YEŞİM(ROMAN) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster
YEŞİM(ROMAN) etiketine sahip kayıtlar gösteriliyor. Tüm kayıtları göster

7 Ocak 2025 Salı

YEŞİM - 5 (ROMAN)

Fizikteki Quantum teorisine göre güzel tesadüfler aslında tesadüf değilmiş. Her insan, daha doğrusu her canlı titreşen ve "string" Türkçe deyimle "ince iplik"denilen minik, gözle görülmez sicimlerden oluşurmuş. Kalbimiz, nabzımız, titreşir, atar ya. İşte bu titreşimler tıpkı bir radyonun frekansı gibiymiş ve her insanın titreşimleri, parmak izi gibi farklıymış. Kimsenin frekansı kimseye uymazmış. İki insanın frekansları birbirine uyunca, o ikisi birbirinden hoşlanırmış. Uymazsa da tam tersi, o kişiye sebebini bilmeden ısınamazmışsınız. Güzel şeyler, olumlu, pozitif şeyler düşünürsek, titreşimlerimiz yani frekansımız da bizi güzel tesadüflerle karşılaştırırmış. Hüseyin, o gece nasıl güzel şeyler düşündüyse artık, o gece delikanlıyı Acıgöl'e götüren, belki de "sicim teorisine" göre rastgele olmayan bir tesadüftü.

Hüseyin'in annesi çocuklara bakıp sordu:

"Maşallah, kaç çocuğunuz var? "

"Beş tane. Biri daha altı aylık içeride. E, hoş geldiniz tekrar. Fatma kızım, kolonya tut misafirlerimize ama önce çay koy. Amcanların Almanya'dan getirdiği o kokulu çaydan koy. Şu yerdeki çorapları da topla kızım. "

Fatma, yere dökülen kirli çorapları alıp gitti. Onları kirli sepetine attıktan sonra da mutfağa girdi. Olanlara hâlâ inanamıyordu. İki elini, yanaklarına bastırdı. İçinden

"Allah"ım! Geldi bu deli! Dediğini yaptı! İyi de ne yapacağım şimdi ben? Of! Ne yapacağım?"

diyor; bir yandan da titreyen elleriyle çay kavanozundan kaşık kaşık çay alıp; demliğe dolduruyordu. Farkında olmadan neredeyse tüm demlik ağzına kadar çayla dolmuştu ki, "Ne yapıyorum ben?" diyerek bir kısmını kavanoza geri boşalttı. O sırada küçük odada sohbet başlamıştı. Anne ve baba, aniden gelen görücüleri tanımaya çalışırken, ailesinin apar topar İstanbul'a gönderdiği Metin Haznedaroğlu, İstanbul - Londra uçağındaydı. Pencereden top top Kümülüs bulutlara ve mavi gök yüzüne baktı. Fatma'ya, veda etmeye yüzü olmamıştı. Ne diyecekti ki? Hostes, çay, kahve servisi yaparken, kendi kendine,

"Kızın da başını yaktım. Korkaksın sen oğlum! Allah belanı versin! Düşsün bu uçak! Düşsün bu uçak! Kimseye bir şey olmasın, bir tek ben gebereyim! "

diyordu.
***

Az sonra ince belli bardaklarda Bergamotlu çaylar içilir; necisiniz? Kimlerdensiniz? gibi sorular sorulurken, Fatma'nın babasının askerlik arkadaşının Hüseyinlerin komşusu olduğu ortaya çıkmaz mı? Kızın babası Mehmet, annesine göre daha temkinliydi. Elbette, gelinlik yaşa gelmiş güzel kızının evlenmesini istiyordu ama böyle yangından mal kaçırır gibi verecek hali de yoktu. Sigara içme bahanesiyle bahçeye çıktı ve çaktırmadan, eski model cep telefonuyla hemen askerlik arkadaşını aradı, kısaca durumu anlatıp, Hüseyin'i sordu. Adam,

" Hüseyin mi? Bizim Hüseyin! Dünyanın en iyi insanıdır devrem. Ailesi de öyle, ben kefilim. İçkisi, kumarı yoktur. Dürüstlüğü ile tanınır. " deyip, delikanlıyı öve öve bitiremeyince, içi rahatladı ve sigarasından bir nefes daha çekip, izmariti toprağa atıp tekrar eve girdi.

Epey sohbetten sonra, tam, konuşma kız istemeye gelecekti ki, boy boy ufaklıklardan biri

"Anneeee! Abim saçımı çekti!"

diye bağırmaya başladı. Kadın gidip çocukları susturdu; bu sefer öteki kız burnundan sümükler aka aka;

"Babaaaaa! Şuna bişi söyle! Oyuncak bebeğimin bacağını koparttı! Üüüüü!"

diye çığlık attı. Baktılar olacak gibi değil, çikolata kutusundan bolca madlen verip çocukları susturdular. Fırsattan istifade müstakbel damadın babası,

" Efendim sebebi ziyaretimiz...oğlumuz Hüseyin, kızınızı görmüş, beğenmiş, Allah'ın emri, peygamberin kavliyle kızınızı, oğlumuza istiyoruz"

deyince, babası, sandalyeye ilişmiş, gözleri mahcup mahcup halının desenlerine bakan kızına da evlenmek isteyip istemediğini sordu. Fatma, biraz düşündü, karnındaki bebekle kendisini göle atmaktansa, evlenmek daha iyiydi. Belki Allah böyle istemişti. Belki kaderi buydu. Başını "evet" anlamında sallayınca, Mehmet de

"Verdim gitti. Hayırlı, uğurlu olsun." dedi ve el öpme faslına geçildi.

***

Ertesi gün haberi alan Metin'in annesi

"Körün istediği bir göz, Allah verdi iki göz!"

diyerek öyle sevindi ki, bir kurban kesmediği kaldı. Londra'da bir artı bir kiralık eve yerleşmiş olan Metin'i aradı. Bir saat durmadan konuştular. Daha doğrusu annesi konuştu, oğlu dinledi.

"Oğlum valla öyleymiş, kızı istemişler, babası da vermiş.Valla çok iyi oldu çocuğum. Babası kızı keser diye ödüm kopuyordu. Şimdi hem senin geleceğin kurtuldu, hem onun. Bebek babasız doğmayacak, kimse de anlamayacak. Babanla ben de destek olacağız, evdi, eşyaydı düşünmeyecekler. Annesine de bir an önce evlenmelerini tavsiye ederim. Benim sözümü dinlerler. Kimse anlamaz. İkiniz için de en iyisi oldu."

Oğlu, ikide bir annesinin sözünü kesip Fatma'yı sevdiğini söylediğinde kadın,

"Kuzum tamam seviyorsun da evlenseydiniz ilkokul terk kızı koluna takıp şirketin kutlamalarına, yılbaşı partilerine, sosyete davetlerine nasıl götürecektin? Bir düşünsene! Akılsız mısın evladım sen? Bir gözünün önüne getirsene! Herkese alay konusu mu olsaydık? Sosyete davetlerindeki garson kızlar bile üniversite öğrencisi! Herkes yerini bilecek evladım. Bir yıla kalmaz unutursun. Bak o da evleniyor. Senin karşına daha ne kızlar çıkacak....."

diyordu. Metin, kızın nasıl evlenmeye karar verdiğini anlayamıyordu. Ona inat mı evleniyordu? Yoksa bebeği babasız doğmasın diye miydi bu ani evlilik? Sebep, ikinciyse, haksız değildi. Tek tesellisi, kızın hamileliği ortaya çıkmayacağı için o çatık kaşlı babasının kıza bir zarar vermeyecek olmasıydı. Annesine kızın kimle evleneceğini sorunca

"Ne bileyim oğlum? Tanımam, etmem." cevabını aldı.

"Hayır anne! Fatma başkasıyla evlenmeyecek! İlk uçakla geliyorum! Fatma'yla evleneceğim. Bu sefer mani olmaya kalkmayın. "

"Tamam çocuğum. Gel! Mani olmayız. Evlenin. Yalnız babanın şirketinde filan çalışmayı unut. Seni evlatlıktan reddetmezse de sevin. Lise mezunu biri olarak asgari ücretle bir iş bulur, geçinirsiniz. İşe de öyle jiple filan değil dolmuş, otobüsle gidersin artık. Benden ve babandan destek filan bekleme. Dayınlardan, amcanlardan da."

Metin, telefonu fırlatıp attı, kapaklar bir yana, pili bir yana savruldu. Aşkı için fedakarlık yapacak yüreği yoktu, hayatında çalışmamış, ömründe otobüse, dolmuşa binmemişti. Üniversite mezunlarının bile kolay iş bulamadığı ülkede, işsiz kalıp, yarın öbür gün bebek doğarsa süt, mama bile alamayacağını tahmin etmesi zor değildi. Ya kira? Faturalar? "Allah beni kahretsin!" ve "Fatma!" diyor, başka bir şey demiyordu. O kadar sık tekrarladı ki, İngiliz komşuları az kalsın polis çağıracaktı. Sonra yüksek sesle ağladığını duyarak vazgeçtiler.

***

Metin'in annesi ve babası, vicdanlarını rahatlatmak için yeni evli çifte küçük bir köy evini düğün hediyesi olarak almış; dayamış, döşemişti. Fatma üç yıldır onların yanında yatılı çalıştığından kimse yadırgamadı hatta "Haznedaroğuları'nın şanına da bu yakışır; demek Fatma'yı kızları gibi sevmişler". dediler. Karı, kocanın asıl düşündükleri ise ev ve eşyalar sayesinde düğünün gecikmeden, bir an evvel yapılmasını sağlamaktı. Böylece Fatma, bebeği çok erken doğurmamış olacaktı. Masraf filanmış! Hiç takmadılar bile; Haznedaroğulları için minicik köy evi, buzdolabı, çamaşır makinesi neydi ki?

O gece davul, zurna sustu, davetliler evlerine gitti, damadın arkadaşları, adet olduğu üzere Hüseyin'i, sırtını yumruklayarak ve kahkahalar atarak, penceresine bayrak asılı evine soktular.

Üzerinde damatlığı ile Hüseyin, Fatma'ya baktı. Yüzünde duvağı, başı öne eğik, gözyaşlarını içine akıtarak, kollarında bilezikler, çeyizlik, pembe saten yatak örtüsünün üzerinde, kurbanlık koyun gibi oturuyordu. İki elini de dizinin üstüne koymuştu. Eşi;

"Hadi Allah rahatlık versin göl büyücüsü. Sen, 'Ben yavuklumu unuttum, kalbimden de, aklımdan da çıkarttım, senle aynı yastığa baş koymak istiyom' diyene kadar bu odaya ayak basmam. Ha, bebek doğunca üvey babalık ederim diye korkma, o benim de evladım olacak. İçin rahat olsun."

dedi ve kızın bir cevap vermesini beklemeden kapıyı kapatıp küçük odaya gitti. Sözünü tuttu. Odasından içeri adımını atmadı. Sekiz ay sonra bebek doğdu. Annesi gibi yeşil gözlü bir kızdı.

"Adı Yeşim olsun"

dediler. Hüseyin, kızı öyle güzel sevdi ve bebeğe öyle güzel babalık yaptı ki, Fatma, birdenbire olmasa da, yavaş yavaş Metin'i kafasından ve yüreğinden sildi. Hani, mürekkeple yazı yazılmış bir kağıdı suya bırakırsınız da, bir anda değil ama yavaş yavaş yazılar silinmeye, solmaya başlar ve sonunda tamamen görünmez olur ya aynen öyle oldu.

Evlendikten iki yıl sonra Metin'i gönlünden tamamen çıkarttı hatta kader, karşısına böyle iyi bir insan çıkarttığı için her gün şükretti.

İşte Yeşim'in odasını toplarken, Kiraz bebeği eline alan Fatma, bunları düşünmüştü. Hayat bir kapıyı kapatmış ama ötekini açmıştı. Yeşim, üzerine titreyen babasının "üvey" olduğunu bilmiyordu. Asla da bilmeyecekti.

Metin'e gelince, kaç kez uçak bileti almaya kalktıysa da, iptal ettirdi. Güya üniversitede öğrenciydi ama aynı apartmandaki at kuyruklu sarı saçlı, İngiliz arkadaşı Sean ile o pub senin, bu pub benim, serserilik etti. Bira bardaklarını peş peşe devirirken, Fatma'nın yeşil gözlerini unutacağını sandı.

Londra'daki ikinci senesinde oğlunun oradaki hali yüzünden babası kalp krizi geçirince, aniden aklı başına geldi. Bir "Adsız Alkolikler" derneğine yazılıp içkiyi bıraktı. Gerçi bu sefer de sigaraya başladı ama bohem yaşamına son vermişti. Beş yıl sonra üniversiteyi bitirdi ve İstanbul'a döndü. Şirkette babasıyla çalışmaya başladı. Yakın dostlarından birinin kızı olan Yağmur'la, havai fişeklerin gökyüzünü aydınlattığı, su gibi para harcanan bir düğünle evlendi. Akabinde, biri kız, biri erkek iki de çocukları oldu. Göbeklendi, saçları seyreldi, efkârlandığı zamanlar çatı katındaki maun çalışma masasının başına geçip, antika gramofonda



"Yalnız benim için bak yeşil, yeşil...." i

dinliyor ve sigarasının dumanlarını cilalı, çam lambri tavana savuruyordu. Eşi Yağmur, kocasının hep aynı şarkıyı dinlemesinden şüphelenmeye başladı. Bir başkasının dikkatsiz fısıltısıyla, şarkının sebebini anladı. Kadının öfkesi ve kıskançlığı, ileride yaşanacak kötü olayların da başlangıcıydı.

Devam edecek...

31 Aralık 2024 Salı

YEŞİM 4 (ROMAN)

Fatma, kömür karası kaşlarını çattı:

"Sensin Göl Büyücüsü! Asıl sen kimsin? Ne karışıyon bana?"

Yabancı da kızdı:

"Ha, bırakayım da at kendini. Deli misin kızım? Bak derdin kara sevda filansa, bir, bilemedin iki yıl sonra unutuluyor. Kendimden biliyom."

Gece gece bu ıssız gölde karşısına çıkan Hüseyin, iki yıl önce mahallesindeki bir kızı sevmiş ama kız,

"Kusura kalma Hüseyin, evleneceksem memur biriyle evleneceğim; çok zor madenci karısı olmak. Anamdan biliyom, her sabah babamı işe uğurlarken helalleşirlerler. Akşamına eve dönüp dönmeyeceği belli olmaz çünkü. Ömür boyu korkarak yaşamak istemiyom."

diyerek onu reddetmişti. Bir başkası yüzünden kendisini reddetseydi çok üzülürdü Hüseyin ama onun bakış açısıyla bakınca, kıza hak verdi. Maden ocağı bu; göçük olur, patlama olur, kaza olurdu. Kızı unutmaya çalışacaktı. Bunun için de kendince bir yol buldu. İçi daraldıkça, akşamları göl kenarına gitmeye başladı. Gecenin esrarengiz sessizliğinden garip şekilde huzur buluyordu. Sık sık geceleri göl kıyısında yürüyüş yapmaya başladı. İşte o gece de böyle kendini dağa taşa vurduğu gecelerden biriydi. Kıza döndü ve

"Bak oturalım şuraya, anlat derdini, çaresi bulunur elbet. Kendini atmak yok ama. Günah! Cehennemde yanarsın." dedi.

Kız denileni yaptı, ahşap iskelede yan yana oturdular.

Fatma, ağlamaya başladı.

"Benim derdimin çaresi yok, kendimi göle atmazsam, babam beni keser."

"Nap'tın ki sen? Banka filan mı soydun gız?"

Hüseyin aklınca kızı güldürüp, moral vermeye çalıştı. Ancak işe yaramadı. O gece, alın yazısı, kader veya karma ne derseniz deyin, Fatma'nın karşısına Hüseyin'i bilerek çıkartmıştı. Başında  sarı renkli, lambalı baret, alnında boncuk boncuk terler, eli, yüzü kapkara, burnunda kömür kokusu, 700 metre yer altında kazma sallayan bu tanımadığı yabancıya her şeyi anlattı. Bunda belki de Hüseyin'in bir yavru köpek kadar masum kahverengi gözleriyle, kadife gibi yumuşak sesinin de etkisi vardı. Sesi güzel olanlar madende şarkı söyler ve hem kendilerine, hem arkadaşlarına moral verirler. Hüseyin de sık sık

"Beyaz giyme toz olur, siyah giyme söz olur..."

gibi türküleri söylerdi kazma sallarken. Tüm sırlarını anlattıktan sonra Fatma, derin bir nefes verdi:

"Duydun işte, benim derdimin çaresi yok. Sevda sandığım kibrit aleviymiş, bir üflemeye bakıyormuş, şimdi ya ben kendimi göle atacağım ya da babam katil olacak. Beş kardeşiz. Hepsi perişan olur. Bırak beni git, yarım kalan işimi halledeyim."

"Bırakmam. Adın ne sahi? Benim adım Hüseyin."

Kız, tuhafına gitse de adını ve oturduğu yeri söyledi.

"Anladım, hadi şimdi seni evine bırakayım göl büyücüsü, gece vakti ne olur, ne olmaz, tek başına gelmişsin ama tek başına gitme. Anana, babana söyle yarın seni istemeye geleceğim. "

Fatma içinden "Yok artık! " diye geçirdi. Cevap bile veremedi şaşkınlıktan. Delikanlının dediğini yaptı, yokluğunun fark edilmemesini umarak, gece yarısı piyangodan çıkan yakın korumasıyla evine gitti. Işıklar yanmıyordu, herkes uyuyordu. Kız, işaret parmağını burnunun ucuna götürerek Hüseyin'e "Sus!" işareti yaptı ve korka korka, gıcırdatmamaya çalışarak kapıyı yavaşça açtı, karanlıkta içeri girdi. Arkasını döndü, Hüseyin, her şey harikaymış gibi gülümsüyordu.

Fatma, "Deli mi yoksa bu çocuk?" dedi içinden. "Allah'ım!Ya dediğini yaparsa? Ya gerçekten yarın beni istemeye gelirse? Yok, yok, gelmez. Deli mi gelsin?" diyordu Hüseyin'in hâlâ gülen gözlerine bakarken. Delikanlı fısıldadı:

"Hadi iyi geceler."

Kız da fısıldayarak

"İyi geceler."

dedi ve mavi boyalı kapıyı kapattı. Fatma, parmak uçlarına basarak yatağına girdi. Çok şükür kimse uyanmamıştı. İçinden

"Bu deli ner'den karşıma çıktı? Mani oldu! Ne güzel atmıştım şimdi kendimi göle. Kurtulmuştum. Yarın akşam yine giderim, yok yine gelirse, öteki akşam giderim her gece de beni kurtarmaya gelecek hali yok ya?"

diye düşünürken, gözünde yaşlarla uykuya daldı.


Ertesi sabah, Fatma da ev halkı da hâlâ uyuyordu ama göl çoktan güne uyanmıştı; tepeli pelikanlar s şeklindeki boyunlarını ve uzun gagalarını suya daldırıp çıkıyor, bir Boeing uçağı piste nasıl inerse, ayaklarını birbirine paralel yapıp; hızını kesemeyip kayak yapar gibi sular sıçrata sıçrata ve kanatlarını çırpa çırpa öyle suya iniyordu. Kahverengi, kocaman bir dağ sıçanı bıyıklarını titretip, sağına soluna baka baka yuvasından çıktı, iki ayağı üzerinde durup tehlike var mı diye ortalığı kolaçan etti, su kuşları cıvıldıyor, gaklıyor, tabiat canlanıyordu, üçgen biçimli dağların üstündeki mavi gökyüzündeki bulutları sanki bir ev kadını süpürgeyle süpürmüş de yol, yol beyaz bulut izleri kalmış gibiydi.

Az sonra Fatma da dört küçük kardeşinin gürültülerine dayanamayıp kalktı. Pazar izin günü olduğu için çiftliğe gitmedi. Kahvaltıdan sonra karnının çok ağrıdığını söyleyerek odaya gitti ve yorganın altında ağlamaya başladı. Saat ikiye gelirken uyandı. Babası, bir bacağını altına kıvırmış, televizyon izliyor, küçük çocuklar halının üstünde legolarla oynuyordu. Anası, "Yeter yattığın kız, karnı ağrıyormuş! Ben 40 derece ateşle soba yakar, odun taşırdım. Al şu çorapları kirli sepetine at" diye kardeşlerinin çoraplarını kıza verirken, birden sordu:

"Kız, sen ağladın mı? Gözlerin şiş şiş, kırmızı kırmızı?" deyip, dedikoducu Nazike'nin söyledikleri aklına geldi ve kocası duymasın diye Fatma'yı kolundan çekiştirip yatak odasına götürdü ve sordu:

"Kız? O Nazike karısı, senin kızı Metin'le gülüşüp, sohbet ederken görmüşler dediydi. De bakayım? Bir haller var sende. Doğru mu yoksa? Aman ha? Baban keser seni!"

"Yok anne ya! Nazike'yi bilmiyon mu? Herkesin dedikodusunu yapar, herkese iftira atar."

Kızı inkâr ettikçe, yüzü pembeleştikçe, kadın iyice işkillendi. Vazgeçmeye niyeti yoktu. Nakışlı kılıfıyla duvarda asılı duran kitaba doğru gitti.

"Kuran'a, el bas!O zaman inanırım bir şey olmadığına."

"Ya anne yaa! Yok artık!"

"Hii! Basmıyorsun! Doğru o zaman! Vah! Yandım ben!"

"Yok anne ya! Abdestsiz Kuran'a el basılır mı? Daha yüzümü, gözümü yıkamadım. "

Annesi ikna olmamış gibi bakıyordu ki, Fatma'nın imdadına, çalan kapı zili yetişti.

Kadın, kapıyı açarken, Fatma da peşinden geldi. Elinde bir buket çiçek ve kırmızı fiyonklu çikolata kutusuyla, otuz iki dişini göstererek gülümseyen Hüseyin, yanında başörtülü orta yaşlı bir kadın ve bıyıklı, esmer bir adam, taş avluda yan yana duruyordu. Bu yoksul yerde mümkün olabilecek en şık giysilerini giymişlerdi. Fatma, şaşkınlıktan elindeki kirli çorapları yere düşürdü. Ağzı açık kaldı.

Hüseyin'in babası

"Selamünaleyküm, kusura bakmayın habersiz geldik ama biz komşuyuz; birkaç ev aşağıda oturuyoruz. Hayırlı bir iş için geldik." dedi.

"çiçek", "çikolata kutusu", "hayırlı iş". Annesi, bunların tek bir manaya çıkabileceğini ışık hızıyla kafasında çözdü. "Yaşasın! Sofradan bir boğaz eksilecek ve kızını baş göz edecekti!" Sevinerek misafirleri içeriye buyur etti. Kocası da "hayırlı bir iş için" sözcüğünü duymuştu. O da sevinerek ayağa kalktı. Gelenler ayakkabılarını çıkarttı, tanışma faslı başladı. Çocuklar şaşkın, üç kişiye bakıyordu ve gözleri çikolata kutusundaydı.

Annesi,

"Buyrun, buyrun! Gusura galmayın. Niye önceden haber etmediniz? Bir şeyler hazırlardık. Çocuklar siz odanıza! Orada oynayın hadi!" deyince,

Hüseyin'in annesi

"Estağfurullah, ne kusuru? Hem misafir umduğunu değil, bulduğunu yer." diye yanıtladı.

Fatma hâlâ şoku atlatamamıştı ancak Kuran'a el basmaktan kurtulduğuna da sevinmekten kendini alamadı. Misafirler, pınardan su içen ceylan resimli saçaklı duvar halısının önündeki kanaviçe yastıklı sedire yan yana oturdular. Fatma' nın annesiyle, babası da koltuklara oturdu. Hüseyin, kıza gülümsedi ve elindekileri uzatırken Fatma'nın kulağına doğru fısıldadı:

"Gelmeyeceğim sandın di mi göl büyücüsü?"

Devam edecek...

24 Aralık 2024 Salı

YEŞİM - 3 - (ROMAN)

GÖL BÜYÜCÜSÜ
On dokuz yıl önce, Fatma, 18 yaşında, üzerinde çiçekli entarisi, başında oyalı yazması, domates, kabak, mısır tarlalarında gündelikçi işçi olarak çalışan gençliğinin baharında bir kızdı. Aynı yeşil gözler, aynı siyah saçlarla, Yeşim'in şu andaki hali gibiydi.

Altı çocuklu bir ailenin en büyük kızıydı. Yöredeki maden ocağı SADAY madencilik sayesinde bütün gün güneş altında çapa sallamaktan, kavrulmaktan ve vaktinden önce ihtiyarlamaktan kurtuldu. Nasıl mı? Şirketin iki ortağı vardı: Sadullah Emin ve Ayhan Haznedaroğlu. Saday ismi de iki ortağın isimlerinin yan yana gelmesiyle oluşmuştu. Sadullah'ın "sad'ı, Ayhan'ın "ay"ı. Ortaklardan Ayhan'ın eşi, çiftlik evlerinin mutfağı için eli yüzü düzgün, temiz, pak, yemekten anlayan bir genç kız aramış ama kimseyi beğenmemişti. Fatma'yı ise gözü tuttu. Genç kız, hem kalem inceliğinde sarma sarıyordu, hem de yerde çeyrek altın bulsa almayacak kadar dürüsttü.

Ayhan beyin o zaman Fatma'yla aynı yaştaki oğlu Metin, çiftlik evinde sık sık karşısına çıkan yeşil gözlere kayıtsız kalamadı. Yüzünde boya olmayan kızın, ful makyajlı şehirli kızlardan daha güzel olduğu su götürmezdi. Fatma da toydu. İlk kez bir erkeğin hayran dolu bakışlarını üzerinde hissediyor, yanakları kızarıyor ama hoşuna da gidiyordu. Metin' in su içmek, sandviç yapmak gibi bahanelerle mutfağa girdiği zamanlar her gün biraz daha sıklaştı.

Fatma ve Metin, zamanla gizli gizli göl kıyısındaki, Çifte Söğütler altında buluşmaya başladılar. Dalları suya uzanan iki söğüt ağacının gölgesinde oturup konuşuyor, toz pembe hayaller kuruyorlardı. Metin, tüm genç aşıklar gibi söğüt ağacının gövdesine çakıyla bir kalp ve F - M harfleri de kazıdı.

"Anneme, babama söyleyeceğim yeşil gözlüm. Seni isteteceğim."

diyordu. Filmlerdeki gibi "Zengin oğlan, yoksul kız" demedi ve dediğini yaptı. Tabii evde kıyamet koptu. Annesi feryat figan etti:

"Ne? Fatma'ya aşık mı oldun? Ayhan! Ne diyor bu çocuk? Bizi rezil mi edeceksin? Çikolatamızı, çiçeğimizi alıp hizmetçimizi istemeye mi gideceğiz? Ner'de görülmüş? Herkesi bize güldürecek misin? Haznedaroğulları'nın oğlu mutfakta çalışan hizmetçiye aşık olmuş mu desinler? "


Babası da, annesinden yanaydı. Oğluna dönüp şöyle dedi:

"Annen haklı oğlum. Aklını mı kaybettin? Tam üniversiteye başlayacaksın. Ben yaşlanınca şirketin başına geçeceksin. Ne evlenmesi? Yeşilçam filmi mi çeviriyoruz burada?"

Çocuk aşıktı aşık olmasına ama aşkına sahip çıkıp; annesine, babasına karşı çıkacak, onları karşısına alacak güçte değildi. Annesinin, babasının her sözü kafasına balyoz gibi iniyordu. Daha üniversiteye başlamamıştı. Ekonomik olarak bağımsızlığı da yoktu ki, Fatma'yı çekip kolundan kaçırsın. Ev tutsun. Nitekim, babası hemen çocuğu Londra'ya göndermeye karar verdi. Aslında Amerika'ya yollayacaktı ama anası "Amerika mı? Amerika çok uzak! Kıyamam! İngiltere daha yakın. Atlar uçağa gider görürüz, kontrol ederiz." demişti. Pasaport işlemlerine başladılar. Orada kızı unutur diyorlardı. Akrabalar filan da "Tamam canım, anlıyorum sevmişsin ama davul bile dengi dengine vurur" diyordu, tek kişi bile ona destek olmayınca, çocuk baklayı ağzından çıkartmak zorunda kaldı. Fatma, utana sıkıla sevdiceğine bir şey itiraf etmişti: Hamileydi. Oğlanın annesi şoke oldu:

"Ne! Allah'ım! Bir bu eksikti! Kalbime inecek!" diyerek, bordo rengi kocaman koltuğa çöktü.

İlk şoku atlattıktan sonra kadın,

"Aman kimseler duymasın! Yerin kulağı vardır. Kızı keser o at hırsızı tipli babası. Sen merak etme oğlum. Ben bir çözüm bulacağım. Sen sakın karışma, bu iş kadın işi. Söz veriyorum çocuğum. Fatma'ya da, bebeğe de zarar gelmeyecek. Sen bu işi babanla, bana bırak. Paranın açmayacağı kapı yoktur. Buluruz bir çaresini. Kızı da mağdur etmeyiz."

diyerek bir çözüm arayışına girişti. Vicdansız bir kadın değildi. Fatma'yı da seviyordu. O yörede evlenmeden hamile kalan kızların adı kötüye çıkar, bir daha kimseler almaz, ya beş parasız köyü terk edip gider ve kötü yola düşer ya da ailesi çeker vurur, namuslarını temizlerdi. Ya da kız kendini göle atar, ailesinden kimsenin katil olmasına sebep olmazdı. Metin'in annesi ve babası kara kara bir çözüm ararken; Fatma, istemeden tüm konuşmalara kulak misafiri olmuş ve ağlayarak kilere kaçmış; ters çevrilmiş büyük bir sepetin üstüne oturmuş;

"Aptal! Aptal! Aptalsın sen Fatma! Salaksın! Geri zekalısın! " diyor başka bir şey demiyordu.

Metin de durumu nasıl açıklayacağını bilmediğinden kızdan köşe bucak kaçıyordu. Fatma, evlenmeyeceklerinden iyice emindi. İçinden

" Sırtında basma entari, başında yazma, altı delik ayakkabınla, hizmetçiliğini yaptığın insanların oğluyla mı evlenecektin? Haklılar tabii. Yerden göğe kadar haklılar. Salaklığına doyma." diyordu.

Kararını vermişti. Anasının, babasının yüzünü öne eğdirmeyecekti. Yarın, öbür gün karnı şişince herkesin diline düşecekti. Bu işi kendi başına temizleyecekti. Akşam annesi, babası uyurken sessizce kapıyı açtı. Doğruca Acıgöl' e gitti.

Ayaklarının altında gıcırdayan tahta iskeleye çıktı. On metre uzunluktaki iskelenin en ucunda durdu. Kıyıya yakın atlarsa diz boyu olduğu için, yüzme bilmese de boğulmazdı. Gece olduğundan hava hayli soğuktu ve rüzgarla uzun saçları yüzüne, gözüne savruluyordu. Bir baykuş, huh, huh, hu, hu, hu diye ötünce tüyleri diken diken oldu; çünkü annesi baykuş ötünce o evden ölü çıkar derdi.

Çevresindeki sarı hale, üzerinde siyah gölgelerle kocaman Ay sanki Fatma'yı gözetliyordu. Ağaçlar simsiyahtı, Ay ışığı parlak, beyaz pırıltılarla suya yansımıştı. Birazdan Ay ve göl, onu ve bebeğini alacaktı. Koyu gölgelerle, kıpraşan suya baktı. Dipte görünmez yaratıklar varmış gibiydi. Aklına çocuklara anlatılan Göl Büyücüsü efsanesi geldi. Yörede bunu duymayan, bilmeyen yoktu. Gölün dibinde yaşarmış, Ay ışığında sudan çıkar, delikanlıları büyüler ve kandırırmış, sonra onları gölün dibine çekermiş. Bir daha da kimse zavallı genci bulamazmış.

"Göl Büyücüsü, göl büyücüsü ne olur beni de al!"

dedi ve ekledi:

"Delikanlı değilim ama beni de al, rezil olmama izin verme. Babam katil olmasın benim yüzümden. Duyuyor musun beni? Lütfen al beni."

Sağ ayağını uzattı. Kendini boşluğa bırakırken, bir çift güçlü ve nasırlı el, kızı belinden sımsıkı yakaladı.

"Hooop! Yok öyle!"

diyerek, Fatma' yı tam zamanında kavrayan ellerin sahibi Hüseyin'di. Kızı, hızla kendine döndürünce, Ay ışığında öfkeyle parlayan yeşil gözler, yüzüne düşmüş, karman çorman kapkara saç yığınıyla karşılaştı. Karanlıkta, kız o haliyle cadıya benziyordu. Hüseyin, bir an irkildi:

" Hi! Nesin sen? Göl büyücüsü mü?"

Devam edecek...

(Not: Öyle bir efsane yok; ben uydurdum 😂)

18 Aralık 2024 Çarşamba

YEŞİM - 2 - (ROMAN)

Bloğumda kendi çizdiğim resimlerle, kısacık, özet halinde paylaştığım Yeşim isimli hikayemin roman halini de paylaşmak istedim. Okumak isteyenlere keyifli okumalar dilerim.😊

***

Yeşim, sayfalarının arasına kurutulmuş papatyalar, menekşeler koyduğu hatıra defterini kimse okuyamasın diye minyatür anahtarıyla kilitledi ve dershaneye gitmek için hazırlanmaya başladı. Biraz daha oyalanırsa gecikebilirdi.  Annesi Fatma ve babası Hüseyin, kızları okusun da soğan ekmek yemeğe razıydılar ve ÖSS için Yeşim'i ilçedeki dershaneye yazdırmışlardı. Yarım saat sonra sandalyesine oturmuş; elibnde kalem, gözü tahtada; diğer öğrencilerle birlikte dersi dinliyordu. Öğretmen, bir  eliyle gözlüklerini burnunun üzerine indirerek çocuklara döndü,

"A üzeri 2, artı 2 A, artı 1,  çocuklar şimdi buraya dikkat ediyoruz: 4 ile bölümünde kalan sayı kaçtır diyordu soru. Şimdi A üzeri 2 ......"

Simsiyah saçlarıyla tezat beyaz teni ve kalp biçimi, pürüzsüz yüzündeki iki zümrüt gözüyle Yeşim'e bakan delikanlılar, matematiğe odaklanmakta güçlük çekiyordu. Böyle küçük yerlerde evlilikler genellikle görücü usulüyle olurdu ve bir tanesinin annesi şimdiden kızı, müstakbel gelin adayı olarak görmeye başlamıştı bile. Yeşim'in haberi yoktu ama içinden

"Böyle güzel gelinim olsun, 50.000 lira borcum olsun. " diyordu.

***

Fatma ise hazır Yeşim dershanedeyken kızın odasını toplamaya başladı. Kırk yaşına yaklaşan kadıncağız, pijamaları katlanmamış, çorapların teki oraya, teki buraya atılmış, yarısı yerde, yarısı gökte yorgana bakarken, memnuniyetsiz bir şekilde başını iki yana salladı. Kızı, on sekizine gelmişti ama hâlâ yatağını yapmayı öğretememişti. Bahanesi de hazırdı:

"Aman anneeee! Nasılsa akşam yine yatacağım! Ne gerek var?"

"Kız sen bu gidişle başıma kalırsın. Kimseler almaz! Pasaklı!"

Annesi öyle diyor ama bir yandan da gülüyordu. Böyle güzel bir kız da evde kalırsa, kimse koca bulamazdı. Yatağı yaptıktan sonra; dolabın tozunu almak için içindekileri boşaltırken "Kiraz" ayağına düştü. Kiraz, Yeşim'in çok sevdiği Barbie bebeğiydi. Kırmızı elbisesinden ötürü Kiraz ismini de kendisi koymuştu ve yıllarca o bebekle birlikte uyumuştu. Annesi, bir elinde nemli toz bezi, diğerinde bebekle donakaldı. Kızı, Kiraz'ın sakladığı sırrı bilmiyordu. Annesi de bilmesini istemiyordu. Kadıncağızın gözleri daldı. Tam 11 yıl öncesine gitti.

11 YIL ÖNCE

Yeşim'in 7. yaş günüydü. Annesi, masayı hazırlıyordu ki, kapı çaldı. Gelen kargocuydu. Yeşim ve küçük kardeşi Burakcan da merakla kapıya geldiler.

"Yeşim Özbey?"

Fatma, şaşırdı:

"Ben, annesiyim. Bu ne?"

"Kargonuz var. Bir kimlik rica edeyim."

"Allah! Allah! Kızıma kim, neyim kargo gönderir ki?"

diyen Fatma, içeriden kimliğini getirdi. Delikanlı, kimlik numarasını yazdıktan sonra iyi günler dileyip giderken, Fatma, şaşkınlıktan çocuğa teşekkür etmeyi bile unuttu. Sonra, paketi inceledi,  gönderici kısmındaki ismi gördü: Metin Haznedaroğlu. Pakette ne varsa, açmadan çöpe atacaktı ki, küçük kız sevinerek haykırdı:

"Anne! Yaş günüm ya! Bana hediye gelmiştir belki! Açsana anne, aç hadi."



Küçük kız, hediye olacağı içine doğmuş gibi sabırsızlıktan  zıp, zıp zıplar ve "Hadi aç anne!" derken; Fatma,  yazmasının oyalı kenarını çenesine sıkıştırdı, yutkundu ve dudaklarını sımsıkı sıkarak paketi açtı ve açmasıyla Yeşim;

"Hiiiiii!"

diye bir çığlık attı. Çocuk, kırmızı balo elbisesi giymiş, sarışın Barbie bebeğe büyülenmiş gibi bakıyordu. Çöpe atarsa, bunu kızına nasıl açıklayacaktı? İnsan kendi kızına bu kötülüğü yapamazdı. Hele de yaş gününde ama eşi gelince adamcağıza

“Namussuz utanmadan bir de hediye göndermiş” mi diyecekti? Yeşim ağlayıp, zırlamadan çöpe nasıl atacaktı? Tam bunları düşünürken Burakcan;

"Babam geldiii! Erken geldi. Yaşasın!" demez mi?

Minik evlerinin penceresinden baktı. Yüzü kapkara adamcağız, yorgun argın geliyordu. Ne kadar yorulsa da yuvasının eşiğinden içeri ayağını atarken, gülümserdi. Yeşim bebeği kutusundan çıkartıp,

"Baba! Bak,  yaş günüm için bana ne gelmiş."

diyerek babasına gösterirken, adam, karısının süt dökmüş kedi gibi tedirgin, dudağını ısıran, mahcup haline baktı. Çocuklar duymasın diye eşiyle fısıldaşarak konuştular. Zaten küçük kız sevinçten onlara kulak verecek halde değildi.

"O mu göndermiş?"

"Hee...çöpe atacaydım emme Yeşim çok beğendi, ağlar diye atamadım ne yapacağımı şaşırdım."

"Sakın ha! Kızımızı üzmeye değer mi? İyi yapmışsın. Atma sakın."

Fatma, kocasına sımsıkı sarıldı. Başına gelenlerden sonra Allah ona sanki "Bir kapıyı kapattım ama ötekini açıyorum. Mutlu ol." demişti.

"Sen ne iyi bir insansın. Hakkını ödeyemem. "

"Sen de dünyanın en iyi eşisin. Ben de senin hakkını ödeyemem. Eee? Bugün ponçiğimizin yaş günü. Sağ olsun usta izin verdi de, erken geldim. Pasta yaptın mı bakalım?"

"Yapmam mı? Bahçedeki çileklerden de koyduk üstüne."

Hüseyin, banyoya girip üzerindeki kömür karalarından arınmaya gitti, anneleri sofrayı kurdu, en ortaya çilekli pastayı koydular. Yemekler yenildi, alkışlar arasında mumlar üflendi, sonra diğer hediyeleri açmaya sıra geldi. Babası, resim öğretmeni olmayı hayal eden kızı için kırtasiyeden resim defteri ve küçük bir suluboya almıştı. Annesi de yeşil gözlerine yakışan yeşil ponponlu bir bere örmüştü hediye olarak. Yeşim, hediyelere bayıldı ama en çok bebeği sevmişti. Kimin gönderdiğini sorunca, babası " Çok uzak bir akraba, sen tanımazsın kızım" diye geçiştirdi. Yeşim, annesine dönerek;

" Elbisesi kiraz gibi kırmızı, ismi de Kiraz olsun bebeğimin." deyince, Fatma da

"Olsun kızım." diye başını salladı ve sofrayı toplamaya başladı.

GÜNÜMÜZ

Fatma, bahçeden gelen gümbürtüyle geçmişe yaptığı yolculuktan aniden döndü. Yeşim'in Minnoş, Şirret, Göbiş, Zoro gibi isimler taktığı pisiler birbirini kovalarken, çardak altındaki sandalyeyi devirmişlerdi. Bebeği, toz bezini bırakıp; "Amanın! Salçam!" diye haykırarak hemen pencereden baktı. Elleriyle yaptığı domates salçası, yuvarlak tepside güneş altında güzel güzel kuruyordu ve kediler salçasına bir şey yapmamıştı. Bir "Oh!" çekti, Kiraz'ı dolaba geri koydu ve toz bezini ıslatıp, sıkıp tekrar işe devam etti.

Karı, kocanın kızlarından bucak bucak gizledikleri sır, 19 yıl öncesine dayanıyordu.


11 Aralık 2024 Çarşamba

YEŞİM - 1 - (ROMAN)

2018 yılında, resimli dizi hikayesi olarak, kısacık özetini paylaştığım Yeşim'i biliyorsunuz. Yıllar sonra hikayemi şimdi yasaklanan (ancak VPN ile girilebiliyor) Wattpad'da kitap olarak yazmıştım. İşte bu oradaki şekli. Haftada bir bölüm olarak buraya kopyalayayım dedim. Okumak isteyenlere keyifli okumalar dilerim😊



Soma'daydık. Küçük bir maden kasabasında, kıvrımlı yollarla döne döne çıkılan bir tepedeki küçük evde yaşıyorduk. Annem, babam, ben ve benden iki yaş küçük erkek kardeşimle birlikte. Küçük bir de bahçemiz vardı. Annemlerin yıllar önce kendi elleriyle dikip, suladığı elma, ceviz ağaçları kocaman olmuştu. Bir köşeye maydanoz, salatalık hatta çilek ekmişlerdi. Ama köstebeklerle başımız dertteydi yaramazlar sebzelere dadanırdı. Babam maden işçisiydi. Sabah evden beyaz yüzle çıkar, akşam, kapkara geri dönerdi. Öyle son model televizyonumuz, akıllı telefonumuz yoktu ama mutluyduk. Tek korkumuz siren sesiydi; çünkü sirenin çalması demek madende kaza, göçük olduğu anlamına gelir ve öyle olursa, bir çığlık gibi sirenin sesi tüm köyü çınlatırdı. Bazen annemle babamın yatağına atlar; ikisinin de elini tutarak, aralarında uyurdum. Sabah menemen kokusu, çay kaşığı ve miyav sesiyle - bahçe hiç kedisiz kalmazdı ve kedilere deli oluyordum- uyanmak en sevdiğimiz şeydi çünkü pazar demekti ve babam pazarları evde olurdu.

Yedi yaşındaydım. İlkokul 2. sınıfa gidiyordum. Yaşadığımız küçük kasabanın en güzel yeri Acıgöl denilen göldü. Çevresi ormandı, çam ağaçları, rüzgarla hafif dalgalanan ve parlayan suya yansırdı. Yemyeşil çimenlerin içine gizlenmiş beyaz, pembe kır çiçekleri, gaklayan, vaklayan su kuşları, karşı kıyıda ağaçların arasından güneşin gözleri kamaştırarak, uzun huzmelerle suya vurması masal gibiydi. Suyun içindeki taşları hatta minik balıkları görebilirdik. Kışın, suya elinizi değdirirseniz buz gibi olurdu.

O buz gibi suya Serdar'ı acımadan ittim.

Serdar'la aynı okuldaydık. O benden dört sınıf üstteydi. Bal rengi gözleri, gülünce ortaya çıkan gamzeleri vardı ve çocukluk aşkımdı. Aşkın ne olduğunu bilmiyorduk tabii ki, aşk sandığımız, o masum, o çocukça hayranlıktı hissettiğim. Gözüm hep kaçamak bakışlarla Serdar'ı arıyordu. Onun ilgisini çekmek için abuk sabuk şeyler yapardım. Mesela bir tepeye çıkar koşa koşa aşağı inerdim. Bir gün Serdar'ı benim uyuz olduğum Zehra ile yan yana görüp çok kızmıştım. Çünkü o kız da Serdar'a tıpkı benim gibi bakıyordu. Serdar'ın kuyruğundan ayrılmadığını fark etmiyor değildim. Üstelik Serdar'dan silgi istedi; o da verdi. Sinsi şey! Gölde, ahşap bir iskele vardı. Ertesi gün Serdar'ı iskelede o kızla çubuk kraker yiye yiye konuşurken görünce iyice tepem attı. Görürsünüz siz! Kendiniz kaşındınız! Kızı da atmak istiyordum ama o zaman kızı kıskandığım ve Serdar'a aşık olduğum anlaşılabilirdi. O yüzden sadece Serdar'ı suya atmaya karar verdim. Kedi gibi sessizce arkasından yaklaştım ve FOŞ!

Yüzüme sıçrayan soğuk sular cildimi ürpertti. Derinlik diz boyuydu o yüzden boğulmayacağını biliyordum. Zavallı, ıslak sıçan gibi sudan çıktı. Omuzlarını boynuna kaldırıp, ellerini göğsünde kavuşturarak, titreye titreye koşarken

"Anneeee! Yeşim beni göle attı!"

diye bağırıyordu. Ben de koşa koşa kaçtım. Zehra, şaşkınlıktan elindeki krakerleri düşürdü ve bana bağırdı:

"Manyak!"

"Sensin manyak!"

diye uzaktan seslendim. Dil çıkartmayı da ihmal etmedim.

Serdar birkaç gün okula gelemedi. Üşütmüş, hastalanmıştı. Annem beni azarladı tabii. Niye yaptığımı anlamadılar. Öğretmenin de kulağına gitmişti. O da fırçaladı. Hastalanması, okula gelememesi, yediğim azarlarla epey pişman olmuştum. Hatta geceleri uyumadan önce

"Allah'ım ne olur Serdar benim yüzümden ölmesin. Ölürse Cehennem'e atma beni ne olur. Kıskandığım için yaptım. N'apiim çok seviyorum Serdar'ı. Büyüyünce onunla evleniriz belki Allah'ım. Lütfen ölmesin."

diye dua ediyordum. Serdar iyileşip, okula dönünce benimle küstü tabii. Planım ters tepmişti şimdi o kızla daha samimiydi. Zehra sinsisi beni görünce yüksek sesle

"Serdar! Sakın o manyak Yeşim'e yaklaşma. Deli o! Manyak!"

diyordu. Pis!

İlkokuldan sonra Serdar ve ailesinin İstanbul'a taşındıklarını duyunca karalar bağladım. Serdar, buradaki maden ocağının sahibinin oğluydu. Çok zenginlerdi. Niye bu köy gibi yerde okusun ki? Haklıydılar gitmekte. Bir daha da onunla hiç karşılaşmadık. Babası ise madenin iki ortağından biri olduğundan sık sık Soma'ya gelirdi. Buradaki evleri duruyordu ve emektar bir karı, koca, kahya ve bekçi olarak çalışıyor; evlerine göz kulak oluyor, bahçeye bakım yapıyordu. Kahya kadın Nuriye teyze, bazen beni görünce parmağını sallayarak

"Ah! Seni! Seni!"

derdi. Hâlâ evin beyinin oğlunu buz gibi göle attığımı unutmamıştı. Ben de başımı önüme eğip, çıt çıkartmadan, adımlarımı hızlandırıp, kaçıyordum. E, kabahatimi biliyordum tabii. Aradan yıllar geçti. Lise bitti. On sekiz yaşındaydım. Üniversiteye hazırlanıyordum. Hayalim resim öğretmeni olmaktı. Gölümüzün kartpostal güzelliğini, ağaçların ve güneş ışığının suya aksedişini, kedilerimin pofuduk tüylerini, asil ve gizemli bakışlarını kağıtlara, tuvallere yansıtmak istiyordum.

Ama çocukluk aşkım Serdar'ı unutamamıştım. Acaba bir gün onu yine görecek miydim? Ne yapıyordu? Neye benziyordu? Çok değişmiş miydi? O da beni hatırlıyor muydu? Çocukken onu buz gibi suya atmamı unutmuş olamazdı. Acaba bu yüzden bana hâlâ kızgın mıydı? Sevdiği bir kız var mıydı?"

NOT: Romandaki kişi isimleri kurgu/hayali olup; gerçek kişilerle bir ilgisi yoktur.

Devam edecek...