Bir peruğun bu kadar büyütülebileceği kimin aklına gelir. Başlamıştı ve bitmiyordu şimdi. Bir keresinde merdivenlerden de böyle yuvarlanmıştım. Yine kendi dışıma çıkmıştım. Var olduğumu biliyor ama bu varlığa katiyen söz geçiremiyordum. Sahanlığa gelene kadar ne yaptıysam fayda etmemişti. Ne tuhaf, insan tüm o hareketi müthiş bir durağanlık içinde yaşıyor ve düşünmeye bile fırsat buluyor. Ben de yuvarlanırken diyordum ki, bunu neden durduramıyorum…
Kadınlığa dair her şeyden nefret etmeye başlamış bir genç kızın önce heyecanlı, sonra umutsuz, sonra zorunlu bekleyişi. Bir soyunma kabininde geçen utanç dolu anlar. Ruhu ve bedeniyle yaşadığı tuhaf deneyimleri bir benzeriyle paylaşmak için gazete ilanı veren bir kadın. Sutyeninden çorabına her şeyi ince ince hesap ederek, sürekli konuşarak, kendini yanıtlayarak, âşık olduğu adama hazırlanan bir başkası. Anlamları kaybetmiş biri günü nasıl bitirir? Bir insana yalan söylediğinizde ne hisseder? Onu aldattığınızda nereye bakar, neyi görür? Banu Özyürek, duygu prizlerindeki elektrik kaçağından korkmayan bir yazar. Bir Günü Bitirme Sanatı, gerilimi humorla, hüznü safyüreklilikle, alınganlığı neşeyle karşılayan öyküleriyle Raskol’un Baltası’nda.
Öykü yazarı 1979’da İstanbul’da doğdu. Kabataş Erkek Lisesini bitirdikten sonra Ege Üniversitesi İletişim Fakültesi Radyo Televizyon Sinema Bölümünden mezun oldu. Sözcükler, Özgür Edebiyat ve Kültür Mafyası dergilerinde yayımladığı öykülerinin bir bölümünü 2015 yılında "Bir Günü Bitirme Sanatı" adlı ilk kitabında topladı. 2019 yılında yayımlanan ikinci öykü kitabı Poz ile Yunus Nadi Öykü Ödülü'nü kazandı.
Öykücünün kadını erkeği olmaz derim, öyle bilirim. Ancak kadın yazarların öykülerindeki o güzelim detayları, şu dünyada kadın olma hali üzerine lezzetli tespit ve analizleri, onları edebiyat dünyasında ayrı bir yere koyuyor bence.
Banu Özyürek’in Bir Günü Bitirme Sanatı ‘nı yeni bitirdim. Kitabı alıp kitaplığa kaldıramıyorum bir türlü. İçindeki karakterler zihnimde yaşıyor, konuşuyorlar, zaman zaman tartışıyoruz kendileriyle. Kitabın rastgele bir sayfasını açıyorum, kaldığı yerden devam ediyor film. Öykülerin hepsi birer kısa film gibi. Okurken izliyorum, izleniyorum sanki. Calvino’nun kitabında ”kadın okur” ” erkek okur” vardı hatırlarsanız. Bu öyküleri kadın okur farklı okur. Farklı izler. Farklı yaşar. Senin işin zor erkek okur. Bakacağın pencere buğulu. İstediğin kadar netlik ayarı yap, kadın okurla aynı fotoğrafı çekemezsin. Ve sen kadın okur, bu öyküleri okuyup da hala samimiyetsiz gemiler yüzdürüyorsan küçük denizinde, bizden değilsin!
önce poz’u okumuş biri olarak ilk kitabından banu özyürek’in tarzı, üslubu kendini belli etmiş derdim. bana bu kitabı kimin yazdığını söylemeseler de anlardım :) ki bence genç bir yazar için çok önemli bir nokta bu. poz’daki sosyal fobili insanlar ne kadar tanıdıkmış meğer, kökleri buradaymış :) anne, anneanne ve komşulu öyküler o kadar içten ve aslında o kadar gerçek ki. ve bazen kahkaha atarak okuduğum m.’nin 78. ve 79. yalanları o kadar acı ama yine doğru ki. kitabın adını taşıyan öykü aslında banu özyürek’in tüm karakterlerini taşıyor içinde, dilini de, o eşsiz humour’unu da. e artık bir sonraki kitabı bekleyelim :))
Çok iyi öyküler var Bir Günü Bitirme Sanatı'nda. Banu Özyürek'in anlatıcıları içinde bulundukları durumu içten, muzip bir dille anlatıyorlar ama asla yapmacık bir samimiyet değil bu. Okuduğumuz şeyleri gerçekten bir yerde birilerinin yaşadığını, düşündüğünü, paylaşmak istediğini kabul etmek çok kolay. Böyle olunca da ister eve sürekli geç gelip yalan söyleyen bir kocayla merhaba yüzleşme olsun ister duygusuz bir doktorun gerçekleştireceği ufak bir ameliyat, yalnızca birkaç sayfa sürse de bütün öykülerde başkarakterle empati yapmamak mümkün değil.
Özyürek'in daha ilk kitabında böyle özgün, eğlenceli ve samimi bir üslup oturtmuş olması büyük başarı. Özellikle kitapla aynı adı taşıyan ilk öyküyü birkaç kez okudum, muhteşem. Yazarın diğer kitabı Poz'u okumak için de sabırsızlanıyorum.
gönderilmemiş mektuplarla bezeli bir ilk hikaye karşıladı beni. pek, içinde aydınlık cümleler arayanlara göre değil; söylenmemiş bir dolu sözü olanlara, belki. birbirinin ayağına basan, adımları fütursuz kadınlarla çevrili hikayelerdi. bu kendi göbeğini kendi kesen kadınlara, -bir aralık bulup içimden- yoksa sizi de mi kırdılar?´ dediğim kimi şeyler oldu. öyle işte,,
Bazı kitapları tarif etmek zor. Bu da onlardan biri. Oturup biçimsel açıdan öykü tahlili yapacak seviyede bir okur değilim. Hele ki bilinçli bir öykü okurluğuna daha bu yıl başlamışken. Yıllar yılı devam eden roman okurluğunun getirdiği tecrübeyle ortaya çıkan ve yönlendiren doğal içgüdü de öykü okurken şimdilik yok. Roman üzerine okunmuş birkaç kuramsal kitabın öykü okurluğunda pek geçerliliği de yok benim açımdan. Bütün bunlara rağmen, içimden bu kitap çok iyi bir öykü kitabı demek geçiyor. Kitaba ismini de veren ilk öykü hele. İçinden çıkmam kolay olmadı. Tekrar tekrar okurum hissi yarattı bende. Okudum da. Banu Özyürek, elle tutulur gözle görülür kelimelerle ifade edilmesi zor olan bir damar vardır ya hani edebiyatta, onu yakalamış, kelimelerle ilmek ilmek işlemiş de okurun içine akıtmış sanki. Bu ton farklı bir ton, hiç kendini belli etmeden okuru çepeçevre sarıp avucunun içinde paramparça eden bir ton.
Evlilik, aile, komşu ilişkileri, toplum çıkmazlıkları, bir genç kız, bir kadın; hiçbir yere ait olamayışın beraberinde getirdiği durumlar. Hepimizin derdinin ortak zemini mutsuzluk. Syf:81 “Bakın, ben de mutsuzum, herkes mutsuz.”
Saat 14:00, güne başlayamayıp günü yarıladığım anlardan.
Hep yinelediğim şeyi tekrar ediyorum:
Bugün nasıl bitecek? Cevabını aradığım kitabın, Annem için küçük bir cinayet öyküsüne başlamak için kitabı açıyorum. Çok şiddetli yağmur yağıyor. Yağmurun kokusunu duymak için camı açık bırakıyorum. Kahvenin ve pijamanın bezginliğinde günü öldürme çabaları ve öykü şöyle başlıyor:
“Şıp” sesi ne kadar kuvvetliydi, inkar edilemezdi. Bütün evi sarmış sarmalamış, çaresizliğimizin şarkısı olmuştu. Kendimi hiç sevmiyordum. Sonra ben de ciddi bir şekilde kitabın büyüsüne kapılıp her gün bir öykü okumaya karar verdim. Evet öykülerin bazılarının arasında bir devamlılık söz konusu ama her defasında başka bir boyuttaki kişiliğimizin derdine ortak olmak isteği uyandırıyor. Bu yüzden yeni başlayacaklara böyle bir öneri sunmak istedim. “Her güne bir öykü”
Öyle muzip bir dili var ki Banu Özyürek’in, insanı kendisiyle yüzleşmeye zorluyor tatlı tatlı. Yarattığı bu kendine özgü dil absürt diyebileceğimiz temalarla öyle uyumlu gelişmiş ki.. okurken yalnızlığımdan ve kendi absürtlüklerimle karşılaşmaktan nasıl keyif aldım. Baskılanmayı, ezilen, yok sayılan karakterleri ve aniden ortaya çıkan tuhaf sessiz komik isyanlarını öyle gürültüsüz patırtısız öyle abartısız anlatmış ki.. bende yazma isteği uyandırdı sıklıkla. Hüzünle mizahı birleştirmesi beni eğlendirdi. Dilindeki orijinalliği bayağı sevdim. Kendine ait bir öykü dünyası ve dili yaratabilmiş yaratıcı bir kadın yazar olduğunu düşünüyorum. Bana ‘anlatma göster’ kuralını da bir kez daha düşündürdü aslında. Belki de güzel yazmak için öyle abartılı betimlemelere zorlama ayrıntılara hiç gerek yok. Anlatarak da güzel yazabilirsiniz ve anlatmak da göstermenin bir yoluna dönüşebilir 😊
Yazarla tanışma kitabım. Farklı bir anlatıma sahip. Üstün bir edebi haz beklemeden okuyun:) Günün karmaşık savrukluğunu hissetmek isteyenler için gerçekten iyi bir seçim olabilir :) Bir gün nasıl biter? Nasıl bir sanatı vardır? gibi soruların cevabı yok :) Onu da siz kendi baltanızla öldürmek istediklerinizin sorularında arayacaksınız🍀
Dışarı çıktığım zaman dünya üzerime kapaklanacak zannediyorum. Pencereyi açıp bakıyorum ama cesaretim yok. Yüzlerce insanın geçip gittiği yollarda ne hükmüm olabilir? Herkes koşuyor. Diğer herkes de telefonla konuşuyor. Bir kalp krizi geçirmem an meselesi. Şehrimizin trafik problemi yüzünden hastaneye zamanında yetiştirilmem oldukça zor görünüyor. İnsanların pek çoğu ilk yardım konusunda bilgisiz. Bilgili olanlar, bilgilerini en son ne zaman gözden geçirmiştir hem? Onlara da güvenemem. Beceriksizin biri kalp masajı yapıyorum zannederken kaburgalarımı kırabilir, suni teneffüs esnasında bütün ölümcül hastalıklarını bana bulaştırabilir. Başım dönüyor, yollar uzuyor; gözlerimin önüne her şeyi buğulu ve ışıklı gösteren bir filtre iniyor, dünya varlığımı ezecek kadar büyüyor, büyüyor, sokaklar ve hava büyüyor. Hiçbir şey size göründüğü gibi değil artık, her şey bana göründüğü gibi; noktacıklı, noktacıklı, noktacıklı.
....
Bu arada müthiş sıkıcı olduğumu keşfettim ve bunu elimden geldiğince saklamak niyetindeyim. İletişim kabiliyetimi yitirdim (Sanırım kabiliyetlerden biri tükenince, diğerleri de onu takip ediyor), tabii bunu da sır olarak saklıyorum. Yoksa kimi arasam, yapacak bir şey, konuşacak bir arkadaş bulamadığım için onu aradığımı anlayacak. Yalnızlığım ortaya çıkacak (eşitlik bozula- cak) (buluşmak istemeyecekler) (buluşmak isteyen de tam randevu günü arayıp -gelemiyorum- diyecek). İnsanlar normal şartlarda yapacakları şeyleri, siz istiyorsunuz diye yaptıklarında bir tür zorunluluk ve ağırlık hissederler. Hele sizin ihtiyacınız var diye yapıyorlarsa, ağırlığı ve zorunluluğu iki kat fazla hissederler. Bu da işin bütün tadını kaçırır. Eşitler arasında yaşanmayan hiçbir şeyden, eşitliğin aşağı tarafına meyledene hayır gelmez.
günlüğümü/karalama defterimi okuyormuşum hissi veren, bazı hikayelerde kahkahalar atarken buldum kendimi, bazılarında da böyle uçsuz bir kuyunun ya da çıkışsız bir tünelin içinde, havada hâkim olan karamsarlıkla birlikte kederleniverdiğim cümlelerle bakışırken. banu özyürek’in ilk kitabıymış, ilkinden dost oluverdik kendisiyle gıyabında. aynı dili konuşanlardanız çünkü^^ hepsini çok sevdim ama kitaba da adını veren ilk öykü, ah o ilk öykü, ah o semralar, ah o anlamı kendisini aşan tüm şeyler gibi ayağımıza dolananlar*
This entire review has been hidden because of spoilers.
Kısa öyküleri bazen bir romanın parçası sanarak okudum. Öyle ki başta bir günü bitirmeye çalışan depresyonda ve aşırı kaygı bozukluğu olan bi kadının geçmişine yolculuk sandım önce, o noktaya nasıl geldiğini anlatan kısa öyküler serisi gibi. Ama zaman akışı tam sondan başa gibi değildi tamamen. Yine de birbiriyle bağlantılı öykülerdi. Çok kaygılı, çok güvensiz okurken bu güvensizlikten boğulduğumu hissettirecek kadar kaygılı bir kadının ya da kadınların öyküleri.
Ne zaman yeni bir Turk yazar kesfedeyim deyip bir hikaye kitabi alsam birbirine cok benzeyen yazilarla karsilasiyorum. Yalniz karamsar umutsuz caresiz. Bunalimlardan sikintilara gecen bir yazi. Sadece narratori taniyoruz. Cevre karakterler gelisimi yok. Plotin yok. Ortam anlatimi yok. Lezzet yok. Bir yazar olarak degil de terapistleri rahatlamak icin yazmalarini istemis gibi. Cok canimi sikiyor bu durum.
Poz kitabı sağ olsun Banu Özyürek'e bayılırım. Detaylara bakışına, tarzına... Bu kitapta da aslında Poz'da bulduğum o mükemmel şeyi bekledim fakat yalnızca birkaç ufak izini yakalayabildim. Kitaba ismini veren öykü müthişti. "M.'nin 79. Yalanı"nı da sevdim fakat diğer öyküler beklediğimi vermedi. Poz gibi bir kitabı yazan Özyürek'ten çok güzel öyküler beklemeye devam ama. ✌️✨
banu özyürek’i okumayı o kadar çok seviyorum ki yalnızca iki kitabının olması beni üzüyor. hikayeleri hep yaralarıma denk düşüyor, saklamak istediklerime, düşünmemek istediklerime ve unutmak istediklerime. poz’dan farklı olarak bir günü bitirme sanatı çocukluğa ve aileye de eğildiği için sanırım bilemiyorum, beni daha fazla etkiledi. diğer kitaplarını sabırsızlıkla bekliyorum.
Ebru Aykaç tavsiyesiydi Allahtan pdfsini bulup okumuşum çünkü o kadar aham şaham öyküler değildi kadın hikayeleriydi yalnizliklar,yıpranmışlıklar yani birçok yazarın kaleminden bambaşka woow çok farklı değildi.
Ben, annem, ananem, elimi tutan tombul hemşire, içten bir gülüşünü beklediğim doktor, manyak komşular. Ne çok kendimi buldum ve bitirmeye kıyamadım. Bu kıymetli öyküler unutulmayacak.
bir şeye incelikle bakmanın, anlamların arasında dolaşmanın ve onları birbirine maharetle bağlamanın tadı var Bir Günü Bitirme Sanatı'nda; ve böylelikle dünyanın daha iyi bir yer olacağı umudu...
İnsan halleri ama özellikle kadın hallerini güzel yakalayıp aktarabilmiş. Ama iyi tespitler, öyküleri iyi yapmaya yetmemiş, ne yazık ki. Kitap iyi başlıyor ama öyle devam etmiyor. İlk bir-iki öyküden sonra yazarın dili daha zayıf kalıyor. Yer yer, başından geçen bir olayı, bir durumu oturup dümdüz yazmış gibi hissettim. Bir öykü okuyormuş gibi değil de, bir arkadaşım anlatıyormuş gibi. Bir de, kitap boyunca hep aynı öyküyü okuyormuşum gibi bir his uyandı bende. Elbette öyküler genel bir tema altında toplanabilir. Ama temanın tek olması, tüm öykülerin aynı tadı vermesine neden olmamalı. Yazar, bu ilk kitabıyla epey beğeni toplamış. Ama bence kendisini biraz daha geliştirirse, tadından yenmez.