Hüseyin'in annesi çocuklara bakıp sordu:
"Maşallah, kaç çocuğunuz var? "
"Beş tane. Biri daha altı aylık içeride. E, hoş geldiniz tekrar. Fatma kızım, kolonya tut misafirlerimize ama önce çay koy. Amcanların Almanya'dan getirdiği o kokulu çaydan koy. Şu yerdeki çorapları da topla kızım. "
Fatma, yere dökülen kirli çorapları alıp gitti. Onları kirli sepetine attıktan sonra da mutfağa girdi. Olanlara hâlâ inanamıyordu. İki elini, yanaklarına bastırdı. İçinden
"Allah"ım! Geldi bu deli! Dediğini yaptı! İyi de ne yapacağım şimdi ben? Of! Ne yapacağım?"
diyor; bir yandan da titreyen elleriyle çay kavanozundan kaşık kaşık çay alıp; demliğe dolduruyordu. Farkında olmadan neredeyse tüm demlik ağzına kadar çayla dolmuştu ki, "Ne yapıyorum ben?" diyerek bir kısmını kavanoza geri boşalttı. O sırada küçük odada sohbet başlamıştı. Anne ve baba, aniden gelen görücüleri tanımaya çalışırken, ailesinin apar topar İstanbul'a gönderdiği Metin Haznedaroğlu, İstanbul - Londra uçağındaydı. Pencereden top top Kümülüs bulutlara ve mavi gök yüzüne baktı. Fatma'ya, veda etmeye yüzü olmamıştı. Ne diyecekti ki? Hostes, çay, kahve servisi yaparken, kendi kendine,
"Kızın da başını yaktım. Korkaksın sen oğlum! Allah belanı versin! Düşsün bu uçak! Düşsün bu uçak! Kimseye bir şey olmasın, bir tek ben gebereyim! "
diyordu.
***
Az sonra ince belli bardaklarda Bergamotlu çaylar içilir; necisiniz? Kimlerdensiniz? gibi sorular sorulurken, Fatma'nın babasının askerlik arkadaşının Hüseyinlerin komşusu olduğu ortaya çıkmaz mı? Kızın babası Mehmet, annesine göre daha temkinliydi. Elbette, gelinlik yaşa gelmiş güzel kızının evlenmesini istiyordu ama böyle yangından mal kaçırır gibi verecek hali de yoktu. Sigara içme bahanesiyle bahçeye çıktı ve çaktırmadan, eski model cep telefonuyla hemen askerlik arkadaşını aradı, kısaca durumu anlatıp, Hüseyin'i sordu. Adam,
" Hüseyin mi? Bizim Hüseyin! Dünyanın en iyi insanıdır devrem. Ailesi de öyle, ben kefilim. İçkisi, kumarı yoktur. Dürüstlüğü ile tanınır. " deyip, delikanlıyı öve öve bitiremeyince, içi rahatladı ve sigarasından bir nefes daha çekip, izmariti toprağa atıp tekrar eve girdi.
Epey sohbetten sonra, tam, konuşma kız istemeye gelecekti ki, boy boy ufaklıklardan biri
"Anneeee! Abim saçımı çekti!"
diye bağırmaya başladı. Kadın gidip çocukları susturdu; bu sefer öteki kız burnundan sümükler aka aka;
"Babaaaaa! Şuna bişi söyle! Oyuncak bebeğimin bacağını koparttı! Üüüüü!"
diye çığlık attı. Baktılar olacak gibi değil, çikolata kutusundan bolca madlen verip çocukları susturdular. Fırsattan istifade müstakbel damadın babası,
" Efendim sebebi ziyaretimiz...oğlumuz Hüseyin, kızınızı görmüş, beğenmiş, Allah'ın emri, peygamberin kavliyle kızınızı, oğlumuza istiyoruz"
deyince, babası, sandalyeye ilişmiş, gözleri mahcup mahcup halının desenlerine bakan kızına da evlenmek isteyip istemediğini sordu. Fatma, biraz düşündü, karnındaki bebekle kendisini göle atmaktansa, evlenmek daha iyiydi. Belki Allah böyle istemişti. Belki kaderi buydu. Başını "evet" anlamında sallayınca, Mehmet de
"Verdim gitti. Hayırlı, uğurlu olsun." dedi ve el öpme faslına geçildi.
***
Ertesi gün haberi alan Metin'in annesi
"Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz!"
diyerek öyle sevindi ki, bir kurban kesmediği kaldı. Londra'da bir artı bir kiralık eve yerleşmiş olan Metin'i aradı. Bir saat durmadan konuştular. Daha doğrusu annesi konuştu, oğlu dinledi.
"Oğlum valla öyleymiş, kızı istemişler, babası da vermiş.Valla çok iyi oldu çocuğum. Babası kızı keser diye ödüm kopuyordu. Şimdi hem senin geleceğin kurtuldu, hem onun. Bebek babasız doğmayacak, kimse de anlamayacak. Babanla ben de destek olacağız, evdi, eşyaydı düşünmeyecekler. Annesine de bir an önce evlenmelerini tavsiye ederim. Benim sözümü dinlerler. Kimse anlamaz. İkiniz için de en iyisi oldu."
Oğlu, ikide bir annesinin sözünü kesip Fatma'yı sevdiğini söylediğinde kadın,
"Kuzum tamam seviyorsun da evlenseydiniz ilkokul terk kızı koluna takıp şirketin kutlamalarına, yılbaşı partilerine, sosyete davetlerine nasıl götürecektin? Bir düşünsene! Akılsız mısın evladım sen? Bir gözünün önüne getirsene! Herkese alay konusu mu olsaydık? Sosyete davetlerindeki garson kızlar bile üniversite öğrencisi! Herkes yerini bilecek evladım. Bir yıla kalmaz unutursun. Bak o da evleniyor. Senin karşına daha ne kızlar çıkacak....."
diyordu. Metin, kızın nasıl evlenmeye karar verdiğini anlayamıyordu. Ona inat mı evleniyordu? Yoksa bebeği babasız doğmasın diye miydi bu ani evlilik? Sebep, ikinciyse, haksız değildi. Tek tesellisi, kızın hamileliği ortaya çıkmayacağı için o çatık kaşlı babasının kıza bir zarar vermeyecek olmasıydı. Annesine kızın kimle evleneceğini sorunca
"Ne bileyim oğlum? Tanımam, etmem." cevabını aldı.
"Hayır anne! Fatma başkasıyla evlenmeyecek! İlk uçakla geliyorum! Fatma'yla evleneceğim. Bu sefer mani olmaya kalkmayın. "
"Tamam çocuğum. Gel! Mani olmayız. Evlenin. Yalnız babanın şirketinde filan çalışmayı unut. Seni evlatlıktan reddetmezse de sevin. Lise mezunu biri olarak asgari ücretle bir iş bulur, geçinirsiniz. İşe de öyle jiple filan değil dolmuş, otobüsle gidersin artık. Benden ve babandan destek filan bekleme. Dayınlardan, amcanlardan da."
Metin, telefonu fırlatıp attı, kapaklar bir yana, pili bir yana savruldu. Aşkı için fedakarlık yapacak yüreği yoktu, hayatında çalışmamış, ömründe otobüse, dolmuşa binmemişti. Üniversite mezunlarının bile kolay iş bulamadığı ülkede, işsiz kalıp, yarın öbür gün bebek doğarsa süt, mama bile alamayacağını tahmin etmesi zor değildi. Ya kira? Faturalar? "Allah beni kahretsin!" ve "Fatma!" diyor, başka bir şey demiyordu. O kadar sık tekrarladı ki, İngiliz komşuları az kalsın polis çağıracaktı. Sonra yüksek sesle ağladığını duyarak vazgeçtiler.
***
Metin'in annesi ve babası, vicdanlarını rahatlatmak için yeni evli çifte küçük bir köy evini düğün hediyesi olarak almış; dayamış, döşemişti. Fatma üç yıldır onların yanında yatılı çalıştığından kimse yadırgamadı hatta "Haznedaroğuları'nın şanına da bu yakışır; demek Fatma'yı kızları gibi sevmişler". dediler. Karı, kocanın asıl düşündükleri ise ev ve eşyalar sayesinde düğünün gecikmeden, bir an evvel yapılmasını sağlamaktı. Böylece Fatma, bebeği çok erken doğurmamış olacaktı. Masraf filanmış! Hiç takmadılar bile; Haznedaroğulları için minicik köy evi, buzdolabı, çamaşır makinesi neydi ki?
O gece davul, zurna sustu, davetliler evlerine gitti, damadın arkadaşları, adet olduğu üzere Hüseyin'i, sırtını yumruklayarak ve kahkahalar atarak, penceresine bayrak asılı evine soktular.
Üzerinde damatlığı ile Hüseyin, Fatma'ya baktı. Yüzünde duvağı, başı öne eğik, gözyaşlarını içine akıtarak, kollarında bilezikler, çeyizlik, pembe saten yatak örtüsünün üzerinde, kurbanlık koyun gibi oturuyordu. İki elini de dizinin üstüne koymuştu. Eşi;
"Hadi Allah rahatlık versin göl büyücüsü. Sen, 'Ben yavuklumu unuttum, kalbimden de, aklımdan da çıkarttım, senle aynı yastığa baş koymak istiyom' diyene kadar bu odaya ayak basmam. Ha, bebek doğunca üvey babalık ederim diye korkma, o benim de evladım olacak. İçin rahat olsun."
dedi ve kızın bir cevap vermesini beklemeden kapıyı kapatıp küçük odaya gitti. Sözünü tuttu. Odasından içeri adımını atmadı. Sekiz ay sonra bebek doğdu. Annesi gibi yeşil gözlü bir kızdı.
"Adı Yeşim olsun"
dediler. Hüseyin, kızı öyle güzel sevdi ve bebeğe öyle güzel babalık yaptı ki, Fatma, birdenbire olmasa da, yavaş yavaş Metin'i kafasından ve yüreğinden sildi. Hani, mürekkeple yazı yazılmış bir kağıdı suya bırakırsınız da, bir anda değil ama yavaş yavaş yazılar silinmeye, solmaya başlar ve sonunda tamamen görünmez olur ya aynen öyle oldu.
Evlendikten iki yıl sonra Metin'i gönlünden tamamen çıkarttı hatta kader, karşısına böyle iyi bir insan çıkarttığı için her gün şükretti.
İşte Yeşim'in odasını toplarken, Kiraz bebeği eline alan Fatma, bunları düşünmüştü. Hayat bir kapıyı kapatmış ama ötekini açmıştı. Yeşim, üzerine titreyen babasının "üvey" olduğunu bilmiyordu. Asla da bilmeyecekti.
Metin'e gelince, kaç kez uçak bileti almaya kalktıysa da, iptal ettirdi. Güya üniversitede öğrenciydi ama aynı apartmandaki at kuyruklu sarı saçlı, İngiliz arkadaşı Sean ile o pub senin, bu pub benim, serserilik etti. Bira bardaklarını peş peşe devirirken, Fatma'nın yeşil gözlerini unutacağını sandı.
Londra'daki ikinci senesinde oğlunun oradaki hali yüzünden babası kalp krizi geçirince, aniden aklı başına geldi. Bir "Adsız Alkolikler" derneğine yazılıp içkiyi bıraktı. Gerçi bu sefer de sigaraya başladı ama bohem yaşamına son vermişti. Beş yıl sonra üniversiteyi bitirdi ve İstanbul'a döndü. Şirkette babasıyla çalışmaya başladı. Yakın dostlarından birinin kızı olan Yağmur'la, havai fişeklerin gökyüzünü aydınlattığı, su gibi para harcanan bir düğünle evlendi. Akabinde, biri kız, biri erkek iki de çocukları oldu. Göbeklendi, saçları seyreldi, efkârlandığı zamanlar çatı katındaki maun çalışma masasının başına geçip, antika gramofonda
"Yalnız benim için bak yeşil, yeşil...." i
dinliyor ve sigarasının dumanlarını cilalı, çam lambri tavana savuruyordu. Eşi Yağmur, kocasının hep aynı şarkıyı dinlemesinden şüphelenmeye başladı. Bir başkasının dikkatsiz fısıltısıyla, şarkının sebebini anladı. Kadının öfkesi ve kıskançlığı, ileride yaşanacak kötü olayların da başlangıcıydı.
Devam edecek...