu
ne dua ile ba ı latabiliriz ne salih
amellerle, kurtulmamız için, tabiatüstü
bir yardımcıya muhtacız. Ba ka bir
deyi le Hazret-i
sa’nın
efaati tek
kurtulu .
Oysa liberal teolojide tabiat yine
kusurludur ama ıslah edilebilir. nsanı
kurtarmak için tabiatüstü bir yardıma
lüzum yoktur.
Demek ki müesses teolojiye göre,
imam olmayan akıl bir i e yaramaz, oysa
liberal teolojiye gere, en mükemmel iman
tabiata ve bilhassa akla boyun e mektir.
Hakikat yolunda tek ı ık: akıl; belki
kusurlu
ama
Tanrının
insanlara
bah etti i biricik rehber.
Teoloji mekteplerince çok tartı ılan
çetrefil bir mesele de u: Ki ilerin dı ında
bir akıl var mıdır yoksa her ferdin aklı
kendine mi hastır, ba ka fertlerinkinden
farklı mıdır? dealistlerle rasyonalistlere
sorarsanız akıl, yüzde yüz gayri ahsi bir
meleke. Stoa’cı Cleanthes sa’dan önce
üçüncü asırda cihan ümul bir akıldan
söz ediyordu (koinos logos).
Descartes
sa duyunun
insan
soyuna e it olarak da ıtılmı bir mevhibe
oldu unu söyler. Akıl farklı derecelerle
bütün insanlara da ılmı ve hepsi için
ortak bir meleke imi ... Anla ılması güç
bir ortaklık. Ampirizm, bu güçlü ü
istismar ederek, aklın gayri ahsili ini
inkâr etmi , ona göre her insan belli
kurallara uyarak dü ünme yetene ine
sahiptir, tüm insanlar için ortaktır bu
kurallar.
Günümüzün
serazad
dü ünce
adamları akla büyük önem verirler, onlar
için akıl tek otoritedir, aklın kararları
16
nihaidir.» ( )
4) Batılı için akıl, her ça da farklı
anlamlar yüklenmi . Asrımızın dünyaca
tanınmı bir felsefecisi, Lalande, bu
kaypak
mefhumunun
sicilini
öyle
sunuyor-.
«1 — Meleke olarak:
a)
Kıyas
yoluyla
dü ünme
kabiliyeti,
kavramları
ve
kaziyeleri
düzenleme melekesi. Akıl, bu mânâda
hemen hemen dünyaca insana mahsus
bir vasıf olarak kabul edilir.
Ciceron, «Hayvanlardan üstün
yanımız akıl, onunla deliller getirir,
cerheder,
tartı ır,
neticeye
varırız;
insanlara mahsus bir kabiliyet bu,» diyor.
Saint Thomas d’Aquin’e göre,
«Akıllı, canlıların vasfı, ne Tanrıya ne
meleklere uygun.» Ratio ile intellectus
birbirinin zıddıdır, intellectus daha üstün
ve hadsî bir bilgi melekesi: «Intellectus
hakikate içten nüfuz eder, akıl, ara tırma
ve kıyas yoluyla.»
Bossuet’ye göre akıl, insanları
a an bir melekedir. Modernlerde de bu
anlayı ın izlerine rastlıyoruz. Meselâ
Schopenhauer,
«insan
mefhumlarla
dü ünür, onu bütün hayvanlardan
ayıran mefhumlar kurma kabiliyetidir, bu
melekeye her ça da (Kant’dan önce) akıl
denilmi ,» diyor.
b) « sabetli hüküm verme» melekesi
(Descartes);
do ruyu
e riden,
iyiyi
kötüden, (hattâ güzeli çirkinden) bir iç
duyguyla hemen ayırma kabiliyeti.
Bossuet
için
«müdrike
(entendement) icat ve nüfuz etti i zaman
zekâ (esprit) adını alır; do ruya ve" iyiye
yöneltiyor ve hükümler veriyorsa akıl ve
muhakemedir; akıl insanı gerçek serden,
yani günahtan uzakla tırıyorsa vicdan
adını alır.»
c) Vahye dayanan, imanın konusu
olan bilginin zıddı: tabii bilgi. « manın
konusu vahiy’dir, Leibniz’e göre, akıl ise
hakikatlerin zincirleni i; insan zihninin
tabiî olarak kavradı ı hakikatler.» Bu
tarif tecrübeyle aklı birbirinden ayıran
anlayı a uygundur, çünkü, «iman da bir
nevi tecrübe, imam do rulayan saikler,
mucizelere
ahit
olan
insanların
tecrübesine ve o mucizeleri bize kadar
aktaran
gelene in
itimada
ayan
olmasına dayanır.»
d) Kabli (a priori) prensipler
sistemi;
bu prensiplerin
do rulu u
tecrübeyle ispat edilemez; mantıki olarak
ifade edilebilirler, ne olduklarını biliriz.
«Zarurî
ve
ezeli
hakikatlerin
bilinmesi bizi öteki hayvanlardan ayıran,
kendimizi ve Tanrıyı tanımak suretiyle
yücelten bir mazhariyettir, akıl da ilimler
de
bu
mazhariyetin
tecellileri.
Tecrübeden ayırdedilen saf ve çıplak
aklın konusu, duyularla ilgisi olmayan
hakikatler.» (Leibniz) Kant’çılık da bu
anlayı ı desteklemi ve akıl kelimesi a a ı
yukarı
bir
asırdan
beri
Fransız
mekteplerince
de
kabul
edilmi tir.
«Tanınmı bir felsefe mektebi, ampirist
mektep, aklın varlı ını kabul etmez.
Amprizmin genel tezine göre, insan
zekâsı bütünüyle tecrübenin ürünüdür.»
(Boirac)
e) Daha özel olarak, gerçe i ve
mutlakı (zahiri ve arızi olanın zıddı olan
mutlakı) dolaysız olarak tanıma melekesi
«Her an soluk alıyoruz, hava yabancı bir
cisim; tıpkı onun gibi boyuna bizden
üstün bir akılla temastayız». «Herkes
kendi aklının sınırlı ve eftenbüften
oldu unu hisseder, bu akıl daha üstün,
cihan ümul ve de i mez bir aklın
kanatları altına
girerek güçlenir»...
«Nerededir bu yüce akıl? Aradı ım Tanrı o
de il mi?» (Fenelon).
Kant böyle bir bilgiyi imkânsız
sayar. Schelling a a ı yukarı kabul eder,
Cousin ise öyle der: «Dolaysız bir sezgi
kar ısındayız, air için ilham, kahraman
için içgüdü ne ise insan için de bu sezgi
odur. Tefekkür bir sava alanı: akıl kendi
kendisiyle sava ır bu alanda, üpheyle,
safsatayla, hatâ ile sava ır. Ama
tefekkürün üstünde apaydınlık bir bölge
var, akıl tefekküre ba vurmadan hakikati
kavrar o bölgede, çünkü hakikat
hakikattir; ve Tanrı insan hakikati
kavrasın diye yaratmı tır aklı, nasıl ki göz
görmek, kulak i itmek için halkedilmi tir.»
2 — Bilgi konusu olarak
a) Nis’bet...
b) Nazarî mânâda izah prensibi.
Hikmet-i vücud... « nsanı hayvanlardan
üstün kılan melekelerden biri de e yanın
hikmetini kavrayabilmesidir.» (Cournot).
c) Normatif mânâda, illet, saika,
delil. «Gönlümde kendine göre saikler
var.» Haklı oldu umuzu ispat için ileri
sürülen deliller. «En güçlünün hakkı da
(la raison) hakların en geçerlisidir.»
Bütün bu örnekler akıl (raison)
kelimesinin ne kadar kaypak, nasıl
karanlık
bir
mefhum
oldu unu
anlatma a yarıyor sadece. Her yazarın
akıldan anladı ı ba ka. Bu karı ıklı a ilk
dikkati çeken filozoflardan biri Locke.
Locke’a göre akıl, bazan aydınlık ve
hakikate uygun prensiplerin bütünü
manasınadır, bazan bu prensiplerden
inkâr kabul etmez neticeler çıkarma
kabiliyeti... Bazan illet, bilhassa illet-i
gâiye. Bazan da insanı hayvanlardan
ayıran sıfat-kâ ife. Locke daha çok bu
son mânâ üzerinde durur. Filozofa göre
bu imtiyaz, deliller bulan ve bu delilleri
itiraza meydan bırakmayacak biçimde
düzenleyen, zihni faaliyet, yani yaratıcı
yönleriyle akıldır. Leibniz de katılır bu
tasnife, aklın ona göre de iki mânâsı
vardı: icat ve hüküm.
Cournot
ise
sübjektif
akılla
(insanın aklı) objektif aklın (e yanın
hikmet-i
vücudu)
birbirine
karı tırıldı ından ikâyetçidir.
Lalande’a göre bu müphemiyetleri
önlemenin tek yolu vardır: aklı ikiye
ayırmak: birinci akıl müesses’dir, ikinci
17
akıl müessis.» ( ).
5) 62’lerde çıkan Foulquié ve
Saint-Jean’ın felsefe lügati, aklın bu yeni
tasnifini öyle anlatıyor: «Müesses akıl,
zaman ve ki ilere göre az çok de i ebilen
(fakat sonunda birli e yönelecek olan)
prensip
ve
normlardan
ibarettir,
dü üncelerimiz bu prensip ve normlara
dayanır. Müessif akıl, herkeste aynı olan
ezelî akıl, münasebetleri idrak sayesinde
cihan ümul ve zaruri birtakım prensipler
kurma kabiliyeti.
öyle diyor Lalande «La Raison et
les Normes» (Akıl ve Normlar) adlı
eserinde: «Bazı hallerde müesses akla
saygısız davranabiliriz. Bu, müessis akla
daha çok uymak için oldu u zaman
yerindedir de... Zihnimizin faal, ki isel,
yaratıcı bir yönü var, asıl «akıl» adını
veriyoruz; sonra da bir müesses kaideler,
kabul edilmi hakikatler mecellsi var.
Bunlar çok daha de erli üphesiz fakat
her an de i ebilir; belli bir medeniyetin
kazandırdı ı ortak hazine, ba ka bir
deyi le: müesses akıl».
Burloud da öyle demi : «Müessis
akıl bir insiyaktır, müesses akıl ise bir
alı kanlıklar bütünü... »
Foulquié
ve
Saint-Jean’ın
lügatinde aklın çe itli tarifleri
öyle
sıralanmı :
«1 — hsan dü üncesinin mutlak
ölçüsü. Çok defa Tanrı ile e le tirilir.
«Ba vurdu umuz akıl, cihan ümul bir
akıldır. De i mez ve zarurî bir akıl.
De i mez ve zaruri oldu una göre ilahi
akılla aynıdır.» (Malebranche).
2 — Felsefede ve hergünkü
kullanılı da, akıllı bir hayvan yahut
hayvan-ı natık olarak tarif edilen insana
mahsus dü ünce tarzı. «Akıl, e yanın
hikmetini kavrama kabiliyetidir» diyor
Cournot. Bu kabiliyete enfüsi (sübjektif)
akıl da diyebiliriz (dü ünen süjenin aklı);
bu aklın kavradı ı hikmet ise nesnel
(objektif) akıldır.
a) Kabiliyet veya meleke olarak,
kıyaslar yapma kabiliyeti yani olaylar
veya
mefhumlar
arasında
zarurî
münasebetler kurmak kabiliyeti yahut bu
münasebetleri kavrama kabiliyeti, yahut
da, kıyasın çatısı aklın prensipleri
oldu una
göre,
dü ünce
akıl
prensiplerine
dayandı ına
göre:
prensipler melekesi (bu meleke prensipler
kurma gücü de olabilir, bir prensipler
sisteminden ibaret de olabilir). Bu
mânâda akıl duyu, insiyak, kalp, duygu
mefhumlarının zıddıdır.
Müteradifleri: Zekâ, muhakeme,
sa duyu.
Yalnız zekâ da, muhakeme de,
sa duyu da hadsidir ve girift bütünleri
bir bakı ta kucaklar; oysa aklın yolu
kıyasdır,
ekseriya
mekanik,
daha
do rusu metodik bir seyir takib eder.
«Aklın eri ece i son basamak,
kendini
a an
sayısız
mefhumların
varlı ını idrakdir.» (Pascal)
b) Bilgi konusu olarak: zah yolu
veya prensibi; anlatan veya haklı
çıkaran;
bir
kararın
sebebleri.
Müteradifleri: neden, illet, sebeb, esas.
«Filozoflar sebeb fikri üzerinde
uzun uzadıya dü ünmü ama e yanın
hükmeti üzerinde pek kafa yormamı lar,
oysa e yanın hikmeti mefhumu, çok daha
genel ve düzenleyici bir mefhum, sebeb
mefhumunun önemini kavramak ve
hudutlarını çizmek için de o Ölçüye
ba vurmak lâzım.» (Cournot)
«E yanın hikmeti fikri her eyi
aydınlatır, her eyi düdenler, ahlâkçının
da, siyasetçinin de, tarihçinin de yol
göstericisi;
tabiyecinin,
fizikçinin,
hendesecinin oldu u gibi. Bir kelimeyle
herkesin me alesi: demek ki filozofun da
me alesi
olmalı;
e yanın
hikmetini
kavrama hatta müphem olarak sezme
kabiliyeti,
ki i
aklının
en
büyük
mazhariyeti ve ayırıcı vasfı olmalıdır.»
(Cournot)
«Bir davranı ı bir çok sebeblerle
izaha kalkarız da, asıl saiki söylemeden
18
geçeriz çok defa. (Jones) ( )
6) «Kendilerine «rasyonalist» diyen
ve bir ço u ilmin belli konularında isim
yapmı
ilim
adamlarından
kurulu
toplulu un 1964’lerde yayımladı ı lügat
bu konudaki ça da dü ünceyi öyle
özetliyor: «Aklın rasyonalist davranı ıyla
ilgili mânâsı su: insanın mefhumlar
kurmak, bilmek, anlamak, istidlaller
yapmak, ispat etmek, ve netice olarak
kendini yönetmek melekesi. Bu meleke,
imanın konusu olan vahiy eseri bilginin
zıddıdır.
Metafizikçiler için saf ve hadsî bir
akıl vardır, idraklarımızdan ba ımsız,
cihan ümul ve ezelî. Vahiy, bütün
insanlarda
mü terek
ve
hepsinde
birbirine benzeyen bir akıl. Eflatun gibi
bazı filozoflar için akıl, tabiatı ve
kanunlarını,
ahlâkın temellerini ve
kurallarını kablî olarak ke fetmeye
yarayan bir vasıtadır. Leibniz’e göre
«cihan ümul ve
zaruri hakikatlerin
merkezi.» Metafizikçilerin bu soyut aklı
kar ısında, tecrübî bilgiye dayanan bir
akıl vardır: ampristlerin aklı. Mutlak
hakikat kabul etmeyen, kabil bedahat
tanımayan,
bir
eyin
kesin
olup
olmadı ını kontrolden sonra kararla tıran
rasyonalistlere sorarsanız, insan aklı en
mütekâmil hayvanlarda zaten mevcud
olan
melekelerin
geli mesinden
do mu tur. Toplumun ve tarihin içine
do mu , tabiatle temas ede ede, tabiat
olayları üzerinde çalı a çalı a ve sosyal
hayat içinde geli mi tir. Soyumuza oldu u
gibi bah edilmi de ildir, insan tarafından
ferdî ve sosyal faaliyet sayesinde
kazanılmı tır. Dayandı ı bilgiler gibi, o da
sonsuz bir geli meye namzettir, demek
sonuna kadar eksik olmaya mahkûmdur.
Akıl,
elde
etti i
neticeleri,
tecrübenin
denetimine
sunmak
zorundadır. Böyle bir çaba içinde ve
büyük bir kontrolden geçerek güçlenir ve
olgunla ır;
bu
arada
gözlemlenen
olayların yekûnu da artar; bu olayların
gözlemlenmesi,
ilmi
ve
felsefî
rasyonalizasyonun ba lıca konusudur.»
19
( )
III — SLAMA GÖRE AKIL
Kamusların Yıldız Alacasında
Akıl kelimesi Arapça’dan alınmı
bir
isim;
ba langıçta:
ba lamak,
yasaklamak anlamına kullanılmı . Ayrıca
deveyi ba layan köste e de akıl denmi .
Bütün mü taklarında imsak ve imtisak
(çekinme, kendini tutma) mânâsı var.
Daha sonra anlamı geni lemi (a)
ilmi anlayacak kuvvet; (b) bu kuvvet
sayesinde elde edilen ilim.
En eski kaynaklara göre e yanın
hakikati kendisiyle bilinen yeti... Kimine
göre ba , kimine göre kalb. Görünmeyeni
vasıtalarla,
göz
önünde
olanları
mü ahede ile idrak eden soyut cevher.
«Felsefe Ansiklopedisi’nde aklın
slâmi kaynaklardaki çe itli mânâlarını
sergileyen Namık Çankı, bunların hepsini
u cümleyle özetler: «Kuvvey-i zihniyenin
20
faaliyet-i muntazaması.» ( )
Ahmed Naim Bey’e sorarsanız:
Ruhun
akıldan
farkı:
ruh,
külli
hakikatleri idrâk eder; akıl, parça parça
hakikatleri ve mânâları kavrar. Biri,
«Müdrik-i külliyattır; di eri külliyat-ı
21
cüzziyat içinde müdrik»dir.( ).
Ara tırmamızı
biraz
daha
derinle tirelim. te: «Büyük Türk Lügati»:
«Maddeden mücerred cevher. Anlamak
ve bilmek melekesi. Zekâ, nefs-i natıka.
Ruh, kuvve-i müdrike.
Felsefede, fikirden fikre intikal
suretiyle olan tarz-ı istidlal. Tasavvurat
ve kazayı tertib. Mebadi (prensipler) ve
tasavvurlar yoluyla bilgileri düzenleyen
meleke. (Kant).
Akıl, caiz ve mümkün olan eylerin
cevazını; müstahil ve münteni olan
eylerin neden mümkün olmadı ını
bilmektir...
Eskiler:
aklı,
hayırla
erri
birbirinden
ayıran
meleke,
diye
tanımlamı . Zamanımızda ise
erden
ba ka bir ey görülmedi i için tarifi
de i tirmek ve akıl ile erden hangisinin
ehven oldu unu bildiren melekedir,
demek daha do ru olur.
Eski felsefede, akl-ı kül: ilk
yaratılan; asi ve hakikat-ı be eriye. Nefs-i
natıka, cebrail, akl-ı faal; evvel-i ukulu
a are:
müdebbire-i
ukul:
ruh-i
Muhammedi.
Allah-ı Taala, e yadan önce akl-ı
küllü yarattı, buna akl-ı evvel ve cevher-i
evvel de derler. Akl-ı evvel’e üç marifet
inayet buyrulmu tur: marifet-i hak,
marifet-i nefs, marifeti ihtiyaç (Mevlasma
muhtaç oldu unu bilmek.)
Sonra akl-ı sani: nefs-i natıka,
22
eytan, nefs-i emare...» ( )
Aklın
Latincesi
de
Avrupa
dillerinde bir çok anlam de i ikliklerine
u ramı : Raison. Latincesi: Ratio. Ratio:
hesap, münasebet. Kelimeyi felsefe diline
sokanlar Lucrece ile Ciceron. Kelime
zamanla Yunanca «Logos»un mânâlarını
da yüklenmi .
Kısaca, çok çapra ık ve tarifi son
derece güç bir mefhum kar ısındayız.
Yalnız hemen altını çizelim:
slâm
dünyasında akıl, çe itli mefhumların
kar ılı ıdır;
önce
Kuran’daki
akil,
hadislerdeki akıl, tasavvuftaki akıl ve
yabancı kaynaklardan sızan nus, logos,
ratio, intellect kar ılı ı akıl. Önce slâmî
kaynaklardaki akla bir göz atalım; bu bir
nevi umumi icmal olacaktır,
slami
Bilgiler
Ansiklopedisi
slâmda
akıla
geni
yer
ayırmı .
Okuyalım: «Kur’an lûgatına göre akıl (1)
«bilgiyi elde eden güç», (2) «bu güç ile elde
edilen bilgi». Dinen mükellef olmaya esas
te kil eden akıl birinci mânâdaki akıldır.
nsanda do u tan mevcud olan bu gücü
E ’ari, «zaru-riyyâtı anlayan güç» diye
tanımlar: Kur’an’da kafirlerin akılsızlıkla
yerildi i yerlerde ikinci mânâda kullanılır. «Onlar bir alay sa ır, dilsiz ve körlerdir,
akletmezler» (Bakara) gibi.
Hadislerde
akıl
deveyi
v.b.
ba lamak, diyet vermek, anlamak, ve
bilmek mânâlarında kullanılır. Aklın
üstünlü ü ve ilk yaratılan mahluk olu u
hakkında hadis diye rivayet edilen
metinler, hadis ara tırıcılarınca sabit ve
sahih görülmemi tir. Hz. Peygamber
«akıllı» mânâsına «Keyyis» kelimesini
kullanmı ve «Akıllı, nefsini zapt-ı rapt
altına alıp ölümünden sonraki ebedi
hayat
için
hazırlanan
kimsedir»
buyurmu tur.
Kelâmda
akıl
birkaç
türlü
tanımlanmı tır. Ehli sünnet’e göre,
«Dü ünmek veya duyu vasıtalarıyla idrâk
etmek suretiyle bilinebilecek eyleri bilme
ve anlama kudreti.» Mutezile’ye göre,
« yiyi kötüden ayırdetme kudreti.»
Gazali
aklın
dört
mânâda
kullanıldı ını söyler:
1. Duyular dünyasının ötesindeki
bilgileri elde etmeye yarayan ve insanı
di er hayvanlardan ayıran vasıf.
2. Temyiz kudretine sahip bir
çocu un ahsında kendili inden meydana
gelen zarurî bilgiler.
3. Tecrübe ve tahsil yoluyla
kazanılan bilgi.
4. Hadise ve varlıkların ölüm ötesi
ebedi hayatla ilgili gerçek neticelerini
anlayan güç.
Kelâm ilminde akıl, insan için bilgi
edinme yollarından biri ve en önemlisi
kabul edilir. Bu bilgi kaynakları be duyu,
gerçe e uygun haber ve akıldır. Be
duyunun
verdi i
bilgi
« drâk
yanlı lıklarına»
dü memek
için
akıl
süzgecinden geçirilir. Gerçe e uygun
haber
mütevâtir
ise,
akla
aykırı
dü memelidir. Gerçe e uygun haber
peygamberin haberi ise bu bir nass’dır.
Dini bir nas akla aykırı bir hüküm
belirtiyorsa, o nass’ın gerçekten sabit
olup olmadı ına bakılır. ayet muteber
rivayetle sabit olmamı sa reddedilir. E er
nassın sübutu kesin, fakat belirtti i
h ü k ü m akla aykırı dü üyorsa, akla
uygun bir
ekilde yorumlanır (te’vil).
Çünkü «sahih nakil sarih akla aykırı
dü mez,» ilkesi slâmda temel bir ilkedir.
slam felsefesinde akıl, «Madde
olmayan, fakat maddeye tesir eden bir
cevherdir.»
Farabi
ve
bn
Sina
metafizi inde akıl büyük bir rol oynar. Bu
iki filozofun, fikirlerine çok de er verdi i
Aristo’ya göre akıl ikiye ayrılır. Birincisi
bedenimize ba lı olan pasif (münfail) akıl.
Bu, yaradılı ta insanda mevcuttur,
yazısız fakat yazılmaya elveri li bo bir
levha gibidir. kincisi de aktif (faal)
akıldır. Bu akıl ilahi, ezeli ve ebedîdir,
maddî de ildir. Aristo’nun bu faal aklı
onun Tanrı telâkkisi olabilir. Farabi ve
bn Sina metafizi ine göre de Allah
madde olmadı ı gibi maddeye muhtaç da
de ildir. O halde o, akıldır, «akl-ı a ’lâ»dır.
O, kendini kendili inden akletti i (idrak
etti i) için «akıl»dır, bu durumda onun
zâtı idrâk edilmi oldu undan «ma’kul»dür
de.
slâm
felsefesinin
kurucuları
sayılan Farabi ve bn Sina kâinatın
yaradılı ını akıllar (veya feyz ve sudur)
nazariyesi ile izah ederler. Buna göre
varlı ı zaruri olan « lk»in (Allah) kendi
zatını akletmesinden «birinci akıl» sudür
etmi . Birinci akıl bir nevi melek olup
madde ve cisimden münezzehtir; ikinci
varlık sayılır.
kinci varlı ın
LK’i
akletmesinden «ikinci akıl», ondan da
«üçüncü akıl» sudür edip akıllar, ba ka
bir deyi le melekler zinciri devam eder.
Nihayet on akıl meydana gelir, ikinci
akıldan tibaren her bir aklın yanında bir
de felek olu ur. Böylece on akıl, dokuz
felek vücut bulur. Onuncu aklın adı «faal
akıl»dır ki Cebrail’e tekabül eder. Gerek
bu akıllar, gerek felekler semavî ve ulvi
varlıklardır. Madde dünyası bunlardan
sonra ba lar.
Aklın hükümleri (Ahkâm-ı akliye):
Bir
eyin, bir mefhumun «varolu »
mefhumuyla
münasebeti konusunda
aklın verebilece i hüküm üçtür:
1. Varolu mefhumuna ba lanması
kaçınılmaz (zaruri) olan, vacip. «Allah
vardır», «Dört sayısı çifttir» gibi. Vacip,
varlı ı kendinden olan, varolu unda
ba kasına muhtaç (bulunmayan ve
yoklu u kabul etmeyendir.
2.
Varolu
mefhumuyla
asla
ba da mayan, muhal, «mümteni». «Dört
sayısı tektir» gibi. Muhalin yoklu u kendi
gere idir, varolması kabil de ildir.
3. Varlı ı da yoklu u da e it olan,
mümkin, caiz. « nsan vardır, yazı yazma
özelli ine sahiptir» gibi.
Akl-ı Evvel: lk akıl.
Felsefe. Farabi ve
bn Sina
metafizi inde akl-ı a’lâ olan Allah (valid)
tam ilk sudur eden varlık, melek
mahiyetinde kabul edilen on aklın
birincisi.
Tasavvuf. lk akıl, AUah’dan ilk
sudur ve zuhur eden varlık Hz.
Peygamberin hakikati, mahiyeti, nuru ve
ruhu. Cebrail dahil bütün varlıklar bu
nurdan ve bu nur için yaratılmı tır.
Aslında kinaye olmak üzere Cebrail’e
mecazen akl-ı evvel denilmi tir.
nsanlarda yaradılı tan mevcud
olan akıl mertebelerinin peygamberlere
has olan en yüksek derecesi. Kuvve-i
kudsiye. lâhî ilmin kâinatla alâkalı yanı.
Ölçüye sı mayan, sınırlandırılamayan ve
vahyin kayna ını te kil eden ilâhi ilim,
Hakikat-ı
Muhammediye,
Nur-ı
Muhammedi, akl-ı külli, akl-i lahi.
Akl-ı Küll. Akl-ı evvel, akl-ı lahi,
akl-ı
hüllî,
üniversel
akıl,
nur-ı
Muhammedi.
Felsefe; lahî olmakla beraber akl-ı
evvelden a a ı mertehede bulunan,
maddi olmayan fakat madde âlemine
yakın, bulunan ilim; on aklın onuncusu,
akl-ı faal. Akl-ı küll do ru ve a maz
ölçüdür; yanılmaz, bilmedi i bir
ey
olamaz.
Akl-ı külli. Külli akıl.
Felsefe.
Üniversel
akıl Hz.
Muhammed’ln
manevi
ve
ruhani
mahiyeti. Nur-ı Muhammedi. Hakikat-ı
Muhammediye, akl-ı evvel, akl-ı lahî,
akl-ı küll.
Tasavvuf. lk sufilerde görülmeyen
fakat sonraki mutasavvuflar arasında
oldukça yaygın bulunan bir kanaate göre
Allah ilk olarak Hz. Peygamber nurunu
ve ruhunu yaratmı tır. Bu ilk varlı a
«Nur-ı Muhammedi». «Ruh-ı Muhammedi
ve Hakikat-ı Muhammediye gibi isimler
verilmektedir. Bütün di er varlıklar bu
nurdan ve bu nur için yaratılmı tır. Bu
sebeple Hakikat-ı Muhammediye «illeti
e ya» ve «mebde-i küll»dür.
Her eyin varolu sebebi O’dur.
Bütün varlıkların mevcudiyeti O’ndan
ba lar ve Onunla devam eder. O olmadan
hiçbir ey olmaz.
Allah’ın,
Hakikat-i
Muhammediye’de ilim sıfatı ile tecelli ve
zuhur etmesi itibariyle buna akl-ı evvel,
akl-ı külli, kalem-i a’lâ ve levh-i a’zâm gibi
isimler verilmi tir.
Ruh-i Muhammedi, tam ve kâmil
olarak Allah’ın ilim sıfatının merası ve
mazharı oldu undan o her eyi bilir.
Levh4
mahfuzdaki
bilgiler
onun
malûmatının sadece bir bölümüdür.
Nebilere, velilere ve bütün âlimlere
verilen bilgilerin kayna ı akl-ı küllidir.
Allah ilim sıfatı ile ilk olarak onda
tecelli etmi tir. Bu sebeple o akl-ı
evveldir. Ondaki bilgilerin kayna ı. Allah’
tır. Onun için O akl-ı ilahidir. Bütün
ilimlerin sudur ve çıkı yeri Odur. Bu
sebeple O’na kelam veya kelam-i A’lâ
denilmi tir. Bütün ilimler orada mevcut
ve mahfuzdur. Bundan dolayı da O’na
Levh veya Levh-i â’zâm adı verilmi tir.
Hz. Peygamber’in olmu olacak her
eyi bildi ini ifade eden sahih hadiseler
mevcuttur: «Bana kıyamete kadar olmu
ve olacak her ey bildirildi. Diledi inizi
sorun cevap vereyim.» Hz. Huzeyfe,
«Kıyamete kadar vukubulmu ve olacak
olan her eyi Resûlullah bana haber
verdi.» demi tir. Akl-ı evvel, akl-ı küll. Hz.
Peygamberin
bu
hüviyeti
ve
hususiyetidir.
Akl-ı evvel, akl-ı külli... konusunda
sonradan uyduruldu u iddia edilen bazı
hadisler rivayet edilmektedir. «Allah ilk
olarak benim ruhumu (bir rivayette,
nurumu) yarattı; «Allanın ilk defa
yarattı ı kalem (kalem-i â’lâ) dır.»
Allahın en evvel yarattı ı varlık
akıldır. Aklı yarattı ı zaman ona gel dedi.
O da geldi. Git dedi, O da gitti. Sonra
Hak Taâlâ öyle buyurdu: « zzet ve
celâlime andolsun ki, senden daha erefli
bir varlık yaratmadım. Herhangi bir
kimseye bir ey ihsan eder veya onu bir
eyden mahrum edersem, bir mükâfat
veya
ceza
verirsem
seni
vasıta
kılaca ım.»
Mutasavvuflara
göre
vahyin,
ilhamın, ke fin ve her nevi gaybi ilimlerin
men ei akl-ı evvel, akl-ı külli... gibi isimler
verilen
Hakikat-ı
Muhammediye’dir.
Cebrail de Hz. Peygamber’in ruhundan ve
hakikatından aldı ı vahyi onun be eri
varlı ına getirmi tir.
Tasavvuf
edebiyatında
Hz.
Peygamberin her
eyi bildi i inana
defalarca ve çok açık bir ekilde ifade
edilmi tir. Mevlid yazan, Hz. Peygamber’i,
«kân-ı irfan» (bilgi membaı) ve «ilm-i ledun
sultanı», diye vasfeder.
Hz. Peygamberin mutasavvuflar
tarafından bu ekilde anla ılması, eriat
uleması tarafından vahdâniyet-i ilâhiye
ilkesine aykırı görülerek iddetle tenkit ve
reddedilmi tir. Hakikat-ı Muhammediye
ve akl-ı külli telâkkisinin Platonizm, Neoplatonizm ve Hristiyanlı ın (logos, kelimei ilahiye) tesiriyle Müslümanlar arasında
yayıldı ı öne sürülmü tür.
Kelâmda ve Me ai felsefesinde
geçen akıl kavramı ile tasavvufta ve
i raki felsefede bahis konusu edilen akıl
anlayı ı arasında çok fark vardır. Kelâm
âlimleri daha ziyade mücerred ve nazari
bir akıl anlayı ı üzerinde durmu lar ve
Allah’ı bilme ve tanımada bunu esas
almı lardır. Hâlbuki bu mahiyetteki akıl
kavramı
mutasavvıflar
tarafından
kifayetsiz
görülerek
iddetle
tenkit
edilmi tir. Hz. Mevlâna’nın, «Akıl kurbân
kûn pebi -i Mustafa» (Resulullah’ın
önünde
aklı
kurban
eyle),
sözü
me hurdur. Ona göre maddî ve dünyevi
i lerde bizim için çok faydalı ve lüzumlu
olan akıl, akılüstü olan ilâhî ve metafizik
konularda çamura batmı e ek gibi âciz
kalmaktadır. Allah’ın huzurunda akla ve
mantı a dayanarak ilk defa kıyasa
ba vuran Seylan’dır. Akıl, kör adamın
elindeki asaya; ilham, gözü gören adamın
elindeki me aleye benzer.
bn Arabi, Fahruddin Razi’ye
yazdı ı bir mektupta, akıl ve nazar
yoluyla
Allah’ın
bilinemiyece inden
bahsederek kendisini ke if ve ilham
yoluna davet etmi tir.
Mutasavvuflar akıl terimine feyz,
ilham ve ke f mânâsını vermi lerdir.
Kelâmda akıl uura dayanan bir ilimdir.
Tasavvufta akıl kalbe dayanan dini his,
heyecan, vecd ve irfandan ibarettir.
Akl-ı maa . Maddeye dönük akıl.
Felsefe.
Akl-ı
küllün
idaresi
altında, maddeye dönük, maddi ve be erî
çaptaki dü ünme kuralına ba lı olan
zekâ.
Akl-ı maa eksik ve tek
yönlü bilgi sa lar. Hatta onunla Allahın
(tamamen)
tanınması
imkânsızdır.
Nitekim, «Allah akıl ile idrâk olunamaz»,
denildi i vakit akl-i maa kastedilir. Akl-ı
evvel, akl-ı küll ve akl-ı maa ’ın temsili
anlatımı öyledir: Akl-ı evvel güne , akl-ı
küll güne aydınlı ının dü tü ü su (ayna),
aklı maa da bu suyun bir duvara
yansıyan parlaklı ı gibidir. Suya bakan
aynen güne e bakıyormu gibi onun
eklini görür. Ne var ki güne e bakan
ba ını yukarıya kaldırır, suya bakan ise
onu a a ıya indirir. Aynen bunun gibi
ilmini akl-ı evvel’den
alan, kalbinin
nurunu ilahi ilme yükseltir, akl-ı külliden
alan ise bu nuru kitaba çevirir; ondan
kâinata dair bilgiler alır.
Akl-ı matbu’. Akl-ı mesmu’ (Fıtri
akıl - Tecrübi akıl).
Felsefe, slâm bilginleri akıl tarif
ederken iki önemli nokta üzerinde
dururlar:
nsanda hem yaradılı tan
mevcud bir aklın bulundu u, hem de
sonradan edindi i tecrübelerle ikinci bir
akıl kazandı ı. Eski Yunan filozoflarından
Sokrat, Eflatun ve Aristo’dan itibaren
günümüze kadar bir çok dü ünür,
insanda do u tan mevcud bir hakikat
bilgisinin bulundu unu kabul etmi tir.
(Rasyonalizm.) Alimlerimize göre bütün
varlıkların
de i meyen
gerçeklikleri
(hakâik-ı e yâ) vardır ve insan hakikatleri
idrak edecek ekilde yaratılmı tır. nsan
tab’ında fıtrî olarak ve do u tan mevcud
olan bu kudrete «akl-ı matbu» denilmi tir.
Bir de tahsil, terbiye ve tecrübe ile elde
edilen bir yetenek var ki, buna da «akl-ı
mesmu»
(i itilmi ,
kazanılmı
akıl)
denilmi tir; tecrübi
akıl ve dü ünce
(Ampirizm). Hz. Ali’ye nisbet edilen bir
izaha göre akıl matbu’ ve mesmû’ olmak
üzere
ikiye
ayrılır:
Matbu’
akıl
bulunmadı ı takdirde mesmû’ aklın
hiçbir faydası yoktur; tıpkı görmeyen göze
güne aydınlı ının fayda vermedi i gibi.
Akl-ı matbu’ Allah vergisidir; bununla
beraber her insanda aynı derecede
bulunmaz. Akl-ı mesmû’ ise insan
tarafından elde edilir.
Akl-ı meâd. Neticeye, ölüm ötesine
dönük akıl.
Kelam, Hz. Peygamberden «Akıllı,
nefsini kontrol altına alıp ölümünden
sonraki ebedi hayat için hazırlanan
kimsedir,»
mealinde
rivayet
edilen
hadisde bu akla i aret edilmektedir.
Gazali, insan için nihai hedef kabul etti i
bu aklı öyle anlatır: «Do u tan mevcud
olan akıl öyle bir noktaya varır ki, bütün
hadise ve varlıkların neticesini sezer,
a a ı zevklere götüren arzulara hakim
olur. te bu gücü elde eden kimseye
gerçek mânâda «akıllı» denilir. Çünkü
böylesi bütün davranı larını dünya
menfaat ve zevklerine göre de il, hâdise
ve e yanın neticelerine göre ayarlar. Bu
çe it akıl da sonradan elde edilen
(mesmû’) bir akıl olup insanı di er
hayvanlardan ayırır.»
Akl-ı Selim. Sa duyu.
Kelam.
Saptırılmamı ,
yaradılı ındaki dürüstlü ü koruyabilmi
akıl; hüküm ve kararlarında do ruyu
bulan
akıl,
sa duyu.
slâmiyetin
telakkisine göre bütün insanlar selim bir
yaradılı la (fıtrat-ı ilâhiyye) do arlar. Hz.
Peygamber’in, «Her çocuk, tabii fıtrat
( slâm yaratılı ı) üzere do ar...» diye
ba layan hadisleri de aynı konuyu teyid
eder. Nassların umumi ifadelerinden
çıkarılan neticeye göre, ilâhî ve islâmî
yaradılı ı
bozulmayan,
yani
selim
noktadan ayrılmayan insan aklı ve
vicdanı, iyilikle kötülü ün ayırdedili inde
önemli bir ölçüdür. Naslarda iyilik için
«ma’ruf», kötülük için de «münker»
kelimesi kullanılır. «Ma’ruf» akl-ı selim
tarafından
bilinen,
tanınan,
daha
do rusu yadırganmıyan; «münker» ise
tanınmayan, yadırganan demektir. Hz.
Peygamber’in u sözleri de selim yaradılı ı
bozulmayan
akıl ve vicdanın önemini
belirtin « nsanlar (di er bir rivayette
müftüler) sana fetva verse de sen kendi
23
kalbine danı .» ( )
iirin Bulutları Arkasında
airler zaman zaman yüceltmi
aklı, zaman zaman kötülemi . Her birinin
akıldan anladı ı ba ka. Senihi’ye göre Hz.
Peygamber, akl-ı küll ve ilm-i külldür:
Sana nisbetle kemine katra olmaz
ilm-i mahlukat
Ulumun bahr-i bi payânı sensin
Ya Resûlallah.
Nefi, akıldan daha çok akl-ı
anlamı olacak ki:
Tevfik
refik
olmayacak
yoktur.
maa ı
faide
Her kim burada akla uyarsa zarar
eyler.
demi . Ziya Pa a’ya sorarsanız:
drak-i meali bu küçük akla
gerekmez
Zira bu terazi o kadar sıkleti
çekmez.
Namık Kemal:
Görmedik
bir
tavr-ı
cümbü -i eflakten
Akla küll var ise kalmı
idrakten
hikmet
kuvve-i
diye dil uzatmı akla. Daha da ileri
vararak fesad-ı âlemin suçunu akla
yüklemi :
Alemin tavrında hiç asar-ı
hikmet kalmamı
Akl-ı faalin me er hükminde
kuvvet kalmamı .
yi ama aynı yıllarda bir ba ka ses
duyuyoruz. slâmi anlayı a daha yakın
bir ses:
Hak yol aramak vacibedir
akl-ı selime
Tevf ikini isterse Hûda
rahiber eyler
diyen inasi’nin sesi. En iyisi airleri bir
yana bırakıp ilim adamlarına dönelim,
önce bir müste riki dinletece iz: T. J. De
Boer.
slâm Ansiklopedisine göre
Akıl:
«Nus, ratio, intelectus, inteligentis.
Bir çok bakımlardan Yunani logos
doktrinine, yine bir çok bakımlardan
«christologie»deki logos’a benzeyen Yeni
Eflatuncu felsefede akıl, ilk bazen de
ikinci ayn-ı sabit’tir, ilk illet olan Allah
tan sudur eder. Yaratılan ilk ayn-ı sabit
olmak sıfatıyla, Allah’ın dünyadaki ilk
«mümessili» veya «resulü»dür. Akıl bu
Yeni-Eflatuncu mânâda hâdisde de
kar ımıza çıkar.
Akıl, hareketin sırf zihni, kevni
(kozmolojik) bir prensibi olmak üzere,
Aristo metafizi i ve
müfessirlerinin
«nus»una tekabül eder.
slâm me aileri, ulühiyeti akıl
tabiri ile ifade ederler; çünkü aklın
sıfatları, yani âkil ve makul, ilahi
cevherin vahdetine hiçbir halel getirmez.
Aklı, adedi ona varan «feleklerin ukul»u
takip eder: felek-i aksa, felek-i sevabit ve
yedi seyyare ve nihayet kürre-i arz (veya
felek-i
tahtelkamer).
Felek-i
tahtelkamerin de ruhuna daha dar bir
mânâda olmak üzere akl-ı faal (agens)
derler. Bazan «faal» sıfatı Allah’a yakın
olan melekler için kullanılır ve böylece
akl-ı faal Cebrail’in ismidir.
slâm
âlimleri,
akıl
bahsini
incelerken,
hareket
noktası olarak
Aristo’nun «De Anima»sı ile Afrodisias’lı
skender’e
ve
Fisagor’un
Terbi’ine
dayanır, insanın önce ilim, sonra da
amelinin inki af derecelerini sayar ve
izah ederler.
1) Akl-ı heyulani veya bilkuvve akıl
(insanın gerek mücerred olarak, gerek
bâlâdan —hususi maddi e yanın zatını—
idrak etmek istidat veya kabiliyeti).
2)
Akl
bilmeleke
(bilginin
unsurlarında veya prensiplerinde câri
olan akıl).
3) Akl bilfiil (faaliyeti anında be eri
akıl).
4) Akl-ı müstefad (be eri akıl,
suretler verici olan akl-ı faalin bir
mevhibe-i kemali olmak üzere bu ismi
alır).
nsanın
bir
iktisap
melekesi
oldu unu kabul edenlere göre de akl-ı
mükteseb vardır. Umumiyetle akl-ı ilmi
ile akl-ı ameli birbirinden ayrılır. Aklın
24
zıddı «his»tir. ( ).
F. Rahman bu malumata unları
eklemek
ihtiyacını
duymu .
«Mütekellimine
göre
akıl,
menba-ı
marifettir, bu vasfı ile nakl’in zıddıdır. Bu
mânâda fıtrat ve tabiat da kullanılır.
Demek ki akıl, vahyin dı ında, hakikatle
hatayı idrak eden tabiî bir vasıtadır
(böylece stoacıların logos’una tekabül
eder; Stoacılar, logos’u hayırla erri tefrik
etmelerine
yarayan
tabiî bir
nur
saymaktadırlar). Bütün insanların sahip
oldu u bu akla rey-i mü terek de denir
(Farabi).
Farabi
ile
bn
Sina’nın
«Cumhur’un görü ü» diye adlandırdıkları
nokta-i nazar da aklın bu manâsıyla
ilgilidir; cumhur’a göre akıl hayırlı bir
amele sevketmelidir insanı, öyle ki
fırtatça kötü olan insan ne kadar fatin
olursa olsun âkil bir insan de ildir;
burada akıl hizmet demektir.
Onlara göre akıl, ruhun dü ünen
veya bilen kısmıdır, bu sıfatla idrakin
zıddıdır. Ne var ki, bir çok yazarlarda
akıl, ruhun parçası olarak ele alınmaz;
ruh, zihnin daha a a ı melekeleriyle
sınırlandırılır; akıl ise, vücudun dı ında,
fesat kabul etmez bir cevher olup
mahiyetçe ruhtan farklıdır (Aristo’nun
psikolojisinde de kar ımıza çıkan bir
karı ıklık).
Umumiyetle akıl, nazari ve ameli
diye ikiye ayrılır. Nazarî akıl cevherleri
(quiddites) yahut küllileri (universels)
yakalar. Oysa ameli akıl gelecekteki
ameller
üzerinde
dü ünür,
i taha
melekesi vasıtasıyla vücudu iyiye sevk
eder.
nsanda nazarî aklın inki afı,
akidenin
en
çok
ve
en
geni
münaka alara yol açan kısmıdır. Aristo
«De Anima»nın kısa ve oldukça karanlık
bir bölümünde
öyle demi : « nsanda
potansiyel olan akıl, ezeli olarak faal
(agent) kalacak olan bir akılda tecelli
eder.
Fakat
aklın
bilkuvva
akla
(potansiel) etkisi, ı ı ın gözümüze yahut
sanatçının malzemesine olan etkisine
benzer.»
Afrodisias’lı
skender’e
göre
aklımız,
men einde,
saf
bir
potansialite’dir, fakat akıl yoluyla tecelli
eder, bu faal akıl Allah’dır. Tecelli eden
aklımız müessir de ilse intellectus in
habitu’dur, müessir olunca intellectus in
actu olur. Daha sonraki tefsirciler,
skender’in faal akılla Allah’ı aynı ey
saymasına itiraz ederler; faal akıl da
insan ruhunun bir cüzüdür onlara göre.
Müslüman filozoflar ise, akl-ı faal’i
müteferrik akılların en a a ısı telâkki
ederler; akl-ı faal, maddî nesneler için
ferdi kalıplar ve insan aklı için külli
kalıplar tasavvur eder; bunun için de
vâhib-il süver adını alır.
Farabi için tecellinin ilk safhası,
faal akıl yoluyla maddeden kalıpları
(suretleri) tecrit etmektir. kinci safha,
akl-ı faalin bu tecellisinden sonra (akl
bilfiil)
kendi
üzerine
dönmesi
ve
makaleleri idrak ederek akl-ı müstefad
(intellectu acquisitus veya adeptus)
olmasıyla gerçekle ir.
bn Sina için (E
ifa), potansiyel
akıl (akl bilkuvve yahut akl-ı heyulani)
aksiyomatik hakikatleri (bilmeleke akıl)
kavrayarak tecellisinin ilk safhasına
varır. kinci safha (bilfiil akıl) mahsusat-ı
ula
veya
beddahatlere
dayanarak,
mahsusat-ı
tâliye’yi
kavraymca
gerçekle ir. Son safha (akl-ı müstefad)
potansiel aklın bu mahsusatı gerçekten
tema a etti i ve faal akla mü abih hale
geldi i merhaledir.
Yeni-Eflatun felsefesinden ilham
alan
bn
Sina,
külli’nin
cüzi
fenomenlerden istintaç yoluyla elde
edilemeyece ini, ancak faal aklın bile
vasıta
hads
yoluyla
küllilere
varabilece ini
ileri
sürer.
nsan
tekâmülünün son safhası, akl-ı insanî,
faal akılla aynile ince gerçekle ir; bu da
Farabi ve bn Sina’ya göre ölümden
sonra kabildir; bn Rü d ise böyle bir
vahdetin dünyada mümkün oldu unu
kabul eder.
Yunan ve Araplara ait olan bu
akidenin belli ba lı güçlüklerinden biri
aklın ferdili idir; akıl vücuda ba lı de ildir
ve cihan ümuldur; aklın ferdili ini kabul
ederler ama dü üncenin süjesi de fert
olarak «ben»dir, fakat bilgi nazariyelerinin
temel prensibi obje ile süjenin ayniyeti
oldu undan, ferdi ben’in mahiyetini
belirlemezler. Bu güç lük bn Rü d’de
zirveye varır; bn Rü d bütün insanlık
için aklın tek oldu unu söyler ama
nazariyesi tefekkür fiilinin ferdili ini izah
etmez.
slâm filozofları birbirinden ayrı
akılları (ukul-u mufarika) kabul ederler,
her daha a a ı akıl daha yüksek bir
akıldan ne et eder. Cismanî olmayan bu
varlıklar, umumiyetle on tanedir, hepsi
de canlıdır, her biri kendi sahasını (felek)
halk ve idare eder, bu sahalar da hayatla
muttasıfdır.
Yunan
ve
hıristiyan
mütefekkirleri gibi slâm filozofları da
ukul-u
mufarikayı
bazı
meleklerle
aynile tirirler.
Ukul-u
mufarikanın
sonuncusu akl-ı faal olup, bir ismi de
Cebrail’dir. Cebrail tahtelkamer felek’i
25
yöneten akıldır.» ( )
Ça da Bir Arap Felsefecisinin
zahları:
Ansiklopedideki
bu
malumatı
anlamak için Orta-ça dünyasına hâkim
olan
felsefeleri
tanımak
lâzımdır.
Okuyucuya yardımcı olmak için Mısır
âlimlerinden Abdurrahman Bedevi’nin
«Histoire de Philosophie en slam» adlı
eserinin 2. cildinden akla ait (intellect)
bazı
parçalar
aktarmak
ihtiyacını
duyduk.
Bedevi, el-Kindi’ye ayrılan bölüme
öyle ba lıyor:
«Aristo’da,
orta-ça
hıristiyan
yazarlarının da, Müslüman yazarlarının
da üzerinde durdu u bir cümle var.
Çünkü üstadın spiritualist temayüllerini
bulduklarını sanmı lar o cümlede. «Akıl,
bazan dü ünür, bazan dü ünmez demek
caiz de ildir. Zira akıl vücuttan ayrılınca
esas mahiyetini kaybeder. Ölümsüz ve
ebedi olan yalnız ya ayan akıldır.» (de
Anima).
lk akirdler, bu beyanı spiritualist
yönde
anlamamı lar.
Afrodisias’lı
skender, Üstadın bu görü üne büyük bir
ilgi duymu ve konuyu iki eserde ele
almı tır: Ruh ve Akıl skender’e göre üç
çe it akıl vardır: 1) lik akıl, 2) ntellect
Habitus, 3) Faal Akıl.
lik akıl (Hylique) maddeye benzer.
Muayyen de ildir fakat tâyin edilebilir.
Aristo’daki bil kuvve akıl. ekilsizdir, her
ekli alabilir, ölümsüz de de ildir.
skender için ölümsüz olan akıl, yalnız
akl-ı faal (intellectus Adeptus’du r ). lik
akıl, her insanda vardır ve insana
mahsustur. Akl-ı faal ise insanın
vasıflarından de ildir. nsanın dı ındadır,
yine de insanı etkiler. lik akıl, insan
ya adıkça ya ar. Vücuda ait bir suret
olup onunla beraber yok olur. ntellect
hâbitus’a gelince Aristo bundan söz
etmez. lik aklın hususi bir halidir. lk
prensipler veya bn Sina’nın deyi iyle ilk
kavramlar
onda
meknus’dur.
Hükümlerimizin
temeli
de
bu
prensiplerdir. Demek ki ilik akıl sadece
bir potansialite olarak kalmaz bir rüsuh
elde ederek idrak kabiliyetine yükselir.
Üç akıl arasında en üstünü akl-ı faaldir.
drâkler âlemini aydınlatan bu akıldır. lik
akıl onun sayesinde kuvveden akla geçer.
Akl-ı faal e yanın maddi örtüsünü
kaldırarak onları anla ılır hale getirir. lik
akla münfail akıl da denir. lik akıl, ilk
kavramları akl-ı faal sayesinde idrak
eder. Faal akla intellect adeptus da
denir. Çünkü dı ardan bize etki yapar.
lik aklın nihaî
ekli olan intellect
adeptus, ya akl-ı faal’e do rudan do ruya
ili kilidir yahut ta akl-ı faalin kendisidir.
Bedevi, Farabi bahsinde de öyle
diyor: Farabi aklı dörde ayırır: 1) ilik akıl,
2) bilfiil akıl, 3) adeptus akıl, 4) akl-ı faal.
skender’e göre akl-ı faal’in mertebesi çok
yücedir. Hattâ Cenab-ı Hakkın kendisidir
bu akıl, ölümsüzdür, yokolmaz ve
ebedidir.
skender’in akıl hakkındaki
eseri Arapçaya çevrilmi , XVI. asırda da
Arapçadan
Latinceye
aktarılıp
yayımlanmı .
Filozof El.Kindi’nin de «fil akl» isimli
bir risalesi var. Ayasofya kütüphanesinde
bulunan tek sayfalık bir risale. Bu
risalede en muteber Yunanca kaynakları
hülasa
etmek
istemi .
El
Kindi
Afrodisias’lı skender’in adını anmaz.
slâm filozofları, intellect adeptus
yerine akl-ı müstefad veya el müstefad
min hariç tabirini kullanırlar. El Kindi’ye
göre akıl dörttür. 1) akl-ı bilfiil, 2) akl-ı bil
kuv veden fiile geçen akıl, 4) beyanı akıl
(intellect demostra tif). Akl-ı beyâniyi bazı
yazarlar yanlı okumu ve akl-ı sani diye
bir tabir çıkmı ortaya.
Farabi’ye geçelim:
Farabi, akla ayırdı ı bir eserinde
aklın altı mânâsını sergiler. 1) Zekâ, 2)
mütekelliminin anladı ı akıl, 3) tabii nur,
ilk prensipleri idrâk ettiren güç, 4) Ahlâki
basiret, onun sayesinde iyiyi kötüden
ayırırız, 5) Aristo’nun sözünü etti i dört
akıl: a) bil kuvve akıl, b) bil fiil akıl, c) aklı müstefad, d) akl-ı faal, 6) her çe it
bilginin kayna ı olan Cenab-ı Hak.
Farabi’nin verdi i bu altı mânâ
birbirine yakın olmakla beraber birbirinin
aynı de ildir. lk mânâda akıl: akl-ı selim
(sa duyu). Dördüncü mânâdaki akıl
insanın ahsi tecrübesine dayanır. Bu
vasıf ömür boyunca kazanılır, akl-ı
selimin hikmetinden daha incedir. kinci
ve üçüncü mânâda birbirinden farklıdır.
Üçüncü mânâ vahiy ve mistik sezi iken,
ikinci mânâ ile Farabi mütekelimin aklını
kastedir.
Aristo’nun da Anima’smda geçen
aklı Farabi öyle anlatır: Bi ful akıl, bir
ruh veya ruhun bir kısmı veya ruhun
melekelerinden biri. Bununla e yanın
özünü (mahiyetini) ve suretlerini tecrid
26
ederiz.» ( ).
Intellect ve smail Fenni’de
Akl:
ntellect lafzı Orta-ça da bütün
mânâlarıyla «nus» kelimesini kar ılıyordu.
Nus, Ratio’dan ayn bir mefhumdu, ratio
bir istidlal melekesi idi, oysa intellect lafzı
daha metafizik, daha «gnoseologique»
(tasavvuf!) bir mânâ ile yüklüdür: üstün
bir
idrak
melekesi.
Bu
itibarla
hassasiyetten de hads’dan da ba kadır.
Artık
kullanılmaz
olmu tur,
yalnız
«intellect actif», «intellect agent» gibi tarihi
bir takım tabirlerde ya amaktadır.»
(Lalande).
smail Fenni, intellect’i akılla
kar ılıyor. Akıl ise «hüküm vermek,
istidlal etmek, muvafakat ve telazum
nisbet ierini idrak etmek kuvvetidir»
dedikten sonra aklı kısımlara ayırıyor: 1)
Akl-ı bilfiil, akl-ı faal (intellect agent, actif,
en
acte).
Aristo’ya
göre
duyular
yardımıyla edinilen bilgileri tanzim ve
tertip etmesi, hüküm vermesi, temyiz ve
istintaç ve ilmi bina ve in a etmesi
sıfatıyla akıl, 2) Akl-ı münfail (patient,
possible,
passif)
bilgileri
duyular
yardımıyla elde eden akıl, 3) Akl-ı
heyulanı (hylique, materiel), 4) Akl-ı küllî
27
(üniversel, divin).»( )
M.
Zeki
Pakalın
da
slâm
âlimlerinde
aklın
çe itli
tariflerini
sergiliyor: «Zatında maddeden mücerred,
fiilinde maddeye mukarin bir cevher.
Akıl, nefs-i natıka’dan ibaret olup, her
fert onu «ben» demekle i aret eder.
Bir kavle göre akıl, Cenab-ı Hakkın
beden-i insaniye müteallik halk etti i bir
cevher-i ruhanidir. Di er kavle göre akıl,
kalpte hak ile batılı tefrik eden bir
nurdur. Di er kavle göre, beden-i
insaniye taallükat-ü tedbir ve tasarrufla
müteallik ve maddeden mücerred bir
cevherdir. Di er kavle göre akıl, nefs-i
natıkanın bir kuvvetidir. akıl ba kadır,
nefs-i natıka ba ka. Çünkü kuvvet, zi
kuvvete nispetle bir emr-i mugayyirdir.
Akıl, kesici elindeki bıçak gibi bir âletten
ibarettir. Bir kavle göre akıl, nefis, zihin
aynı ey olup, idrak itibariyle akıl,
tasarruf itibariyle nefis ve istidat
28
itibariyle zihin tesmiye olunmu tur.» ( ).
IV — SLÂM YAZARLARINDA
AKIL
bn Haldun’a göre akıl:
slâm dü üncesinin en rasyonalist
temsilcisi bn Haldun, aklı çok defa
«raison»,
bazen de «intelligence» ve
«intellect» kar ılı ı olarak kullanılır.
«Sofiye
müritleri
arasında
budalalar ve ahmaklar da vardır, bunlar
akıllı ki ilerden çok delilere benzerler.
Fakihler için sorumsuzdurlar ama,
velilerin hallerini de gösterir gaipten
haber verirler. Meczuplar deli de ildir,
yani nefs-i natıkaları bozulmamı tır,
yalnız akılları da yoktur, oysa hukuki
mükellefiyetin temeli akıldır. nsanlar,
lüzumlu bilgileri akıl yoluyla kazanır,
geçimlerini (maa ) akıl yoluyla sa larlar.
Meczup, geçimini sa ladı ına, evinin
yolunu bildi ine göre hukuken sorumlu
olması lâzımdır. Ahirete hazırlanmak
mükellefiyetlerden kurtulmak için bir
vesile olamaz. Meczuplar boyuna ibadet
ve zikirle u ra ırlar ama eriatın her
kuralına uymazlar. Mecnunların ise ne
ibadetten haberleri vardır, ne zikirden.
Meczuplar
do u tan
meczupturlar,
memnunlar belli bir rahatsızlık yüzünden
29
akıllarını kaybederler.» ( )
« nsan, dü üncesi oldu u için
e ref-i
mahlûktur.
nsan,
dü ünce
sayesinde öteki insanlarla birle erek
hayatını kazanır ve Allaha yönelir, ona
ibadet
eder,
vahye
kulak
verir.
Hayvanları iradesine rameder.
nsanın imtiyazı, idrak ile uur.
Hayvanlar duyu organlarıyla dı dünyayı
farkederler. nsan, tefekkür sayesinde,
kendi dı ındaki dünyayı idrak eder;
dü ünce, duyular ötesi bir melekedir,
merkezi: beyin.
Onun
sayesinde
nesnelerin
suretlerini kavrar ve bu suretlerden yeni
bilgiler elde ederiz. Tefekkür, bu his-dı ı
suretlerin tasarrufu ve ruhun, tahlil ve
terkip
yoluyla,
suretler
arasında
cevelanıdır.
Kur’an-ı Kerim’de geçen «efide»
(fuad’ın
cem’i:
kalb)
dü ünce
mânâsındadır. (Gazali’ye göre de, «fuad,
marifetullah’ın merkezi olan ruh olup etle
kanla hiçbir ilgisi yoktur.»)
Aklın bir çok mertebeleri var. önce
dı dünyanın idraki: taakkul. Taakkul
demek tasavvur demektir, buna akl-ı
temyizi de derler. nsan bu meleke ile
faydalıyı zararlıdan ayırır.
Aklın ikinci mertebesi, daha çok
ya anmı
tecrübelerle
do rulanan
«tasdik»lerden ibarettir: tecrûbi akıl;
insana
hem,
cinsleriyle
münasebetlerinde
gereken
reyleri
(opinions) ve edepleri (manieres) sa lar.
Aklın üçüncü mertebesi nazarî
akıl, duyu ötesi varlıklar hakkında gerçek
(ilim) veya farazi (zan) bilgilerimizin
kayna ı.
Bu
hem
bir
tasavvur
melekesidir,
hem
de
bir
takdir
melekesidir. Kazandı ı bilgileri ba ka
bilgilerle meczederek yeni bilgiler elde
eder ve sonunda tasavvuru vücuda varır,
nevileri, farkları, illetleri, vesileleriyle
tasavvur-u vücud. Ba ka bir deyi le
hakayık-ı e yayı ve fusulu, ilel ve eshabı
ile nefsülemir’de oldu u gibi tasavvur.
(Bu mertebede kuvvet-i fikriye kemal
bulup aklı mahz ve nefs-i müdrike olur ki
hakikât-i insaniyenin mânâsı dahi budur)
(Cevdet Pa a Tercümesi). Akıl böylece
gerçek kemalini tamamlar ve akl-ı mahz
olur: nefs-i müdrike. Nefs-i müdrike de
30
hakikat-ı insaniyedir.» ( )
Elmalı Hamdi’ye göre akıl:
Aksekili Hamdi (Elmalı) «Hak Dini
Kur’an Dili» adlı tefsirinde u izahatı
veriyor:
«Madeni, kalb ve ruhda; ua-ı
dima da bulunan nur-ı manevidir ki
insan bununla mahsus olmayan eyleri
idrak
eder.
Akletmek,
esbâb
ile
müsebbebat, eser ile müessir arasındaki
alâkayı yani illiyet kanununu. drak
ederek,
eserden
müessire
veya
müessirden esere veyahut iki eserin
birinden di erine intikal eylemektir ki,
mantık denilen bu intikal sayesinde, bir
eser-i mahsustan (effet sensible), gayr-ı
mahsus olan müessiri idrak etmek kabil
olur. Bu idrak vasıtasının adı akıldır.
Bu intikalin üç nevi vardır:
1. Cüzziden cüzziye, ferdden ferde
intikal, yani temsil veya kıyas-ı fıkhı.
2. Cüzziden külliye intikal yani
istikra (induction). Külli kaziyelerin ve
kavaid-i fünunun ekserisi, belki hepsi, bu
yoldan ke fedilmi tir.
3. Külliden cüzziye geçi tir ki buna
da istintaç (deduction) denilmi tir, kiyas-ı
mantıki veya sadece kıyas da denir.
Akıl, bütün ilim ve fenlerin medarı
olan illiyet kanununa dayanarak Allanın
varlı ını ke feder.
Aklın seyri iki nevidir.
1. A ır, tedrici ve zamanı olan
teemmüli seyir: fikir.
2. Bir lahzada, bir hamlede
matluba eri ecek derecede seri olan âni
seyir: hads (intution). Hads da iki
kısımdır.
a) Tahsil, terbiye, tecrübe ve
mümareseden do an itiyad melekesi,
sonradan kazanılmı tır, buna aklı mesmu
da denir.
b) Do u tan gelen, Allah vergisi bir
meleke: kuvve-i kutsiye, akl-ı matbu veya
ganzî. En yüksek mertebesine akl-ı evvel
denir. Bu akl-ı evvel, kelam-ı ilâhî ve nuru Muhammedîdir. Akıllar derece derece
31
ama hepsi için yol birdir: tarik-i hak.» ( )
Said Nursi’ye göre akıl:
imdi de bir ba ka slâm âliminin
akıl konusundaki davranı ını tespit
edelim. Said Nursi akla kar ı oldukça
insafsızdır. Ona göre, rakiyun’un «akl-ı
evvel» inancı irk’e açılan bir yol. Bu
dü ünceye göre «akl-ı evvel Allanın
mahluku olup ve bundan kinci akıl,
kinciden üçüncü akıl... ve böylece ukulü a are dedikleri birbirinden türeyen on
akıl varlı ı tevehhüm edilerek dalalete
gidilmi tir. Eski felsefenin bir düstur-u
itikadiyesinden olan «birden sudur eder»
yani «bir zattan, bizzat bir tek sudur
edebilir, sair eyler vasıtalar vasıtası le
ondan sudur eder» diye Kadir-i Mutlak’ı
âciz ve vesaite muhtaç göstererek...
Halik-i Zül Celâle akl-ı evvel
namında bir mahluku ortak yapmı ve
«adeta sair mülkünü esbaba ve vesaite
taksim etmi lerdi: irk-i azim.»
«Hükemanın yüksek kısmı olan
rakiyun böyle halt etseler, maddiyun,
tabiiyun gibi a a ı kısımları ne halt etsin?
Me aaiyun da melaikeye ukul-u a ere ve
erbab-ül enva ismini vermi .»
«Mutezile imamları, aklı bakim
ittihaz ettiklerinden ancak fâsık ve
mübtedi
bir
mümin
derecesine
çıkabilmi ti.» Sünneti terk edip akla
ba lananlar «uzun bir minare le semaya
çıkmak hamakatinde bulunan firavun
32
gibi firavun olur.» ( )
Bir
kelimeyle
ilahi
nur’la
aydınlanmayan akıl küstah, hodbin ve
zavallıdır, mahiyetti e yayı idrak edemez.
Tasavvufa göre akılı
Tasavvuf da aklın üç mertebesi
vardır. lk basamak: aklı maa (aklı cüz)
ancak görülen alemi (âlem-i ehadet)
kavrayabilir. kinci basamak: akl-ı maad,
irfalna terbiye edilmi akıldır ki âlem-i
ehadetin ötesini görebilir. Üçüncü
basamak: akl-ı küll-peygamberlerin ve
velilerin aklı. Bunlar ahadet, misal,
ruhlar âlemi, âyan-ı sabitiyi a mı ,
vahdete
ula mı lardır.
Allah
bütün
e yadan önce akl-ı kül’ü yaratmı tır. lk
tecellisi akl-ı evvel, buna ayrıca cevher-i
evvel, ruh-ı izafi, nur-ı Muhammedi, ilahî
a k da denilir.
Akla külden nefs-i kül meydana
gelmi , bu ikisinden dokuz kat gök (felek)
do mu tur, bu dokuz gök ile akl-ı kül’ün
toplamından on akıl, ukul-u a are
meydana gelmi tir. Allah akla üç marifet
vermi tir: marifet-i hak, marifeti nefs, ve
marifeti ihtiyaç. Marifet-i hak’dan akl-ı
beyâni; marifet-i nefs’den nefs-i kül ne et
etmi tir. Kâinatın akli: akl-ı beyâni, Nefsi:
nefs-i kül’dür. Mutlak hakikat olan
Allah’a varmak için akıl ve a k iki ayrı
yoldur. Birincisi medresenin (ulemanın),
ikincisi
tarikatın
(mutasavvufların)
yoludur. Mutasavvuflara göre, akıl gönlü
a ktan ayırmak ister, gönül ise aklı
bırakıp a ka uy, der. A ık olan aklı
dinlemez.
Marifetname’de akıl:
Marifetname’de
unları okuruz:
«Ehlullah demi lerdir ki: akıl sadık bir
dosttur, her eyden ibret alır. Olgun
insanın aklı çok, konu ması azdır. Allah,
sevdi ine temiz kalb, iyi ahlâk, do ru akıl
ihsan
eder.
Akıl,
Allah’ın
hitab
vasıtasıdır.
Dünya
ve
ahiret
mutlulu unun sermayesi fıtrî bir nurdur
ki, hikmet nurlarını aldıkça ı ı ı artar...
Akıl, insanî ruhtur ve hayvani ruhun
binicisidir. Hayvani ruhsa.
ehvanî
nefistir ve bedenin binicisidir. Akıl ve
kalb, melekût ve sema, gök âlemine
mensuptur, nurlu ve yüksektir. Beden ve
nefis yer âlemine mensuptur, karanlık ve
alçaktır. Akıl yaratıcısının kulu, güzel
ahlâkın sultanıdır. Akıl kalpte nurlu bir
gözdür. Akıl, Allah’dan gelmi tir. Bütün
i lerin düzeni ona ba lıdır... Akıl, hak ile
bâtılı, do ru ile yanlı ı ayıran, gönlü
parlatan bir nurdur.
Hazret-i Peygamber buyurmu tur:
Allah âlemden evvel aklı yarattı. Akıl,
insan ruhunun ba langıcı, irfan eh-linin
kalplerinin hayatıdır.
nsan onunla
Allah’ını bilir ve bunun için kâinat
insanın emrindedir. Bu küllî akıl ki izafî
ruhtur, nur-ı Muhammedi ve a k-ı.
ilâhîdir. Kalble akıl aynı eydir. Kalb bir
et parçasıdır, fakat içi ilahîdir. Allah ’ı
bilme ve sevme makamıdır... rfan ehlinin
kalbi, Allah’ın feyiz ve kereminin ye erip
geli ti i bir bahçedir... Allah’ın cemalini
gören kalb, onun nuru, sevinç ve a kıyla
dolar. Zaman ve mekândan çıkar, gerçek
makama
yükselir.
Peygamberler
meclisine girer, ebedî huzur ve mutlulu a
eri ir.
... lahî a k, insan aklından erefli
ve üstündür.» Bu itibarladır ki aklı temsil
eden
«âkil»,
â ıklara
kıyasla
çok
de ersizdir. Demek ki tasavvufa göre
akılla a k birbirine aykırı iki mefhum.
 ık âkil olamayaca ı gibi, âkil de â ık
olamaz. A kın güne i kalbe do unca, akıl
bir gölge gibi kaybolur gider... Âkil
dünyanın kazancıyla u ra ır. Â ık gizli
sırların meftunudur... nsan aklı ruh
gözünün perdesidir... nsan aklı, güne
ı ı ıyla can ve gönül arasında siyah bir
bulut olmu tur. Akıl engeli ortadan
kalkmadıkça
mutlak
hakikat
ayan
33
olmaz.» ( ).
Envar-ül Kulüb’de akıl:
«Envar—ül-Kulüb»
yazarı
da
Erzurumludan iki asır sonra, a a ı
yukarı aynı hakikatleri tekrarlıyor:
«Cebrail
Aleyhisselâm,
Adem
Aleyhisselâma üç nur getirdi ve «Ya
Adem, dedi, bu üç nurdan birisi akıl,
di eri iman, ve üçüncüsü de hayadır. Bu
üç nurdan birisini seç ve al. Hz. Âdem bu
üç nurdan akıl cevherini aldı, iman ve
haya nurlarına da «ben aklı seçtim, sizler
gidiniz» dedi. man, Allah celle celaluhu,
bana, akıl nerede bulunursa benim de
orada
bulunmamı
ferman
eyledi.
Mademki Âdem aleyhisselam aklı seçip
aldı, ben iman olarak ondan ayrılmam,
aklın
bulundu u
yerde
ben
de
bulunurum. Haya nuru da söz alıp dedi
ki: «Bana da imanın bulundu u yerde
olmam
irade
buyruldu.
Sen
akıl
nurundan ayrılmayaca ın gibi ben de
haya nuru olarak, iman nurundan
ayrılmam.
u halde akıl kimde ise iman da
oradadır. Bu itibarla her üç nur da Âdem
aleyhisselamde cemolup biraraya gelmi
ve birbirinden ayrılmamı lardır. Bana
diyebilirsin ki « yi ama canım, bunca akıllı
kâfirler var, iman ve haya onlarda neden
cemolmıyorlar?
Ben
de
derim
ki
«Onlarınki tevfiksiz akıldır.» Bu bakımdan
ona akıl dahi denemez. Fânili ini
dü ünmeden bakiye asi olan insana akıllı
denebilir mi? «Tevfik’den mahrum kalan
akıl, akıl de ildir.» Daha do rusu sadece
«akl-ı maa »dır, yani yalnız dünya dirlik
ve düzenli ini dü ünür, öteki akıl ise «akl34
ı mead» denen gerçek akıldır.» ( ).
UZUN SÖZÜN KISASI:
Bu
çalı ma,
yayımlanması
tasarlanan bir slâm Ansiklopedisi için
hazırlanmı tı. Yani süz konusu olan bir
ansiklopedi maddesiydi. Bu itibarla,
1 — Mevcut ansiklopedi ve
kamusların hepsini taradık,
2 — Belliba lı slâm yazarlarına
ba vurduk.
Bir ansiklopedi maddesinde
yazarın edebi üslûbu aranmaz. Onun
içindir ki sadık nakiller ve tercümeler
yapmak, la yetindik. Konu son derece
girift ve çapra ık oldu undan tam bir
aydınlık getirmek mümkün olamadı.
Yarınki ara tırıcılar için mütevazi bir
karalama sunabildikse ne mutlu bize.
BATIDA VE DO UDA
HERMET K DÜ ÜNCE
I — HERMET K K TAPLAR
Hermetizm, dü ünce tarihinin en
karanlık kelimelerinden biri. Hermetizm,
zamanımızda simya demek. Ne var ki
orta-ça boyunca Hermetik Kitaplar veya
Hermes’in Kitapları adı ile tanınmı bir
külliyat var. Voltaire, Hermes ’e atfedilen
bu külliyattan öyle söz eder: «Bu eski
kitap pek ciddiye alınmıyor. Belki de
yerinde bir üphe. Filozoflara sorarsanız
yüce bir lâf ebeli i kar ısındayız. Bununla
beraber bu teolojik kaosun içinde insan
zekâsına teslim bayra ı çektirecek ne
hikmetler var. özelli i bilgelik, kudret ve
iyilik olan Tanrı, âlemleri dü üncesi ve
kelâmı ile yaratmı . I ık, Tanrının hem
eseriymi
hem de özü. Muhayyileyi
kama tıran bir sürü imaj.
urasını
bilemiyoruz yalnız: ne kadar ünlü ise o
kadar da az okunan bu kitabı bir Yunanlı
35
mı yazmı , yoksa bir Mısırlı mı?» ( ).
Bilemedi imiz bir bu olsa... Ne zaman
kaleme alınmı , nerede kaleme alınmı ?
Bu sorulara cevap veren de yok.
Yunanlıların
Hermes’i,
Latinlerin
Merkür’ü, Mısır’ın Tot’u birbirine çok
benzeyen üç tanrı. lk iki tanrı, Batı
mitolojisinde, ilmi ve güzel sanatları
temsil eder. Kavimlere ilahi dü üncenin
sırlarını onlar açıklamı . Ama Yunanlılara
sorarsanız, ne bir din kurmu lar, ne bir
felsefe. Tot’un durumu ba ka. Mısırlılara
göre Tot, mukaddes mezhebi yorumlayan
36.000 kitap yazmı . Belli ki bu rivayeti
tekrarlayanlar
—hatır
için
veya
bilgisizliklerinden— Mısır mabetlerinde
bulunan bir çe it ansiklopedinin muhtelif
nüshalarını Hermes’in 202 ayrı ayrı
eserleri
saymı lar, skenderiyeli
Clement’a göre bu ansiklopedi, Hermes’e
atfedilen 42 kitaptan ibaret. 36’sı Mısır
felsefesinin bütününü içerir, öteki 6 kitap
tıbba, insan vücuduna, hastalıklara,
âlet, edevat, ilâçlara, göz hastalıklarına,
kadın hastalıklarına aittir. Mısırlıların Tot
veya Hermes diye andıkları bu ki i ne
zaman ya amı ? Belli bir eceresi var mı?
Bilmiyoruz...
Bugün
Hermes
Ansiklopedisinin artıkları diye ele alınan
kitapların konusu kehanetler, ilm-i
nücum, tıp, kimya, tabii ilimler ve
felsefedir.
kinci asırdan bu yana
Hermes’in Kitapları diye tanınmı hepsi
de. Calinos, daha o zamanlar, bu iddiayı
mevsuk bulmamı . Modern bilginler de
onun bu görü üne katılmı lar. Demek ki
Hermes’e atfedilen külliyatın Hermes’le
ilgisi yok; Bununla beraber külliyatın
felsefi
kısmı
üzerinde
tartı malar
sürmektedir. Zamanımızda hâlâ eski
Mısır felsefesinin âbideleri olarak takdim
edilen bazı parçalar, meselâ Kemander
ve 20 Yunanca parça, Eskülab’ın
konu ması Yunan kaynaklıdır. Ama
bunlar Menfis mabedlerinde de do mu
olabilirler. Solon, Fisagor, Eflatun ve
daha birçokları Mısır felsefesinden bazı
eyler almak için buralara gelmi
olabilirler. yi ama bütün o hâkimlerin
Hermes’ten söz etmeyi leri tuhaf de il
mi? Hermes’in Kitaplarından ilk söz eden
Yunanlı Plutarque olmu . Plutarqu’dan
sonra uzun bir sessizlik... Kilise babaları
paganizmin ötesinde paganizmden çok
daha saf bir hakikat oldu unu, bu
hakikatin da daha Önceki vahiylere
dayandı ını
hıristiyanlı ın
bütün
otoritesinin bu vahiylerden geldi ini
göstermek
arzusuyla
Hermes’in
eserlerine
sarılmı lar.
Batlamyus
devrinden bu yana Yunanla Yahudi dini
arasındaki ihtilâflar yüzünden nice
uydurma metinler yayımlanmı ; eski
Fisagorcular, ilk havarilerden bazıları,
mevcudiyetinden haberdar olmadıkları
bazı kitapların yazarları gibi gösterilmi .
Yayınlara veya Eflatuncularda
buldu u
da ınık
bazı
parçalara
dayanarak
Hermetik
felsefenin
bakiyelerini bir araya getiren ilk yazar
Marsile Ficin. 1471 de Latince bir
tercüme yayımlamı . Kilise babaları mal
bulmu
ma ribi
gibi
sarılmı
bu
metinlere. sa’nın yerine Tot geçmi .
Mısır’a göre birçok Hermes’ler var. Hepsi
de aynı tanrının çe itli tecellileri. Hepsi de
bir çok vahiylere mazhar olmu . Bu
vahiyler Mısır’dan -Yunanistan’a nasıl
geçmi ? Bilmiyoruz. Fîsagor’la Eflatun bir
çok fikirleri Hermes’den gelmi . Ama
bugün elimizde bulunan Fisagor’a ait
metinlerin Mısır dilinde yazılmı oldu u
ispat edilememi tir. Kitabın dili ne
Eflatun’un ne Aristo’nun dili; Porfir ve
Animonius mktebinin damgasını ta ıyor
ifade. Bir kelime ile Batı irfanı bir Mısır
Hermes’inin mevcudiyetini kabul etmekle
beraber, elimizdeki metinlerin bütün
olarak bu Hermes’e at olmadı ını ileri
36
sürmektedir.» ( ).
Egger’in imzasını ta ıyan bu çok
âlimce makaleyi Larousse
öyle bir
hükümle hülâsa ediyor: «Hermes’in
Kitapları yeni-eflatuncular tarafından
yazılmı iddiasını kabul etsek de u
gerçe i unutmamalıyız: Hermes’in kitabı,
eski Mısır gelene ini biraz de i tirerek
devam ettirmektedir. Tek tanrıcı bir
gelenek bu. Yüksek düzeyde bir felsefe.
üphe yok ki büyük Fisagor mektebine ve
bu kanalla Eflatun’a ilham verecek bu
gelenek. Hermes’in en güzel parçaları
yeraltı mezarlı ında ahidi oldu umuz
dinlerdeki dualara çok benziyor. «Selam
sana, tek ve büyük Tanrı. Sınırı olmayan,
ruh-u âlem, boyuna genç olan kadim
37
ça ların ezeli seyyahı!» ( ).
Avrupa’nın büyük kamuslarından,
mitoloji
kitaplarından
derledi imiz
bilgilerin hülasası bu... imdi de XX,
asrın en ünlü iki felsefe sözlü ünü
konu turalım.
Lalande, felsefe sözlü ünün son
baskısında u izahatı veriyor:
«Hermetizm. (A) Hermetizm veya
Hermetik felsefe, «Üç defa büyük Toth’un
kitapları» adı ile bilinen, Mısır’da yazılmı
bir eserdeki doktrinler bütününe verilen
ad. Bu doktrinler, tarihi de, men ei de
kesin
olarak
bilinmeyen
Yunanca
metinler aracılı ı ile Avrupa’ya yayılmı .
lk defa 1471’de Latince tercümeleri
basılmı .
Sonra
Yunanca
metinler
1554’de Paris’de basılmı .
(B) Simya ilmi. Yunan simyacıları
Hermes’in akirdi olduklarını ileri sürer
ve onu ilimlerinin kurucusu sayarlarmı .»
38
( ).
Foulquié’nin felsefe lûgatında da
unları okuyoruz:
«Hermetik. Hermes, Mısırlıların
kendi tanrıları Tot’la aynı saydıkları
Yunan tanrısı. Yeni-eflâtuncular, bu
tanrıya «Üç defa büyük Hermes» adını
verdiler. III. ve IV. asırlarda bu isim
altında bir çok felsefî ve mistik eser
yayımlandı. Simyacılar, Hermes’e simya
ilminin kurucusu gözü ile bakarlar.
(A) Simya ile ilgili. Hafi. Esrarengiz.
(B) Benzetme yolu ile, sımsıkı
kapanmı . Kabın kenarlarını eriterek
kapakla kayna tırmayı Hermes icad
etmi . Böylece hermetik sıfatı, nüfuz
edilmez, karanlık anlamını kazanmı .
Hermetizm. (A) Mısır’da zuhur
eden ve «Üç defa büyük Hermes»e
atfedilen kitaplara dayanan payyen gnoz.
(marifet).
(B) çinden çıkılması çok güç olan
39
her türlü doktrin ( ).
Hermetik dü üncenin Batıdaki ve
Mısır’daki serüvenine bir gözattık. Bizi bu
mevhum tanrıyla u ra tıran, îhvan-ı Safa
Risalelerinde sık sık boy göstermesi.
iili i, smailili i ve çe itli mezhepleri
lâyikiyle anlamak için Hermes’i tanımak
zorundayız. Hermes olmadan ne Sabii’leri
anlamak kabil, ne Cabir külliyatını. Bu
konuların en yetkili ara tırıcısı Henri
Corbin. A a ıdaki sayfaları bu zatın
« slâm Felsefesi Tarihi» adlı kitabından
aktarıyoruz.
Hermetizm,
Corbin’in
kitabında büyük yer tutuyor. Yazar,
slâm dünyasındaki tercüme faaliyetlerini
anlattıktan sonra Hermetizm’e geçiyor.
Câbir külliyatıyla hvan-ı Safa Risaleleri
aynı bölümde anlatılmı . Okuyalım:
«Harran’daki Sabiiler, cedlerini
Hermes’e ve Agathogaimon’a kadar
çıkarırlar. En ünlü bilginleri, Sabit bin
Kurra (ölümü 901) süryanice «Hermes’in
Kurumları» adlı bir kitap yazmı ve onu
Arapçaya çevirmi .
Maniheen’lere
göre,
Hermes,
Mani’den
önce
gelen
be
büyük
peygamberden biriydi. Hermes, mani
profetolojisi’den s ami profetoloji’ye geçti:
dris’le ve Henok (Ohnok)’la aynile tirildi.
«Hermetizme gönül veren» ilk
müslümanlar, iî idiler. Filhakika
iî
profetolojisi Hermes’in mensub oldu u
nebiler
kategorisini
kendili inden
benimsemi ti. Hermes insanlara belli bir
eri’at getiren kanun vazıı bir peygamber
de ildir. Peygamberlerin Prehistoire’ında
mertebesi, Nebiliktir. lk yerle ik siteleri
nizama
kavu turmak
ve
insanlara
hirfetleri ö retmek için yollanılmı tı.
Ayrıca iî gnozu slâm öncesi Nebilerin,
(Hermes gibi) mamların ve kanun vazıı
peygamberler devresinden sonra gelen
Evliyaların bilgisini de hak sayar. Onlar
da ilham-ı ilahî’ye mazhar ki ilerdir. Bu
ilham kanun vazıı peygamberlerinkinden
daha da üstündür. Filhakika hermetik
felsefe kendini hikmet-i ledünniye (ilham
mahsulü bir hikmet,) yani profetik bir
felsefe olarak adlandırır.
Oysa, Sünnîler ( ehrestâni’nin de
belirtti i gibi) Sabiîlerin hermetizm’ini
slâmiyetle uzla mayan bir mezhep olarak
suçlarlar. Çünkü erî’at vazıı resullerin
lüzumuna inanmaz. Ruhun miracı için
resul’e ilahî vahyi getiren bir Melek’in
dünyaya ini ine ihtiyaç yoktur. Mesele, iî
profetolojisi ve gnesolojisi çerçevesi içinde
ele alınırsa, kesin bir çeli ki kalmaz
ortada. Neticeler çok uza a götürür.
Aristo’nun
silojistik
ve
metafizik!
slâmiyete girmeden önce, hermetizm
slâmiyete iîlik kapısından sokulmu sa
bunun
neden
ve
niçini
açıkça
görülmektedir. Olay aynı zamanda iî
davranı ın gerekçelerini ve îslâmiyette
felsefenin istikbali bakımından arzedece i
neticeleri de aydınlatmaktadır. Sünniler
gerek iî tutumu, gerekse smâilî ve
«hermetist» davranı ı Resul’e yüzde yüz
aykırı ve eriatı yıkıcı olarak mahkûm
ederler.
O devrin «kalburüstü» ki ilerinden
bir ço u gibi, feylozof el Kindî’nin akirdi
ranlı Serahsi (ölümü 899) iî idi. Veya iî
sayılıyordu. Nitekim, el Kindi, Sabilerin
dini
hakkında,
Hermes’in
o luna
(Poimandres) ö rettiklerini okumu ve
«benim gibi müslüman bir feylozof da
daha iyisini söyleyemez,» demi
idi.
Maalesef, Sabilerin eriat kurucu bir
peygamber tarafından tebli
edilmi
kitapları yoktu. Yani resmen Ehl-i Kitab
de ildiler.
Yava
yava
slâmiyete
katıldılar. Tanınmı liderleri Hükeym bn
sa ibn Mervan, 944’de öldü. Bununla
beraber silinemeyecek izler bıraktılar.
lahi sıfatları anlamak için silojizm (kıyas)
bir i e yaramazdı, onlara göre. Bu
inançları mam Cafer’in diyalektik (kelam
ilmi) hakkındaki görü lerini hatırlatır.
Kullandıkları
ıstılahlardan
bazılarını
maniheen’lerin ıstılahları ile birlikte
almagâni’de (ölümü 934) buluruz. Bu
istilahlar Zu’l-Nun Mısrî (ölümü 859)
aracılı ı ile tasavvufa da sızar. (Harrâz
899; Hallâc 922). Felsefî dü ünce ile
imani tecrübenin (sprituel) terkibini
yapan slâm Yeni-eflatuncuları, açıktan
açı a Hermes’e dayanan bir isnâd
silsilesi kurarlar. Meselâ Sühreverdi
(1191), bn Sab’in (ölümü 1270). XIII.
yüzyılda, ranlı iî bir filozof Afzâl Kâ ânî
hermetist bir eseri Farsçaya çevirdi.
Hermes,
peygamberlerin
hierar ik
tasniflerinde hep boy gösterir.
Hermetist
dü üncenin
slâm
dünyasındaki tesirini anlamak için
Massignon’un u tespitlerini hatırlamak
iyi olur: lahiyatta öyle bir inanç vardır:
Allah
idrak
edilemez,
kıyas
ile
kavranılamaz. Ondan birtakım Sudurlar
ne et eder; Allahı ancak dua ile, riyazet
ile, büyü ile kavrayabiliriz. Hermetist bir
astroloji anlayı ına ba lı cyclique (devri)
bir zaman mefhumu vardır. smaili
iilikte temel olan bir zaman mefhumu;
Nuseyrîlerde, Hermes ikinci ‘coupole’un
teofanı’si
(theophanie),
Dürzîlerde,
Ohnok, Havva’dır. Havva ise ikinci sudur
yani dünyanın
ruhudur.
«Kâinatın
vahdetini ileri süren terkipçi bir fizik var,
bu fizi e göre taht-el kamer dünya ile Ar
birbirinden ayrı eyler de ildir. «Anâsır-ı
Erbaa da cevherden ayrılmaz.» Varlıklar
arasındaki sempatiye dayanarak kurulan
tevafuklar ilmi ve prensibi buradan
geliyor. Massignon buna «anomalistik
illetler zinciri» diyor. Yani kanuna yan
çizseler dahi vakaları bir bir ele almak
temayülü.
Bu
yüzden
hermetizm,
Aristoculu un mantıki temayülünden
ayrıla Tak, stoacı mekteplerin somut ve
ampirik diyalekti ine yakla ır. Stoacıların
bu etkisini yalnız Kûfe’deki Arab gra
mercileri mektebinde görmüyoruz. Ferdin
davasını güden ii bir ilim üzerinde de
görüyoruz (meselâ bn Bâbûyeh). 12
imam devri, ii dü üncesinin zirveye
vardı ı
devirdi.
Molla
irâzi’nin
«essence»lar metafizi ine kar ı ortaya
attı ı «ex istence» metafizi inde de
stoacılı a yakın fikirler bulmaktayız.
slâmda
hermetik
gelene i
aksettiren eserleri burada sayamayız.
Bununla beraber iki ünlü hermetist eseri
zikretmeden geçemeyece iz: (1) Sırr el
Halika, «hilkatin sırrı ve tabiatın tekni i»;
Me’mun
zamanında
meçhul
bir
müslüman tarafından yazılmı
fakat
«Apollonius de Tyane» adıyla piyasaya
sürülmü tür.
Kitap
«Yahut
Levha»
(Tabula smaragdina) bahsiyle hitam
bulur (Aynı devirde Abbasi sarayında
tabiblik yapan nestûri Urfalı Eyyub’un
«Hazineler Kitabı» adındaki tabii ilimler
ansiklopedisi ile kar ıla tırınız).
(2) Güyet ül hakim, yanlı olarak
Maslama
Mecriti’ye
(ölümü
1007)
atfedilmi tir. Kitapta Sahillerin yıldız
âyinlerine dair kıymetli malumatdan
ba ka Sokrat’a atfedilen «Tam tabiat»
hakkında geni bilgiler var.
Bütün bu ne riyat içinde en
dikkate
lâyik
olan
«Tıba’al-tamm»
konusudur: «Tam Tabiat», ruhaniyat yani
spritüel mefhumdur, «Filozofun Mele i»,
özel kılavuzu onu bizzat hikmete alı tırır.
Bu melek, insanın semavî bir nüshası
olan ı ıktan bir suret eklinde tasavvur
edilen ve maniheizm ve zerdü tîlikte
ki iye ölüm anında ayan olan Daena’dır.
Hermes’in tabiat-ı tamme tecellisini
Suhreverdî erhetmektedir. Ondan sonra
bütün rakî mektep, Molla Sadrâ’ya ve
onun akirdlerinin akirdlerine kadar
aynı
konuyu
i leyeceklerdir.
lerde
görece iz, Ebü’l Berekât Ba dadi, «tabiatı tamme» temasından bn Sina’nın akl-ı
faal
nazariyesinin
neticelerini
çıkaracaktır.
«Tabiat-ı
tamme»
nazariyesini
ba ka
adlarla
takib
edebiliriz. ‘Attâr’ın mistik destanlarının
hacısı «tabiat-ı tamme» yi arama a çıkar.
Necm Kübra metkebinde de «görünmeyen
mür id»
teması
tekrar
kar ımıza
çıkacaktır. Sokrat’ın demon’u da tabiatı
tamme de il mi? slâmdaki bu hâkimler
soyu bu göksel benli in
uuruna
hermetizm yolundan varmı
olsalar
gerek. Yolculuklarının hedefi hep O de il
mi?
O’nun
sayesinde
40
gerçekle tirmektedirler» ( ).
ki iliklerini
II — HERMES’DEN DR S’E
Hermes, orta-ça ii inancına göre
dris Nebi. Yani Hz. Muhammed’den önce
gelen 5 Nebiden ilki ve en büyü ü.
Hermetizm, orta-ça mekteplerinden bir
ço unu damgalamı bir Cabir bin Hayyan
onsuz
anla ılamaz.
Genel
dilde
Hermetizm: simya ilmine ait, büyüye ait,
hava geçirmez, sımsıkı kapalı mânâsına.
Batının
tanıdı ı
Hermes,
Islamiyete nasıl dris Nebi olarak geçmi ?
imdilik Britannica Ansiklopedisinden
Yunan Hermes’ini tanıma a çalı alım.
«Yunan Tanrısı, Zeus’le Maia’nın
o lu, Maia ise Atlas’ı n kızıdır. Çok defa
Romalıların
Merkür’üyle
karı tırılır,
bazan
da
Cadmilus’la...
Cadmilus
Cabeiri’lerden biridir. Hermes adı belki de
Herma’dan gelir. Herma, Yunancada ta
yı ını demek. Yunanistan’da sınırlara ve
sınır ta larına Herma denilir. Hermes
âyinlerinin en eski merkezi Arcadia olsa
gerek. Hermes, buradaki Cylle da ında
dünyaya gelmi . Bereket Tanrısı olarak
kutlanırmı
o ülkede. Hermes de
Atina’daki Hermes gibi ithyphallic olarak
gösterilirmi . Elis’teki Cyllene de öyle...
Hermes, Pausanias zamanında çok
yüceltilen bir tanrı.
Hem edebiyatta hem de ibadette
davar ve koyunların koruyucusu sayılır.
Bir çok yerlerde lakabı koç ta ıyandır. Kır
tanrısı
olarak
Pan’la
kayna tırılır.
Homer’in lliada’sında da daha sonraki
ne idelerde oldu u gibi kırsal niteli i
vurgulanır: «kerim», «yardımcı», «ihsan
edici» sıfatlarıyla anılır, (herhalde bereket
kayna ı oldu u için). Odysse’de ise
tanrıların elçisidir, ölüleri Hades’e o
götürür. Bunun içindir ki daha sonraları,
sanat ve mitolojide haberci olarak
gösterilmi tir.
Atina’da
Hermes
ve
ölülerin ruhu
erefine bir festival
tertiplenirdi. Bu festivalde Aeschylus
(E il) Hermes’i dünya ve Hades’le birlikte
yadeder, ve dünyanın altından bir ruh
getirmesini söylerdi. Böylece «Rüya
Tanrısı» olurdu Hermes. Yunanlılar
uyumadan
önce
son
kadehlerini
Hermes’e kaldırırlardı. Elçi sıfatıyla yollar
ve
e ikler
tanrısıydı
da. Yolcuların
koruyucusuydu.
Arada bir defineler buldururdu. yi
talih de onun ihsanıydı. Bütün bunlar
kazanç tanrılı ından ileri gelirdi, dürüst
veya dürüst olmayan kazanç. Homer’den
beri edebiyatta kurnaz ve desiseci olarak
ele alınır. Resmi dinde bu rivayetlere pek
itibar edilmez. Bir ilahide onu afacan bir
çocuk olarak görürüz. Dünyaya gelir
gelmez
Apollo’nun
ineklerini
çalar.
Apollo’nun küçük karde i ama bir çok
bakımlardan ona hiç benzemez. Daha az
vakur, daha az güçlü. Gitarayı o icad
etmi . Apollo ve Heracles onuruna
gösterilen oyunlara ba kanlık eder.
Stadyumlarda,
spor
salonlarında
heykellerine çok sık rastlanır. Aynı
zamanda belagat tanrısıdır da. Apollo gibi
bir çe it peygamber ama ondan daha
küçük. Halkın kehanetlerini yönetir.
Hermes’in u urlu sayısı 4. Kendisi
de ayın 4 ünde dünyaya gelmi . Arkaik
sanatta sakallı bir erkek olarak gösterilir,
uzun bir tunik giymi tir. Bazan da
pastoral vasıflarına göre tasvir edilir:
omuzunda bir koyun. En çok görülen
heykellerinde ise tanrıların elçisidir.
Sonraları genç bir atlet kılı ındadır.
Praxiteles, onu ‘bir Olemp tanrısı olarak
41
gösterir.» ( ).
Edouard
Schure
(1841-1929),
tarihin esrarına e ilen geni bir tecessüs
ve aydınlık bir zekâ. En tanınmı
eserlerinden biri:
«Büyük Ermi ler,
dinlerin gizli tarihinden çizgiler.»
Kitab,
giri ’den
sonra
Arya
dönemini anlatıyor. kinci bölümde, Hind
ve Kri na. Üçüncü bölüm, u adi ta ıyor:
Hermes (Mısır’ın Esrarı).
Konuya
öyle ba lamı Schure:
Ebülhevl (Sfenks).
« stibdadın
muzlim
payitahtı
Babil’in kar ısında, kadim dünyada din
ilminin sı ındı ı gerçek bir hisar, en ünlü
nebileri yeti tiren, insanlı ın en asil
an’anelerini olu turan bir laboratuvar
görüyoruz: Mısır.»
lk cümleden itibaren gözlerimiz
kama ıyor. Kelâmın büyüsü keskin bir
içki gibi idrâkimizi sarsıyor. Schure,
tanrıların dilini konu an bir sihirbaz.
Cehaletimizin kesafeti be eri irfanın
sonsuzlu u yanında bir kat daha
koyula ıyor. Hayamız olsa, kalemimizi
kırar
ebediyete
kadar
susardık.
Schure’ye göre, dünyanın kaderi eski
Mısır’da biçimlenmi . Okumasını bilenler
için Mısır, Ebülhevl’leri, Ehramları,
hiyeroglifleri ile bilinmiyene, bilinemiyecek
olana açılan binbir pencereli bir saray,
Ebülhevl’i öyle anlatmı üstâd:
«Kıt’aların iskeleti kadar kadîm olan ilk
Mısır medeniyetinin kurucuları kızıl
derililer. Büyük ehramın yanındaki Giseh
Ebülhevl’ini onlar yapmı . Henüz Delta
diye bir ey yokmu . Ama o dev ve remzi
hayvan granitten tepesine uzanmı .
Libya da larının ba ladı ı yerde. Ayakları
ucunda kırılan dalgaları seyrediyormu .
Bugün çölün kumları ile kaplanmı o
bölgeler. Ebülhevl, Mısır’ın ilk eseridir.
Onun ba remzi, markası olmu . Mimarı,
insanlı ın ilk rahibi. Esrarı içinde, sakin
ve korkunç tabiatı canlandırıyor. Bir
bo a bedeninden çıkan bir insan ba ı,
arslan pençeleri. Bö ürlerine yaslanan
kartal
kanatları.
sis’in
dünyadaki
tecellisi. Yarattı ı sayısız varlıklar içinde
bir ve tek olan tabiat. Çünkü o eski
rahipler daha o zamandan biliyor ve
ö retiyorlardı ki tekâmülün sonsuz akı ı
içinde,
insanlar
âlemi
hayvanlar
âleminden
ne et
etmi ,
Eze iyel’in
gördü ü rüyadaki dört hayvan da bu
halitanın içinde de il mi: bo a, arslan,
kartal ve insan. Mikrokosmos’un da,
makrokosmos’un da içinde ba ka ne var:
su, toprak, hava ve ate ... hafi ilimlerin
üs ül esâsı olan dört unsur. Bunun
içindir ki müteakib asırlarda, ermi ler,
Mâbedlerin e i inde uzanan mukaddes
hayvanı görünce içlerinde ezeli sırrın
ürperdi ini
duyacak
ve
ruhlarının
kanatlarını derûnî haki katin üzerine
gereceklerdir.
Çünkü Ödip’ten önce, farkına
varacaklardır ki Ebülhevl’in sakladı ı sın
insandır, kâinatın ikinci nüshası, Allanın
halifesi olan tabiatın bütün unsurlarını
ve güçlerini hülâsa eden insan.
Demek ki kızıl derililer, arkalarında
tek eser bırakmı : Giseh Ebülhevl’i.
Meselelerin meselesini çözümlediklerine
daha kesin bir delil olabilir mi?»
Sonra Hermes’i anlatıyor yazar.
«Dünya saltanatında, Avustralya’dan
gelen kızılderililerin yerine kara derililer
geçer. Karaderililerin de ana tapma ı
Mısr-ı ulyâ’dır. Mısır’a gizli mezhepleri
ö reten ilk esrarengiz üstâd HermesToth, üphe yok ki beyaz derililerle siyah
derililerin barı içinde kayna masından
sonra ortaya çıkmı . Habe istan ve Mısr-ı
ulyâ bölgelerindeyiz. Arya devri daha çok
uzaklardadır. Hermes de, Manu ve
Budda gibi, bir ana isim: hem bir
insanın, hem bir kastın, hem bir tanrının
adı. Hermes, insan olarak, Mısır’ın ilk ve
en büyük mür idi. Kast olarak Hermes,
gizli an’anelerin emanetçisi olan rahipler
sınıfı. Tanrı olarak, Mü teri gezegeni
(Merkür). O da temsil etti i gezegen gibi,
ilâhî elçilerle karı tırılmı . Yani mür idlere
Hermes denilmi .
Kısaca,
Hermes
ilahî ir adın
dünyaüstü bölgesini yönetir. Dünyanın
manevî düzeninde, bütün bu olaylar
görünmez
iplerle
birbirine
ba lıdır.
Hermes ismi bu hakikati if a eden bir
tılsım, canlandıran sihirli bir ses.
Hermes’in
füsunu
buradan
gelir.
Mısırlıların akirdi olan Yunanlılar, ona
Hermes Trismegiste (Üç kere büyük)
demi ler. Çünkü hem hükümdar, hem
kanun vazıı, hem rahibdir. Bir ça ı temsil
eder. O ça da rahiblerle hâkimler ve
saltanat
tek
heyet
halinde
kayna mı tılar.
Eski
Mısır
takvimi
(Manethon takvimi) bu döneme tanrılar
ça ı adını vermi tir. Henüz ne papirüs
vardı, ne fonetik yazı. Ama Dinsel
ideografi
biliniyordu.
Kript’lerin
duvarlarına ve sütunlarına, rahiblik ilmi,
hiyeroglifler halinde nak edilmi ti. Zaman
içinde birikti ve daha sonra mâbedlerin
kütüphanelerine
aktarıldı.
Mısırlılar
Hermes’e, hafi ilimleri konu alan kırk iki
tornan atfederler. Hermes Trismegiste
adı ile bilinen yunanca eser, üphesiz ki
kadîm teogoni’nin muharref fakat son
derece mühim artıklarını ihtiva eder. Bu
teogoni, Musa ile Orfe’nin ilk pırıltılarını
iktibas edece i fiat lux (Ve Allah ı ık
olsun dedi) tür. Hermes’te tecelli eden
lke, —Ate ve I ık— Kelâm nazariyesi,
Mısır’daki ir adın zirvesi ve merkezi
olacaktır.
Mür idlerin malûmu olan bu
tecelli, mabedin karanlı ı ve büyük
dinlerin esrarı içinde açılacak olan bu
mistik tomurcuk ilerdeki sayfalarımızın
konusu olacak. Okuyucu Hermes’in bâzı
sözleriyle o iklime hazırlıyalım.
Üstâd,
akirdi Eskülab’a
öyle
demi : «Ne dü üncelerimizle tasavvur
edebiliriz Tanrıyı, ne dilimizle ifade
edebiliriz. Bedeni olmayan, görünmeyen,
ekli olmayan, duyularla kavranamaz.
Ezeli’yi kısa
bir
zaman
ölçüsüyle
anlatabilir misin? Kısaca, Tanrı ifadeye
sı maz. Evet, Tanrı bazı sevgili kullarına,
tabiî olayların üstüne yükselmek ve
mutlak kemâlinin bazı pırıltılarını görmek
mazhariyetini verebilir. Ama bu kullar
ruhlarını ürperten madde dı ı tecelliyi
herkesin kullandı ı dille anlatamazlar.
Gözlerimizin önünden Kâinattaki hayatın
suretileri gibi geçip giden yaratı ın ikinci
derecedeki
illetlerini
açıkhyabilirler
insano luna. Ama illet- ûlâ hep gizli kalır.
Onu ancak ölümden sonra idrak
edebiliriz».
Kitab, Hermes’in ölümünü de
anlatıyor: «Hermes, varlıkların bütününü
gördü. Görünce, anladı. Anlayınca, tecelli
etmek ve ayan olmak iktidarı kazandı.
Dü ündüklerini
yazdı.
Yazdıklarının
büyük kısmını sakladı. Hem susmasını
bildi, hem konu masını. stedi ki gelecek
nesiller hep onlar üzerinde kafa yorsun.
Karde i Tanrılara niyaz etti, hep birden
yıldızlara yükseldiler.»
Schuré büyük bir ısrarla altını
çiziyor: «istenirse, kavimlerin siyasî
tarihleri birbirinden ayrı olarak ele
alınabilir, dini tarihleri hiçbir zaman
ayrılamaz. Asurilerin, Mısırın, srailin,
Yunanın dinleri ancak eski Hind-Aryanın
kadim dinleriyle ba lılıkları kavranırsa
anla ılır. Teker te ker ele alınınca, birer
muamma veya bilmecedirler. Yukardan
ve bütünüyle kucaklanınca, muhte em
bir tekâmülle kar ıla ırsınız, her ey
birbirini aydınlatır ve birbirine ba lıdır.
Kısaca tek dinin tarihi daima dar, daima
bâtıl, daima yanlı olma a mahkûm.
Hakiki olan, yalnız insanlı ın din
tarihidir. Bu zirve’den nazar edince,
bütün
dünyayı
dola an
akımları
hissedersiniz.
Dı
etkilere
bütün
kavimlere nazaran en kapalı olan Mısır
kavmi bile bu kanuna yan çizemez.
sa’dan be bin yıl önce, ran’da tutu an
Rama’nın ı ı ı Mısır’da parıldadı. Ve
Teb’in güne
tanrısı Hammon-Râ’nın
kanunu oldu. Bu anayasa sayesinde
sayısız devrimlere meydan okuyabildi.
Menes, bu kanunları uygulayan ilk adil
hükümdar, ilk firavun. Yeni bir içtimai
te kilâtla, zenginle tirdi ülkesini. Bir
meclise rahiplik, yani maarif vazifesini
verdi; ikinci meclise adalet; ve hükümeti
bu iki meclis arasında taksim etti.
Hükümdarlık onların denetimine ba lı ve
onları temsil eden bir makamdı sadece.
Buna güzidelerin (initié) saltanatı adını
verebiliriz. Onun da kilit ta ı O-Sir- s ismi
ile bilinen malûm ilimlerin bir terkibiydi.
Büyük Ehram bu ilimlerin sembolü ve
42
riyazi gnomon’udur.» ( ).
III — CAB R BN HAYYAN VE
LM- S MYA
« C a b i r Corpus’u adını ta ıyan
uçsuz
bucaksız
eser
de,
bazı
kaynaklarıyla
hermetist.
Burada
müteveffa
Paul
Kraus’un
Cabir’e
hasretti i abidevi çalı mayı hatırlatalım.
Uzun zaman bu konuda tek rehber
olacak bir çalı ma. Berthelot, bilhassa,
latinlerin Cabir’i ile (Geber) u ra mı tı O
zaman vesikalar yoktu ortada, bu yüzden
esassız
ve
ba tan
kara
birtakım
hükümlere
varmı dı
hazret.
Oysa
Holmyard gelene in lehinde bir çok
isabetli vesikalar toplamı tı. Filhakika
Cabir VIII. asırda ya amı tı; altıncı
imamın, mam Cafer’in talebesi idi;
kendisine atfedilen üç bin eserin
gerçekten muharriri idi (bir bn Arabi’nin
veya bir Meclisi’nin eserleriyle mukayese
edilirse, pek a ırtıcı sayılmaz). Ruska, bir
orta yol aramı ,
mam’ın do rudan
do ruya tesiri yoktur demi ti ( mamın bir
yana itili i süregelen ii gelene ini hiç
hesaba katmamaktı) ama merkezi Iran
olan bir gelene in mevcudiyetini kabul
ediyordu
Ruska.
Bu
ihtiyatlı
ara tırmalara ve tenkidlere dayanan Paul
Kraus bir çok yazarlar oldu u neticesine
varıyordu. Merkezi bir çekirdek vardır,
bunun etrafında bir çok koleksiyonlar
vücuda gelmi ti, hu koleksiyonları a a ı
yukarı tespit etmek mümkündür. Bu
kitaplar VIII. asırda de il, IX. asırda
yazılmı tı.
Bununla beraber teknik denilen
koleksiyonlarla
ötekiler
arasındaki
zıddiyete ra men, hepsinde organik bir
ba ve sürekli bir ilham birli i oldu unu
kaydetmeliyiz.
Evet,
Corpus’un
bir
koleksiyonu
Apollonius
de
Tyane’a
atfedilen Sırr el Halîka’ya ait olup IX.
asırda yazılmı tır. Ama Sırr el-Halîka bir
öncüye dayanmasa, kendi «lexique» ini
kuramaz, konusunu tespit edemezdi.
Filozofların Cabir aleyhindeki ahadetleri
de, kendi kendiyle çeli mektedir. Biz
açıkça öyle dü ünüyoruz: o devirde
yazılmı bir çok eserler kayboldu una
göre, bir gelene in aydınlattı ı ve bir
g e l e n e i aydınlatan
bilgileri
ortaya
çıkarmak, a ırı bir tenkitçi kafasıyla
yerinde saymaktan çok daha verimlidir.
iili in imamlarını pek iyi tanımıyoruz,
ama bu konudaki bütün bilgileri göz ardı
etmeden,
u
gerçe i
unutamayız:
smailîlik, önceleri mam Cafer’in o lu
mam
smail
etrafında
kümelenen
müridler tarafından kurulmu tu. Demek
ki Cabir’in
smaililikle ve
mamla
münasebetleri gerçek mahiyetiyle ortaya
çıkmaktadır. Simyager Gildaki daha
sonra
Corpus’dan
çıkardı ı
hal
tercümesinde öyle diyor: bir simyager,
Cabir ibn Hayyan vardı, VI. imamın
akirdi ve VIII. imamın müridi idi. Bu
Cabir Tûs’da (Horasan) vefat etmi tir
(804). Bu iddiaları çürütecek hiç bir delil
yok. Corpus’un bazı koleksiyonlarına
bakarak, bir çok yazarların bulundu unu
söylemek mümkün, bunda bir çeli ki de
yok. Çünkü Cabir’in anlayı ı ve ki ili i
kronoloji içinde donmu ve katıla mı bir
mahiyet ta ımaz.
Paul Kraus’un ara tırmalarından
çıkan
hüküm
u: Cabir’i n Mizan
Nazariyesi orta-ça da tabiat ilimlerini
ka nt it a t if bir sistem olarak kurmak
arzusuyla giri ilen en ciddi te ebbüstür.
Paul Kraus eserini tamamlıyamadan feci
bir ekilde yok olmasa bu iddiasını daha
aydınlık olarak ispat edecekti. Cabir’in
simyası ile
smailili in dinî felsefesi
arasındaki ba ları aydınlı a çıkarmak söz
konusuydu. Zira Cabir’in kantitatif ilmi,
ilimlerin —bugün anladı ımız mânâda—
rastgele bir bölümü de ildi. Bütün bir
dünya görü üydü.
Mizan
lmi,
insan
bilgisinin
bütününü kucaklayacaktı. Yalnız taht elkamer âlemin üç zümresini de il,
yıldızların hareketini ve ruhanî dünyanın
hipostazlarını da kucaklıyordu. «Elli
Kitab»ı açıkça söylüyor: «Zekâyı, Ruh-u
âlem, tabiatı, suretleri, küreleri, yıldızları,
tabiattaki dört vasfı, hayvan, nebat,
madeni; nihayet hepsinden mükemmeli
olan harflerin Mizanı. Cabir ilmine
uygulanan «Kantitatif» sıfatı, birtakım
yanlı lıklar yahut vehimler uyandırabilir.
Mizan ilmi sözü, her cisimde zahir
ile bâtın arasındaki münasebeti ortaya
çıkarmak manasınadır. Böylece simya
operasyonu te’vil’in en mükemmel bir
örne idir: zâhir’i bâtınla tırmak, batını
ayan eylemek. «Meydan ül Akl Kitab»ı çok
güzel anlatmı : bir nesnenin Tabiatlarını
(hareket,
so ukluk,
nem,
kuraklık)
ölçmek, ruh-u âlemin ihraz etti i
kemiyetleri yani madde dünyasına inen
Ruh’un arzusundaki iddeti ölçmektir:
Ruh’un mebâdiye kar ı duydu u arzu,
Mevâzin nazariyesinin kayna ı olmu tur.
Demek ki: kendi uuruna varan Ruh’un
de i imi (transmütasyonu), cisimlerin
de i imini tâyin edecektir: bu de i imin
vukubuldu u saha Ruhtur. Kısaca,
simya operasyonu tam bir psiko-spritüel
operasyondur. Simya metinleri Ruh’un
bir mecazı oldu u için mi? Ne gezer...
undan: Gerçekten mevcud bir madde
üzerinde
ba arılan
operasyonun
safhaları, Ruh’un kendi kendine dönü ü
safhalarını sembolize eder.
Bugünün
laboratuvarı
için,
Cabir’in kılı kırk yararcasına tesbit etti i
o giriftin girifti ölçüler, o insanı deh ete
dü ürecek büyük rakamlar hiç bir mânâ
ta ımaz. Mizan ilminin mebde ve gayesi
her maddeye dahil olan Ruh-u âlemin
arzusunu ölçmek oldu una göre, modern
kantitatif ilmin bir öncüsü olarak ele
almak
zordur.
Buna
mukabil,
günümüzde
bir
çok
ara tırmalar
bütününe davet eden «ruh enerjetikine»
bir antisipasyon sayılabilir. Cabir’in
mizanı o devirde Tabiatlarda tecessüm
eden ruhî enerjinin miktarını ölçebilecek
biricik
«cebir»
idi.
Sonra
simyacı
marifetiyle bu Tabiatlardan kurtuluyordu
ruh ve simyager tabiatları kurtarmak
suretiyle
kendi
ruhunu
kurtarmı
oluyordu.
Cabir’e göre, harflerin mizan’ı
mizanların ekmeli idi, slâm gnostikleri,
kadim
gnosun
bir
nazariyesini
geni letmi lerdi.
Hilkatin
temelinde
alfabenin
harfleri
vardı.
Harfler
Kelâm’ullahın maddele mesiydi.
mam
Cafer, herkesçe, ilm el huruf’un ilk
ö reticisi. IX. asırdan bu yana, sünni
mutasavvıflar
bu
ilmi,
iirlerden
almı lardır. bn Arabi ile mektebi bu ilmi
her
zaman
kullanırlar. smaililerde
Allanın
adı
üzerinde
yapılan
spekülasyonlara tekabül eder.
Cabir, Kitab ül Mâcid’inde, bu
nizam ül huruf u anlatır daha çok. Çok
güç bir kitap. Ama simya doktrini ile
smaili gnos arasındaki irtibatı belirtir.
Belki ki ili inin sırrını da if a eder. Kitab,
üç remzî harfin (ayın, mim, sin), de er ve
mânâsını uzun uzadıya tahlil eder. Ayın,
mam’ı,
Sâmit’i
Hazret-i
Ali’yi
remizle tirir. Mim, Peygamberin (Nâtık),
Hazret-i Muhammed’in remzidir. Sin,
Salmân’ı, Hücceti canlandırır. Daha önce
söyledik, bu harfleri mertebeler dizisine
göre sıralarsak, 12 imam iili ini ve
Fatımî Ismailili ini belirten sembolik
nizamı elde etmi oluruz. (Mim, ayn, sin).
Yahut proto-ismailizm ortaya çıkar (Ümm
ül kitab’taki Sâlman’ın Yedi Cihadı) ve
Alamut smailizmi (ayn, sin, mim). Bu
ekilde, Salman (Hüccet) Mim’e faiktir.
Cabir, söz konusu üç harfin mizanını ele
alarak,
bu
mertebeler
dizisini
sâiklendirir.
Kimdir bu Sin? Mâcid mi? Cabir
hiçbir yerde, Sin’in beklenen mam, eliksîr oldu unu söylemez. Ruh-u ilahi’den
südur eden imam, yeryüzünü ba tan
ba a
de i tirecekti
( iili in
bütün
eskatolojisi bu fikirde mündemiçtir). Sin,
yabancıdır, gariptir, yetimdir. Yolunu
kendi cehdiyle bulandır. mamın evlad-ı
manevîsidir. Ayn’ın ( mam) saf ı ı ını
kendi gibi yabancı olan kimselere
gösterendir.
Bedenlere
ve
ruhlara
cehennem azabı çektiren, eriatı yok
eden saf Nurdur, Ademin o lu it (AS)dan
Hazret-i
sa’ya,
Hazret-i
sa’dan
Salmân’ın
ahsında
Hazret-i
Muhammed’e intikal eden Nur. Kitab ül
Macid’e göre, onu anlamak, yani bu
kitabı,
bütün
Corpus’un
düzenini
anlamaktır. Yani Cabir gibi olmaktır.
Daha sonra himyarid (güney Arapçası) ve
esrarengiz eyh (himyarid dilini Cabir’e
ö reten) remizleri altında, okuyucuya
öyle
seslenir:
«Morfoloji
kitabını
okuyarak, bu eyhin rüçhaniyetini ve
kendi rüçhaniyetini ö reneceksin ey
okuyucu. Allah senin kendisi oldu unu
biliyor.» Cabir, ne bir usturedir, ne de bir
efsane. Ama tarihte ya ayan ki iden
daha fazla bir ey. Macid, bir enmüzeçtir.
Corpus’un birçok yazarları olmu da olsa,
hepsi de archétype’in yaptıklarını Cabir
adıyla bir kere daha ele alacak ve
yeniden yapacaklardı.
Cabir’in
yaptı ı
simyanın
yaptı ından ba ka bir
ey de ildi.
Simyanın
macerasına
bazı
isimler
sıralıyarak i aret edelim, 11’de katledilen
sfahanlı me hur
air ve simyager
Müeyyedüdin Hüseyin Tugrâi, Cabir’in
ikiyüz eserini incelemi olan Muhyiddin
Ahmed Bani (ölümü 1225). Mısırlı Emir
Aydamûr Jildaki (ölümü 1342 veya 1360)
sık sık Cabir’e ba vurur. Çe itli eserleri
a r a s ın da ‘Mizan’ın Sırları’nı açıklayan
«Burhan Kitabı» dört büyük ciltdir.
Netâicil Fikâr’ın son bölümü, «Mür id’in
Rüyası», Hermes ile Tabiat-ı tamme
visalini kutlar.
ran’da bir tasavvuf
üstadı olan (XV. yüzyü) ah Nimetullah
Veli, Jildâki’nin Nihayet ül-Tâlib adlı
43
kitabına kendi eliyle erhler dü er» ( ).
SLAMDA TERCÜME
bn Haldun, tek dil biliyordu:
Arapça. Bu sihirli anahtar o ça da
mevcut bütün bilgi hazinelerinin kapısını
açmı ; kanma bilmeyen tecessüsünün
üzerinde i leyece i hudutsuz malzemeleri
toplamasına imkân sa lamı tı. Elbette ki
Tunuslu hâkim yalnız bir bilgi toplayıcısı
de ildir. Ama Mukaddime, sadece ilhamla
da yazılamaz. Demek ki XIV. asırda
cihangir
bir
zekâ,
yalnız
Arapça
yardımıyla
dünya
irfanının
ba lıca
abidelerini tarayabiliyordu. Nitekim iki
asır önce bn Rü d de Yunan felsefesini
Arapça kanalıyla incelemi ve Aristo
erhleriyle Avrupa aydınlarına Yunan
dü üncesini
tanıtmı tı.
Avrupa
karanlıklardan kurtulmak için Arapça
ö renmek zorundaydı. Yalnız bn Sina,
bn Rü d ve Biruni gibi slâm dâhilerini
okumak için de il, eski medeniyetlerin
fikir hazinelerinden yararlanmak için de
Arapçaya ihtiyaç vardı. Kısaca slâm
dünyası bütünüyle cihan kültürünün tek
varisiydi o devirlerde. Elbette ki slâm
kendinden önceki irfanı zenginle tirmi ,
Kur’an ve hadislerin gümrah me alesiyle
aydınlatmı ,
kendi
dehâsının
men urundan
geçirerek
cürufundan
temizlemi ti. Bununla beraber, her
de ere saygı göstermi
ve asırların
emanetini bütün ha metiyle gelecek
nesillere aktarmı tı.
slâm dü üncesi
vahiye dayanır. Fakat bu ilâhi esasların
ı ı ında daha önceki medeniyetlerin
katkılarını da yeniden ele almı ; ve
kuraca ı
binada
malzeme
olarak
onlardan faydalanmı tır.
Müste rik Corbin, « slâm Felsefesi
Tarihi» isimli kitabının ilk bölümünü
slam’daki tercüme faaliyetlerine ayırır.
Üstada göre tercüme son derece mühim
bir kültür hadisesidir. Yazar, bu hadiseyi
öyle tarif eder: «insanlık için yeni bir
dü ünce oda ı olan slâm, do uda ve
batıda kendinden önce gelen bütün
kültür mirasını bu yoldan özümler.
Muhte em
bir
devre (circuit)
kar ısındayız.
slâm,
bir
taraftan
Yunan’ın mirasına konuyor, bir taraftan
da Toledo’lu mütercimlerin himmetiyle bu
mirası Batıya aktarıyor XII. yüzyılda.
Yunancadan Siryaniceye, siryaniceden
arapçaya, arapçadan latinceye yapılan
bu tercümeler, gerek geni li i gerek
neticeleri bakımından, Sanskritçe budizm
kanonunun Çinceye yahut XVI. ve XVII.
yüzyıllarda sanskritçe eserlerin Farsçaya
çevrilmesine benzetilebilir.
ki çalı ma merkezi var.
1
—
Suriye:
Sasani
ran
mparatorlu unun
batısındaki
ve
güneyindeki Arâmiler. Burada yapılan
çalı maların konusu daha çok felsefe ve
tıp.
2
—
Sasâni
devletinin
do usundaki ve kuzeyindeki Do uRumları. Bunlar daha çok simya,
astronomi, felsefe ve tabiat ilimleri
üzerinde çalı ırlar.
I — Müslüman filozoflara Yunan
felsefesini ö reten Suriyelilerin nasıl bir
rol oynadı ını anlamak için Siryani
dilindeki kültürün tarihçesini ve geçirdi i
safhaları unutmamalıyız.
Bizans imparatoru, ranlılara Nizip
ehrini terk edince, Urfa’da (Edes) bir
mektep kurulur. Probus, Yunan felsefe
eserlerini ilk defa olarak Siryaniceye
çevirir.
mparator
Zenoa
489’da
hocaların nasturî temayüllerini bahane
ederek mektebi kapatır. Nasturili e sadık
kalan hocalarla talebeler Nizib’e sı ınıp
yeni bir mektep kurarlar. Bu mektep
daha çok bir felsefe ve teoloji merkezidir.
Di er yandan ran devletinin güneyinde,
Gonde
ahpur’da, Sasâni hükümdarı
Husrev Anu Revan (521-579) hocalarının
ço u suriyeti olan bir mektep açtırır.
529’da Justinyen Atina mektebini
kapatır. Nev-eflatunî filozoflardan son
yedisi ran’a sı ınır. te Hicret’den önceki
yıllarda do u dünyasının felsefî ve teolojik
durumu...
Bu dönemin büyük öhreti Sergius
Ra Ayna (ölümü stanbul 536); bu
çalı kan nesturî papazı, kendi yazdı ı
eserler bir yana, Galien’in eserleri ile
Aristo’nun mantıkla ilgili eserlerinden bir
ço unu siryaniceye çevirmi tir. Bu devrin
monofizist (Jakobit) siryani yazarlarından
(Kelile ve Dimne’yi siryaniceye çevireni
Bud’u Ahudemmek (ölümü 667)u, Edes’li
Jak (633-708)i, Arap piskoposu Jorj’u
(ölümü 724) unutmamalıyız.
Siryani müellif ve mütercimlerin
en çok dikkatini çeken, mantık ve felsefe
tarihi biçiminde düzenlenen hikemiyat
mecmuaları
idi.
Eflatun’un
ruh
nazariyesi
ile
u ra ırken.
Yunan
hakimlerini ve bilhassa Eflatun’u do u
rahipleriyle kar ıla tırıyorlardı. slâmın,
Yunan filozoflarını ilham-ı rabbaniye
mazhar olmu ki iler telâkki etmesinde
bunun da etkisi olacaktır.
Grekçeden Siryaniceye yapılan bu
tercümelerin
ı ı ında,
Hicretin
III.
asrından
itibaren
ba layan
büyük
tercüme faaliyeti, bir yenilik olmaktan
çok,
daha
evvelce
sürdürülen
çalı maların daha geni , daha metodlu
bir devamı olarak görülmektedir. Nitekim
Arap Yarımadasında, slâmdan önce,
a a ı yukarı hepsi Gönde
ahpur’da
okumu bir çok nasturî tabibleri vardı.
Ba dat 765’de kuruldu. 832’de
halife El-Memun Dar-ül Hikme’yi tesis
ederek
müdürlü ünü
Yahya
ibn
Masuye’ye (ölümü 857) tevdi etti. Onun
yerine; talebesi olan Huneyn
ibn
shak geçecektir (809-873). Hera’da,
hristiyan bir arap kabilesinin çocu u
olan Huneyn, Yunanca eserleri Siryanice
ve
Arapçaya
çeviren
en
ünlü
mütercimdir. O lu shak ibn Huneynle
(ölümü 9X0) ye eni Hubey ibn Hasan’ı
da zikretmeliyiz. Dar-ul Hikme gerçek bir
tercüme
merkezi oldu.
Tercümeler
do rudan do ruya Yunancadan çok
Siryaniceden yapılıyordu. Arapçadaki
felsefe ve teoloji istilahları IX. yüzyıl
boyunca bu mütercimler tarafından
tespit edildi. Ne var ki daha sonra
mefhum ve kelimeler Arapçada kendi
hayatlarını ya ayacaklardır.
Kosta ibn Luka (820-912) da
ça da ruh hekimli inin öncüsü sayılan
büyük mütercim ve müelliflerden.
Edes yakınlarında kurulan Harran
mektebinin de büyük önemi var.
Sabiyin’ler bilhassa ilm-i nücum’da ileri
gittiler.
Kendilerini
Hermes’le
Agathodaimon’un
manevi
evlâtları
sayıyorlardı. Doktrinleri: eski Kalde’nin
astrolojisi matematik ve astronomik
ara tırmaları ile nev Fisagori ve nev
Eflatuna spritualitenin birle imi idi. VIII.
asırdan
X.
asra
kadar
büyük
mütercimler yeti tirmi bu mektep; en
me hurları Sabit ibn Korra (826-907).
Çevrilen
eserlerden
ço unun
müellifleri ne Eflatun, ne Aristo, ne
Fisagor. Ço u uydurma ama
slâm
dü üncesinin geli mesinde büyük rol
oynamı lar.
II — Olaylar uzun zaman tek yönlü
ele alınmı tır. Bu tek yönlü anlayı ı ilk
defa ele tiren: Julius Ruska olmu tur.
Evet, felsefe ve tıpta ilk aracıdır
Suriyeliler, ama tek aracı de ildirler...
Mezopotamya’dan
ran’a
giden
bir
cereyan yoktur sadece. ranlı bilginler
Süryanilerden önce Abbasî saraylarında
—bilhassa
astronomi
ve
astroloji
alanlarında—
büyük
bir
etki
yapmı lardır. Nitekim
ran’dan gelen
birçok teknik istilahların mevcudiyeti de
(nisadır gibi). Yunan simyası ile Cabir ibn
Hayyan simyası arasındaki ba ları
ran’ın
«Greko-oryantal»
mirası
ile
damgalanmı
merkezlerinde
aramak
lâzım geldi ini göstermez mi?
ranlı
Nevbaht
ile
Yahudi
Ma ’allah,
Ba dat
medresesinin
sorumluluklarını
bn
Mâsuyeh
ile
payla ırlar. Ebu Sehl ibn Nevbaht, Harun
Re id devrinde Ba dat kütüphanesinin
müdürü ve
Pehleviceden Arapçaya
astronomi
eserlerinin
aktarıcısıdır.
Pehleviceden
Arapçaya
yapılan
bu
tercümelerin önemi çok büyük (Babilli
Ükros ile Romalı Vettius Valens ’in
astrolojik
eserleri
pehleviceye
çevrilmi lerdi). Bu alanda en büyük
mütercim, zerdü t dininden slâmiyete
geçen
bn
Mukaffadır.
Horasan
Tabaristanından —kısaca kuzey do u
ran’dan— ve orta Asya’dan gelmi
bilginleri de unutmamalıyız: Ömer ibn
Ferruhan Tabari (Yahya Bermekî’nin
dostu);
Fazl
bn
Sehl
(Merv’in
güneyindeki Sara ); Muhammed ibn
Musa Harzeml, araplara atfedilen cebrin
kurucusu (cebir kitabı 820’lerde yazılmı ),
Hiyre Mekke’den ne kadar uzaksa
Harzemî de araplıktan o kadar uzaktır;
Halid Marvarrudi; Mervli Habe : Ahmed
Fergani; Ebu MasharBelhî (Bahtrian’lı).
Bahtr’lar ve Bahtrian’lardan söz
edince, Abbasiler sarayında iranizmin
boy atmasını sa layan Bermekilerin
etkisini de hatırlatmı oluyoruz. Bu ranlı
aile, hilafet i lerinin ba ına geçmi tir.
Ailenin ceddi: Bermek. Bermek bir budist
mabedi olan Nevbahar’da büyük rahiplik
makamını i gal edenin adıdır. Bu makam
babadan
o ula
geçer
(Nevbaharın
sanskritçesi nova vihâna yani yeni
manastır
«neuf-moutier»).
«Beldelerin
anası» olan Belhi, ça lar boyu Yunan,
Buda,
Zerdü t,
manici,
nesturî
kültüründen tevarüs etti i ne varsa
Nevbahara ta ıyordu. (Yıktırılan Belh,
726’da Bermek tarafından yeniden in a
edildi). Kısaca, matematik ve astronomi,
astroloji ve simya, tıp ve mineroloji, ve bu
ilimlerle bütün bir yakı tırma literatürü,
bir zamanlar skender’in takip etti i
büyük Do u yolundaki ehirlerde boy attı.
Yukarda da arz ettik.
slâmî
ne riyatta bir çok farsça istilahlar var.
Demek ki bunların kayna ını, kuzey-do u
ran’da — islamdan önceki devirlerde—
aramak
zorundayız.
VII.
yüzyılın
ortasından itibaren, astronomlar ve
müneccimler, hekimler ve simyacılar bu
ehirlerden
kalkıp slâmın yarattı ı
manevi hayatın yeni merkezine akın
etme e ba ladılar. Bütün bu ilimler
(simya, ilm-i nücum) bir dünya görü ü ile
kayna ıyordu. Büyük Kilisenin Jıristiyan
Ortodokslu u
ister
istemez
bu
Weltanschanug’u yıkmaya çalı acaktı.
Durum do uda ba kaydı, do u ve batı
Roma mparatorlu unda ba ka. Do uya
do ru ilerledikçe Büyük Kilisenin nüfuzu
azalıyordu. (Nasturilerin gördü ü itibar
da artıyordu). Bütün bir kültürün kaderi
söz konusuydu — Spengler’in «majik»
ismini verdi i bir kültürün. (Spengler bu
«majik» tabirine yanlı olarak arap sıfatını
da eklemi tir). Maalesef Buska’nın da
ikâyet etti i gibi, klasik filolojimizin ufku
bir dil sınırına dayandı kaldı, her iki
yanda ortak olan tarafları birbirinden
ayıramadı.
Demek
ki
grek
filozoflarının
Suriyeliler tarafından taranması yanında
kuzey do u ranlıların katkılarını da
dikkate almak zorundaydı. Fakat yine de
bütünü kucaklamı olamayız. Bunlara
gnose’u da eklemek lazım. (Gnose: akla
müstenit olan ilim ve marifet, ilm-i âlâ,
irfan, gnostiklerin mezhebi, irfaniye
mezhebi).
Yunanca yazılmı hristiyan gnose’u
ile yahudi gnose’u ve islam gnosu ( iilerin
ve ismailîlerin gnose’u) arasında ortak bir
yön var. Bu gnose, eski zerdü t ranın,
teofizik doktrinlerinde sürüp gitmi tir,
bunu
da
unutmamak
lâzım.
Sühreverdi’nin dehası ile i raki felsefenin
yapısında yer alan (integré) bu doktrinler,
günümüze kadar devam eder.
Bütün bunlar slâm felsefesinin
durumunu yeni bir ı ık altında görmemizi
mümkün kılacaktır. E er slâm sadece
eriat’ın fikhından ibaret olsa, slâm
filozoflarından
nasıl
söz
edilebilir?
Filhakika ça lar boyu fakihler filozoflara
kök söktürmü tür. Buna mukabil slâmın
bütünü sadece zahiri ve legalitaire bir
inançtan ibaret
olmayıp, gizli bir
gerçe in, bâtınînin ke fi, anla ılması ve
uygulanması ise, felsefenin ve filozofun
bamba ka bir mânâsı olacaktır. Ama
imdiye kadar slâmiyet bu yönü ile ele
alınmamı tır pek. Halbuki iili in smailci
yorumunda —ki hakiki slâmiyetin ilk
gnose’dur— me hur «Mezar hadîsi» nin
tefsirinde islâmî felsefeye dü en rolü açık
olarak görmekteyiz; bu öyle bir mezar ki
bu mezarda teoloji can verip hikmet-i
ilâhiye
ve
irfan
olarak
yeniden
do acaktır.
rfâniye mezhebinin
slâmiyette
hangi
artlar
içinde
ya ayabildi ini
anlamak için
slâmda kilisenin ve
konsillerin mevcut olmadı ını gözden
uzak tutmamak lâzımdır. rfâniler, slâm
dünyasında
«imam»lara
(rehberlere)
sedakat prensibine ba lıdırlar.» (Corbin
Henri,
Histoire
de
la
Philosophie
Islamique, Paris 1064).
BN HALDUN VE…
Oryantalizmler
cömert
bir
tecessüsün
insan
dü üncesine
kazandırdı ı fetihler de il, çok defa,
kapitalizmin emellerini gerçekle tirme e
yarayan
birer
ke if
koludurlar.
ampolyon veya Anquetil cihangir bir
içtimaî sınıfın emrinde
uurlu veya
uursuz birer misyoner. Kapitalizm,
sömürmek için tanır. Herbelot’nun Do u
Kütüphanesinde (1178) bn Haldun yok.
Mukaddime yazan dört asır Araf da
bekler. Tunuslu tarihçinin batıya ilk
tanıtıcısı Silvestre de Sacy. Sacy’nin
takdirkâr tahlilleri kalabalık bir okuyucu
bulmaz. Mukaddime ilk defa 1858’de
yayımlanır. (Quatremere). Oysaki Baron
de Slane daha önce bn Haldun Tarihini
Fransızcaya
çevirmi
bulunuyordu.
(1852-1856). skoçyalı bir âlimdi bu De
Slane. Fransa’nın Afrika ordusunda ba
tercümandı. Fransa, Arap dü üncesini
de il
Ma ribin
mazisini
tanımak
istiyordu. Baron De Slane Mukaddime’yi
de
1862-68
arasında
çevirecektir.
Bununla beraber bu tercümenin ciddi bir
ilgi
uyandırabilmesi
yıllarca
sonra
mümkün olabilmi tir. Larousse’un on
yedi ciltlik büyük sözlü ü tercümenin
adını bile anmaz. bn Haldun makalesi
Sacy’nin
tahlillerini
tekrarlamakla
yetinir. Grande Encyclopedie’nin
bn
Haldun hakkındaki yazısı bir lâubalilik
aheseridir. Tunuslu tarihçiyi ölümünden
28 yü önce katlettirir. Sonra unutur,
44
tekrar diriltir. ( ).
Fransa’nın en büyük felsefe dergisi
olan Revue Philosophique (kurulu u
1876) de yalnız bir kere adı geçer.
Kozlowski Polonya felsefe dergisinde
yayımlanan bir incelemeyi özetler. (1899)
nceleme Gumplovich’indir ve yazı u
ba lı ı ta ır: « bn Haldun, XVI. asır Arap
Sosyologu».
Gumplovich
yıllardır
müdafaasını
yaptı ı
görü le
bn
Haldun’un fikirleri arasında büyük bir
yakınlık görür. Her ikisi için de
sosyolojinin konusu: sosyal gruplar
45
arasındaki kar ılıklı münasebetler. ( ).
Durkheim’in
kurdu u
Annee
Sociologique dergisinin koleksiyonunda
(1890-1964) bn Haldun’un bir kere dahi
adı geçmez. Sosyoloji kitapları da üstadı
çok defa dünyaya gelmemi farzederler.
Cuvillier’nin iki ciltlik Manüelinde (1952)
bir dip notuna misafir edilir üstad. te
Batının dillere destan kadir inaslı ı.
bn Haldun’u tarih felsefesinin
kurucusu
olarak
selamlayan,
ona
Vico’lardan, Montesquieu’lerden daha
büyük bir de er veren ilk yazar Charles
Rappoport’dur: ««Philosophie de L’Histoire
comme scinence de l’evolution. «Bir
Geli me lmi olarak Tarih Felsefesi». kinci
baskı 1925. Rappoport marksisttir.
Tunuslu filozofun tarih görü lerini tarihi
maddecili e yakın buldu u için hararetle
müdafaasını ve tanıtıcılı ını yapar. Sonra
46
Maunier, Bouthoul v.s.( )
bn Haldun ça da dü üncenin
kutup
yıldızlarından
biri.
Beyrut
Üniversitesi
hocalarından
savi,
1950’lerde
üstadın
batı
dillerine
çevrilemeyece ini iddia ediyordu. Daha
önce bir bn Haldun eksi i hazırlamak,
«Mukaddime»nin
dünya
kütüphanelerindeki bütün nüshalarını
tarayarak, eserin bir «edition critique»ini
yapmak
lâzımdı.
Ayrıca
dünya
Halduncuları biraraya gelip, ba lıca
47
mefhumlar üzerinde anla malıydı. ( )
Rosenthal, bu ikazları dikkate almadı,
çeyrek asırlık bir çalı ma sonunda
«Mukaddime»nin
muhte em
ve
mükemmel bir tercümesini ngilizce bilen
dünyaya arma an etti Baron de Slanein
Fransızca tercümesinden a a ı yukarı
yüzyıl sonra ilim adamları lüzumlu
erhlerle bir kat daha zenginle en nefis
bir «Mukaddime»ye kavu mu oldular.
(1958). Kur’an-ı Kerimin son fransızca
mütercimlerinden Monteil, Rosenthal’in
ngilizce tercümesinden geni
ölçüde
faydalanarak «Mukaddime»yi fransızcaya
aktardı.
Unesco’nun
Lübnan
hükümetiyle birlikte yayınladı ı eser
«Discours sur l’Histoire Universelle» adını
ta ır (1967). Çok güzel resimlerle
süslenmi tir. Üçüncü cildin sonunda
çe itli endeksler, 14. üncü asırdaki Arap
dünyasını gösteren
bir
harita
ve
mukayeseli bir takvim yer almaktadır.
Rosenthal’ın çevirisini, fazla uzun ve
alimâne
bulan
Dawood,
kitabı
zavaidinden temizleyerek 465 sayfa
halinde yayımlamı tır (1967 Londra ve
New York). Arap Dünyası da batı ilim
adamlarının bu verimli çalı malarına
kayıtsız kalmamı tır, önce Satı Bey,
yazarı ve eserini çok de erli bir
tetkiknâmeye konu yapmı , M. Babi,
Haldun’un siyasî nazariyesini incelemi ,
Muhsin
Mehdi,
Sosyal
limler
Ansiklopedisi’ne üstadı tanıtan etraflı bir
makale hazırlamı , Haldun’la ilgili eserler
birbirini kovalamı tır. Bunların yalnız
isimleri böyle bir yazının hacmini çok
a ar lk aklımıza gelen birkaç kitabı
kaydedip geçelim. Labica’nın, Cezayir’de
basılan « bn Haldun’da Siyaset ve Din»i
48
( ) (çok aydınlık ve gerçekten de erli bir
49
eser); Aziz Lahbabi’nin bn Haldun’u, ( )
nihayet Nasif Nassar’ın « bn Haldun’un
Realist Dü üncesi» adlı tezi.
bn Haldun ve Arap Dünyası
Yazımızın konusu Nasif Nassar’ın
1967’de yayımlanan eseri olacaktır. Önce
fihristi takdim edelim: Giri : Meselenin
olu umu ve yapısı. Birinci Bölüm: bn
Haldun’un realizminin (tarihî ve felsefî
mânâsı bakımından) dialektik tefsiri.
imdi de Nasif Nassar’ın önsözüne bir göz
atalım.
«Tarihî rasyonaliteyi, hem aksiyon
hem de bilgi plânında gerçekle tirmek
için var gücüyle çalı an bir dünyada,
Haldun’u n dü üncesi mevsimsiz de ildir
üphesiz. Bir asırdan fazla bir zamandır
herkes okuyor Haldun’u. «Mukaddime»
nice büyük tarihçi ve sosyologun ba ucu
kitabı. Bu büyük saygı da ispat ediyor ki,
Haldun’un eseri asrımızın ihtiyaçlarını
kar ılamaktadır. Hele tarih uurunun
alabildi ine çetin ve çetrefil bir dönemden
geçti i, kendini bulma ve yenileme
zarureti yüzünden uzun ve sıkıntılı
ara tırmalara giri ildi i ça da
Arap
dünyasında bn Haldun dü üncesi yalnız
tarihî bir de er de ildir artık. Kendini
tanıma vetiresini hızlandıran bir atlama
ta ıdır. Yeni bir tarih uuruna ancak
oradan kalkılarak varılabilecektir.
Demek ki, «Mukaddime»nin de eri
yalnız muhtevasıyla ölçülemez, modern
Arap dünyasındaki fikir adamını da
do rudan do ruya ilgilendirir. Filhakika
kendini tanımaya
ba layan
dünya,
köklerini hayat verici kaynaklarına
e ilmek ihtiyacını duyuyor. Kar ı konmaz
bir ihtiyaç. Ama mazinin u veya bu fikir
adamıyla veya u veya bu dü ünce
akımıyla temas kurmak yetmez, mesele,
toplumun ve kültürün topyekûn akı ı
içinde bütünüyle ele alınmalı. Modern
Arap dünyasında bir kültür meselesi var
mıdır? Evet. Bir yandan uzun ve sürekli
bir kültür mazisi, bir yandan da bu akı ı
tıkayan Avrupa medeniyetinin büyük
ilerlemeleri. Arap âlemi için halledilmesi
gereken dâva, kendi kalarak de i mek,
yani hem milli kıymetleri korumak, hem
de yaratıcılık. Dâvanın özü, kendini a ma
dialekti i. Demek ki kaynaklara dönü ,
olsa olsa sathi bir çözüm yolu. Sahici
dü ünce
adamı
meseleyi
içinde
bulundu u durumun icaplarına göre
gö üslemek zorundadır. Özet olarak
diyebiliriz ki, söz konusu olan kendini
kavramak ve yeni bir hayata kavu mak
için gereken imkânları tarih uuruna
sa lamaktır. Bazı yazarlar böyle bir
te ebbüste bulunmu fakat bize kalırsa,
Arap dü üncesinin yenile mesi dâvası
büyük
zaferler
sa layamamı tır.
Sanıyoruz ki, bn Haldun dü üncesi Arap
dünyasında tarihî, sosyolojik ve felsefî
tefekkürün canlanı ına sahiden yardımcı
olabilir.
Mukaddime’nin
ana
konusu,
gerçek ve bilgi olarak tarih. Ba lıca
sosyal, realite devlettir. Bugünün arap
dünyasında kar ıla ılan temel meseleler
de onlar de il mi? Kayna ı u: Vatanda
ve devletle ilgili genel bir teoriden
mahrumuz. bn Haldun’un eserinde bir
devlet nazariyesi ve bir tarih görü ü
buluyoruz. Demek ki her angaje dü ünce
adamının önce buna ba vurması lâzım.
Denilecek ki, bn Haldun’un geli tirdi i
teori bugünün insanına faz la bir ey
kazandırmaz, çünkü geçen ve kapanan
bir döneme ait sosyolojik bir nazariye’dir.
Nitekim reformist bazı yazarlar, bn
Teymiye’ye ba vurmayı tercih ediyor. Biz
onlar gibi dü ünmüyoruz. Evet, bn
Haldun dü üncesi ortaça dü üncesidir
ama, Arap ülkelerinin girmek istedikleri
modern dünya, ortaça a ait bütün
vasıflardan uzakla mı mıdır? Gerçek u
ki: Arap dünyasının sosyo-ekonomik,
sosyo-politik ve sosyo-kültürel geli mesi,
Ortaça ’dan beri pek az de i en maddi ve
zihni yapıların mevcudiyeti yüzünden
geni
ölçüde
aksamaktadır.
Teknik
ilerleme ba kadır, fikrî ilerleme ba ka. bn
Haldun dü üncesi, hâlâ ya ayan sosyal
ve tarihî gerçe i yansıttı ı için, asrımızın
Arap
aydınını
do rudan
do ruya
ilgilendirir. Zira, onu hem kuca ında
ya adı ı realite konusunda sınırlandırır,
hem de dü üncesinin tarihi köklerini
gösterir.
Ve
ona
neler
yapılması
gerekti ini ö retir. Sosyologa ise, Arap
dünyası dı ındaki çe itli toplumları
incelemek
için
uydurulan
birçok
yöntemlerle
kıyaslanmayacak
kadar
faydalı bir anahtar sunar. Dahası da var:
Bu dü ünce, ba tan ba a dini emirlere
ba e en
bir
toplumun
kuca ında
do mu tur. Bu itibarla yetenek ve
görevlerini daha aydınlık olarak görebilen
bir dü ünceye zemin hazırlar. Gerçi
felsefeye dayanır ama, bu düzeyde felsefe
için bir nefyin nefyidir. Müslüman-Arap
dü üncesinin uzantısı ve kemâli olan bn
Haldun dü üncesi, programını ba ından
itibaren yanlı çizen bir felsefî gelene in
ifadesidir. Demek ki, davet etti i nefiy
Platon’un
«Devletlini
yeni
ba tan
incelememizi gerektirmektedir.
Ça da
Arap
toplumu
eski
yapılarından
kurtulmaya
çalı ıyor.
«Mukaddime»,
dü ünce
adamını,
bilgilerini,
Marx’ın
«Kapital»’iyle
tamamlamaya
ça ırır.
Sathi
bir
uyarlamanın
imkânsızlı ına
ve
entelektüel
bir
yabancıla manın
tehlikelerine dikkati çeker. Marx’ın
dünyası yanında bn Haldun’un dünyası
da var. Demek ki, ne Manc ne de bn
Haldun
bugünkü
Arap
ülkelerinin
kar ıla tı ı meselelere tek ba larına
çözüm getirebilir. Bu meselelere uygun
bir cevap bulabilmek için hem «Devlet»i,
h e m «Mukaddime»yi, hem de «Kapital»i,
hatta konu ile ilgili ba ka eserleri
50
incelemek lüzumludur.» ( ).
Ortalama bir aydının çok güç
okuyabilece i, a zına kadar dü ünceyle,
bilgiyle dolu bir kitap. Üzülerek kendi
seviyemizi dü ünüyorum! Bir
Nasif
Nassar ile bizim aramızdaki uçurum ne
kadar büyük! bn Haldun’u incelemeden
önce anlayacak seviyeye yükselmeliyiz.
Bunun yolu da, yapılan çalı maları
dilimize kazandırmaktan ibarettir. Bu i i
ba arabilsek ne devlet.
Kendi dünyamızı tanımak, yani
kaynaklarımıza dönmek yorucu ve çetin
emekler sayesinde gerçekle ebilir. Bakisi
«Durug-u bî nihayet».
Bize gelince:
Bize gelince, Mukaddime bütün
dillerden önce Türkçeye çevrilir. (1730).
Üçte ikisi Piri Zade Sait Molla tarafından
müzeyyen ve tantanalı bir üslup ile
çevrilen bu
aheseri Cevdet Pa a
tamamlar. Kendisini dinleyelim:
«Mukaddimenin üçte ikisi daha
önce çevrilmi , ulûm ve fünuna dair olan
faslı kalmı tı. Bir müddetten beri zaman
buldukça
onun
tercümesine
çalı ıyordum. 75 (Hicri) senesi ba ında
bitti. ki yıl sonra Sâhib Efendi tercümesi
iki
cilt
olarak
bastırılınca
benim
tercümem de üçüncü cilt olarak tab’
ettirildi.»
Bu nefis eser o ça ın Türk
dü üncesine neler kazandırdı? Bilemeyiz.
«Netâic-el Vukuat» bn Haldun’un tavırlar
nazariyesini Osmanlı tarihine tatbik
eder. Nâmık Kemal Hammer’i düzeltmek
için kaleme aldı ı «Osmanlı Tarihinde
Tunuslu filozofdan büyük bir sitayi le söz
eder.
Ayrıca
bn Haldun’u göklere
çıkaran bir risale yayımlanır. Fakat XIX.
asrın
sonlarından
itibaren
intelejansiyamız batıya â ıktır. Kendi
de erlerini
pek
umursamaz.
Akçorao lu’nun u itirafı ne kadar hazin:
«Hasan Ali Bey Almanlardan veya
Ruslardan istifade etti i için olacak ki
tarihte usulün tekâmülünü gösterirken
bn Haldun’u zikretmeyi unutmamı tır.»
(1. Tarih Kongresi).
Akçora aldanıyor. Hasan Âli,
Almanca da Rusça da bilmez. Fakat
Rusya’daki Türklerin Tunuslu Tarihçiye
büyük bir alâka duydukları da bir
hakikattir. Anlayıp anlamadıkları ayrı bir
bahis.
Zeki
Velidi
Togan’ın
Hatıralarımdan unları ö reniyoruz (s.
122-125):
1912-13
yıllarında
Prof.
Khwostov,
genç
ö rencisine
bn
Haldun’un fikirlerini hülasa etmesini
teklif etmi . O da «devlet te kilâtına ve
milliyetin rolüne ait bahisleri» Kazan
Üniversitesi
Arkeoloji
Cemiyetine
sunarak bir tebli
halinde özetlemi .
Ayrıca Yusuf Akçora’ya da yollamı yazıyı.
Akçora yazıyı Türk Yurdu’na koymamı ;
Bilgi Dergisinde yayımlatmı . (1914, sayı
7) Muallim Cevdet «Tedrisat-ı ptidaiye»
mecmuasında Velidi’nin görü lerini tenkit
etmi . Cevdet Beyin itirazla kar ıladı ı
dü ünceler
unlarmı :
«Teokratizm,
Türkler için ba
belası olan bir
zihniyettir.»
«Teokratizm,
slam
camiasının öz sıfatı de ildir. Biz garp
medeniyetine iltihak ederken slâmiyet de
ona
uymalıdır.
Din
ile
hükümet
tamamiyle ayrı olmalıdır.»
Cevdet
Beyin
tenkitlerini
göremedik. Elbette ki slamiyet’le teokrasi
arasında
bir
münasebet
yoktur.
slâmiyet,
daha
sonraki
Hıristiyan
yazarların da itiraf edece i gibi bir
nomokrasidir, yani kanunun (vahiy)
hükümranlı ıdır. Muhakkak olan u ki,
Bilgi Dergisinde yayımlanan bu makale
Mustafa Kemal tarafından okunmu ve
b e e n i l m i . 1930’da
Çankaya’da
Cumhurba kanı ile kar ıla an Velidi
iltifata mazhar olmu . 1922’de Ziyaeddin
Fahri Bey de bu yazıyı takdirle zikretmi .
Hatıralar’da
Velidi’nin
bn
Haldun’la ilgili hiçbir görü ü yok. Sadece
Prof. Khwostov’un tavsiyesiyle kaleme
aldı ı görü ler tekrar edilmi . Sanıyoruz
ki yazının kazandı ı alâka zaman ve
zemine uygun olmasından ileri gelmi tir.
Ne kadar gariptir ki aynı bn Haldun
Garaudy’den
çevrilen
bir
derleme
vesilesiyle 60’h yıllarda yeniden tartı ma
konusu olur. Niyazi Berkes bir Fransız
sosyologunun
bir
slâm
filozofuna
gösterdi i alâkayı fazla bulmu olacak ki
Velidi’nin teokrasi aleyhinde bulundu u
için göklere çıkardı ı Mukaddime yazarını
öyle takdim eder: «Politik doktrinde
vahye dayanan devlet düzenini ideal
devlet
düzeni
saymaktan
kendini
kurtaramayan bir dü ünürün bugün
sosyalizme verece i bir ey yoktur.» (Yön,
sayı 140).
airin
ihtarı
daima
taze:
Me hurdur,
fısk
ile
olmaz
cihan
harab/Eyler anı müdahene-i aliman
harab.
Notlar
[←1]
Bakınız: Kırk Ambar, «Çağın Dini
Hümanizm», eh. 58-59.
[←2]
Tahran Üniversitesi Edebiyat Fakültesi
öğretim üyesi Hüseyin Nasır’ın 1958
yılında Harvard Üniversitesi İlimler Tarihi
bölümüne sunduğu tez.
[←3]
Bu bilgileri daha önce verdiğimiz
izahları tamamlamak için Cambridge
Üniversitesinde teoloji hocalığı yapan
Heard Richard Grenville’in Bible başlıklı
incelemesinden aktardık. (Bkz. Cassell’s
Encyclopaedia of Literatüre, 1953, cilt 1, s.
45-52).
[←4]
Bkz. Le Christianisme et ses
origines, par Ernest Havet, Paris, 1880.
[←5]
Michelet J. Bible de l’Humanite
önsöz, Paris 1864
[←6]
Les Sanctuaires d’Orient
[←7]
Les Grands Inities
[←8]
Edouard
Schure,
Sanctuaires
d'Orient Egypte - Grece - Palestine, (Doğu
Mabedleri, Mısır - Yunanistan - Filistin),
İthaf, önsöz ve Denizde Prolog ss. 1-10,
Paris 1907
[←9]
Erasme, Eloge de la Folie, Paris
1936.
[←10]
16. yüzyılın genel mânâsını
kavramak için bkz. Cemil Meriç, Kırk
Ambar:
«Hür
Düşüncenin
Kitab-ı
Mukaddesi Yahut... ab, 135-138, İstanbul
1980.
[←11]
L enient , La Satire en France
(Fransa'da Hiciv), Paris, 1866.
[←12]
Littre, Dictionnaire de la Langue
Française (Fransız Dili Kamusu), cilt 4
«Raison» maddesi, Paris 1873.
[←13]
Robert, Paul Dictionnaire de la
Langue Française, cilt 6 «Raison» maddesi,
Paris 1962.
[←14]
Larousse,
Pierre
Grand
Dictionnaire Universel du XLX e siecle (19.
yüzyılın Büyük Evrensel Kamusu), cilt 13,
«Raison» maddesi, Paris 1875.
[←15]
Franck Ad. Dictionnaire des
Scieuces Philosophiques (Felse î İlimler
Kamusu) «Raison» maddesi, Paris 1885.
[←16]
Larousse Pierre, a.g.e., aynı madde.
[←17]
Lalande
Andre.
Vocabulaire
Technique et Critique de la Philosophie
(Felsefenin Teknik ve Tenkidi Sözlüğü)
«Raison» maddesi. Paris 1960.
[←18]
Foulquié
ve
Saint-Jean,
Dictionnaire de la Langue Philosophique
(Felse i Dilin Kamusu), «Raison» maddesi,
Paris 1962.
[←19]
Dictionnaire
Rationaliste
(Rasyonalist Kamus) Paris 1964.
[←20]
Namık
Ansiklopedisi.
Çankı,
Felsefe
[←21]
Ahmed Naim Bey.
[←22]
Hüseyin Kâzım Kadri, Büyük Türk
Lügati, İstanbul 1943.
[←23]
Dergâh Yayınla rı, İslami Bilgiler
Ansiklopedisi, «Akıl», İstanbul 1981.
[←24]
Boer T. J. de, «Akıl», İslam
Ansiklopedisi 1. cilt. İstanbul 1950.
[←25]
Rahman F. a.g.e., 2. baskı.
[←26]
Bedevi Abdurrahman, Histoire de
la Philosophie en Islam (İslâmda Felsefe
Tarihi).
[←27]
İsmail
Fennî,
Fransızcadan
Türkçeye Lügatçe-i Felsefe, İstanbul, 1341.
[←28]
Pakalın, M. Zeki, Osmanlı Tarih
Deyimleri ve Terimleri Sözlüğü, İstanbul
1971.
[←29]
Ibn Khaldun, Discours sur
l'Histoire Üniverselle (Al-Muguddima) V.
Monteil tercümesi, Beyrut 1987, cilt I, 1.
fasıl «Ümran Tabiatûstü İdrakler» s. 221222.
[←30]
Ibn Khaldun, a.g.e., cilt II, 6. fasıl
«İlimler ve Talim: İnsanda Düşünce» s. 873
v.d.
[←31]
Muhammed Hamdi Yazır (Elma lı)
Hak Dini Kuran Dili, İstanbul 1935.
[←32]
Bediüzzaman Said Nursi, Risale-i
Nur Külliyatından, İstanbul 1960.
[←33]
İbrahim Hakkı Hz. (Hasankaleli)
Marifetname, İstanbul 1978 s. 80 v.d.
[←34]
Muzaffer Özak (Elhac), Envar-ül
Kulüb, İstanbul 1975
[←35]
Voltaire,
Dictionnaire
Philosophique (Felsefe Sözlüğü) «Hermes»
maddesi, cilt 18, Paris 1876.
[←36]
Dictionnaire
des
Scienes
Philosophiques (Felse i tümler Kamusu),
Paris 1847. «Hermétiques» maddesi, cilt 3.
[←37]
Larousse
Pierre,
Grand
Dictionnaire Universel du XLX e siecle,
«Hermes» maddesi, cilt 9.
[←38]
Lalande A., Vocabulaire Technique
et Critique de la Philosophie, Paris 1960.
[←39]
Foulquie
ve
Saint-Jean,
Dictionnaire de la Langue Philosophique,
Paris 1962.
[←40]
Corbin Henry, Histoire de la
Philosophie Islamique (İslâm Felsefesi
Tarihi), Paris 1964 «Tabiat İlimleri ve
Felsefe: Hermetizm» s. 179 v.d.
[←41]
Encyclopedia
«Hermes» maddesi.
Britannica,
[←42]
Schuré Edouard, Les
Inities, Paris 1913, s. 110 v.d
Grands
[←43]
Corbin Henry, a.g.e., s. 184 v.d.
[←44]
Larousse,
Pierre
Grand
Dictionnaire Universel du XIX e siecle, cilt
9 «Ibn-Khaldoun» maddesi ve La Grande
Encyclopedie, Paris, cilt 20 «Ibn
Khaldoun» maddesi.
[←45]
Revue Philosophique, 1889.
[←46]
Bkz. Cemil Meriç, Ümrandan
Uygarlığa, 2. baskı. İstanbul 1977: «Kendi
semasında tek yıldız» sn. 149 v.d.
[←47]
Issawi, An Arab Philosopher of
History, London, 1950.
[←48]
Labica G., Politique et Religion
chez Ibn Khaldoun, Alger (Cezayir) 1968.
[←49]
Lahbabi, M. Aziz, Ibn Khaldoun,
Paris 1968.
[←50]
Nassar Nassif, La Sensee Realiste
d'Ibn Khaldun (İbn Haldun'un Gerçekçi
Düşüncesi) Paris 1967