Academia.eduAcademia.edu

M.S 127

Yeni Çırak Kardeşim, İnsanlığın yararına çalışmış nice büyük insan, bu önlüğü taşı mıştın Siz de bunu onurla taşıyıp, onların yolunda yürüyeceksiniz. Önlük, bizim çalışma sembolümüzdür. Bize; insanlık uğruna durmadan çaba göstermek zo runda olduğumuzu hatırlatır. Düşünce kadar, el emeğini de yüce tuttuğumuzu gösterin Bu önlüğü takmadan toplantıla rımıza katılamazsınız. Size temiz olarak verilen önlüğümüzü siz de temiz tutacaksınız A*) Tekrisimizde I.Nazır Kardeşimin söylediği, çalışmalarımı za ve davranışlarımıza temel teşkil eden bu sözleri he pimiz hatırladık. Fakat düşünmek zorunluğunda ol-(*) Çırak Derecesi Ritüeli 4 duğumuz bir husus var; önlüğü, gereğini, yüklediği görevleri yerine getirip onurla taşıyor muyuz? Temiz tutuyor muyuz? Gördüğüm bazı davranışlar ve çalışmalar karşısında bu suallerin cevabı ile ilgili düşüncelerimi sizlerle paylaş mak istedim. Masonik çalışmalarımızda belirli tarzda davranmak zo runluluğumuz vardır. Bunlardan birisi de Kuşamımız'dır. Önlük de Masonik kusanım öğelerimizden birisidir. Gözcü'den Büyük Üstat'a kadar bütün gö revli Kardeşlerimin, görevlerini ifa ettikleri sırada ku şandıkları ve Regalia olarak tanımladığımız öğeler de, aslında birer önlüktür. Ayrımcı hiçbir yönü yoktur. Aksine, Regalia da ayrıca idarî görev bilinci ve sorum luluğunu sembolize eden bir öğedir. Görev geçici bir süredir. Görev bitiminde kuşanacağımız yine Çırak, Kalfa, Üstat önlüklerinden oluşan gerçek önlüklerimizdir. Bazı Kardeşlerimiz, Masonik anlamda yönetsel bir görev linin geçici bir süre için kuşandığı Regalia'yı sözlük an lamı bakımından krala, prense ya da bir soyluya öz gü, onun egemenliğini, üstünlüğünü simgeleyen bir paye olarak nazara alıp; Masonlukta amaçmış gibi, bu payeye ulaşmak için rahatlıkla antimasonik dav ranışlarda bulunabilmektedir. Yaşantımızın dönüm noktası olan Tekris Törenimize dö nelim. Daha kapıdan girer girmez: Bizim dışımızdaki dünyada, karanlıkta kaldığımızı, Bizim dışımızda kalan dünyadaki zengin likler ve payelerin, bizi etkilemediğini, in sanın çıplak ve güçsüz doğduğunu, Mason olacak kimsenin bunu bilmesi ve alçak gö nüllü olmamız gerektiğini,^) etmiş olduğumuz yeminimizle kabul ve taahhüt ediyo ruz. (*) Çırak Derecesi Ritüeli 5 Şu halde, neden bazı Kardeşlerimiz görevli önlüğünü; sözlük anlamındaki Regalia olarak bir paye, mevki olarak kabul ederek; amacımız buymuş gibi, büyük bir hırsla, hem kendini, hem de diğer Kardeşlerimi ra hatsız ediyor, klikler yaratıyor, huzursuzluklar çıka rıyor, Kardeşlerimin hür iradelerine müdahale ediyo ruz! Sevgili Kardeşlerim, Asıl sorun, görevli olduğumuz sırada kuşandığımız veya Kalfalığa geçişte, Çırak; özellikle Üstatlığa yükselişte de Kalfa önlüklerini çıkarttığımız veya değiştirdiğimiz zaman gerekli eğitimi aldığımızı, zenginlik, mevkii ve paye gibi hırslarımızdan arındığımızı, kabul ede biliyor muyuz? Vicdanımız rahat mı, huzur içinde miyiz? Görevli önlüklerini bir paye, bir üstünlük mevkisi ve bir amaç olarak düşünen ve antimasonik davranışta bu lunan Kardeşlerime tavsiyem, en kısa zamanda Çı rak, özellikle ve özellikle Kalfa ve Üstat ritüellerini derhal okuyup benlikleri ile bütünleştirerek kendi kendilerinin, Muhterem Localarının ve Kardeşlerinin huzurunu sağlamalarıdır. Unutmayalım ki, bizleri buraya Masonluğu temessül ve temsil edebilmemiz için aldılar. Herhangi bir görev yapsın diye değil. Paylaşımımı Muhterem Sahir Erman Kardeşimin bir konuşmasından aldığım bir bö lümle bitirmek istiyorum. O yüce Mason Kardeşimi de anmakla, bir masonik görevimizi de yerine getirmiş olacağız.

T ü r k i y e H ü r v e K a b u l Edilmiş M a s o n l a r B ü y ü k Locasının Araştırma ve Yayın Organıdır ISSN 1301­2762 4. B ü y ü k Üstat M e s a j ı D e m i r SAVAŞÇIN 8. Message f r o m the Grand Master D e m i r SAVAŞÇIN 11. 45. 53. B i r Masonun Biyografisi: C e m a l e t t i n A f g a n i K. ( 1 8 3 8 ­ 1 8 9 7 ) Tamer A Y A N ­ Uğur ÖZCAN R i c h a r d Carlile v e H ü r m a s o n l u k El K i t a b Çeviren: Celil LAYİKTEZ İzmir M a t r i k ü l ü m ü z ü n Dünü, Bugünü v e Geleceği 65. Kutsallık Üzerine 79. P o s t ­ M o d e r n i t e , İ n a n ç Sistemleri v e Masonluk D o ğ a n DİRİK A l i VERBAS M e t i n HEPER 101. Localardan Haberler M i m a r SİNAN 112. Aramızdan Ayrılanlar M i m a r SİNAN YIL: 2003 N O : 127 MİMAR SİNAN Gevşemeyin, endişe etmeyin. İnananız sağlamsa, mutlaka başarırsınız. Şanı Yüce Kur'an (111:139) Kapak Kompozisyonu: SİNASİ BARUTÇU Y E N İ L İ K B A S I M E V İ Tel. 243 55 72 ­ 245 32 48 * İSTANBUL ­ 2003 MİMAR SİNAN Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locasının araştırma ve yayın organıdır. Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası adına İmtiyaz sahibi : DEMİR SAVAŞÇIN Yazı İşlerini fiilen idare eden : TAMER AYAN DERGİDE ÇIKAN YAZILARIN SORUMLULUĞU ÜÇ AYDA BİR ÇIKARILIR, YAZARLARINA AİTTİR. ÜYELERE MAHSUSTUR. ISSN 1301­2762 SAYI : 127 Nuruziya Sokağı 2 5 , 80050 ­ Beyoğlu Tel: 0 2 1 2 251 26 5 0 MART 2003 4. B ü y ü k Üstat Mesajı D e m i r SAVAŞÇIN 8. Message f r o m the G r a n d Master D e m i r SAVAŞÇIN 11. Bir Masonun Biyografisi: C e m a l e t t i n A f g a n i K. ( 1 8 3 8 ­ 1 8 9 7 ) Tamer A Y A N ­ Uğur ÖZCAN 45. Richard Carlile v e H ü r m a s o n l u k El K i t a b ı 53. İzmir Matrikülümüzün Dünü, Bugünü v e Geleceği 65. Kutsallık Üzerine 79. Post­Modernite, İnanç Sistemleri v e Masonluk Çeviren: Celil LAYİKTEZ D o ğ a n DİRİK A l i VERBAS M e t i n HEPER 101. Localardan Haberler Mimar SİNAN 112. Aramızdan Ayrılanlar M i m a r SİNAN BÜYÜK ÜSTAT MESAJI Sevgili Kardeşlerim, Yeni Çırak Kardeşim, İnsanlığın yararına çalışmış nice büyük insan, bu önlüğü taşı­ mıştın Siz de bunu onurla taşıyıp, onların yolunda yürüyeceksiniz. Önlük, bizim çalışma sembolümüzdür. Bize; insanlık uğruna durmadan çaba göstermek zo­ runda olduğumuzu hatırlatır. Düşünce kadar, el emeğini de yüce tuttuğumuzu gösterin Bu önlüğü takmadan toplantıla­ rımıza katılamazsınız. Size temiz olarak verilen önlüğümüzü siz de temiz tutacaksınız A*) Tekrisimizde I.Nazır Kardeşimin söylediği, çalışmalarımı­ za ve davranışlarımıza temel teşkil eden bu sözleri he­ pimiz hatırladık. Fakat düşünmek zorunluğunda ol­ (*) Çırak Derecesi 4 Ritüeli duğumuz bir husus var; önlüğü, gereğini, yüklediği görevleri yerine getirip onurla taşıyor muyuz? Temiz tutuyor muyuz? Gördüğüm bazı davranışlar ve çalışmalar karşısında bu suallerin cevabı ile ilgili düşüncelerimi sizlerle paylaş­ mak istedim. Masonik çalışmalarımızda belirli tarzda davranmak zo­ runluluğumuz vardır. Bunlardan birisi de Kuşamı­ mız'dır. Önlük de Masonik kusanım öğelerimizden birisidir. Gözcü'den Büyük Üstat'a kadar bütün gö­ revli Kardeşlerimin, görevlerini ifa ettikleri sırada ku­ şandıkları ve Regalia olarak tanımladığımız öğeler de, aslında birer önlüktür. Ayrımcı hiçbir yönü yoktur. Aksine, Regalia da ayrıca idarî görev bilinci ve sorum­ luluğunu sembolize eden bir öğedir. Görev geçici bir süredir. Görev bitiminde kuşanacağımız yine Çırak, Kalfa, Üstat önlüklerinden oluşan gerçek önlükleri­ mizdir. Bazı Kardeşlerimiz, Masonik anlamda yönetsel bir görev­ linin geçici bir süre için kuşandığı Regalia'yı sözlük an­ lamı bakımından krala, prense y a da bir soyluya öz­ gü, onun egemenliğini, üstünlüğünü simgeleyen bir paye olarak nazara alıp; Masonlukta amaçmış gibi, bu payeye ulaşmak için rahatlıkla antimasonik dav­ ranışlarda bulunabilmektedir. Yaşantımızın dönüm noktası olan Tekris Törenimize dö­ nelim. Daha kapıdan girer girmez: Bizim dışımızdaki kaldığımızı, dünyada, karanlıkta Bizim dışımızda kalan dünyadaki zengin­ likler ve payelerin, bizi etkilemediğini, in­ sanın çıplak ve güçsüz doğduğunu, Mason olacak kimsenin bunu bilmesi ve alçak gö­ nüllü olmamız gerektiğini,^) etmiş olduğumuz yeminimizle kabul ve taahhüt ediyo­ ruz. (*) Çırak Derecesi Ritüeli 5 Şu halde, neden bazı Kardeşlerimiz görevli önlüğünü; sözlük anlamındaki Regalia olarak bir paye, mevki olarak kabul ederek; amacımız buymuş gibi, büyük bir hırsla, hem kendini, hem de diğer Kardeşlerimi ra­ hatsız ediyor, klikler yaratıyor, huzursuzluklar çıka­ rıyor, Kardeşlerimin hür iradelerine müdahale ediyo­ ruz! Sevgili Kardeşlerim, Asıl sorun, görevli olduğumuz sırada kuşandığımız veya Kalfalığa geçişte, Çırak; özellikle Üstatlığa yükselişte de Kalfa önlüklerini çıkarttığımız veya değiştirdiğimiz zaman gerekli eğitimi aldığımızı, zenginlik, mevkii ve paye gibi hırslarımızdan arındığımızı, kabul ede­ biliyor muyuz? Vicdanımız rahat mı, huzur içinde miyiz? Görevli önlüklerini bir paye, bir üstünlük mevkisi ve bir amaç olarak düşünen ve antimasonik davranışta bu­ lunan Kardeşlerime tavsiyem, en kısa zamanda Çı­ rak, özellikle ve özellikle Kalfa ve Üstat ritüellerini derhal okuyup benlikleri ile bütünleştirerek kendi kendilerinin, Muhterem Localarının ve Kardeşlerinin huzurunu sağlamalarıdır. Unutmayalım ki, bizleri buraya Masonluğu temessül ve temsil edebilmemiz için aldılar. Herhangi bir görev yapsın diye değil. Paylaşımımı Muhterem Sahir Erman Kardeşimin bir konuşmasından aldığım bir bö­ lümle bitirmek istiyorum. O yüce Mason Kardeşimi de anmakla, bir masonik görevimizi de yerine getirmiş olacağız. ... Mason, Loca ve atölyesinin arkadaş­ ların buluşup hal hatır sorduğu, hoşça vakit geçirdiği birer klüp olmadığını, aksine belirli bir eğitim veren ve buna karşılık kişiden belirli tarzda hareket etmelerini isteyen, daha doğrusu belirli ahlak, fazilet ve kurallarından ayrılma­ yıp, bilgi edinmek ve bütün bunları etra­ fındakilere yaymak ve onlara her bakım­ dan iyi örnek olma görevini yüklenen bi­ rer merkez olduğunu hatırından çıkarma­ malıdır. Bunun için de Dante'nin şu mısralarını ken­ disine rehber edinmelidir: Kendi tohumunuzu düşünün; Vahşi hayvanlar değil gibi yaşamak için f Fakat fazilet ve bilgi edinmek için ya­ ratıldınız. Evet! Bilgi... Çünkü, hayatta en hakiki mürşit ilimdir. Evet! Fazilet... Çünkü, fazi­ letsiz bilgi kadar zararlı olacak hiçbir şey düşünülemez.." Sevgili Kardeşlerim, En başta gelen görevlerinizden birisi de, temiz olarak ku­ şandığımız önlüğümüzü, temiz tutup, özellikle ve özellikle temiz olarak çıkarmaktır. Evrenin Ulu Mimarı'ndan dileğim bu güçten bizleri yoksun kılmasın. Demir SAVAŞÇIN Büyük Üstat 7 MESSAGE FROM THE GRAND MASTER Dear Brethren, My Entered Apprentice Brother, many men who served humanity, have worn this Apron. I exhort you too, to w e a r it with honour to follow in their footsteps. The Apron is our symbol of labour; you cannot attend our meetings without it. It will remind you of our neverending efforts for the welfare of humanity and indicates that w e hold physical labour to be as acceptable as intellectual labour. Let me further exhort you never to disgrace this apron, for you may rest assured that it will never disgrace you.D We all remember these words presenting us the basis of our labours and behaviours offered by the Senior Warden during our Initiation Ceremony. However, we have to contemplate one point; do we carry out the duties and handle our apron with dignity? Do we keep it clean? After observing some behaviours and some duties, I would like to share my views and ideas regarding the answers to these questions with my Brethren. In Masonic labours we are obliged to behave and dress in a certain way. The apron is one of the basic elements of this. All Office Bearers, from the Guard to the Grand Master wear these elements which we call Regalia. The whole Regalia is in fact an Apron. The different parts of the regalia do not have any superlative value. Instead, Regalia symbolises the spirit of the administrative authority and responsibility. Duty lasts for a temporary period. At its termination, we all shall again wear one of our real aprons amongst the Apprentice, Fellow Craft or Master aprons. (*) First Degree 8 Ritual - Ceremony of Initiation Unfortunately/ a few of our Brethren prefer to go into some antimasonic behaviours taking into consideration that the Regalia worn for a certain period in order to fulfill the Masonic administrative duties is a sign of superiority and sovereignty peculiar to a king, prince or aristocrat, is the basic objective of Masonry. Let us go back to our Installation Ceremony which is the turning point of our lives. Just at the entrance : To express that­ w e are in a state of darkness in the outside world, Wealth and position in the outside world are insignificant to us, man is born naked and helpless, a future Mason should remember this and be modest,, (*) We accept an commit with the vow we have taken.. Then, why do some of our Brethren consider this Regalia as a symbol of authority, just looking at its vocabular meaning, take it as a rank or some superiority ? As if it is our main objective, why do they, with all their might and ambition, struggle and annoy themselves and their brethren, create some cliques or disturbances? They must be aware that they are violating the free will of their Brethren! My Dear Brethren, The main question is, the Regalia we have worn during an official duty, or the Apron we have changed while passing from Entered Apprentice to Fellof Craft or raising from Fellow Craft to the Master Degree, have we completed our Masonic education or have we quitted our ambitions like wealth, rank or superiority? Have we satisfied our consciences, are we in peace with ourselves? My advice to my Brethren, who consider the Regalia as their primary objective and as a symbol of authority or a sign of rank or superiority, will be to read immediately the Entered Apprentice Ritual and especially the Fellow Craft and Master Degree Rituals once more, unite these contents with their self­esteem. Then, they will be able to keep peace with their soul, (*) First Degree Ritual - Ceremony of Initiation 9 the members of their Lodges as well as all their Brethren. We must never forget that we have been accepted to this Temple to represent Freemasonry;. Not to carry out a certain duty. I would like to fulfill a prime Masonic duty by ending my contribution with a passage taken from a speech of our Dear Brother, a sublime Freemason Sahir Erman : ... A Mason should never forget that a Lodge is not a place where friends gather and chat, neither is a club of entertainment. Instead, it is a center, where a certain education is practiced all the time, where the members should behave in a certain manner. As a matter of fact, they should never violate ethic rules, they should keep their virtue and dignity. They must always bear in mind that they should learn all the time and must share these virtues with the­ ir environment and be a good example to all humanity. Their guidance should be the verses of Dante: It is your seed you should think about; Not to live like wild beasts, Instead, you were created to live in dignity and to learn. "Yes! To Learn... Because, the only guidan­ ce in your life is knowledge. Yes! Virtue*.• Because, nothing can be more harmful than knowledge without virtue.. 11 My Dear Brethren, One of our main duties is to keep our Aprons clean, and especially while taking them off, as clean as we have put them on. I wish that the Great Architect of the Universe will support us in this mission. Demir SAVAŞÇIN Grand Master 10 TARİH Bir Masonun Biyografisi: CEMALETTtN AFGANİ K. (1838 ­ 1897) Modern İslâmda Bir Efsane Tamer AYAN ­ Uğur ÖZCAN Ayrı görüp yolları, deme; bu sağ, bu soldur. Nura giden yolların her biri doğru yoldur; Her birinin yolcusu gizli bir yoldaşındır, Yolu şaşıran bile kıymetli Kardaşındır. Eski Büyük Üstat ve Hâkim Büyük Amir Fuad Hulusi Demirelli K. [1876­1955] Bro. JAMEL AL­DIN AL­AFGANI (1838 ­1897) A Mythos in Modern Islamical Reformation Jamal al­Din al­Afghani is often described as one of the most prominent Islamic po­ litical leaders and philosophers of the nineteenth century. He was concerned with the subjection of the Muslim world by Western colonial powers, and he made the Liberation, Independence and Unity of the Islamic world one of the major aims of 1 1 his life. He provided a theoretical explanation for the relative decline of the Islamic world, and a philosophical theory of history which sought to establish a form of mo­ dernism appropriate to Islam. Jamal al­Din al­Afghani was born in 1838 about 180 miles from Kabul (Afghanistan). He received a thorough training in a variety of lan­ guages of Islamic countries and the religious sciences. When he was eighteen years old he began the constant travels which were to mark his life. He visited much of the Islamic world as well as Europe, and set up a political organization which called on Muslims to fight injustice and the imposition of imperialism. He stepped into Free­ masonry upon his initiation to the I Proodos Lodge in Istanbul in 1870­71. Then, he took part in the improvement of Freemasonry in Egypt by attending the duties of Worshipful Master of the Star of the East. He had a great impact upon Muhammad Abduh and reactions by intellectual Egyptians to the incursion of the Europeans. He eventually sided with the Ottoman Empire but soon became disillusioned with the Sultan, and died in Istanbul­Turkey in 1897. "Türkiye'de bile yaşayan bir Afgani Efsanesi vardır." Niyazi Berkes [1908­1988] KATKI BELİRTME VE TEŞEKKÜR Ali Verbas, Can Kapyalı, Ergin Koparan Kardeşlerimize çeviri ve kat­ kıları için teşekkür ederiz. GİRİŞ Cemalettin Afgani K. 12 Cemalettin Afgani, Edward G. Brown'un yazdığı İran Devrimi 1905­1909' isimli ki­ tabın kapağındaki fotoğrafta, başında sa­ rığı, arkasında cüppesi ve ellerinde Ma­ son Eldiveni takılmış olarak görünür. Tahranda çekilen bu fotoğrafın arkasında Afgani'nin el yazısıyla 1875 tarihi yazıl­ mıştır. Afgani'nin, 1897 yılında İstan­ bul'da vefat edinceye kadar Masonluktan ayrıldığına ilişkin başka bir bilgi yoktur. Afgani için, Roderic H. Davison 'Osmanlı İmparatorluğunda Reform' adlı kitabında "...ayrıca Afgani'nin istanbul'da Mustafa Fazıl Paşa K. ve Namık Kemal K. 'in de üye olduğu IProodos Locasına 1870­71' de de­ vam ettiği..." belirtilmektedir. İlk bölümde Afgani'nin bir hayli mace­ ralı yaşam öyküsüne değinildikten sonra, ikinci bölümde Afgani'nin Masonluğu üzerinde durulacak; Afgani döneminin Mısır Masonluğu­ na ilgili açıklamalar getirilecek; Türkiye Yüksek Şûrasının 1870 yılın­ da ikinci kuruluşu için ön bilgiler verilecektir. Afgani; Mason, sufî, filozof, siyasal entrikacı, reformcu, milliyetçi, hür düşünceci, siyaset adamı ve gazeteci gibi farklı kimliklerle veya Avru­ pa egemenliğine karşı güçlü bir İslâm uygarlığının yeniden canlandı­ rılabileceğine olan inancıyla, 19. yüzyıl ortalarında İslâm düşüncesi­ nin gelişimini etkilemiştir. Ellidokuz yıllık dünya ömründen sonra Ebedî Maşrık'a emanet edilen Afgani'nin doğum tarihi ve gömülü ol­ duğu yer gizemlidir. Afgani'nin doğduğu yer Afganistan mıdır, yoksa İran mıdır? Öldükten sonra cesedi İstanbulda mı kalmıştır, yoksa Ka­ bil de mi gömülüdür? Afgani, gezip gördüğü dünyanın dört bir tarafındaki, Hamedan­ Esedâbâd, Buşehr, Meşhet, Herat, Necef, Hindistan, Mekke, Irak, İran, Tahran, Kandahar, Gazne, Kabil, Bombay, İstanbul (1869­ 1871), Kahire, Haydarabad, Kalküta, Londra, Paris, Şiraz, Isfahan, Tahran, Moskova, St. Petersburg, Münih, Kirmanşah, Bağdat, Basra, Londra ve İstanbul (1892­1897) gibi her yerde, her zeminde ve her za­ man aydınlık saçmaya devam etmiştir. Afgani'nin tarihsel kimliği, belgelerin de tanıklığı ile şöyle özetlenebi­ lir: 1. Cemalettin Afgani, A'zam Hân'ın Kabil'den kovulma emrine maruz kaldığı zaman bir yazı kaleme almıştır. 1868'de yazdığı bu yazı o zaman da onun inançlarının diğer insanlar için karı­ şıklık ve anlaşmazlık konusu olduğunu gösterir: ingiliz halkı benim Rusyalı olduğuma inanır (Rus) Müslümanlar benim Zerdüşt olduğumu zanneder (Mecûsi) Sünniler benim Şiî olduğum kanaatindedirler (Rafızî) Ve Şiîler beni Ali'nin düşmanı zanneder (Nâşibî) Dört mezhebe mensup bazı arkadaşlar da benim bir Vehhâbî olduğuma inandılar Bazı dürüst Imâmîler beni Babı zannettiler Muvahhitler beni Materyalist zannettiler Ve sofu, takvadan mahrum bir günahkâr 13 Okumuşlar benim bilgisiz câhil biri olduğumu göz önüne aldılar Ve inananlar benim inançsız günahkâr olduğumu zannettiler Ne inançsızlar beni kendisine çağırır Ne Müslümanlar beni kendileri gibi kabul eder Camiden kovuldum ve tapınaktan çıkarıldım Kime tâbi ve kime karşı olacağımı şaşırdım Birinin reddi, diğerinin tasdikini gerektirir Birinin tasdiki, arkadaşlarımı onun muhalifine karşı sertleştirir Benim için bir hizbi tutmaktan başka kurtuluş yolu yoktur Benim için diğer partiyle mücadele etmekten başka çare yoktur Kabil'de Bâlâ Hisar da mukim, ellerim bağlı, dizlerim kırık, esrarengiz sahnenin bana bildirilmesi için açılmasını ve bek­ leyen bu hain gök kubbenin kaderi döndürmesini istiyorum. 2. İstanbul'da Haydarpaşa Garı... Tarih, Mart 1871. Gelenler arasında Afgani'yi uğurlamaya gelmiş öğrenciler de vardır. Af­ gani, büyük umutlarla geldiği İstanbul'dan, gelenekçi ulemanın hasedi yüzünden ayrılırken, trene binmeden önce gençlere şu veda konuşmasını yapar: "Milletler dinsiz ve devletsiz olamazlar! Dini hurafelerden, devleti de istibdat ve zulümden kurtarmak lazımdır. Aksi hal­ de din hurafelerle ve devlet de baskı ve zulümlerle payidar ola­ maz. Bir ülkenin kanunları sultanın iradesiyle değil, halkın hür iradesiyle yapılmalıdır. Bunları gerçekleştirmek için bil­ gili, dürüst, adaletperver ve cesur ıslahatçılara ihtiyaç var­ dır. " 3. Haziran 1868'de, Afganistan'dan gelen Afgani'yi tarif eden açıklama: "Soluk sima, açık alın, gök mavisi renkte gözler, üzerinde bazı kırmızı tellerle keçi sakalı; bıyık ufak ve bükülmüş, yaşı otuz­ beş civarında, bir Nogay gibi giyinir, daima çay içer ve İran tarzında sigara içer. Coğrafya ve tarih bilgisi çoktur. Arapça , kolaylıkla Türkçe ve bir İranlı gibi Farsça konuşur. Onun ha­ yat tarzı bir Müslüman'dan çok bir Avrupalıya benzer." 4. Mehmet Âkif (Ersoy), Afgani'yi halk ayaklanmasını savunan bir ihtilâlci, Muhammet Abduh'u bilime ve halkın aydınlatıl­ 14 masına önem veren bir düşünür olarak takdim eder. Safahat kitabının Asım bölümünde şu mısralar yer alır. Mısr'ın en muhteşem Üstadı Muhammed Abduh, Konuşurken neye dairse Cemâleddin'le; Der ki tilmizine Afganlı ­ Muhammed, dinle! "înkılâb istiyorum, başka değil; hem çabucak." Gidelim bir yere, hattâ şu bizim Sudan'a: Yeni bir medrese te'sis edelim Urban a Daha üç beş de faziletli mücahit bulalım, Nesli tezhîb i'lâ ile meşgul olalım. Çıkarıp gönderelim, hasılı, şeyhim, yer yer, Oradan âlem­i İslama Cemâleddin'ler ­ Bu, fakat yirmi yıl ister ki kolay görmüyorum ... 5. Bernard Lewis'in, Afgani hakkındaki yorumu da şöyle: "İslâmiyet, Afgani için her şeyden önce bir medeniyet, dünyevi bir iktidardı, arızî olarak da iman. Takvadan çok bağlılık isti­ yordu. Müslümanlar da, Cermenler ve İtalyanlar gibi birleş­ meliydi. Afgani'nin ömrü bunu başarabilecek bir hükümdar aramakla geçti; kâh Şâh'a, kâh Hidiv'e, kâh Sultana başvur­ du." Afgani filozof ve gazeteci kimliğiyle; kendisini sevenler tarafından bü­ yük bir hatip, düşmanlarının gözünde de tehlikeli bir yazardır. Afga­ ni'nin, 20. yüzyıl başlarında bazı ülkelerde oluşmaya başlayan özgür­ lükçü hareketlerde bir hayli etkisi olmuştur. Yaptığı propagandaların amacı bu ülkeleri Avrupalıların siyasî nüfuz ve ekonomik sömürüsün­ den kurtarmak ve böylece güçlü "liberal siyasî idareler" kurulmasını sağlamaktır. Afgani, kalemi ve sohbetleri ile bu akımın en bilinçli tem­ silcilerinden biri olmuştur. Modern İslâm düşünce sisteminin içinde, başta Cemalettin Afgani olmak üzere, öğrencisi Muhammed Abduh ve onun da öğrencisi Reşit Rıza, uçlü model' olarak gösterilmektedir. Afgani hakkında sahip olduğumuz bilgilerin tamamı Batılıların yap­ tığı araştırmaların sonucu olarak ortaya çıkmıştır. Slyvia Haim, Ja­ cob M. Landau, Ignac Goldziher, Albert Kudsi­Kudsizade, Elie Kedou­ 15 rie, Homa Pakdaman, Nikki R. Keddie ve Thierry Zarcone'nin eserleri bu arada verilebilir. Yerli kaynaklar arasında, Yusuf Akçura, Namık Kemal K., Prof. Dr. Niyazi Berkes, Prof. Dr. Hayreddin Karaman, Prof. Dr. Alaeddin Yalçmkaya, Prof. Dr. Mümtez'er Türköne, Prof. Dr. Kaya Bilgegil, İhsan Eliaçık ve Orhan Koloğlu sayılabilir. YAŞAM ÖYKÜSÜ Seyyid Cemalettin Muhammed bin Safder el­Afganî el­Hüseynî 1838 yılında Afganistan'da (ve bazı güvenilir kaynaklara göre de Azerbey­ can'da) doğar. Afgani'nin Sünnî veya Şiî olduğu tartışmaları yapıl­ maktadır. İsmi Afgani'nin yanında, el­Esedâbâdî, el­Hüseynî, el­ İstanbulî, Cemalî, İstanbulî, Kâbulî, Rumî, Seyyit Rûmî, El­Seyyit gi­ bi doğum yeri takıları olması, onun gerçek doğum yerini şüpheli kıl­ maktadır. Afgani'nin, yazar Ahmet Ağaoğlu'na söylemiş olduğu gibi "Benim babam ve annem aslen Mereğalıdır (Azerbeycan), fakat sonra Hemedana (İran) gelmişler, ben Hemedanda doğdum. Fakat ben da­ ha süt emerken, babamın işleri bozulduğu için Afganistan'a hicret mecburiyetinde kalmışız." sözlerinden de anlaşılacağı gibi her üç böl­ gede de doğmuş olabilir. Afgani'nin, anne ve babasının ülkelerine ba­ kılarak Azerî Türkü, doğduğu yere bakılarak İranlı, gençliğini geçir­ diği yere bakılarak Afganistanlı olduğu iddia edilir. Afgani, Afganistan'ın ünlü bilginlerinden dil, tarih, din, felsefe, mate­ matik, tıp ve siyaset alanında dersler görür. Daha sonra öğrenimini geliştirmek üzere Hindistan'a gider. Afgani'nin İranlı (Şiî) olduğunu ileri sürenlere göre de, Tahran üzerinden Necef e giderek Şeyh Mürte­ za el­Ensarî'den ders alır. Irak'ta dört yıl kaldıktan sonra Hindistan'a geçerek orada iki yıl kalır. Hac yolculuğu için Hindistan'dan ayrılan Afgani yolculuğu süresince bir çok ülkeye uğrar. İran'da yaygın olan Tasavvuf ile Akılcılığın karışımı Şeyhîlik akımından çok etkilenir. Afgani, Şeyhîlikle muhtemelen Necef te bulunduğu zaman ilgilenmiş ve Şeyhîlikle beraber İslâmdan çıkmış bir yol olan Babîlik'le bu yıl­ larda tanışmıştır. 1844 yılında Seyyid Şirazlı Ali Muhammed, Bâb ol­ duğunu ilân eder ve Şeyhîlerin bir kısmını çevresinde toplayarak adı­ na da Babîlik der. Ku'ran inancını ve akidesini değiştiren yeni bir inanç sistemi getirerek taraftarları ile birlikte İran'da büyük bir kitle­ yi arkasına alır. 1860'da Bâbîlerin çoğu daha ileri bir safha olan Bahaîliğe geçerler. Küçük bir grup ise Bâbîlikte karar kılar ve böylece onlara Ezelî denilir. Bâbîlerin, İslâm dininde akıl ve mantığa da yer olduğu görüşleri ve siyasal mücadelesindeki tavırları dinî çevrelerce 1 16 olumlu karşılanmıştır. Hac sonrası Afganistan'a dönen Afgani, Emir Dost Muhammed Han'ın 1863'de ölümünden sonra baş gösteren ikti­ dar kavgasında Muhammed A'zam'ı destekler. Bu mücadeleyi A'zam'm kazanmasından sonra Afgani baş vezirliğe getirilir. Afganis­ tan'da İngilizlerin desteklediği Emir Şir Ali'nin iktidarı ele geçirmesi üzerine, Afgani de gizlice Hindistan'a geçerek; halkı şu sözlerle İngi­ lizlere karşı ayaklanmaya çağırır: "Ey Müslümanlar! Siz insan değil de sinek olsaydınız, vızıl­ tınız İngilizlerin kulaklarını sağır ederdi! Ey Hindistanlılar! Sizler su kaplumbağası olsaydınız, ingil­ tere Adasını yerinden söker, denize atardınız!" Afgani, Sultan Abdülaziz'den aldığı davet üzerine 1869 yılında İstan­ bul'a hareket eder. Afgani 33 yaşlarında iken geldiği İstanbul'da bü­ yük bir ilgiyle karşılanır. İstanbul'da konuşma ve hareketlerde görü­ len reformcu ve modernleşme taraftarı yenilikten etkilenir. İstanbul 1850 ile 1870 yılları arasında kuvvet ve modernleşmenin merkezi du­ rumundadır. İstanbul'da bulunduğu yıllar Tanzimat reformu dönemi­ nin son aşamasına rastlamaktadır. O yıllarda, eğitim ve hukukta kök­ lü reformlar başlatılmıştır. Tanzimat'ın üç paşası hayatlarının sonu­ na gelmiş; Tanzimat'ın kurucusu Mustafa Reşit Paşa K. (İngiltere'de yakın dostu ve daha sonra İstanbul'da elçi olacak olan Lord Stratford Redcliffe ile birlikte 1837'de Mason olmuştu) 1858'de ölmüş; bu bü­ yük ustanın iki siyasal yetiştirmesi olan Keçecizade Fuat Paşa K. (I Proodos Locası) Şubat 1869'da ve Âlî Paşa da Eylül 1871'de ölmüştür. Babası İzzet Molla gibi açık fikirliliği ile tanınan Keçecizade Fuat Pa­ şa K., 1869 yılında Avrupa gezisi sırasında Londra'da bulunurken İn­ giltere'nin Türkiye Büyük Bölge Locasının Büyük Üstadlığma seçil­ miş, ancak daha sonra resmi görevleri nedeniyle bu vazifeyi üstlene­ meyeceğini açıklamıştır. Afgani'nin modernleşmeyi gerçekleştirecek kurum olan Mâarif Meclisi üyeliği ve Dârü'l­fünûn (fenler evi) ile olan bağları bu konuya olan ilgisini gösterir. Afgani'nin sohbetlerine, sad­ razamlar, paşalar, yazarlar, aydınlar ve gençler büyük bir ilgi göste­ rirler. Çok geçmeden kendisine Meclis­i Kebir­i Maarif üyeliği verilir; Ayasofya ile Sultan Ahmet camiinde vaaz etmeğe davet edilir. 20 Şu­ bat 1870 tarihinde Dârü'l­fünûn açıldığı zaman Afgani'den halka açık bir konuşma yapması istenir. Gelenekçi medrese uleması Dârü'l­ fünûn'a olumlu bakmamakta ve Afgani'den rahatsız olmaktadırlar. Afgani'nin, Dârü'l­fünûn'daki "halka açık" konferanslarından birisin­ 17 de söylediği bir cümle, gelenekçi ulemanın eline beklediği firsatı verir. Afgani'nin, konferansının konusu "İslâmi felsefe ve sanatlar'dır. Şey­ hülislam tarafından tekfir edilmesine neden olan sözleri şunlardır: "Hayatı ve ihtiyaçları bakımından toplum canlı bir bedene benzer. Bu ihtiyaçları karşılayan sanatlar bedenin organla­ rı, felsefe ve nübüvvet ise ruh ve can gibidir. Hikmet marifetle elde edilir, dolayısıyla hakim yanılabilir; bu sebeple de dine aykırı sözlerine uymak doğru olmaz. Peygamberlik ise Allah vergisi olduğu için uyulmaya lâyık olanlar asıl peygamber­ lerdir. " Afgani'nin, "Nübevvet sanatlardan bir sanattır." şeklindeki bir sözü, Şeyhülislam "Kezzûbı (büyük yalancı)" Sofu Hasan Fehmi Efendiye göre küfürdür. Çünkü, Afgani peygamberliğin bir "sanat" olduğunu belirtmektedir. Halbuki, Afgani Türkçe'sinin yetersizliğini ileri süre­ rek konferansı vermek istememiş; Dârü'l­fünûn Müdürü Hoca Tahsin Efendinin ısrarı üzerine metnini yazılı olarak Maarif Nazırı Safvet Paşa (1814­1883), Meclis­i Maârif Reisi Tahir Münif Paşa (1830­ 1910), Şirvanizade Mehmed Rüşdü Paşaya göstermiş ve yazı onlar tarafından da beğenilmiştir. Her üçü de modern eğitim alanındaki Ba­ tılılaşmanın güçlü savunuculardan; aynı zamanda Afgani'den bile da­ ha radikal reformculardır. Nihayet, resmen "son zamanlarda seya­ hat tarikiyle istanbul'a gelmiş olan Afganistanlı birfazl ü kerem sahi­ bi" sözleriyle nitelendirilen Afgani'nin konuşmasını dinlediler. Şey­ hülislam Hasan Fehmi Efendinin etkisi ve kışkırtmaları sonucu; Fetva Emini Filibeli Ahmet Halil Fevzi Efendi Suyûf­ul­Kavât (Kes­ kin Kılıçlar) adlı kitabında "Afgani'nin katlinin vacip olduğu kara­ rı "m kaleme alır. Kararda, mel'un, alçak, müfsid, kâfir diye anılan Af­ gani'nin fikirlerine zındıklık, rafizîlik, şiîlik gibi sıfatlar yakıştırılı­ yordu. İstanbul'daki vaizler de Afgani aleyhine konuşmalar yapmak­ tadır. Afgani'ye destek çıkan Dârü'l­fünûn Müdürü 'fen adamı, hür düşünceci, Panteist, materyalist, sempatik ve eksantrik' bir hoca olan Hoca (Mösyö) Tahsin Efendinin ise görevine son verilir. Tahsin Efen­ di, 58 yaşında olan, bir medreseli ve bir Bektaşî idi. 1857'de Paris bü­ yükelçiliğinde Türk öğrencilerine hocalık etmek, Batı bilimlerini tanı­ mak ve elçilik imamlığı yapmak üzere Fransa'ya gönderilmişti; Pa­ ris'te iken bilardo oynar, sefarette namaz kıldırır, fakat oruç tutmazdı ve Namık Kemal K. ile de Paris'te tanışmıştı. Paris'te oniki yıl kaldık­ t a n sonra, 1869'da Nice ş e h r i n d e ölen hamisi Keçecizade Fuat P a ­ şa'nın cenazesiyle İstanbul'a dönmüştü. Tahsin Efendinin diğer bir 18 özelliği, Arap yazısı yerine, soldan sağa doğru yazılan bir yazı geliştir­ mesidir. Şeyhülislam Hasan Fehmi Efendinin savaşının asıl hedefi, Afgani değil; üniversitenin kendisi ve Safvet, Münif, Tahsin ve tabii Fransız eğitim projesidir. Dâru 1­fünûn, Ali Paşanın ölümünü mütea­ kip 1871 tarihinden Meşrutiyete kadar kapatılır. Afgani, İstan­ bul'dan "fitnenin daha fazla şüyu bulmaması için" sürgün edilir. Afgani'nin İstanbul'dan sürülmesine yol açan diğer bir sebep ise, Eyüp­Nişancası'daki Murat Buharı Dergâhı (Özbekler Kalenderhânesi) şeyhi Nakşî tarikatından Şeyh Seyyid Süleyman Belhî'ye müntesip olmasıdır. Şeyh Abdülkadir Belhî Efendinin baba­ sı Buharalı Şeyh Süleyman Belhî, müritleriyle birlikte Belh'ten göçe­ rek 1867'de İstanbul'a gelmiş Türkistanlı bir Nakşî şeyhidir. Süley­ man Efendi, İstanbul'daki Özbek­Buhara tekkelerinin başına getiril­ miştir. Lûgat­ı Çağatay ve Türkî­Osmanî adlı kitaplarla Çağatay­ ca'yı dünyada bulunan ana dillerden biri ve Türkçe'nin aslı saymakta­ dır. Şeyh Efendi, Abdülhamit'in elçisi sıfatıyla, Hindistan, Afganis­ tan, Buhara, Türkmenistan ve Macaristan'daki tekkeleri dolaşmıştır. Afganistan ve İran'daki dergâh çevreleriyle, tarikat boyutunu da aşan münasebetler kurup geliştirdikleri, Osmanlı Devletinin bu bölgeler­ deki dinî ve siyasî yönelişlerini etkiledikleri bilinmektedir. Bu kuru­ luşların başlarına devlet tarafından önemli kişilerin getirilmiş olması da dikkate değer bir keyfiyettir. Ve o kişiler çoğunlukla Orta Asyalı, Afganlı veya Hintli idiler. Bunlar derin bilgileriyle ve erdemleriyle, çevrelerine yalnız İstanbul halkını değil, ta uzaklardan gelen kimsele­ ri de çekiyorlardı. Afgani'nin de Türkistan' da bir Türk evliyası oldu­ ğu, üstelik babasının ve dedesinin büyük bir tarikatın şeyhlerinden ol­ duğu varsayılır. Afgani'nin Belh hükümdarı Sultan Burhanettin Kılıç Han'ın ahfadından olduğu ve "Cemalettin Han" olarak tanındığı akta­ rıldığından, Şeyh Süleyman Efendi ile akraba olmaktadır. 1870'lerde İstanbul'da bulunduğu sırada bu tekkeye birkaç kere uğradığı bildiril­ mektedir. Afgani, 1871'de İstanbul'dan smırdışı edildikten sonra Ka­ hire'ye gider. Afgani, Mısır Başbakanı Riyaz Paşanın sıcak ilgisiyle karşılaşır ve se­ kiz yıl sürecek olan ikâmeti sırasında maaş verilir. Ezher Üniversite­ sine gitmez ve kendi evinde rahatça ders verme serbestliği de tanınır. Dersleri başlangıçta bilimsel ve felsefî iken giderek siyasî konulara kayar. Afgani, etrafına toplanan bilime aşık gençlere özel sohbetler ile felsefenin yüksek esaslarından söz eder ve onları teşvik eder. Çevre­ sindekilere ulusal kalkınma fikrini aşılamış ve meşrutî idareye karşı duruşu ile siyasî sahada etkili olmuştur. Toplantılardan sohbet ve 19 konferans şeklinde olanlar daha çok felsefe, kelâm, fizik, fıkıh ve ta­ savvuf konuları ile ilgilidir. Afgani, Sait Paşanın (1854­1863) yerine geçen Hidiv İsmail Paşa yönetimini, müsriflik, müstebitlik ve zalim­ likle suçlamaktadır. Hırslı ve savurgan biri olan İsmail'i, devleti borca batırarak ülkenin bağımsızlığını tehlikeye sokmakla itham etmekte­ dir. Gerçekten de malî konulardaki kötü uygulamalar, 1870'de Avru­ pa ülkelerinin baskısına ve halk arasında huzursuzluğa yol açmıştır. Abdülhamit, Fransız­İngiliz baskıları karşısında İsmail Paşa'yı Hazi­ ran 1879'da Hidivlikten alır. Afgani, Mısır halkının uyanmasının şart olduğunu belirtiyor ve tüm konferanslarında sözü doğrudan Mısırlı­ lara ve Mısır'a yöneltiyordu. Halk Mısır'ın geleceğini tehdit eden Av­ rupa ülkelerinin çıkarlarını nasıl elde etmeye çalıştıklarının bilincine varmalıydı. Afgani, kısa bir süre sonra, 1879 yılında Mısır'ın önemli bir partisi olan Vatan Partisini (el­Hızbul­Vatani) kurdu. Çok geç­ meden Mısır'ın hür düşünceli fikir ve siyaset adamlarıyla, bazı subay­ lar partiye katılmaya başladılar. Vatan Partisi, Arabî Paşanın 1881 yılındaki direnişinin meşru anası sayılabilir. İngiltere ve Fransa'nın, Mısır'daki konsolosları, kısa zamanda, Afgani merkezli olduğunu dü­ şündükleri fırtınanın farkına vararak, Tevfik Paşa'yı devreye soktu­ lar. Afgani Avrupa'nın çıkarları için tehlike oluşturuyordu. Hidiv Tev­ fik Paşa, Afgani'nin Mısır'da cumhuriyetçilik düşüncesini yaymaya çalıştığı inancıyla korkuya kapıldı. Afgani evinden alınarak polis ka­ rakoluna götürüldü. 1879 yılının Ağustos ayında, Mısır'dan Bombay'a hareket eden ilk gemiye bindirilerek smırdışı edildi. Afgani, Mısır'dan sonra üçüncü kez Hindistan'a gitti. Haydarabat'da, Maddecilere Reddiye konulu bir kitap yazdı. Bu dönemde "Sir" Seyyid Ahmed Han ile tanışan Afgani, onunla özellikle siyasî tavır noktasın­ da ters düşer. Bu çağdaş iki yenilikçi, İngiltere'ye karşı takınılacak tavrın ne olması gerektiği ve 'Evrensel İslâm mı? Hindistan Birliği mi?' noktalarında anlaşamazlar. İngiltere, Afgani'yi amansız takibe devam etmektedir. Afgani, Mısır'dan çıktıktan sonra arkasından Arabî Paşa ayaklanması patlak verir. İngilizler, bir yandan bu ayak­ lanmayı bastırmakla uğraşırlarken, diğer yandan Afgani'nin Hindis­ tan'ı da ayaklandıracağından endişe ederler. Afgani'yi Kalküta şeh­ rinde gözetim altına aldırtırlar. Mısır'daki isyanı bastırdıktan sonra da Afgani'yi bu kez de Hindistan'dan çıkartırlar. Afgani, İngilizlerin Avrupa'daki tarihi rakipleri olan Fransa'yı tercih eder ve Paris'e gi­ der. Sorbonne'da ünlü tarihçi ve filozof Ernest Renan K.'in (1823­1892) 1883 yılında İslâm ve Bilim konusunda verdiği konferans dolayısı 20 ile Afgani ile giriştiği tartışma bu tarihlerde olmuştur. Renan'a göre, evren sürekli bir gelişim içindedir; bu sürekli gelişim onu yokluk' tan madde ve hayat şeklindeki 'varlık'a geçirmiş olduğu gibi, insan zekâsı vasıtasıyla de tam 'bilinç' haline getirecektir. Diğer taraftan, evren in­ san vasıtasıyla 'zekâ' ya ulaştığı gibi gene onun aracılığı ile mânevi ge­ lişimi idrâk edecektir. Afgani, Renan'm İslâm'ın bilgi alanındaki kı­ sırlığını' ve 'Islâmın bilimsel gelişmeyi öldürücü bir din' olduğuna da­ ir iddialarını irdelemiştir. Afgani, karşılaştığı Renan üzerinde öylesi­ ne bir izlenim bıraktı ki, ünlü Fransız yazar coşkusunu ancak şu söz­ lerle ifade edebildi: "Düşüncesindeki serbestlik, asil ve içten karakteri konuşmamız süresince beni, önümde tekrar hayata dönmüş bir dostu­ mun, İbni Sina, İbni Rüşd veya insan ruhunun geleneğini beşyüz yıl boyunca temsil eden o büyük dinsizlerden birisinin durduğuna inan­ dırdı. " Renan'a göre, İbni Sina ve İbni Rüşd kiliseye karşı can simidi gibi yapıştıkları birer pozitivist ve dinsizdi. Çünkü, İbni Rüşd Katolik kilisesinin "büyük şeytanı" ilan edilmişti. Renan, Afgani'yi İbni Rüşd gibilerinin yolunda gördüğü için aynı Batılı yargıyı onun için de kul­ lanmaktan çekinmemektedir. Afgani de Renan'm görüşlerine karşı bir eleştiri yayınlamıştır. "İslâmiyet, terakkiye mani imiş, ama İslâmiyetin bu konuda başka dinlerden ne farkı vardır? Dinlerin hepsi de müsama­ hasız değil mi?... Burada Mösyö Renan'm huzurunda, islâm dininin müdafaasını değil, yüz milyonlarca Müslümanın müdafaasını yapıyoruz, islâm dini ilmi boğmaya ve terakki­ yi durdurmaya gayret etmiştir. Ama Hıristiyanlık aynı şeye teşebbüs etmedi mi? Bilmiyorum, Müslümanların Avrupay­ la aynı medeniyet seviyesine yükselmeleri çok güçtür. Felsefi ve ilmi usullerle gerçeğe ulaşmak onlara yasaktır. Gerçek bir mümin, konusu ilmi hakikat olan her çeşit araştırmalardan kaçınmalıdır. Hakikatin zaten bütününe sahip, ayrıca onu aramasına ne lüzum var!.." 18­19 Mayıs 1883 tarihinde Afgani'nin verdiği bu yanıtı Renan beğe­ nerek hemen bir açıklama yapar. "Sorbon'daki son konferansımın Afgani'ye telkin ettiği son derece dikkate değer düşünceleri, dünkü gazetenizde ilgiyle okudum, insan bu sesleri dinledikçe daha iyi anlıyor ki din ayırır ve akıl birleştirir. Ve iman ediyor ki akıl tektir... Afga­ 21 ni, İslâmın peşin hükümlerinden sıyrılmış bir Afganlıdır. Ben bütün Müslümanlar cahildir ve cahil kalacaklardır de­ medim. İslâmiyetin ilme büyük engeller çıkardığını söyle­ dim. Müslümanlar, Müslümanlığa dayanarak kalkınamaz­ lar, Müslümanlığın zayıflaması sayesinde kalkınabilirler. İslâmiyetin ilk kurbanı Müslümanlar dır. Müslümanı dinin­ den kurtarmak, ona yapılacak en büyük terbiyedir." Çok daha sonra, Namık Kemal K.'in Renan Müdafaanamesi: İslami­ yet ve Maarif (1910) kitabı Renan'a karşı yazılmış bu konudaki önemli belgelerden biridir. Bu makalede, Avrupanm yapmış olduğu ilerleme­ ye evet', fakat Müslüman kalmayı reddeden bir medenileşmeye 'ha­ yır' diyordu!.. Namık Kemal, sözü geçen kitapçığının hemen başlık al­ tına şu açıklamayı koyma gereğini duymuştu: "Fransa Akademisi Azasından müteveffa Ernest Renan ta­ rafından, islâmiyetin güya mahi­i terakkiyat (gelişmeyi öl­ dürücü) ve mani­i maarif olduğuna dair irade edilmiş bir hi­ tabeye karşı, berahin­i katıayı cami reddiyedir ki, şan­ı celil­ i Islâmiyeti, delail­münevvere şer'iye ve mantıkiye ile bihak­ kın ila eder." Görüldüğü gibi Afgani'nin Renan'a Cevabı, aynı konuda Renan Mü­ dafaanamesi'ni yazmış olan Genç Osmanlı yazar Namık Kemal K'in­ kinden çok farklıdır. Paris'te, Cemalettin Afgani Beyrut'ta sürgünde bulunan sadık dostu Muhammed Abduh'u da yanma çağırarak Urvetü'l­Vüska (Çözülmez Bağ) gazetesini 13 Mart 1884'da çıkarmaya başlar. Derginin adı Ku­ ran'dan bir Sûrenin adından esinlenmiştir: "Tağut'u inkar edip Al­ lah'a inanan kimse kopmak bilemeyen bir kulpa (El­Urvetu'l­Vuska) sarılmıştır. (Bakara, 256)". Uç kişiyle birlikte dergiyi tüm İslâm âlemine ücretsiz dağıtmaya başlarlar. Gazete, teşkilat üyelerinin yar­ dımlarıyla çıkmaktadır. Urvetü'l­Vüska teşkilatına üyelik, gizlilik ye­ mini yapılarak gerçekleşmektedir. İngiltere, bu yayından haliyle ra­ hatsız olur; Fransa'ya söz geçiremezler; Mısır, Hindistan ve Osmanlı ülkesinde gazetenin yasaklanması için girişimlerde bulunurlar. Ur­ vetü'l­Vüska, Afgani'nin temel düşüncesinin bir göstergesidir. Bu der­ ginin başyazılarından bölümler aktararak Afgani­Abduh ikilisinin zi­ hin dünyasını tanımaya çalışacağız. 22 "Urvetü'l­Vüska'ya göre "Romalılar m, Hıristiyanlığı ka­ bulleri sırasında sahip oldukları askeri kabiliyet, bir tohum halindeyken birdenbire açılıverdi. O sahada düşünceleri yo­ ğunlaştı, askerî teknikte becerileri arttı, savaş aletleri yapı­ mı gelişti. Müslümanlara gelince, dinin ortaya çıktığı sırada büyük zaferler kazanmış, bütün insanlara üstünlük kur­ muşlardı. Üstelik bir çok toplumu teknik ve savaş üstünlü­ ğünde geri bırakmışlardı. Sonra aralarında din kisvesi al­ tında faaliyet yürüten adamlar çıktı. Yalancı nakilciler, bir sürü hadis uydurdular. Sonra bunları kitaplara geçirdiler. Bu uydurma hadislerde zihinleri bulandıran ve insanları tembelliğe sürükleyen taraflar vardı." Urvetü'l­Vuska'nın diğer bir makalede geçen görüşlere göre ilk çözülme 'İlimle hilâfetin birbirinden ayrılmasıyla" baş­ lamıştır. "İlimden kopan hilâfet, kısa sürede saltanata dö­ nüşmüş, bir çok yerde saltanat iddiasıyla emirlikler ortaya çıkmış ve birbirini yiyip bitirmiştir. Kendi başına kalan ilim dünyası ise, hareketsiz bir görüntü meydana getirmiş, oku­ nanlar zihinlerde birer hayal deposu hâline gelmiş, bir sürü grup ortaya çıkmış, itikatlar bozulmuştur, ilim hareket ve gayrete getiren değil uyuşturan bir bilgi hâline gelmiştir." Urvetü'l­Vuska'da, kaza ve kader başlıklı bir yazıda "İki türlü kader yorumu vardır. İlki Allah'ın yarattıkları hak­ kındaki koyduğu yasa, tesbit ettiği doğal nizam ve oluşumlar anlamındaki kaderdir, ikincisi de savunduğu insanların eli­ ni kolunu bağlayan, kuvvet ve mecal bırakmayan, özgür ira­ deyi yok eden kader anlayışıdır. Müslümanlar, ilkindeki gibi inandıkları dönemlerde yükselmişlerdir. Aslında bütün bunları yaparken, önderleri ve rehberleri ilk anlamdaki ka­ za ve kader inancı olmuştur. Çünkü böylesi bir inanç onlara korkuyu unutturmuştur. Sadece Allah'ı vekil tutmanın ge­ tirdiği büyük bir güvenle dünyayı hallaç pamuğu gibi savur­ muşlardır. Ama, ne zamanki dünyayı bir hayal, kendilerini de rüzgârın önündeki yaprak gibi gören uyuşuk bir kader inancına kaymışlar, işte o zaman gerilemeye başlamışlardır. Demek ki, kader inancı, insanları hem "korkusuz", hem de "uyuşuk" hâle getirebilir. Alimlere düşen, Müslümanları uyarmak ve doğru kader inancının, cüzi iradeyi, çalışmayı, gayret göstermeyi engellemeyeceği, tam tersi kadere inanan 23 birisinin hiçbir şeyden korkmaması gerektiğini halka anlat­ mak olmalıdır." Urvetü'l­Vuska da dile getirilen başka bir tez de, milletlerin ancak "ahlâkî değerlere" sarılarak yükseleceği görüşüdür. "Bir toplum kendinde olanı değiştirmedikçe Allah da onla­ rın hâlini değiştirmez" (Ra'd, 11) ayeti çerçevesinde düşünü­ lecek olursa, yeryüzündeki herhangi bir millet kendi özünde olan ahlâkî değerleri yükseltirse yücelir, ahlâksızlık batağı­ na gömülürse millet olarak da zillete düşer. Ahlâk ve fazilet vurgusu yoğun bir şekilde işlenerek, bu özelliklere sahip bir toplumun birlik ve beraberlik içinde yaşayacağı, reziletlere duçar olmuş bir toplumun ise ihtilaflar içinde mahvolacağı belirtilir. Faziletler: düşünmek, netlik, özgürlük fikri, iffet, cömertlik, kanaat, yumuşaklık, vakar, yücelik, sabır ve sükûnet, cesaret, güzel huy, başkasının hakkına saygı, kah­ ramanlık, sadakat, verilen sözü yerine getirmek, emanete can pahasına sahip çıkmak, tertemiz bir kalp, bağışlamak, insancıl olmak, adalet severlik, şefkat gibi üstün özellikler­ dir... Faziletlerin bütünü her şeyde adaletten ibarettir. Ada­ let hissi, bir toplumun bütün fertlerine yaygın şekline dönü­ şürse, herkes haddini bilerek diğerinin hakkına tecavüz et­ meyeceğinden aralarında eşitlik ve dayanışma oluşur. Rezi­ letler ise: utanma hissinden mahrum olma, çirkin konuşma, dengesizlik, tedbirsizlik, korkaklık, ürkeklik, kindarlık, dü­ şüncesizlik, alçaklık, çekememezlik, kendini beğenmişlik, yersiz müdahalelerde bulunmak, alaycılık, tuzak kurmak, hainlik, yalancılık, ikiyüzlülük gibi şeylerdir. Bu vasıflara sahip insanların bulunduğu toplum iflah olmaz, aralarında buğz ve ihtilaf vardır, birlik ve beraberlik içinde yaşamaları mümkün değildir. Bu nedenle Müslümanlar, var güçleriyle bu faziletleri yüceltmeye, reziletlerden kaçınmaya çalışmalı­ dırlar. Zira toplumların yükselişi ve alçalışı konusunda Al­ lah'ın değişmez yasası budur." Urvetü'l­Vuska da, Afgani ve Abduh ikilisi Müslümanları sarsmaya ve uyandırmaya çalışırlar. "Doğu da İbni Sina, Farabî, Razî benzerleri; batıda da İbni Bacce, ibni Rüşd, ibni Tufeyl ve benzerleri vardı. Onlar ara­ sındaki şehirlerde de felsefe, tıp, geometri ve diğer aklî ilim­ lerde çok sayıda âlimler vardı. Bir Abbasi halifesi söz söylese, 24 Çin Fağfuru boyun eğer ve Avrupa'nın en kudretli krallıkları titrerdi. Bir Gazneli Mahmud, Selçuklu Melik Şah ve Sela­ haddin Eyyubi, daha Doğuda bir Timurlenk, daha Batıda Fatih Sultan Mehmed, Sultan Selim, Sultan Süleyman var­ dı. Müslümanların filoları Akdeniz ve Kızıldeniz'de aşıla­ maz güçteydi. Şimdi ne oldu bütün bunlara ? Bizi en kolay iş­ leri bile yapmaktan alıkoyan nedir? Oysa milletin şerefini korumak, birliğin muhafazası için yardımlaşmak, aşağıla­ yıcı durumumuza üzülmekte biz onlardan daha ilerideyiz..." 1 Urvetu 1­Vuska'da göre, "Semavî dinler insan aklına üç inanç ve insan ruhuna da üç fazilet sunmuşlardır. Üç inanç: 1­insan yaratılmışların en değerlisidir; 2­Bir dine inanan­ lar inanmayanlardan daima üstündür; 3­Insanlar bu dün­ yada imtihan olmaktadırlar. Üç fazilet ise şunlardır: 1­ Utanmak; 2­Emanet; 3­Doğruluk. Bu altı temel, insanlığı ayakta tutan en önemli âmillerdir. Varlık sofistlerin iddia ettiği gibi vehim ve hayal değildir. Tabiat, Allah'ın fıtrat yasalarına göre işlemektedir. Bilim, Allah'ın fiilî ayeti olan tabiat yasalarının nasıl işlediğini bil­ mek, böylece eşyanın hakikatine nüfuz etmektir." "islâm, akla hitap eder ve hükümlerini akıl üzerine bina eder. İslâm'ın yasaları, açık bir şekilde mutluluğu, akıl ve basiretin, mutsuzluğun da cehalet ve akla itibar etmemenin mahsulü olduğunu söyler. Aklın önündeki vehim ve hurafe­ ler arındıkça insan gerçeği anlamada mesafe alacak demek­ tir, islâm'a göre üstünlük, akıl ve ruh kemaliyle bilgi ve ahlâk üstünlüğüne bağlıdır. Oysa, Hıristiyanlık'ta da ruh­ ban sınıfı vardır. Bunlar akıl ve bilgi değerlerini hiçe sayan anlayışlardır. Batıda reformcular İslâm'ı taklit ederek yeni­ likler yapmış, üstünlüğü ruhban sınıfından alıp akla ve bil­ giye vermiştir. Diğer dinler, dinî konuların akıl dışı olduğu­ nu ileri sürerken; İslâm tam tersi, dinin makûl olduğunu, dinde akıl dişiliğin bulunamayacağını söylemiştir. İslâm, aklın mümkün görmediği bir şeyin kabul edilmesini istemez. Kur'an'da, devlet yönetimi, yöneticilerin görev ve sorumlu­ lukları gibi insanî meselelerden, dünyanın oluşumu, gök ci­ simleri arasındaki ilişki gibi kozmolojik meselelere kadar pek çok konu hakkında açık veya kapalı, geniş veya özet 25 hâlinde, genel yahut özel bilgiler, nakiller vardır. Öte yan­ dan, insan ruhu aklı aşan konular hakkında bilgi edinme ka­ biliyetine de sahiptir. Tasavvuf buna ulaşmak için basirete, keşif ve ilhama dayalı bazı usuller geliştirmiştir. Bütün bun­ ları doğru anlamak için aklın ve bilimin kesin verilerini uy­ gun olarak yorumlamak lâzımdır." "İçtihat kapısı açıktır. Büyük müçtehitler kendi zamanların­ da yapılması gerekenleri yapmışlar ve başarılı olmuşlardır. Ancak kitap ve sünnetten çıkarılacak hükümlere nazaran onlarınki denizde damla misalidir. Bilen içtihat etmeli, bil­ meyen şuurlu olarak bilen birisini seçmelidir." "Batılılar, Doğululardan daha zeki ve kabiliyetli değildir. Ancak, onlar gücün ve hakimiyetin sırrını keşfetmişler ve bu­ nu yerli yerinde kullanmışlardır. Bunların başında düzen, sabır ve sebat gelir. Batılıların maksadı, Doğuluların reşit hâle gelmesini beklemek ve onların ilerlemesini sağlamak değildir, islâm ve Doğu ülkelerinin kapılarını çalarken in­ san hakları, adalet, eşitlik, hürriyet, medeniyetin ilerlemesi, istikrar vb den bahsederler. Fakat bunların hepsi aldatma­ cadır, amaç sömürmek, parçalamak ve yutmaktır. Sömürge­ ciler bu hususta Batıda tahsil görmüş ancak ileri ve güçlü ol­ manın sırlarını kavrayamamış dejenere edilmiş gençlerden faydalanırlar. Bunlar ileri saydıkları Batının bütün rezil yönlerini almış, kendi halkına yabancılaşmış yarı aydınlar­ dır... Ancak, ne zaman ki bunlar terk edildi, bidat ve hurafe­ ler yayıldı, akıl dışlandı, hilâfet saltanata dönüştü, sultan­ lar birbirine girdi, bilim, ahlâk ve erdemler terk edildi, işte o vakit çöküş kaçınılmaz oldu. Çünkü Allah'ın fıtrat yasası budur!.." "Dinler, isimleri ne olursa olsun birbirlerine benzerler. Din­ lerin felsefe ile uyuşmaları mümkün değildir. Din, insana; imân ve itikatı zorla kabul ettirir; halbuki felsefe, onu itikat­ lardan tamamen veya kısmen uzaklaştırır... Din üstün oldu­ ğu zaman, felsefeyi bertaraf etmiştir. Felsefe hâkim olduğu zaman ise, aksi vârid olmuştur. İnsanlık var oldukça, dogma ile serbest tenkit, din ile felsefe arasındaki mücadele bitmeye­ cektir. Bu hırslı mücadelede, "Hür Tefekkür" ün galip gele­ meyeceğinden korkuyorum..." Urvetü'l­Vüska, 1894 Eylül'de yayınlanan 18'inci sayısı ile yayın ha­ yatına sona vermiştir. 26 Afgani, İran Şahı Nasıreddin'den 1886'da aldığı davet üzerine Pa­ ris'ten İran'a geçer. Başlangıçta Şah ve ileri gelen devlet adamları ona büyük saygı gösterirler. Şah, Afgani'yi kendine özel danışman yapar ve Harbiye Nezareti ile ilgilenmesini ister. Ayrıca İranlı aydınlar çev­ resinde toplanarak fikirlerinden geniş ölçüde yararlanırlar. Fakat Af­ gani'nin yenilikçi görüşleri ve Şah yönetimini de eleştirmeye başlama­ sı yine rahatsızlık doğurur. Şah'tan ülkede ıslahatlar yapılmasını, halkın yönetime katılmasını ve nihayet bir meclis kurulmasını iste­ meye kalkması, Afgani'yi burada da zor durumda bırakır. Nihayet kendisine bir komplo hazırlanacağını hissederek İran'ı terk eder. 1886­1889 yılları arasında Rusya'da kalan Afgani'nin buradaki faali­ yetleri ayrıntılı olarak bilinmemektedir. Rusları; Osmanlı Devleti, Afganistan ve İran'ın da yardımıyla Hindistan'a sefer düzenleyerek oradaki İngiliz idaresine son vermeye teşvik eder. Ruslar'm hakimiye­ tinde bulunan 30 milyon Müslümanın haklarını savunur ve bazı dinî kitapların basılması için Çar'dan izin bile çıkartır. Ancak Afgani'nin faaliyetleri bir süre sonra Rus Çarını da rahatsız eder ve Afgani Rus­ ya'dan da sürülür. Şah Afgani'yi ikinci kez İran'a davet eder. O da bu daveti kabul ederek İran'a gider. Ancak, Afgani'nin sürekli eleştirel karakteri yine rahatsızlık doğurur. Gittiği yerlerde bir türlü kafasına göre, düşün­ celerine uygun birilerini bulamamaktadır. Ya "yabancı' İngilizlerin, ya da "yerli" gelenekçilerin muhalefetiyle karşılaşmaktadır. İran Şa­ hı ile kısa sürede yine fikir ayrılığına düşer. Öyle ki, artık aranmaya bile başlanır. Afgani, Tahran'da, dokunulmaz bir yer olan Şah Ab­ dülazim Türbesine sığınır. Orada, İran ulusunun yapacağı siyasî dev­ rime ilişkin derslerini dinleyen hayranları arasında yedi ay geçirir. Şah mekânın dokunulmazlığını çiğneyerek çetin kış şartlarına rağmen 500 süvari gönderip Afgani'yi buradan çıkartarak, 1891 yılı­ nın Ocak ayında Türkiye­İran sınırı yakınındaki Hankikin'den sınır dışı eder. Afgani bu tarihten itibaren İran Şahı aleyhine eleştirilerinin dozunu iyice artırır, hatta daha sonra Şah'm öldürülmesinden bile sorumlu tutulur. Basra'da İranlı Şiî ulemayla ilişkilerini sürdüren Afgani, Şah'm İngiliz şirketlerine tanıdığı 'tütün imtiyazının kaldırılması yö­ nünde konuşmalar yapar. Bu gayretin tütün imtiyazının kaldırılması yönünde önemli tesirleri olur. Afgani'nin de dahil olduğu bir grup "meşrutiyetçi", tütün aleyhinde bir Fetva yayınlar. Fetvanın metni şudur: 27 Bismillahirrahmanirrahim, Her ne şekilde olursa olsun tütün kullanımı haramdır. Kim bunu kullanırsa İmâm'a Accel Allahu ferecehu^ harb ilan etmiştir. Afgani hayatının son döneminde Osmanlı Sultanı ILAbdülhamit'e ya­ kınlaşma çabaları içine girer. Onu, düşündüğü İslâm birliği idealinin gerçekleşmesi için uygun bir kişilik olarak görmekte ve fikirlerinin uyuştuğunu gözlemlemektedir. Nihayet, Abdülhamit'in dinî sırdaşı Halepli Ebû'l­Hudâ es­Sayyadî'nin mektuplarının yanında Münif Pa­ şa ve Abdülhak Hamit (Tarhan)'in çağrısı üzerine ikinci kez 1892'de İstanbul'a gelir. Sultan tarafından saygıyla karşılanır. Teşvikiye'de bir ev ve araba tahsis edilir. Saraydan bir kızla evlendirilmek istenirse de, o bu teklifi reddeder. Afgani, İstanbul'da yeniden geniş bir çevre edinmeye başlamıştır. Afgani'nin Teşvikiye'deki evine gelen Jön Türkler, Bâbîler ve genellikle saraya küskün şairler ve yazarlarla, çe­ şitli muhalefete mensup gruplar arasında uzun uzun sohbetler yapı­ lır. Afgani evinde toplanan Jön Türklere konferanslar vermiş ve onları fazlasıyla etkilemiştir. Şiî­Sünnî yakınlaşması üzerine çalışmıştır. İslâm dünyasının dört bir yanma mektuplar göndermiştir. Kafasın­ daki proje şudur: "Osmanlının (Abdülhamid) liderliğinde ona yakın ülke bir birlik kuracak, daha sonra bu birliğin merkezi Hicaz'a (Mek­ ke) taşınacaktır." Afgani, bu mektuplarla ölmeden önce bu birliğin ku­ rulduğunu görmek istemektedir. Ancak, İstanbul'dan Hindistan, Af­ ganistan, Mısır ve İran gibi ülkelere gönderdiği mektuplardan İngiliz­ ler rahatsız olurlar. Sultana baskı yaparak bu çalışmaların durdurul­ masını talep ederler. Abdülhamit, Şiî­Sünnî yakınlaşması sebebiyle Şiîlikle itham edilmekten çekinmeye başlar. Bu arada, İran'da Şah Nasıreddin öldürülünce; Afgani'nin, İran tarafından Şah'm öldürül­ mesinden sorumlu tutularak iade edilmesi istenir. Sultan bu teklifi uygun bulmaz ve Afgani'ye göz hapsinde misafir muamelesi yapmaya devam eder. Yerleşik kurallar, dünya dengeleri, boğucu gelenekçi or­ tam ve dünyanın o günkü statükosu İslâm'ın yerinde duramayan bu yenilikçisini dört duvar arasına almaktadır. Abdülhamit, Afgani ko­ nusunda şöyle der: "... Afgani'yi yakından tanırdım. Mısır'da bulunuyordu. Tehlikeli bir adamdı. Bana bir ara 'mehdi'lik' iddiası ile bü­ tün Orta Asya Müslümanlarını ay aklandır abileceğini teklif (1) "Allah O'nun zuhurunu çabuklaştırsın."Mehdinin tez zuhur etmesi için bir Râfizî duası. 28 etmişti. Buna muktedir olamadığını biliyordum. Ayrıca in­ gilizlerin adamı idi, çok muhtemel olarak İngilizler beni sı­ namak için bu adamı hazırlamışlardı. ... Derhal reddettim, bu sefer Wilfrid Scawen Blund ile işbirliği yaptı. Bütün Arap ülkelerinin itibar ettiği Halepli Ebül Hüdâ Esseydi yolu ile kendisini İstanbul'a çağırttım. Aracılığını, eski hamisi Mü­ nifPaşa (Yüksek Maarif Meclisi Reisi iken Afgani'yi bu mec­ lise tayin ettiren) ile Hoca Tahsin Efendi'nin öğrencisi olan Abdülhak Hamit (Tarhan) yaptılar... Geldi ve bir daha is­ tanbul'dan çıkmasına izin vermedim." Gözaltında tutulma süresinin sonuna doğru, Afgani kansere yakala­ nır. Kanserin sebebi kendisinin çok içtiği ve çevresindekilere de 'te­ rakki sebepleri olduğunu telkin ettiği' sigaradır. Bu gerçek çok iyi bi­ lindiği halde, yakın zamanlara kadar, Abdülhamit'in onu zehirlettiği iddialarını ne yazık ki bir çok ilgili ciddiye almıştır. Daha sonra, 29 Ey­ lül 1926 tarihinde İkdam gazetesinde, Afgani'yi ameliyat eden Dr. Münir İzzet Bey K. bu konuya bir açıklama getirmiştir. Açıklama: "Afgani'nin çenesinde zuhur eden "...sırtan fasilesi" (çene kanseri) sebebiyle, irade­i seniyye ile icra edilen ameliyata Operatör Cemil Paşa K. ile birlikte katılan Dr. Münir izzet K.'ten başka bu ameliyata İstanbul'un ünlü doktorları da katılmışlardır."Ala kaderi'l­imkân ameliyat mevcut bulu­ nan operatörlerin inzimam­ı efkârıyla ve muvafık­ı fen bir surette ikmal edildi, o gece ben ve Fuat Süreyya Paşa K. has­ tanın muhafaza ve istirahatına memuren yanında kaldık. Lakin bir gün sonra biçare hastamız vefat etti. " şeklinde yapılmıştır. Afgani, 9 Mart 1897'de 59 yaşında kafasındaki hayallerle birlikte ha­ yata veda eder. Kabri, Maçka­Şeyhler Mezarlığında meçhul bir yere defnedilmiş ve gömüldüğü yer gizli tutulmuştur. Amerikalı dostu Charles Crane tarafından 1927 yılında Müzeler Müdürü Halil Ethem Eidem K. delaletiyle kabri inşa ettirilmiştir. Afganistan hükümeti, 1944 yılında kemiklerinin iadesini istemiş, Afgani olduğu yolundaki bir ceset yanlış kanıya dayanılarak Kabil'e gönderilmiş ve burada Üniversite bahçesinde hazırlanan bir anıtmezara gömülmüştür. Adnan Adıvar K., Afgani'nin kemiklerinin Şeyhler Mezarlığından çı­ karılarak Afganistan'a gönderilmesi vesilesiyle, Afgani'nin milliyeti ile ilgili tartışmaları özetleyerek ve onun Afgan, Arap, Türk, Hint ve 29 nihayet İran uluslarına mensup olduğu konusundaki iddialarına kar­ şılık verir: "Böyle büyük dir" der. Bazı ve makamları sunda atıfta bir insana her milletin sahip olması normal­ İslam büyüklerinin muhtelif yerlerde kabirleri olması her milletin ona sahip çıkması husu­ bulunur." Afgani'nin eserleri, Urvetü'l­Vüska dergisindeki yazılarından başka, Açıklayıcı Afganistan Tarihi (Tatimmetu 1 Beyân fi Tarihu 1 Afgan = Sözün Bitimi); Er­Reddiyye Ale'd­Dehriyyın (Materyalizme Reddiye), Babı (Dairat al­maarif) ve Hatıralar adlı kitapları bulunmaktadır. Afgani sistemli bir düşünür, kelâmcı veya filozof değil; bir faaliyetçi ve bir aktivist, inkılâpçı bir aksiyon ve hareket adamlığıyla temayüz et­ miştir. Ancak, bu yönüyle bile düşüncenin akışına derin etkileri ol­ muştur. Onun yaptığı genel çağrı tüm İslâm dünyasında yankı bula­ rak çağdaş hareketler üzerinde ciddi etkiler bırakmıştır. İslâmî hare­ ketlerin düşüncesinde silinmez izler bırakan Afgani'nin, gittiği yer­ lerde kurduğu ilişkilerle yaymaya çalıştığı anlayış etrafında çok sayı­ da aydın ve devlet adamının toplandığını, onları etkilediğini görüyo­ ruz. Muhammed Abduh orta yol ıslahatçısı ve Reşit Rıza radikal selefi olarak Afgani'yi yorumlamışlardır. Afgani, kuruluşunda önemli rol oynadığı çeşitli obediyanslardaki Mason Locaları ve kuruluşunda ön­ cü olduğu el­Hizbu'l­Vatanî cemiyetiyle Hidiv İsmail'i devirmek, Mı­ sır halkını istibdat ve sömürgecilik karşısında uyarmak gibi amaçları gerçekleştirmeye çalışmıştır. İngiliz ve Fransız müdahalelerine karşı güçlenen hareketin Arabi Paşa kıyamıyla doruk noktasına ulaşma­ sında Afgani'nin önemli katkıları vardır. Zamanın birçok Osmanlı aydını Afgani'nin sohbet ve yazılarından, ya doğrudan, ya da dolaylı olarak etkilenmiştir. Afgani'nin fikirlerinden istifade etmiş bazı Yeni Osmanlılardan: Halil Ganem, Namık Kemal K. (IProodos Locası, 24 Şubat 1872), Mustafa Fazıl Paşa K. (L'Union d'Orient Locası, 1868), Mehmet Emin Yurdakul K. (tarihi bilinmi­ yor, fakat Yüksek Şûranın 1930 yılında 116127 kararı ile 32°'ye yük­ seltilmiştir),.Yusuf Akçura, Resûlzâde Mehmet Emin, Ahmed Ağaoğ­ lu, Mehmet Âkif Ersoy, Ahmed Hamdi Akseki, Filibeli Ahmed Hilmi, Said Halim Paşa, Ahmet Seyyid Bey (/ Proodos Locası, 1872), Şem­ seddin Günaltay bunlar arasındadır. Hangi ülkede olursa olsun, bü­ tün kültürel gelişim hareketleri içinde ebediyat, en ön planda gelen bir 30 rol oynamıştır; fikir hareketlerinin ilk aşamalarında yer alan yazar­ lar, yeni akımların öncüleri olmuşlardır. Türkiye'nin sosyal ve kültü­ rel gelişmesinde rol oynamış yazarlar arasında Namık Kemal K. en önemli kişi olarak görülmüştür. Namık Kemal K., Avrupa'dan gelen türleri ilk kez uygulayan, bir edebî yenilik gereksinmesi duyan insan olsa da, içinde doğduğu manevî değerlere derinden derine bağlı kal­ mıştır. Bektaşî tarikatına dahil olan Namık Kemal K., manevi bakım­ dan kendisini tarikatlar dünyasına bağlayan göbek bağını hiç bir za­ man koparmadı. Namık Kemal K.'i İslâm düşüncesi içinde değil, Os­ manlı tarihi ve düşünce akımları içinde görmek çok daha yerinde olur. Ali Suavi K.'in düşünceleri bir yandan tüm Müslüman dünyasını da il­ gilendirmektedir. Namık Kemal K., Osmanlı­İslâm; Ali Suavi K., İslâm­Türk bağlamını esas olarak ele almışlardır. Afgani'nin, Jön Türkler ile de ilişkisi olmuştur. Mehmet Emin Yurdakul K. de piri Af­ gani için: "Beni o yoğurmuştur. Eğer ruhların ebediyete kadar ölmezli­ ği varsa; derim ki, o etlerini kemiklerini Maçka mezarlığının topraklarına bırakmışsa, ruhunu da bana armağan etmiş­ tir. Afgani'nin ruhu bende yaşıyor." demiştir. Ziya Gökalp K., Yurdakul K.'e Türkçülüğü aşılayan kişinin Afgani olduğunu söyler. Afgani'yi konu alan yazıların en çok yer aldığı dergi Türk Yurdu dur. Ahmet Ağaoğlu bu yazıların birinde Afgani'nin aslen Türk olduğunu da iddia eder. Türkçülerin, Afgani'ye milliyetçi­ liği doğrulayan bir otorite olarak başvurmaları asılsız değildir. Türk Yurdu dergisinde çevrilerek yayınlanan iki makale bu tezin doğrulu­ ğunun kanıtlarıdır. Afgani, gerçekten de bu makalelerde 'dil birliğine' dayalı bir milliyetçilik fikri savunur: "İnsanlar arasında daire­i şümullü vasi olup birçok efradı yekdiğerine bağlı olan iki ilişki vardır: Biri lisan birliği, diğer tabirle cins ve cinsiyye, diğeri de din. Lisan birliğinin yani vahdet­i cinsiye'nin etkisi, hiç şüphe yoktur ki, dindeki beka ve sebattan daha devamlıdır. Çünkü az bir zamanda değişmez. Halbuki ikincisi böyle değildir. Bir lisan üzerine konuşan ırkı görürüz ki, bin senelik bir müddet zarfında li­ san birliğinden ibaret olan cinsiyete halel gelmeden iki üç de­ fa din değiştirirler. Diyebiliriz ki, dünyevi işlerde lisan birliği bağlılığının tesiri, din bağlılığından daha kuvvetli­ dir. " 31 MISIRDA MASONLUK VE AFGANİ'NİNMASONİK FAALİYETLERİ 19. Yüzyıl Mısır Masonluğundaki inanç sistemi hakkında Cemalettin Afgani ve Muhammed Abduh'un görüşlerine yer verilmektedir. Bu iki İslam reformisti, kutsal kitabı olan üç dinin (Yahudilik, Hıristiyanlık ve İslâm) birbirine karşı değil, birbirini tamamladıkları görüşünde ol­ duklarını söylemektedir. Afgani'nin Masonlar üzerinde olduğu kadar, aynı görüşü paylaşan diğer düşünürler üzerinde de önemli etkisi ol­ muştur. Bunlar arasında, Muhammed Abduh, Edip İshak ve James Şannu örnek olarak gösterilebilir. Afgani'nin, kutsal kitabı olan üç di­ nin birbirinin tamamlayıcısı olduğu fikrinin, Hıristiyan, Musevi ve Müslüman dindarlarca pratikte pek de hoşgörü ile karşılanmadığını; yani, bu üç dine mensup dindarların tolerans içinde değil de, aşırı pozi­ tif dogmaların doktrinal değerlendirmesi şeklinde kabul ettiklerini belirtilebilir. Masonluktaki tolerans, felsefelerde işlenen toleranstan ayrı olduğundan, yanlış değerlendirmeler yapıcı olmaktan çok sap­ kınlıklara yol açabilir. Türkiye­İngiltere Bölge Büyük Locaları Büyük Üstadı John Porter Brown, Masonluğun çeşitli dinler karşısındaki ka­ yıtsızlığının, kendisine yalnızca düşman kazandırdığını belirtmekte ve İslâm kesiminin de bu kayıtsızlığı dine karşı bir saygısızlık olarak değerlendirdiğini belirtmektedir. Oysa masonik toleransın böyle bir amacı olmamıştır. Hiç kuşkusuz olmadığı içindir ki, "aydın" Genç Os­ manlı düşünürlerini içinde yaşatabilmiştir. İslâm'ın Masonluğa karşı olan düşmanlığı, özellikle de bu dinler arasındaki toleransından kay­ naklanmaktadır. Hangi dinden, ya da ırktan olurlarsa olsunlar, Ma­ sonluğa giren kişiler hiçbir ayrım yapılmaksızın ve tamamıyla eşit bir şekilde bu kuruluşun vaad ettiği avantajlardan yararlanabilecekler midir? Acaba, Masonluk insanlara maddî ve manevî bir mutluluk ka­ zandıracak boyutta bir kuruluş mudur? Masonluğa girenler; dinleri, milletleri ve politik görüşleri ne olursa olsun eşit konumda oldukların­ dan, eşit haklara sahip bulunurlar. Üyelerini insanlık yararına çalış­ malara yönlendiren Masonluk, onlardan kusursuz bir fikir beraberli­ ği içinde olmalarını ister. Böylesine bir görüş beraberliği içinde olan insanların, Masonlukta birbirlerine kopmazcasma sarıldıkları açık­ tır ve aralarında katı fikir ayrılıkları ve çıkar çatışmaları oluşumun­ dan da söz etmemek gerekir. Masonluk her dinden ve her mezhepten aday kabul etme anlayışına sahiptir. İslâm, dinlerin birleşmesini savunan özellikle sufi düşünür­ lerle mücadeleye girmiştir. Masonluğu kavrayan bazı sufiler, Batının 32 bu "tarikatının" sırları üzerinde bilgi sahibi olmak istemiştir. Kendile­ riyle olan fark, yalnızca bu sırların dinî ve mistik oluşu değil, felsefî ve sosyal içerikli oluşundan kaynaklanmaktadır. Batının siyasal ve tek­ nolojik üstünlüğünde, Doğuya karşı bu farkın önemli rolü vardır. John Porter Brown uluslararası İslâm mistisizmi üzerinde tanınmış bir uz­ mandır ve kendisi bu kuruluşlardaki dervişlerin Masonlara çok ben­ zediğini ve Masonlarla Kardeşlik bağı kurmaya hazır olduklarını be­ lirtmektedir. Afgani'nin Masonluğa doğuşu İstanbul'da 1870­71 döneminde, Mus­ tafa Fazıl Paşa K. ve Namık Kemal K.'in de üye olduğu / Proodos Lo­ casında olmasına rağmen, Mason olarak asıl aktif çalışmaları 1876­ 1879 yılları arasında Kahire'de gerçekleşmiştir. Afgani'nin, Mısır'da­ ki Masonlukla ilk ilişkisi ise Kahire'deki bir Locaya kabul edilip edil­ mediğini soran Mayıs 1875 tarihli şu mektubudur. "Saflık Kardeşleri ve samimiyet dostlarından; yani hiçbir şe­ yin zarar veremeyeceği ve de ziyana sokamayacağı Kutsal Mason kuruluşu üyelerinden, bu Saygıdeğer Derneğe katıl­ mama izin vermelerini ve şerefli kürsüye dahil olmamı onay­ lamalarını rica ederim." Bu aşamada, konunun daha iyi anlaşılabilmesi açısından, Mısır Ma­ sonluğunun tarihçesinin de incelenmesi yararlı olacaktır. Kavalah Mehmet Ali Paşa (1803­1848) zamanından beri Osmanlı İmparator­ luğundan ayrılan Mısır, yalnızca yönetim açısından değil, entellektü­ el açıdan da ayrıcalıklar gösteren bir ülke görümündeydi. Hidiv, ülke­ nin modernleşmesinde, Osmanlı Sultanından daha önce davranmış, Batı'yı tanımaları ve orada eğitim görmeleri için Avrupa'ya öğrenciler göndermişti. Mısır'ın masonik tarihi de Türkiye'ninkinden farklıydı. Mısır'da çeşitli obediyanslar altında faaliyet gösteren Karbonari, Memphis Riti ve Masonluk gibi cemiyetler vardı. Masonluk Mısır'da ilk olarak 1798 yılında ortaya çıkmış ve Napolyon'un işgal kuvvetle­ rindeki Fransız Masonlar tarafından tanıtılmıştır. Napolyon'un Ma­ son olup olmadığı bilinmemekle birlikte, Fransızların girdikleri ülke­ de halkla dost olabilmek için onların dinlerine büyük saygı gösterdiği­ ni, uluslararası Kardeşliği körüklediğini ve bu amaçlar için Masonluk geleneğini kullandığını biliyoruz. Fransızlar Mısır'da da vakit geçir­ meden ülke çapında İslâm dinine olan saygılarını ifade eden bildiriler yayınlamıştı. İsis Locasını kurarak birçok ünlü ve itibarlı aydının da bu Locaya inisiye olmasını sağlamıştır. 33 Isis adı, Isis Rahiplerinin gizemli ritlerinden adapte edilmişti. Mısır mitolojisinde seçkin bir karakter olan Osiris'in kızkardeşi ve karısının adıydı. Localar, Memphis Riti adı verilen bir rit altında çalışıyordu. Memphis adı Mısır rahiplerinin buluşup Kardeşliği paylaştığı ve eski Mısır bilgeliklerinin ve gizemlerinin öğretildiği okulun bulunduğu ye­ rin adından geliyordu. Eski Mısır'ın hermetik ve ruhanî öğretilerinin sürdürüldüğü söylenen bu rite ait ne yazık ki elimizde hiçbir tarihî bel­ ge bulunmamaktadır. Ancak, 90 dereceden oluşan bu ritin her derece­ sine ait sırları ve törenleri olduğu bilinmektedir. İsis Locası, ilk Büyük Üstadı General Kleber döneminde çok gelişmiş, ancak Kleber'in 1800 yılında öldürülmesiyle gerilemeye başlamıştır. Bu dönemde, hele Fransızların çekilmesinden sonra, Masonluk popülaritesini kaybet­ miş ve yeraltına çekilmiştir. 1830 yılında bazı italyanlar İskenderi­ ye'de Carbonari Locasını kurmuşlardır. 1858'de III. Napolyon'u ba­ şarısız öldürme girişiminden sonra gizli cemiyet üyesi bir çok İtalyan Mısır'a sığınmış ve burada ünlü Mason Mazzini'den esinlenerek Car­ bonari gibi gizli cemiyetler kurmuşlardır. Carbonari Locası politik bir kuruluş olması ve hükümet tarafından sıkı bir şekilde izlenmesi nedeniyle toplantılarını büyük bir gizlilik içinde gerçekleştirebilmiş­ tir. Buna ilaveten, yine Memphis Riti'nde çalışan Menes Locası kuru­ larak kısa zamanda gelişmiştir. Memphis Riti'ne bağlı çok aktif bir Kardeş olan Samuel Honnis (veya Hanas) İskenderiye, İsmailiye, Port Said, Süveyş ve Kahire'de birçok Fransız Locası kurmuştur. Bunlara, 1845 yılında İskenderiye'de kurulan El Ahram (Piramitler) Locası da dahildir. Fransa Grand Orient'ine bağlı bu Loca hükümet tarafından da tanınmış ve birçok yüksek rütbeli subay ve bürokratlar bu Locaya inisiye olmuşlardır. Bunların arasında, Cezayir'de Fransızlara karşı savaşan ve Suriye'de sürgünde iken meydana gelen Şam Katliamı sı­ rasında birçok Hıristiyan aileyi koruması altına alarak hayatlarını kurtarmayı başaran Emir Abdülkadir'in de tekrisi 24 Haziran 1864'de yapılmıştır. Emir Abdülkadir ve Halim Paşa, Kahire'de yeni Localar açma girişimlerde bulunmuşlardır. Fransız Memphis Riti Yüksek Şûrası 1836 yılında bir bildiri yaymla­ rak Fransız Bölge Büyük Şûrasının kurulmasını sağlamıştır. Fransız Bölge Büyük Şûrası, 1862 yılma kadar Mısır'da İtalyan jürisdiksiyo­ nuna bağlı birçok Locanın kurulmasına yol açmış ve tüm bu Localar Fransız Bölge Büyük Şûrası ile uyum içinde çalışmışlardır. Ancak, yıl­ lar boyu farklı Anayasalar altında çalışan Mısır Masonları kendileri­ ne özgü bir Büyük Loca kurmaya karar verdiler. İtalya Grand Ori­ ent'inden aldıkları bir Geçici Berat ile 1864 yılında yüksek derecelerde 34 çalışan Mısır Grand Orienfini ve ilk üç derecede çalışan Mısır Millî Büyük Locasını kurdular. Bu oluşum, süregelmekte olan ve çeşitli rit ve Anayasalardan kaynaklanan karışıklığı ortadan kaldırdı ve bu ma­ sonik kuruluş bütün dünyada tanındı. Bu arada, 19. yüzyıl Mısır'ının önde gelen şahsiyetlerinden biri olan Hidiv İsmail Paşanın kendisi bir Mason olmamasına rağmen, Mason­ luğu insanlık yararına büyük hizmetler yapan bir kuruluş olarak tanı­ dığı ve oğlu Tevfik beyin inisiye olmasına izin verdiğini, 1881 yılında Hidiv Tevfik Paşanın Büyük Üstad olmasını takiben 500'den fazla Lo­ canın kurulmasına öncülük ettiği bilinmektedir. İngilizce, Fransızca, Yunanca, İbranice, İtalyanca ve Arapça çalışan Localar, Mısır Büyük Locası tarafından da tanınarak dünyadaki birçok Büyük Loca tarafın­ dan kabul görmüştür. Ancak, 1891 yılında Hidiv Tevfik Paşa Büyük Ustadlık görevini Ragıp Bey İdris'e devretmiştir. Mısır'daki ilk İngiliz Locası 1860 yılında Süveyş Otelinde kurulmuş­ tur. Orientai olarak bilinen bu Loca Süveyş Oteli'nde toplanıyordu. Ayrıca İskoçya Büyük Locası tarafından beratı verilen ve 5 Ağustos 1867 yılında 472 numarayla kurulan Orientai Locası bulunmaktaydı. Bu İskoç Locası 1881 yılında uykuya geçmiştir. No. 988 (687) Orientai Locası, ingiltere Birleşik Büyük Locası tarafından 25 Kasım 1856'da İstanbul'da kurulmuş ve 1949 yılma kadar faaliyetini sürdürmüştür. Bu yıllarda Masonluk büyük saygınlık kazanmış ve İngiliz Masonları da diğer ülkelerden geri kalmayıp 1862 ve 1871 yılları arasında İngil­ tere Büyük Locasına bağlı sekiz adet Loca kurmuşlardır. St. John Lo­ cası (1862­1877), Zetland Locası (1867­1956), 1969 yılında konsek­ rasyonu tamamlanan Albert Edward Locası İskenderiye'de kurulan Localardı. La Concordia Locası (1868­1890) Kahire'de İtalyanca çalı­ şıyordu. 1865 yılında kurulan Buluuer Locası, 1866 yılında kurulan Grecia Locası hâlen Kahire'de çalışmalarını sürdürmektedir. Kev­ keb ul­Şark (Star of the East) (1871­1956) Locası da Kahire'de kuru­ lan bir başka Locaydı. Tüm bu Localar, İngiltere Birleşik Büyük Loca­ sına bağlıydılar ve o dönemde Mısır'ın Osmanlı İmparatorluğu topra­ ğı olması nedeniyle Türkiye Bölge Büyük Üstadı Sir Henry Bulwer de­ netimindeydi. 1867 yılında Büyük Üstad, Mısır Bölge Büyük Locasının kurul­ masına karar verince, o sırada Londra'da bulunan Prens Halim'i Mısır Bölge Büyük Üstadı olarak atamıştır. Bir yıl sonra Prens Ha­ lim, Mısır'dan İstanbul'a sürülünce yerine İngilterenin Kahire Konsolosu Raphael Borg Kardeşi temsilci olarak atamıştır. Ancak, 35 Mısır Millî Büyük Locası 1878 yılında kapatılmış ve yerine Mısır Böl­ ge Büyük Locası kurulmuştur. Bu değişikliğin nedeni Mısır Millî Bü­ yük Locasının İngiltere Birleşik Büyük Locası tarafından tanınma­ masıdır. Çünkü, İngiltere Birleşik Büyük Locası denetiminde çalışan bu Localar, Memphis Riti gibi tanınmayan bazı ritlerde çalışıyorlardı. Mısır Millî Büyük Locasının tüm dünyaca tanınmasını isteyen Salva­ tore Zola tüm bu düzensiz ve tanınmayan Locaları kapattı ve Eski ve Kabul Edilmiş Skoç Riti'ne bağlı Mısır Millî Büyük Locası ile çalışma­ larını sürdürdü. İngiltere Birleşik Büyük Locasına, Mısır Millî Büyük Locasının artık düzenli bir Loca olduğunu kabul ettirdi. Prens Ha­ lim'e verilen Berat iptal edildi ve İngiliz Localarına Mısır Millî Büyük Locasına bağlı olarak çalışmaları talimatı verildi. 1890 yılında Büyük Üstad'lık görevi Ragıp Bey İdris'e verildi. Ragıp Bey İdris emeğinin ve parasının büyük bir bölümünü 25 yıl boyunca Mısır Masonluğunun ilerlemesi ve Mısır Loca ve Şapitrlerin İngiliz Locaları ile yakın işbirli­ ği kurabilmeleri yolunda harcadı. 1871 yılında kurulmuş olan No. 1355 Şarkın Yıldızı (Star ofthe East) Locası Mısır'da kurulmuş dördüncü eski Locadır. Bu Loca Afgani'nin etkin masonik faaliyetlerinde önemli roller üstlenecektir. Kahire­ Bulvoer Locasında çalışan ve İngiliz Anayasasına bağlı olarak, ancak Arapça çalışmak isteyen Mısırlı üyeler tarafından kurulan bu Loca, Arapça Kevkeb'ül­Şark adı altında kuruldu. Bu Loca önemli sayıda Mısırlı aydın Kardeşe sahipti; bunların başında Ragıp Bey İdris gel­ mektedir. 1906 yılından itibaren katılmış üye olarak Mısırlı olmayan Kardeşleri de Locaya kabul etmeye başladılar. Uzun yıllar Mısır Millî Büyük Locası Büyük Sekreterliğini yapmış olan Garofalo Kardeş de bu Locada 1907 yılında Üstadı Muhterem seçildi. 1907 yılından önceki yıllara ait Loca kayıtlarının yandığına ya da kaybolduğuna inanıl­ maktadır. Loca 1908 yılma kadar Arapça çalıştı ancak üye sayısının azalmaya başlaması ve başarılı çalışmalar yapabilmek adına Loca tekrar İngilizce çalışmaya başlamıştır. 1940 yılında Kahire Bulwer Locası Üstadı Muhteremi olan Hogg Kardeş 1956 yılında Sekreter gö­ revi ile bu Locanın kapanışı ile ilgili işlemlerin büyük bir bölümünü üstlenmiştir. Geriye kalan kapanış işlemleri ise, Kahire Bulwer Loca­ sı Üstadı Muhteremi Millar Kardeş tarafından 1969 ve 1970 yılların­ da tamamlanmış ve Şarkın Yıldızı Locası fiilen kapatılmıştır. Afgani Mısır'daki masonik faaliyetleri sırasında İtalyan, Fransız ve İngiliz obediyanslarma mensup bir çok Locaya üye olmuştur. Kendisi de bir Mason olan İngiltere Genel Konsolosu Raphael Borg, Afgani ve arkadaşlarını İngiliz Mason Localarına girmeğe teşvik etmiştir. Şar­ 36 kın Yıldızı Locasına daha sonra bir çok Mısırlı aydın davet edilmiş­ tir. Bunlardan bazıları: Tevfik Paşa, Şerif Paşa, Galip Butrus Paşa, Abaza Süleyman Paşa, Muhammed Abduh, Reşid Rızâ, Selim Anhûri, Latif Bey, Said Nasır ve ulemâdan bazı isimlerdir. Afgani'nin, Şar­ kın Yıldızı Locasına giriş tarihi bilinmiyor. Bazı belgelerde, Afga­ ni'nin bir ek toplantıya davet edilerek bu toplantıda Şarkın Yıldızı Locasına Üstadı Muhterem seçildiği ifade edilmektedir.Afgani'ye gö­ re, açık muhalefetin tehlikeli olduğu Mısır'da, Masonluk adı altında örgütlenmiş bir topluluk, siyasi çalışmaları için uygun bir altyapı oluşturmaktaydı. Önemli miktarda aydın ve halktan her sımfdan bir­ çok Mısırlı Masondular. Afgani'nin politik amacı, değişik Localara gi­ rerek ve acil reform ihtiyacını uyandırarak arkadaşlarını politik aksi­ yona sürükleyebilmekti. Bu gibi faaliyetlerde, Mason olmaları için Af­ gani'nin kendilerini ikna ettiği yandaşları da kendisine yardım etmiş­ tir. Afgani'nin, Muhammet Abduh'u tekris etmesi de bunlardan biri­ dir. 1875'te Yakup Şennu; Sa'd Zağlul, Abdüsselam el­Müveylihi, Edip İshak, Selim Nakkaş ve İbrahim el­Lekani Masonluğa girmiştir. Afgani, bir Kardeşin Masonluğun politikayla uğraşmadığını ve hükü­ metin uzun elinin Locaya ulaşacağından korktuğunu söylemesi üzeri­ ne, "Masonlukta korkunun, ferdiyetçiliğin ve egoizmin varlığını keşfe­ dince şoke oldum" diye karşılık vermiştir. Afgani, gerçek Hürriyet, Özgürlük, Kardeşlik ve Eşitlik kurulurken; eşitsizliğin, zulmün ve baskının yok edilmesini sağlayacak Mason Avadanlıklarını kullana­ cakların Mason olarak yaratılması gerektiğini düşünmüş ve böyle po­ litik korkaklık içindeki Kardeşlerle çalışamayacağını anlamıştır. Re­ şid Rıza, Afgani'nin Locadan istifa etme sebebini şöyle anlatır: "Afga­ ni ve Abduh'un Masonluktan istifa etmelerinin esas sebebi, İngiltere Büyük Üstadı Wales Prensinin Mısır'a yaptığı seyahat esnasında ce­ reyan eden olaydır. Mason Locaları bu ziyaretten ziyadesiyle memnun kaldılar. Masonlardan biri Taç Prensi (Crown Prince) diye hitap edin­ ce, Afgani buna itiraz etti. ingiltere İmparatorluğunun mirasçısı da olsa kimseye bu şekilde hitap edilemeyeceğini ve bunun izin verilemez birşey olduğunu söyledi. Bazı liderler bu beyanatı inkâr ettilerse de bu münakaşadan sonra, Afgani bazı taraftarlarıyla beraber Masonluk­ tan ayrıldı." Afgani'nin, Mısır'da hangi Loca/Localardan, hangi tarih­ lerde çıktığını tespit etmek güçtür. Afgani'nin ayrılması 1875 veya 1876 yıllarına tesadüf etmektedir. Bu yıllar Wales Prensinin Mısır'ı ziyaret ettiği yıllardır. Afgani, bu ayrılışın masonik hayatının ilk dev­ resine tesadüf ettiğini ve 1875'te yeni bir masonik dönem başladığını ileri sürüyor. Yukarıdaki çelişki, Afgani'nin inancı hakkında bir baş­ 37 ka tartışmanın kaynağını teşkil etmektedir. Daha sonra Kahire'deki İngiliz konsolosu Raphael Borg, raporunda "Afgani'nin üyesi olduğu Şarkın Yıldızı Locasından Evrenin Ulu Mimarına olan açık inanç­ sızlığından dolayı kovulduğunu" belirtiyor. Afgani'nin, 1875'ten beri Mason Locasına üye olduğu gerçeğini düşündüğümüzde, Ulu Yara­ dan'a inanmamasından dolayı Locadan kovulduğu tezi şüpheli görü­ nüyor. Şarkın Yıldızı Locasının İngiltere Birleşik Büyük Locasına bağlı olarak kurulduğunu düşündüğümüzde, Locaya Üstadı Muhte­ rem seçilen Afgani'nin açıkça inançsız olmasının bu durumla bağda­ şamayacağı aşikârdır. Afgani'nin adı Nü Locası olan Fransa Grand Orient'a bağlı bir Millî Loca kurduğundan bahsedilir. Çok kısa bir müddet zarfında bu yeni Locanın üye sayısı üç yüzü aşar. Afgani mutad taraftarlarından başka birçok gazeteci, entellektüel, önemli kişileri, ulemâ, meclis üyeleri ve ordu mensuplarını da Locaya çeker. Loca üyeleri hükümet birimleriy­ le irtibatlı olarak hizmet edebilmek için bir çok komiteye bölünür. Bu politik faaliyet hükümette kargaşaya sebep olur ve söz konusu yapı­ lanma Hidiv İsmail Paşanın kulağına kadar gider. Hidiv İsmail Pa­ şa'nm oğlu Tevfik Paşanın Afgani ile olan işbirliği işte bu zaman dili­ minde izlenebilir. Tevfik Paşa, Afgani'nin Üstadı Muhteremi olduğu Locaya kabul edilmiştir. 27 Haziran 1879'da ölen babası yerine Hidiv olduğu törene, bu Locadan onu tebrik etmek üzere giden Masonlar da katılmışlardı. Daha sonra Tevfik Paşa 1892'de öldüğünde, cenaze me­ rasiminde bir çok Mason da hazır bulunmuştu. Tevfik Paşa düşünce yapısı itibariyle bir reform taraftarıydı. Tevfik Paşa'yı Mason olmaya sevkeden faktör ister Mısır'ın selâmeti için duyduğu heyecan olsun ve ister başarılı olamayacağı kuruntusu olsun, konumuzun dışındadır. Fakat şurası açıktır ki Tevfik Paşa, babası İsmail Paşanın takip ettiği politikaya karşı olup, onun yerini almak istemektedir. Tevfik Paşa ve Afgani, başlangıçta belli bir anlaşma noktasına gelmiş olmayı başarmış görünüyorlardı. Diğer taraftan Tevfik Paşa, Hidiv olduğu takdirde anayasal reformlar yapacağına ve liberalizmi getireceğine dair söz vermişti. Afgani aynı dönemde açıkça kampan­ yasına başladı. Ateşli konuşmalarının birinde halka şöyle sesleniyor­ du: "Siz köle olarak doğdunuz ve despot bir idare altında yaşıyor­ sunuz. Yüzyıllardan beri fatihlerin ve zalimlerin boyundu­ ruğu altında kaldınız. Alın terinizle kazandığınız rızıkları­ nız sizden habersiz gasp edildi Vurdum duymazlığı terkedi­ 38 niz, üzerinizdeki tembellik ve cahillik tozunu kaldırınız. Di­ ğer milletler gibi özgür ve mutlu olarak yaşayın veya şehid olarak ölünüz.". Tevfîk Paşa, 1879 Haziranında Hidiv olarak babasının yerini aldığı zaman, Afgani ve onun milliyetçi arkadaşları uzun zamandan beri ta­ sarladıkları uzun vadeli reformları Tevfik Paşanın daha önceki hare­ ketlerini dikkate alarak gerçekleştirebileceklerine inandılar. Tevfik Paşa, Hidivliğinin ilk aylarında bu havayı vermeye devam etti. Meselâ, onu tebrik etmeğe gelen Masonları kabul etmesi, onun bu re­ formları gerçekleştireceğinin işareti olarak kabul edildi. Ancak ya­ bancı konsoloslar Tevfik Paşanın üzerinde ağır baskılar kurmaya ça­ lışıyor ve ona iktidarını kimseyle bölüşmemesini tavsiye ediyorlardı. Bu baskılar sonuç verdi. Hayâl kırıklığına uğramış olan Afgani, Ma­ son Localarında gizli ve açık konuşmalarında yeni rejimi tenkide baş­ ladı. Diğer taraftan, Afgani'ye karşı kışkırtıldığı muhtemel olan Tev­ fik Paşanın maiyetinde bulunup, Afgani'nin Hidiv'in statüsünü sars­ tığını düşünenler de vardı. Yaşanan tüm bu olaylar sonucu Afgani ile Hidiv'in arası olabildiğince açıldı. Afgani'nin Hidiv'e suikast düzenle­ yeceğine ve onun yerine cumhuriyetçi bir hükümet kurduracağına da­ ir dedikodular yayılmıştı. İpler, Mısır Valisi Büyük Mehmet Ali Paşa (ölümü 1849ymn oğlu Prens Abdülhalim'in (Halim Paşa) diğer Ma­ son taraftarlarınca hazırlanan bir entrika sonucu Tevfik Paşanın ye­ rini almasını hedefleyen bir hareketle koptu. Buna karşılık Afgani, 1883'te yazdığı bir mektupta, "Bir grup yabancı Mason ve onları des­ tekleyenler... Kahire'de Büyük Üstad olduğu zaman Prens Abdülha­ lim 'in liderliği altında, Abdülhalim 'in başarılı olması için çalıştılar ve ben Hidiv Tevfik Paşa için bir sevgim olmadığı halde onları terket­ tim.." demişti. 24 Ağustos 1879'da Afgani, polis tarafından tutuklanarak Süveyş'e götürülmüş ve Hindistan'a giden bir gemiye bindirilmiştir. Arkasın­ da entellektüel ve devrimci bir aydın grubu bırakmıştır. Bunların faa­ liyetleri daha sonraki yıllarda olgunlaşıp güçlenerek 1881­82'de Arabî Paşa isyanıyla doruğa ulaşacaktır. Afgani'nin Mısır'daki masonik hayatı aslında aşağıdaki şu sözleri ile özetlenebilir : "Beni Binayetu'l Ümera (Mason) derneğinde çalışmaya iten şu korkunç levhaydı; Hürriyet, Eşitlik, Kardeşlik.. Amaçları da insanın menfaati için, zulüm merkezlerini yok etmeye çalışmak ve mutlak adaleti canlandıracak ilkeleri 39 yaymak... Mısır'da her türlü garipliği görmeye alışkındım, ama korku denen duygunun Mısır'a Mason locaları yoluyla sokulacağını aklımdan bile geçirmezdim. Mason locaları ev­ rensel siyasete müdahale etmezlerse: her usta elindeki inşaat aletlerini geçmişi yıkmak, sağlıklı Hürriyetçiliği yaymak, Kardeşlik ve Eşitliği sağlamak için Hürriyetini kullanmaz­ sa: eğer zulüm ve zorbalık merkezleri yakılmaya çalışılmaz, özgür insanların ellerinden tutulmazsa onların inşaatları­ nın bir tek kirişi bile ayakta duramaz." Masonluk bağlamında kullandığı bazı güzel sloganlara yer vererek Afgani'nin masonik hayatına son veriyoruz: "Evrenin Birliği" ve "Do­ ğanın Görüntüleri"... Afgani'nin masonik hayatını ve aynı dönemde Mısır'da yer alan maso­ nik faaliyeti inceledikten sonra, bir de Türkiye Yüksek Şûrasının 1861'de başlayan ve 1909'da sona eren kuruluş öyküsünü, bu bilgiler ışığında yeniden gözden geçirelim ve Türkiye Yüksek Şûrası' nın 1870'de yeniden kuruluşunu inceleyelim. 1876 öncesi, Prens Abdülhalim (kısaca Halim) (1830­1894) Masonlu­ ğu kendi yönünde siyasete sokmak istedi. Buna karşılık Hidiv İsmail onu İstanbul'a gönderdi ve Masonluğu kendi kontroluna aldı. Bu se­ beple, V. Murat tahta çıkınca Halim umutlandı. Kuşkusuz Mısır'daki Masonlardan uzakta olmak Halim'in işini güçleştiriyordu. Halim, Hi­ div İsmail devrilince Abdülhamit'in kendisini desteklediğini ve Arabî Paşanın herkese imzalattırdığı bir dilekçe ile Sultan'dan Halim'in Hi­ divliğini istediği ve askerlerin tamamen arkasında oldukları haberle­ rini yayıyordu. Hidiv Tevfik; muhtemelen bunların Halim'den yana oldukları inan­ cıyla fakat daha çok kendisini destekleyen İngilizlerle ters düşmemek için Afgani'den ayrıldı. Tevfik, 1879'da Afgani'yi Nihilist (Hiççi­ lik)'likle suçlayarak görevini yaptı; bu kararlı davranışının ödülü ola­ rak da bir süre sonra, 1887'de Mısır Millî Büyük Locasının BüyükÜs­ tadlığma seçildi. Hidiv Tevfik Paşa 1890'da Büyük Üstadlıktan ayrıl­ dı ve yerine 25 yıl kalacak olan İdris Bey Ragıp seçildi. İngilizler; Mısır ve Türkiye Büyük Localarının her iki taraf ile iyi iliş­ kiler içinde olan ılımlı bir kişinin yönetimi altında birleştirilmesini düşünüyordu. Halim'in de 1870 Mayıs'mda böyle bir formülü kabule hazır olduğu anlaşılıyordu. İsmail, 1866'da rüşvet dağıtarak valiliğin kendi oğlu ile devam etmesine ve 1867'de ise oğlu İsmail'in Hidiv un­ vanını kullanmasına ferman aldı. Bu girişimleri sebebiyle Hidivlik 40 üzerinde hak iddia eden İstanbul'daki Mustafa Fazıl Paşa ile çatıştı. Sadrazam Keçecizade Fuat P a ş a n ı n etkisiyle Mustafa Fazıl Paşa (Kavalalı Mehmet Ali Paşanın torunu ve İbrahim Paşanın oğlu) Av­ rupa'ya gönderildi. Diğer taraftan Hidiv İsmail'in elde ettiği haklar, Mısır'da bulunan Bulwer Locasına (Halim, Fransa'da bulunurken Fransa Grand Orienti'ne bağlı bir Locada tekris edilmişti) üye olması, Salvatore Zola'nm ardından Mısır Yüksek Şûra'sma Hâkim Büyük Amir seçilen amcası Halim (Kavalalı Mehmet Ali Paşanın son oğlu Abdülhalim Paşa ve Türkiye Yüksek Şûrasının 1861'deki kurucusu) ile arasının açılmasına sebep oldu. Halim, Fransa'da eğitim görmüş ve 1845'de Fransa'da Mason olmuştu. Bu arada, Fransa Grand Orienti 1856'da Bölge Büyük Locasını kurması ve Localar açması için Mısır'a bir temsilci atamıştı. Halim, temsilciye yanaşarak Mısır Grand Orien­ ti'ni ele geçirmek ve böylece bu masonik gücü yanına almanın yolunu aramağa başladı. O döneme ait raporlar çok sayıda Müslümanm Ma­ son olduğunu yazıyordu. 1867 yılında Halim, İngiliz obediyansma bağlı Mısır Büyük Locasının BüyükÜstadlığma getirildi. Halimin bu pozisyonu doğal olarak Hidiv İsmail'i rahatsız etti. Masonlar içinde Hidiv'e bağlı olanlar Halime karşı çıktılar. Bir yandan da Hidiv'e sui­ kast yapılacağı hakkındaki söylentiler yoğunlaştı. Sonunda Hidiv İsmail, 1868'de amcası Prens Halim Paşa (1830­ 1894)'yı Mısır'dan sürdü ve o da İstanbul'a yerleşip masonik çalışma­ larını sürdürmeye başladı. Halim Paşanın, İstanbul'daki Masonluğu siyasal amacı doğrultusunda kullanma çabalarının en ilginci İngiliz obediyansmdaki Türkiye Bölge Büyük Locasının Büyük Üstadlığma seçilme girişiminde görülür. 18 Mart 1869'da yapılan seçimde Halim, İngiliz Bölge Büyük Locasının Büyük Üstadlığma seçildi, ancak oyla­ madan sonra bu karardan vazgeçilip İstanbul'daki Amerikan ateşesi John Porter Brownin Büyük Üstad olması kararlaştırıldı. Sonuçta, İstanbul'dakilerin atadığı Porter Brown adı Londra'da da kabul edil­ di. Prens Halim Paşa Mayıs 1870'de İstanbul'da Fransız Grand Orien­ t i n a bağlı olarak Şûra­ı Ali­i Osmanî adıyla Yüksek Şûrayı kurup ilk Hâkim Büyük Amir oldu. 1867 Yılında Fransa'dan dönen amcası Prens Mustafa Fazıl Paşa (1829­1875) ile birlikte ­Namık Kemal K. ve devrimcileri Avrupa'da paraca destekleyen oydu­ Yüksek Şûra'da ça­ lışmaya başladı. Aralarına önemli sayıda Mısırlı Mason katıldı. Mus­ tafa Fazıl P a ş a n ı n yakın mesai arkadaşlarından bir çoğu; sekreteri Vasıf Azmi K., iki yaveri Hüseyin Galip K. ve Ahmet Celal K., kâhyası Mehmet Hamdi K. de L'Union d'Orient Locasına 1869 yılında üye ol­ 41 muşlardı. Öteki Mısırlı Yüksek Şûra üyelerinin ismi belli değildir. Türkiye Yüksek Şûrası (Şûra­i Ali­i Osmanî)'nm izafî kuruluş tarihi olan 1861 ile gerçek kuruluş tarihi olan 3 Mart (24 Haziran) 1909 ara­ sında kalan 49 yıllık fark, 1861­1870 arasında geçen 9 yıllık bu ara dö­ nemde aranmalıdır. Masonlar tarafından uygulanan masonik ritin adı dahi tıpkı Doğuda olduğu gibi ­ Eski ve Kabul Edilmiş Skoç Riti ­ Osmanlıca'ya "tarikat" sözcüğüne yollama yapılarak tercüme edilmiş­ tir: Iskoçya Tarikat­ı Kadime ve Makbule... Belçika Yüksek Şûrasının kayıtları, Türkiye Yüksek Şûrasının 1864 yılında İstanbul'dan İzmir'e nakledildiğini söylemekte ve İtalya Yük­ sek Şûrasının kayıtları da 27 Ekim 1885'de İstanbul'da Türkiye'ye öz­ gü bir Yüksek Şûra daha kurulduğunu yazmaktadır. SONUÇ Afgani, İslâm Düşünce Tarihi içinde yeni çağın başlangıç siması ol­ muştur. Gazali'den sonra sürekli gerileyen İslâm'ın yenilikçi biriki­ mini canlandırmaya çalışmıştır, İslâm dünyasındaki anti­sömürgeci tepkiyi siyasal dile çevirmiş, kaynaklara dönüş, bidat ve hurafelerden arınma, akıl ve bilimi esas alma, İslâm birliği, batı karşıtlığı gibi dilin­ den düşürmediği bir çok sloganı çağdaş İslamcılığın fikriyatına sok­ muştur. Epistemolojik olarak, kesin bir dille aklı savunmuş, dinin baştan aşağı makul olduğunu söylemiş; Müslümanları, İslâm düşün­ ce tarihinin akılcı eğilimlerini diriltmeye çağırmıştır. Metodolojik ola­ rak, içtihat kapısının açık olduğunu belirtmiş, daha çok aklî delillere dayalı içtihadı teşvik etmiş, taklidin terk edilmesini savunmuştur. Batı karşıtlığı ve monarşik yönetimler karşısındaki muhalif duruşuy­ la İslamcı muhalefetin dilinin oluşmasında çok önemli katkılar sağla­ mıştır. Cemalettin Afgani; çağdaşları arasında dikkate değer bir yazar, bü­ yüleyici ve usta bir hatip, doğuştan yüksek ikna kabiliyetine sahip bir tartışmacı olarak dikkat çekmişti. Wildrid S. Blunt'un deyimiyle bu "hırçın dahi", Hâdi Hüsrev­şahî'nin deyimiyle bu "doğunun çırpı­ nan şahini" zihninde para ve unvana yer vermeyi reddetmiş, tüm ha­ yatını İslâm dünyasının yeniden doğuşu uğruna hizmete adamıştı. 'Dünyanın alanını geniş kabul edenler için ben görkemli bir şahin gibiyim. Kafesin genişliği uçabilmem için çok dardır. Beni bu küçük kafe­ se hapsetmek istemenize şaşırıyorum." Cemalettin Afgani 42 KAYNAKLAR Adnan Adıvar, Kemiklerini Uğurlarken, Dur Düşün, A.Halit Kitabevi, istanbul, 1950 Afşar îrec ve Esgar Mehdevî, Documents inedist concernant Sayyed Jamâl­al­ Dîn Afghani, Tahran, 1963 Ahmet Ağaoğlu, Türk Yurdu, Cilt I, 24 Teşrinisani 1327, s. 71, İstanbul Alaeddin Yalçınkaya, Cemalettin Afgani ve Türk Siyasi Hayatı Üzerindeki Te­ sirleri, Bedir Yayınları, istanbul, 1995 Alaeddin Yalçınkaya, Cemalettin Afgani'nin Gerçek Yüzü, Bedir Yayınları, 1997 Alaeddin Yalçınkaya, Cemalettin Afgani­Siyasî Hayatı, Bedir Yayınları, İstan­ bul, 1997 Albert G. Mackey, Encyclopedia of Freemasonry, Chicago, 1929 Albert Kudsi­Kudsizade, Afghani and Freemasonry in Middle East, Journal of The American Oriental Society, C, 92, No.l, January­March 1972, Albert Kudsi­Kudsizade, Sayyid Jamal al­Din al­Afgani, an Annotated Biog­ raphy, Leiden, 1970. Auriant, "Un emir afghan, adversaire de VAngleterre en Orient, Djemmal ed Dine, tenebraux agitateur" Mercure de France, 288, 1 Aralık 1938 Bernard Lewis, Modern Türkiye'nin Doğuşu, Türk Tarih Kurumu (Çeviren, Metin Kıratlı), Ankara, 1970 Cemaleddin Afgani, Türk Ansiklopedisi, Ankara, 1960, Cilt. X Cemalettin Afgani, Büyük Larousse, Cilt 5, İstanbul, Cemalettin Afgani­Muhammet Abduh, El­Urvetu'l­Vuska (1884), (Çeviren, İbra­ him Aydın), Bir Yayınevi, İstanbul, 1987 Darrah, Delmar D., History and Evolution of Freemasonry, Chicago, 1952 Roderic H. Davison, Osmanlı imparatorluğu nda Reform, 2 Cilt. (Çeviren, Os­ man Akınhay), İstanbul, 1997 Edward G. Brown, The Persian Revolution of1905­1909, Cambridge, 1910 Elie Kedourie, Afghani and Abduh: An Essay on Religious Unbelief and Politi­ cal Activism in Politicial Activism in Modern Islam, London, 1966 Elie Kedourie, Sayyid Jamal ad­Din: A Political Biography, Berkeley, 1972 Ernest Renan, Nutuklar ve Konferanslar, M.E.B. Yayınları, Ankara, 1946 Fahri Derin, Cemalettin Afgani Hakkında İki Vesika, Tarih ve Toplum, Cilt 14, Sayfa 373, İstanbul, 1990 Hayreddin Karaman, Cemalettin Afgani, İslâm Ansiklopedisi, T.D.V. Yayınları, Cilt. 10, 456­466, İstanbul, 1994 Hayreddin Karaman, Gerçek İslâm'da Birlik, Nesil Yayınevi, 1996 Hayreddin Karaman, Gerçek islâm'da Birlik: Cemalettin Afgani'nin Gerçek Yüzü, Bedir Yayınları, 1997 Homa Pakdaman, Djamal­ed­din Assad Abadi dit Afghani, Paris, 1969 Ignac Goldziher, Cemalettin Afgani: İslam Ansiklopedisi, 3.Cilt, 81­85, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1993 İhsan Eliaçık, islâm'ın Yenilikçileri: Cemaleddin Afgani, Söylem Yayınları, İs­ tanbul, 2001 ve Masonluğu, Tarih ve Toplum, irene Melikoff, Namık Kemal'in Bektaşiliği Cilt. 10, 1988 ismail Kara, Cemalettin Afgani Biyografisine İki Önemli Katkı, Tarih ve Top­ lum, Cilt 17, 1992 f 43 ismail Rain, Fehrûmuşhâne ve Farâmâsûnrî der Iran, Tahran, 1968­69 İsmet Bozdağ, Sultan Abdülhamit'in Hatıra Defteri, Pınar Yayınevi, İstanbul, 1985 Jacob M. Landau, Prolegomena to a Study of Secret Societies in Modern Egypt, Midd. East. Studies, L, No.2, January, 1965 Kaya, Bilgegil, Cemaleddin Af gani ve Türkiye, Kubbealtı Akademi Mecmuası, Temmuz 1977, Sayı 3­4 Kemal Karpat, Türköne'nin Cemalettin Af gani Değerlenmesi, Bilgi ve Hikmet, 1993/1 Kutay Cemal, Afganlı Cemalettin, Tarih Konuşuyor, II­9, Ekim 1964 Mehmet Akif Ak, 'Muasırlaşmaktan 'Modernleşmeye, Bilgi ve Hikmet, 1993/1 Mehmet Akif, Cemalettin Af gani, Sırat­ı Müstakim, Sayı 90, 13 Mayıs 1910 Mehmet Akif, Safahat, İnkılâp Yayınevi, İstanbul, 1953 Muhammed Reşat ve diğerleri, Cemalettin Afgani'nin Gerçek Yüzü, Bedir Yayın­ ları, İstanbul, 1997 Muhammed Reşat, Cemalettin Afgani Etrafında Makaleler, Sebil Yayınları, is­ tanbul, 1996 Muhammet Abduh, Modernizmin islâm Dünyasına Girişi, (Çeviren, Sezai Özel), İnsan Yayınları, İstanbul, 1986 Mümtez'er Türköne, Cemalettin Afgani Efsanesi, Bilgi ve Hikmet, 1993/2 Mümtez'er Türköne, Cemalettin Afgani, Türkiye Din Vakfı Yayını, Ankara, 1994 Mümtez'er Türköne, Cemalettin Afgani'nin Gerçek Yüzü, Bedir Yayınevi, 1997 Namık Kemal, Renan Müdafanâmesi, TTK Yayınları, 1973 Nevzat Köseoğlu, Modern Türkiye'de Siyasî Düşünce, Cilt 4, İletişim Yayınevi, İs­ tanbul, 2002 Nikki R. Keddie, An Islamic Responce to Imperialism, Berkeley, 1986 Nikki R. Keddie, Sayyid Jamal Ad­Din Al Afghani, Political Biography, Berkeley, 1972 Niyazi Berkes, Türkiye'de Çağdaşlaşma, (Yayına Hazırlayan: Ahmet Kuyaş), YKY, İstanbul, 2002 Orhan Koloğlu, Abdülhamit ve Masonlar, Eylül Yayınevi, İstanbul, 2001 Rıza Reşid, Târihü'l­üstâzi'l­imâm eş­şeyh Muhammad Abduh, Kahire, 1931­ 1948, 3 Cilt Robert Gould, Gould's History of Freemasonry, Cilt IV, Londra, 1951 Sina Aksin, Jön Türkler ve İttihat ve Terakki, Remzi Kitabevi, İstanbul,1980 Sir Muhammed İabal, Cavidnâme, (Çeviren, Annamarie Schimmel), İş Bankası Ya­ yınları, 1958 Slyvia Haim, Arab Nationalizm, Berkeley, 1962 Şerif Mardin, Jön Türklerin Siyâsî Fikirleri, Iş Bankası Kültür Yayınevi, Ankara, 1964 Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak İttihat ve Terakki ve Jön Türkler, İstanbul, 1985 Tamer Ayan, Bir Masonun Biyografisi: Emir Abdülkadir Kardeş Mimar Si­ nan Dergisi 121, 2001 Thierry Zarcone, Mystiques, Philosophes et Francs­Maçons en Islam, J.Maisonneu­ se, Paris, 1993 Wilfrid S. Blunt, Secret History ofthe English Occupation of Egypt, London, 1907 2001 Yusuf Akçura, Türkçülük Tarihi, Kaynak Yayınları, istanbul, Ziya Gökalp, Türkçülüğün Esasları, Ankara, 1986 44 9 İngiltere de Devrimci Bir Mason: RİCHARD CARLİLE VE HÜRMASONLUK EL KİTABI Çeviren: Celil LAYİKTEZ A REVOLUTIONARY FREEMASON IN ENGLAND A N D HIS H A N D B O O K OF FREEMASONRY In his inauguration speech of the Sheffield Masonic Study Circle, Prof. Andrew Prescott claimed that historians tend to ignore the importance of Freemasonry in the evolution of historical events in the last centuries. As an example, he gave a lecture on the life and influence of Richard Carlile. The text is available on the web site of the Sheffield University. Sheffield Üniversitesi Masonluk Kürsüsü (Sheffield Masonic Study Circle) Başkanı Prof And­ rew Prescott, kürsünün 30 Ka­ sım 2000 'de açılışında, tarihçi­ lerin olayların akışında Hürma­ sonluğu yok saymalarının ne­ denlerini açıkladı ve söyledikle­ rine örnek olarak, Richard Car­ lile'in yaşam hikayesini ve tari­ hin akışı üzerindeki etkisini an­ lattı. 45 1814 veya 1815 yılında, bir Pazar günü, Londra'da iş arayan genç bir Devon'lu tutyan) işçisi yağ­ murdan korunmak üzere bir evin çatı çıkıntısının altına girdi. Evin pencerelerinde Masonik sembollerle süslü baskılı ilânlar vardı. Genç adam, Hürmasonluk hakkında bir şeyler duymuş ol­ makla beraber fikir sahibi değil­ di. Garip ilânlar merakını uyan­ dırdı; yağmurun durmasına rağ­ men, bir süre daha tetkikini sür­ dürdü. Bu imaj genç adamda iz bıraktı. Aradan on yıl geçmişti ve o yağmurlu Pazar günü, genç adamın yaşamında hayal edeme­ yeceği köklü değişikliklere yol açmıştı. Bu genç adam düşünme ve konuşma özgürlüğünün şid­ detli savunucusu, basın özgürlü­ ğünün şampiyonu, monarşi kar­ şıtı ve cumhuriyetçi, militan ate­ ist, yeni kavramlar olarak ortaya çıkan vejetarianizmin, doğum kontrolünün ve toplu siyasal pro­ testonun öncüsü, Richard Car­ lile idi. Yakın zamanda, yorumcu Joss Marsh, siyasî reformcuların (Chartists) hapishaneleri red­ detmeleri, 1920'lerin kadın hak­ ları savunucularının (Sufraget­ tes) açlık grevleri, mahkûm IRA teröristlerinin açlık grevleri ve battaniye isyanları gibi olayların tümünün köklerini Richard Car­ lile'm düşüncelerinde bulmakta­ dır. Oysa, Internet'te Richard Carlile adını aradığınızda, Carli­ le'in baskıları sürekli yenilenen Hürmasonluk El Kitabı (Ma­ nual of Freemasonry'/ndan baş­ ka bir şey bulamayacaksınız. Carlile bu kitabı ilk kez 1825 yı­ lında, sahibi olduğu The Repub­ lican (Cumhuriyetçi) gazetesin­ de, kısa süre sonra da ayrı bir ki­ tap olarak yayınladı. Carlile, bu eserinin radikal ideolojiye hiz­ met ettiğinin kanısında olarak, yoksulluğa düştüğü son yılların­ da bile sürekli basılmasını sağla­ dı. Yağmur altında sığındığı garip ev William Finche aitti. Terzi olan Finch, 1802 yılında Canter­ bury'den Londra'ya gelmiş ve ho­ bi olarak Masonluk üzerinde araştırmalar yapmaya, konfe­ rans konuları ile Hürmasonluk hakkında edindiği bilgileri ya­ yınlamaya başlamış, kısa za­ manda terziliği bırakarak tüm zamanını masonik yayıncılığa vermişti. Yayınları nedeniyle Büyük Loca ve bazı münferit Lo­ calarla mücadele etmek zorunda kalmıştı. Finch acımasız bir eleş­ tirmendi ve iki rakip Büyük Lo­ canın birleşme şekline karşı çıkı­ yordu. Bu süreçte kurulan Lod­ ge of Reconciliation (Barışma Locası) yaptığı bazı ritüel deği­ şikliklerine karşı çıkıyor ve ken­ di yazdıklarının izinsiz kullanıl­ (1) tutya: tabak, vazo gibi eşyaların yapıldığı çinko­kalay­kurşun 46 alaşımı dığından şikâyet ediyordu. 1815 yılında Birleşik Büyük Loca, Finch'in Loca çalışmalarına ka­ tılmasını yasakladı. Finch gayrı muntazam ilân edilmeden bir ne­ vi aforoz edilmişti. Kişisel davra­ nışı ile yayınladıkları Birleşik Büyük Locayı rahatsız ediyordu. Finch ve Carlile 19. yüzyılın ra­ dikal geleneğini Masonluğa taşı­ mışlardı. 16. ve 17. yüzyıllarda matbaanın topluma çok büyük etkisi olduğu sıkça ifade edilir. Aslında, mat­ baanın en büyük etkisi, Büyük Fransız Devriminden bu yana, işçi sınıfının baskılı propaganda­ yı keşfetmesi ile olmuştur. Carli­ le ve Finch gibi zanaatkarların, baskılı metinlerin en geniş şekil­ de kitlelere ulaşmasını sağla­ mak üzere kitap fiyatlarını en düşük seviyede tutmaları heye­ can yaratmıştı. Yazılı kelâmın ve matbaanın gücü keşfedilmişti. Carlile ve Finch matbaa presle­ riyle dünyanın en güçlü kurum­ larını temellerinden sarsabile­ ceklerine inanıyorlardı. Her iki­ sinin de Hürmasonluğa olan ilgi­ leri ile bir nevi gerilla matbaacı­ lığı' olarak nitelendirilebilecek bu tür yayıncılığa Hürmasonlu­ ğun etkisi, tarih araştırmacıları tarafından genelde ihmal edil­ miştir. Finch ile Carlile'dan 19. yüzyılın diğer radikal hür düşü­ nürlerine bir bağ vardır. Bunla­ rın arasında, Carlile'in arkadaşı George Jacob Holyoake, Charles Bradlaugh ve İngiltere'de Mikst Masonluğun kurucusu Annie Be­ s a n t i sayabiliriz. Hürmasonlu­ ğun spiritüel geleneklerine ilgi 19. yüzyılın sekülarist karşı kül­ türüne bizi götürür. Hürmasonluk tarihi incelenir­ ken, radikal gelenekle olan bu karmaşık ilgi göz ardı edilirse önemli bir boyut kaybolur. İngil­ tere Birleşik Büyük Locasının, sekülarist t u t u m u nedeniyle, Fransa Grand Orienti ile ayrı düşmesi İngiltere'de sekülarist tartışmanın, Carlile'in arkadaşı Bradlaugh'a odaklanmış olarak, doruk noktasında idi. İngilte­ re'de ilk Grand Orient Locası 1890'da, Swansea'de bir grup ate ve agnostik özgür düşünceci (freethinker) tarafından kurul­ du. Bu Swansea rasyonalistleri Carlile'in mirasçılarıdır. Carlile 1790 yılında, Devon'un Ashburton kasabasında doğdu. Sırasıyla kunduracı, yontucu, öğretmen ve asker olan babası matematiksel vecizeler içeren bir kitap yayınlamıştı. Çok içki içen baba, anne ile çocuklarını bı­ rakınca, Carlile'in delikanlılık yılları küçük işlerde çalışarak geçimini sağlamakla geçmişti. Carlile bu süreye "kayıp yılla­ rım" der. Yerel parasız okullarda temel tahsil gören Carlile tutya işçisi olmuş, ancak mekanik yön­ temlerle üretimine geçilen tutya eşyalar nedeniyle geçinmekte zorlanmaya başlamıştı. İki kız 47 kardeşi siyasal mücadelelerinde ve yaşlılığında hep yanında ol­ muşlardır. 1813'ten 1817'ye Carlile Lond­ ra'nın Holborn semtinde iki avu­ katlık firması hesabına çalıştı. Çalıştığı muhit radikal düşünce­ lerin sürekli tartışıldığı, siyasi bültenlerin ve radikal gazetele­ rin dağıtıldığı bir arı kovanıydı. 1816 ­ 17 ekonomik krizinde mi­ tinglere katılmaya başlamış ve 1817'de ilk deneme çalışmalarını yayınlamış, İhtilâlci Cobbett bile bunları fazla şiddetli bulmuştu. Mart 1817'de Carlile metal işçili­ ğini terk ederek tüm zamanını radikal politika ve yayıncılığına verdi. Londra sokaklarında, matbaasından çıkan ve ucuza sa­ tılan politik broşürler kapışılı­ yordu. Bu tür broşürlerin basıl­ ması, dağıtılması riskliydi. 1799'da yayınlanan "Kanun dışı Cemiyetler Yasası"na göre Ma­ son Locaları üye kayıtlarını bil­ dirmeye mecburdular. Aynı yasa ile yasak yayınları basmak ve da­ ğıtmak suçlarına ağır cezalar ge­ tirilmişti. Mart 1817'de, İçişleri Bakanlığı yargıçlara din'e karşı ve fitneci yayıncıların tutuklan­ masını emretmişti. tığında, yenilenmiş bir azimle yayıncılığa döndü, Westminster seçim kampanyasında radikal politikacı Henry Hunt için çalış­ tı,"Hunt ve Özgürlük" yazılı meş­ hur pankart dahil, politik pan­ kartlar hazırladı. Bu son pan­ kart, askerlerin halkın üzerine ateş açtığı Peterloo mitinginde de kullanılmıştı. Carlile broşürlerinde İngilte­ re'nin fesat, yalan, riya ve iftira yumağı olduğunu iddia ediyor­ du. 1819'da, yoksulların politik Tahsilinin yetersizliği ve taşra şivesi nedeniyle doğrudan politi­ ka yapamıyordu. Masonluk bu eksiğini tamamlayacaktı. İlk ön­ ce Thomas Paine'i kendine örnek aldı ve onun The Origins of F r e e Masonry (Hürmasonlu­ ğun Kaynağı) adlı eserini bastı. Paine'e göre, Hıristiyanlık geldi­ ğinde, Kelt rahipleri Druidler zulme uğramış ve Masonluğa sı­ ğınmışlardı. İşte Hürmasonlu­ ğun büyük s i m buydu. Paine da­ ha önce, The Age of Reason (Mantık Çağı) adında Hıristi­ yanlığı hedef alan, deist din ara­ yan bir kitap yazmıştı. Paine putperestlerin güneş dinine dön­ mek istiyordu ve Hürmasonlu­ ğun bu fikri savunabilecek en müsait ortam olduğunu düşünü­ yordu. Bu kitabın yayınlanma­ sından sonra Llandaff Başpisko­ posunun saldırılarına yanıt ola­ rak The Origins of Free Ma­ sonry'yi yazmıştı. Burada, 19. yüzyılın sonuna kadar, eski ina­ köleler o l d u ğ u n u y a z d ı ğ ı n d a n , nışlara dönme fikrinin özgür dü­ dine küfür ve iftira suçlaması ile ilk defa hapsedildi. Hapisten çık­ şünceci radikal toplumu sardığı­ nı anımsatmak gerekir. The 48 Origins of Free Masonry'den sonra atılacak adım The Age of Reason'un da ucuz bir baskısını halka sunmak olacaktı. 1818'de Carlile işçi sınıfına hitap eden The Age of Reason'un ucuz bas­ kısını piyasaya sürdü. Bir ay zar­ fında Carlile hakkında dava açıl­ dı. Kitaplarını pazarlayan sokak satıcıları tutuklandı. Carlile'in yanıtı ise, ihtilâlci broşür basma işini hızlandırmak oldu. Ocak­ Eylül 1819 döneminde, Carlile hakkında bir düzine dava açıldı. Bu reklamla işi büyüdü, daha çok sattı, 55 Fleet Street adre­ sinde, The Tempie of Reason (Mantığın Mabedi) adını verdi­ ği daha büyük bir iş yerine geç­ ti. Carlile'm radikal ünü o denli bü­ yümüştü ki, Henry Hunt ile bir­ likte St Peters Fields, Manches­ ter'de halka bir konuşma yap­ ması istendi. Mitinge bindiril­ miş kolluk gücü müdahale etti, halkı kılıçtan geçirdi. Carlile'e yakın duran kadın ve çocuklar kılıç darbeleri ile öldürüldü. Carlile kaçabildi ve 'Peterloo Katliâmını, görgü şahidi olarak yeni çıkarmaya başladığı The Republican (Cumhuriyetçi) adın­ daki gazetesinde yazdı. 1825'in sonunda, The Republican, 19. yüzyıl başında yayınlanan ilk iş­ çi sınıfı gazetesi olmuştur. Dava­ lar sürüyordu. Ekim 1819'da Londra Guildhall' da mahkeme heyetine The Age of Reason'un önemli kısımlarını okudu, bun­ lar da mahkeme kayıtlarına ay­ nen geçti. Carlile'm karısı, resmî bir evrak mahiyetinde olan bu zabıtları yayınlayarak, The Age of Reason'u artık toplatılma kor­ kusu olmadan satışa sundu. Ya­ sadaki bu boşluk derhal kapatıl­ dı. Carlile, Dorchester hapisha­ nesinde yatmak üzere üç yıl hap­ se ve 1500 £ ödemeye mahkûm ol­ du. Kasım 1819'dan Kasım 1825'e altı yıl hapis yattı. Bu yıl­ lar Carlile'm yoğun bir şekilde kitap okuyarak tahsil eksikliğini tamamladığı ve yayınlarıyla da ününün doruğuna çıktığı yıllar­ dır. İlerde kadın hakları koruyu­ cuları (Suffragettes) lerden Nel­ son Mandela'ya kadar gelişen ve siyasal protestonun ileri şekli olan hapishane protestosu yön­ temini başlattı. Mandela'nm Güney Afrika ha­ pishanesinde kendisine gelen mektup ve faksları çoğunluk ikti­ darına götürecek yolda propa­ ganda aracı olarak kullandığı gi­ bi, Carlile, Dorchester hapisha­ nesindeki hücresini Mantık De­ posu (Repository of Reason) ve basma özgürlük mücadelesinin odak noktasına çevirdi. Küçük bir ücret karşılığında Carlile'a daha havadar bir oda verildi. Ar­ tık odasında bir lavabo, yatak, masa, dolap ve idman için halter vardı. Bu eşyayı dostları ve siya­ sal destekleyenleri hediye etmiş­ ti. Dostları kendisine ayrıca us­ tura, çarşaf, pijama ve benzeri hediyeler de getiriyordu. Gıda 49 maddelerini satın alabiliyordu, iki uşağı vardı. Bunlardan biri alışverişi yapıyordu, diğeri de temizlik ve çamaşır yıkama işle­ rini üstlenmişti. Yalnız, Carlile diğer mahkûmlardan tecrit edil­ mişti ve ziyaret edilmesi önlen­ meye çalışılıyordu. Haftada üç saat hücresinin dışına çıkarılı­ yor ve kafeste tutulan vahşi bir hayvan gibi halka teşhir ediliyor­ du. Carlile'm bu işkenceye yanı­ tı, disiplinli ve güçlü bir dimağ ve vücut idman programını geliş­ tirmek olmuştu, sürekli yeni ki­ tap ve dergiler istiyordu. Karı­ sının ve dostlarının yardımı ile hapiste kaldığı dönemde binler­ ce kitap okudu. Yıkanma alış­ kanlığının olmadığı bir dönem­ de, düzenli yıkanıyordu. Alkol al­ mıyor, vejetaryen bir diyetle bes­ leniyor, hastalandığı zaman bit­ ki çayları içiyordu. Basın özgür­ lüğü kampanyasını yürütmek üzere karısı Jane matbaayı işle­ tiyor, kitap ve broşürleri satıyor­ du. Kısa zamanda o da hapisha­ ne hücresinde kocasının yanma yollandı. Kızkardeşi Mary Jane, Fleet Street 55 numaradaki faa­ liyeti üstlendi, o da aynı hücreyi boyladı. İki kadın ve çocuğunun mevcudiyeti hücreyi çok sıkışık kılmıştı; Carlile çalışamıyor, ka­ rısı ile kavga ediyordu. diye bilinen protesto olayı başla­ dı. Ünlü kişiler ve esnaf Carli­ le'm yasaklı broşürlerini satmak için yarıştılar. 1821­1824 arasın­ da bunların yirmiden fazlası hapse atıldı. Bu gönüllülerin top­ lamda iki yüz yıldan fazla hapis yattıkları hesaplanmıştır. Carli­ le, hücresinden savunmaları yö­ netiyordu. Tutukluların çoğu, mahkemelerinde organize dine karşı ve basın özgürlüğü için ko­ nuşmalar yaptılar. Bu taktikler çok başarılı oldu. Joss Marsh'ın sözleriyle, "mahkeme salonları doldu taştı, hapishaneler doldu, kamuoyu alevlendi. Carlile ve yandaşları hükümeti yıprattı­ lar, The Age ofReason kitap ola­ rak muafiyet kazandı". 1825 yı­ lında baş savcı takipleri dur­ duttu. Hükümetin bu mağlubi­ yetinde Carlile'm dâhiyane bu­ luşları da yer aldı. Fleet Stre­ et'teki dükkânında saatli bir mekanizma ile çalışan bir aygıt, yasaklı kitapları gelene veriyor­ du. Temmuz 1821'den sonra Carlile kitaplarının gönüllüler tarafın­ dan satılmasını istedi ve "esnafın Kavga yalnız basın özgürlüğü ile ilgili değildi. Carlile, Holbach ve Volney gibi Fransız Aydmlanma­ cılarm agresif deist düşünceleri­ ni de halka indirgemişti. Carlile'ı savunanlar, "Zetetic Cemiyet" diye bilinen münazara kulüpleri kurdular. Bu kulüplerde Hıristi­ yanlık karşıtı ve bilimsel fikirler tartışılıyordu. Hapishaneden yö­ netilen etken The Republican ga­ kavgası" (battle of t h e shopmen) zetesi y a y ı n l a n m a y a d e v a m edi­ 50 yordu. Bu gazetenin 12. cildinde, Carlile Hürmasonluk temasını çalışmaya başladı. 1824'te Carli­ le The Moralist adındaki kısa ömürlü haftalık dergide Hürma­ sonluğun tarihi ve niteliği üzeri­ ne yazılar yazdı. Genel ilgi üzeri­ ne Carlile, The Republicarı'da, Materyalizm ve Hürmasonluk üzerine yazılar yazmaya başladı ve bunlarda din ve batıl inanışla­ rın zararlarını anlattı. Birçok ek dereceyi de kapsayan muhtelif derece ritüellerini yayınladı, bu işi yaparken de agresif bir mater­ yalist görüşle, organize din ve monarşi ile yakınlığı nedeniyle, üyesi olduğu Hürmasonluğu da eleştirdi. mektupta, Carlile "Masonları Masonlaştıracağını" yazıyor. Bunun için Masonlara ahlâk der­ si verecek ve tarihsel semboliz­ malarma yeni anlamlar getire­ cekti. Mart 1825'te, The Republican'da IV. George'a yazdığı açık mek­ tupta, Kralın Büyük Üstat olma­ sını eleştirerek, 'aslında bir al­ datmacanın Büyük Üstadı' oldu­ ğunu yazıyordu. Kötülük, mo­ narşi, aristokrasi ve ruhban sını­ fından geliyordu ve baş yargıç olan Kral bu kötülüğe hizmet ediyordu. Hürmasonluğun en büyük sırrı, sırrının olmamasıy­ dı. Masonluğun başlangıcı eski­ lerde değil 18. yüzyıldaydı. Kral ailesi, Masonların yerine maki­ neci zanaatkarları destekleme­ liydi. Yazı, "Hapishaneciniz, R. Carlile" diye imzalanmıştı. Car­ lile Masonlara doğru yolu göster­ diğini iddia ederek, 1825 yılının Mason takviminde Birinci Işık Yılı ilân edilmesini istiyordu. IV George'a yazdığı b a ş k a bir Parlamento reform krizi esna­ sında, Taylor adında deizme sap­ mış bir keşiş Blackfriars Yolu­ nun üzerinde Rotunda'da işçi sı­ nıfına radikal konuşmalar yapı­ yordu. Taylor haftada iki üç kere konuşuyor, konuşmalarını daha çekici kılmak için ışık oyunları, kadın gitar orkestrası gibi yön­ temler kullanıyor, Şeytanı aya­ ğa kaldırmaktan söz ediyordu. Carlile gazetesinin "Şeytanın Kürsüsü" başlıklı köşesinde Tay­ lor'un bu konuşmalarını yayınlı­ yordu. Taylor konuşmalarında sık sık Hürmasonluğa da değini­ yor, Masonları ettikleri yemin­ den azat ediyordu. Masonluğun sırlarının eski Mısır, Musevi ve Hıristiyan batıl inançlarından kaynaklandığını, Elözis, Diyoni­ zios, Baküs ve İsa Misterleri ile 1825'te Carlile beklenmedik şekilde hapisten çıkarıldı. Ha­ pisten çıktıktan sonra işçi sı­ nıfına radikal kitap yetiştire­ cek bir hisseli şirket kurmayı de­ nedi, bu teşebbüsünde başarılı olamadı. 1826'da Carlile, Fran­ cis Place'in etkisinde, doğum kontrolünü teşvik eden bir kitap­ çık yazdı ve kısa zamanda, do­ ğum kontrol hareketinin lideri oldu. 51 aynı olduklarını söylüyordu. Bu yazılar özgür düşünce yanlıları tarafından, 19. yüzyıl boyunca tekrar tekrar basıldı. Bu olaylardan sonra, Carlile da­ ha mülayim bir Hürmasonluk El Kitabını bastı ve bunda The Republican'da kullandığı saldır­ gan üsluptan vazgeçti. "Ama­ cım, Masonları kızdırmak değil, onları eğitmektir,.. Işık istiyor­ lardı, onlara Işık sunuyorum.." diyordu. Zaman ilerledikçe, Hür­ masonluk El Kitabının metinle­ ri de gelişiyor ve değişiyordu. Artık Hürmasonluğun ahlâki de­ ğerini, astronomik anlamını, Kutsal Kitabın İnsan Entelek­ tüel kabiliyetinin evreni hikâyesinin alegorik şekli oldu­ ğunu, dinlerin de iyi insanların bilgi a k t a r m a mücadelelerini sergilediğini söylüyordu. Carli­ le'm bu Hürmasonluk El Kitabı günümüze kadar baskıda kal­ mıştır. 1831 yılında kısa bir süre için, Carlile tekrar hapse atıldı. Evli­ liği bitmişti. Rotunda'da konuş­ malar yapmış olan Elizabeth Sharples adındaki müridi ile bir "moral evlilik" yaptı. 1841'de ge­ çirdiği hafif bir felce rağmen, memleketi dolaşıyor, konuşma­ lar yapıyor, ateistleri destekli­ yor, halkın vergileri ile kilise in­ şa edilmesine karşı çıkıyordu. Kutsal Kitapta önemli hakikat­ lerin yer aldığını ve ilkel Hıristi­ yanlığın insanlığın akıl ve hik­ met gelişmesine hizmet ettiğini yazdığından, ateistler ona karşı cephe aldılar. 1843 yılında Carlile ölmeden, ce­ sedini bilimsel araştırmalara tahsis etti. Kensal Green mezar­ lığında toprağa verildi, oğulları­ nın itirazına rağmen rahip gele­ neksel duaları yapınca, oğulları mezarlığı terk ettiler. Carlile'in yayınladığı bir çok ki­ tap ve broşür arasında, Hür­ masonluk El Kitabına en çok önem vermesi ve onu sürekli baskıda bulundurmasının nede­ ni, Hürmasonluğa bağlı yorumu­ nun dinleri anlamak için bir anahtar olduğuna dair inancıy­ dı. İngiltere'de, Büyük Fransız Dev­ riminden bu yana, 19. yüzyıl işçi sınıfı politikalarını inceleyen sosyal tarihçiler için en büyük so­ run münferit başkaldırılar ara­ sında bir süreklilik bağını bula­ bilmektir. Bu bağlamda, Hürma­ sonluk, 19. yüzyılda organize din ve Hıristiyanlığa karşı takındığı eleştirisel tavırla, tarihçiler ta­ rafından şimdiye kadar ihmal edilmiş, ilginç bir bağ oluştur­ maktadır MASONİK KONULAR IZMIR MATRIKULUMUZUN DÜNÜ, BUGÜNÜ VE GELECEĞİ Doğan DİRİK A STUDY O N THE PAST, THE PRESENT A N D THE FUTURE OF MASONIC DEMOGRAPHY IN IZMIR While the total number of Freemasons throughout the world is decreasing, it is a well­known fact that Freemasonry in Turkey is successfully on the rise. This study based on previous, past and present analysis aims at forecasting the future of maso­ nic demography in Izmir. Another purpose of this study is to determine as accurately as possible the ratio of the number of Freemasons to the population in Turkey. In this issue, population of Izmir is compared to the masonic demography of Izmir with the previous statistics that are projected for predicting the increase in the number of Masons in Izmir. In accordance with the numerical increase in our head count, the number of Lodges and consequent need for Temples and other related facilities are also analysed and future goals both in numerical and financial terms, are recommended. 53 1. Giriş İstanbul vadisinden Semih Tezcan Kardeşimiz, Mimar Sinan dergi­ sinde de yayınlanan bir yazısında, aşağıdaki hususa dikkatimizi çeki­ y (i) . 0r "Dünyada Hürmason sayısının gittikçe azaldığı çoktandır bili­ nen bir husustur. Ancak, bunun yaklaşan çok önemli, hayatî bir tehlike olduğu daha yeni fark edilmiştir. Önceleri, dünya Hürmason sayısındaki azalışın, belirli ülkelere ve belirli locala­ ra inhisar ettiği zannediliyor ve bu azalışın son kırk yıl içinde, genellikle İngilizce konuşulan ülkelerin hemen hemen hepsinde yaygın bir şekilde, durmadan devam ettiği pek fark edilmiyor ve­ ya üstünde durulmuyordu. İstatistikler gözden geçirilince, özel­ likle Amerika Birleşik Devletlerinde Hürmason sayısında sü­ rekli ve çok riskli bir azalma olduğu anlaşılmaktadır." "Bu sorun, ülkemizin tamamen dışındadır diye düşünüp, seyir­ ci kalmamız doğru olmaz. Çünkü, dünya Hürmasonluğu tüm insanlar için bir 'kardeşlik ve sevgi mabedi' oluşturmayı amaç edinmiştir. Bu amacın gerçekleşmesini engelleyecek her türlü soruna, özellikle bu sorunların, hür, demokratik ve gelişmiş ül­ kelerde yer almış olmasının önemi de göz önüne alınarak, çö­ züm bulmak veya destek vermek hepimiz için bir Kardeşlik göre­ vi olmalıdır." Bu bağlamda, daha önce Mimar Sinan'da yayınlanan bir çalışmam­ da Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locası İzmir Vadisinin demografik yapısı, üç ana parametre, Kardeşlerimizin biyolojik yaşla­ rı, masonik yaşları ve tekris yaşları bazında irdelenmişti. Bu çalışma­ da da, yine İzmir Vadisi ile ilgili olarak, matrikülümüzün bu güne ka­ dar gösterdiği gelişim, önümüzdeki yıllar için beklentiler ve Kardeşle­ rimizin İzmir nüfusundaki payları incelenmiştir. {2) 2. Localarımız ve aktif üye sayımızın gelişimi Öncelikle, 1949 yılından günümüze Vadimizde kurulan Localar ve bu Localarda çalışan aktif üyelerimizin sayısının gösterdiği gelişimi kı­ saca hatırlamakta fayda görüyorum. 1949 yılından günümüze Vadimizde toplam 33 Loca kurulmuştur. Bu Localardan, 1955 yılında kurulan Kemal Muhterem Locası 1966 yılın­ da t ü m üyelerinin topluca istifaları dolayısıyla k a p a n m ı ş t ı r . Dolayı­ sıyla, halen Vadimizdeki Loca sayısı 32'dir. 54 Grafik­l'de görüldüğü üzere, Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locasının İzmir Vadisindeki Loca sayısının 1949 yılından günümüze gösterdiği gelişim şöyledir: 54 Yılında Loca sayısı 3 iken (İzmir, Nur ve Promethee), 1955'te İzmir Vadi Büyük Locasının kurulması aşama­ sında, gerekli sayıya ulaşabilmek amacıyla 4 yeni Loca: Kemal, Gönül, İrfan ve Ümit Muh. Locaları kurulmuş ve sayı 7'ye yükselmiştir. Bunu takiben, 1965 yılında Ephesus, 1969 yılında Eylem ve 1978 yılında Manisa Muh. Locaları kurulmak suretiyle 1980 yılı sonunda Loca sa­ yısı 9'a çıkmış, daha sonra beşer yıllık dönemlerde ise: Grafik: 1. Beşer yıllık periyotlar sonunda İzmir Vadisi'ne bağlı Locaların sayıları 1950 1955 1960 1965 1970 1975 1980 1985 1990 1995 2000 2002 1980­1985 arası 3 Loca (Ege, Işın ve Başarı), 1985­1990 yılları arası 2 Loca (Üçsütun ve Karşıyaka), 1990­1995 yılları arası 6 Loca (Bodrum, Kordon, Doğa, Tan, Ocak ve Şakul), 1995­2000 arası 7 Loca daha ku­ rulmuş (Marmaris, Nokta, İmbat, Nirengi, Agora, Işık ve Fethiye) ve nihayet 2001 yılında 4 Loca (Terazi, Çeşme, Sentez, Kuşadası), 2002 yılında da 1 yeni Loca (Zuhal) daha kurularak Loca sayısı 32'ye ulaş­ mıştır. Aktif üyelerimize gelince, 1949 yılı sonunda 64 olan üye sayımız, 1999 yılı sonunda 1770'e, 2002 yılı sonunda ise 1893e ulaşmıştır. 1949­ 2002 yılları arasını kapsayan 53 yıllık periyotta, Vadimiz bazında Hür ve Kabul Edilmiş Masonlar Büyük Locasına bağlı Localarda çalışan aktif üyelerin yıllık ortalama artışı % 6.4 iken, 1950­1958 yılları ara­ sında bu oran % 15.3 olmuştur. En yüksek artışlar 1950 yılında %40,6, 1956 yılında %27,2,1951 yılında %25,6 olarak hesaplanmıştır. Buna 55 mukabil, 1966 yılında, 63 Kardeşin ayrılması sonucu aktif üye sayımız %12,1 azalma göstermiştir. Grafik­2'de de, beşer yıllık peryotlarda vadimizde çalışan toplam aktif Kardeşlerimizin adedi ile bu periyotlara ilişkin olarak hesaplanan yıl­ lık artış yüzdeleri verilmiştir. Görüleceği üzere ellili yıllardaki hızlı artış, altmışlı yıllarda yavaşlamış ve 1960­65 arası %2.5,1965­70 ara­ sı ise %0.9'da kalmıştır. 1970 yılı sonrasında 1995'e kadar oldukça dengeli bir durum söz konusu olup artış %5­6 mertebelerindedir. 1995­2000 arasında ise yeniden azalarak %3.7'ye düşmüştür. Grafik: 2. İzmir Vadisindeki Localarda yulara sari matrikül artışları • • Yıllık artış Adet %16,0 %14,3 1950 1955 1960 1965 1970 1975 1980 1985 1990 1995 2000 Yukarıda açıkladığım değerlerden hareketle, 2002 sonu itibariyle Lo­ calarımızın ortalama aktif üye sayısı 59'dur. Ancak tüm Localarımız­ da, kuruluş yılları ile ileri dönemlerindeki matrikülleri arasında do­ ğal olarak büyük farklar olup, Loca matriküllerinin yıllara yayılmış ortalama değerleri daha belirleyici bir kriter teşkil eder kanısında­ yım. Bu görüş ışığında, Localarımızın 1949 yılından günümüze değin ortalama aktif üye sayılarından hareketle, ortalama matrikülleri 62 olarak hesaplanmıştır. Buraya kadar mevcut durumu saptamaya çalıştım. Şimdi de bu veri­ lerden hareketle önümüzdeki yıllara ilişkin tahminlerde bulunmaya çalışalım. 56 Tablo­l'de, matrikülümüzün çeşitli artış yüzdelerinden hareketle 2030 ve 2050 yıllarında ulaşacağı değerler listelenmiştir. Örneğin, ar­ tışımız %4 olarak gerçekleşirse, 2030 yılında 5802, 2050 yılında 12912 üyeye ulaşacağız. Tabloda ayrıca, hesaplanan aktif üye sayılarından hareketle o tarihlerde Localarımızın sayısı, gerekli Mabet adedi ve ge­ rekli sandalye sayısı da verilmiştir. Örneğin 2030 yılında, artışımız yi­ ne %4 olarak gerçekleşirse, Loca sayımız 94'e yükselecek ve 10 Mabet­ te 372 oturma yeri sağlamamız gerekecektir. Bu değerlerin hesaplan­ masında aşağıdaki kriterler uygulanmıştır : 1. Localarımızın ortalama aktif üye sayısı, yukarıda hesapla­ nan ortalama değerden hareketle 62 olarak alınmıştır. 2. Mabet adedinin hesabında, çalışmaların haftanın beş gününe yayıldığı ve her Mabette günde sadece bir Locanın çalışacağı düşünülmüştür. 3. Sandalye sayısının hesabında ise devam oranının %60 olduğu varsayılmıştır. Tablo : 1.2030 ve 2050 yılları matrikül projeksiyonları Artış %8,0 %7,0 %6,0 %5,0 %4,0 %3,0 %2,0 %1,0 2030 17782 13439 10157 7676 5802 4385 3314 2505 54498 33722 20867 12912 7990 4944 3059 Matrikül 2050 88073 Loca 2030 287 217 164 124 94 71 53 40 Sayısı 2050 1421 879 544 337 208 129 80 49 Gerekli 2030 29 22 17 13 10 8 6 4 Mabet 2050 143 88 55 34 21 13 8 5 Gerekli 2030 1067 806 632 484 372 298 223 150 Sandalye 2050 5320 3270 2046 1252 775 479 297 184 Tablodaki değerler incelendiğinde, üye sayımızın gidişatının sürekli olarak irdelenmesi ve projeksiyonlarımızın güncelleştirilmesi gereği açık seçik ortaya çıkmaktadır. Yıllık üye artış oranımız %4 merte­ besinde kalırsa 2050 yılında gerekli Mabet sayısı 21 iken, artış %6 olursa ihtiyaç 55 Mabede, %8 olursa 143 Mabede yükselir ki, bu de­ ğerlere nasıl ulaşacağımızın fiziki planlamasının şimdiden düşünül­ mesi şarttır. 57 3. Şehir nüfusu ­ matrikül ilişkileri İrdelememiz gereken diğer bir husus da matrikülümüzün nüfusumu­ za oranı olup bu değer 10.000 nüfusa isabet eden Mason sayısı ile belir­ lenmektedir. Konuya, Semih Tezcan Kardeşimizin çalışmasından al­ dığım iki tabloyla girmek istiyorum . Tablo­2'de ki veriler 1982 yılı itibariyle 45 ülkenin matrikül ve nüfus değerlerini yansıtmakta olup, matrikül sayıları artmakta olan 31 ülke ile azalmakta olan 14 ülke iki ayrı grup halinde verilmiştir. Bu ülke­ lerden grup halinde belirlenenlerin dökümü aşağıdadır: (1) Tablo : 2. Matrikül sayısı artan ve azalan ülkeler w ÜLKE SAYISI 1 1 1 1 1 10 8 1 1 3 58 ÜLKE ADI A.B.D. ingiltere Iskoçya Avustralya Kanada Güney Amerika Orta Amerika İrlanda Yeni Zelanda Benelüks Güney Afrika Japonya İsrail Azalan Ülkeler İskandinavya (a) (b) (c) 1 1 1 31 4 6 1 1 1 1 14 Kıta Avrupası Filipinler Hindistan İzlanda Türkiye Artan Ülkeler 45 DÜNYA TOPLAMI (d) (e) NÜFUS 1982 milyon MATRİKÜL SAYISI 1982 kişi 10 000 NÜFUS İÇİNDEKİ PAYI kişi 225,0 47,4 5,4 16,8 27,2 214,7 109,1 5,2 3,5 24,0 34,2 110,0 65,5 826,1 22,3 228,6 45,0 605,0 2,1 48,0 951,0 3 082 353 600 000 300 000 201 497 194 855 90 404 60 578 55 000 35 040 8 200 5 500 3 879 8 000 4 640 306 64 016 60 942 15 037 13 647 2 079 5 260 160 981 137,0 126,6 556,0 120,5 71,9 4,2 5,6 105,3 100,0 3,4 1,6 0,4 1,2 56,2 28,7 2,7 3,4 0,2 9,9 3,4 1 777,1 4 801 287 27,0 1,7 (a) Güney Amerika ülkeleri : Arjantin, Bolivya, Brezilya, Şili, Kolom­ biya, Ekuador, Peru, Paraguay, Uruguay ve Venezuela (b) Orta Amerika ülkeleri : Kostarika, El Salvador, Guatemala, Mek­ sika, Panama, Küba, Dominik, Portoriko (c) Benelüks ülkeleri : Belçika, Lüksembourg, Hollanda (d) İskandinavya ülkeleri : İsveç, Danimarka, Finlandiya, Norveç (e) Kıta Avrupası ülkeleri : Avusturya, Fransa, Almanya, Yunanis­ tan, İtalya, İsviçre Görüleceği gibi, matrikülleri azalmakta olan İngilizce konuşulan ül­ kelerde, gerek Mason sayısı gerekse matrikül sayısının nüfusa oranı, matrikülleri artmakta olan Kıt'a Avrupa'sına göre bariz olarak çok yüksek değerlere sahiptir. Örneğin İskoçya'da 10.000 de 556, İngilte­ re'de 126, A.B.D.'de 137 iken, İskandinavya'da 28.7, Kıt'a Avrupa'sın­ da (Avusturya, Fransa, Almanya, Yunanistan, İtalya, İsviçre) 2,7, Türkiye'de ise 1,1'dir. Tablo­3'den izleneceği üzere, 1982'den günümüze, oranın yüksek ol­ duğu İngilizce konuşulan en önemli 5 ülkede matrikül sayıları 1980 ile Tablo : 3. Matrikül sayısı artan ve azalan NO 1 2 3 4 5 5 1 2 3 4 5 6 7 7 12 ÜLKE ADI A.B.D. İngiltere Avustralya Yeni Zelanda Kanada TOPLAM (Azalanlar) Almanya Türkiye <ı> Finlandiya isviçre İzlanda Avusturya Lüksembourg TOPLAM (Artanlar) GLOBAL AZALIŞ ülkeler (1) MATRİKÜL SAYISI YILLIK AZALIŞ (­) 1980 1995 ARTIŞ (+) 3 249 000 620 000 2 117 000 420 000 ­2,3% ­2,1% 266 700 202 600 128 500 139 600 2 805 100 27 500 9 230 5 150 3 842 2 749 2 000 276 50 747 2 855 847 ­3,5% ­2,1% 4 338 300 21 000 4 390 3 860 3 545 1 885 1 700 173,0 36 553 4 374 853 ­2,4% 2,1% 7,4% 2,2% 0,6% 3,0% 1,2% 4,0% 2,6% ­2,3% HKMBL'ye bağlı Localarda çalışan toplam üye sayısı 2002 yılı sonunda 12 263'e ulaşmış olup dünyanın en büyük büyüme oranına sahip ülkesi Türkiye'dir. 59 1995 yılları arasında yılda ortalama %2.4 oranında azalarak 4.3 mil­ yondan 2.8 milyona düşmüş, K ı t a Avrupasında ise %2.6 artarak 36500'den 50750'ye çıkmıştır. Görüldüğü gibi, denge hala İngilizce ko­ nuşulan ülkelerden yanadır; ancak, İngilizce konuşulan ülkelerin Mason sayısı hızla azalmakta ve Kıta Avrupa'sının artan yüzdeleri bu açığı kapamaktan uzak kalmaktadır. Dolayısıyla, Semih Tezcan Kar­ deşimizin belirttiği gibi tüm insanlar için bir Kardeşlik ve Sevgi Mabe­ di oluşturmayı amaç edinmiş olan Hürmasonluğun bu amacının ger­ çekleşmesini engelleyecek her türlü soruna çözüm bulmak veya des­ tek vermek hepimiz için bir Kardeşlik görevi olmalıdır. Konumuz İzmir olunca, matrikülümüz ile ilgili olarak verdiğim değer­ leri 1960, 1970, 1980, 1990 ve 2000 yılları İzmir İli nüfus sayımları ile karşılaştırarak bazı sonuçlara varmaya çalıştım. Tablo : 4.1960­2000 Dönemi İzmir Vadisindeki Matrikül hareketleri Yılı Matrikül Matrikül Artış 1960 321 1970 1980 380 661 1990 1134 ­ %1,7 %5,6 %5,4 2000 Genel 1801 %4,7 %4,3 Tablo­4'de, onar yıllık periyotlarda İzmir Vadisindeki kayıtlı Mason sayısı ile bu dönemlerde matrikülümüzdeki yıllık artış oranları veril­ miştir. Son bölmedeki %4,3 değeri ise 40 yıllık ortalama artış değeri­ dir. Tablo­5'de; Büyük Şehir, çevre ilçeleriyle birlikte toplam şehir ve tüm nahiye ve köyleri ile birlikte genel toplamı baz alınarak İzmir nüfusu­ Tablo : 5 . İzmir Vadisindeki Matrikül­Şehir Nüfusu ilişkileri 1960 1980 1970 1990 2000 N ü f u s a O r a n ® N ü f u s a O r a n ® Nüfus® O r a n ® Nüfus® O r a n ® Nüfus® Oran® Genel Büyük Nüfus 386 Şehir Aıtıp) ­ Toplam Nüfus 548 Şehir Artışa ­ Genel Nüfus 1.063 Toplam A r t ı p (1) ­ 8,3 554 6,9 753 5,0 %3,2 3,0 1.427 %2,9 8,1 1.759 6,2 2.138 %3,9 %3,6 5,9 818 1.059 1.977 %3,3 2.250 5,3 2.750 %7,7 %3,4 2,7 6,4 2.695 %3,1 %4,4 %2,5 %7,0 3,3 8,0 6,5 %4,0 %2,5 4,2 3.388 5,3 %2,3 Nüfus verileri 1960, 1970, 1980, 1990, 2000 yılları genel nüfus sayımından mıştır. (2) Verilen değer 10 000 nüfusa isabet eden Mason sayısını belirtmektedir. W Nüfus artış yüzdeleri 10 yıllık dönemlerde yıllık artışları vermektedir. 60 %2,9 alın­ nun 1960­2000 yılları arası aldığı değerler ile aynı dönemlerde nüfu­ sun artış oranları ve 10.000 nüfusa düşen Mason sayısı verilmiştir. Ancak, Masonların nüfusa oranı değerlendirilirken, ülkemizdeki ge­ nel kültür seviyesi de göz önünde tutularak, bu değerlerden Büyük Şe­ hir nüfusuyla ilgili verilerin baz alınması daha doğru olur kanaatinde­ yim. Bu değerler şöyle değerlendirilmelidir: Örneğin 1970 yılı sonun­ da Büyük Şehir nüfusu 554.000 olup 1960­1970 arası yıllık artış %3,62'dir; 10.000 nüfusa isabet eden Mason sayısı ise 6,9 olarak he­ saplanmıştır. Tablo­6'da ise, bu kez ters bir yaklaşımla 10.000 nüfusa isabet eden Mason sayısının hedeflenen bir değere ulaşabilmesi için matrikülü­ müzün yıllık artış oranının ne olması gerektiğine ilişkin bir uygula­ maya yer verilmiştir. Bu tabloda, 2030 yılında Büyük Şehir nüfusu­ nun farklı artış oranları ve 10.000 nüfusa isabet eden Mason sayısının hedeflenebilecek farklı değerleri baz alınarak yıllık matrikül artışla­ rımızın ne olması gerektiği hesaplanmıştır. Tablo : 6.2030 yılı izmir Büyük Şehirde muhtemel Matrikül ­ Şehir Nüfusu projeksiyonları 10.000 Nüfus içindeki payı 15 12 10 8 Nüfus Artışı %6,0 %5,0 %4,5 %4,0 %3,5 %3,0 %2,0 Hesaplanan Nüfus 13.613 10.084 8.680 7.471 6.430 5.534 4.100 Hesaplanan Matrikül 20,4 15,1 Gerekli artış %8,5 %7,4 %6,9 Hesaplanan Matrikül 16,3 12,1 Gerekli artış %7,7 %6,6 %6,1 Hesaplanan Matrikül 13,6 10,1 Gerekli artış %7,0 %6,0 %5,4 Hesaplanan Matrikül 10,9 Gerekli artış %6,2 8,1 13,0 10,4 8,7 6,9 %5,2 %4,6 11,2 9,6 %6,4 %5,8 9,0 7,7 %5,6 %5,0 7,5 6,4 %4,9 %4,4 6,0 5,1 %4,1 %3,6 8,3 6,2 %5,3 %4,2 6,6 4,9 %4,5 %3,4 5,5 4,1 %3,8 %2,8 4,4 3,3 %3,0 %2,0 Y u k a r ı d a k i bölümlerde ortaya k o n u l d u ğ u gibi, B ü y ü k Şehir nüfusu­ n u n 40 yıllık artışı %4,5 mertebesinde olup bu değer baz alınırsa, 2030 yılında İzmir Büyük Şehir nüfusu 8.680.000e ulaşacaktır. Bu durum­ 61 da hedefimizi, örneğin her on bin nüfus için 12 aktif Kardeşe ulaşmak olarak belirlersek bu tarihte 10.400 aktif Kardeşe ulaşmamız gerekir ki, bu hedef matrikülümüzün yılda %6,0 mertebesinde artış gösterme­ sini gerektirecektir. 2 numaralı grafikteki değerlerden anımsanacağı gibi bu değer ulaşılabilir bir mertebedir; ancak 2001 ve 2002 yılları gi­ bi artış ivmesinin azaldığı yılların da yaşanabileceğinin unutulma­ ması gerekir. 4. Önümüzdeki yıllara ilişkin projeksiyonlar Grafik­3'te, yukarıda belirlenen %6 mertebesindeki yıllık üye artış oranı ile Localarımızın 62 olarak tespit edilen ortalama üye sayısının önümüzdeki yıllarda da korunacağı varsayımıyla, 2050 yılma kadar uzanan 50 yıllık dönem için tahmini üye ve Loca sayılarımız görül­ mektedir. Bu tahmin tutarsa, Tablo­l'de de görüldüğü gibi önümüzde­ ki 2050 yılında İzmir vadisine bağlı çalışan üye sayımız 33700e, Loca sayımız ise 544e ulaşacaktır. Grafik: 3. İzmir Vadisindeki üye ve Loca sayılarının 50 yıllık tahmini projeksiyonu 5 ­g w £ * S < 40000 35000 30000 25000 20000 15000 10000 5000 o Grafik­3'teki değerlerden hareketle ve bu günkü çalışma düzenimizin korunması koşuluyla önümüzdeki dönemlerde gerekecek Mabet sayı­ ları da Grafik­4'te verilmiştir. Üyelerimizden yaklaşık %15'inin merkez binamızda diğerlerinin baş­ ka Mabetlerde çalıştıkları düşünülür ve aynı düz mantık bu kez mer­ kezde çalışan Kardeşlerimize uygulanırsa, 2050 yılında 450 Locada 62 %k: 4. Gerekli Mabet sayısının Grafik. 60 ­ı gelişimi 55 28.000i aşkın Kardeşin çalışacağı hesaplanabilir. Bir an için gerçeğin hesapla bağdaşacağını düşünürsek, 2050 yılında merkez binamızda her gece yaklaşık 1400 Kardeşin 45 ayrı Mabette çalışacağı ortaya çı­ kar ki, bu rakam gerek mekân ihtiyacı, gerekse hizmet desteği itiba­ riyle ciddiyetle düşünülmesi gereken boyuttadır. 5. Sonuç ve öneriler Vadimiz Masonluğunun 50 yıllık süreçte gösterdiği gelişimden hare­ ketle matrikülümüzün geleceği ve buna bağlı olarak lokallerimizin planlamasına dönük olarak yaptığım bu araştırma, bana bazı tedbir­ lerin alınması gerektiğini düşündürdü : 1. Yukarıda belirtildiği gibi, İngilizce konuşulan ülkelerde Mason sa­ yısı, ülke nüfusuna oranla hayli yüksek değerlere ulaşmakta olup bizdeki verilerin kat kat üstündedir. Amacımız tüm insanlar için bir Kardeşlik ve Sevgi Mabedi oluşturmaksa, ülkemizde de bu ora­ nın belli seviyelere yükseltilmesi gerekir mi? Bu soruya evet' ceva­ bını veriyorsak, hedeflenen oranın tespiti ve bu amaçla stratejile­ rin geliştirilmesi gerekir. 2. ikinci sorun doğal olarak bu hedefin gereği olan fiziki koşulların nasıl gerçekleştirileceğidir. Yukarıda değindiğim gibi %6 çoğalma­ mız 2050 yılında sadece merkezde çalışan Kardeşlerimiz için 45 Mabet ve tüm sosyal ve idari üniteleri, ayrıca bu yapıya uygun per­ soneli gerektirecektir. 45 Mabet ve buna bağlı ek ünitelerin tek bir 63 merkezde planlanması olanaksız olduğuna göre Semt Localarına dönük çalışmalar yapmak kanımca kaçınılmazdır. Kaldı ki, İzmir için verdiğim rakamların İstanbul ve Ankara için çok daha büyük boyutlara ulaşacağı açıktır. 3. Yukarıda saydığım sorunların Büyük Locamız bünyesinde irdele­ nerek stratejiler geliştirilmesinin ve projeksiyonların sürekli ola­ rak revize edilmesinin şart olduğuna; ayrıca, bu stratejilere para­ lel olarak "Toplam Kalite Projesi" bünyesinde de somut öneriler getirilmesi gereğine inanıyorum. KAYNAKLAR (V 2 () 64 Semih S. Tezcan, 'Dünyada si, 2002, Sayı:124 Hürmasonluğun geleceği", Mimar Sinan Dergi­ Doğan Dirik, 'Türkiye Büyük Locası ­ İzmir Vadisinin nik Yapısı", Mimar Sinan Dergisi, 2001, Sayı:121 Demografik Maso­ KUTSALLIK ÜZERİNE Ali VERBAS O N "THE HOLY" It is very suprising that the concept of "the Holy" shows unbelievable similarities and common points amongst primitive tribes living in various parts of the w o r l d . The interesting point is that these tribes do not at all have any means of communi­ cation with each other but still, they share the same beliefs, concepts and the systems. It is not possible to explain how they share these similar systems for the tri­ bes living at the same time in Australia, Africa or America. Throughout the history of mankind we are not able to know which object or an animal, or a tree or a person has not been considered as "the Holy" but one thing is sure that anything arranged, felt or liked by human beings could possibly be the appearence of "the Holy". When an object becomes something other than itself or defines something else it is possible to say that it has become "Holy". Mekânı gökyüzüdür. Her yerde hazır ve nazırdır. Her şeyi görür ve duyar. Kendi ken­ dini yaratmıştır, yani doğmamış ve doğur­ mamıştır. Her şeyi ex nihilo var etmiştir. 65 GİRİŞ Ne kadar tanıdık bir tanım. Tıp­ kı çocukluğumuzda, büyükleri­ mize Allah nedir? diye sorduğu­ muzda büyüklerimizden aldığı­ mız cevaba ne kadar da benziyor. Oysa bu tanım, Avustralya'nın güneydoğusunda yaşayan Kami­ laroi, Wiradjuri ve Euahlayi gibi kabilelerin yüce tanrısı Baia­ me'nin tarifidir. Din ve inanç sistemlerinin tarih­ çeleri incelendiğinde ortaya ina­ nılmaz derecede şaşırtıcı benzer­ likler ve ortak noktalar ortaya çıkmaktadır. Dünyada ilkelliğin hüküm sürdüğü çağlarda, birbir­ leriyle herhangi bir biçimde ileti­ şim kurmalarının imkânsız ol­ duğu dönemlerde dünyamızın bir çok ayrı yerinde, örneğin biri Avustralya'da, bir diğeri Afri­ ka'da, bir başkası Amerika kızıl­ derililerinde aynı dönemde birbi­ rine çok benzeyen dinler ve inanç sistemleri görebilmekteyiz. An­ cak, bunun izahı mümkün görül­ memektedir. Bu olguyu ancak in­ san düşünce sistematiğinin yapı­ sı ile açıklayabiliriz. Tüm bu inanç sistemlerinin kö­ keninde yatan ise kutsallık ol­ gusudur. Çünkü kutsalı belirle­ mek ya da tanımlamak istiyor­ sak kutsal olguyu incelememiz gerekmektedir. Ancak, ne var ki kutsal olguların çokluğu ve çeşit­ liliği de bir süre sonra incelemeyi içinden çıkılmaz bir hale getire­ bilir. Zira, söz konusu olan şey 66 ayinler, mitler, ilâhî biçimler, kutsal ve tapılan nesneler, sim­ geler, kozmolojiler, kutsal sözler, mukaddes insanlar, hayvanlar, bitkiler, kutsal yerler ve benzer­ leridir. Her kategorinin son dere­ ce parlak, yoğun, karmaşık ve çok zengin bir morfolojisi vardır. Ve böylece de son derece geniş ve hiçbir kurala uymayan farklı bir kaynakçayla karşı karşıya geli­ nir. Bir Brahman kurban töreni, Muhyiddin Arabi'nin mistik bir metni, bir Afrika totemi, Sibirya Samanının tören giysisi ve dan­ sı, hemen her yerde karşımıza çı­ kan kutsal taşlar gibi her belge, ortaya koyduğu iki açıklama ne­ deniyle bizler için değer taşır : 1. İlâhî tezahür olarak bir kut­ salın nasıl meydana geldiğini ortaya koymaktadır, 2. Tarihsel bir an olarak insanın kutsala oranla konumunu or­ taya koymaktadır. Yukarıda sözü edilen belgeler as­ lında kutsalın yeryüzündeki te­ zahürüdür, bu nedenle metin içersinde ilâhî tezahür olarak ad­ landırılacaktır. Şöyle bir gerçek vardır ki, ilâhî bir tezahürden söz ettiğinizde tarihsel bir belge ile karşı karşıyasmız demektir. Kutsal, her zaman belli bir tarih­ sel dönem içersinde yer alır. En bireysel ya da en aşkın mistik de­ neyimler bile tarihsel koşulların etkisi altındadır. SEMAVÎ DÎNLERDE KUTSALLIK Bunu bir örnekle açıklamak is­ tersek; Samiler Musa öncesinde Fırtına ve Bereket Tanrısı Ba'al ile Bereket Tanrıçası (özellikle toprağın bereketi) Belit çiftine tapıyorlardı. Yahudi peygamber­ ler de bu tapınılan kutsal kabul etmişlerdir. Musa'nın getirdiği yeni inanç sayesinde daha yük­ sek, daha arı ve daha bütüncül bir tanrı inancına kavuşan Sami­ lerin görüşüne göre Yahudi pey­ gamberlerin bu tapımları kabul etmeleri doğru bir davranıştır. Ancak, Ba'al ile Belit'in Sami­ lerden önceki tapımları ise, en abartılı biçimde ve neredeyse ca­ navarlığa varan ölçülerde orga­ nik yaşamın kutsallığını, temel güçleri, kan, cinsellik ve üret­ kenlik güçlerini ortaya koyuyor­ du. Şimdi bu inanç biçiminin ya­ ni, ilâhî tezahürün yerini daha kusursuz ve daha yumuşak bir görünüme sahip bir başka ilâhî tezahür almış olsa bile değerini yitirmemişti. Ne var ki, Yah­ ve'nin tanrısal biçimi, Ba'al'in tanrısal biçiminin yerine geç­ mişti. Bu yeni biçim daha bütün­ cül bir kutsallığı ifade ediyor, in­ san yaşamının ve kaderinin yeni değerler kazandığı ruhanî bir gö­ rüşü ortaya koyuyordu. Sonuç olarak Yahve'nin ilâhî tezahürü kazandı, doğası gereği başka kül­ türlere de açık oldu ve Hıristi­ yanlık aracılığı ile de bir dünya dinine dönüştü. Benzer bir örneği İslamiyetten de verebiliriz. İslam öncesi Cahi­ liye döneminde Araplar aşiret toplulukları halinde yaşar ve toplumun bir arada kalmasını Mürüvvet adı verilen bir ideoloji sağlardı. Mürüvvet kelime anla­ mı olarak yiğitlik, erkeklik anla­ mına gelse de bundan daha kar­ maşık ve daha ileri bir anlam ta­ şırdı. Mürüvvet, savaşta yiğitlik, zorluklar karşısında yılmama ve sabır, aşirete karşı yapılan kötü­ lüklere bir şövalye ruhu ile karşı çıkma ve gerektiğinde öc alma, yoksul ve zayıflara yardım ve hi­ maye etme ve aşiret reisine sor­ gusuz sualsiz itaat gibi nitelikle­ re sahipti. Mürüvvet bir yerde di­ nin yerini almış ve Arapların ha­ yatına bir anlam kazandırmıştı. Ancak bu oldukça dünyevî bir inanç şekliydi. Tek kutsal değer aşiretin varlığı idi. Arapların ölümden sonraki yaşam ya da kader konusunda herhangi bir fi­ kirleri oluşmamıştı. Aşiretin ayakta kalması Mürüvvetin ida­ mesine bağlı idi. Bunun yanında tapınma ihtiyacı putlarla sağlanıyordu. Kabe kut­ sal bir yapı ve etrafi da kutsal bir bölge idi ve yakın çevresinde her türlü şiddet ve kavga­döğüş ke­ sinlikle yasaktı. Kabe içersinde tüm civar aşiretlerin kutsal say­ dığı 360 adet put bulunuyordu. 67 Bu putlara tapan inançlı kişiler de her sene burayı ziyaret ediyor ve Kabe'yi tavaf ederek hacı olu­ yorlardı. Yani müslümanlarm yerine getirdiği hac farizesi as­ lında Cahiliye dönemine daya­ nan bir geleneğin sürdürülegel­ mesidir. Bunun yanında Arap ta­ pınmasında önde gelen üç ilah vardı. Tayif şehrinde Takif aşire­ tinin taptığı Al­Lat kelime anla­ mı olarak Tanrıça veya diğer bir adı ile Al­Rabba (Hükümdar), Naklah kentinde bulunan Al­ Uzzah, ki en popüler ilah buydu ve Güçlü Olan anlammdaydı ve Kudeyde kentinde bulunan Ma­ nat Kader Tanrıçası idi. Birçok inanç sisteminde olduğu gibi Araplarda da tüm bu ilahların üzerinde yer alan ilâhî ve yüce bir varlığa (Al­Lah) olan inanç da yer almaktaydı ancak bu diğer inanç sistemlerinde de olduğu gi­ bi artık ikincil bir duruma düş­ müş ve yerini bu üç ana ve diğer putlara bırakmıştı. Ama yine de bu ilâhî varlığa olan inanç sayıla­ rı çok az olmakla birlikte, Hazre­ ti İbrahim'in yolundan giden Hanifîler ile sürdürülüyordu. Hazreti Muhammed'e ilk vahiy­ ler gelmeye başlamasından bir müddet sonra bu yeni dine ina­ nanların sayısı artmaya başla­ mış ve yavaş yavaş kayda değer bir sayıya ulaşmışlardı. Mekke ve Kureyş kabilesi bu yeni oluşu­ mu biraz şaşkınlık, biraz kaygı ve biraz da ihtiyatla karşılıyorlar 68 fakat Muhammed'in söylemle­ rinde kendilerini rahatsız edecek pek de bir şey bulamadıkları için bir yerde hoşgörü ile karşılıyor­ lardı, çünkü henüz sistemle oy­ nanmıyordu. Ne zaman ki Hz. Muhammed Allah'tan başka tan­ rı olmadığını söyleyip diğer tüm ilahlara ve putlara tapınmayı ve inanmayı yasakladığında Ku­ reyş ile ipler kopuyordu. Bundan sonraki tarihsel süreci hepimiz biliyoruz. Müslümanlara karşı yapılan zulümler ve tecrit sonu­ cu Medine'ye yapılan Hicret; Be­ dir, Uhud, Hendek gibi savaşlar, İslamm önlenemez yükselişi ve Mekke'ye dönüşle sonlanan za­ fer. Parmakla sayılabilecek kadar az sayıdaki Hanifî inancına sahip kişilerle sürdürülmeye çalışılan tek Tanrı inancı daha yaygın olan ve ikincil ilah niteliğinde olan Al­Lat, Al­Uzzah ve Manat yerel ve tarihsel ölçekte kalmış­ lar ve içinde bulundukları top­ lumda dahi modası geçmiş bir hal almışlardı. Buna karşılık çok güçlü bir inanç sistemine sahip olan İslam, başka kültürlere olan hoşgörüsü ve açıklığı ile kısa sü­ rede yeni bir dünya dini olmayı başarmıştı. İLKEL TOPLUMLARDA KUTSALLIK Giriş bölümünde değinilen din­ ler ya da tapınmalar ve inançlar arası benzeşimlere dönecek olur­ sak, her şeyden önce karşımıza çıkan ilk gerçek bu ilâhî tezahür­ lerin çokluğudur. İnsanlık tari­ hinde, herhangi bir yerde hiçbir biçimde kutsallık kazanmamış bir şey, bir nesne, bir hareket, duygu, canlı ya da eşya vb.­ olup olmadığını bilmiyoruz. Herhangi bir şeyin neden kutsallık kazan­ dığını ya da neden bir süre sonra bu kutsallığı kaybettiğini sorgu­ layan sorudan farklı bir sorudur bu. Ama bir insanın düzenlediği, hissettiği, karşılaştığı ya da sev­ diği her şeyin ilâhî bir tezahür olabileceği kesindir. Örneğin jestlerin, dansların, çocuk oyun­ larının ve oyuncakların kökenin­ de dinsel bir neden yattığını ar­ tık biliyoruz. Bunlar bir zaman­ lar belli bir tapınınım jestleri ya da nesneleriydiler. Tarihte bir bi­ çimde kutsallık kazanmamış önemli hiçbir hayvanın ya da bit­ kinin olmadığını da düşünebili­ riz. Buna karşılık, hangi din olursa olsun her zaman kutsal nesnele­ rin ya da canlıların yam sıra, kut­ sal olmayan nesneler ya da canlı­ lar da olmuştur. Bir adım öteye gidersek : herhangi bir nesne gu­ rubu ilâhî tezahüre dönüştüğün­ de her zaman bu guruba ait olan, ama bu ayrıcalığı paylaşmayan nesneler de olmuştur. Örneğin, t a ş t a p ı m ı n d a n söz edildiğinde, tüm taşlar kutsal kabul edilmez. Gerek biçimleri, gerek büyük­ lükleri ya da ayinlerdeki işlevleri yüzünden tapınılan bazı taşlar her zaman var olmuştur. Buna karşın taş tapımından söz edile­ mez. Bu kutsal taşlara artık sı­ radan taşlar olmadıkları, bir nesne olarak normal varoluş ko­ şullarını taşımadıkları, başka bir şeye dönüştükleri, yani ilâhî bir tezahür oldukları ölçüde tapı­ nılmaktadır. Bir nesne, kendi­ sinden farklı bir şey olduğu ya da bunu ifade ettiği ölçüde kut­ saldır. Kutsallık kazanan herhangi bir şey büyük bir alan olsa bile, örne­ ğin gökyüzü, bir aile, bir hane­ dan ya da bir ülke, her zaman ge­ riye kalan bir kısım vardır. Kut­ sallık kazanan nesnenin öteki­ lerden ayrılması, en azından kendi içinde genel bir kuraldır. Zira bu nesne, kutsal olmayan herhangi bir nesne olmayı bırak­ mış, ilâhî bir tezahür olmuştur. Yeni bir boyut kazanmıştır. Kutsallık boyutuna geçmiştir. Bir başka ilginç nokta da, tuhaf, tek, yeni, eşsiz ya da korkunç olan her şey büyüsel ya da dinsel güçlerin toplanması için mükem­ mel bir ortam yaratır ve kutsallı­ ğın neden olduğu iki yönlü duygu nedeniyle ya tapınılan ya da ka­ çınılan bir nesneye dönüşür. A. C. Kruyt şöyle yazmaktadır : Bir köpek avda her zaman şanslıysa, bu bir measa'dır (Kötüye işaret, uğursuzluk). Hayvanın avını ya­ 69 kalamasını sağlayan büyüsel güç, efendisine ölümcül sonuçlar getirecektir. Bu inanç Endonez­ ya'da bir ada topluluğu olan Su­ lavesi Adalarında çok yaygındır. Hangi alanda olursa olsun mükemmellik korkutur çünkü mükemmellik bu dünyaya ait değildir, öteki taraftan gelmek­ tedir. Buna karşılık, tuhaf ve olağa­ nüstü olan, genelde beraberinde kaygı ve uzaklaşma duygularını getirir. Çirkinlik ve biçimsizlik, bu nitelikleri taşıyanları ötekile­ rinden ayırıp kutsal kılar. Örne­ ğin, Ocibua kızılderilileri arasın­ da, büyücülüğü hiç bilmedikleri halde büyücü olarak nitelendiri­ len pek çok kişi vardı, çünkü, çir­ kin ve biçimsizdiler. Kongo'da tüm cücelerin rahip olduğuna inanılırdı. Zira, cücelerin uyan­ dırdığı saygının kökeninde gi­ zemli bir güçle donanmış olduk­ ları yatardı. Samanlarda ise bü­ yücülerin ve büyücü­hekimlerin nöropatlar ya da sinirsel açıdan dengesizler arasından seçilmesi­ ne tuhaf ve olağanüstü olana verilen ayrıcalık neden olmakta­ dır. Bu aşamada tabulara da değin­ mek faydalı olacaktır. Tabular her durumda güç tezahürleri ola­ rak karşımıza çıkar. Bunlara saygı duyulmakla kalmayıp bun­ lardan çekinilir de. Tabu sözcü­ ğü etnologların Polinezya dilin­ 70 den aldıkları ve tüm dünya lite­ r a t ü r ü n e kazandırdıkları bir sözcüktür. Kirlenmiş ya da ya­ saklı nesneler, insanlar veya ya­ pılmaması gereken eylemlerdir. Genelde her tür nesne, olay ya da insan ya en başından tabudur ya da sonradan bu niteliği kazanır ve az ya da çok kesin bir biçimde doğadan gelen bir güçle donanır. Ancak, şu da bir gerçektir ki, ta­ bular uzun ömürlü değildir. Bun­ lar tanındıklarında, dokunul­ duklarında yani, yerel kozmosa uygun hale getirildiklerinde güç­ lerini kaybederler. Örneğin, Ma­ dagaskar adasına Avrupalıların ilk getirdikleri atlar, tavşanlar, tuz, toz biber, bezelye yerli di­ lince faly (yasak, mahrem, uğur­ suz ve tehlikeli) idi, ama artık de­ ğil­ Sıradışılık ve olağanüstülük do­ ğal olandan farklı bir şeyi be­ lirtirler, örneğin yeni bir nesne ya da bir ucube, toplumun geri kalanından belirgin bir işaretle ayrılmış ya da nörotik ve çok çir­ kin biriyle aynı şekilde soyutla­ nır. Bu tür örnekler bazı yazarla­ rın tüm dinsel görüngülerin türe­ diğini düşündüğü Melanezya'da­ ki mana düşüncesini anlamamı­ zı sağlıyacaktır. Bu arada, Mela­ nezya, Büyük Okyanus'un güney batısında bir takım ada ve adalar topluluğudur. Başlıcaları Pa­ pua­Yeni Gine, Solomon adaları, V a n u a t u , Fiji Adaları gibi ada­ lardır. Halkı genellikle koyu ­enk tenlidir. Melanezya adı eski Yunanca Melas=siyah bu özelli­ ğinden kaynaklanır. Melanezyalılar için mana; bazı bireylerin, genel olarak ölülerin ruhlarının ve tüm ruhların sahip olduğu gizemli ve etkin bir güç­ tür. Muazzam kozmik yaradılış ancak ilâhî mana sayesinde ger­ çekleşmiştir. Kabile reisinin de manası vardır. İngilizler Maori yerlilerini köleleştirdiler çünkü onların manaları daha güçlüy­ dü. Bir Hıristiyan misyonerin dinsel ayin ve törenleri yerli ayin ve törenlerden daha üstün bir manaya sahipti. Nesnelerde ve insanlarda da mana vardır, çün­ kü bunu bazı üstün canlılardan almışlardır, bir başka deyişle kutsala gizemli bir biçimde bu­ laşmışlar ve buna bulaştıkları ölçüde manaya sahip olmuşlar­ dır. Herhangi bir insan, bir ruhla ya da hayaletle çok yakın bir iliş­ ki içine girebilir ve ondaki ma­ naya sahip olup, bunu kendi ya­ rarına kullanabilir. Mükemmel olan her şey manaya sahiptir, yani insanda etkin, devingen, ya­ ratıcı ve mükemmel ne varsa mana sayesindedir. Siu kızılderilileri bu güce wakan adını verirler. Bu güç tüm evren­ de gezinmektedir ama yalnızca olağanüstü görüngülerde, güneş, ay, yıldırım vb. ya da güçlü kişi­ liklerde, büyücüler, Hıristiyan misyonerler, efsane kahraman­ ları vb. kendini göstermektedir. Irokualar aynı unsuru adlandır­ mak için orenda terimini kulla­ nırlar. Bir fırtınada orenda var­ dır, zor yakalanan bir kuşun orenda sı çok çetindir, öfkeden çılgına dönmüş biri kendi oren­ da 'sının elindedir gibi. Afrika Pigmeleri ise bu kavramı megbe ile tanımlarlar. Ancak, şunu da belirtmek gerekir ki, herhangi biri ya da herhangi bir şey wa­ kana, orendaya ya da meg­ beye sahip olamaz. Yalnızca tanrılar, kahramanlar, ölülerin ruhları ya da kutsalla belli bir ilişkiye girmiş insanlar ve nesne­ ler, yani büyücüler, fetişler, to­ temler, putlar vb. manaya sahip olabilir. Kozmik nesnelerden ve olaylardan, canlılardan ya da in­ sanlardan kopuk tanrısal ma­ naya hiçbir yerde rastlanmaz. Bir nesnenin ya da bir canlının manaya sahip olması ancak bir ruhun müdahalesiyle ya da her­ hangi bir kutsal canlının yardımı ile mümkün olabilir. Günümüz insanları ise farklı şeylerden medet ummaktadır. Yatırlara ya da evliya olarak ad­ landırılan kişilere edilen dualar, yapılan adaklar, hocalara yazdı­ rılan muskalar, hemen hepimi­ zin evinde var olan nazar boncu­ ğu, Hıristiyanlarda şeytanî ve kötüye karşı kullanılan haç aca­ ba farklı bir mana inancını mı sergilemektedir? 71 YÜCE VARLIK Tüm halklarda, özellikle ilkel olanlarda mana tanımlamaları mevcuttur ve büyüyle paralel gi­ der. Büyü de hemen her yerde karşımıza çıkar ama hiçbir za­ man ikisi de dinden ayrı var ola­ maz. Tek yönlü bu din kuramla­ rını ve deneyimlerinin yanı sıra sürekli olarak, örneğin Yüce Var­ lık tapımı gibi az ya da çok zengin başka din kuramları ve deneyim­ leriyle de karşılaşırız. İlkel top­ lumlarda ilâhî tezahürlerle te­ celli eden Kadiri Mutlak bir Yüce Varlığa olan inanca he­ men her yerde rastlarız. Bunun­ la birlikte bu Yüce Varlık ta­ pımda hiçbir önemli role sahip değildir, hatta başka dinsel güç­ lerle temsil edilir, totemizm, ata tapımı, ay ve güneş mitolojileri, bereket inançları gibi bu tür Yü­ ce Varlıkların dinsel yaşamdan kaybolmaları, bunlarla kısmen özdeşleştirilen başka güçlerin or­ taya çıkışıyla gerçekleşmiş olabi­ lir. Bu bakış açısıyla, putperest­ lik ya da put kırıcılık ilâhî teza­ hür karşısında insan zihninin gösterdiği doğal bir davranış bi­ çimidir. Çünkü yeni bir ilâhî te­ zahür ile karşı karşıya kalan kişi için (Sami dünyasında Musevi­ lik, Roma­Yunan dünyasında Hıristiyanlık, Arap dünyasında Müslümanlık) eski tezahürler; yalnızca temel anlamını kaybet­ mezler, aynı zamanda dinsel ya­ şamın mükemmelliğe erişmesi­ nin önündeki engeller olarak gö­ 72 rülür. Put kırıcılık, hangi türde ve hangi dinde olursa olsun ken­ di dinsel deneyimleriyle olduğu kadar bu deneyimin yaşandığı tarihsel anla da doğrulanır. Zi­ hinsel ve kültürel yetilerine daha uygun bir vahiyle karşı karşıya kalanlar, eski din evrelerinde ka­ bul edilen tezahürleri dinsel düz­ lemde yeniden değerlendirmez­ ler ve bunlar inanmaz hale ge­ lirler. Öte yandan belirli nedenlerle putperestlik olarak adlandırı­ lan davranışlar, kutsalın diya­ lektiğiyle de doğrulanır, çünkü kutsal her zaman belirli şeyler aracılığı ile tecelli eder. Bu şeyle­ rin gerçek dünyadan veya koz­ mik enginlikten bir nesne, tanrı­ sal bir figür, bir simge, bir ahlâk kuralı hatta bir düşünce olması­ nın hiçbir önemi yoktur. Diyalek­ tiğin esası aynıdır : Kutsal, ken­ dinden başka bir şey aracılığı ile ortaya konur; ama kendini, asla bütünüyle, olduğu gibi, doğru­ dan ortaya koymaz. Kutsal bir taş, Jüpiter'in bir heykeli ya da Yahve'nin herhangi bir tezahürü aynı (geçici) değere sahiptir, çün­ kü her durumda kutsal, tezahür ettiğinde somutlaşmış ve çerçe­ velenmiş durumdadır. En basi­ tinden, Logosun İsa Mesih'te be­ denlenişine kadar tüm ilâhî teza­ hürleri oluşturan bu paradoksal bedenlenme edinimi birçok din­ de ve tarihin bir çok döneminde karşımıza çıkmaktadır. Bir örnek vermek gerekirse, Tan­ ganika Kondeleri Kyala adı veri­ len bir Yüce Varlığa inanırlar. Bu varlık, tüm Afrikalı Yüce Varlıklar gibi güçlü, adaletli, Kadiri Mutlak, yaratıcı bir gök tanrısının görkemine sahiptir. Ama kendisini yalnızca gökyüzü tezahürleriyle ortaya koymaz. Kendi türüne oranla büyük olan her şey, büyük bir öküz, dev bir ağaç ya da etkileyici boyutlarda­ ki herhangi bir nesne, Kyala ola­ rak adlandırılmaktadır ve tanrı­ nın bu nesnelerde geçici olarak ikamet ettiğine inanılmaktadır. Çok sert bir fırtına göl sularını taşırdığı zaman tanrının göl üze­ rinde yürüdüğüne inanılmakta­ dır. Yer sarsıntısı onun ayak se­ sidir. Yıldırım Kyala dır, yani öf­ keden çılgına dönen tanrıdır. İlâhî tezahür diyalektiğinin, kutsalın maddî nesnelerde orta­ ya çıkması, ortaçağ teolojisi gibi oldukça ileri düzeyde bir teoloji­ nin de konusu olması, onun her dinde temel bir sorun olduğunu ortaya koymaktadır. Tüm ilâhî tezahürlerin Enkarnasyon muci­ zesinin (Hıristiyanlıkta Tan­ r ı n ı n İsa'da insan doğasına bü­ rünmesi mucizesi) habercileri ol­ duğunu ve yine her ilâhî tezahü­ rün insan­Tanrı örtüşmesindeki sırrı ortaya çıkarmaya yönelik bir çaba olduğunu söyleyebiliriz. Buna çok enteresan, çok çarpıcı, aynı zamanda da çok cüretkâr bir örnek verebiliriz. Ockhamlı William şunları yazmaktan çe­ kinmemiştir: Est articulus fidei quod Deus assumere naturam humanam. Non includit comtra­ dictionem, Deus assumere natu­ ram assinam. Pari ratione potest assumere lapidem aut lignum. [Tanrının insan doğasına bü­ rünmesi, inancın oynak noktası­ dır. Tanrının eşek kılığına gir­ mesine de bir engel yoktur. Aynı mantıkla taş ya da odun kılığına da girebilir]. Bu nedenle ilkel ilâhî tezahürle­ rin ortaya çıkış biçimleri Hıristi­ yan teolojisi açısından hiçbir bi­ çimde saçma bir konu değildir. Tanrı sahip olduğu özgürlükle dilediği her biçime girebilir. Bir an için Tanrı terimini kullan­ maktan kaçınalım ve şu biçimde açıklıyalım : Kutsal her biçimde, hatta en garip biçimlerde bile kendini ortaya koyar. Sonuç ola­ rak, anlaşılmaz olan kutsalın taşlarda ya da ağaçlarda tecellisi olgusu değil, kutsalın kendisi­ nin tecelli etmesi yani, kendini sınırlaması ve göreceli bir nite­ lik kazanmasıdır. En el Hakk ı da böyle açıklayabilir miyiz aca­ ba? f f Yeryüzünde çok yaygın olan bir çok duada şöyle seslenilir : Gök­ teki Babamız. Viyana Etnograf­ ya Okulu, P. W. Schmidt önderli­ ğinde tanrı düşüncesinin kökeni üzerine kapsamlı bir araştırma yapmışlardır. Bu araştırmalar 73 ortaya şöyle bir sonuç çıkartmış­ tır : Tektanrıcılık en başından beri vardı. Bunu da gök tanrıla­ rın en ilkel topluluklarda bile ol­ masıyla açıklamışlardır. Hiç kuşku duyulmayacak bir unsur, hemen hemen bütün inanışlarda evreni y a r a t a n ve gönderdiği yağmurlarla toprağa bereket ve­ ren göksel bir varlığın mevcudi­ yetidir. Bu tür varlıklar sonsuz bilgeliğe ve ayrıcalığa sahiptir­ ler. Kabilenin ahlâk kurallarını ve ritüellerini dünyada bulun­ dukları kısa süre içinde bu tanrı­ lar belirlemişlerdir. Kurallarına uyulup uyulmadığını kontrol ederler ve aksi durumlarda ku­ rallarını çiğneyenlere yıldırımla­ rını gönderirler. Göğün kendisini doğrudan doğ­ ruya bir aşkınlık, güç ve kutsal­ lık olarak ortaya koyduğunu görmek için mitsel kıssalara bak­ maya gerek yoktur. Yalnızca gö­ ğe bakmak bile ilkel insana din­ sel duygular verir. Göğe bakmak aydınlanmak demektir. Gök, il­ kel insana gerçekte nasılsa öyle görünür; sonsuz ve aşkın. Gök, insanın ve yaşam gücünün tem­ sil edemediği bambaşka bir şe­ yi mükemmel bir biçimde temsil eder. Aşkmhğının simgesi son­ suz olmasından kaynaklanır. En yüksek olmak, doğal olarak tan­ rılara özgü bir niteliktir. İnsanın ulaşamadığı yukarı bölgeler, yıl­ dızlı gök, tanrılara özgü aşkmlık, mutlak gerçeklik, sonsuzluk gibi 74 ayrıcalıklara sahiptir. Bu tür bölgeler tanrıların mekânlarıdır ve ancak bazı ayrıcalıklı kişiler buralara ulaşabilir. Bazı dinlere göre de buralar ölü­ lerin ruhlarının gittiği yerlerdir. Yüksek, insanın ulaşamıyacağı bir boyuttur. Doğal olarak insa­ nüstü güçlerin ve varlıkların sa­ hip olduğu bir yerdir. Ayrıcalıklı ölümlülerin öldükten sonra ser­ best kalan ruhları, göğe yükselir­ ken insan olma durumundan sıy­ rılırlar. Gök tanrı mitleri de ina­ nılmaz ve şaşırtıcı gerçekler ve benzerlikler ortaya koyarlar. Bir örnekle açıklamaya çalışa­ lım. Andaman Takımadaların­ da, (Bengal Körfezinde, Nicobar adalarıyla birlikte Hindistan Birliğine bağlı adalardır) Ulu Varlığa Puluga adı verilir. Gök­ te oturur, sesi gökgürültüsü, ne­ fesi rüzgârdır. Fırtına, öfkesinin işaretidir, çünkü emirlerine uy­ mayanları yıldırımları ile ceza­ landırır. Puluga her şeyi bilir, her şeyi görür. Kendine bir eş ya­ ratır ve çocukları olur. Gökyü­ zündeki evinin yanında güneş (dişil) ve ay (eril) vardır. Bunla­ rın çocukları da yıldızlardır. Pu­ luga uyuduğunda kuraklık olur, yağmur yağdığında ise yeryüzü­ ne inmiş, yiyecek arıyor demek­ tir. Puluga dünyayı ve ilk insan Tomoyu yaratmıştır. İnsanlar çoğalırlar ve sonunda dağılmala­ rı gerekir. Ancak, Tomo'nun ölü­ münden sonra insanlar yaratıcı­ larını unuturlar. Bir gün, Pu­ lungdmn öfkesi patlar ve tufan tüm dünyayı kaplar ve insanla­ rın sonu gelir. Tufandan yalnızca dört kişi kurtulur. Pulunga onlara acımıştır, ama insanlar her zaman dik kafalıdır. Onlara emirlerini bir kez daha hatırlattıktan sonra çekilir ve in­ sanlar bir daha onu görmezler. Buraya kadar belirtilenler mitin Nuh Tufanı ve On Emir mitiyle olan benzeşmeleri ortaya koy­ mak içindi. Ancak, buradaki uzaklaşma miti, tapmımın tü­ müyle unutulmasıyla örtüşmek­ tedir. Andamanlılar hiçbir tanrı tapımına sahip değildirler. Dua etmezler, adak adamazlar, iba­ det etmez, lütuf beklemezler. Yalnızca Pulungamn korkusu yüzünden emirlerine uyarlar. Afrika'nın hemen hemen her ye­ rinde neredeyse unutulmuş ya da unutulmak üzere olan gök tanrı inancının izlerine rastla­ mak mümkündür. Bu gökyüzü tanrısının yerini başka dinsel güçler, özellikle Atalar Tapımı almıştır. Ama varlıklarını gün­ lük kullanım içersinde sürdürür­ ler. Şöyle ki, Tshi kabilesinin Yü­ ce Varlığı Nyankupon sözcüğü­ dür. Bu tanrıya tapınılmaz ama bu sözcük gökyüzü ve yağmur için kullanılır. Nyankupon bom, gök gürlüyor ya da Nyankupon aba, yağmur yağıyor derler. Ban­ tu kabilelerinin Yüce Varlığı da Leza 'dır. Ama halk içinde hava durumunu anlatmak için de kul­ lanılır. Leza düştü, yağmur yağ­ dı, Leza kızgın, gök gürledi deni­ lir. Enteresan bir başka nokta da, bazı kızılderili kabileleri kıyas­ lama da yapmaktadır. Pavniler, Tirawa Atiusa inanırlar. Tira­ wa Her Şeyin Babası, var olan her şeyin yaratıcısı ve hayat ve­ rendir. İnsanları yönlendirmek için yıldızları yaratmıştır. Şim­ şekler bakışlarıdır ve rüzgâr ne­ fesidir. Evi bulutların ötesinde, hiç değişmeyen gökyüzündedir. Tirawa, önemli bir mitsel ve din­ sel figürdür. "Beyazlar gökteki bir Baha'dan söz etmektedirler, biz ise Tirawa Atius'tan Yüksek­ teki Baha'dan söz ediyoruz, ama Tirawa bir insan değildir. O her şeydedir... Neye benzediğini kimse bilemez." Önemini yitiren ya da uzaklaşan gök tanrılarına bir başka örnek de Malakka Yarımadasında (Gü­ neydoğu Asya'da uzun ve dar bir yarımadadır. Batısında Anda­ man Denizi, Doğusunda Güney Çin Denizi ve Tayland Körfezi bulunur) yaşayan Semanglar'da görülür. Yüce Varlık olarak Kan olarak adlandırılır. İnsandan da­ ha üstün konumda, görünmez ve ezelden beri var olan bir tanrıdır. Kari, her şeyi yaratan tanrıdır ama insanı ve toprağı yardımcı tanrılardan birisi olan Ple yarat­ mıştır, Kari nin insanı ve topra­ 75 ğı yaratan tanrı olmayışı dikkat çekici bir unsurdur. İnsanın din­ sel, ekonomik ve yaşamsal ihti­ yaçlarını gidermeyecek kadar in­ sandan uzak bir Yüce Varlığın aşkmlığı ve edilgenliğine iyi bir örnektir. Öteki yüce gök tanrıları gibi gökyüzünde oturur ve öfkesi­ ni şimşekler göndererek göste­ rir. Zaten adının anlamı da yıldı­ rım'dır. Her şeyi görendir ve yer­ yüzünde olup biten her şeyi gö­ rür. Ama bu tanrıya da tam bir tapım söz konusu değildir. Afrika'nın güneybatısında yaşa­ yan bir halk olan Hererolarda, Ndyambi Yüce Varlıktır. Gökyü­ züne çekilip insanlığı kendisin­ den sonraki ikincil tanrılara bı­ rakmıştır. Bu nedenle bu tanrıya tapılmaz. Bir yerli, bunu şöyle açıklar : "Neden ona adaklar adayalım ki? Ondan korkacak bir şeyimiz yok, çünkü ölülerimi­ zin ruhlarının aksine bize hiç bir zaman hiç bir kötülüğü dokun­ mamıştır. Bununla birlikte He­ rerolar, mutluluk verici bek­ lenmedik bir olayla karşılaş­ t ı k l a r ı n d a Ndyambi ye dua ederler. Sonuç olarak, tüm insanlığın din deneyimi açısından son derece kayda değer bir olayı gözlemleye­ biliriz. Bu tanrısal figürler za­ manla tapım içersinde yok ol­ maktadır. Ya insanlardan uzak­ laşmakta ya da yerlerini başka dinsel güçlere bırakmaktadırlar. 76 Atalar Tapımı, doğa ruhları ve tanrıları, bereket ruhları, Ulu Tanrı ve Tanrıçalar gibi. Çekiş­ meden galip çıkan her zaman be­ reketin temsilcisi ya da dağıtıcı­ sidir. Bu değişimin asıl anlamını, yaşamın dinsel değerlerini ve ya­ şamsal işlevleri derinlemesine inceleyip irdeleyebilirsek daha kolay anlarız. KUTSALLIK VE MASONLUK İLİŞKİSİ Bugün dünyamızda semavî din­ ler dediğimiz Müslümanlık, Hı­ ristiyanlık ve Musevilik yaygın­ dır. Yemin Kürsümüzde bu üç di­ ne ait kitaplar açık olarak bulu­ nur. Genel kabul olarak Mason­ luk hem bu üç semavî dine hem de tüm dinlere eşit uzaklıkta, eşit saygıyla durur, aynı hoşgö­ rüyü gösterir. Genel kabul sözcü­ ğü özellikle kullanılmıştır çünkü bazı istisnalar da söz konusudur. Örneğin, Norveç'te Hıristiyan değilseniz Mason olamazsınız. Amerika Birleşik Devletlerinde zenci ve beyaz locaları ayrıdır. Masonluğun dil, din, ırk, sınıf, sosyal statü demeksizin tüm in­ sanlığı kucaklaması ilkesi keli­ menin tam anlamıyla Türk Ma­ sonluğu tarafından özümsenmiş ve hayata geçirilmiştir. Yemin Kürsümüzde, İncil, Tev­ rat ve Kuran birlikte yer almak­ tadır. Hasb el kader bir Budist rahibi herhangi bir locamıza tek­ ris olsa ve kendi kutsal kitabını Yemin Kürsüsünde görmek iste­ se, şundan hepimiz eminiz ki bu Kardeşimizin isteğine bir tek kardeş bile karşı çıkmayacak ve bu dileği hemen yerine getirile­ cektir çünkü bu onun en tabii hakkıdır. Biz Masonlara düşen en önemli görevlerden birisi de bu dinsel hoşgörü ve saygıyı toplumun tüm kesimlerine yayabilmektir. Bu da ancak eğitimle olabilir. Eği­ tim sisteminde çok radikal bir değişikliğin yapılması giderek kaçınılmaz bir hale gelmektedir. Dinlerin meydana geliş süreçleri itibariyle kutsal olarak bilinen kitaplar, ayrı ayrı süzülerek te­ mel ahlâk kuralları ile örtüşen önermeler (bunlara, herhangi bir ilâhî anlam atfedilmeksizin ve inanç sahiplerine dönük derin bir saygı içinde olunarak) belir­ lenebilir. Aynı şekilde Anadolu İslam yorumu ve Tasavvuf da bu çerçevede çözümlenmeye çalışı­ labilir. Böylelikle, orta eğitime dönük olarak laik, tartışmalı bir ahlâk öğretisi çerçevesi belirlenebilir. Her ahvalde, okullardaki din eği­ timi fen ve doğa bilimleri öğretisi çerçevesinde öğrenilen bir dün­ ya ayrı, din öğretisi çerçevesin­ de öğrenilen dünya ayrı olarak çift dünyalı bir gençliğin oluşma­ sına meydan vermeyecek biçim­ de, mukayeseli bir ahlâk öğreti­ sine dönüştürülmelidir. Buna karşın inananlara derin ve sami­ mi bir saygı gösterilmesinde hiç bir biçimde kusura düşülmeme­ lidir. Bu tür sistematikler geliştiril­ mediği sürece dünya üzerinde Dahiyane Ahmaklıklar Tab­ loları sergilenmeye devam ede­ cektir. Nedir mi bu Dahiyane Ahmaklıklar Tablosu? Onu oluşturan mozaiklerden herhan­ gi birine bakıldığında, hemen oracıkta, müthiş dahiyane bu­ luşlar, tesisler, yapıtlar, silahlar çıkıveriyor karşımıza. Bunları meydana getirmek için, ulusla­ rın en dâhi çocukları, nesiller bo­ yu, diller bir karış dışarda, dur­ madan çalışması gerekiyor. İşte örneğin, nükleer silahlanma ya­ rışında olduğu gibi, sonuçta or­ taya, es kaza tetiklere bir basıla­ cak olsa, karşılıklı olarak birbir­ lerinin ülkelerini, dolayısıyla da biricik Dünyamızı bir anda yüz­ lerce defa yok edecek kadar çok cephane yığmış olduklarını, sap­ tayıveriyoruz. Bu, son toplamda, inanılmaz derecede, budalaca bir gelişme... O kadar ki, taraflar en nihayet, silahlanmanın sonunun olmadığını idrak ederek, bundan sonra silahsızlanma süreçlerini başlatma zorunluluğuna sıkışı­ yorlar. Ara ara, ileri geri, balis­ tik füze kalkanı, yıldız savaşları gibi, üst delilik mekanizmaları­ nın tetiklerini çekme cinnetin­ den geri duramasalar da. 77 Öyle yahut böyle, sonuç değiş­ miyor ; hem dahiyane, hem ap­ talca. İnsan aklı, k e n d i s i n i v a r eden evren bilincinin sanki hâlâ daha çok gerisinde.... KAYNAKLAR Tanrı'nm Kuantum Entrance Tarihi Mekaniği,Madde ve Mânâ to the History of Religions Muhammad, A Biography of the Prophet Primitives and the Supernatural The Melanesians The Beginnings of Religion The Native Tribes of South­East Australia The Andaman Islands Büyük Larousse Ansiklopedisi 78 Karen Armstrong Prof Dr. Tolga Yarman Mircea Eliade Karen Armstrong Levy Brühl Codrington E. O. James : A W. Howitt A. P. Brown POST ­ MODERNITE, İNANÇ SİSTEMLERİ VE MASONLUK Metin HEPER POST­MODERNITY, BELIEF SYSTEMS, A N D FREEMASONRY Religions emerged and developed in response to different problems and cultural patterns that humanity displayed in different historical periods. It is possible to ar­ gue that today we observe the glimmers of a transformation from the modern to the post­modern. The post­modern emphasizes the plural, partial, relative, equal, and different. In the post­modern, individual's creative intuition is valued. Also stressed are personal learning and interpc?tation. Every phenomenon is considered as being no more than the meaning attributed to it by the individual. In this new world there is a need to hold together the social reality that with post­modernity shows a tendency toward disintegration. There is thus a call for new forms of religious symbolism. Cer­ tain versions of Judaism, Christianity, and Islam as well as Paganism, Budism, Hin­ duism, Taoism, and Confucinism promises to fulfill this function. However, as com­ pared to the religions and belief systems in question Freemasonry would accomp­ lish the task in an even more satisfactory manner. 79 "NASIL BİR GELECEK" SORUNSALI VE İNANÇ SİSTEMLERİ Nasıl bir gelecek sorunsalı ve inanç sistemleri konusu önemlidir. Tan­ rı ve dolayısıyla dinden insanoğlunun bekledikleri, bir dönemden öte­ kine değişmiş ve dolayısıyla farklı dönemlerde değişik Tanrı kavram­ laştırılmalarma ulaşılmıştır. Bunun sonucunda farklı din olguları ile karşılaşılmıştır. Farklı din olguları, farklı toplumsal sorunlara ve de­ ğişik kültürel yapılara yanıt olarak ortaya çıkmıştır. Bazı örnekler vermek gerekirse, insanın yaşamını sürdürmesinin hâlâ sorun olduğu Paleolitik Çağda, bereketin arttırılmasının bir zo­ runluluk olduğu düşünülmüş ve zamanla geliştirilen Ana Tanrıça kültü, kutsalı çıplak ve hamile kadın imgesi ile zihinlerde canlandır­ mıştır. Bunun bazı misalleri, Eski Mısır'da İsis, Eski Yunan'da Afrodit Tanrıçalarıdır. Türlü zahmet ve meşakkatler ile karşılaşan ve top­ lumsal kimlik ve dolayısıyle bilinç kaybı tehlikesiyle karşı karşıya ge­ len Musevi toplumu, hiçbir haksızlığın olmayacağı bir Tanrı devleti arayışı içinde olmuş, köktenci bir dünya görüşünde selameti aramış ve uzun süre, din yolu ile sülale ve İsrailoğulları gibi dar bir çerçevede ai­ diyet bilincini güçlendirmeye çalışmıştır. Musevi toplumu, Eski Mı­ sır'dan Çıkış'mda kendisine yardım elini uzatan Yahova'yı Filistin Tanrılarına tercih etmiş ve Yahova'yı başka halklar ile paylaşmak is­ tememiştir. Soykırımlar ve toplumsal çatışmaların aşırı derecede arttığı bir dö­ nemde gelişen Hıristiyanlık, Eski Ahit'teki yasaklara ve cezalara ağırlık veren Şeriat düzeninden insanlığı kurtarıp, kutsal sevgi üzeri­ ne bina edilmiş ve 'seçilmiş' kabile halkı yerine tüm insanları salt in­ san oldukları için kapsayan bir inanç sistemi getirerek, farklı kültür ve gelenekteki insanların barış içinde bir arada yaşamalarını sağla­ maya çalışmıştır. Kureyş Kabilesini içine düştüğü hırs ve bencillikten kurtarmak iste­ yen Allah, Hz. Muhammed vasıtasıyla, adı geçen Kabilede aşkın bir değeri, adaleti, yerleştirmeye çalışmıştır. Daha sonra, Hz. Muham­ med'in Mekke'den Medine'ye Hicret'ini müteakip, Medine'de sayıları artan ve güçlükle karınlarını doyurabilen nüfusu barış içinde bir ara­ da tutabilmek için Müslümanlık, temelde merhametkar ve affedici ol­ masına karşın bazı sert yaptırımlar da içermiştir. insanoğlu bugün nasıl bir evrim geçirmektedir? Bu durumun sonucu olarak hangi temel sorunsal ile karşı karşıyadır? Dolayısıyla nasıl bir 80 dini inanç özlemi içindedir? İnsanoğlunun, bugün modern çağdan post­modern çağa çevrilmeye başladığı ileri sürülebilir. Eğer bu göz­ lem doğru ise, post­modern çağ, modern çağa göre insanoğluna nasıl bir dünya vaad etmektedir? Post­modern çağ, evrensel akılcılığı sorgulamaktadır. Modern çağın temel niteliği olan evrensel akılcılık, nesnel bilgiyi temel almıştır. Nesnel bilgi, öznel algılamaları dışlar. Bu yaklaşımda, bireyin olgula­ rı kendine göre algılaması ve bu yoldan gerçeği yakalamaya çalışması kabul edilmez. Post­modernistlere göre, bu durumun sonucu, bireyin yaratıcı ve özgür potansiyelinin önemsenmemesi, bağımsız ve seçici hareket edebilecek olan bireye bu hakkın tanmmamasıdır. Bireyi bir araç olarak değil bir amaç olarak gören post­modernistler ise, tek, evrensel ve mutlak gerçekliğin yerine çoğul, tikel (kısmi) ve göreli ger­ çekliğin önemini vurgulamaktadırlar. Hiyerarşinin yerine eşitliği, bütüncül düzenlemelerin yerine bireyci düzenlemeleri ve araçsal akıl­ cılaştırma yerine amaçsal akılcılaştırmayı önermektedirler. Post­mo­ dernistler için, bireyin yaratıcı sezgisi çok önemlidir. Bu nedenden do­ layı, post­modernistler örneğin devletçi ekonomi politikası yerine ser­ best piyasa ekonomisini savunmaktadırlar. Serbest piyasa ekonomi­ sinin, kimsenin egemen olmadığı, hiçbir ekonomik ve sosyal gücün kontrol altına alınmadığı, bireye özgürlük verilen, firsat yaratan ve gi­ derek onun yaratıcı yeteneklerinin önünü açan bir ekonomi olduğunu düşünmektedirler. Tek, evrensel ve mutlak gerçek olgusuna karşı çıkan post­modernist­ ler, büyük anlatılara karşı da olumsuz bir tavır takınmaktadırlar. Post­modernistler, kişisel anlamayı, öğrenmeyi ve yorumlamayı top­ lumsal anlatılmaya, öğretilmeye ve tebliğ'e tercih etmektedirler. Üze­ rinde görüş birliği teşekkül etmiş şeyin, değişik biçimlerde okunma­ sından vanadırlar. Onlara göre, her şey son kertede yeniden değişik biçimde youmlanacak olan bir metindir. Bu metinlerde anlatılan top­ lum, kültür, siyasal hayat veya herhangi bir başka şey, aslında nesnel olarak algılanan bir olgular bütünü olmayıp onlara yüklenen anlam­ lardır. Yapılması gereken, değişik bireysel okumalar yoluyla o an­ lamları öznel düzeyde yeniden yorumlamak ve böylece öznel gerçekle­ re varmaktır. Modernistler, benzerliği yaygınlaştırmaya çalışmışlardı. Post­moder­ nistler farklılığı evrensel bir olgu durumuna getirmeye çaba sarfet­ m e k t e d i r l e r . B u n u gerçekleştirmeye çalışırlarken, farklılıklara eşit 81 değerler yüklemektedirler. Post­modernistlere göre, tüm öznel an­ lamlar aynı derecede saygıdeğerdir. Kimsenin başkasına kendi öznel yorumunu empoze etmeye hakkı yoktur. Tahmin edileceği üzere, bu adeta atomlaşmış öznelcilik önerisinin al­ tında yatan sınırsız özgürlük düşüncesi, toplum üyelerinin bir kaosa düşmeden yaşamasını sağlayamaz. Toplumun selameti açısından, di­ ğer bireylere kendi öznel okumalarından ödün vermemekle beraber, diğer bireyleri de düşünerek ve bir bütünün parçaları olduğunu unut­ mayarak davranan bireylere ihtiyaç bulunmaktadır. Diğer bir deyiş­ le, özgürlüğün toplumsal sorumluluk ile dengelenmesi gerekmekte­ dir. Ancak, "Benden başkaları da var ve onlar da en az benim kadar saygı değerdirler" düşüncesinin yaygın bir anlayış olacağı post­modern dünyada, toplum düzeninin idame ettirilmesi için dahi olsa, "sorumlu­ luğun kontrolunda özgürlük" fikrinin bireylere yukarıdan aşağıya empoze edilmesi kabul edilemez. Düzenin Kaosa dönüşmesinin ön­ lenmesi için mümkün olan, bireylerin kendi katkılarının sentezi ola­ rak ortaya çıkacak bir erdemler demetini, yine kendi öz iradeleri ile iç­ selleştirmeleridir. Diğer bir deyişle, sözkonusu erdemler demetini, kendiliklerinden değer ve tutumlar sistemlerinin temel boyutu hali­ ne getirmeleridir. Bu sorunsal ile ilgili olarak post­modernistler, parçalanan sosyal ger­ çekliğin onarılması için dinsel sembolizmanm yenilenmesi çağrısında bulunmaya başlamışlardır. Bu makul bir çağrıdır. Dinler topluma etik değerler sunarlar ve dolayısıyla toplumsal düzene katkıda bulu­ nurlar. Din, aynen devlet gibi, haklar, sorumluluklar ve görevler tesis eder. Ancak, yukarıda bahsedildiği gibi, post­modern çağda, inanç ol­ gusunun ağır bastığı din olgusu ile özgür ve öznel yorum yoluyla varıl­ mış bir yaşam özleminin ve biçiminin bağdaştırılması gerekmektedir. Post­modern çağda, heteronomi olarak adlandırılan, kişinin kendisi­ nin özgür ve öznel yorumlarından bağımsız olarak formüle edilmiş din buyruklarına gözü kapalı itaat etmesi genelde beklenemez. Otonomi olarak isimlendirilen, kişinin kendisinin özgür ve öznel yorumlarının dışında hiçbir normatif sistem ile temasta olmaması ise onu bir boşlu­ ğa sürükleyecektir ve bu durum düzeni kaos a dönüştürecektir. Bu durumun sonucu olarak, post­modern dünyada teonomi, yani bireyin özgür ve öznel yorumları ile dinin sunduğu normatif değerlerin örtüş­ mesi optimal çözüm olacaktır. 82 Eğer post­modern dünyada yaygın birey­din ilişkisinin teonomi olma­ sı gerekiyor ise, halihazır inanç sistemleri ne ölçüde bu tür bir birey­ din ilişkisine açıktırlar? Post­modern çağın bireyde yaratacağı özlem­ leri mevcut inanç sistemleri karşılayabilir mi? Şimdi, önce semavi ol­ mayan dinlere ve inanç sistemlerine kısaca değinerek sonra semavi dinleri daha ayrıntılı olarak ele alarak bu soruyu cevaplandırmak isti­ yorum. Bu çalışma da, dinler ve inanç sistemleri panoraması, değinilen inanç sistemleri ile sınırlı tutulmuştur. Görünür gelecekte de büyük kitlele­ rin, etik değerleri söz konusu dinler ve inanç sistemlerinde aramaya devam edecekleri tahmin edilmektedir. Böylece bir taraftan, pagan inanç dünyasını, diğer taraftan Yeni Çağ, Yeni Düşünce Hareketi, Te­ osofi, Antrosofi, Mormon İnanç Sistemi, Bilimcilik, Satanizm gibi gö­ reli olarak çok az sayıda taraftarı olan ve muhtemelen ileride de olacak yeni yenilikçi dinleri ve inanç sistemleri bu çalışmamn dışında bırakıl­ mıştır. SEMAVÎ OLMAYAN DİNLER VE İNANÇ SİSTEMLERİ Paganizmin yaygın olduğu dönemlerde birey, Tanrısı karşısında güçsüz idi. Birey­Tanrı ilişkisi, tüm tarih dönemlerinde böyle algı­ lanmamıştır. Bireyin Tanrı karşısında daha güçlü olduğu düşüncesi­ nin en etraflı irdelemelerine özellikle Eksen Çağının (İ.Ö. 800­200) fi­ lozoflarında rastlanır. Örneğin Eflatun, ruhun, aslından uzaklaşmış, bedene hapsolmuş ve çökmüş Tanrısallık olduğu savını ortaya atmış­ tır. Pisagor, bu ruhun canlandırılabileceğini düşünerek, ruhun ritüe­ lik arınma yoluyla özgürleşebileceğini ileri sürmüştür. Aristo'ya göre ise, ruhu canlandırılan insan, Tanrısal aklı da içeren bir küçük evren­ dir. Kökleri Eksen Çağından çok daha öncelere giden Hinduizm ve orijin­ leri Eksen Çağı ile örtüşen Budizm, Taoculuk ve Konfüsyüsçülük, ben­ zer anlayıştan hareketle bireyin özgür ve öznel yorumuna kapıyı ara­ lamışlardır. Hinduizm, herhangi bir öğretiyi bireye empoze etmekten kaçınmış ve hatta tek bir yorumun yeterli olmayacağını ileri sürmüş­ tür. Hinduizm'e göre, her bireyin içinde bir ebedi ilke­Atman­bulu­ nur. Atman, Tanrının dışsal bir gerçeklik ve dolayısıyla bir kaygı ve endişe kaynağına dönüşmesini önler. Böylece, Tanrı evrenden ayrı bir varlık olarak tahayyül edilmez. Birey kendi yaşamsal deneyimi­ anubhara­ile Tanrı'yı hisseder. Hinduizme atfedilen bir ifade ile, 83 '[Tanrı], sözcüklerle dile getirilemeyen ancak sözcüklerin dile geldiği, zihinle düşünülemeyen ancak zihnin düşünebildiğidir'. Böylece, kişi­ nin yazgısını kendisinin belirlediği anlayışını ifade eden karma dü­ şüncesine ulaşılır. Karma düşüncesi, zihnin güçlerini kontrol almayı gerektirir. Bu da, diğer aktiviteler meyanmda, özel bir konsantrasyo­ nu gerektiren yoga ile gerçekleştirilmeye çalışılır. "Dua ederim ki düşünce iyi düşünülsün" diyen Zerdüşt'ün dini ile Hinduizm arasında bu açıdan önemli bir benzerlik bulunmaktadır. Zerdüşt dininde de "aklın Tanrısallığından" söz edilmiştir. Budizm'de Tanrı imajı, dışsal bir gerçeklik olarak mevcuttur. Ancak birey, kendi yolunu kendi çizecektir. Nitekim Buda, yolunu takip edenlerin, kendilerini Tanrıya sığınma duygusundan kurtarmalarını istemiştir. Budizm, uyanma ve aydınlanma sonucu ulaşılan gerçekle­ rin başkalarına birer dogma olarak sunulmasına karşı çıkar. Bu­ dizm'de birey, uyanma ve aydınlanma yöntemini öğrenecek, kendi ça­ bası ile gerçekleri kendisi bulacak ve kendi yaşantısında onları sma­ yacaktır. Buda, Buda'lık yolunu herkese açık tutmuştur. Bireye, kur­ tuluşunu sağlamak için kendi dışında bir güç aramaması telkin edil­ miş, birey yaptıklarının sorumluluğu ile başbaşa bırakılmıştır. Zerdüşt dini, bu noktada da Budizm ile örtüşmektedir. Zerdüşt, "İn­ san, iyi ve kötüyü seçebilmek için serbest iradeye sahip olarak yaratıl­ mıştır" demiştir. Zerdüşt dininde, iyilik Tanrısı ile Kötülük Tanrısı savaş halindedirler. Bu savaştan, İyilik Tanrısı galip çıkacaktır. An­ cak bu zaferin kazanılabilmesi için, hür iradeye sahip olarak yaratıl­ mış olan insan iyilik Tanrısına yardımcı olacaktır. Taoizm de serbest iradenin önemini vurgulamıştır. Taoizm'de de, bi­ rey'e gerçeğin ne olduğu empoze edilmez. Tao felsefesindeki bir özde­ yişle, "Tao yol gösterici olabilir ama yol tek değildir". Taoizm'de birey, kendi iç dünyasından aldığı ilham ile gerçeğe ulaşacaktır. Bu husus Tao'cu düşünür Chang Tzu tarafından şöyle ifade edilmiştir: "Tao'nun yolunda yürüyen birey, anlamaktan ziyade yorumlamakla görevlidir". Lao Tse'nin yazdığı Tao­Te­Ching adlı Taoizm'in temel kitabında, basit kelimeler kullanılmış, cümleler çok kısa yazılmıştır. Maksat, değişik yorumları mümkün kılmaktır. Nitekim pek çok Batılı ve Çinli filozof Taoizm üzerine çok değişik yorumlar yapmışlardır. Ta­ oizm ayrıca, gerçeği aramada önyargılardan ve dogmatik yaklaşım­ lardan uzak durulmasını istemektedir. Şöyle denmektedir bu husus­ ta: 'Tutkusu olmayan gizliyi görür; tutkusu olan görüleni görür". 84 Konfüçyüs de öğretisinde, Tanrıya tüm alemi meydana getirme ve yö­ netme işlevi yüklememiştir. Konfüsyüs un taraftarı olduğu Çin düşüncesine göre, evreni Tanrı yaratmamıştır; evren kendi kendini yaratmıştır. Aynı düşünceye paralel olarak, birey de kendi gerçeğini kendisi öğrenecektir. Konfüçyüs, "Kişi bir çok değerli ilkeler öğrenmiş olabilir, fakat bu öğrendiği ilkeler onun kişiliğinin geliştiğini gös­ termez" demiştir. Konfüçyüs ayrıca, kişinin kendi gerçeğini kendisi­ nin öğrenmesi durumunda o gerçeği içselleştireceğine işaret etmiştir. Şöyle demiştir Konfüçyüs: "Bir kimse ödül almak için iyi oluyorsa ya da kötülükten korku ve ceza nedeni ile sakınıyorsa bu erdem değil­ dir". Serbest iradeye sahip oları birey'in en uç noktada ne yapabileceğini Şintoizm ifade etmiştir. Şintoizm'e göre, Şintoist olan kişi aynı za­ manda başka dinlere de mensup olabilir. Özetlemek gerekirse, semavî olmayan dinlerin ve ahlâk öğretilerinin, post­modern çağın özgür ve öznel yorum peşinde koşan bireylerinin ih­ tiyacını karşılayabileceği ve aynı zamanda düzenin sürdürülmesine katkı sağlayabileceği ve bu nedenden dolayı post­modern çağın birey­ lerinin semavi olmayan dinlere ve inanç sistemlerine meyledebilecek­ leri düşünülebilir. Nitekim, zaman zaman, Batı dünyasının iyi bilinen şahsiyetleri Buda yahut Tao yolunu denemektedirler. Bu husus bizi şu soruya getirmiş olmaktadır: Semavî dinler de, post­modern çağda semavî olmayan dinler ve inanç sistemleri gibi işlevsel olamazlar mı? Şimdi bu konu ele alınacaktır. ÜÇ SEMAVÎ DİN: MUSEVİLİK­HIRİSTİYANLIK­MÜSLÜMANLIK Semavî dinlerde birey­Tann ilişkisinin üç şekil aldığı söylenebilir. Bi­ rincisinde, Tanrı bireye dışsal bir konumdadır. Tanrı bireyi yaratmış­ tır. Bireye kesinlikle uyması gereken emirler verir. Bireyin, dinini na­ sıl yaşayacağı konusunda bir takdir hakkı yoktur. Çünkü birey, Tanrı nazarında zayıf bir varlıktır; iyiyi kötüden ayıramaz. Birey bakımın­ dan Tanrı da korkulan bir varlıktır. Yukarıda kullanılan heteronomi sözcüğü bu durumu en iyi ifade eden deyimdir. İkincisinde, Tanrı yine dışsal bir konumdadır. Tanrı yine bireyi yaratmıştır. Ancak Tanrının birey hakkındaki düşünceleri olumludur. Bireyin, iyiyi kötüden ayı­ rabileceğini düşünür. Kendisine özgün nitelikler kazanabileceğini dü­ 85 şünür. Ona, dinini nasıl yaşayacağı konusunda takdir hakkı tanır. Bi­ rey de Tanrısından korkmaz; bilakis O'nu sever. Bu durumu en iyi ifa­ de eden deyim pananteizmdir. Üçüncüsü, birey­Tanrı birliğidir. Tan­ rı bireye içsel bir konumdadır. Tanrı bireyi yaratmamıştır. Birlikte meydana gelmişlerdir. Birey, Tanrı'dan ayrılan bir parçadır. Binae­ naleyh daha baştan Tanrısal bir varlıktır. Birey daha da yetkinleşe­ cek, Tanrı ya dönecek ve Tanrının daha da yetkinleşmesini sağlaya­ caktır. Diğer bir deyişle birey Tanrıya yaratma sürecinde ortak ola­ caktır. Yetkin bireyin her konuda Tanrı kadar takdir hakkı buluna­ caktır. Bu durumu en iyi ifade eden deyim panteizm'dir. Şimdi, semavî dinleri inceleyerek bu dinlerde birey­Tanrı ilişkisinin pananteist ve/veya panteist biçimler alıp almadığı, binaenaleyh bu dinlerin saliklerinin dinlerini nasıl yaşama hakkına sahip olup olma­ dıkları ve dolayısıyla bu dinlere mensup bireylerin kendi kimliklerini ve hayat tarzlarını kendilerinin tayin etme hakkı ile donanıp donan­ madıkları konularında fikir sahibi olabiliriz. MUSEVİLİK Museviliğin geniş kitlelere sunulduğu ilk biçiminde, insanın Tanrısı ile ilişkisi heteronomik anlayışla ele alınmıştır. Eski Ahide göre, Tan­ rı Yahova, insanı çamurdan şekillendirmiştir. Binaenaleyh insan, dünyevi, dayanıksız ve zayıf bir varlıktır. Tanrı, Sina Dağında Hz. Musa'ya bir volkanik patlamanın arkasından bir an için görünmüş ve Israiloğularc ondan uzak durmak zorunda kalmışlardır. Hz. Musa'nın tebliğ ettiği 10 Emir" den üçüncüsü, "Allahın Rabbin ismini boş yere ağza almayacaksın; çünkü Rab ismini boş yere ağza alanı suçsuz tut­ mayacaktır" (Çıkış, 20/7; Tesniye, 5/11) hükmünü getirmiştir. Muse­ vi Tanrıbilimcilerden Musa bin Meymun'un kaleme aldığı dinsel ku­ rallara göre de, Tanrı asla temsil edilemez. Söz konusu dinsel kural­ lar, yukarıdan aşağıya indirilmiştir. Musevi Tanrıbilimine göre, Hz. Musa tek başına yukarı çıkmıştır ve orada kendisine Kanun Tabletleri verilmiştir. Musevi Tanrısına inananlar bu Emirlere sorgusuz sualsiz uyacaklardır. Hz. Musa, toplumsal düzen kurucusu olarak toplum üzerinde kesin otoriteye sahiptir. Musevilik ile ilgili, panteist­pananteist karışımı bir anlayış da bulun­ maktadır. Bu görüşe göre, evvelce, Antik Mısır'da Osiris Mabedi Kut­ sal Katibi olan Hz. Musa, yazılarında sadece inisiyeler tarafından an­ laşılabilecek ve Ibraniler tarafından bilinmeyen hiyeroglif alfabesini 86 kullanmıştır. Bu durumun sonucu olarak, Hz. Musa'dan 800 yıl sonra yaşayan Kalde'li Baş Rahip Ezra, Hz. Musa tarafından İbranilere an­ latılanların aksine varoluşu değişik yorumlamış ve Tanrının tüm ale­ min yaratıcısı olduğu tezini savunmuştur. Bunun sonucu olarak Tan­ rı, kişiye uzak, dışsal bir gerçeklik olarak algılanmıştır. İkinci Mabed'in yıkılması ve yaşanan yeni bir sürgün felakatinden sonra ise Museviler, dünyevi hayatın acımasızlığını daha yakından hissetmişler ve kendi aralarında kendileriyle birlikte yaşayan bir Tanrının arayışı içinde olmuşlardırlar. Müşfik bir Tanrı tarafından sarmalanmak istemişlerdir. Bunu sonucu olarak, önce Tannaim adlı Hahamlar grubu daha sonra Amoraim adlı Hahamlar grubu, Tanrı hakkında hiçbir formel öğreti oluşturmamışlardır. Sina Dağının etek­ lerinde dolaşan her İsrailoğlunun, Tanrı'yı kendi ihtiyaçlarını karşı­ layacak, kendi özgül tarzına uygun düşecek tarzda algılayabileceğini ileri sürmüşlerdir. Giderek, Hahamların Tanrı için sıkça kullandıkları isimlerden birisi, İbranice'de ikamet etmek anlamına gelen şakan 'dan türetilmiş olan şekina olmuştur. Hahamlar artık, Tanrı'yı kendilerinin her hareketi­ ni yukarıdan izleyen bir Büyük Birader olarak düşünmemekte, bunu yerine her insanın içine bir Tanrı düşüncesi yerleştirmeye çalışmakta idiler. Artık, şeriat, İsrail kavminin yüreklerinde olacaktı (İşaya, 51/7). Bu Hahamlara göre, bir insana hakaret etmek, insanları kendi sure­ tinde yaratmış olan Tanrı'yı inkar etmek anlamına geliyordu. Bu ne­ denden dolayı, cinayet, en büyük suç ve günahtı. Artık İsrail kavmi ile İsrail Tanrı'sı arasında aktedilmiş olan Ahit farklı bir şekil alıyordu. "Yüreğin düşünceleri insanındır" hükmü getiriliyordu (Süleymanm Meselleri, 16/1). Böylece Musevilik, giderek pananteist bir biçim al­ mıştı. Nitekim Eski Ahit, tüm yaratılanlar arasında arasında yalmzca insa­ nı, Tanrının imajında yaratılmış bir nesne olarak tanımlamaktadır. Ve Tanrının, insanın bu hususu kavramasına izin verdiğini belirt­ mektedir. Şimdi, "İri yürekli adamlar Rabbe mekruhturlar; fakat yol­ larında kâmil olanlardan razı" olmalı idi Rab. (Süleymanm Meselle­ ri, 11/20). Şimdi Rab salt emir vermemekte, "basiret ve akıl" vermekte idi (I. Tarihler, 22/12). İnsanın Tanrının imajında yaratılması iki anlama gelmektedir. Biri, Tanrının davranışları ile ilgilidir. Hahamlar, Tanrının bazı davra­ 87 nışlarmın­örneğın kızgınlık ile, öç alma saikiyle veya kıskançlık için­ de yapılan davranışlarmm­insanlar tarafından taklit edilme zorunlu­ ğu olmadığını belirtmişlerdir. İkincisi, Tanrının niteliği ile ilgilidir. İnsan, Tanrının hangi niteliklerinin kendinde de bulunması gerekti­ ği konusunda kafa yormalıdır. Örneğin, insan, Tanrının hayatında kaderin rol oynadığına inanmalı ve binaenaleyh kendi hayatının da son kertede kadere bağlı olduğu düşünmeli midir? Bu soruya verilen cevap şudur: İnsan, Tanrı gibi yaratıcı olabilir. Tanrı ve insanın pay­ laştığı niteliklerden biri de akıldır. Akıl, iyiyi kötüden ayırmayı müm­ kün kılar. Tanrı insana ayrıca tahayyül etme kabiliyeti vermiştir. (I. Krallar, 3/14, 28; II. Tarihler, 1/12). Bu nedenden dolayı insan, ortak yaratıcı rolü oynamalı ve Tanrının büyük sanat eseri olan insanı ta­ mamlamalıdır. İnsan, sadece Tanrının eserini değil kelamını da ta­ mamlamalıdır. İnsan, Tanrıyı sadece taklit etmekle kalmamalı, Tanrı gibi olmalıdır. İnsan imitatio Dei aşamasından imago Dei aşa­ masına geçmelidir. O aşamada, şu hükümler geçerli olacaktır: "Ne mutludur o adam ki, ... gece gündüz [Rabbınının] şeriatini derin dü­ şünür" (Mezmur 1); "insan yüze bakar, Rab yüreğe bakar"{1. Samuel, 16/8). Musevilikte, Hz. Musa'nın öğretisini yorumlayan Essener'lerin eseri olan ve Tevrat'ın ezoterik versiyonunu teşkil eden Kabala taraftarları ise, Museviliği Panteist bir görüşle yorumlamışlardır. Tevrat, Tan­ rı'nm tüm alemin yaratıcısı olduğunu ve binaenaleyh Yaratan­Ya­ ratılan ikiliğini savunurken Kabalacı öğretinin iki önemli kaynak ki­ tabı aksi görüşü serdetmişlerdir. Bu kitaplardan Sefer­ha­Yetsrah, evrenin tanrısal varlıktan sudur ettiğini, halen onu içinde yüzdüğünü ve ona döneceğini, Sefer­ha­Zoher ise, insan ruhunun Tanrı'mn bir parçası olduğunu ve tekamül ederek yine O'na döneceğini ifade etmiş­ tir. Kendilerini, mistik metinlerdeki meseleleri yorumlama sanatına ada­ yan Kabalistler, bekleneceği gibi, Tanrının kelamını muhtelif şekil­ lerde algılamışlardır. İlk Musevi mistik metinlerinin en önemlisi, be­ şinci yüzyılda yazılmış olan Sefer Yezirah'dır. Sefer Yazirah ve benze­ ri mistik metinlerdeki açıklamalar tamamen simgeseldir. İbrani alfa­ besinin her harfine bir rakam değeri verilmiştir. Harfler bir araya ge­ tirilerek sonsuz bileşimler yapılabilirdi. Bu durum, metni okuyanın zihninde Tanrının ve kelamının sonsuz imgelemlerini (imajları) oluş­ turabilirdi. Burada, en etkili Kabalacı metin olan Zohardan da bah­ setmek gerekir. Bu mistik romanının yazarı Leon'lu Musa, okuyucuya 88 Tanrının her kişiye tekil ve kişisel vahiyde bulunduğu mesajını ver­ mektedir. HIRİSTİYANLIK Hz. İsa, Hz. Musa'nın öğretisinin Ezoterik yönünü bünyesinde barın­ dıran Essener'ler arasında dünyaya geldi. Hz. İsa daha sonra, Tibet'e gitti ve orada Naacal ezoterizmini öğrendi. Tibet'ten dönüşünde ken­ disini 'Tanrını Oğlu ilan etti. İsa Peygamberin iki tür öğretisi vardı. Bunlardan birincisi halka açık olanı, diğeri ise sadece havarilerine aktardığı gizli öğreti idi. Halka açık öğreti, sevgi esasına dayanan ahlaki içerikli bir öğreti idi. Örne­ ğin, Hz. İsa halka şöyle sesleniyordu: "Kardeşinin gözündeki saman çöpünü görürsün de kendi gözündeki merteği görmezsin. Oysa kendi gözündeki merteği çıkartınca, kardeşini, gözündeki saman çöpünden kurtarmak için daha iyi görürsün. Kardeşini, gözünün bebeği gibi sev." (Luka, 7/41­42). Havarilerine mesajı ise ezoterik nitelikte idi. Havarilerine şöyle diyordu: "Allah'ın melekutunun sırları size veril­ miştir; fakat dışarıda olanlara herşey meseller ile oluyor; ta ki bakan­ lar bakıp görmesinler ve işitenler işitip anlamasınlar" (Markos, 4/11­ 12). Hz. İsa arkasında yazılı bir kitap bırakmamıştır. Dolayısıyla, Hz. İsa'nın halka dönük, basite indirgenmiş öğretisi zamanla aslından çok şey yitirmiş, bünyesine bir çok hurafe girmiştir. Bu Hıristiyanlığın he­ teronomik biçimidir. II. yüzyılın sonundan itibaren, kendilerini din ve partiler üstü bir ko­ numa yerleştiren ve tüm düşüncelerin içsel anlamlarını araştıran Gnostikler, Hıristiyanlığın tekrar ezoterizme dönüşünü sağlamışlar­ dır. Nitekim III. yüzyılın başlarında, Hıristiyanlığa taraftar toplama yöntemi ezoterik boyut kazanmıştır. Bu yıllarda, her potansiyel üye başlangıçta Harici kabul ediliyordu. Rahipler, aday üzerinde karar kılmadan önce davranışlarını ciddi şekilde incelerlerdi. Sadece, ma­ nevi yönü gelişmiş seçkin kişiler Hıristiyanlığa kabul edilmeye çalışı­ lırdı. Pavlus, "Bir bedende çok azamız olup bütün azanın işi aynı ol­ madığı gibi böylece biz çok olup Mesih'te bir bedeniz ve her birimiz di­ ğerlerinin azasıyız. Ve bize verilen inayete göre farklı mevhibelerimiz vardır" (Romalılara, 12/4­6.) diyor ve ekliyordu: "Mesihin kendi bede­ ni olan kilise uğrundaki sıkıntılarından eksik olanları tarafımdan, bedenimden tamamlıyorum" (Koloselilere, 1/24). Pavlus, ayni şekilde 89 henüz "cismani olmayanları kadir" bulmuyordu (I. Korintoslulara, 3/2­3) ve "Her şeyi temyiz edin, iyi olanı sıkı tutun" (I. Selaniklilere, 5/21) diyordu. Birlikte yenen kutsal yemekte, Hıristiyanların hem birbirleri ile hem de Tanrı ile yakın ilişkiler kurdukları düşünülürdü. Birbirleri ile kurdukları yakın ilişkilerden amaç, Tanrıya ulaşmak amacını taşırdı. Antakyalı İsak Efeslilere, "Eğer bir kimse Allahın mabedini bozarsa, Allah onu bozacaktır; çünkü Allah'ın mabedi mu­ kaddestir; o mabet sizsiniz" (I. Korintoslulara, 3/17) demişti. Aynı çiz­ gide Pavlus eklemişti: "Eğer bir uzuv elem çekerse, bütün aza beraber elem çeker; eğer bir uzuv şeref bulursa, bütün aza beraber sevinirler. İmdi siz Mesih'in bedeni, ve ayrı ayrı azasısınız" (I. Korintoslulara, 12/26­27). Hıristiyanlıkta, panteizm ile panenteizm içice geçmiş durumdadır. Hıristiyanların, hem birbirleri ile hem de Tanrı ile temasta bulunduk­ ları düşüncesi, Hakikate göksel vahiy [Pananteizm] artı içsel uyan­ ma [Panteizm] ile varılacağı varsayımının sonucudur: "İmdi nedir, kardeşler? Toplandığınız zaman her birinin mezmuru var, talimi var, vahyi var, tercümesi var" (I. Korintoslulara, 15/26). Hıristiyanlığın Baba­Oğul­Kutsal Ruh Üçlemesi bu varsayımla ilintilidir. Kutsal Ruh, Babanın soluğudur; Onun Tanrısal Söz'üne eşlik eder­tıpkı ne­ fesin insanın konuşmasına eşlik etmesi gibi: "Biz dünyanın ruhunu değil, ancak Allah'tan olan ruhu aldık" (I. Korintoslulara, 2/9­10. Kutsal Ruh, Tanrının özü olan sevgi yüklüdür. Baha'sından sudur et­ miş olan Oğul (Hz. İsa) yetkinleştikçe [Panteizm], Kutsal Ruh O'nun için yerleşir [Pananteizm]: "Beni Babam gönderdi, ben dünyanın ru­ huyum (Yuhanna, 8/12, 16). Tamamen yetkinleşen Hz. İsa ['Ben ve Baba biriz" (Yuhanna, 10/30); "Babamın bende, benim de Babamda olduğumu bilip anlayasınız (Yuhanna, 10/38)], Baha'sına döner, yani Tanrı katında Baba'sımn yanında yerini alır. Hz. İsa, Tanrının kendi­ sini insanda tümüyle ifade etmesinin bir örneği, yani Mesih, olmuştur artık. Hıristiyanlıkta Vaftiz Töreni, aynı süreci temsil eder. Bu tören­ de su, negatif enerjiden arınmayı, ekmek, içsel potansiyelin harekete geçmesini, şarap ise ilâhi kelam ile irtibat kurmayı sağlar "Yıkandı­ nız, takdis olundunuz. Rab İsa Mesih'in isminde ve Allah'ımızın Ruh'unda salih kılındınız (I. Korintoslulara, 6/11). Geçerken belirte­ lim ki, birçok Müslüman tasavvuf erbabı da, Hz. İsa'ya, "batini yaşa­ mın peygamberi" olarak saygı duymuşlardır. Örneğin Mevlana, İsa Peygamberin, Bakire Meryem'den doğuşunu, ruhun mistiğin kalbin­ de yer etmesinin simgesi olarak" görmüştür. 90 Hz. İsa'da çeşitli sözleri ile bu yetkinleşme sürecine değinmiştir. "Göklerin melekutu sizin içinizdedir" (Luka, 6/40) diyen İsa Peygam­ ber herkesin içsel uyanma yeteneğine sahip olduğunu ifade etmiştir. İsa Peygamber, "Sen ey kör Ferisi, önce bardağın ve çanağın içini te­ mizle ki dışı da temiz olsun" (Matta, 23/26) ve Pavlus, "Eski mayayı kaldırın, ta ki mayasız olduğunuz gibi, yeni hamur olasınız" (I. Korin­ toslulara, 5/7) ikazları ile dışsal itaatten içsel uyanmaya dönmek ge­ rektiği hususu üzerinde durmuşlardır. Bunu neden önemli olduğu hu­ susuna şu şekilde açıklık getirilmiştir: "Bedenin düşüncesi ölüm, fa­ kat Ruh'un düşüncesi hayat ve selamettir.... Eğer Allah'ın Ruh'u sizde duruyorsa, siz bedende değil, fakat Ruh'tasınız.... Bir kimsede Me­ sih'in Ruh'u yoksa o adam Mesih'in değildir. Eğer Mesih sizde ise, be­ den günahtan dolayı ölüdür, fakat ruh salâhtan dolayı hayattır. Al­ lah'ın Ruhu ile sevkedilenlerin hepsi Allahın oğullarıdır" (Romalıla­ ra, 8/6, 9, 10, 14). Bu süreç birkaç hayat alacaktır: "Bir kimse yeniden doğmadıkça Allahın melekutunu göremez" (Yuhanna, 3/3). Ancak 'arayan bulacaktır' (Matta, 7/7). Hıristiyanlık da, kendi Cennetlerini kendileri yapacak olan inanan­ larına doğal olarak takdir hakkı tanımıştır. Hıristiyanlık'ta, İsa Pey­ gamber dahil, Tanrı'dan sudur eden ve dolayısıyla tanrısal nitelikler veya hiç değilse potansiyel taşıyan insanlardan hiçbiri diğerine üstün değildi. Hepsi eşitti. Nitekim, İsa Peygamber Havarilerinin ayakları­ nı yıkamıştı (Yuhanna, 13/5). O bunu, o diğer varlıkların ÖZ'üne duy­ duğu saygıdan ötürü yapmıştı. Martin Luther'in (1485­1546), Roma Kilisesini protesto etmesi ile beraber ortaya çıkan ve Tanrı ile inanan arasında aracılığı reddeden, her inanan Hıristiyanm rahibinin bizzat kendisi olduğunu ileri süren Protestanlık, cüz­i iradeyi Hıristiyanlık­ ta kurumlaştıran bir reform hareketi oldu. Luther'e göre, en üst dini otorite Kutsal Kitap idi ve her Hıristiyan onu kendisi yorumlayabilir­ di. Protestanlığın ana kolu olan Kalvin'ci görüşte de, insanın günahların­ dan arınmasının iman yolu ile sağlanabileceği ve bunun için tek reh­ berin Kitab­ı Mukaddes olduğu görüşü hakimdi. Ancak Kalvin'ci teo­ lojide, bu dünya Tanrının düzenlediği bir düzendi ve insanların bunu değiştirmeleri mümkün değildi. Kalvin'ci Tanrı Bilimine göre, insan­ ların kendi iradeleri ile Kurtuluşa ermelerine imkan yoktu. Kurtula­ bilecek olanlar, Tanrı tarafından seçilmiş bir azınlık olup bunlar "alınyazıları" öyle yazılmış Hıristiyanlardı. 91 Kalvin'cilik bir süre, bütün Protestanlığa sirayet eden bir dogmatik yaklaşım niteliği kazandı. Onsekizinci yüzyılda, kişisel ahlâkı inan­ cın temel öğesi sayan dindarlık (pietism) ve aydmlanmacı rasyona­ lizmin gelişmesi ile Protestanlık tekrar liberal özüne avdet etti ve ki­ şiye özel (privatized) bir din oldu. Protestanlığın kazandığı bu liberal karakter, dinsel sembol, anlam ve tutumları özel hayat ile ilintilendir­ di. Kişi diğer alanlarda da, kişisel dininin gereklerine göre hareket edebilme serbestisi kazandı. MÜSLÜMANLIK Musevilik ve Hıristiyanlık gibi İslam dini de, Hz. Muhammed'in ölü­ münden sonra bir yozlaşma dönemine girmiş ve giderek büyük ölçüde Kur'an dini olmaktan çıkmıştır. Arap­Emevi müdahalesi ve daha son­ ra ortaya çıkan yüzlerce mezhep, İslam dinini çok çeşitli yönlere çek­ mişlerdir. İslâmm yozlaşması, dinde (1) hurafenin (tabiat kanunlarına, bilime, akla, vahyin verilerine ters düşen inançların) ortaya çıkması, (2) bid'at'm ( K u r a n d a olanı gözardı etmenin ve K u r a n d a olmayana iti­ bar etmenin) yayılması, (3) Allah'ın rızası ve saygınlığının yerine siya­ sal hırs ve çıkarın ikame edilmesi ve (4) Rableştirme (Allah'a ortaklar getirme) biçimlerinde ortaya çıkmıştır. Konumuz bakımından özellikle önemli olan Rableştirmedir, çünkü bi­ rey ile Tanrısı arasına mesafe konulur; bireyin, İslamı kendi anlayışı­ na uygun olarak yaşaması engellenir. Bu K u r a n İslâmma aykırıdır, çünkü Tanrıya ortaklığa soyunanlar (mezhep imamları, tarikat lider­ leri, bazı siyasal şefler ve benzerleri), İslâmm, "La ilahe illallah" (Al­ lahtan başka ilah yoktur) Kelime­i Tevhidini gözardı ederler ve dinin sadece onların dediklerinden ve yazdıklarından ibaret olduğunu ileri sürerler. Böylece, diğer inananların kendi öznel din anlayışına ve do­ layısıyla cüz­i iradeye sahip olamayacaklarını ima ederler. Kur'an sözkonusu "şirk" fiiline izin vermez. Bu konudaki âyetlerden bazıları şunlardır: 'Sizin ilâhınız tek bir ilâhtır. Ondan başka ilâh yoktur' (Ba­ kara, 2/163), "İşte Rabbınız olan Allah budur. Yalnız O'na kulluk edin" (Yunus, 10/3); "Allahı bırakıp da birbirimize kulluk etmeyelim" (Al­i İmrân, 3/64); 'Allah'ı bırakıp da yalvarıp durdukları şeyler şefaat edemeyecektir. Ancak bilerek Hak'ka şahitlik edenler müstesnadır' (Zuhruf, 43/86); "Ey Rabbımız. Onları şirkte iyice temizleyecek bir pey­ gamber gönder" (Bakara, 2/129). 92 Rableştirme konusu bizi, Müslümanlık'da birey­Tanrı ilişkisine getir­ miş olmaktadır. Kur'an'da pek çok âyet'de Allah'tan 'Yaratan' diye söz edilmektedir. Giderek Allah, sadece dışsal bir varlık olarak değil aynı zamanda emredici ve hatta cezalandırıcı bir varlık olarak sunulmak­ tadır. Örnek bir âyet Bakara 2/28'dir: "Ey insanlar! Sizi ve sizden ön­ cekileri yaratan Allah'a kulluk edin ki cezadan sakınabilesiniz'. 'Sizi çamurdan yaratan ve sonra size bir ecel tayin eden Allah'tır" (En'am, 6/2) ve "Yalnız sana kulluk eder, yalnız senden sakınırız" (Fatiha, 1/5) şeklindeki âyetler de aynı şekilde yorumlanabilir. Bu heteronomik çizgi, Müslümanlığın genel karakteristiği midir? Böyle bir sonuca varmak isabetli olmaz. İslâm'ın affedici ve merhametkâr Allah'ının aslında kullarını cezalandırmada ne kadar isteksiz olduğunu şu âyet göstermektedir: "Rasulum! Onlar iman et­ miyorlar diye neredeyse kendini mahvedeceksin. Eğer dileseydik on­ lara gökten bir mucize indirirdik de ona boyun eğmekten başka çarele­ ri kalmazdı" (Şuara, 26/3­4). Bu nedenden dolayı, Kur'an'da bırakı­ nız Panenteizmi, Panteist çizgide yorumlanabilecek mesajların da bu­ lunması şaşırtıcı değildir. K u r a n a göre Allah, gök kadar yer'i de hik­ metle donatmıştır: "Gök ve yeri hak ve hikmetle yaratan Allah'tır" (En'am, 6/89). Bu demektir ki, kullar, hikmet ile donatılmaya çalışıl­ mıştır: "Onlar kendilerine, kitap, hikmet, hüküm ve peygamberlik ver­ diğimiz kişilerdir. Şimdi Kureyş bunları inkar ederse, onları inkar et­ meyecek bir toplumu getiririz" (En'am, 6/89). Hikmet, önce Peygam­ berin sonra kulların kalplerine yerleştirilmiştir: "Rasulum! Cebrail'e düşman olanlara söyle: Müminler için hidayet ve müjde olarak Al­ lah'ın izni ile senin kalbine Kur 'an 'ı indiren odur" (Bakara, 2/97); "Allah, insanın kendisi ile kalbi arasına girer" (Enfâl, 8/24); 'Biz [Kur'ani] senin kalbine iyice yerleştirmek için böyle parça parça indir­ dik ve onu tane tane okuduk' (Furkan, 25/32). Kullarının kalbine hik­ meti yerleştiren Allah, artık "kullarına şah damarlarından daha ya­ kındır" (Kaf, 50/16). O, "nefislerinin kullarına neler fısıldadığını bi­ lir" (Kaf, 50/16; Bakara, 2/74). O bilir ki, "gözler kör olmaz; esas kör olan göğüslerdeki kalplerdir" (Hacc, 22/46). O farkındadır ki, Kureyş­ liler Allah'ın hikmetini temessül etmeye istekli olmamışlardır. Bu yüzden onların "kalpleri üzerine mühür vurulfmuştur]. Artık onlar anlamazlar" (Tevbe, 9/87). Buna karşılık müminler, o ilâhi hikmeti temessül etmeye isteklidirler. İslâmı kabul edenler Allahtan razı ol­ muşlardır; Allah da onlardan razı olmuştur (Tevbe, 9/100). Allah, ilâhi hikmetini temessül edenlerin kendisine döneceklerini bilir: "Onlar, Rablerine kavuşacaklarına ve ancak O'na döneceklerini iyi bilirler' 93 (Bakara, 2/46); "O sabredenlere bir bela geldiği zaman, "Biz Allah'ın kullarıyız, yine O'na döneceğiz derler'" (Bakara, 2/156); 'Sonunda dö­ nüşünüz banadır' (Âl­i İmrân, 3/55). Onların kendisine dönmelerini Allah açıkça ister: 'O senden sen de O'ndan razı olarak Rabbine dön' (Fecr 89/28). Ve Allah, ruhun ölümsüzlüğünü ima eder: "Allah yolun­ da öldürülenlere "ölüler" demeyin. Hayır onlar diridirler, fakat siz an­ lamazsınız" (Bakara, 2/154). Kullar da Allah'larına döneceklerini bi­ lirler: "Onlar, Rablerine kavuşacaklarına ve ancak O'na dönecekleri­ ni iyi bilirler" (Bakara, 2/46). İslâm'ın bazı mezheplerinde ise saf panteist görüşe rastlanır, Örne­ ğin, Şiiliğin bir kolu olan ve Anadolu'da yerleşmiş bulunan Aleviler'e göre Allah'ın en büyük vahiyi, doğa ve düşünen insandır. Alevi inan­ cın örgütlenme biçimi olan Bektaşilikte, gerçek ibadet, insanın düşün­ celerini bizzat kendi üzerinde yoğunlaştırmasıdır. İnsanın kendi var­ lığını düşünmesi, ruhun tekamülünü sağlayabilecek ve birey yetkin insan olabilecektir. Bektaşiliğin son mertebesi olan Babalıkta, birey Tanrıyı içinde hissedecek, Tanrısal ruhu görecek, Tanrısal ruh içinde erimek için Tanrı'ya yakınlaşacak ve Tanrı ile vahdet­i vücut olacak­ tır. Panteist öğretinin bir başka örgütlenme biçimi Ahiliktir. Ahilik mensuplarından destek gören Mevlana Celaleddin Rûmi, Tanrı için söyle demiştir. Hep odur var olan da yok olan da Odur kaynağı acının da kıvancın da Yok görecek göz sende yoksa görürdün Yalnız O var, baştan aşağı senin varlığında "Enel Hak" diyen İslâm filozofu Hallacı Mansur'a göre, gerçek "Tek­ liktir. Çokluk, tekliğin değişik biçim ve nitelikteki yansımalarıdır. Şu dörtlük bir başka İslâm filozofu Ömer Hayyam'a aittir: Dün özledim de seni, coştum birden bire Çıktım, Senin yerin dedikleri göklere Bir ses yükseldi ta yukarıdan, yıldızlardan "Gafil" dedi, "Bizde sandığın Tanrı sende" Bazı Müslüman din bilginleri, Kur'an'daki âyetlerin ancak yüzde onu­ nun Vahdet­i Vücut görüşüne paralel, yani Panteist, âyetlerden oluş­ tuğunu, geri kalan âyetlerin büyük bölümünün ise Çift Kutuplu Ulu­ hiyet görüşü doğrultusunda, yani Pananteist, âyetlerden mürekkep 94 olduğunu ileri sürmüşlerdir. Söz konusu nazariyeye göre, K u r a n ı n Pananteist yöndeki âyetleri incelendiğinde Müslümanlıktaki birey­ Tanrı ilişkisi konusunda şöyle bir sonuca varılabilir: İnsan, Allah'ın yardımı ile ve vahyin öğrettiklerine dayanarak kendisindeki ilâhi ya­ nı keşfeder ve nazarî ve amelî kemali elde etmek için büyük bir cehit içine girer. Nefsinin bayağı güçlerini hakimiyeti altına alır. Sonunda öyle bir kemal noktasına gelir ki, beşerî imkânların elverdiği ölçüde, kendisinde ilâhi sıfatların gerçekleştiğini hisseder. Nereye baksa Al­ lah'ın yüzünü görür. Beşerî irade ile ilâhi irade arasındaki gerginlik kaybolur. Allah ile kulu arasında ayniyeti değil benzerliği vurgulayan pananeist görüş, Kur'an'daki, Allah'ın kuluna belli inanış ve davranış biçimleri­ ni empoze etmeyeceği mealindeki şu âyetlerde ifadesini bulmaktadır: "Benim yaptıklarım benim sizin yaptıklarınız sizindir. Siz benim yap­ tıklarıma uzaksınız; ben de sizin yaptıklarınıza uzağım" (Yunus, 10/43); "Kim hidayeti kabul ederse sırf kendi lehine hidayete ermiştir. Kim de saparsa o da kendi aleyhine sapmıştır. Ben sizin üzerinizde ve­ kil değilim" (Yunus, 10/108); 'Muhakkak ki size Rabbmız tarafından hakkı gösteren deliller gelmiştir. Kim onları kalb gözü ile görürse ken­ di lehinedir. Kim de körlük ederse kendi aleyhinedir. Ben sizin üzeri­ nizde muhafız değilim' (Enam, 6/104); 'Dinde zorlama yoktur' (Baka­ ra, 2/256). Hz. Muhammed de bir Hadisinde, "Sizler dünyanızın işle­ rini daha iyi bilirsiniz" demiştir. (Hz. Muhammed'in sözü.) İnsanin Tanrı'dan südûr ettiği ve dolayısıyla insanın doğuştan tanrı­ sal özelliklere sahip olduğu, görüşünü reddeden, aksine insamn doğuş­ tan Tanrısal özelliklere sahip olmadığını fakat giderek Tanrısal özel­ likler kazanarak ona benzeyeceği noktasından hareket eden Panante­ ist görüş, Kur'an'daki âyetler ve Hz. Muhammed'in bazı Hadisleri ta­ rafından desteklenmektedir. "Vay haline o namaz kılanların ki gaflet içindedirler, onlar gösteriş yaparlar" (Mâ_n, 107/4­7) şeklindeki âyet, Tanrısal özellikleri edinmek konusunda cehit gösterilmemesini kına­ maktadır. Hz. Muhammed'in Hadislerinden bazılarının Allah tara­ fından Peygambere söylendiğine inanılır. Bu Hadis­i Kudsi'lerden bi­ ri, nazarî ve amelî kemali elde etmek için büyük bir cehit sarfeden bir Müslüman'da Tanrısal sıfatların nasıl giderek tecelli edeceğini anla­ tır. Allah'ın kelamını aksettiren söz konusu Hadis şöyledir: 'Kulum bana nafile ibadetler ile de durmadan yaklaşır. Nihayet onu severim. Bir kere de onu sevdim mi artık ben o kulumun işiteceği kulağı, görece­ ği gözü, şiddetle kavrayacağı eli ve yürüyeceği ayağı olurum'. (Hz. Mu­ hammed'in sözü). Kudsi olmayan bir Hadisinde de Hz. Muhammed, 95 söz konusu Tanrısal sıfatların nasıl tecelli ettiğini anlatır: "Evin damı ansızın yarıldı. Cebrail geldi. Göğsümü açtıktan sonra zemzemle yı­ kadı. Sonra hikmet ve iman dolu bir altın tas getirip kalbime boşalttı ve göğsümü kapattı". (Hz. Muhammed'in sözü) Bilindiği gibi Müslü­ manlıkta Cebrail, vahiy getiren Kutsal Ruh olarak tanınır; Cebrail, Allah'ın insanlar ile iletişim kurma aracıdır. Panenteist Müslümanlık da, bireye kendi öznel dinini yaşama imkânı tanımaktadır. Kuran' daki bir âyet'de şöyle denmektedir: "Kitabı sa­ na indiren odur. O'nun âyetlerinden bir kısmı muhkem (manası açık tır, diğerleri ise müteşabih (manası kapalı) dır.... Bunları ancak aklı selim sahipleri düşünüp anlar" (Âl­i İmrân, 3/7). Muhkem âyetler, Kuranin dörtte birini teşkil eder. Geri kalan âyetlerin büyük bölümü, müteşabih âyetlerdir. Birinci kategori âyetler, Müslümanlığın niteli­ ği ve amaçları ile ilgilidirler; ikinci kategori âyetler, o amaçları yerine getirmek için neler yapılması ve yapılmaması ile ilgili hükümlerdir. Dolayısıyla, ikinci kategori âyetler, bireyin dinini nasıl yaşayacağına dair âyetlerdir .Ayrıca Müslümanlık, "tegayyürü zaman", yani zama­ nın değişmesi, ile "tahavvül­ü ahkâmın", yani hükümlerin değişece­ ğini, kabul eder. Hz. Muhammed bir Hadisinde, "Zaman sana uymaz, sen zamana uy" demiştir (Hz. Muhammed'in sözü). Hernekadar Allah kullarına, "Sizin yaptıklarınız sizin benim yaptık­ larım benim" diyorsa da onları kendi yolunda yürümeleri konusunda genellikle Hz. Muhammed vasıtasıyla "uyarmak"tadır. Daha önce de ifade ettiğim gibi, Allah bu hususta cebir yoluna sapmamakta, kulları­ na "nasihat etmekte" (Nisa, 4/58), onlara "öğüt" vermektedir (Nisa, 4/63). Bu 'öğütlerinde Allah, genellikle kullarının akıllarını kullan­ malarını (57 âyet), düşünmelerini (22 âyet) ve basiretle hareket etme­ lerini (8 âyet) söylemektedir. Bu çizgideki bazı âyetlerde (1) genel ola­ rak düşünmenin ve akıl yürütmenin önemi vurgulanmakta, (2) kullar onlar üzerinde düşünebilsinler ve akıl yürütebilsinler diye âyetlerin nasıl indirildiği belirtilmekte (3) Kur'an'ı okurken verilen delillere dikkat edilmesi istenmekte (4) kulların Kurandan daha iyi dersler çı­ karabilmeleri için ilimlerini arttırmaları gerektiği söylenmekte ve (5) düşünmeyen ve akıl yürütmeyen kullara sitem edilmektedir. Şimdi sı­ rasıyla belirttiğim kategorideki âyetlerden örnekler vereyim: (1) 'Yine diyecekler ki "Eğer kulak verip dinleseydik ve aklımızı çalıştır say dik şu alevli cehennem sakinleri arasında olmazdık'" (Mülk, 67/10); '"Ra­ suluml Kur an, âyetlerini derin derin düşünsünler ve akil sahipleri ib­ ret alsınlar diye sana indirdiğimiz mübarek bir kitaptır" (Sâd, 38/29); 96 (2) 'Allah âyetlerini öyle gönderiyor ki aklınızla düşünüp anlayasmız' (Bakara, 2/242); "Bak onlar anlasınlar diye âyetleri nasıl açıklıyoruz" (Enam, 6/65); "Düşünmeleri için Kuranda çeşit çeşit açıklamalar yaptık" (İsra, 17/41); "Kur anı, insanlara sindire sindire okumaları için onu bölümlere ayırdık, âyet âyet indirdik" (İsra, 18/106), "Ku­ ranı ağır ağır oku" (Müzzemmil, 73/4); (3) 'Bu, bizim indirdiğimiz ve hükümlerini farz kıldığımız bir sûre'dir. Düşünüp ibret alasınız diye onda apaçık deliller indirdik' (Nur, 24/1); "Siz kendilerine zulmeden­ lerin yurtlarında oturmuştunuz. Onlara ne yaptığımızı görmüştünüz. Size örnekler de vermiştik" (İbrahim, 14/45); 'Göklerin ve yerin yara­ dılışında, gece ile gündüzün değişmesinde aklı selim sahipleri için bü­ yük deliller vardır' (Al­i İmrân, 3/190); "Onlar sözü dinler ve en güzeli­ ne uyarlar. Allahın hidayet verdiği kimseler bunlardır ve işte akıl sa­ hipleri bunlardır" (Zümer, 34/18); "Peygamberlerin kıssalarında akıl sahipleri için büyük ibretler vardır" (Yunus, 12/11); (4) "Hakkında bilgin olmayan şeyin peşine düşme, çünkü göz, kulak, kalp bunların hepsi ondan sorumlu tutulacaktır" (İsra, 17/36); "Bilgi sahibi olma­ dığın konularda neden tartışıyorsun?" (Al­i İmrân, 3/66); 'İnsanlar­ dan bazıları vardır ki hiçbir ilme sahip olmadan Allah hakkında tartı­ şıp her inatçı şeytanın peşinde giderler' (Hacc, 22/3); "Eğer bilmiyor­ sanız ilim sahiplerine sorun" (Nahl, 16/43); (5) 'Onlar hâlâ K u r a n üzerinde düşünmeyecekler mi?' (Nisa, 4/82); "Hiç düşünmüyorlar mı?" (Araf, 7/184); "Görmüyor musunuz?" (Nisa, 4/44); 'Siz hiç aklını­ zı kullanmıyor musunuz?' (Al­i İmrân, 3/65); 'Artık aklınızı başınıza almayacak mısınız?' (Bakara, 2/44); "Aklınızı başınıza alın" (Bakara, 2/73); "Bu topluma ne oluyor ki hiç sözden anlamıyorlar?" (Nisa, 4/78). Hurafe ve bid'at'tan arınmış, siyasal hırs ve çıkar hesapları ile yozlaş­ tırılmamış ve Rableştirilmeye uğramamış Müslümanlık'ın gerek pan­ teist ve gerekse pananteist biçimleri, inananlara genellikle özgür, öz­ nel bir şekilde de kendi dinlerini yaşama imkanı tanımıştır. K u r a n a göre, insan ölümsüzlüğe aday, asil, onurlu, hünerli bir ema­ net taşıyıcısıdır. Yaratan, böyle değerli bir varlıktan çok şey bekle­ mektedir. İNANÇ SİSTEMLERİ VE MASONLUK Musevilik, Hıristiyanlık ve Müslümanlık ile ilgili bu çözümlemeler so­ nucunda şu sonuca varılabilir. Her üç semavî din de pananteist ve 97 panteist boyutları ihtiva etmektedirler. Her üç semavi din de, semavî olmayan din ve inanç sistemleri gibi, post­modern çağın bireyinin öz­ gür ve öznel yorum yapma özlemine ters düşmemekte, bilâkis bunu desteklemektedirler. Bu noktadan hareketle, görünür gelecekte söz­ konusu din ve inanç sistemlerinin belli versiyonlarının fonksiyonel ol­ maya devam edecekleri ve dolayısıyla canlılıklarını koruyacakları söylenebilir. Genel olarak Masonluğa bakıldığında ise, Masonluğun post­modern çağ ile ne kadar hemahenk olacağı konusu ele alınabilir. Semavî din­ ler gibi Masonluğun ezoterik temeli de liberal Hermes öğretişidir. An­ cak, semavî dinlerde belli zamanlarda o dinlerin saliklerine 'Hakikat' empoze edildiği halde, benzer bir duruma Masonlukta hiçbir zaman rastlanılmamıştır. Masonlukta hiçbir zaman bir "Rableştirme" döne­ mi olmamıştır: Hiçbir Kardeş, hiçbir zaman "Hakikatin kendi inhisa­ rında olduğu" savı ile ortaya çıkmamıştır. Bu durumun sonucu olarak da, Masonlukta hiçbir zaman bir hurafe ve boş inanç devri yaşanma­ mıştır. Nitekim, Masonluğun ilk derecesi, kişisel boş inanç ve hurafe­ lerden arınma dönemi kabul edilmiştir. Masonlar Tanrıya inanırlar ve ancak dinlerden istihraç edilebilecek her türlü dogmaya karşıdır­ lar. Semavî dinler, evrensel, dolayısıyla benzer, ahlâk ilkelerini savunu­ yor olsalar da temelde kendi inananlarının dinleridir. Masonluk ise herkesi kucaklar. Masonlukta Mabedin üstü yıldızlara kadar açık ve dolayısıyla tüm insanları kapsayıcıdır. Bugün semavî dinler, tüm inanç sahiplerine saygılı iseler de kendi saliklerine daha bir üstünlük tanırlar. Masonlukta ise, tüm dinlerin sâlikleri tesviyede buluşurlar. Nitekim, Masonun tanrısı, God, Yahova, Allah gibi belli bir aidiyet ifa­ de eden isimlere sahip değildir; O, "Evrenin Ulu Mimarı"dır. "Evre­ nin Ulu Mimarı" kavramı, Masonların zihninde tüm insanları kapsa­ yan Kosmosu çağrıştırır. Semavî dinler, kurtuluş, salâh, selamet gibi tüm sâlikleri için aynı müjdeleri verirler. Masonluğun böyle kollektif hedefleri yoktur. Ma­ sonlukta, Masonların kişisel hedefleri vardır­yetkinleşerek Ülkü Ma­ bedine karınca kararınca katkıda bulunmak. Bireylerin, özgür ve öz­ nel yorum ve hayat tarzı peşinde koşmaları beklenen post­modern çağda, semavî olmayan din ve inançların ve semavî dinlerin belli ver­ siyonlarının canlılıklarını koruyacakları beklenir. Masonluk ise, post­ modern çağa d a h a kolaylıkla u y u m ve katkı sağlayacaktır. Masonluk, 98 hiçbir zaman eskimeyeceğini ve değerinden kaybetmeyeceğini, Ma­ sonların Ülkü Mabedine katkılarının her zaman devam edeceğini yüz­ yılların deneyimi göstermiştir. YARARLANILAN KAYNAKLAR Akin, Asım. Evrende insan. Ankara: Hacettepe­Taş, 1998. Akin, Asım. Tarih Boyunca Masonluk. Ankara: Hacettepe­Taş, 1998. Akin, Asım. Masonluk Ve/Veya Pozitif Düşünmenin Soyağacı. Ankara, 2001. Armstrong, Karen. Tanrinın Tarihi: ibrahim'den Günümüze 4000 Yıllık Tan­ rı Arayışı. Çev. Oktay Özel, Hamide Koyukan, Kudret Emiroğlu. Ankara: Ay­ raç Yayınevi, 1998. Atay, Hüseyin ve Diğerleri. İslam Gerçeği. Ankara: Ankara Üniversitesi 1995. Ayan, Tamer. Bilgi Çağı Masonluğu. Ayan, Tamer. EKSR. 'Olgunlaşma'. Basımevi, İstanbul: Yenilik Basımevi, 1997. İkinci Basım. İstanbul: Yenilik Basımevi, 1998. Aydın, Mehmet. Din Felsefesi. İzmir: Karınca Yayınevi, 1987. Bauman, Zygmunt. 'Modernité, Post­Modernite (Mayıs­Haziran, 2002): 51­61. ve Etik', Doğu Batı. 5, no. 19 Byron, L. Sherwin. Jewish Ethics in the Twenty­First Century: Living in the Image of God. With a Foreword by Louis Jacobs. Syracuse, N.Y.: Syracuse Uni­ versity Press, 2000. Candan, Ergun. Bilinmeyen Sırları ve Yönleriyle Basım. İstanbul: Sınır Ötesi Yayınları, 2002. Son Üç Peygamber. Challaye, Félicien. Dinler Tarihi. Çev. Samih Tiryakioğlu. bul: Varlık Yayınevi, 1963. Cleland, J. N., W. Bro. Rev. The Kabbalah Idorml0.html ram.net I dormer Yedinci İkinci Basım. İstan­ and Freemasonry, www. hi­ Elmalık Hamdi Yazır. Kur'an­ı Kerim. Türkçe Meali. Sadeleştirme ve Yeni Tertip: Rauf Pehlivan. İstanbul: İstanbul Dağıtım, 2001 Gellner, Ernest. Postmodernism, Reason and Religion. London: Routledge, 1992. Hutchinson, John A. Paths of Faith. Second Edition. Hill, 1975. New York et al.: Mc­Graw­ Kitabı Mukaddes. Eski ve Yeni Ahit. İstanbul: Kitabı Mukaddes Şirketi, 1995 Kütüb­i Süte. Muhtasarı Tercüme ve Şerhi. Derleyen: Prof. Dr. İbrahim Ankara: Goldsoft Yazılım, 2001. Canan. 99 Lewis, Bernard. Çatışan Kültürler: Keşifler Çağında Hıristiyanlar, Müslü­ manlar ve Yahudiler. Çev. Nurettin Elhüseyni. Üçüncü Basım, istanbul: Tarih Vakfı Yurt Yayınları, 1999. Örs, Hayrullah. Musa ve Yahudilik. Öztürk, Kazım. Hakikat İkinci Basım. İstanbul: Remzi Yayınevi, 1999. Yolunu Arayanlar. Öztürk, Yaşar Nuri. Kur'an'ın Boyut, 1997. İzmir, 1995. Temel Kavramları. Yedinci Baskı. İstanbul: Yeni Öztürk, Yaşar Nuri. İslam Nasıl Yozlaştırıldı? Vahyin Dininden Hurafeler, Bid atlar. İstanbul: Yeni Boyut, 2000. Sapmalar, f Sarıbay, Ali Yaşar. Postmodernite, rı, 2001. 100 Sivil Toplum ve İslam. İstanbul: Alfa Yayınla­ LOCALARDAN HABERLER Localarda Yapılan Konuşmalar LOCASI KONUŞMACI KONU TARİH İSTANBUL Ludvvig Van Beethoven ve 9. Senfoni 28.04.2003 Ludvvig Van Beethoven ve 9. Senfoni 28.03.2003 1909 Öncesi Türkiye'de Masonluk 24.04.2003 2003 Yılında Türkiye'de ve Dünya'da Masonluk 17.04.2003 Arif Davran Mason Olmanın Gereği 15.04.2003 Aron Kaston Tekris Töreni ve Kökleri 16.04.2003 Görevdeki İki Yılın Çalışma Raporu 30.04.2003 İDEAL Koray Darga KÜLTÜR Koray Darga Yılmaz Suner ÜLKÜ KARDEŞLİK HÜRRİYET ATLAS Tunç Timurkan Savaş Oray MÜSAVAT Ruşen Dora Dante Masonmuydu? 18.04.2003 LİBERTAS Güven Şahin Masonlukta Özgürlük 26.03.2003 Kırık Aynanın Sırrı 26.03.2003 Muhakkik 26.03.2003 AHENK E. Tınay, N. Sönmez, B. Bilgili, S. Yanar., O. Okay, A. Orhun, Ü. Gürtuna E. Tınay, N. Sönmez, O. Okay, S. Yanar, A. A. Şahin 101 KONUŞMACI LOCASI Celil Layiktez Arif Akgün DELTA SADIK DOSTLAR Ömer Köker Behçet Kurdoğlu ULKE Ahmet Turat Ferhat Saraçoğlu ŞEFKAT Mete Akyol HÜMANİTAS Bernard Moreau Yasef Yoaf Maurice Alfandari HULUS DEVRİM Localarda Yapılacak Konuşmalar Hakkında Metod 17.04.2003 2000 Yıl Öncesinden Bugüne Ölüdeniz Yazmaları 01.05.2003 Kültür ve Eğitimin Kalkınmada Rolü Mesleğimiz ve Aynadaki Ben Lâiklik 15.04.2003 29.04.2003 28.04.2003 Ritüelik Ölüm 25.03.2003 Masonluğun İlk Dönemleri 06.05.2003 İnsan Evren'in Amacı mıdır? 20.05.2003 30.04.2003 Can Kapyalı E. Necdet Egeran Özdemir Süer E. Tınay, A. A. Şahin, B. Bilgili, S. Yanar, O. Okay, A. Orhun, U. Gürtuna Kaya Paşakay Manuel Akcanbazyan A. Gücükoğlu, A. Kazanç, S. Şahin 102 07.04.2003 30.04.2003 Osman Urallı ÖZLEM Homosapiens'ten Günümüze Ezoterizm Büyük İnisiyeler Bülent Madi GÜN 04.06.2003 Sembolizma Özand Gökçeer UÇIŞIK "Uyanış Sonrası Türk M.'luğu ve 65 Olayları" Lefter Karakaş İrfan Yazıcı SEVENLER TARİH Kimon Mingiuri Semir Abbasoğlu PINAR KONU Dışarıda Masonuz, İçeride Değil 30.04.2003 Masonik Potpuri 14.05.2003 Hür Masonluğun Yükümlülükleri ­ I 29.04.2003 Hür Masonluğun Yükümlülükleri ­ II 13.05.2003 Masonik Sohbet 28.03.2003 Beyin Nasıl Unutur? 25.04.2003 Rehber Üye 09.05.2003 Seçim Hakkında Bilgiler 24.03.2003 Kırık Aynanın Sırrı 24.04.2003 Türk Masonluğunun Evrensel Masonluktaki Yeri 22.05.2003 Landmarklar Nedir, Ne Değildir? 31.03.2003 Harici Âlemde Masonik Yaşam 28.04.2003 LOCASI KONUŞMACI Kaya Paşakay KONU TARİH Kudüsten Esintiler 12.05.2003 BAŞAK Uğur Tuzlacı İtiraf, Sır ve Taş Üçlemesi 22.05.2003 İREM Josef Mitrani Masonik Sohbet 25.04.2003 Seyhan Çelikoğlu Büyük İskender 15.04.2003 Tekamül ve Masonik Sembolizma 28.03.2003 Bilgilenmek Hakkı ve Ezoterizm 25.04.2003 Sembollerin Yorumu 01.03.2003 EVREN PİRAMİT Ahmet Kurtaran Mehmet Oral Ahmet Kurtaran NİLÜFER Kaya Paşakay Türk M.'luğunun Evrensel M.'luktaki Yeri 22.04.2003 Hürriyet 12.05.2003 R. Burak Eke SEMBOL GÜVEN Hilmi Or Eski Mısır'da Ezoterizm Y. Uğurcan Akyüz SEZGİ Suat Özgül Zeki Alasya Kaya Paşakay AKIL VE HİKMET 06.05.2003 03.06.2003 Ercan Tezer Küreselleşme Sürecinde İnsan Varlığının Önemi Akıl ve Hikmet İle Güzellik Temel İlkelerinin Süleyman Mabedi ve Hür Masonluk ile Olan İlişkileri TANYERİ 15.05.2003 26.03.2003 "Masonik Mizah" 24.04.2003 Hermetizm 24.03.2003 Yener Güreş Yusuf ve Çağdaşlık 04.04.2003 Koray Darga Ludvvig Van Beethoven ve 9. Senfoni 18.04.2003 Fahir Gök Abdurrahman Erginsoy MARMARA 17.04.2003 Düşünce, İnanç ve İnsan İlhan Cedimağar GÜZEL İSTANBUL 08.04.2003 22.04.2003 Su Ekmel Ünlüsan GÖNYE Loca Seçimleri ve Görevliler Ahmet Vefik Paşa W. A. Mozart Ayhan Murat Yazgaç YEDİTEPE 24.04.2003 25.03.2003 Bartu Özalp Okan Işın BOĞAZİÇİ Hakkında Çeşitlemeler Hürriyet Küreselleşme Masonlukta; Adap, 25.04.2003 Edep ve Etiket 23.05.2003 Orhan Çekiç I. Dünya Savaşında Kafkas Cephesi 21.04.2003 103 LOCASI SABAH GÜNEŞİ DOSTLUK GELİŞİM KONUŞMACI KONU Osmanlı Döneminde Masonluk 28.04.2003 24.03.2003 Bozkurt Güvenç Türkiye'de Masonluğun Kısa Tarihçesi Akıl ve İnanç Murat Alp Beyce Tolerans 08.04.2003 H. Çetin Atağan Masonluğun Geleceği mi? Gelecekteki Masonluk mu? 22.04.2003 Murat Ahman Herman İşçi Kemal Gönenç Mutluluk ONUR Zeki Alasya Ahmet Vefik Paşa K. UMUT Mete Akyol Lâiklik KADIKÖY GEOMETRİ UFUK DORUK 30.04.2003 14.05.2003 Masonik Asal İlkeler 29.04.2003 "Disiplin ve Despotizm" 03.04.2003 Kemal Görkey Şimdi Daha Fazla İhtiyacımız Olan Erdem: Tolerans 25.03.2003 Oğuz Yılmaz Masonluk ve Masonik Terbiye 08.04.2003 M. Remzi Sanver Muntazam Masonluk ve İnanç 22.04.2003 Demokrat Olmanın Erdemi 20.05.2003 Dostluk Üzerine ­ 2 21.04.2003 Muhakkik 17.04.2003 Tayfun Güven Bülent Atik S. Beykal, Y. Alkan Yaşar Levent Hilmi Or Umur Aysal V. Erdal Eldem YÜCEL 104 28.04.2003 Sorgulama Yaşar Öztuzcu ALTAR 22.04.2003 Ölümsüzlük Ahmet K. Han TESVİYE E. Tınay, N. Sönmez, S. Yanar, O. Okay, A. A. Şahin GÜNEY 20.05.2003 28.04.2003 12.05.2003 Mete Akyol GRANİT 21.04.2003 Susmak Mason ve Nitelikleri Mehmet Saim İzli İlker İnal Uğur Tuzlacı ÜLKÜM TARİH Yalkın Gencer Etik 15.05.2003 Operatif Masonluk 29.05.2003 Eski Mısırda Ezoterizm Hakkında Çeşitlemeler 24.04.2003 Kalfa Derecesinin Anlamı ve Önemi ­1 15.04.2003 Organizasyon Yapımız ve Masonik Protokol 13.05.2003 Tanrı İnancı 10.04.2003 KONUŞMACI LOCASI Özgür Polvan GÜZELLİK Atilla Celal Bayar KÜRE Enver Necdet Egeran TAŞOCAĞI Naif Timur Zafer Doğan MİMAR HİRAM Bülent Gürses İlker İnal ANIT Kaya Paşakay Mehmet Faik Özçelik Bozkurt Güvenç ZEYTİNDALI Sabit Doruk Kaya Paşakay Alp Ulusoy R. Sanver, A. Alanyalı, C. Çeçen, Ö. Ersoy, A. Kant, A. Kolankaya, A. Lodi, B. Tarman KONU TARİH Felsefe­Masonik Düşünce ve Masonik Kültür 08.05.2003 Gül Bahçesi 01.04.2003 Günümüzde ve Gelecekte Masonluk 28.04.2003 Üçüncü Bin Yılda Teknoloji, Terör ve Masonluk 16.04.2003 Mozart K. Ve Sihirli Flüt Operasının Sesli ve Görüntülü Yorumu 30.04.2003 Hermetizm 30.04.2003 Mason ve Nitelikleri 21.05.2003 Mozart K. ve Masonik Hayatı 24.03.2003 Hermetizm ve Masonluk 07.04.2003 Akıl ve İnanç 21.04.2003 Operatif Masonluğun Dünya Masonluğundaki Yeri 21.03.2003 Türk Masonluğunun Evrensel Masonluktaki Yeri 18.04.2003 Önlüksüz Mason Doktor Albert SCHWEITZER 16.05.2003 Yeni Bir Yaşama Doğru: Spekülatif Masonluk 29.04.2003 SEBAT SEVGİ YOLU Ersin Alok İlker İnal Salih Evcilerli AYDINLANMA Kemal Özalp Fırat'ın Gizemleri 31.03.2003 Sevimli Yanlışlar Masonluğun Yönetimi ve Localarımız 26.05.2003 Beyin Yaşlanması 16.04.2003 09.06.2003 AKASYA Kemal Kurtoğlu Katedrallerin İnşası 29.05.2003 ATAİZİ Murat Dayıoğlu Erdemlerimiz 20.03.2003 Eğitim L.'sı İzlenimleri 25.03.2003 SÖZ Selim Ors Ahmet Örs Tuğrul Şavkay, Selim Örs Haluk Sezgin Üstadı Muhterem 08.04.2003 Mozart K. ve Sihirli Flüt 22.04.2003 Roosslyn Şapeli 20.05.2003 105 LOCASI AKEV CUMHURİYET YILDIZI KONUŞMACI Kaya Paşakay Koray Darga İlker İnal Tunç Timurkan İSTANBUL Gülcemal Dinçkan ZAFER Ludwig Van Beethoven ve 9. Senfoni 02.04.2003 Mason ve Nitelikleri 16.04.2003 Royal Arche 30.04.2003 28.03.2003 Altan Arbak Laik Düşünce ve Vicdan Hürriyeti 17.04.2003 Haluk Giray Masonluk'ta Dört Temel Erdem 15.05.2003 İ. Haluk Özer Kaya Özkuş Kaya Paşakay Ümit Güngördü Yunus Borhan VATAN 15.05.2003 23.05.2003 H. Özcan Balın KALKEDON Türk Masonluğunun Evrensel Masonluktaki Yeri Mason ve Nitelikleri Atilla Celal Bayar BİLGE TARİH Tekris ve Hermetizm İlker İnal PETEK KONU Emrullah Taşındı Ziya Tanalı Okan Işın Moderator: E. İkier Panelistler: Z. Memiş, N. Nalbant, E. Zeytinoğlu Loca'da Konuşma ve Davranış Adabı Hermetizm ve Hermetizmde Tekris 24.04.2003 08.05.2003 Öğrenmenin Sistematiği 02.04.2003 Yunus Emre ve İnsan 30.04.2003 Türk Masonluğunun Evrensel Masonluktaki Yeri 14.05.2003 Tolerans 28.04.2003 Lâiklik, Cumhuriyet ve Masonluk 12.05.2003 Masonik Gözle Dünyaya Bakış 19.03.2003 Masonluk Nedir? Ne Değildir? 16.04.2003 Üç Nokta Sembolizması 30.04.2003 Masonik İlkelerden / Adalet ­ Eşitlik ­ Hakikat 14.05.2003 Devlet Felsefesi 15.05.2003 50. ve 51. Yıl Çalışmalarının Düşündürdükleri 28.04.2003 ANKARA YÜKSELİŞ İNANIŞ 106 Seyhun Tunaşar Sinan Yurttagül KONUŞMACI LOCASI BİLGİ Tuncay Hasip Sözen Cemal Aytemiz BARIŞ Burhan Apaydın DİKMEN Rui Silva ARAYIŞ Kemal Nazlıel ÜÇGÜL Tunç Kayalar Ahmet Erkin, Tibet Altuğ AHİLER Teoman Benli ÇAG ANKARA YUNUS EMRE İLKE 17.03.2003 Brezilyada Masonluk 20.03.2003 Masonik Erdem 15.04.2003 Masonik Etiket 14.05.2003 Mason Gibi 21.05.2003 Barlas Gökoca Kont Bezuhof Nasıl Mason Oldu? 17.03.2003 Çınar Güner Tekliften, Üs. Muh.'liğe Giden Uzun­İnce Yolda Bir Mason 25.04.2003 Volkan Erkal Metafizik Düşüncenin Masonluktaki Yeri 02.05.2003 Süleyman Mabedi 28.04.2003 Uygarlık Tarihi 28.03.2003 Yazılı Olmayan Kurallar 25.03.2003 Özgür Ecevit Ateş Akyüz Masonik Heyecan 18.03.2003 Ömer Şahinkaya Masonik Mutluluk 15.04.2003 Günümüzde Astroloji 29.04.2003 Geçmiş mi?, Güncel mi? 08.04.2003 Unutmalı mı? 22.04.2003 Süreyya Ural Ahmet Cevdet Yalçıner Kerim Ertan Özgür Ecevit Metin Aydemir BAŞKENT Beraberlik Savaşı mı? 24.04.2003 Z. Utkutuğ, H. Karaca, S. Yerli, B. Aşuroğlu ÜÇNUR Kültürler Savaşı mı yoksa Sion Mabedi Adnan Nedimoğlu DOĞAN GÜNEŞ 16.04.2003 07.05.2003 27.03.2003 Cansın Arda DENGE Bilginin Nur Saçan Hekimleri Geleceğin Eğitimi Sonsuz Doğudan Çekiç Sesleri Sezai Barmanbek ERDEM TARİH Cihangir Gener İsmet Erdoğan ÇUKUROVA KONU Ertan Tatlıcıoğlu Cahit Geveci M.'luk bir Meslek mi? 29.04.2003 Açık Yürekli mi? 13.05.2003 Dul Kesesi 26.05.2003 Süleyman Mabedi 28.04.2003 Sağlıklı Büyüme 26.05.2003 Kendimle Konuşmalar Yunus Emre'nin İnisiyatik Öğretisi 17.03.2003 21.04.2003 107 LOCASI KONUŞMACI GÖKKUŞAĞI EKİN Yusuf Kanlı Oktay Ergin B. Güvenç, Y. Kanpolat, U. Arkun YÖRÜNGE PERGEL UYUM Serhan Baytur Ethem Sena Çınar KONU TARİH Türkiye'nin Stratejik Çıkarları ve Kıbrıs'ta Çözüm 09.05.2003 M.'luğun Düşündürdükleri 29.04.2003 Yönetsel M.'luk 06.05.2003 M.'luğun Yazılı Olmayan Kuralları 27.05.2003 İyi Düşünceler, İyi Duygular 01.04.2003 Kenan Çınar Masonik Görevlerimiz 15.04.2003 Halil Uğur, Bülent Çetiner, Doruk Gökşin Ney'in Türk Tasavvuf Düşüncesindeki Yeri 24.04.2003 Nietche Ağladığında 08.05.2003 Altarın Dördüncü Ayağı: Çırak Mason 27.03.2003 Cumhuriyet Döneminde Eğitim Politikalarımız Masonik İş­Güç­Enerji 27.03.2003 08.05.2003 T. Aksel, M. Özger, S. Minican, M. A. Güngör GÜNEY YILDIZI Pekşen Tamdoğan AND Eralp Özgen Uğur Büğet ESKİŞEHİR Taner Ercan Salih Evcilerli Mete Akyol EVRİM PUSULA Beşir Erakman Teoman Akış Yıldırım Doğan Matriks ve M.'luk 17.04.2003 Ketumiyet 05.06.2003 Atatürk ve Lâiklik 19.06.2003 Masonik Görev Anlayışı ve Sorumluluk 05.05.2003 Birey­Toplum ve Bilim 16.04.2003 Anti Masonik Düşünce Biçimleri 30.04.2003 27.05.2003 ÖZGÜRLÜK Alparslan Özdoğru Objektivizm MOZAİK Mehmet Soyarslan Hiram Anahtarı ve Düşündürdükleri 28.03.2003 Atatürk'ün Bilimsel Düşünceleri 25.04.2003 M.'luktaGörev 10.04.2003 Erdoğan Noyan GÜNEŞ Ertuğrul Bülent Eyiler Rasim Ceylan Satuk Philipp Weissel BİRLİK Maksut Kav Altan Tıkı 108 Tahkikatın Önemi 18.04.2003 Avusturya'da M.'luk 18.04.2003 Bugünün Türkiye'sinde Demokrasinin Yerleşmesi Açısından Masonluk Neden Önemlidir? 18.03.2003 Sevgi 01.04.2003 LOCASI KONUŞMACI Erdoğan Başağaç KONU Bugünün Türkiye'sinde Ülkelerin Bölünmez Bütünlüğü Açısından Masonluk Neden Önemlidir? TARİH 15.04.2003 Semih Ünlü Bugünün Türkiye'sinde Aile İlişkilerinin Geliştirilmesi Açısından 29.04.2003 Masonluk Neden Önemlidir? Ali Gürsel Bugünün Türkiye'sinde Çocuklarımızın Geleceği Açısından Masonluk Neden Önemlidir? 06.05.2003 TANYILDIZI Mehmet Oral Sars 12.05.2003 SİMURG Oktay Kurak Ahlâk Kavramı ve Masonluk 19.03.2003 Koray Özalp Aklımızı Özgürleştirelim 16.04.2003 Taylan Lünel Hür Masonlukta Doğadan Alınan Sembolizma 07.05.2003 Yavuz Daloğlu Müzik ve M.'luk 04.03.2003 İsmail Baradan Ne İsen O Ol 18.03.2003 M.'lukta Ezoterik Sistem 18.03.2003 Süleyman Mabedi 15.04.2003 İZMİR NUR Süleyman Tanyalçın Fatih Topsakal PROMETHEE GONUL İRFAN Bilal Başev 3. D. Hakkında Düşünceler 12.03.2003 Tunç Eğinlioğlu Kardeşlik Zinciri ve Dayanışma 26.03.2003 Bülent Şenocak Tekliften Tekrise 06.03.2003 Koray Derman Görevli Yeminleri 20.03.2003 Seymen Bilginer Salim Arslanalp Enver Turanlı UMIT Murat Gomel Serkan Ergüneş EPHESUS İzzet Kohen, Tolga Hancı, Özhun Beleli Ömer Baybars Tek Müsamaha ve Saadet 10.03.2003 Ülkü Mabedi 24.03.2003 Görevin Üstünlüğü 21.04.2003 Çağdaş İnsan ve Ölüm Feragat 04.03.2003 15.04.2003 M.'luktan Beklentilerim ve Bir M. Olarak Bulduklarım 03.03.2003 İnsan Duyarlılığı ve Değer Çağı 17.03.2003 109 LOCASI KONUŞMACI Isa Durmaz EYLEM MANİSA İnsan Duyarlılığı ve Değer Çağı 17.03.2003 Beşeri Hırslar ve M.'ik Yorumu 31.03.2003 Çetin Türkçü Manisa Muh. L.'sının Kısa Tarihçesi 26.03.2003 Salih Evcilerli M.'luğun Yönetimi ve L'larımız 26.03.2003 Sadakat ve Sorumluluk 12.03.2003 Hakikatin Nuru Çalışmalarımızı Aydınlatıyor 12.03.2003 İnsan Duyarlılığı ve Değer Çağı 17.03.2003 Yeniçağ Felsefesi 31.03.2003 Kadri Çevrem Düşünce Odası 13.03.2003 Türker Ünal Kendini Bilmek 13.03.2003 Ömer Baybars Münir Erçelik Necmettin Erdoğan KARŞIYAKA Yedi Basamak Yedi Güzel Sanat 13.03.2003 Ali Oral Zeka ve Akıl'dan Hikmet'e 23.03.2003 Şakir Bulanalp Görünen ve Görünmeyen Boyutuyla GÜZELLİK 17.02.2003 Görev Bilinci 03.03.2003 Masonlukta 1930'lu Yıllar 24.04.2003 Alpay Ergun BODRUM Cafer Demiral KORDON Tuncay Yeşilpınar DOĞA TAN Timur Guda Nadir Kızılgüneşler Cengiz Özarı OCAK Sevcan Karabay Yüksel Kazmirci Ufuk Nalbantoğlu ŞAKUL Özkan Aras Mehmet Lomçalı NOKTA Osman Yalçın Hüseyin Dilek Akarlı 110 31.03.2003 Ömer Baybars Tek Cengiz Şener ÜÇSUTUN Yaşam ve Kalp TARİH Cemal Can Ergüven Haluk Çifçi IŞIN KONU M.'lukta Disiplin, İntizam ve Nizam 24.04.2003 Üç Sütun 12.03.2003 M.'luk ve Görev Anlayışı 18.03.2003 Hasan Ali YÜCEL ve Köy Enstitüleri 15.04.2003 Sembolizm, Hermetizsm, Ezoterizm ve M.'luk 06.03.2003 Hermes ve Ezoterik Yorumu 20.03.2003 Templiyelere ve Roziküryenlere Ne Oldu? 01.05.2003 Bilgi Üzerine Hukukun Masonluktaki Yeri 21.04.2003 05.05.2003 Hoşgörü ­ Tolerans ve Masonik Yaşamdaki Yeri Seçimde Dikkat Edilecek 10.03.2003 LOCASI İMBAT NİRENGİ KONUŞMACI KONU Hususlar 24.03.2003 Bülent Ordukaya Tanrının Övüncü­İnsan 24.03.2003 İnsanlığın Hakikat Arayışı ve Ezoterik Düşünce 25.03.2003 Suphi Varım Yüksel Kazmirci Amaç Aksoy Alper Asena Oktar Ahmet Rüçhan Yeşil Ceyhan Olten AGORA Resan Bayraktaroğlu Uğur Coşkun FETHİYE ÇEŞME Fatih Günay Mustafa Alpaslan KUŞADASI ZUHAL 20.03.2003 17.04.2003 17.04.2003 01.05.2003 01.05.2003 Devam ve Rehberlik 13.03.2003 Türkiye'nin Finans Dünyası 27.03.2003 Sevgi Üzerine 25.02.2003 İnsan İyiye, Güzele ve Doğruya Tek Başına Erişemez Hakikatin Aranmasında Bilgi ve Bilimin Rolü 23.03.2003 Olgunlaşabilmenin Yolu Açık Yürekli Olmaktır. 11.03.2003 Tahsin Dumlu Gönüller Sultanı Mevlana 29.01.2003 Ahmet Peçen Akıl Bize Rehber Olsun 12.03.2003 Arif Yürekli Önlük Sembolizması 26.03.2003 Tarık Atan Neyi Arıyorum? 26.03.2003 Bir Hariciyi Seçerken Arayacağımız Vasıflar 13.03.2003 Orhan Uslu SENTEZ Hermes ve Ezoterik Yorumu Ç. Derecesi Ritüelinden Anladıklarım Ahlâk İnanç Kavramlarının Masonluktaki Manaları Ç. Derecesi Ritüelinden Anladıklarım Olgunlaşabilmenin Yolu Açık Yürekli Olmaktır TARİH Gökhan Yuncu Ahmet Özkurt Cengiz Yesügey Üner Birkan Masonik Yeminin ve Rehberliğin Sorumluluğu İz Bırakan Masonlar: 3 Rudyard Kipling 04.03.2003 24.04.2003 08.05.2003 111 ARAMIZDAN AYRILANLAR İNTİKAL TARİHİ ADI SOYADI DOĞUM YERİ VE TARİHİ Nejat Açıkalın Adana 1932 05.06.1979 Gönül Mimarları 03.06.1999 Ahmet Uğur Aydın Gaziantep 1946 02.12.1986 Nokta 25.04.2002 Erol Güvenç Sivas 1932 24.10.1984 Ephesus 05.11.2002 Ali Rıza Zümreoğlu İzmir 1923 01.05.1971 Ege 06.12.2002 Aktan Okan 11.06.1958 İdeal 20.01.2003 Ahmet Özlen Güven İzmir 1942 19.12.1975 Ümit 30.01.2003 O. Uğur Kırbeyi Hatay 1936 01.05.1986 Ege 03.02.2003 A. Raif Tosyalı Antakya 1917 22.11.1973 Yıldız 04.02.2003 Nurettin Nurkan İstanbul 1946 29.11.1993 Ataizi 06.02.2003 İstanbul 1928 02.11.1970 Nar 11.02.2003 Momo Salomon Yahni İstanbul 1923 17.10.1975 Kültür 03.03.2003 Galip Özargun Kırşehir 1913 13.06.1967 Geometri 07.03.2003 Avram Levi İstanbul 1924 02.01.1974 Günışığı 05.04.2003 Şevket Ağabey İstanbul 1922 11.02.1960 Gelişim 07.04.2003 Erdem Özkan Ankara 1943 21.10.1977 Uyanış 10.04.2003 Eren Ongun İstanbul 1957 30.10.1997 Güven 12.04.2003 Esat Çam Antalya 1929 TEKRIS TARİHİ LOCASI HİÇ BİR ŞEY ÖLMEZ ­ HER ŞEY YAŞAR Eb. Maş.'a intikal eden kardeşlerimize Ev.'in Ul. Mi.'ndan sonsuz mağfiret ve kederli ailelerine ve bütün kardeşlerimize sabırlar dileriz. 112 B u l l e t i n o f t h e G r a n d Lodge o f Free a n d A c c e p t e d M a s o n s o f T u r k e y ISSN 1301­2762 CONTENTS 8. 11. Message f r o m the G r a n d Master Bro. Jamel Al­Din Al­Afgani (1838­1897) 45. D e m i r SAVAŞÇIN Tamer A Y A N ­ Uğur ÖZCAN A R e v o l u t i o n a r y F r e e m a s o n In E n g l a n d a n d His H a n d B o o k o f F r e e m a s o n r y 53. Celil LAYİKTEZ A S t u d y o n t h e Past, t h e Present a n d t h e Future o f M a s o n i c D e m o g r a p h y in I z m i r 65. O n "The H o l y " 79. P o s t ­ M o d e r n i t y , Belief S y s t e m s , a n d Freemasonry D o ğ a n DİRİK A l i VERBAS M e t i n HEPER 101. N e w s f r o m Lodges M i m a r SİNAN 112. Obituaries M i m a r SİNAN Address : 25, Nuruziya Sokağı — Beyoğlu / YEAR: 2003 İSTANBUL NO: 127