Orlando'yu Queer Okumak Işıl Baş 20. yüzyılın başlarında Batı kültürünün alışılageldik normlarını bir meşe ağacının palamutlarını düşürürcesine sallayıp yerinden eden modernizm konusunda düşülen en büyük yanılgı bu akımı içselliği ve...
moreOrlando'yu Queer Okumak Işıl Baş 20. yüzyılın başlarında Batı kültürünün alışılageldik normlarını bir meşe ağacının palamutlarını düşürürcesine sallayıp yerinden eden modernizm konusunda düşülen en büyük yanılgı bu akımı içselliği ve biçimsel deneyleri öne çıkartan, sosyal ve kültürel pratiklerden kopuk, özerk, ütopik ve saf bir sanat kavramı olarak algılamaktır. Örneğin Georg Lukacs "Modernizmin İdeolojisi" (1957) başlıklı çalışmasında modernizmi gerçeği toptan bir reddediş, somut eleştiri içermeyen bir protesto, hiçbir yere varmayan soyut bir jest ve hiçliğe doğru bir kaçış olarak tanımlar. Lukacs'a göre toplumsal koşullara karşı herhangi bir protesto bu koşulların kendilerini de içermelidir . Halbuki, Virginia Woolf'un 1924'de yayınladığı "Mr. Bennett and Mrs. Brown" adlı yazısında belirttiği gibi modernizmin başlangıcı sayılabilecek 1910 tarihinde insanlar arası ilişkilerin değişmesiyle hayatın tüm alanlarında dönüşümler olmuş bu da dönemin sanat ve edebiyat yapıtlarına birebir yansımıştır. Bu dönüşümü en açık biçimiyle Woolf'un kendi eserlerinde izlemek mümkündür. Deniz Feneri, Jacob'un Odası, Mrs. Dalloway, Dalgalar gibi romanları gündelik basit deneyimlerin içsel betimlemelerinin çok ötesinde yaşamın anlam ve gizemini farklı sosyal, politik ve kültürel güç savaşlarının gölgesindeki insan ilişkileri ve çatışmalarında arar. Virginia Woolf'un 1882'de Victoria çağının tüm baskıcı gerek ve geleneklerini büyük bir titizlikle benimseyip, kollayan ve yerine getiren bir üst-orta sınıf Londra evinde dünyaya gelmesi tüm yaşamı boyunca sorgulayacağı temaları belirlemiştir. Erkek kardeşleri Cambridge Üniversitesi'nde okurken Virginia ve kız kardeşi evde oldukça kısıtlı koşullarda eğitim görmüşlerdi. Bu eşitsizliği Woolf kadının toplumdaki statüsünü sorguladığı Kendine Ait bir Oda'da (1929) Shakespeare'in kendisiyle aynı yeteneklere sahip ancak eşit olanaklardan yararlanamadığı için sessiz kalan ve sonunda intihar eden bir yandan hayal ürünü öte yandan da her şeyi ile gerçek Judith karakterini yaratarak eleştirecektir. Gerek özel alanda gerekse toplumda gözlemlediği bu baskı ve sınırlamalar Woolf'un varlık, kimlik ve cinsiyet arasındaki ilişkileri dönemin yerleşik kalıplarını tersyüz ederek sorguladığı kişisel seçimlere ve sanat eserlerine dönüşecektir.