Sevme İşi Üzerine
İshak Sayğılı
Dünyayı güzellik kurtaracak,
Bir İnsanı sevmekle başlayacak her şey
I
Zülfi Livaneli’nin “Ada” şarkısında geçen bu sözlerin ilk kısmı, Dostoyevski’nin “Budala” romanından1,
ikinci kısmı ise Sait Faik Abasıyanık’ın “Alemdağ’da Var Bir Yılan” öyküsündendir2. Bu sözleri oldukça
umutlu duymamıza rağmen aslında her iki kaynakta da oldukça karamsar tonlar taşımaktadır ve belki
de şarkının başarısı bu sözlerin etrafındaki yoğunluğu yeniden umut lehine yorumlayabilmesidir.
Nihayetinde bu yaratıcı dönüştürme işi, “sevgi” kavramının bu dünyada yerine getirdiği işlev ile tam
olarak örtüşmektedir. Freud, kayıplarla başa çıkma kapasitelerini, yani “yas işini” Eros ile
ilişkilendirirken tam da böyle bir dönüştürme kapasitesinden söz etmiştir. Bu dünyanın acımasızlığı,
gereklilikleri ya da kader tanrıçası “Ananke” karşısında kültürün bunca zaman boyunca hep bir yol
bulabilmiş olmasının yolu çalışma ve sevmeye ilişkin kapasitelerimizdir ona göre. Sevgi, kültür için
böyle başat bir rol oynuyor olsa da bu kavramın kendisini tanımlamak, sabitlemek oldukça güçtür. Bu
yazı boyunca konuya ilişkin bazı çağrışımlarımı ve soruları düşünmeye gayret edeceğim.
II (Kelimeler)
Kelimenin Arapça bir kökü olsa da bu kök de Aramice/Süryanice doldurma kökünden türediği
düşünülmektedir. Bazı kaynaklar ise kelimenin Farsça -şeb kökünden türediğini ve “meyil, eğim,
yamaç, yokuş” gibi anlamları taşıdığı öne sürülmüştür. İlginç olarak yine Arapça kökenli olan sevda
kelimesi kök itibari ile sev kelimesinden türememektedir. Sevda kelimesi, Arapça “-swd” kökünden
türemekte ve kara safra ya da daha Hipokratik gelenekte daha yaygın bilinen anlamı ile “melankoli”
anlamına gelmektedir. “Sevme” işi ile yakından ilgili bir başka kelime olan “aşk” kelimesi ise Arapça “ışk” kökünden türemekte olup yakıcı sevgi yanında sıkıca sarılmak gibi anlamlara da gelmekte,
“sarmaşık” kelimesi de aynı kökten türemiştir. Aynı kelimenin tahmin edilen Aramice/Süryanice
kökeni ise karışma, haşır neşir olma anlamlarına gelen “aşak” kelimesi ile ilgilidir. Kelimelerin
etimolojik çağrışımları bize sevme işinin kendiliğindenliği ve yoğunluğu ile ilgili fikirler vermektedir.
Aslında her kültür sevme işini nasıl anlamlandırıyorsa o kadar farklı kelime ile karşılaşılmaktadır.
Örneğin, Antik Yunancada sevme işini tarif eden üç farklı kelime var iken (Eros, Agape, Philia) , Tibet
dilinde bu sayı yedi kelimeye çıkar. Sevginin kime yöneldiği, karşılık beklentisi, sevende ve sevilende
oluşturduğu etkiler üzerinden aslından pek çok ayrım geliştirilebilir.
III
Sevme işinin sevende, sevenin ruhsallığında neye yol açtığını düşünerek başlayabiliriz. Nesnesi
tarafından ele geçirilen bir benliktir bu ilk bakışta. Rollo May, “Aşk ve İrade (2008)” kitabında, aşkın
kişinin içsel evreninin merkezinde bir dönüşüme yol açtığını öne sürer; merkez “ben” olandan “ona”
doğru yer değiştirir. Sevilen, ruhsal sahanın merkezini işgal etmekle kalmaz, var olan her şeyin de
…Bir defasında dünyayı “güzellik” kurtaracak dediğiniz doğru mu prens? (Yüksek sesle seslendi herkese:) Baylar! Prens
dünyayı güzelliğin kurtaracağını iddia ediyor! Bense onun şimdi âşık olduğu için böyle düşündüğünü iddia ediyorum. Baylar,
prens âşık. Buraya geldiğinde yüzüne bakar bakmaz anladım âşık olduğunu. Utanmayın prens, yüzünüz kızarınca
üzülüyorum. Hangi güzellik kurtaracakmış dünyayı?...
F.M. Dostoyevski “Budala” çev. E. Altay, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011
1
Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor.
S. F. Abasıyanık. “Alemdağda var bir yılan” Yapı Kredi Kültür Yayınları, İstanbul, 2002
2
merkez noktası haline dönüşür. Sevilen nesnenin ruhsal yaşamdaki bu merkezi rolüne işaret eden bir
başka yazar olan Julia Kristeva, aşk nesnesinin “benlik ideali”nin yerine geçtiğini söyler. Esasında
benlik ideali erken deneyimlerin ve özdeşimlerin pek çoğunu kendine bağlayan, nesne ile özne, iç ile
dış arasında duran ve onları bağlayan bir yapıdır. Benlik ideali, narsistik bir benlikten, ötekini
umursayabilen bir işleyişe doğru atılacak adımların da önünü açar. Bu haliyle aşka düşenin umursama
kapasitesi bu yeni nesne tarafından kendine doğru emilecektir. Birini bu denli umursamak bir yerde
kimseyi umursamamak, hatta kendini kaybetmek gibi anlamları da yanında taşıyacaktır. Freud, “Grup
Analizi ve Ben Analizi (1921)” metninde bu durumu hipnotik körlüğe benzetecek ve “aşk körlüğü
içerisinde insan pişmanlık duymayan bir suçluya dönüşür” diyecektir. Tıpkı benlik ideali gibi bu yeni
nesne de esasında taklit ve özdeşleşmeye doğru hızlı bir yol oluşturacaktır. Bu yol esasında hayranlık
üzerinden kurulan ilişkilenme biçiminin aşka olan yakınlığı hakkında da bir fikir verecektir. Sevme
işinin bir kendinden vazgeçiş olmakla beraber, kendini bir başkasında bulmak olduğunu öne
sürebiliriz. Sevilen bir başkası olsa da sevme işi oldukça narsisistik bir sahadır. Sevilen, tam olarak
tanınmıyor olsa bile iç dünyada ideal bir form olarak, güçlü bir enerji ile bağlanacaktır. Esasında
narsistik pek çok senaryoda aynı sorun ortaya çıkacaktır, her ne kadar oto-erotik bir dünya yaratılmış
olsa da doyum için ötekine gereksinim duyulacaktır ve bu da teklik düşlemi ile çelişecektir. Sevmek,
sevdaya düşmek bir bakıma oto-erotik hareketin aksi gibi gözükse de teklik bu kez nesne ile bir olma
hali üzerinden kurulacak ya benlik silikleşecek ya da nesne cılız bir izlenim olarak tutulacaktır. Her
otoerotik dönüş patolojik olarak görülmemelidir, benlik idealinden narsistik temsillere doğru geri
çekilme hali sağlıklı bir ruhsal işleyişin parçası olarak da ele alınabilir. Nihayetinde, ilişkinin sağladığı
enerji ile dış gerçekliğe daha uyumlu bir benlik ideali inşa edilebilir. Yani bir başkasını sevmek bu yolla
umursamada geçici bir azalma gibi görülse de aynı zamanda umursama kapasitesinde olumlu bir
dönüşüme giden yolun ilk adımları da olabilir.
IV
Peki sevilecek kişiyi nasıl seçiyoruz? Harry Harlow’un etik açıdan oldukça sorunlu olan ve “Monkey
Love (1958)” adıyla popülerleşen ünlü deneylerinde yavru maymunların nesne seçimlerine
odaklanılır. Annelerinden ayrı tutulan yavru Kapuçin maymunları, süt verebilen telden bir maymun
maketi ile emzirme yetisi olmayan ama yumuşak bir battaniyeyle kaplı maymun maketlerine maruz
bırakılırlar. Korku ve kaygı içindeki yavruların telden maketten emerek beslenseler bile günlerinin
çoğunu battaniye ile kaplı maketle geçirdiklerini görür. Özellikle tehdit altında hissettiklerinde bu
tercihleri daha da keskinleşmekte, battaniyeli maketten destek almaya çabalamaktadırlar. Harlow’un
yorumuna göre bu yavrular battaniyeden olan anne maketini sevmektedirler. Yavruların seçimini
etkileyen en önemli unsur beslenmeden öte sakinlik hissinin sağlanması, kaygının azaltılmasıdır.
Aslında bu insan deneyimi ile de oldukça uygundur. Memenin işlevinin yalnızca emzirmek olmadığı ve
hatta aslında en kolay ikame edilebilen işlevinin beslenme olduğunu öne sürebiliriz. Ağlayan bebek
ister emerek, isterse kucaklanarak sakinleştirilsin, çoğu kez ona sunulan maddi ya da manevi olarak
yumuşak bir alandır. Bakımın ana niteliğinin böyle bir sahanın bebeğe sunulması ile ilişkili olduğunu
söyleyebiliriz. Harlow’un bu bulguları daha sonra John Bowlby’nin bağlanma kuramı için de önemli bir
ilham kaynağı olmuştur. Bowlby, içsel kaygının modülasyonu sırasında nesnenin nasıl kullanıldığına
odaklanır.
V
Slavoj Zizek, âşık olanın âşık olacağı kişiyi nasıl seçtiği sorusunu nükteli bir düşünce deneyi ile sorar.
Düşünmeye başlarken bir özgür irade sorunu ile başlamamızı ister; Sevme işi bir gönüllülüğe
dayanıyorsa eğer, özgür iradeye de bir alan bırakması da gerekir. Ancak, az önce de hem aşk
kelimesinin hem de sevmek kelimesinin etimolojik köklerinde görüldüğü üzere bu eylemin özünde bir
kendiliğindenlik, bir yuvarlanma hali ve kontrol dışı bir sevme halinin mevcut olduğu da söylenebilir.
Üstelik seçimin fazlaca mantıklı yapıldığını öne sürmek bir yadırgama duygusu da yaratır. Zizek, bir
odada ellerinde CV’leri ile bekleyen 10 kişiden birini seçerek ona âşık olmamız istenseydi eğer, bu
talebin ne denli gülünç olacağını düşünmemizi ister. Sevme işi için nesne seçiminin rasyonel bir eleme
usulü ile yapılmadığı açıktır bu örneğe göre, ancak yine de âşık olunan ya olunacak kişinin
niteliklerinden bağımsız bir seçim yapılabileceğini söylemek de benzer gülünçlükte olacaktır. Zizek, bu
seçimin nasıl yapıldığı sorusuna şöyle bir yanıt verir: seçim bugün yapılmamıştır, âşık olma işinden çok
daha önce yapılmıştır. Sadece geçmişte yaptığımız seçime uygun niteliklerle karşılaştığımızda sanki
şimdi, bugün yaptığımız, taze bir seçimimiz olduğu yanılgısına kapıldığımızı öne sürer. Eğer, bu tespit
haklıysa o zaman seçimi sağlayan seçilen nesnenin niteliklerinden öte seçilen nesnenin, ona ayrılmış
bir kalıptan geçebilmesi ile ilişkilidir. Zizek, bu seçimin ya da seçici kalıbın bilinçdışı olduğunu öne
sürer. Ne var ki, seçim mercii olarak bilinçdışını yetkilendirmekte birtakım riskler olduğunu öne
sürebiliriz. Öncelikle, aşkın koordinatlarını erken deneyimlerde arayacaksak eğer bu koordinatların
bizi ödipal dönem öncesine götüreceği, oldukça erken deneyimlerle yan yana getireceği aşikardır.
Dolayısıyla her aşkın büyükçe bir parçasının esasında ödipal dönemden çok pre-ödipal dönem ilkeleri
ile işlediği gözden kaçmamalı. Dolayısıyla aşkın işleyişinin nevrotik bir yapıdan öte narsisistik bir yapı
olarak ele alınabileceğini bir kez daha söylemiş oluyoruz. Zizek’in yanıtını ilgilendiren diğer bir sorunu
tarif etmek için ise öncelikle kısa bir kuramsal geçiş yapmak zorunlu gibi durmaktadır.
VI
Freud, “Zihinsel İşleyin İki İlkesi (1911)” isimli makalesinde ikincil süreç işleyişin dile bağımlı olduğunu,
birincil süreçlerin ise dilden azade olduğunu öne sürer. Buna göre, birincil süreçlerin dış gerçeklikten
yani iç dünyaya nesne ile gelen nesnellikten pek etkilenmediğini hatırlamak gerekir. Bilinçdışı işleyiş
süreçlerinde bir simetri (farksızlık, benzerlik) halinin hâkim olduğu, dış gerçeklikte ya da dilsel, bilinçli
işleyişte, birbiri ile pek ilişkili olmayan pek çok şeyin, birincil süreçlerin hakimiyetindeki işleyişte
kolaylıkla birbirinin yerine geçebileceği varsayılır. Bu yüzden cinsel doyuma götürecek nesneler de
dahil olacak biçimde, birincil süreçlerin hakimiyetindeki bilinçdışında, nesneler birbirini ikame
edebilir. Bu durumda sevgi nesneleri de birbirinin yerine geçebilir, rüyalarda bu sistemin izleri
oldukça belirginleşir, gündelik hayatta birbiri ile ilgisiz pek çok şey birbirinin yerine geçebilir.
Kategorilerin bu genişliği nedeniyle bilinçdışında ensest kaçınılmaz olarak varlığını her zaman
sürdürür. Ensesti yasaklayan sistem bilinç, yani dile bağlı sistemlerdir. İkincil süreç düşünce ise
asimetrinin (farklılık ve ayrımların) hakimiyetinde olacaktır. Eğer aşk nesnesinin seçiminde, Zizek’in
önerdiği gibi geçmişten gelen, incelikli ve dar bir kalıbın uygulanması bekleniyorsa bu kalıbın
bilinçdışından ziyade bilinçli işleyişte taşınıyor olması gerekirdi ama henüz âşık olacağı kişiyle
karşılaşmamış birisinin cebinde müstakbel aşkının eşkâlini taşıması ya da bu eşkâli taşıdığının farkında
olması da tuhaf olurdu. Bu kalıbın bilinçdışında taşınması da seçiciliği çok azaltacağına göre makul bir
çabayla bilinç sahasına alınabilen ön-bilincin daha uygun bir mecra olduğu söylenebilirdi ancak bu
çıkarımların fazlasıyla spekülatif olduğunu unutmamak gerekir. Üstelik bu sistemlerden birisinde
görünüm bulan bir şeyin diğer sistemlerde de yansımaları olacaktır, dolayısıyla bu kalıbın aynı anda üç
sistemdeki görünümleri üzerine de düşünülebilir. Ancak benim bu tartışmayı uzatmaktaki niyetim bir
yanıt vermek değil, olsa olsa verilecek her yanıtın bizi yeni bir soruya bağladığını göstermek olabilir.
VII
Tekrar sorumuza geri dönersek, yani aşık olunacak kişinin seçimi sorunsalına dönersek eğer, şimdiye
dek seçim işinin seçilenin nesnel özellikleri ile açıklanamayacağını, bu seçimde yaşamın en erken
dönemlerindeki deneyimlerin etkili olduğunu, ancak bu seçimin özgür bir seçim olduğunu söylemiş
olduk. Yaşamın en erken dönemindeki ilişkilerde bebeğin bir seçiciliği yoktur, bebek bir ilişkiler ağının
ortasına gayri iradi olarak düşer. Oysa yetişkinin aşk nesnesine dair seçimi (çoğu kez) böylesi
zorunluluklar içermez. Dış gerçeklikten olabildiğine az beslenen bu seçimin narsistik bir seçim olduğu
açıktır, ancak bu oto-erotik dünyaya dahil edilecek nesnenin nasıl seçildiği halen pek açıklık kazanmış
sayılmaz. Bu seçim tereddüt halinde olan, herkese hem açık hem de kapalı olan bireyi bu tereddütten
kurtarıp keskin bir kararlılığa ve artık diğer aşık adaylarına kapalı hale getirmesi beklenir. Bir başka
örnek, yumurta hücresinin sperm karşısında gösterdiği seçicilik olabilir. Yumurtaya doğu giden
milyonlarca sperm hücresinden yalnızca birisi seçilecektir. Seçim yapılana dek yumurta için
birbirinden farklı olmayan bu hücrelerden birisi seçildiğinde yumurta diğer spermlere kapalı hale
gelecektir. Dışında onu tanımak için bir sisteme sahip olmayan yumurta hücresi, içine henüz aldığı
sperm hücresi ile genetik materyalini birleştirmeye ve yeni bir birliğe doğru hareket etmeye de istekli
olacaktır. Burada sanki yarışı kazanan bir sperm hücresi varmış gibi görünse de aslında sperm sayısı
azaldığında döllenme gerçekleşmez, tek bir spermin yumurtayı döllemesi imkansızdır. Döllenme
ancak diğer spermlerin de yumurtanın dış katmanını enzimleri ile aşındırması ile mümkün olacaktır.
Burada oluşturmak istediğim izlenim “bir kişiyi bin kişi ister ama birisine kısmet olur” gibi bir durum
değil. Zaten bir adamın ya da kadının çevresinde pervane olmuş aşıklardan söz etmek, en azından
çoğumuz için imkânsız olsa da toplumun ve kültürün sevme işinin yörüngesini ve tarifini yaptığı
açıktır. Yani aşık olma işi kültür içerisinde detayıyla tarif edilir, teşvik edilir. Bu kısmi delilik ya da
körlük hali için bireyler cesaretlendirilir. Aşk günümüz toplumunca kutsanmıştır, en azından “kutlu”
bir tarifi vardır. Buradan hareketle kurucu mitlerden olan Âdem ve Havva mitinde aşkın
imkansızlığından söz edilebilir. Hem teknik olarak bir zorunluluk durumunda seçimden söz edilemez
hem de aşkı mümkün kılacak bir topluluk hayatı yoktur. Ayrıca unutmamak gerekir ki Adem ve
Havva’nın göbek delikleri yoktu, yani bir bebeklik halleri olmadı, dolayısıyla bakım verenleriyle
şekillenmiş, yoğrulmuş kalıpları yoktu. Zaten mitin pek çok versiyonunda Adem ve Havva’nın ilişkisi ya
bir boyun eğme/eğdirme ya da bir kandırma/kandırılma hattı üzerinden ilerler. Burada bir adım daha
atarak Adem ve Hava’nın ilişkisindeki bu eksikliğin belki de çocuklarının birbirini öldürmesinde bile
etkin bir rolü olduğunu öne sürebiliriz. Elbette bunu söylemekteki niyetim ebeveynlerin arasındaki ya
da bir üst kuşaktaki sevgi ilişkilerinden başlayarak şekillenmekte olan bir hazırlık sürecinin önemine
işaret etmektir.
VIII
Freud, kendi kuramında sevme işinin tarifi ve sevgi nesnesinin seçimine ilişkin önemli bir değişikliğe
gider. Özellikle 1920 sonrasında, “Haz ilkesi ve ötesinde” metni ile kuramında Eros’u merkezi bir
sahaya çeker. Onun için özellikle toplumsal işleyişte Eros önemli bir işlev üstlenir. “Haz İlkesi”nin bile
daha derininde işleyen mekanizmalardan söz eden Freud’un bu metninde haz ilkesinin ötesine neyi
koyduğu esasında pek açık değildir. Pek çok kuramcı buradaki önerinin “ölüm dürtüsü” yani Thanatos
olduğu konusunda hemfikirdir. Oysa, Jacques Derrida, haz ilkesinin ötesi olarak ölüm dürtüsünün,
hele de Freud’un tarifi ile bağsızlık arayan bir dürtü olarak tarif edilen ölüm dürtüsünün asla haz
ilkesinin ötesi sayılamayacağını öne sürer. Nihayetinde Freud’un haz tarifi de esasında dürtünün
boşalması ve baskısının azalmasıdır. Burada gözden kaçan şey esasında Freud’un yalnızca ölüm
dürtüsünü değil, Eros’u da haz ilkesinin ötesi olarak tasarladığı ihtimalidir.
Nihayetinde Freud’un yeni kuramsallaştırmasında cinsel çekimin merkezinde duran Eros, önceki
Libido kavramından oldukça farklıdır. Eros da tıpkı Libido gibi ruhsallığın temelinde işleyen ve
canlılığın ana enerjisi olarak tasarlanmış olsa da her nasılsa Freud, Eros’u oldukça yüksek işlevlerle
ilişkilendirmiştir. Öncelikle Eros’un sentez (bir araya getirme) kapasitelerini daha çok benlik işlevleri
ilişkilendirir, oysa libido tüm ruhsallığın, özellikle de bilinçdışı işleyişin ana enerjisidir. Eros çoğu kez
yaratıcılık, olumlu yas kapasiteleri ile ilişkilendirilir ve yıkıcılık ve saldırganlık ölüm dürtüsünün sırtına
bindirilir. Oysa libido kuramında agresyon ve cinsellik iç içedir, yıkıcılığın da, yapıcılığın da,
sevecenliğin ve öfkenin de ana enerjisi aynıdır. Tek bir enerjinin yol açtığı farklı görünümler niceliğin
nitelik üzerindeki etkisi ile açıklanır. Yani bir şeyin yalnızca niceliği değiştirildiğinde niteliği de değişir.
Isının niceliği değiştiğinde soğukluk, sıcaklık ve yakıcılık gibi farklı nitelikler kendiliğinden belirecektir.
Oysa Eros ve ölüm dürtüsü karşıtlığında, Eros, oldukça yapıcı faaliyetlerle ilişkilidir. Bu haliyle Eros’u
sevgi kavramı ile anlamak daha kolaydır ve üstelik bu yalnızca nesne üzerinde dürtü boşalımını
amaçlayan bir libidinal yük değildir artık. Jean Laplanche, Freud’un kuramındaki bu açı farkını bir
sapma olarak ele alır ve buna kanıt olarak Freud’un Aristophanes’in ağzından anlattığı yapışık insanlar
mitini iki farklı metninde ele alışını inceler.
IX
Platon’un “Şölen” metninde Aristophanes ilginç bir öykü anlatır. İnsanlar bir zamanlar dört kollu, dört
bacaklı ve iki kafalı imiş ve bu tuhaf insanları Zeus ortadan ikiye ayırmış. Aristophanes’in uzun
tarifinden kısa bir alıntı yapabiliriz:
“İşte böylece ikiye ayrılan insanlar, diğer yarılarını özleyip, arzu ederler, kolları ile birbirine
sarılıp, yeniden bir bütün haline gelmek isteği ile kucaklaşır ve birbirinden ayrı hiçbir şey
yapmak istemedikleri için açlıktan ve işsizlikten ölüp giderlermiş. Yarılardan biri ölünce, sağ
kalan bir başkasını arar, ona sarılırmış; rastgele sarıldığı bu insan bir erkek de olabiliyormuş,
dişi de (bugün biz bu dişi yarıya kadın diyoruz) ... Çiftleşme erkekle kadın arasında olursa,
insan soyunun çoğalması sağlanmış oluyor, yok eğer erkekle erkek arasında olursa, arzularını
gidererek, başka işlere yöneliyor, hayatlarında başka amaçlar ediniyorlarmış. Demek ki,
insanın yaradılışında bulunan sevgi (Eros) çok eski zamanlardan kalmadır; sevgi, bizim ilk
yapımızı yeniden kuruyor, iki varlığı, bir tek varlık haline getiriyor; kısacası, insanın
yaradılışındaki bir derde deva oluyor.”3
Metnin devamında Aristophanes, bu yapışık çiftlerin kimisinin erkek-kadın, kimisinin erkek-erkek ya
da kadın-kadın çifti olduğunu öne sürer ve eşcinsel eğilimleri böyle açıklar. Freud, bu anlatıya kendi
metninde ilk kez 1905 yılında “Cinsellik üzerine üç deneme” metninde yer verir ve bu anlatıya
katılmaz. Ona göre insan cinselliği yalnızca başka insana doğru değil aynı zamanda otoerotiktir ve
insanlar kendi eksik yarılarını değil dürtü tatmini başka insanları ararlar. Oysa 1920 yılına, yani “Haz
İlkesinin Ötesi” metnine geldiğimizde Freud bu anlatıyı kendi kuramına bir destek noktası olarak
kullanır. Eros’un bir araya getirici ve yapıştırıcı niteliğini bu öykü ile destekler. Nihayetinde, bu öykü
Eros’un ne denli önemli bir tanrı olduğunu ispatlamak için anlatılmıştır. Laplanche, işte tam bu
noktada Freud’un daha önce pek kıymetli bulmadığı öyküye yeniden dönüşünü önemser ve bu
kullanım farkının altını çizer. İlginç olan şudur ki esasında Platon’un metnini yazığı sıralarda ünlü bir
tiyatro yazarı olan Aristophanes gerçek hayatta bu öyküden hiç söz etmemiştir. Platon, bu öyküyü
onun ağzı ile anlatmıştır ve anlatılan öykü esasında Sokrat öncesi filozoflardan, Platonun hayli sevdiği
Empedokles’in kuramını özetlemektedir. Empedokles’e göre yaşamın temelinde ayrışmayı ve
birleşmeyi sağlayan iki temel kuvvet vardır. Freud, Empedokles isminden ilk kez 1937’de “Sonlanan
analiz, sonlanmayan analiz” metninde söz eder ve onun kuramının kendi kuramı ile benzerliğini teslim
etse de aslında 1920 yılında kendi kuramını önerirken bu kuramdan habersiz olduğunu söyler. Oysa,
hem 1905 yılında hem de 1920 yılında değindiği öykü her ne kadar Platon tarafından anlatılmış olsa
da Empedokles’in kuramının bir özetini sunmaktadır. Yani Freud, esasında kendi kuramının öncülü ile
sandığından çok önce tanışmıştır ve ilk karşılaşmada bu fikirlerden pek de hoşlanmamıştır.
Freud’un bu fikirlere yeniden dönüşünü Platon’un kaleminden konuşan Aristophanes’ten
alıntıladığımız kısa metnin son cümlesi ile ilişkilendirebiliriz. Nihayetinde Eros, insanların
yaradılışındaki bir derde deva oluyordu. Bu spekülasyonu ilerletecek olursak eğer Freud için bu derdin
nesne duyulan derin ihtiyaç ve arzu olduğu açıktır. Tek bir kişiyi seçme, ona adanma ya da ona
3
Platon, “Şölen”, çev: Cüneyt Çetinkaya, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul, 2000
yapışma gayreti ve bu kişinin seçimi meselesi kuramsal olarak ona göre daha anlaşılır bir zemine
oturmuştur artık. Nihayetinde Freud için zaten hepimiz yaşamımıza dört kollu ve dört bacaklı
başlıyoruz diyebiliriz. Daha sonra Donald Winnicott’un da ısrarla altını çizdiği gibi tek başına anne ya
da tek başına bebek yoktur, anne-bebek çifti vardır. Freud’un kuramında da (en başından beri)
yaşamın erken dönemlerinin bir yapışma içerisinde başlar ve onun kuramsal bakışında ayrışma, yani
Zeus’un zalim bıçağı ancak yaşamın ilerleyen evrelerinde devreye girer. Aristophanes, ünlü
monologda Zeus’un bıçağı indirmesi sonrasında açılan yaraların Apollon tarafından nasıl
iyileştirildiğini de detaylıca anlatılır. Psikanalitik kuramın nesne ile ilişkiyi ele alışı da benzerdir, yani,
nesne seçimi kadar nesne kaybı, nesneden ayrılma işi de kuramın merkezindedir. Yas, olarak
adlandırılan bu iyileşme süreçleri de Freud için açıkça Eros’un hakimiyet alanındadır. Eros’tan
umulacak bir diğer yarar ise onun ensest karşısında sağladığı panzehirdir ve bu panzehrin adı aşktır.
X
Freud, Totem ve Tabu (1913), metninde ensest yasağını, öldürmeyeceksin emri ile birlikte uygarlığın
kalbine yazar. Ona göre ilk toplumsal sözleşmenin dayandığı temel sütunlardır bunlar. Bu savını
desteklemek için ilkel kabilelerden pek çok örnek sunar. Ne var ki, aslında hem kendi öncesindeki
hem de sonrasındaki çalışmalar bu iddiaları ancak kısmen desteklemektedir. Ensest yasağını tüm
insan toplulukların merkezine getirmek iyi fikir gibi görünse de geçmiş medeniyetlerde bugüne çok
uzak uygulamalar bulmak olasıdır (Antik Mısır, Asurlar, Zerdüştler vb.). Dolayısıyla Freud’un bu
tutumunu ensestin özellikle bugünün toplumunda ne denli derin bir korku olduğunu onaylamak için
kullanabiliriz. Bugünün topluluk yaşayışı pek çok farklılık içerse de “romantik aşk” bir kutsamaya tabi
kılınır. Aşkın gözünün körlüğü adeta hem onaylanır hem de teşvik edilir. Düğünler, kutlamalar ve pek
çok iz bu onayın kanıtları olarak görülebilir. Bugün “romantik aşkın” tarihin her döneminde benzer bir
kutsamaya tabi olmadığını biliyoruz. Eros’un bugünün dünyasında hükümranlığını iyice perçinlediğini
söyleyebiliriz. Eros’un okunda egzotik bir gizemin de bulunduğunu öne sürebiliriz ve egzogami için
ana itici olarak çalışır. Bugün endogamik (aile içi evlilikler) çoğu kez sapma ya da aşktan öte
geleneklere boyun eğmek olarak değerlendirilir. Aşk, aşkın bir olanak olarak bireyi evin dışına doğru
iter. Bedenin dönüşümü ile başlayan erinliğe, çocukluğun gizil döneminden ergenlik işleyişine yani
genitaliteye doğru atılan adım da eşlik eder. Ruhsal olarak da artık çocuk olmayan bu yeni bireyin adı
ergendir. Ergenin aşk nesnesi seçimi her ne kadar Zizek’in öne sürdüğü gibi ev içi ilişkilerden
koordinatlar içerse de ergenin bu koordinatları başka bireylere uyarlaması da zorunludur. Bu
dönemde evdekilerin yemek yerken çıkardığı sesler, kimi bedensel izler çok itici bulunur, ergen evin
içinden itildiğini hisseder. Oysa bir adım sonrasında başka bir bedene hayranlık duyacaktır. Bu tarif
görüldüğü üzere oldukça kısır ve indirgenmiş bir tariftir, bu kaba tarifin ardında sonsuz bir çeşitliliği
barındırdığı akılda tutulmalıdır. Nesne seçimindeki bu dışa yönelme elbette sadece evlilik ile sınırlı
değildir, hatta bugün artık genitalitenin bile genesis ile yani üreme ile sınırlı olmadığı açıktır. Aşka
düşen nihayetinde kördür, o herhangi bir amaç peşinde değildir. Aşka düşen topluluğun onun için
hazırladığı alanda rahatça dış gerçeklikten çekilir ve daha ilkel bir işleyişi devralır.
XI
Sevme işinin yalnızca bireysel ruhsal işleyiş ile değil, toplumsal işleyiş ile de ne denli iç içe olduğu
buraya kadar anlatılanlarla yeterince ortaya konmuştur. Freud, “Grup pskolojisi ve ben analizi (1921)”
metninde Le Bon’un karizmatik lider fikrinden ve bu liderin topluluk yaşamı için elzem oluşundan söz
eder. Le Bon, daha çok liderin hipnotik bağlarla kitleyi bir arada tuttuğunu öne sürer. Oysa, Freud’a
göre hipnotik bağlar libidinal bağlar da elzemdir. Romalı Cicero, bir liderin kitlesinde sevgi ya da korku
oluşturarak kontrolü sağlayabileceğini söyler ve bu durumda hangisini seçmenin akılcı olduğunu
sorar. Elbette Cicero için yanıt kaçınılmaz olarak sevgidir. Ne var ki ondan asırlar sonra Machievelli,
Cicero’nun bu sorusunu elbette korku diye yanıtlar. Ona göre ne de olsa sevgi sürekli bir beklenti
anlamına da gelecektir ve beklentilere dair ilk düş kırıklığında halk lidere sırtını dönecektir.
Machievelli, korkuyu daha güvenilir bulsa da esasında korku içerisindeki bir toplum tüm yaratıcı
kapasitelerinde ciddi bir kayba uğrayacaktır. Korku içinde tutulan bir sevgili ile aldatma ya da
aldatılma riskleri azaltılabilir ancak ilişkinin niteliğinde ciddi bir kayıp olur. Sevgi korkuya kıyasla dış
gerçekliğe daha uyumlu bir yoldur. Cicero’nun düşlemindeki yurttaşların daha yaratıcı ve
dönüştürücü olacağı açıktır. Sevilmemekten korkan lider daha çalışkan olabilir ya da kendi halkına
duyduğu sevgiye tutunarak yerini bu sevgiyi kendisinden daha çok kazanacak birine devredebilir.
Elbette Machievelli’nin itirazı öylece bir anda savuşturulacak kadar basit değildir ama yine de
yaşamak için sevmekten ve sevilmeyi ummaktan başka yol yoktur diyebiliriz.