Atıf / Citation
GÖÇER, G. (2023). “Şaban Teoman Duralı’nın Türkiye Notları”. Gazi Türkiyat, 32:
101-119.
GAZİ TÜRKİYAT
Geliş / Submitted
Kabul / Accepted
DOI
15.03.2023
26.06.2023
10.34189/gtd.32.007
BAHAR / 2023
ŞABAN TEOMAN DURALI’NIN TÜRKİYE NOTLARI
Şaban Teoman Duralı’s Notes on Turkey
Güngör GÖÇER*
Öz
Ş. Teoman Duralı Alman anne ve Türk babanın çocuğu olarak Tek Parti döneminin son yıllarında dünyaya gelmiştir.
Babası cumhuriyet neslinin yurt dışına eğitim için gönderdiği ilk öğrencilerden olup Almanya’da elektrik mühendisliği
eğitimi almış ve Türkiye’de önemli devlet kurumlarında çalışmıştır. Teoman Duralı sahip olduğu bu aile profilinin bir
sonucu olarak hem maddi anlamda hem de kültürel bakımdan zengin bir ortamında büyümüştür. Bu zenginlikte ailenin
büyük dayısı olan Hasan Amca’nın da etkisi yadsınamaz bir gerçektir. II. Meşrutiyet döneminin ünlü isimlerinden biri
olan Hasan Amca ve arkadaşları Duralı ailesini sık sık ziyaret ederek siyaset, ekonomi ve sanat başta olmak üzere zengin
bir kültürel ortam oluşturmaktaydılar. Bu zengin kültürel ortamda ilk düşünceleri şekillenmeye başlayan Duralı’nın
gelişimine etki eden bir başka husus ise sahip olduğu sıra dışı dil öğrenme becerisiydi. Ana dili Türkçe ve Almancanın
dışında birçok yabancı dil öğrenen Duralı’nın çocukluğundan itibaren büyük bir merakla yöneldiği coğrafya alanı farklı
ülke ve kültürleri seyahatleriyle yakından tanıması konusunda onu yönlendirmiştir. Bütün bu faktörlerin etkisi ile hercai
bir çocukluk ve gençlik döneminden sonra babasının ifadesiyle “tefekkürü olmayan bir milletin tefekkürünün zirvesine
çıkmak” için felsefe tahsiline başlamış ve bu alan da önemli çalışmalar yapmıştır. Sahip olduğu sıra dışı kimliği ile
Türkiye’nin siyasi, askeri, ekonomik, kültürel ve sosyal kırılmalarına da doğrudan şahit olan Duralı’nın bu şahitliği
çerçevesinde ortaya koyduğu izlenimler tarihsel açıdan oldukça önemlidir. Taşıdığı bu önem nedeniyle biz bu çalışmamızda
Teoman Duralı’nın Türkiye’nin kırılma anlarına dair ortaya koyduğu yaklaşım tarzını incelemeye çalışacağız.
Anahtar Kelimeler: Teoman Duralı, tek parti dönemi, Demokrat Parti, darbe, hatırat, yakın tarih
Abstract
Ş.Teoman Duralı was born in the period of Single-Party government as the son of a German mother and a Turkish father.
His father, one of the first students that the republican generation had sent abroad for education, studied electrical
engineering in Germany and worked in significant government institutions in Turkey. As a result of his family profile,
Teoman Duralı grew up in a rich atmosphere from both economic and cultural aspects. In such wealth, the effect of his
uncle, Hasan Amca, is an undeniable fact. Hasan Amca and his friends, famous names of the second constitutional era,
frequently visited Duralı Family and were creating a rich cultural atmosphere, especially in economy and art. Another
thing that affected the improvement of Duralı, whose ideas started to be shaped in such a rich cultural atmosphere, was
his extraordinary skill of learning a language. The field of Geography, which Duralı who learned many foreign languages
besides his mother tongues, German and Turkish, had been interested in with great curiosity since his childhood, guided
him to learn about different countries and cultures closely through his travels. With these effects, after a period of
Dr. Öğretim Üyesi, Burdur Mehmet Akif Ersoy Üniversitesi, Fen Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü, Burdur/TÜRKİYE.
[email protected], ORCİD: 0000-0002-8541-6579
*
10 2 |
Göçer / Gazi Türkiyat, Bahar 2023/32: 101-119
inconstant childhood and adolescence, he started to study the philosophy “in order to reach the summit of the contemplation
of a nation without contemplation” as his father claimed and he carried out important studies in this field. With the
extraordinary personality he has, the impressions of Duralı, who directly witnessed Turkey's political, military, economic,
cultural and social fractures, are historically very important regarding these witnesses. In our study, because of this
importance of him, we try to examine the style of Teoman Duralı’s approach which he put forward towards the moments
of Türkiye’s fractures.
Keywords: Teoman Duralı, single-party era, Demokratic Party, coup, memoir, recent history
GİRİŞ
Tarih yazımının en önemli kaynaklarından birisi de anı ve hatıratlardır. Hatırat
tarihin öznesi olan bireylerin başlarından geçen olayları hem kendileri ile hesaplaşmak
hem de başkaları ile paylaşarak geleceğe bir iz bırakmak duygusunun yönlendirmesi
ile kaleme aldıkları metinlerdir. Batı edebiyatında doğu dünyasına nazaran daha
erken bir tarihte (18. yüzyıl) görülmeye başlanan hatı¬rat yazımı Doğu dünyasında
genellikle tarih, seyahat, tezkire gibi farklı türlerin içinde işlenmiştir. Zaman içinde
yeni bir yazım şekli olarak kabul görmeye başlayan hatırat türü ile ilgili eserler
özellikle Tanzimat döneminde Osmanlı kültürel hayatında görülmeye başlamıştır
(Okay 1997: 445-449). Bu artışla birlikte hatıratın ele aldığı dönemde yaşanan siyasal,
sosyal ve ekonomik gelişmelerin anlaşılmasında hatıratın vereceği zengin malzeme
önemli bir kaynak hâline gelmiştir. Çünkü hatıratlarda belgelere yansımayan gündelik
yaşamın arasına sıkışmış sosyal, ekonomik ve siyasal konular başta olmak üzere
birçok bakir bilgi yer almaktadır (Cündioğlu 2008: 21).
Osmanlı toplumunda ise hatırat yazma faaliyeti özellikle II. Meşrutiyet’te
yaygınlaşan bir tür hâline gelmiştir (Göçer 2018: 307). Bu dönemde başta ittihatçılar
olmak üzere döneme şahitlik eden Osmanlı aydınları hatıralarını kaleme almaya
başlamışlardır. Osmanlı devrinde başlayan bu hatırat yazma geleneği Cumhuriyet
döneminde de güçlenerek devam etmiştir. Bu sayede unutulup gidecek kıyıda köşede
kalmış birçok ayrıntının sonraki kuşaklara ulaşması mümkün olmuştur. Bu anlamıyla
“en kötü hatırat yazılmamış hatırattır” ilkesi hatıratların değerine yapılan bir vurgudur
(Birinci 2012: 38).
Hatıratlarla ilgili gözden kaçırılmaması gereken bir husus da devletin sesi olan
belgelerle bireylerin sesi olan hatıratların bir arada kullanılması ile tarihsel gerçekliğin
daha hakkaniyetli bir şekilde inşa edilebileceğinin fark edilmesidir. Zira bu iki tarihi
kaynağı birbirine hasımmış gibi görmek yerine birbirlerini tamamlayan kaynaklar
olarak ele almak tarih metodolojisine de uygun bir yaklaşım olacaktır (Birinci 2012:
38). Burada önemli olan özellik hatıratların bir tarih araştırmasında ne kadar güvenilir
bir kaynak olduğu sorusudur. Çünkü hatıratlar sonuçta onu yazan kişinin duygusunu,
düşüncesini veya siyasal tercihlerini yansıtmaktadır. Bu sebeple hatırat sahibinin
“şahit oldukları olaylar hakkındaki yorumlarının subjektiflik, olayları saptırma, kendini
savunma gibi eksikliklerle malul olacağı ve bu yüzden de kaynak olarak çok dikkatli
Şaban Teoman Duralı’nın Türkiye Notları
| 103
kullanılmaları, hatta aynı türün diğer karşı kaynak ve beyanlarıyla kontrol edilmeleri gerektiği”
unutulmamalıdır (Kara 1998: 66).
Hatıratın taşıdığı önem konusunda Hakan Erdem ise şunları söylemektedir:
Nasıl ki tarih, geçmişin ta kendisi değil belirli kurallar ve metodolojiler
çerçevesinde geçmiş hakkında üretilen metinlerse, hatırat da insan
hayatının, geriye bakılarak üretilen, bir yansımasıdır. Sadece bir
yansımasıdır. İnsan hayatının aynısı ve kendisi değildir. Her hatırat
sahibi, sahip olduğu aynanın temizliğine göre bir görüntü yansıtır. Ama
en temiz aynadan yansıyanın da tanım gereği bir görüntü olduğunu
unutmamak gerekir. Belki ayna temizdir de yeterli ışık yoktur.
Dolayısıyla her hatıratta kaçınılmaz olarak bir kurgu, hatırat sahibinin
birbirine bağlayarak vurgulamak istediği bir olaylar zinciri veya tam
tersine susmayı tercih ettiği noktalar olabilir. Fakat hayatın bir
senaryosu olmadığı olsa da biz faniler tarafından bilinemeyeceği gibi
onun yansıması olan hatırat için de kurmacanın senaryosu türünden bir
senaryonun söz konusu olmaması lazımdır (Erdem 2012: 281).
Buradan hareketle hatırat sahiplerinin özellikle vurgulamak istedikleri veya
suskunluğu tercih ettikleri konularda ortaya koydukları yaklaşımların isabeti
hakkında bir yargıya ulaşabilmek için devletin sesi kabul edilen belgelerle vatandaşın
sesi konumundaki hatıralara karşılıklı olarak bakmak araştırmanın değeri adına
faydalı olacaktır.
Devlete ait arşiv malzemesiyle kıyaslandığında hatıratların tarihsel değerlerinin
pek fazla olmadığı görüşü aslında “belge” kavramına yüklenen anlamla doğrudan
ilgilidir. Cemil Koçak’a göre “Belge denildiğinde yalnızca devlete ait kâğıtları anlayanları
bir yana bırakacak olursak aslında belge, çok daha geniş bir alanı kapsar. Bütün kurumsal
dokümanlar belgedir. Kişisel evraklar belgedir. Mektuplar, kartpostallar belgedir. Karalama
notları, basit kişisel notlar ve dokümanlar, kişisel ajandalar belgedir” (Koçak 2012: 14-15).
Yalnızca devlet tarafından düzenlenmiş dokümanlara belge nazarı ile bakan ve diğer
dokümanları bu kategoriye sokmayan belge fetişistliğine karşı çıkar (Koçak 2012: 17).
Ayrıca devletin düzenlediği belgenin de salt doğru addedilmesi anlayışını da
sorgulayan Koçak devletleri idare edenlerin ideolojik tercihleri ve bakış açıları,
konjonktürel durumları ve kişisel çıkarları gibi nedenlerle belgelerde istenmeyen
şeyleri yansıt(a)mayabileceklerini de ifade ederek bu konuda araştırıcıların dikkatini
çekmektedir.
Hatıratlar geçmişi hatırlama biçimi olarak tarihsel bir çalışmada dikkatli
kullanılması gereken metinlerdir. Çünkü bir hatıratın ne zaman kaleme alındığı ne
zaman yayımlandığı ve aynı hatıratın diğer baskıları arasında yazarın veya yayıncının
müdahalesinin olup olmadığı önemli ayrıntılar olduğu için aynı hatıratın diğer
baskıları bile birbirleriyle karşılaştırılarak yararlanılmalıdır. Bu çerçevede Teoman
10 4 |
Göçer / Gazi Türkiyat, Bahar 2023/32: 101-119
Duralı’nın hatıratının ilk baskısında söyleşiyi yapan olarak kapakta Ali Değermenci
ismi yazmasına rağmen sonraki baskılarında Ayşe Yılmaz’ın ismi de eklenmiştir. Bu
değişikliğe neden gerek duyulmuştur veya bu değişikliklerin metne bir yansıması
olmuş mudur? gibi sorularında üzerinde durulması sonraki çalışmalar adına
önemlidir.
Hatıratların tarihi bir kaynak olarak taşıdığı önem nedeniyle her hatırat sahibinin
ortaya koyduğu metin titizlikle üzerinde durulmayı hak etmektedir. Bir de hatırat
sahibi önemli entelektüel ve akademik birikimi olan, siyasal, ekonomik, askerî ve
sosyal kırılmaların yaşandığı dönemlere doğrudan şahitlik ettiyse onun yazdıkları
hâliyle çok daha dikkatli bir şekilde ele alınmalıdır. Teoman Duralı ve hatıratı da
taşıdığı bu önem nedeniyle üzerinde durulmayı fazlasıyla hak etmektedir. Biz bu
çalışmamızda Duralı’nın hatıratlarından hareketle Türkiye’ye dair okumalarını ele
almaya çalışacağız.
HERCAİ BİR GENÇLİK
Teoman Duralı Avşar kökenli bir aileye mensup olarak 1947 yılında Zonguldak
Kozlu’da dünyaya gelmiştir. Dedesi Osmanlı ve Cumhuriyet dönemlerinde (Selanik)
Langaza, İstanbul, Şam, Maraş, Kütahya gibi şehirlerde ağır ceza reisliği yapmış Şaban
Efendi’dir. Teoman Duralı’nın babası Sabih Duralı babasının işi gereği gittiği değişik
şehirlerde eğitim hayatını sürdürmüş hatta Maraş’ta bulundukları yıllarda Ermeni
okuluna dahi devam etmiştir. Nihayetinde lise eğitimini Kütahya’da tamamlamıştır
(Değermenci 2020: 22-23). Sabih Bey, Cumhuriyet’in ilk yıllarında yaşanan
modernleşme çalışmalarının bir sonucu olarak devlet tarafından Almanya’ya
mühendislik eğitimi alması için gönderilmiştir. Mühendislik eğitiminden sonra
Berlin’e geçerek orada da yüksek mühendislik eğitimini tamamlamıştır. Eğitimi
sırasında Almanya’da Hilde Hanım ile evlenen Sabih Bey 1934’te yüksek elektrik
mühendisi olarak Türkiye’ye döner (Değermenci 2020: 24). Sabih Bey’in kendisi gibi
eğitim almak için Almanya’ya giden arkadaşları içinde 1933’te iktidara gelen Hitler
döneminde kurulan Waffen SS birliklerine katılarak Almanya’da kalmayı tercih
edenler de vardır. Sabih Bey ise eşi Alman olmasına rağmen böyle bir tercihte
bulunmayarak ülkesine dönmüştür (Değermenci 2020: 26).
Teoman Duralı’nın babası Türkiye’ye döndükten sonra Kayseri uçak fabrikasında
çalışmaya başlar. Bundan sonra özellikle Almanca bilmesinin de etkisiyle
Genelkurmay Başkanlığında ve Kırıkkale silah fabrikasında görev alır. Kırıkkale’de
çalıştığı dönemde babasına Almanya’dayken hediye edilen Walther marka tabanca
örnek alınarak aynısı fabrikada üretilmeye başlanır. Daha sonra Zonguldak’ta elektrik
üretim tesislerinde ve çeşitli barajlarda görev yapar (Değermenci 2020: 27).
Alman bir anne ve Türk bir babanın üç çocuğunun en küçüğü olarak dünyaya
gelen Teoman Duralı fiziksel özellikleri bakımından sarışın olması nedeniyle
Şaban Teoman Duralı’nın Türkiye Notları
| 105
çocukluğu döneminde akranlarının kendisiyle sürekli dalga geçtiklerini ve
çocukluğunda bunun sıkıntısını çok çektiğini belirtmektedir (Değermenci 2020: 53-54).
Teoman Duralı’nın yaşamına baktığımızda onun daha küçük bir yaştayken
arkadaşı ile birlikte Afrika’ya gitmek için başarısız bir girişimde bulunması ilerleyen
dönemlerde yaşayacaklarının ayak sesleri mahiyetindedir (Değermenci 2020: 72).
Duralı daha küçük yaştan itibaren gösterdiği müzmin haylazlığının sebebini ise
çocukluğundan itibaren etrafını saran “uçsuz bucaksız gök ile denizin mavilikleri, sayıca
az ve huyca bozulmamış dost insanlar ve onlardan neredeyse gece, gündüz dinlediğim onlarca,
öyle ki yüzlerce masal, hikâye özellikle de denizcilik maceraları mahvetti beni. Bunlar öncelikle
okulda beni müzmin haylazlık ile aylaklığa sürükleyen hayal kurma ile merak etme hastalığının
sebebi oldular.” şeklinde açıklamaktaydılar (Duralı 2010: 247). Liseyi bitirip üniversiteye
başlamadığı dönemde farklı ülkelerde farklı işler yaparak gelecek adına nasıl bir yol
tutturması gerektiği ile ilgili bir arayış dönemine girmiştir. Duralı’nın arayışlarının
temelinde yatan en belirleyici kavram “deniz” dir. Denizin hayatına olan etkisini şöyle
ifade etmektedir:
“Ağaçlı tepeler ile vadilerden yeşili öğrendim; onlar beni yere, yurda,
yuvaya, ocağa bağladı. Denizse, bana o uçsuz bucaksız maviliği öğretti;
başımı alıp uzaklara yadellere açılmak marazını gönlüme ekti. Deniz,
içimin karanlık derinliklerinde öyle durulmaz fırtınalar kopardı ki,
ondan ömür boyu kurtulamadım: Gök ile denizin buluştukları ve adına
ufuk dediğimiz çizgiye ulaşıp sırrını çözmek arzusu ile çabası peşin
peşimi bırakmazdı. Tekneye her binişimde yaklaştığımı sandığımda, o,
benden uzaklaşırdı. Suların oradan dipsiz bir boşluğa döküldüğünü
sanırdım. Fakat nereye? Bunu büyüklere sorduğumu hatırlıyorum.
Bana suların bir yerlere dökülmediğini o çizginin gerisinde ve ülkelerin,
kumsalların, kayaların, ağaçlar ile çiçeklerin öyle ki benim gibi
çocukların bulunduğunu söylerlerdi” (Duralı 2010: 246).
Bu dönemi Teoman Duralı’nın hercailik dönemi diye isimlendirebiliriz. Fabrika
işçiliği, doklar, tercüman olarak bir gemide çalışmak, asma bahçelerinde tarım işçiliği
yapmak hercailik dönemine dair ilk akla gelenlerdir. Üniversite eğitimi ile birlikte
önemli bir değişim başladığını hatta doktora teziyle birlikte bu değişikliğin gözle
görülür hâle geldiğini rahatlıkla söyleyebiliriz. Buna rağmen üniversitede okurken
Fransa’da asma bahçelerinde tanıştığı Pierret’in yanına gitmeye karar verip
Beyazıt’dan Laleli’ye geldiğinde karar değiştirip ertesi gün Tebriz’e doğru yola çıkar
(Değermenci 2020: 215). Oradan da Afganistan’da ölümle burun buruna gelmenin
etkisiyle Müslüman olmaya ve evlenmeye karar vermesi aslında hep arayış içinde
olduğunun bir göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır (Değermenci 2020: 370).
Bu arayışların ve hercailiğin ulaşacağı son durak olarak karşımıza biyoloji ve
felsefe bölümlerine kaydolması çıkar. Bu tercihi de aile içerisinde küçük çaplı bir krize
dönüşür ki babası tercihine karşı çıkarak “Bu milletin tefekkürü mü var da sen en üst
10 6 |
Göçer / Gazi Türkiyat, Bahar 2023/32: 101-119
katına çıkmaya hevesleniyorsun?” der (Değermenci 2020: 305). Ama bu durum Teoman
Duralı’yı yıldırmaz ve felsefe eğitimine başlar.
Teoman Duralı babasının deyişiyle “tefekkürü olmayan bir toplumun tefekkürünün
tepesine çıkmaya” karar verdikten sonra çocukluk yıllarının hercailiğini bir kenara
bırakarak kitaba ve düşünceye dair yoğun bir çaba işine girişmiştir. Duralı’nın
düşünsel kimliğinin oluşmasında aldığı eğitimin yanı sıra birçok yabancı dile
vukufiyetinin olması ve farklı ülkeler görmesi doğrudan etkili olmuştur. Duralı dile
verdiği ehemmiyeti şöyle ifade etmektedir: “Kişinin yurdu yuvası dildir. Filvaki kişini asli
insani etkinliği duygulanma ile düşünme, dil aracılığıyla dışa vurulur.” Bu çerçeveden
baktığımızda da Duralı’nın bildiği yabancı dil kadar yurdu ve yuvasının olduğunu
rahatlıkla iddia edebilir ki bu durum onun duygu ve düşüncesinin zenginliğinin de
kaynağını ortaya koymuş olur (Duralı 2010: 217). Farklı kültürlere ve dillere dair
sahip olduğu yoğun bir bilgi birikimine ve ailesinin yabancı kültürlerin bir buluşma
merkezi olmasına rağmen Duralı’nın yerli1 (Erol 2018) olmayı başarabilmesi gerçekten
takdire şayan bir durumdur (Sarı 2015: 674-685). Sahip olduğu bu sıra dışı kimlik
nedeniyle de onun içinde yaşadığımız ülke ve topluma dair düşünceleri ve şahitlikleri
özel bir önem taşımaktadır.
ŞİZOİD BİR ÂLEM BÖLÜNMÜŞ TÜRKİYE
Teoman Duralı 1947 yılında dünyaya gelse de çocukluğundan itibaren aile
içerisinde 1940’lı yıllara dair birçok anlatıyı dinlemiştir. II. Dünya Savaşı’nın yaşandığı
bu kritik dönem aynı zamanda Türkiye’de Tek Parti dönemi olarak nam salmış bir
zaman aralığını temsil etmekteydi. Bu nedenle Duralı 1940’ların sonunda dünyaya
gelse de döneme dair anlatılanların etkisiyle dikkate değer derecede ayrıntıya vakıf
olmuştur.
Duralı’ya göre Türkiye’nin tek partili yılları “şizoid bir âlem; bölünmüş”
durumdadır. Ülkede Almanya’nın I. Dünya Savaşı’ndan sonra uğradığı yaptırımlar
nedeniyle ağır sanayi ve silah üretiminin yasak olması nedeniyle silah ve askeri araç
üretme tecrübelerini geliştirmek için Türkiye’de yatırım yapmalarının da etkisiyle bir
taraftan demir-çelik sanayisi, uçak fabrikası, silah fabrikası, elektrik santralleri,
lokomotif imali gibi ağır sanayi adımları atılırken (Erdoğan vd. 2016) “hâlâ rençber,
karasabanla sürüyor toprağını. Kağnı arabası… Çocukluğumun en canlı hatıralarından birisi.
Garç garç garç…Tahta tekerlekli; lastiği falan yok, öküzün veya mandanın çektiği kağnılar”
1
“Yerlilik” denildiğinde anladığımız en önemli şey ait olduğu toplumun değerleri ile barışıklıktır. Bu çerçevede
Türkiye’de yerlilik kavramı üzerinde duran önemli isimlerden birisi Kemal Tahir’dir. Zira Kemal Tahir her
yerde ekmek yapıldığını ama her toplumun ekmeğini yaparken kendine özgü malzemeler katarak
oluşturduğundan hareketle tüm dünyada genel geçer bir sosyalist anlayışın hâkim olmasına karşı çıkmıştır.
Onun bu anlayışı sosyalist çevreden dışlanması sonucunu da beraberinde getirmiştir. Bu konuda ayrıntılı bilgi
için bkz. Kurtuluş Kayalı, Kemal Tahir’in Entelektüel Portresi, İstanbul 2023.
Şaban Teoman Duralı’nın Türkiye Notları
| 107
(Değermenci 2020: 80). T. Duralı’ya göre ülkedeki bölünmüşlüğün bir başka göstergesi
de memurlar ile rençberler arasındaki refah düzeyi farkıdır. Toplumdaki refah düzeyi
farklılığında özellikle II. Dünya Savaşı sürecinde uygulanan toprak mahsulleri
vergisinin de önemli bir etkisi olmuştur (Özer 2011). Tek Parti döneminde ülkede
yaşanan bölünmüşlük gelir seviyesi gibi maddi alanların dışında kültürel seviyede de
karşımıza çıkmaktaydı. Yakup Kadri Karaosmanoğlu’nun kaleme aldığı Ankara adlı
roman bu bölünmüşlüğün kültürel yansımalarının görüldüğü en dikkate değer
çalışmalardan birisidir. Zira romanın kahramanı Neşet Sabit’in yaşadığı çelişkide
somut olarak ortaya çıkmaktadır. Neşet Sabit, Ankara’nın caddeleri elektrikle
aydınlatılan bölgesinde verilen baloda “hürriyetini dans etmek, tırnaklarını boyamak ve
Rue de la Paix’nin kanunlarına esir bir süslü kukla” hâline gelmiş Türk kadınlarını
görürken biraz ileride elektrik ve soyun olmadığı susuzluktan insanların “gece
yarısından sonra Maliye’nin havuzundan zorla su almaya gelen ailelerin” yaşadığı
mahallede ise yatsı namazından sonra okunacak olan mevlit vardır. Bu iki zıt manzara
karşısında romanın kahramanı Neşet Sabit’in yaşadığı bu karmaşayı Yakup Kadri
şöyle ifade eder: “Genç adam, yarım saat evvel ‘aksa-yı garp’ ta idi. Şimdi, tam Asya’nın bir
Ortaçağ Asya’nın göbeğindedir. Bu kadar ivicaçlı bir cemiyet içinde doğru yolu nasıl bulmalı?
Bu mevlüde gidenler mi haklıdır, o salonda dans edenler mi?” (Karaosmanoğlu 2019: 138).
Duralı’ya göre o dönem de “memurun bir eli yağda bir eli baldaydı. Halksa korkunç bir
durumdaydı. Köy çocukları 1956-57’ye değin yalınayak dolaşıyorlardı. Düpedüz yalınayak.
Yaz kış… Bunlar ayrı bir dünyaydı, memur takımı apayrı. Mesela Zonguldak’ta Fener
mahallesinde Kozlu’da Üzülmez’de ayrı bir dünya yaşıyorlardı. Orkestra vardı, dans
ediliyordu. Tangolar, fokstrotlar…” (Değermenci 2020: 77) Gün Zileli’ de o devirde
toplumda var olan kültürel bölünmüşlüğün bir göstergesi olarak düğünlere
değinmektedir. Orta sınıf insanların düğünlerine orkestranın çaldığı valsle başlanıp
da ilerleyen saatlerde zeybek, çiftetelli ve kasap havasının çalınması yaşanan
bölünmenin toplumsal alanın dışında kişilerin zihinlerinde de karşılaşıldığını
göstermektedir (Zileli 2004: 94).
Refah seviyesinde yaşanan bu bölünmüşlüğün yönetenler ve yönetileneler
arasında da olduğuna dikkat çeken Teoman Duralı yöneticilerin halktan uzaklığına
dikkat çekerek bu durumun Demokrat Parti (DP) ile birlikte değişmeye başladığını ve
yöneticilerin “halka yeni yeni yanaşmağa çalışılıyordu.” (Değermenci 2020: 62). diyerek
belirtir. Ancak ona göre bu değişim bir ihtiyaç olarak değil de oy almak amacıyla
yapılıyordu. Buna rağmen yaşanan değişimin Halk Partililer tarafından hoş
görülmeyerek “Bu adamlar veya Menderes halka, marabaya çok yüz verdi ve bunlar ipleri ele
geçirdiler; bunun ilk tezahürü de irticadır.” diye yakındıklarına dikkat çekmiştir
(Değermenci 2020: 73).
Tek Parti döneminde ülke içinde yaşanan bölünmüşlüğün sadece refah seviyesi ile
ilgili olmadığına da dikkat çeken Teoman Duralı düşünsel bölünmüşlüğü ise şöyle
anlatıyor: “Kafalar çok karışıktı. Bir tutarlılık yoktu. Dayım dahil bütün o nesil öyleydi. O
10 8 |
Göçer / Gazi Türkiyat, Bahar 2023/32: 101-119
tutarlılıkta çok az adam yaşamıştır. Babam ömür boyu eski yazıyla yazmıştır. Aynı zamanda
Latin alfabesine geçilmesini de onaylamış ve desteklemiştir” (Değermenci 2020: 42).
Cumhuriyetin ilanı ile birlikte yaşanan değişimlerin etkisiyle yaşanan
bölünmüşlüğün göz önüne çıkan bir başka görünürlüğü de bayramlardır. Teoman
Duralı dini bayramların dünyevi bir hava içinde kutlandığını ve hatta bayram
ziyaretlerinde kahvenin yanında likör ikram edildiğini ve dini bayramlarla millî
bayramlar arasında bir rekabetin varlığını da belirtmekteydi. Bu yıllarda başlayan bu
bölünmüşlüğün ilerleyen yıllarda da devam ettiğine değinen Duralı kendisi felsefe
bölümünde asistanken oğlunu sünnet ettirmesinin hocası Macit Gökberk tarafından
nasıl tepkiyle karşılandığını şöyle anlatmıştır: “Bizim oğlancığı sünnet ettirdim der demez
bir patladı. Patlamadı, infilak etti âdeta. Nasıl yaparsın bunu? deyince anlamadım hocam
dedim. Anlaşılmayacak ne var bu çok ilkel bir olay. Bunu on bin yıl önceki mağara devri
adamları yaptırırdı. Bunlar inisiyasyon olaylarıdır dedi” (Değermenci 2020: 103). Böylesi
tepkilere rağmen sünnetin genel bir kabul hâlinde olduğunu aynı devrin
insanlarından Gün Zileli de hayret ederek şöyle anlatmaktaydı: “Üstelik en laik, hatta
en dinsiz ailelerin bile İslam’ın hiçbir şartını yerine getirmezken sünnet söz konusu olunca,
erkek çocuklarını bıçağın altına teslim etmekteki ivecenlikleri beni her zaman hayrete
düşürmüştür” (Zileli 2004: 124). Tüm bu örnekler Duralı için Türkiye denildiğinde
bölünmüşlüğü hatırladığını gösteren birer örnek olması bakımından önemlidir.
II. Dünya Savaşı’nın bittiği yıllarda dünyaya gelen Teoman Duralı, II. Dünya
Savaşı sırasında Kırım’dan kaçan kimi Alman askerlerin lastik botlarla Türkiye’ye
kaçmaya çalışmaları ile ilgili hatıraların ailenin önemli bir konusu olduğundan
konunun sık sık anlatılmasıyla hafızasına nakşetmiştir. Kırım’dan kaçan Alman
askerlerin çoğu zaman cansız bedenlerinin Karadeniz kıyılarına özellikle de akıntının
etkisiyle olsa gerek Zonguldak’a ulaşınca gelen cesetlerin kimliklerini Almanca bildiği
için Duralı’nın babasına tespit ettirilmesi unutulacak bir şey değildir. Daha sonra da
bu Alman askerlerin cesetlerinin bir kısmının Eskişehir taraflarına bir kısmının da
İstanbul’daki Alman elçiliği mezarlarına defnedilmiştir. Duralı, Kırım’dan gelenler
içinde arada canlı kalabilenlerde olduğunu belirterek bunların da Zonguldak
havalisinde yerleştirildiklerini ifade ediyor ki bunlardan bir tanesi bizzat kendisinin
tanıştığı Alman yerbilimcidir. Bu kişi Duralı’nın babası tarafından istihdam edilmiştir.
Yine sağ salim ulaşan ve tuğla fabrikasında iş verilen bir kişi de 1952’te ailesini
aramaya Almanya’ya gider ancak ailesinden sadece kızı sağ kalmıştır. Almanya’da eşi
askerde ölmüş bir kadınla tanışıp evlenerek Türkiye’ye geri dönmüşlerdir. Bu Alman
ailenin kızı Margarete Frankurtta Duralı’ya yüzme öğretmiştir ki anlatımların
gerçekliğinin en önemli kanıtı da bu yaşanmışlıklardır (Değermenci 2020: 31).
II. Dünya Savaşı’nın çatışmalarının yoğunlaştığı dönemde Almanlar Yunanistan’ı
işgal edipte Meriç’e dayanınca Türkiye’de ciddi bir heyecan ve korku ortaya çıkar.
Yaşanan korkunun en önemli kanıtını İlhan Selçuk’tan yaptığı alıntıyla T. Duralı,
Şaban Teoman Duralı’nın Türkiye Notları
| 109
İsmet İnönü’nün Alman birliklerinin Rusya’ya saldırdığı öğrenince “sevinçten
yatağının üstüne çıkıp kahkahâlâr atıp oynamağa başlamış” (Değermenci 2020: 109)
aktarmaktaydı. Bu korku ve heyecanın etkisiyle olsa gerek hükümet Kozlu’ya telgraf
çekerek karısı Alman olduğu için Sabih Duralı’nın işten atılması istenir. Çünkü “o
dönemde Almanlarla evli olan Türklerin boşanması şartı getiriliyor. İşletme müdürü İhsan
Soyak Ankara’ya şu cevabı verir: Sabih Duralı ihanet ederse beni Kozlu meydanındaki çınara
asabilirsiniz.” Sabih Duralı eşinden ayrılmaz ancak tanıdığı bazı arkadaşları bu dönem
de eşlerinden ayrılmak zorunda kalır (Değermenci 2020: 77-78).
II. Dünya Savaşı yıllarında İsmet Paşa daha hafızalarda taze olan I. Dünya Savaşı
ve savaşta yaşanan mağlubiyetin getirdiği yokluk ve sıkıntıların etkisiyle olsa gerek
savaşa girmemek için “denge oyunu” oynamak zorunda kalmıştır (Deringil 2003). Tabi
bu durumda T. Duralı’ya göre İsmet Paşa’nın matematik aklının olması, aşırılıklara ve
çıkıntılıklara pirim vermemesi ve orta yolun adamı olması da etkilidir (Değermenci
2020: 108).
Teoman Duralı 1977 yılında ailesiyle İstanbul’dan Mersin’e giderken vapurda
1944’te Midilli adasında görevli bir Alman subayıyla tanışır. Bu subay Türklerin
Midilli’nin aç ahalisine gizlice yiyecek yardımı gönderdikleri için komutanlarının
Türklere kızdığını anlatarak bir gün Ayvalık kaymakamını adaya çağırarak
kaymakama Midilli kalesinde İstiklal Harbi’nde esir alınıp da aç bırakılarak öldürülen
askerlerin iskeletlerini gösterdikten sonra: “Sizde şimdi bunlara gizlice yiyecek
gönderiyorsunuz. Öylemi hadi bakalım yasağı kaldırıyorum; sizi bu hâle getirenlere
istediğinizce yardım yollayın demiş. Kaymakama ‘bak sana bir sır ifşa edeceğim, kulaklarını
iyice aç: Ankara’ya haber uçur buralardan çekiliyoruz. Öyle ki gelin bize savaş ilan ederek
burayı işgal edin. Pekâlâ bizi kovuyor, adaları da işgalimizden kurtarıyormuş görüntüsünü
vererek’ diye tavsiyede bulunmuş” (Değermenci 2020: 112). Duralı’nın bu aktarımının
kuvvetlendirecek bir hususta şudur ki, II. Dünya Savaşı sürecinde hem Mihver
devletleri hem de Müttefik devletleri Türkiye’yi yanlarında savaşa girmesini sağlamak
için Halep ve Ege adalarını Türkiye’ye vermeyi önermişler ancak dönemin hükûmeti
bu tekliflerin altındaki amacın farkına vardığından kabul etmemiştir (Deringil
2003:180-181). Duralı bu diyaloğu babasına anlattığında babasının da İsmet Paşa’ya
hak verdiğini belirterek devrin insanlarının savaş tehlikesine karşı nasıl bir tavır
ortaya koyduklarını göstermiştir.
ÇOK PARTİLİ DEMOKRATİK YAŞAM TECRÜBESİ
II. Dünya Savaşı’ndan sonra iç ve dış konjonktürün etkisiyle Türkiye çok partili bir
yaşama geçmiş veya geçmek zorunda kalmıştır (Karataş 2022). Bu değişimin
sonucunda 1950’li yıllarla birlikte Türkiye’de çok partili bir yaşamın gereği olarak
yapılan seçimlerde Cumhuriyet Halk Partisi (CHP) seçimi kaybederek yerini DP’ye
11 0 |
Göçer / Gazi Türkiyat, Bahar 2023/32: 101-119
bırakmıştır. Bu değişimle birlikte CHP dönemine kıyasla büyük bir hürriyet havası
esmeye başlasa da değişim birden olmamıştır. DP’nin ilk yıllarında CHP etkisinin
baskın olduğuna değinen T. Duralı’nın “jandarmanın kadının yoluna çıkarak başından
örtüyü alıp makasla kesmesi” gibi sert müdahalelere bizzat şahit olması ve hatta DP’nin
seçimlerde söz vermesine rağmen Celal Bayar’ın itirazları nedeniyle Türkçe ezanın
aslına döndürülmesi için bir süre beklenilmesi gibi örnekler CHP’nin seçimi kaybetse
de etkisinin hâlâ sürdüğünün bir kanıtı olarak değerlendirilmiştir (Değermenci 2020:
191).
DP devrinde Türkiye’nin içinde bulunduğu durum “Anadolu baştan ayağa
karanlıktaydı, karayolu diye bir şey yoktu.” diye anlatan Teoman Duralı DP’nin gelmesiyle
birlikte ise demiryolu seferberliğini bir kenara bırakarak yol yapmasını DP’nin en
önemli günahları arasında saymaktadır. Ona göre yol yapmak Amerikan
menfaatlerinin ülkeye girmesi demektir (Değermenci 2020: 160).
Teoman Duralı II. Dünya Savaşı’ndan itibaren Türkiye’de ciddi bir Rus korkusu
olduğunu ve bu korkunun toplumun her kesiminde etkili olduğunu ifade ederek
Ankara’da otururken Kavaklıdere’deki okullarına Rus elçiliğinin bulunduğu yoldan
gittiğini ve oraya gelince yolun karşı tarafına geçtiğini zira “sanki oradan bir el uzanacak
beni tutup içeri çekecekmiş gibi” geldiğini hatırlamaktaydı.2
Bu korkuya karşılık ise Amerika’nın dost olarak değerinin daha da arttığını ifade
eder. Bu çekişmenin bir sonucu olarak o yılların Ankara’sında Rus salatasının adının
bile Amerikan salatası olarak değiştirildiğini bir restoranda Rus salatası istemelerine
rağmen garsonun yok demesini vitrindeki salatayı gösterince de o salatanın adının
hükümetin etkisiyle Amerikan salatası olduğunun kendilerine söylendiğini anlatır
(Değermenci 2020: 164-165).
1950’nin ilk yıllarında yaşanan bolluğun etkisiyle tarım üretiminin artması
ardından Kore Savaşı’nın çıkmasıyla da tarım ürünlerinin değerlenmesi ülkede refah
seviyesini arttırmıştır (Özcan 2015). Tabi bu refah artışında DP’nin uyguladığı “köy ve
köylülük politikalarının” (Özer 2013) da etkili olduğunu unutmamak gerekir ki bu
politika DP iktidarının sonuna kadar süren bir devamlılığa sahiptir. Ancak ilerleyen
yıllarda yaşanan değişimin bir sonucu olarak “uçurum yeniden açılmaya başlıyor. Halk
kitlesi, özellikle köylü, fabrikalar kuruldukça şehre akın ediyor. Bu fabrikaların etrafında oluşan
gece kondular dehşet derecede fakirdi. Ankara’da Yenidoğan, Altındağ ile Bentderesi civarı bu
gecekonduların en görünür örneğiydiler.” Teoman Duralı yakınlarındaki gecekonduları
gezerek oralarda yaşanan sefalete, düpedüz toprak yollara dökülen lağımlara,
çamurdan, kerpiçten, tahtadan yapılmış evlere, yalınayak çocuklara ve ortalığı saran
ahlaksızlık ve hastalığa doğrudan şahit olmuştur (Değermenci 2020: 179-180).
2
Niyazi Berkes II. Dünya Savaşı’ndan sonra Türkiye’de ortaya çıkan Rus korkusunun Tek Parti döneminin ve
özellikle de İsmet İnönü’nün ortaya çıkardığı suni bir izlenim olduğunu iddia etmektedir. Ona göre İsmet
İnönü kızıl bir devrim tehlikesi var izlenimi vererek kendi rejimini biraz demokratikleştirerek sürdürmeyi
amaçlamaktaydı. Niyazi Berkes, Unutulan Yıllar, İstanbul 2019, s. 304.
Şaban Teoman Duralı’nın Türkiye Notları
| 111
Duralı’nın tespitlerinin bir benzerini yaklaşık aynı dönemlerde yaşayan Kemal H.
Karpat’ta hatıratında anlatmaktadır. 1940’lı yıllarda İstanbul’a gelen Karpat
Türkiye’de işçi sınıfının yavaş yavaş oluştuğu yıllara bizzat şahitlik ettiği gibi
parasızlık nedeniyle Paşabahçe Cam Fabrikasında işçi olarak da çalışmıştır. Böylece o
hayatı ve yokluğun ne demek olduğunu bizzat tecrübe ettiğini belirtir. Devrin
işçilerinin bedava denecek bir paraya karın tokluğuna çalışmamaları onu o kadar
etkilemiştir ki ilerleyen dönemlerde mastır tezini sendikal faaliyetler üzerine
yapmaktan kendini alamamıştır (Karpat 2021: 120).
DP’li yılların en önemli ismi olan Adnan Menderes’in ise halk tarafından çok
sevildiğini dile getiren Teoman Duralı, DP’lilerin bulaştığı yolsuzluğa karışmayan en
önemli ismin de Menderes olduğunu düşünmektedir. Halkın Menderes’e dönük
sevgisinde ve onun darbe sonrasında asılmasına kadar varan süreci ise Menderes’in
Mason yapılanmanın dışında olmasına bağlamaktadır (Değermenci 2020: 196).
Duralı’nın babası bir dönem DP’den milletvekilliği yaptığı için olayların iç yüzüne
vâkıf olması onun yaklaşımlarının önemini ortaya koyar.
Teoman Duralı’nın babası 1930’ların başında Almanya’daki eğitimi sırasında
Almanya’da artan “millî toplumcu” kavmi kalkışma döneminde bir gün pastanede
otururken Yahudilere benzediği için ciddi bir şekilde dövülürken Türk pasaportunu
göstererek kurtulabilmiştir. Baba Duralı yaşadığı bu tecrübenin etkisiyle olsa gerek
“millî toplumcu” yaklaşımlara ve girişimlere her zaman tepki göstermiş, bunun bir
sonucu olarak da 1955 yılında Türkiye’de yaşanan 6-7 Eylül olaylarının ardından
milletvekilliğinden istifa etmiş ancak DP’den ayrılmamıştır. Böylece babası 6-7 Eylül
olaylarını “milletin alnına sürülmüş kara leke” diye değerlendirmiş ve vicdani olarak
bunun gereğini yapmıştır3 (Duralı 2020: 426).
27 Mayıs Darbesi öncesi ülkenin için için kaynadığı bir süreçte “Menderes’in
Harbiye öğrencilerini kıyma makinasından geçirdiği” gibi yalan haberlerin kulaktan
kulağa yayıldığına şahit olan Teoman Duralı bu durumu devrin iletişim araçlarındaki
zayıflığa bağlamaktaydı. Buna rağmen ortada bir geçek vardı ki o da olağanüstü bir
hoşnutsuzluğun gerilimin ve öfkenin yoğun bir şekilde hissedilmesidir. Sürecin
şahitlerinden Teoman Duralı’nın dayısı Hasan Amca da “bu nefretin bir benzerini ben
Abdülhamid’in son günlerinde gördüm; 1908’de II. Meşrutiyet arefesinde.” demekten
kendini alamamıştır (Değermenci 2020: 182). Yaşanan gerilim nihayetinde 27 Mayıs
1960’ta asker yönetime el koymuş böylece seçilmiş DP iktidarı “sabık ve sakıt oldu”
6-7 Eylül olayları meydana geliş tarzı, gelişmesi, etkileri başta olmak üzere geniş bir çerçevede ve
soğukkanlılıkla ele alınması gereken bir konudur. Zira bu konu ile ilgili olarak lehte ve aleyhte yaklaşımlar
Adnan Menderes’in yargılandığı Yassıada yargılamaları başta olmak üzere sık sık ortaya koyulmuştur. Bu
çerçevede dönemin en önemli aktörlerinden Namık Gedik’in darbeden sonra gözaltında tutulduğu yerden
şüpheli bir şekilde düşerek ölmesi bu olayın aydınlığa kavuşamamasındaki olumsuzluklardan biridir. Ancak
Yassıada yargılamaları başta olmak üzere sonraki yaklaşımlarda siyasal hasımlığın veya taraftarlığın ne kadar
etkili olduğu önemli bir problemdir. Bu konuda ayrıntılı bilgi için bkz. Haluk Perk, Şafak Tunç, Güngör Göçer,
27 Mayıs’ın İlk Şehidi Dahiliye Vekili Dr. Namık Gedik, İstanbul 2022.
3
11 2 |
Göçer / Gazi Türkiyat, Bahar 2023/32: 101-119
(Değermenci 2020: 183). Bunun sonucu olarak Cumhuriyet tarihinde ordunun daha da
siyasallaşarak erken kalkanın darbe yapmaya çalışacağı bir anlayışın temelleri atılmış
oldu (Koçak 2017).
Teoman Duralı darbe girişiminde ve sonrasında ciddi bir tepki gösterilmemesini
ise büyük bir hata olarak görmekteydi. Direnişin olmamasının veya tepki
gösterilmemesinin sebebi olarak gösterilen “halkı iç savaşa sürüklememek” düşüncesi ise
ona göre iyi bir bahane değildi. Zira “aynı kabahati çapulcular Yeşilköy’e dayandığında
Abdülhamid’de işledi” (Değermenci 2020: 190).
DEMOKRATİK YAŞAMDAKİ KIRILMA
Teoman Duralı’nın 1960 darbesine dair hatıraları ise daha canlıdır. Mahallesindeki
CHP’lilerin askerlere ellerindeki ekmeği, ayranı verip DP’lilerin evlerini göstermesi,
İçişleri bakanı Namık Gedik’in çöp kamyonunda çöplerin içinde götürülüşünü
pencerelerinden ailecek izlerken babasının “Allah’ım olacak iş değil” (Değermenci 2020:
185) demesi döneme dair çarpıcı anekdotlar şeklinde karşımıza çıkmaktadır.
Menderes’in uçağının 1959 yılında Londra yakınlarında inerken düşmesi ve kazadan
sağ salim kurtulması üzerine öyle müthiş bir sevgi seli ortaya çıkar ki Duralı kendini
bilmez birinin Menderes’in arabasının önüne atlayıp oğlunu kurban etmeye
yeltendiğini ve elindeki bıçağın zorlukla alındığını anlatarak “Adnan Menderes’i haşa
Tanrı katına yüceltmeye kalktığını” ama kısa bir süre sonra ise aynı halkın Menderes’i
alaşağı ettiğini belirterek yaşananların “seciye yoksunluğu” olduğu tespitini yapar
(Değermenci 2020: 179).
Teoman Duralı’ya göre yaşanan darbe sürecinin en önemli nedeni ise Menderes’in
Amerika’dan yüz bulamayıp Rusya’ya yönelmesidir. Hatta darbeden sonra ilk
konuşulan konunun “Menderes’in bu Rusya seyahati” olması bu bakımdan önemlidir
(Değermenci 2020: 189). Duralı’ya göre benzer bir hatayı Süleyman Demirel de yapmış
ve o da Rusya’ya yönelmiştir. Demirel “bizim karasularını ve havayolunu, Mısır’a
gitmeleri için Rus gemi ve uçaklarına açtı. İkincisi de Rusya Türkiye’de ağır sanayi kurmağa
başlamıştı. Mesele buydu” (Değermenci 2020: 306). Sonunda da Demirel Ruslara verdiği
cevazdan ötürü iki kere (12 Mart ve 12 Eylül) darbeyle alaşağı edilmiştir. Duralı,
Demirel’in iki defa darbe ile iktidardan indirilmesine rağmen sağ kalmasını ise
“Amerika” nın etkisine ve “masonluğu”na bağlamaktadır4 (Değermenci 2020: 214).
Türk siyasal tarih incelemelerinde birçok tartışmalı konu vardır ki bunlardan birisi de “masonluk”
meselesidir. Biz bu çalışmamızda ele alınan öznenin olaylara yaklaşımı ortay koymaya çalıştığımız için onun
Adnan Menderes ve Süleyman Demirel gibi siyasi figürlere bakışına müdahale etmedik. Var olan bu iddialarla
ilgili olarak devrin diğer öznelerinin konu bağlamında ortaya koydukları hatıratları ile de karşılaştırılması
sağlıklı bir sonuca ulaşılması adına önemlidir. Zira bir hatırata dayanarak tarihsel bilginin inşa edilmesi kendi
içerisinde metodolojik bir problem olarak da ortada durmaktadır. Bu çerçevede bahsi geçen isimlerle ilgili
4
Şaban Teoman Duralı’nın Türkiye Notları
| 113
1960 Darbesi sonrası ülkede ciddi bir ekonomik kriz de yaşanmaya başlamıştır.
Zira Cemal Gürsel ABD büyükelçisinden maaşları ödemek için avans alabilmenin
derdine düşmüştür (Özacan 2017). Millî Birlik Komitesi bir taraftan yaşanan ekonomik
sıkıntıları gidermek için dış borç bulmaya çalışırken bir taraftan da millî bir seferberlik
ilan eder. “Ey vatandaş, nikah yüzüklerini devlete hibe et!” denince Duralı’nın babası hem
tabancasını hem de nikah yüzüğünü hibe eder.5 Tabi bu durum evde annesi ve babası
arasında bir krize de neden olur. Toplanan yardımlar bir süre sonra ordudan DP’ye
yakın oldukları gerekçesi ile emekli edilen komutanlara konut inşa etmek için
kullanılır ve bu evlere “alyans evleri” denir (İnci vd. 2021: 175). Emekli edilen bu
komutanlara konut yapıldığı gibi aynı zamanda okullarda İngilizce, fizik, matematik,
biyoloji öğretmeni olarak çalışmalarına da izin verilir. Bu öğretmenlerde okullarda
harp okulu disiplinini uygulamaya çalışırlar. Derse girerlerken sınıf başkanının
“dikkat hoca geliyor”, “hazırol” diye bağırması Duralı’nın aklına gelen ilk
örneklerdendir (Değermenci 2020: 201).
Teoman Duralı 27 Mayıs Darbesi’nden sonra yapılan yeni anayasanın ülkede sol
hareketleri güçlendirdiğini düşünmektedir. Ancak uygun yasal düzenlemelere karşı
halkın sol düşünceye yakınlık duymamasını ise yaşadığı bir olaydan hareketle
açıklamaya çalışmaktadır. Duralı 1971’de Fransa’ya gitmek için hazırlandığı bir sırada
fakülteden çıkıp Aksaray’a doğru yürürken Farsça Mihan Tur yazan bir otobüs görür
ve ertesi gün o otobüsle İran’a doğru yola çıkar. Otobüs Doğu Beyazıt’ta bir gece mola
verir. Çok parası olmayan Duralı geceyi polis karakolunun bahçesindeki bankta
geçirir. Bu sırada karakoldaki genç bir polisle derin bir sohbet eder. Bu sohbet
sırasında Duralı genç polise “Niye bu solculara bunca düşmansınız?” diye sorar. Bu soruya
polis ise şöyle cevap verir: “Kardeşim bu heriflerin dilini anlamıyorum bir kere. Komprador,
emperyalist, sömürgeci, kapitalist, faşist… Nedir bunlar? Öbürü anamın kulağıma fısıldadığı
kelimeişahadetle iş görüyor. Ben o dili biliyorum.” Duralı’ya göre de “Halkın anladığı, bildiği,
takip ettiği gelenek, görenek dili sağcılık demek oldu bizde. Türkeş’in lafıyla halka aykırı olan
‘kökü dışarıda olanlar’ yani solculardı” (Değermenci 2020: 216). Bu düşünceye rağmen
1960’lı yıllarda sol düşüncenin Türkiye’de etkinliğinin arttığının örneklerinden birini
bizzat Duralı kendisi verir. Buna göre Duralı daha liseyi yeni bitirdiği yıllarda (1967)
Filistin’in önemli bir kısmının İsrail’in eline geçmesi üzerine Ankara’da Filistinlileri
kurtarmak için kurulan Filistin Kurtuluş Örgütü kamplarından birisine de bizzat
katılmıştır. Orta Doğu Teknik Üniversitesi (ODTÜ) arazisinde savaş eğitimi alan
Duralı bir taraftan da Filistinli talebelerden Arapçada öğrenmeye başlamıştır. Bu
kamplara Deniz Gezmiş, Sinan Cemgil, Cengiz Çandar gibi isimlerin de Türkiye’deki
ithamlara cevap vermek bu çalışmanın sınırlılıkları dışında olduğu için konu üzerinde durulmasa da bu
yaklaşıma karşı mesafeli bir duruşumuzun olduğunu belirtmek isterim
5
Bu kampanya ile ilgili olarak aynı dönemde Maliye Bakanlığı’nda kontrolör olarak çalışan Sezai Karakoç,
Milli Birlik Komitesinin “sözde halkı devlete acındırmak için herkesin alyansını hazineye bağışlamasını
istediğini” belirterek “memurlar tüm alyanslarını verdiklerine” dikkat çekmiştir. Özellikle memurların
alyanslarını hibe etmelerinde darbe ortamının yarattığı nazik durumun etkili olduğunu söylemek yanlış
olmayacaktır. Sezai Karakoç, Hatıralar II, İstanbul 2022, s. 166.
11 4 |
Göçer / Gazi Türkiyat, Bahar 2023/32: 101-119
düzeni değiştirmek için geldiğini ama kendisinin katılımını ise “özel ve öznel bir
olaydı, ideolojik bir yanı yoktu.” diye açıklamaktaydı (Değermenci 2020: 291-292).
Teoman Duralı’nın 1960’lı yıllara dair en dikkat çekici hatıralarından birisi 1963
yılında gittiği Doğu Almanya’da SS subayı Alfred Kobel ile tanışmasıdır. 1941 yılında
Kırım ve çevresinde görev yapan Hitlerin ordusundaki bir albay olan Kobel, Kırım ve
çevresinde yaşayan Yahudilerin toplanması sırasında Müslüman erkeklerinde Yahudi
sanılarak toplandığını ve bu yanlışlıktan nasıl olduysa Ankara’nın haberdar olduğunu
belirtir. Türkiye Almanya büyükelçisi Von Papen aracılığı ile konunun üzerine
eğilerek sünnet olmuş her erkeğin Yahudi olmadığını ayrıca bölgede Hazarlar’ın
soyundan Karay yahut Karain Türklerinin yaşadığını ve bunların birbirinden ayırt
edilmesi gerektiği uygun bir lisanla anlatılır. Almanya için savaşın bu kritik
döneminde Türkiye ile ilişkilerin gerilmesi ve bunun sonucunda da Türkiye’nin
müttefiklerin yanında savaşa dâhil olması istenmeyen bir durumdur. Ayrıca aynı
dönemde Almanya Türkiye’den krom ithal etmektedir ve bu ticaretin de aksaması
istenen bir şey değildir. Bu nedenle hemen harekete geçilmiş ve aralarında Kobel’in de
bulunduğu görevliler bilgilendirilmiştir. Bu çerçevede bölgede bir, bir buçuk ay
boyunca Türklerin tarihleri, dilleri, nüfus ve halk bilgileriyle şekil ve şemailleriyle ilgili
dersler verilmiştir (Duralı 2020: 428).
Teoman Duralı’nın Kobel’e dayanarak aktardığı bu hadise onun deyişiyle “nihayet
mazi, hafızaya nakşolmuş hatıra çetelesi”dir. Bu anlatım “o pirifaninin ağzından gencin
kulağına, nesilden nesle anlatıla giden hikâyeden gayri ne olabilir?” İşte bu sözlü
anlatının tarihsel bir değeri olmadığını söylemek ise imkânsızdır. Ancak tarihi sadece
resmî belgeler üzerinden yazılan bir bilim şeklinde ele alırsak Kobel’in anlatımının bir
tarihsel değeri yoktur. Kobel’in bu aktarımının üzerinden uzun bir zaman geçtikten
sonra Duralı 2008 yılında “İstanbul’daki Cervantes kültür merkezinin ‘Alvaro Mutis Critico
de Mitos y Simbolos del Nazismo’ (Naziliğin Sembolleri ile Efsanelerinin Eleştirel Sözlüğü)
başlıklı eserinin 225. sayfasında bahis konusu vakanın vukuuna dair ibare…” Duralı’nın
dinlediklerinin “hikâyeden tarihe” dönüştürmüştür. Tabi bu tarihsel hadisenin diğer bir
boyutu da şudur:
“Yahudi aleyhtarlığının haddizatında dini olmayıp düpedüz dirimsel
kavmi bir mesele olduğu felsefi akıl yürütme ile tutarlılığa örnek
oluşturabilecek tarzda kanıtlanarak gözler önüne seriliyordu: Yahudi
ırkın yüklediği kaderden kaçamıyor. Bunun deliline Kırım Nazi işgali
sırasında Sami ırkından İbraniler ile bu soydan gelmeyen
Karaylar/Karainler arasında SS yetkililerinin yaptığı ayrım da
buluyoruz. Filvaki SS’ler biyolojik bakımdan İbrani menşeli Krımçak
cemaatini toptan ortadan kaldırırken İbrani soyundan gelmeyen
Karaylar’a dokunmamışlardır” (Duralı 2020: 429).
27 Mayıs’tan sonra sol düşüncenin Türkiye’deki güçlendiği alanlardan birisi de
ordudur. Ordu içerisindeki Amerika aleyhtarı subaylar bir darbe hazırlığına
Şaban Teoman Duralı’nın Türkiye Notları
| 115
başlamışlardır (Koçak 2017: 170-188). 12 Mart’ta darbe yapıldığında “solcularımız
bayram etti, şıkır şıkır oynadılar. Çetin Altan’ın İlhan Selçuk’un yazılarını hatırlıyorum.
‘Nihayet oldu, ordumuz tekrar Atatürkçü çizgisine girdi, bundan böyle emperyalizmi alt
edeceğiz” (Değermenci 2020: 307).
Teoman Duralı yaşadığı bu ikinci darbeyle birlikte trajikomik olaylara da şahit
olur. Aramalardan korktuğu için evindeki ve babasının evindeki kitapları gömmek
zorunda kalmış ve hatta babasının evinde yapılan aramada Larousse sözlüğünün
Rusya ile ilgili olmadığını açıklayana kadar akla karayı seçmiştir. Darbeden sonra
Türkiye’de sağ ve sol ayrımının daha da sertleştiğine dikkat çeken Duralı fakülteden
Etiler’deki evine gidene kadar önce komünistlerin, sonra Mecidiyeköy’de sağcıların
Akadlar’ da ise polisin durdurduğunu ve evine sağ salim ulaşmanın ise büyük bir şans
olduğunu anlatmaktadır. O dönemin insanlara yaşattığı “ruhi tahribatı” anlatmanın
imkânsızlığına değinen Duralı “Sabah helalleşip çıkıyordum. Akşam dönüp
dönmeyeceğimiz belli değildi. Eline silahı kapan alikıran baş kesen kesiliyordu” (Değermenci
2020: 396). O yıllarda sokakların çıkılamaz, kahvelerin oturulamaz, okulların
okunamaz, hayatın da yaşanamaz bir hâle geldiği tespiti toplumun bir cinnet hâli
yaşadığını ortaya koymaktaydı. (Karakoç 1996: 38) Bu çatışmalar 12 Eylül’e kadar
daha da sertleşerek devam etmiştir. (Değermenci 2020: 309) Ne hikmetse 12 Eylül’ün
ertesi günü ise yaşanan bütün o şiddet olayları “bıçakla kesilmişçesine” bitmiştir
(Değermenci 2020: 396).
12 Mart Darbesi Teoman Duralı’nın şahsı içinde olumsuz bir sonuç doğurmuştur
ki o da darbeciler tarafından üniversitedeki kadrosunun iptal edilmesidir. Tabi bu
durum sadece Duralı’nın başına gelmiş bir durum değildir. Bu ülkenin yetişmiş birçok
önemli isminin şöyle veya böyle çeşitli yaftalamalar nedeniyle ülkelerini terk edip yurt
dışındaki üniversitelerde çalışmak zorunda kalmaları tabiri caizse ülkemizde vaka-i
adiyeden olaylar arasındandır. İşte böylesi bir sorunla Duralı da karşılaşmıştır.
Kadrosu iptal edildikten sonra doktora tezinin özetini Kanada’da bulunan TroisRiviers Üniversitesine göndermiş ve tezi beğenilerek Kanada’ya davet edilmiştir. Eşi
de bu durumdan son derece memnundur. Konuyu babasına açıp gitmek istediğini
söylediğindeyse aldığı cevap şöyledir: “Buranın ekmeğini yedin, ilkokul birinci sınıftan
bugüne değin bütün tahsilini burada gördün; şu fakir fukara millete kaça mâl oldun, haberin
var mı? Onlarsa hazıra konacak, tek kuruş harcamadan olmuş bitmiş birini işlerine koşacaklar,
tam işte kapitalist sömürü kafası; sense yediğin ekmeğe tüküreceksin öylemi! dedi. Beni
mahvetti bu sözler” (Değermenci 2020: 388).
TOPLUMA YABANCI TOPLUMUN YABANCISI
Teoman Duralı Türkiye’de Tek Parti dönemini ele alırken toplumsal bölünmeye
dikkat çekmekteydi. Bunu yaparken de sıradan halk ile memurlar arasındaki özellikle
gelir dağılımındaki eşitsizliğe vurgu yapıyordu. Gelir dağılımındaki eşitsizliğin
dışında kültürel anlamda da ülkede bir bölünmüşlüğün varlığı ise bilinen bir başka
gerçekti. Yani her anlamıyla Batılılaşanlar veya Batılılaşmaya çalışanlar dışında bir de
11 6 |
Göçer / Gazi Türkiyat, Bahar 2023/32: 101-119
kendi kültürü ile barışık olarak kültürünü muhafaza etmeye çalışan ikili bir toplumsal
yapının varlığı dikkat çekiciydi.
Tek Parti döneminde ve bu dönemin etkisinin gözle görülür olduğu 1950’li yılların
ilk başlarında bu durum eleştirel bir yaklaşımla ele alınmaktaydı. Ancak Teoman
Duralı eleştirdiği bu durumun 1980’li yıllarda da devam ettiğine dair de dikkate değer
notlar düşmüştür. Bu bağlamda da 1983 yılında seçim çalışmaları için Elazığ’a gelen
Erdal İnönü ile yaşadıkları hadiseye dikkat etmek gerekir. İnönü ile daha önceden bir
tanışıklıkları olduğu için konuşmasından sonra selam vermek için yanına gider. İnönü
bu duruma çok sevinir ve yapılan kısa bir hasbihalden sonra kendisini yalnız
bırakmaması konusunda Duralı’ya ricada bulunur. Seçim konuşmasından sonra
birlikte yemeğe giderler. Bundan sonrasını Duralı şöyle anlatır:
“Gakkoşlar yer sofrası hazırlamışlar. Erdal Bey bilmiyor yerde
yemesini. Bağdaş kuracak ama çok da uzun boylu. İngilizler
dokunulmaktan hiç hoşlanmayan adamlardır. Erdal Bey de benzer
terbiye ile yetişmiş. Aşırı derecede dokunmatik insanlarız. İşte bu
bağlamda ona dokunan dokunana. Bu bir sevgi, samimiyet sen
bizdensin ifadesi. Gel gelelim o bundan irkiliyor dehşet rahatsız
oluyordu. Bunu benden başka anlayan var mıydı? Sanmıyorum. Bu
yüzden o rahatsız edici dokunuşlarını omuz omuza gelme çabalarına
oradan buradan laf atmalarını önlemeye kalktığımda en azından
tutumumu tuhaf karşıladılar. Ben de Erdal Bey’in işitmeyeceği sesle
bana karışılmamasını sıkça tekrarladım. Üniversitede hoca olduğundan
tanıyorlardı beni orada… Bu yüzden Erdal Bey’e sahip çıkmaya
çalıştığım vakit müdahale etmediler. Minarenin yıkılmasına benzer bir
biçimde yıkılıyordu yakaladım kolundan usulcacık oturttum.
Bacaklarını uzattı. Bulgur, et ve benzeri bir sürü yemek var. Ben size
keseyim dedim. Otururken uzanamıyor diye tabağını da kucağına
koydum. Usul usul yedi fakat dörtte üçünü bıraktı. Bunlar ona son
derece yabancı gelen hadiseler hiç böyle bir olayla karşılaşmamış. Bu
manzaraları tanıyorum yabancılığını da anlıyorum ayrıca diğerlerinin
bu yabancılığı anlamasını da anlıyorum” (Değermenci 2020: 431).
Teoman Duralı’nın anlattığı bu manzara ülkemizi ziyarete gelen yabancı bir
turistin ülkemizin kültürüne yabancılığını anlatmak için örnek olarak verilseydi bu
örneğin yadırganacak bir tarafının olmadığını rahatlıkla söyleyebilirdik. Ancak bu
örnek bu ülkede doğmuş ve yetişmiş hocalık yapmış, ülke yönetimine talip bir
siyasetçiyi konu edinmesi bakımından ironik bir örnek olarak Duralı tarafından
aktarılmıştır.
Teoman Duralı benzer bir yabancılıkla 1992 yılında misafir öğretim üyesi olarak
bulunduğu Malezya’da İran Büyükelçiliğinin verdiği iftar yemeğinden sonra
karşılaşır. Ezandan sonra bir iki lokma bir şey yenilir ve namaz kılmak isteyenler
Şaban Teoman Duralı’nın Türkiye Notları
| 117
mescide davet edilir. Ancak genç elçilik kâtibi namaz kılması gerekip gerekmediğini
sorunca Duralı “Şart değil laik bir ülkedeyiz. Ama siz resmî temsilcimizsiniz, gelseniz güzel
bir görünüm arzeder, gelmezseniz kimsenin bir diyeceği olmaz” söyler. Ancak bu gencin
bazı sorunları vardır ki namazın nasıl kılındığını bilmediği gibi abdestin nasıl
alınacağını da bilmemektedir. T. Duralı o dakikada bunlar öğretilemeyeceği için olsa
gerek “boşver abdesti” der ve namaz kılanları taklit ederek onların yaptığını yapmasını
tavsiye eder. Namaz sonrası genç kâtip Duralı’ya “namaz kılma hadisesini kastederek
hayatının en zor anını yaşadığını” ifade eder. Genç kâtibin babası hariciyeci olduğu
için “İsviçre’de doğmuş sonra Türkiye’ye gelmişler, ömründe camiye yüz metreden fazla
yaklaşmamış.” Duralı “niye bırak Müslüman’ı Türkiye’ye ziyarete gelenlerin ilk uğradığı yer
cami oluyor.” diye çıkışınca genç kâtip “Cami bana hep karanlık ve korkutucu gelmiştir.”
deyince Duralı da “sen Katolik kiliseleriyle karıştırıyorsun” diye karşılık verir
(Değermenci 2020: 433) .
Teoman Duralı’nın verdiği bu iki örnekten hareketle içinde yaşadığı topluma
yabancılığı ideolojik saiklerle açıklamaya çalışmanın da beyhude bir çaba olacağına da
dikkat çekmek gerekir. Çünkü yine onun anlatımı ile evine ayakkabıları ve
postallarıyla girenleri “Bura gâvur evi değil, namaz kılınan yerde pabuçla girilmez” diyen
Hikmet Kıvılcımlı’nın varlığını da bilmekteyiz (Değermenci 2020: 433). Kıvılcımlı ise
sol düşünce içerisinde önemli bir isimdir. Bu zıtlıklar içerisinde aslında Duralı ülkesi
ve halkını tanımanın ve onlarla barışık olmanın ideolojik bir yaklaşımdan ziyade
aslında bir zihniyet meselesi olduğunu ortaya koymaktaydı. Yaşadığı ülkenin kültürü
ile barışık olma veya ona tepeden bakma hadisesinin ideolojik bir tavır olmadığını
gösteren dikkate değer örneklerden birisi de 1960’ların sonunda Türkiye İşçi Partisi
(TİP) ekseninde yaşanan bir ayrışmanın sonunda ortaya çıkan Proleter Devrimci
Aydınlık (PDA) çevresinin ideolojik bir teori oluşturma çalışmaları sırasında grup
içindeki orta gelir grubuna mensup üyeleri ile “köylücü muhafazakâr yönelim”li
üyeler arasında yaşanan çekişmede de ortaya çıkması meselenin ideolojik bir sorunsal
olmadığının göstergelerinden birisidir (Zileli 2000: 373-376).
SONUÇ
Teoman Duralı Osmanlı’dan Cumhuriyet dönemine geçişe tanık olmuş aydın
olarak tanımlayabileceğimiz bir ailede dünyaya gelmiştir. Duralı’nın içinde
bulunduğu aile ortamı dayısı Hasan Amca’nın renkli siyasal kimliğinin de etkisiyle
farklı fikirsel tartışmaların yanı sıra kültürel, sanatsal ve siyasal sohbetlerin de
yapıldığı okul işlevi görmüştür. Ailenin en küçüğü olmanın verdiği duygunun etkisi
ile olsa gerek savrulduğu haylazlıklar onun ilerleyen yaşlarındaki fikrî gelişiminin
ortaya çıkmasını sağlayan bir maya işlevi görmüştür. Bu mayalanma sürecinde
yabancı dil öğrenme tutkusunun da yadsınamaz bir yerinin olduğu da
unutulmamalıdır. Yaşamına etki eden bu sebeplerin etkisiyle olsa gerek yöneldiği
felsefe onun düşünsel kimliğini ortaya çıkmasını da etkilemiştir.
11 8 |
Göçer / Gazi Türkiyat, Bahar 2023/32: 101-119
İçinde yaşadığı ülkede ve etrafında olup bitenler karşısında her zaman sorgulayıcı
ve eleştirel bir tavır takınan Teoman Turalı 1940’lı yıllardan 2000’lere uzanan süreçte
tanık olduklarını hatıratında ele almaya çalışmıştır ki bunun sonucunda onun bakış
açısından hareketle ülkemizin uzun süreli bir serencamını takip etme imkânına
kavuştuk. Duralı’nın tanıklıklarını ifade ederken düşüncelerini dolandırmadan net bir
dil kullanarak ifade etmesi onun fikrî yapısının anlaşılması bakımından da hayli
değerlidir. Hatıralarında verdiği birçok ayrıntının ve anekdotun unutulup gitmesine
izin vermeyerek de geleceğin araştırmaları için önemli tarihsel bir malzeme bıraktığını
da unutmamak gerekir.
KAYNAKÇA
BERKES, N. (2019). Unutulan Yıllar. İstanbul: İletişim Yayınları.
BİRİNCİ, A. (2012). Tarihin Hududunda Hatırat Kitapları, Matbuat Yasakları ve Arşiv Meseleleri.
İstanbul : Dergah Yayınları.
CÜNDİOĞLU, D. (2008). Arka Sokakların Tarihi. İstanbul: Kapı Yayınları.
DERİNGİL, S. (2003). Denge Oyunu. İstanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları.
DEĞERMENCİ, A. (2020). Öyle Geçer Ki Zaman Teoman Duralı Kitabı. İstanbul: Turkuaz Medya
Grubu.
DURALI, Ş. T. (2010). Deniz ve Kaşiflik Şiirler/Hatıralar. İstanbul: Şule Yayınları.
DURALI, Ş. T. (2020). Hayatın Anatomisi. İstanbul: Dergah Yayınları.
ERDEM, Y. H. (2012). Gerçek İle Kurmaca Arasında Torosyan’ın Acayip Hikâyesi. İsyanbul : Doğan
Kitap.
ERDOĞAN, H., ÖZ, E. (2016). "Cumhuriyetin İlk Yıllarında Kayseri'de Teknik Anlamda Bir
Girişim: Kayseri Uçak Fabrikası". Turan-Sam: Tura Stratejik Araştırmalar Merkezi, 8/32: 169-176.
EROL, M. (2018). "Yerliliğin Anlam ve Kavram Macerası/Zamanda Kesintisizlik, Mekanda
Devamlılık." Türk Düşüncesinde Yerlilik ve Millilik Sempozyumu 12-13 Nisan 2018 Bildiriler (haz.
Yücel Acer, Musa Kazım Arıcan, Mehmet Doğan, Feridun Hakan Özkan). Ankara: Türkiye
Yazarlar Birliği Yayınları, 35-64.
GÖÇER, G. (2018). "Hatıratların Tarihsel Değeri ve Nedret Gürcan'ın Hatıratında Dinar'a Dair
Ayrıntılar". Afyon Kocatepe Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, 20/1: 305-326.
İNCİ, İ, ASLAN, K. (2021). "27 Mayıs 1960 Askeri Darbesi Sonrası Alyans Kampanyası". Tarih
İncelemeleri Dergisi, 36/1: 163-186.
KARA, İ. (1998). Amel Defteri. İstanbul : Dergah Yayınları.
KARAKOÇ, S. (1996). Unutuş ve Hatırlayış. İstanbul: Diriliş Yayınları.
KARAKOÇ, S. (2022). Hatıralar II. İstanbul: Diriliş Yayınları.
KARAOSMANOĞLU, Y. K. (2019). Ankara. İstanbul: İletişim Yayınları.
KARATAŞ, M. (2022). "Türkiye'de Çok Partili Hayata Geçiş Sürecinin İç ve Dış Dinamikleri
Üzerine Bir Değerlendirme". 21. Yüzyılda Eğitim ve Toplum, 11/32: 303-323.
KARPAT, K. (2021). Dağı Delen Irmak. İstanbul: Timaş Yayınları.
KAYALI, K. (2023). "Kemal Tahir'in Entelektüel Portresi". İstanbul: Ketebe Yayınları
KOÇAK, C. (2012). Geçmiş Ayrıntıda Saklıdır. İstanbul: Timaş Yayınları.
KOÇAK, C. (2017). Darbeler Tarihi. İstanbul : Timaş Yayınları.
OKAY, O. (1997). "Hatırat". TDV İslam Ansiklopedisi, 16: 445-449.
Şaban Teoman Duralı’nın Türkiye Notları
| 119
ÖZACAN, G. (2017). "Altmışlı Yıllarda "Dış" Politika." Türkiye'nin 1960'lı Yılları (1. Baskı) (ed.
Mete Yarar). İstanbul: İletişim Yayınları, 217-256.
ÖZCAN, F. C. (2015). "Ellili Yıllarda Türkiye Ekonomisi." Türkiye'nin 1950'li Yılları (1. Baskı) (ed.
Mete Yarar). İstanbul: İletişim Yayınları, 39-67.
ÖZER, S. (2011). "II. Dünya Savaşı Yıllarında Uygulamaya Konulan Toprak Mahsulleri Vergisi ve
Köylü Üzerindeki Etkisi". Tarih Peşinde, 5: 215-234.
ÖZER, S. (2013). Demokrat Parti'nin Köy ve Köylü Politikaları (1946-1960). Ankara: Berikan
Yayınları.
PERK, H, ŞAFAK, T, GÖÇER, G. (2022). "27 Mayıs'ın İlk Şehidi Dâhiliye Vekili Dr. Namık Gedik".
İstanbul: Lale Yayıncılık.
ZİLELİ, G. (2000). Yarılma (1954-1972). İstanbul : İletişim Yayınları.
ZİLELİ, G. (2004). Ev (1946-1954). İstanbul: İletişim Yayınları.