Articles by Umutcan Tarcan
Praksis, 2023
Özellikle 1980’li yıllardan bu yana çevrecilik ve sürdürülebilirlik kavramları ulusötesi şirketle... more Özellikle 1980’li yıllardan bu yana çevrecilik ve sürdürülebilirlik kavramları ulusötesi şirketlerin üretim ve pazarlama stratejilerinde önemli bir yer edinmeye başlamıştır. Söz konusu şirketler, ekolojik krizin derinleşmesindeki sorumluluklarını, yanıltıcı ve yüzeysel bir çevreci söylem tarzı ile gölgelemektedir. Böylece tüketici yönelimleri manipüle edilmekte, devletlerin sağladığı ayrıcalık ve teşviklerden faydalanılması olanaklı kılınmaktadır.
Ekolojist Jay Westerveld’in 1980’li yıllarda ortaya attığı “yeşil boyama” kavramı, bu manipülatif stratejiyi tanımlamaktadır. Ulusötesi şirketler, yeşil boyama yoluyla, kurumsal imajlarını güçlendirmekte, küresel üretim ilişkileri içindeki konumunu meşrulaştırmakta ve ekolojik krizin sınıfsallığının tartışılmasının önüne geçmektedir. Dolayısıyla yeşil boyama, kapitalist üretim ilişkileri ile ekolojik kriz arasındaki tarihsel kesişimselliği meydana getiren unsurlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu makale, kapitalist yeşil boyamayı, ulusötesi şirketlerin üretim ilişkileri üzerindeki hegemonyasını tahkim eden bir strateji olarak ele almaktadır. Makale ile yeşil boyamanın yarattığı ayrıcalık, teşvik ve alternatif hakikat rejimlerinin tanımlanması ve stratejiye karşı faydalanılabilecek olan mücadele olanaklarının incelenmesi amaçlanmaktadır. Makalede yeşil boyama ile mücadele, ekolojik krizin sınıfsallığını vurgulayan ve ulusötesi şirketlerin çevrecilik manipülasyonunu entelektüel bir bağlamda ifşa eden ekolojik bir tarihsel blokun gerekliliği üzerinden tanımlanmaktadır.
Çevresel Adalet ve Enerji, 2023
Turkish Studies, Jan 10, 2023
(with B. Çelik, Y. B. Bekki, U. Tarcan)
For full paper see:
https://doi.org/10.1080/14683849.2... more (with B. Çelik, Y. B. Bekki, U. Tarcan)
For full paper see:
https://doi.org/10.1080/14683849.2022.2164189
For free e-prints please contact me.
Abstract:
The anti-gender movement has been publicly pursuing its quarrel against the social, academic, and political contexts of gender. Thus, it has also been constituting a basis of activism for fundamentalists, nationalists, and conservatives. In this article, we argue that recent instances show the movement has a reciprocal strategy, which articulates its structural, civil, and political aspects of counter-mobilization. After explaining the fundamentals of these aspects, we focus on the case of Turkey to embody our theoretical discussions. We also attempt to offer a transversal strategy for broad-based coalitions that can challenge the movement by categorizing its recent reflections.
IBAD Sosyal Bilimler Dergisi, Dec 14, 2022
The modern city ethos has been a significant subject in social and literary theories since Charle... more The modern city ethos has been a significant subject in social and literary theories since Charles Baudelaire, the 19th-century poet and author. Baudelaire's interest in the relationship between city imageries and modernity has inspired many of his successors that look at politics, culture, gender, phenomenology, and ontology. Thus, contemporary philosophy has approached the modern city as an intersectional sphere of existence.
The two prominent 20th-century thinkers, Walter Benjamin and Jean-Paul Sartre endeavor to use Baudelaire's work as a theoretical structure to ground their understanding of the modern city ethos. Benjamin uses Baudelaire's concept of flâneur, which initially symbolizes the idle, extraordinary, and lonely individuals in early modern cities, to interpret the experience of modernity. Sartre includes city characters that resemble flâneur in his novels and essays to disclose his existentialist thought. Both see the tension between modernity and the city ethos as an enigma that produces alienation, exploitation, and exclusion.
In this study, we analyze the thoughts of Benjamin and Sartre regarding the problem of existence in modern cities. First, we look at the concept of flâneur as a subject of modernity. Then we respectively explain the thinkers' works, thus emphasizing their differences. We argue that Benjamin ascribes a relatively sociocultural context to the modern city experience, while Sartre mainly looks at the problem from a phenomenological perspective.
Üsküdar Üniversitesi Sosyal Bilimler Dergisi, Dec 2022
(with U Tarcan) Hümanizm, Rönesans ve Aydınlanma geleneklerinin yükselişi ile birlikte felsefenin... more (with U Tarcan) Hümanizm, Rönesans ve Aydınlanma geleneklerinin yükselişi ile birlikte felsefenin merkezinde yer almaya başlamıştır. İnsanın tarihsel ilerlemenin mutlak öznesi olarak kavranmasına dayanan kavram, doğaya içkin olan diğer öznelerin ikincilleşmesini sağlamıştır. Böylece entelektüel eylemi insanın üstün iyiliğiyle özdeşleştiren bir düşünce etiği ortaya çıkmıştır. İlk ürünlerini 20. yüzyılın son çeyreğinde veren posthümanist kuram ise hümanizmin radikal bir eleştirisini yapmayı amaçlamış ve bunun için insan-dışı öznelerin başatlığını önermiştir. Modern insanın yaşamın maddi koşullarını zedeleyen, tarihsel ilerlemeyi fetişize eden ve teknolojik gelişmeler üzerinde tahakküm kuran bir imgelemden ibaret olduğunu tartışan kuram, felsefenin insanı aşan yeni bir öznellik biçimi üretmesi gerektiğini savunmuştur. Bu çalışmada posthümanizmin kavram setinin sistemli bir şekilde açıklanması ve mevcut hâlindeki kırılmalara eleştiri getirilmesi amaçlanmıştır. Bunun için, kuramın metodolojik ve felsefi boyutlarına odaklanılmış ve bu boyutlar, özne ve ideoloji kavramları üzerinden ele alınmıştır: “Özne” posthümanizmin hümanist statükoya karşı verdiği epistemolojik mücadeleyi, “ideoloji” ise bu mücadelenin ortaya çıkaracağı politik sonuçları karşılamaktadır. Çalışmanın birinci bölümünde posthümanist kuramcıların temel tartışmaları ve insanötesi öznelerin üretim sürecindeki gerilimleri incelenmiştir. İkinci bölümde kuramın ortaya çıkardığı öznellik anlayışı açıklanmıştır. Üçüncü bölümde ise posthümanist bir ideolojik paradigmanın imkânı araştırılmıştır. Çalışma ile posthümanizmin kamusal alanda yer alabilmek için kavram setini daha sistemli bir hâle getirebileceği ve yeni aktivizm biçimleri geliştirebileceği sonucuna varılmıştır.
Alternatif Politika, 2022
(with U. Tarcan)
Julia Kristeva’nın psikanalitik kuramında abjeksiyon, yalnızca bedenin bilinç... more (with U. Tarcan)
Julia Kristeva’nın psikanalitik kuramında abjeksiyon, yalnızca bedenin bilinç ve bilinçdışı ile etkileşimlerini ortaya koymak ile kalmaz; aynı zamanda beden imgelemi üzerindeki patriarkal tahakkümü de ifşa eder. Kristeva, abjeksiyonu fenomenolojik bir süje olarak kullanır ve onun deneyimler üzerindeki etkilerini post-feminist bir perspektiften inceler. Ona göre patriarkal tahakküm altında beliren deneyimler, tıpkı bedenin “atıkları” gibi maddi varoluş içerisinde sönümlenen, bayağı ve ötekileştirilmiş devinimlerdir. Bu çalışmada Julia Kristeva’nın abjeksiyon kuramından yararlanılarak bedenin pre-modern ve modern düşünce tarihi içerisindeki ikincil konumuna eleştiri getirilmesi ve beden imgelemi üzerindeki patriarkal tahakkümün yapıbozumuna uğratılması amaçlanmıştır. Bunun için çalışmanın ilk bölümünde bedenin Antikiteden modern sosyal kurama kadarki yolculuğu kronolojik bir perspektiften ele alınmış ve Immanuel Kant, Emile Durkheim gibi düşünürlere odaklanılarak tartışılmış; ikinci bölümünde psikanalistler Sigmund Freud, Alfred Adler ve Jacques Lacan’ın öğretilerindeki beden ve psikoz ilişkisi açıklanmıştır. Üçüncü bölümde ise Kristeva’nın abjeksiyon kuramı açıklanmış, abjeksiyonun patriarkal inşası incelenmiştir. Çalışma ile bedeni patriarkal abjeksiyon içerisinden kurtarmanın feminist literatür yönünden geçerliliğini koruyan bir gereklilik olduğu sonucuna varılmıştır.
Journal of Political Administrative and Local Studies, Jun 15, 2021
Avusturyalı ekonomist Joseph Alois Schumpeter, serbest piyasa modelinde öngörülen denetimli rekab... more Avusturyalı ekonomist Joseph Alois Schumpeter, serbest piyasa modelinde öngörülen denetimli rekabet alanının demokrasiye uyarlanabileceğini öne sürmüş, Kapitalizm, Sosyalizm ve Demokrasi isimli eserinde bu uyarlamaya dair temel ilkeleri ortaya koymuştur. Rekabetin yönetim kalitesini arttıracağını ve daha tatminkâr bir toplum yaratacağını iddia eden Schumpeter, serbest, adil ve düzenli seçimlerin bu modelde büyük önem taşıdığını öne sürmüştür.
Schumpeter’in rekabetçi demokrasi modeli, iktidarın faaliyetlerini doğrudan seçmen iradesine eklemlemesi ve daha verimli seçim süreçleri yaratabilecek kapasitede olsa da temel hak ve özgürlükleri ikincilleştirme ve siyasal gerçekçiliği ortadan kaldırma tehlikesi de taşımaktadır. Çalışmada bu tehlikeler Hollandalı siyaset bilimci Arend Lijphart’ın çoğulculuk ilkeleri bağlamında ele alınmış, rekabetçi demokrasi modeline eleştirel bir bakış açısı getirilmesi amaçlanmıştır.
Conference Presentations by Umutcan Tarcan
8. Uluslararası Asos Congress Hukuk Sempozyumu, 2022
Patriarka, tıpkı politik alanın diğer unsurlarında olduğu gibi, pozitif hukukta da hegemonik bir ... more Patriarka, tıpkı politik alanın diğer unsurlarında olduğu gibi, pozitif hukukta da hegemonik bir yönelim ile örgütlenir. Temel hak ve özgürlüklere içkin olan hiyerarşiler ve yargı pratikleri yoluyla üretilen tahakküm biçimleri, patriarkayı restore ederek kamusal antagonizmalar içerisinde bir özne konumuna getirir. Dolayısıyla pozitif hukuktaki tarihsel dönüşüm, patriarkal hegemonyanın izini sürebilmek için kuramsal bir imkân yaratır. Çalışmada, patriarkanın pozitif hukuk içerisindeki yolculuğu, Türkiye'deki anayasa deneyimleri üzerinden ele alınmıştır. Bunun için, yurttaşlık ethosuna Cumhuriyet döneminden bu yana egemen olan heteronormatif imgelemin anayasa metinlerindeki yansımaları incelenmiş, Türkiye'de anayasacılığın patriarkal hegemonyaya doğrudan katkı sunan bir aygıt olduğu ortaya koyulmuştur. Böylelikle, toplumsal cinsiyetin maddi koşullarını Türkiye'nin hukuk terminolojisine dahil etmenin anayasal imkânları tartışılmıştır. Üç bölümden oluşan ve feminist hukuk perspektifini temel alan çalışmanın birinci bölümünde, Türkiye'de yurttaşlık, özgürlükler ve anayasacılık arasındaki kesişim sınırlarının patriarkal boyutları araştırılmıştır. İkinci bölümde mevcut anayasal sistemdeki heteronormatif unsurlar, uygulamadaki yansımaları ile birlikte açıklanmıştır. Üçüncü ve son bölümde ise toplumsal cinsiyet perspektifinin Türkiye'deki anayasacılığa dahil edilmesi için gerekli olan yöntemler, paradigmalar ve özneler değerlendirilmiştir.
3rd International “Başkent” Congress on Physical, Social and Health Sciences, 2021
Postkolonyal toplumlarda kimlik, kolonyal dönemin mirasının ve devrimci iktidarın politikalarının... more Postkolonyal toplumlarda kimlik, kolonyal dönemin mirasının ve devrimci iktidarın politikalarının etkisiyle biçimlenen, eklektik bir imgedir. Devrimci iktidar, bir yandan işgal yıllarının sebep olduğu yıkımı ortadan kaldırmaya ve yeni rejimin temellerini atmaya çalışırken, diğer yandan da kurulan yeni devletin tüm aygıtlarını toplumun yüzleştiği kimlik bunalımını gidermek için seferber eder. İstisnai ve kesişimsel bir model olan postkolonyal eğitim, bu aygıtlardan biridir.
Postkolonyal eğitim, genç kuşakların tarihsel hafızasını tazeleyerek onları madun kimliklerinden uzaklaştırmayı ve kolonyal güçler tarafından zedelenen değerleriyle uzlaştırmayı amaçlar. Böylece modernleşmenin kolonyal güçlerin hegemonik varoluşundan bağışık ve otantikliği önceleyen bir perspektiften gerçekleşmesi beklenir: Postkolonyal toplum, kimlik bunalımını ancak kendi tarihinde gizlenen varoluşunun modern bir uyarlaması ile aşabilecektir.
Fransa’dan bağımsızlığını 1962’de kazanan Cezayir de postkolonyal eğitim modelini uygulayan devletlerden biridir. Bağımsızlık Savaşı’nın ardından iktidara gelen Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN), postkolonyal kimliği ulusal bir eğitim programıyla inşa etmek için yoğun çaba harcamış, kolonyal dönemden arta kalan kültürel mirasın Cezayirlilik imgesine içrekleşmesini amaçlamıştır. 1991’de başlayan iç savaşın kesintiye uğrattığı bu süreç, Cezayir’deki etnik çeşitliliğin ve kolonyal dönemin yarattığı toplumsal tabakalaşmanın da etkisiyle, Cezayir toplumunun kimlik bunalımını derinleştirmiş, otantik modernleşme ereğini ikircikli ve istikrarsız bir bağlama sürüklemiştir.
Bu çalışmada postkolonyal eğitim ile kimlik arasındaki ilişki, Cezayir örneği üzerinden değerlendirilmiştir. Bunun için hem Cezayir’deki Fransız kolonizasyonunun toplumsal boyutları hem de FLN’in ulusal eğitim politikaları açıklanmış, bir devlet aygıtı olarak eğitimin iki uğrak arasındaki tarihsel geçişte oynadığı rol ortaya koyulmuştur.
Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Geleceğin Sosyal Bilimcileri Ulusal Öğrenci Kongresi IV, 2019
Ereksel devlet kurgusunun siyaset bilimi öğretisinin en yaygın uğraşlarından biri durumuna gelmes... more Ereksel devlet kurgusunun siyaset bilimi öğretisinin en yaygın uğraşlarından biri durumuna gelmesinde, hukukun kamusal ve düzenleyici bir öge olarak ortaya çıkmasının rolü büyüktür. Tarih boyunca yaşanan siyasal, dinî ve kültürel gelişmeler, hukuka atfedilen tanımlamaların sürekli bir dönüşüm içinde olmasını sağlamışlar, böylece hukukun dinamik ve dışsal bir nitelik taşımasına yol açmışlardır. Gerçekten, hukuk, zaman zaman metafiziksel ve aşkın bir kurallar bütünü; zaman zaman keskin sınırlardan oluşan, normatif bir yaptırım süjesi; zaman zaman ise uzlaştırıcı ve toplumsal bir meta olarak açıklanmıştır.
Hukukun bu uzun, kavramsal yolculuğunun en çarpıcı duraklarından biri, Rönesans sonrası siyasal düşüncesinin ünlü teorisyeni Niccolò Machiavelli’nin iktidar modeli ve çalışmada bu model bağlamında değerlendirilecek olan araçsallaştırılma sorunudur. Gerçekten, siyasal iktidarların, meşruiyetlerini sürekli kılmak, yetkilerini arttırmak ve önlerindeki bürokratik engelleri daha hızlı bir şekilde aşmak için hukuk normlarını ayrıklaştırma, düzenleme, daraltma veya ortadan kaldırma gibi yöntemlere başvurmaları, siyasal tarihte sıkça karşılaşılan bir eylemler bütününü oluşturmaktadır.
Bu çalışmada, Niccolò Machiavelli’nin hukuk ve iktidar tanımlamaları ele alınacak; hukukun siyaset eksenindeki dönüşümleri, düşünürün siyasal anlayışı bağlamında değerlendirilecektir.
Thesis Chapters by Umutcan Tarcan
Yirminci yüzyılın en etkili entelektüellerinden biri olan Fransız düşünür Jean-Paul Sartre, varol... more Yirminci yüzyılın en etkili entelektüellerinden biri olan Fransız düşünür Jean-Paul Sartre, varoluşçuluğu döneminin başat öğretisine dönüştürmeyi başarmıştır. Edebî yetenekleri ve üretkenliğinin yanı sıra felsefe, psikanaliz ve tarih gibi pek çok disipline yönelik ilgisi ile de entelektüel tarihe damgasını vuran Sartre, çalışmaları ve toplumsal bunalımlar arasında özgün bir bağ kurmuştur. "Varoluşun özden önceliği" anlayışıyla temellendirilen varoluşçuluğun Sartre ile özdeşleşmesinin nedeni, düşünürün çalışmalarını öğretiye özgülemesidir. Sartre, öğretiye ilkesel bir yaklaşım getirmiş ve onu 20. yüzyıl toplumunun beklentileriyle sentezlemiştir. Öğretinin insana atfettiği mutlak özgürlük, eyleme ve sorumluluğa dayanması nedeniyle aktivist ve bireyci bir dünya görüşü yaratmıştır. Sartre'ı yalnızca bir yazar veya bir düşünür olarak incelemek, onun öğretisini bizzat yaşama arzusundan ötürü olanaksız duruma gelmiştir. Sartre, varoluşçuluğu asla soyut bir felsefe geleneği olarak kabul etmemiş, onu kendi eylemleri yoluyla gerçekleştirme amacı taşımıştır. Bu tez, Sartre'ın varoluşçuluğundan meydana gelen özgürlük anlayışını özgün bir bakış açısıyla değerlendirme girişimidir. Birinci bölümde Sartre, kamusal bir entelektüel olarak deneyimlediği siyasal koşullar ile birlikte analiz edilmiş, ikinci bölümde düşünürün varoluşçuluğu tarihsel ve felsefi boyutlarıyla birlikte incelenmiş, üçüncü ve son bölümde ise düşünürün özgürlük anlayışı bir sivil itaatsizlik pratiği olarak ele alınmıştır.
Uploads
Articles by Umutcan Tarcan
Ekolojist Jay Westerveld’in 1980’li yıllarda ortaya attığı “yeşil boyama” kavramı, bu manipülatif stratejiyi tanımlamaktadır. Ulusötesi şirketler, yeşil boyama yoluyla, kurumsal imajlarını güçlendirmekte, küresel üretim ilişkileri içindeki konumunu meşrulaştırmakta ve ekolojik krizin sınıfsallığının tartışılmasının önüne geçmektedir. Dolayısıyla yeşil boyama, kapitalist üretim ilişkileri ile ekolojik kriz arasındaki tarihsel kesişimselliği meydana getiren unsurlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu makale, kapitalist yeşil boyamayı, ulusötesi şirketlerin üretim ilişkileri üzerindeki hegemonyasını tahkim eden bir strateji olarak ele almaktadır. Makale ile yeşil boyamanın yarattığı ayrıcalık, teşvik ve alternatif hakikat rejimlerinin tanımlanması ve stratejiye karşı faydalanılabilecek olan mücadele olanaklarının incelenmesi amaçlanmaktadır. Makalede yeşil boyama ile mücadele, ekolojik krizin sınıfsallığını vurgulayan ve ulusötesi şirketlerin çevrecilik manipülasyonunu entelektüel bir bağlamda ifşa eden ekolojik bir tarihsel blokun gerekliliği üzerinden tanımlanmaktadır.
For full paper see:
https://doi.org/10.1080/14683849.2022.2164189
For free e-prints please contact me.
Abstract:
The anti-gender movement has been publicly pursuing its quarrel against the social, academic, and political contexts of gender. Thus, it has also been constituting a basis of activism for fundamentalists, nationalists, and conservatives. In this article, we argue that recent instances show the movement has a reciprocal strategy, which articulates its structural, civil, and political aspects of counter-mobilization. After explaining the fundamentals of these aspects, we focus on the case of Turkey to embody our theoretical discussions. We also attempt to offer a transversal strategy for broad-based coalitions that can challenge the movement by categorizing its recent reflections.
The two prominent 20th-century thinkers, Walter Benjamin and Jean-Paul Sartre endeavor to use Baudelaire's work as a theoretical structure to ground their understanding of the modern city ethos. Benjamin uses Baudelaire's concept of flâneur, which initially symbolizes the idle, extraordinary, and lonely individuals in early modern cities, to interpret the experience of modernity. Sartre includes city characters that resemble flâneur in his novels and essays to disclose his existentialist thought. Both see the tension between modernity and the city ethos as an enigma that produces alienation, exploitation, and exclusion.
In this study, we analyze the thoughts of Benjamin and Sartre regarding the problem of existence in modern cities. First, we look at the concept of flâneur as a subject of modernity. Then we respectively explain the thinkers' works, thus emphasizing their differences. We argue that Benjamin ascribes a relatively sociocultural context to the modern city experience, while Sartre mainly looks at the problem from a phenomenological perspective.
Julia Kristeva’nın psikanalitik kuramında abjeksiyon, yalnızca bedenin bilinç ve bilinçdışı ile etkileşimlerini ortaya koymak ile kalmaz; aynı zamanda beden imgelemi üzerindeki patriarkal tahakkümü de ifşa eder. Kristeva, abjeksiyonu fenomenolojik bir süje olarak kullanır ve onun deneyimler üzerindeki etkilerini post-feminist bir perspektiften inceler. Ona göre patriarkal tahakküm altında beliren deneyimler, tıpkı bedenin “atıkları” gibi maddi varoluş içerisinde sönümlenen, bayağı ve ötekileştirilmiş devinimlerdir. Bu çalışmada Julia Kristeva’nın abjeksiyon kuramından yararlanılarak bedenin pre-modern ve modern düşünce tarihi içerisindeki ikincil konumuna eleştiri getirilmesi ve beden imgelemi üzerindeki patriarkal tahakkümün yapıbozumuna uğratılması amaçlanmıştır. Bunun için çalışmanın ilk bölümünde bedenin Antikiteden modern sosyal kurama kadarki yolculuğu kronolojik bir perspektiften ele alınmış ve Immanuel Kant, Emile Durkheim gibi düşünürlere odaklanılarak tartışılmış; ikinci bölümünde psikanalistler Sigmund Freud, Alfred Adler ve Jacques Lacan’ın öğretilerindeki beden ve psikoz ilişkisi açıklanmıştır. Üçüncü bölümde ise Kristeva’nın abjeksiyon kuramı açıklanmış, abjeksiyonun patriarkal inşası incelenmiştir. Çalışma ile bedeni patriarkal abjeksiyon içerisinden kurtarmanın feminist literatür yönünden geçerliliğini koruyan bir gereklilik olduğu sonucuna varılmıştır.
Schumpeter’in rekabetçi demokrasi modeli, iktidarın faaliyetlerini doğrudan seçmen iradesine eklemlemesi ve daha verimli seçim süreçleri yaratabilecek kapasitede olsa da temel hak ve özgürlükleri ikincilleştirme ve siyasal gerçekçiliği ortadan kaldırma tehlikesi de taşımaktadır. Çalışmada bu tehlikeler Hollandalı siyaset bilimci Arend Lijphart’ın çoğulculuk ilkeleri bağlamında ele alınmış, rekabetçi demokrasi modeline eleştirel bir bakış açısı getirilmesi amaçlanmıştır.
Conference Presentations by Umutcan Tarcan
Postkolonyal eğitim, genç kuşakların tarihsel hafızasını tazeleyerek onları madun kimliklerinden uzaklaştırmayı ve kolonyal güçler tarafından zedelenen değerleriyle uzlaştırmayı amaçlar. Böylece modernleşmenin kolonyal güçlerin hegemonik varoluşundan bağışık ve otantikliği önceleyen bir perspektiften gerçekleşmesi beklenir: Postkolonyal toplum, kimlik bunalımını ancak kendi tarihinde gizlenen varoluşunun modern bir uyarlaması ile aşabilecektir.
Fransa’dan bağımsızlığını 1962’de kazanan Cezayir de postkolonyal eğitim modelini uygulayan devletlerden biridir. Bağımsızlık Savaşı’nın ardından iktidara gelen Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN), postkolonyal kimliği ulusal bir eğitim programıyla inşa etmek için yoğun çaba harcamış, kolonyal dönemden arta kalan kültürel mirasın Cezayirlilik imgesine içrekleşmesini amaçlamıştır. 1991’de başlayan iç savaşın kesintiye uğrattığı bu süreç, Cezayir’deki etnik çeşitliliğin ve kolonyal dönemin yarattığı toplumsal tabakalaşmanın da etkisiyle, Cezayir toplumunun kimlik bunalımını derinleştirmiş, otantik modernleşme ereğini ikircikli ve istikrarsız bir bağlama sürüklemiştir.
Bu çalışmada postkolonyal eğitim ile kimlik arasındaki ilişki, Cezayir örneği üzerinden değerlendirilmiştir. Bunun için hem Cezayir’deki Fransız kolonizasyonunun toplumsal boyutları hem de FLN’in ulusal eğitim politikaları açıklanmış, bir devlet aygıtı olarak eğitimin iki uğrak arasındaki tarihsel geçişte oynadığı rol ortaya koyulmuştur.
Hukukun bu uzun, kavramsal yolculuğunun en çarpıcı duraklarından biri, Rönesans sonrası siyasal düşüncesinin ünlü teorisyeni Niccolò Machiavelli’nin iktidar modeli ve çalışmada bu model bağlamında değerlendirilecek olan araçsallaştırılma sorunudur. Gerçekten, siyasal iktidarların, meşruiyetlerini sürekli kılmak, yetkilerini arttırmak ve önlerindeki bürokratik engelleri daha hızlı bir şekilde aşmak için hukuk normlarını ayrıklaştırma, düzenleme, daraltma veya ortadan kaldırma gibi yöntemlere başvurmaları, siyasal tarihte sıkça karşılaşılan bir eylemler bütününü oluşturmaktadır.
Bu çalışmada, Niccolò Machiavelli’nin hukuk ve iktidar tanımlamaları ele alınacak; hukukun siyaset eksenindeki dönüşümleri, düşünürün siyasal anlayışı bağlamında değerlendirilecektir.
Thesis Chapters by Umutcan Tarcan
Ekolojist Jay Westerveld’in 1980’li yıllarda ortaya attığı “yeşil boyama” kavramı, bu manipülatif stratejiyi tanımlamaktadır. Ulusötesi şirketler, yeşil boyama yoluyla, kurumsal imajlarını güçlendirmekte, küresel üretim ilişkileri içindeki konumunu meşrulaştırmakta ve ekolojik krizin sınıfsallığının tartışılmasının önüne geçmektedir. Dolayısıyla yeşil boyama, kapitalist üretim ilişkileri ile ekolojik kriz arasındaki tarihsel kesişimselliği meydana getiren unsurlardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır.
Bu makale, kapitalist yeşil boyamayı, ulusötesi şirketlerin üretim ilişkileri üzerindeki hegemonyasını tahkim eden bir strateji olarak ele almaktadır. Makale ile yeşil boyamanın yarattığı ayrıcalık, teşvik ve alternatif hakikat rejimlerinin tanımlanması ve stratejiye karşı faydalanılabilecek olan mücadele olanaklarının incelenmesi amaçlanmaktadır. Makalede yeşil boyama ile mücadele, ekolojik krizin sınıfsallığını vurgulayan ve ulusötesi şirketlerin çevrecilik manipülasyonunu entelektüel bir bağlamda ifşa eden ekolojik bir tarihsel blokun gerekliliği üzerinden tanımlanmaktadır.
For full paper see:
https://doi.org/10.1080/14683849.2022.2164189
For free e-prints please contact me.
Abstract:
The anti-gender movement has been publicly pursuing its quarrel against the social, academic, and political contexts of gender. Thus, it has also been constituting a basis of activism for fundamentalists, nationalists, and conservatives. In this article, we argue that recent instances show the movement has a reciprocal strategy, which articulates its structural, civil, and political aspects of counter-mobilization. After explaining the fundamentals of these aspects, we focus on the case of Turkey to embody our theoretical discussions. We also attempt to offer a transversal strategy for broad-based coalitions that can challenge the movement by categorizing its recent reflections.
The two prominent 20th-century thinkers, Walter Benjamin and Jean-Paul Sartre endeavor to use Baudelaire's work as a theoretical structure to ground their understanding of the modern city ethos. Benjamin uses Baudelaire's concept of flâneur, which initially symbolizes the idle, extraordinary, and lonely individuals in early modern cities, to interpret the experience of modernity. Sartre includes city characters that resemble flâneur in his novels and essays to disclose his existentialist thought. Both see the tension between modernity and the city ethos as an enigma that produces alienation, exploitation, and exclusion.
In this study, we analyze the thoughts of Benjamin and Sartre regarding the problem of existence in modern cities. First, we look at the concept of flâneur as a subject of modernity. Then we respectively explain the thinkers' works, thus emphasizing their differences. We argue that Benjamin ascribes a relatively sociocultural context to the modern city experience, while Sartre mainly looks at the problem from a phenomenological perspective.
Julia Kristeva’nın psikanalitik kuramında abjeksiyon, yalnızca bedenin bilinç ve bilinçdışı ile etkileşimlerini ortaya koymak ile kalmaz; aynı zamanda beden imgelemi üzerindeki patriarkal tahakkümü de ifşa eder. Kristeva, abjeksiyonu fenomenolojik bir süje olarak kullanır ve onun deneyimler üzerindeki etkilerini post-feminist bir perspektiften inceler. Ona göre patriarkal tahakküm altında beliren deneyimler, tıpkı bedenin “atıkları” gibi maddi varoluş içerisinde sönümlenen, bayağı ve ötekileştirilmiş devinimlerdir. Bu çalışmada Julia Kristeva’nın abjeksiyon kuramından yararlanılarak bedenin pre-modern ve modern düşünce tarihi içerisindeki ikincil konumuna eleştiri getirilmesi ve beden imgelemi üzerindeki patriarkal tahakkümün yapıbozumuna uğratılması amaçlanmıştır. Bunun için çalışmanın ilk bölümünde bedenin Antikiteden modern sosyal kurama kadarki yolculuğu kronolojik bir perspektiften ele alınmış ve Immanuel Kant, Emile Durkheim gibi düşünürlere odaklanılarak tartışılmış; ikinci bölümünde psikanalistler Sigmund Freud, Alfred Adler ve Jacques Lacan’ın öğretilerindeki beden ve psikoz ilişkisi açıklanmıştır. Üçüncü bölümde ise Kristeva’nın abjeksiyon kuramı açıklanmış, abjeksiyonun patriarkal inşası incelenmiştir. Çalışma ile bedeni patriarkal abjeksiyon içerisinden kurtarmanın feminist literatür yönünden geçerliliğini koruyan bir gereklilik olduğu sonucuna varılmıştır.
Schumpeter’in rekabetçi demokrasi modeli, iktidarın faaliyetlerini doğrudan seçmen iradesine eklemlemesi ve daha verimli seçim süreçleri yaratabilecek kapasitede olsa da temel hak ve özgürlükleri ikincilleştirme ve siyasal gerçekçiliği ortadan kaldırma tehlikesi de taşımaktadır. Çalışmada bu tehlikeler Hollandalı siyaset bilimci Arend Lijphart’ın çoğulculuk ilkeleri bağlamında ele alınmış, rekabetçi demokrasi modeline eleştirel bir bakış açısı getirilmesi amaçlanmıştır.
Postkolonyal eğitim, genç kuşakların tarihsel hafızasını tazeleyerek onları madun kimliklerinden uzaklaştırmayı ve kolonyal güçler tarafından zedelenen değerleriyle uzlaştırmayı amaçlar. Böylece modernleşmenin kolonyal güçlerin hegemonik varoluşundan bağışık ve otantikliği önceleyen bir perspektiften gerçekleşmesi beklenir: Postkolonyal toplum, kimlik bunalımını ancak kendi tarihinde gizlenen varoluşunun modern bir uyarlaması ile aşabilecektir.
Fransa’dan bağımsızlığını 1962’de kazanan Cezayir de postkolonyal eğitim modelini uygulayan devletlerden biridir. Bağımsızlık Savaşı’nın ardından iktidara gelen Ulusal Kurtuluş Cephesi (FLN), postkolonyal kimliği ulusal bir eğitim programıyla inşa etmek için yoğun çaba harcamış, kolonyal dönemden arta kalan kültürel mirasın Cezayirlilik imgesine içrekleşmesini amaçlamıştır. 1991’de başlayan iç savaşın kesintiye uğrattığı bu süreç, Cezayir’deki etnik çeşitliliğin ve kolonyal dönemin yarattığı toplumsal tabakalaşmanın da etkisiyle, Cezayir toplumunun kimlik bunalımını derinleştirmiş, otantik modernleşme ereğini ikircikli ve istikrarsız bir bağlama sürüklemiştir.
Bu çalışmada postkolonyal eğitim ile kimlik arasındaki ilişki, Cezayir örneği üzerinden değerlendirilmiştir. Bunun için hem Cezayir’deki Fransız kolonizasyonunun toplumsal boyutları hem de FLN’in ulusal eğitim politikaları açıklanmış, bir devlet aygıtı olarak eğitimin iki uğrak arasındaki tarihsel geçişte oynadığı rol ortaya koyulmuştur.
Hukukun bu uzun, kavramsal yolculuğunun en çarpıcı duraklarından biri, Rönesans sonrası siyasal düşüncesinin ünlü teorisyeni Niccolò Machiavelli’nin iktidar modeli ve çalışmada bu model bağlamında değerlendirilecek olan araçsallaştırılma sorunudur. Gerçekten, siyasal iktidarların, meşruiyetlerini sürekli kılmak, yetkilerini arttırmak ve önlerindeki bürokratik engelleri daha hızlı bir şekilde aşmak için hukuk normlarını ayrıklaştırma, düzenleme, daraltma veya ortadan kaldırma gibi yöntemlere başvurmaları, siyasal tarihte sıkça karşılaşılan bir eylemler bütününü oluşturmaktadır.
Bu çalışmada, Niccolò Machiavelli’nin hukuk ve iktidar tanımlamaları ele alınacak; hukukun siyaset eksenindeki dönüşümleri, düşünürün siyasal anlayışı bağlamında değerlendirilecektir.