Academia.eduAcademia.edu

Sevme İşi Üzerine

2022, Psikeart

Zülfi Livaneli’nin “Ada” şarkısında geçen bu sözlerin ilk kısmı, Dostoyevski’nin “Budala” romanından , ikinci kısmı ise Sait Faik Abasıyanık’ın “Alemdağ’da Var Bir Yılan” öyküsündendir . Bu sözleri oldukça umutlu duymamıza rağmen aslında her iki kaynakta da oldukça karamsar tonlar taşımaktadır ve belki de şarkının başarısı bu sözlerin etrafındaki yoğunluğu yeniden umut lehine yorumlayabilmesidir. Nihayetinde bu yaratıcı dönüştürme işi, “sevgi” kavramının bu dünyada yerine getirdiği işlev ile tam olarak örtüşmektedir. Freud, kayıplarla başa çıkma kapasitelerini, yani “yas işini” Eros ile ilişkilendirirken tam da böyle bir dönüştürme kapasitesinden söz etmiştir. Bu dünyanın acımasızlığı, gereklilikleri ya da kader tanrıçası “Ananke” karşısında kültürün bunca zaman boyunca hep bir yol bulabilmiş olmasının yolu çalışma ve sevmeye ilişkin kapasitelerimizdir ona göre. Sevgi, kültür için böyle başat bir rol oynuyor olsa da bu kavramın kendisini tanımlamak, sabitlemek oldukça güçtür. Bu yazı boyunca konuya ilişkin bazı çağrışımlarımı ve soruları düşünmeye gayret edeceğim.

Sevme İşi Üzerine İshak Sayğılı Dünyayı güzellik kurtaracak, Bir İnsanı sevmekle başlayacak her şey I Zülfi Livaneli’nin “Ada” şarkısında geçen bu sözlerin ilk kısmı, Dostoyevski’nin “Budala” romanından1, ikinci kısmı ise Sait Faik Abasıyanık’ın “Alemdağ’da Var Bir Yılan” öyküsündendir2. Bu sözleri oldukça umutlu duymamıza rağmen aslında her iki kaynakta da oldukça karamsar tonlar taşımaktadır ve belki de şarkının başarısı bu sözlerin etrafındaki yoğunluğu yeniden umut lehine yorumlayabilmesidir. Nihayetinde bu yaratıcı dönüştürme işi, “sevgi” kavramının bu dünyada yerine getirdiği işlev ile tam olarak örtüşmektedir. Freud, kayıplarla başa çıkma kapasitelerini, yani “yas işini” Eros ile ilişkilendirirken tam da böyle bir dönüştürme kapasitesinden söz etmiştir. Bu dünyanın acımasızlığı, gereklilikleri ya da kader tanrıçası “Ananke” karşısında kültürün bunca zaman boyunca hep bir yol bulabilmiş olmasının yolu çalışma ve sevmeye ilişkin kapasitelerimizdir ona göre. Sevgi, kültür için böyle başat bir rol oynuyor olsa da bu kavramın kendisini tanımlamak, sabitlemek oldukça güçtür. Bu yazı boyunca konuya ilişkin bazı çağrışımlarımı ve soruları düşünmeye gayret edeceğim. II (Kelimeler) Kelimenin Arapça bir kökü olsa da bu kök de Aramice/Süryanice doldurma kökünden türediği düşünülmektedir. Bazı kaynaklar ise kelimenin Farsça -şeb kökünden türediğini ve “meyil, eğim, yamaç, yokuş” gibi anlamları taşıdığı öne sürülmüştür. İlginç olarak yine Arapça kökenli olan sevda kelimesi kök itibari ile sev kelimesinden türememektedir. Sevda kelimesi, Arapça “-swd” kökünden türemekte ve kara safra ya da daha Hipokratik gelenekte daha yaygın bilinen anlamı ile “melankoli” anlamına gelmektedir. “Sevme” işi ile yakından ilgili bir başka kelime olan “aşk” kelimesi ise Arapça “ışk” kökünden türemekte olup yakıcı sevgi yanında sıkıca sarılmak gibi anlamlara da gelmekte, “sarmaşık” kelimesi de aynı kökten türemiştir. Aynı kelimenin tahmin edilen Aramice/Süryanice kökeni ise karışma, haşır neşir olma anlamlarına gelen “aşak” kelimesi ile ilgilidir. Kelimelerin etimolojik çağrışımları bize sevme işinin kendiliğindenliği ve yoğunluğu ile ilgili fikirler vermektedir. Aslında her kültür sevme işini nasıl anlamlandırıyorsa o kadar farklı kelime ile karşılaşılmaktadır. Örneğin, Antik Yunancada sevme işini tarif eden üç farklı kelime var iken (Eros, Agape, Philia) , Tibet dilinde bu sayı yedi kelimeye çıkar. Sevginin kime yöneldiği, karşılık beklentisi, sevende ve sevilende oluşturduğu etkiler üzerinden aslından pek çok ayrım geliştirilebilir. III Sevme işinin sevende, sevenin ruhsallığında neye yol açtığını düşünerek başlayabiliriz. Nesnesi tarafından ele geçirilen bir benliktir bu ilk bakışta. Rollo May, “Aşk ve İrade (2008)” kitabında, aşkın kişinin içsel evreninin merkezinde bir dönüşüme yol açtığını öne sürer; merkez “ben” olandan “ona” doğru yer değiştirir. Sevilen, ruhsal sahanın merkezini işgal etmekle kalmaz, var olan her şeyin de …Bir defasında dünyayı “güzellik” kurtaracak dediğiniz doğru mu prens? (Yüksek sesle seslendi herkese:) Baylar! Prens dünyayı güzelliğin kurtaracağını iddia ediyor! Bense onun şimdi âşık olduğu için böyle düşündüğünü iddia ediyorum. Baylar, prens âşık. Buraya geldiğinde yüzüne bakar bakmaz anladım âşık olduğunu. Utanmayın prens, yüzünüz kızarınca üzülüyorum. Hangi güzellik kurtaracakmış dünyayı?... F.M. Dostoyevski “Budala” çev. E. Altay, İş Bankası Kültür Yayınları, İstanbul, 2011 1 Yalnızlık dünyayı doldurmuş. Sevmek, bir insanı sevmekle başlar her şey. Burda her şey bir insanı sevmekle bitiyor. S. F. Abasıyanık. “Alemdağda var bir yılan” Yapı Kredi Kültür Yayınları, İstanbul, 2002 2 merkez noktası haline dönüşür. Sevilen nesnenin ruhsal yaşamdaki bu merkezi rolüne işaret eden bir başka yazar olan Julia Kristeva, aşk nesnesinin “benlik ideali”nin yerine geçtiğini söyler. Esasında benlik ideali erken deneyimlerin ve özdeşimlerin pek çoğunu kendine bağlayan, nesne ile özne, iç ile dış arasında duran ve onları bağlayan bir yapıdır. Benlik ideali, narsistik bir benlikten, ötekini umursayabilen bir işleyişe doğru atılacak adımların da önünü açar. Bu haliyle aşka düşenin umursama kapasitesi bu yeni nesne tarafından kendine doğru emilecektir. Birini bu denli umursamak bir yerde kimseyi umursamamak, hatta kendini kaybetmek gibi anlamları da yanında taşıyacaktır. Freud, “Grup Analizi ve Ben Analizi (1921)” metninde bu durumu hipnotik körlüğe benzetecek ve “aşk körlüğü içerisinde insan pişmanlık duymayan bir suçluya dönüşür” diyecektir. Tıpkı benlik ideali gibi bu yeni nesne de esasında taklit ve özdeşleşmeye doğru hızlı bir yol oluşturacaktır. Bu yol esasında hayranlık üzerinden kurulan ilişkilenme biçiminin aşka olan yakınlığı hakkında da bir fikir verecektir. Sevme işinin bir kendinden vazgeçiş olmakla beraber, kendini bir başkasında bulmak olduğunu öne sürebiliriz. Sevilen bir başkası olsa da sevme işi oldukça narsisistik bir sahadır. Sevilen, tam olarak tanınmıyor olsa bile iç dünyada ideal bir form olarak, güçlü bir enerji ile bağlanacaktır. Esasında narsistik pek çok senaryoda aynı sorun ortaya çıkacaktır, her ne kadar oto-erotik bir dünya yaratılmış olsa da doyum için ötekine gereksinim duyulacaktır ve bu da teklik düşlemi ile çelişecektir. Sevmek, sevdaya düşmek bir bakıma oto-erotik hareketin aksi gibi gözükse de teklik bu kez nesne ile bir olma hali üzerinden kurulacak ya benlik silikleşecek ya da nesne cılız bir izlenim olarak tutulacaktır. Her otoerotik dönüş patolojik olarak görülmemelidir, benlik idealinden narsistik temsillere doğru geri çekilme hali sağlıklı bir ruhsal işleyişin parçası olarak da ele alınabilir. Nihayetinde, ilişkinin sağladığı enerji ile dış gerçekliğe daha uyumlu bir benlik ideali inşa edilebilir. Yani bir başkasını sevmek bu yolla umursamada geçici bir azalma gibi görülse de aynı zamanda umursama kapasitesinde olumlu bir dönüşüme giden yolun ilk adımları da olabilir. IV Peki sevilecek kişiyi nasıl seçiyoruz? Harry Harlow’un etik açıdan oldukça sorunlu olan ve “Monkey Love (1958)” adıyla popülerleşen ünlü deneylerinde yavru maymunların nesne seçimlerine odaklanılır. Annelerinden ayrı tutulan yavru Kapuçin maymunları, süt verebilen telden bir maymun maketi ile emzirme yetisi olmayan ama yumuşak bir battaniyeyle kaplı maymun maketlerine maruz bırakılırlar. Korku ve kaygı içindeki yavruların telden maketten emerek beslenseler bile günlerinin çoğunu battaniye ile kaplı maketle geçirdiklerini görür. Özellikle tehdit altında hissettiklerinde bu tercihleri daha da keskinleşmekte, battaniyeli maketten destek almaya çabalamaktadırlar. Harlow’un yorumuna göre bu yavrular battaniyeden olan anne maketini sevmektedirler. Yavruların seçimini etkileyen en önemli unsur beslenmeden öte sakinlik hissinin sağlanması, kaygının azaltılmasıdır. Aslında bu insan deneyimi ile de oldukça uygundur. Memenin işlevinin yalnızca emzirmek olmadığı ve hatta aslında en kolay ikame edilebilen işlevinin beslenme olduğunu öne sürebiliriz. Ağlayan bebek ister emerek, isterse kucaklanarak sakinleştirilsin, çoğu kez ona sunulan maddi ya da manevi olarak yumuşak bir alandır. Bakımın ana niteliğinin böyle bir sahanın bebeğe sunulması ile ilişkili olduğunu söyleyebiliriz. Harlow’un bu bulguları daha sonra John Bowlby’nin bağlanma kuramı için de önemli bir ilham kaynağı olmuştur. Bowlby, içsel kaygının modülasyonu sırasında nesnenin nasıl kullanıldığına odaklanır. V Slavoj Zizek, âşık olanın âşık olacağı kişiyi nasıl seçtiği sorusunu nükteli bir düşünce deneyi ile sorar. Düşünmeye başlarken bir özgür irade sorunu ile başlamamızı ister; Sevme işi bir gönüllülüğe dayanıyorsa eğer, özgür iradeye de bir alan bırakması da gerekir. Ancak, az önce de hem aşk kelimesinin hem de sevmek kelimesinin etimolojik köklerinde görüldüğü üzere bu eylemin özünde bir kendiliğindenlik, bir yuvarlanma hali ve kontrol dışı bir sevme halinin mevcut olduğu da söylenebilir. Üstelik seçimin fazlaca mantıklı yapıldığını öne sürmek bir yadırgama duygusu da yaratır. Zizek, bir odada ellerinde CV’leri ile bekleyen 10 kişiden birini seçerek ona âşık olmamız istenseydi eğer, bu talebin ne denli gülünç olacağını düşünmemizi ister. Sevme işi için nesne seçiminin rasyonel bir eleme usulü ile yapılmadığı açıktır bu örneğe göre, ancak yine de âşık olunan ya olunacak kişinin niteliklerinden bağımsız bir seçim yapılabileceğini söylemek de benzer gülünçlükte olacaktır. Zizek, bu seçimin nasıl yapıldığı sorusuna şöyle bir yanıt verir: seçim bugün yapılmamıştır, âşık olma işinden çok daha önce yapılmıştır. Sadece geçmişte yaptığımız seçime uygun niteliklerle karşılaştığımızda sanki şimdi, bugün yaptığımız, taze bir seçimimiz olduğu yanılgısına kapıldığımızı öne sürer. Eğer, bu tespit haklıysa o zaman seçimi sağlayan seçilen nesnenin niteliklerinden öte seçilen nesnenin, ona ayrılmış bir kalıptan geçebilmesi ile ilişkilidir. Zizek, bu seçimin ya da seçici kalıbın bilinçdışı olduğunu öne sürer. Ne var ki, seçim mercii olarak bilinçdışını yetkilendirmekte birtakım riskler olduğunu öne sürebiliriz. Öncelikle, aşkın koordinatlarını erken deneyimlerde arayacaksak eğer bu koordinatların bizi ödipal dönem öncesine götüreceği, oldukça erken deneyimlerle yan yana getireceği aşikardır. Dolayısıyla her aşkın büyükçe bir parçasının esasında ödipal dönemden çok pre-ödipal dönem ilkeleri ile işlediği gözden kaçmamalı. Dolayısıyla aşkın işleyişinin nevrotik bir yapıdan öte narsisistik bir yapı olarak ele alınabileceğini bir kez daha söylemiş oluyoruz. Zizek’in yanıtını ilgilendiren diğer bir sorunu tarif etmek için ise öncelikle kısa bir kuramsal geçiş yapmak zorunlu gibi durmaktadır. VI Freud, “Zihinsel İşleyin İki İlkesi (1911)” isimli makalesinde ikincil süreç işleyişin dile bağımlı olduğunu, birincil süreçlerin ise dilden azade olduğunu öne sürer. Buna göre, birincil süreçlerin dış gerçeklikten yani iç dünyaya nesne ile gelen nesnellikten pek etkilenmediğini hatırlamak gerekir. Bilinçdışı işleyiş süreçlerinde bir simetri (farksızlık, benzerlik) halinin hâkim olduğu, dış gerçeklikte ya da dilsel, bilinçli işleyişte, birbiri ile pek ilişkili olmayan pek çok şeyin, birincil süreçlerin hakimiyetindeki işleyişte kolaylıkla birbirinin yerine geçebileceği varsayılır. Bu yüzden cinsel doyuma götürecek nesneler de dahil olacak biçimde, birincil süreçlerin hakimiyetindeki bilinçdışında, nesneler birbirini ikame edebilir. Bu durumda sevgi nesneleri de birbirinin yerine geçebilir, rüyalarda bu sistemin izleri oldukça belirginleşir, gündelik hayatta birbiri ile ilgisiz pek çok şey birbirinin yerine geçebilir. Kategorilerin bu genişliği nedeniyle bilinçdışında ensest kaçınılmaz olarak varlığını her zaman sürdürür. Ensesti yasaklayan sistem bilinç, yani dile bağlı sistemlerdir. İkincil süreç düşünce ise asimetrinin (farklılık ve ayrımların) hakimiyetinde olacaktır. Eğer aşk nesnesinin seçiminde, Zizek’in önerdiği gibi geçmişten gelen, incelikli ve dar bir kalıbın uygulanması bekleniyorsa bu kalıbın bilinçdışından ziyade bilinçli işleyişte taşınıyor olması gerekirdi ama henüz âşık olacağı kişiyle karşılaşmamış birisinin cebinde müstakbel aşkının eşkâlini taşıması ya da bu eşkâli taşıdığının farkında olması da tuhaf olurdu. Bu kalıbın bilinçdışında taşınması da seçiciliği çok azaltacağına göre makul bir çabayla bilinç sahasına alınabilen ön-bilincin daha uygun bir mecra olduğu söylenebilirdi ancak bu çıkarımların fazlasıyla spekülatif olduğunu unutmamak gerekir. Üstelik bu sistemlerden birisinde görünüm bulan bir şeyin diğer sistemlerde de yansımaları olacaktır, dolayısıyla bu kalıbın aynı anda üç sistemdeki görünümleri üzerine de düşünülebilir. Ancak benim bu tartışmayı uzatmaktaki niyetim bir yanıt vermek değil, olsa olsa verilecek her yanıtın bizi yeni bir soruya bağladığını göstermek olabilir. VII Tekrar sorumuza geri dönersek, yani aşık olunacak kişinin seçimi sorunsalına dönersek eğer, şimdiye dek seçim işinin seçilenin nesnel özellikleri ile açıklanamayacağını, bu seçimde yaşamın en erken dönemlerindeki deneyimlerin etkili olduğunu, ancak bu seçimin özgür bir seçim olduğunu söylemiş olduk. Yaşamın en erken dönemindeki ilişkilerde bebeğin bir seçiciliği yoktur, bebek bir ilişkiler ağının ortasına gayri iradi olarak düşer. Oysa yetişkinin aşk nesnesine dair seçimi (çoğu kez) böylesi zorunluluklar içermez. Dış gerçeklikten olabildiğine az beslenen bu seçimin narsistik bir seçim olduğu açıktır, ancak bu oto-erotik dünyaya dahil edilecek nesnenin nasıl seçildiği halen pek açıklık kazanmış sayılmaz. Bu seçim tereddüt halinde olan, herkese hem açık hem de kapalı olan bireyi bu tereddütten kurtarıp keskin bir kararlılığa ve artık diğer aşık adaylarına kapalı hale getirmesi beklenir. Bir başka örnek, yumurta hücresinin sperm karşısında gösterdiği seçicilik olabilir. Yumurtaya doğu giden milyonlarca sperm hücresinden yalnızca birisi seçilecektir. Seçim yapılana dek yumurta için birbirinden farklı olmayan bu hücrelerden birisi seçildiğinde yumurta diğer spermlere kapalı hale gelecektir. Dışında onu tanımak için bir sisteme sahip olmayan yumurta hücresi, içine henüz aldığı sperm hücresi ile genetik materyalini birleştirmeye ve yeni bir birliğe doğru hareket etmeye de istekli olacaktır. Burada sanki yarışı kazanan bir sperm hücresi varmış gibi görünse de aslında sperm sayısı azaldığında döllenme gerçekleşmez, tek bir spermin yumurtayı döllemesi imkansızdır. Döllenme ancak diğer spermlerin de yumurtanın dış katmanını enzimleri ile aşındırması ile mümkün olacaktır. Burada oluşturmak istediğim izlenim “bir kişiyi bin kişi ister ama birisine kısmet olur” gibi bir durum değil. Zaten bir adamın ya da kadının çevresinde pervane olmuş aşıklardan söz etmek, en azından çoğumuz için imkânsız olsa da toplumun ve kültürün sevme işinin yörüngesini ve tarifini yaptığı açıktır. Yani aşık olma işi kültür içerisinde detayıyla tarif edilir, teşvik edilir. Bu kısmi delilik ya da körlük hali için bireyler cesaretlendirilir. Aşk günümüz toplumunca kutsanmıştır, en azından “kutlu” bir tarifi vardır. Buradan hareketle kurucu mitlerden olan Âdem ve Havva mitinde aşkın imkansızlığından söz edilebilir. Hem teknik olarak bir zorunluluk durumunda seçimden söz edilemez hem de aşkı mümkün kılacak bir topluluk hayatı yoktur. Ayrıca unutmamak gerekir ki Adem ve Havva’nın göbek delikleri yoktu, yani bir bebeklik halleri olmadı, dolayısıyla bakım verenleriyle şekillenmiş, yoğrulmuş kalıpları yoktu. Zaten mitin pek çok versiyonunda Adem ve Havva’nın ilişkisi ya bir boyun eğme/eğdirme ya da bir kandırma/kandırılma hattı üzerinden ilerler. Burada bir adım daha atarak Adem ve Hava’nın ilişkisindeki bu eksikliğin belki de çocuklarının birbirini öldürmesinde bile etkin bir rolü olduğunu öne sürebiliriz. Elbette bunu söylemekteki niyetim ebeveynlerin arasındaki ya da bir üst kuşaktaki sevgi ilişkilerinden başlayarak şekillenmekte olan bir hazırlık sürecinin önemine işaret etmektir. VIII Freud, kendi kuramında sevme işinin tarifi ve sevgi nesnesinin seçimine ilişkin önemli bir değişikliğe gider. Özellikle 1920 sonrasında, “Haz ilkesi ve ötesinde” metni ile kuramında Eros’u merkezi bir sahaya çeker. Onun için özellikle toplumsal işleyişte Eros önemli bir işlev üstlenir. “Haz İlkesi”nin bile daha derininde işleyen mekanizmalardan söz eden Freud’un bu metninde haz ilkesinin ötesine neyi koyduğu esasında pek açık değildir. Pek çok kuramcı buradaki önerinin “ölüm dürtüsü” yani Thanatos olduğu konusunda hemfikirdir. Oysa, Jacques Derrida, haz ilkesinin ötesi olarak ölüm dürtüsünün, hele de Freud’un tarifi ile bağsızlık arayan bir dürtü olarak tarif edilen ölüm dürtüsünün asla haz ilkesinin ötesi sayılamayacağını öne sürer. Nihayetinde Freud’un haz tarifi de esasında dürtünün boşalması ve baskısının azalmasıdır. Burada gözden kaçan şey esasında Freud’un yalnızca ölüm dürtüsünü değil, Eros’u da haz ilkesinin ötesi olarak tasarladığı ihtimalidir. Nihayetinde Freud’un yeni kuramsallaştırmasında cinsel çekimin merkezinde duran Eros, önceki Libido kavramından oldukça farklıdır. Eros da tıpkı Libido gibi ruhsallığın temelinde işleyen ve canlılığın ana enerjisi olarak tasarlanmış olsa da her nasılsa Freud, Eros’u oldukça yüksek işlevlerle ilişkilendirmiştir. Öncelikle Eros’un sentez (bir araya getirme) kapasitelerini daha çok benlik işlevleri ilişkilendirir, oysa libido tüm ruhsallığın, özellikle de bilinçdışı işleyişin ana enerjisidir. Eros çoğu kez yaratıcılık, olumlu yas kapasiteleri ile ilişkilendirilir ve yıkıcılık ve saldırganlık ölüm dürtüsünün sırtına bindirilir. Oysa libido kuramında agresyon ve cinsellik iç içedir, yıkıcılığın da, yapıcılığın da, sevecenliğin ve öfkenin de ana enerjisi aynıdır. Tek bir enerjinin yol açtığı farklı görünümler niceliğin nitelik üzerindeki etkisi ile açıklanır. Yani bir şeyin yalnızca niceliği değiştirildiğinde niteliği de değişir. Isının niceliği değiştiğinde soğukluk, sıcaklık ve yakıcılık gibi farklı nitelikler kendiliğinden belirecektir. Oysa Eros ve ölüm dürtüsü karşıtlığında, Eros, oldukça yapıcı faaliyetlerle ilişkilidir. Bu haliyle Eros’u sevgi kavramı ile anlamak daha kolaydır ve üstelik bu yalnızca nesne üzerinde dürtü boşalımını amaçlayan bir libidinal yük değildir artık. Jean Laplanche, Freud’un kuramındaki bu açı farkını bir sapma olarak ele alır ve buna kanıt olarak Freud’un Aristophanes’in ağzından anlattığı yapışık insanlar mitini iki farklı metninde ele alışını inceler. IX Platon’un “Şölen” metninde Aristophanes ilginç bir öykü anlatır. İnsanlar bir zamanlar dört kollu, dört bacaklı ve iki kafalı imiş ve bu tuhaf insanları Zeus ortadan ikiye ayırmış. Aristophanes’in uzun tarifinden kısa bir alıntı yapabiliriz: “İşte böylece ikiye ayrılan insanlar, diğer yarılarını özleyip, arzu ederler, kolları ile birbirine sarılıp, yeniden bir bütün haline gelmek isteği ile kucaklaşır ve birbirinden ayrı hiçbir şey yapmak istemedikleri için açlıktan ve işsizlikten ölüp giderlermiş. Yarılardan biri ölünce, sağ kalan bir başkasını arar, ona sarılırmış; rastgele sarıldığı bu insan bir erkek de olabiliyormuş, dişi de (bugün biz bu dişi yarıya kadın diyoruz) ... Çiftleşme erkekle kadın arasında olursa, insan soyunun çoğalması sağlanmış oluyor, yok eğer erkekle erkek arasında olursa, arzularını gidererek, başka işlere yöneliyor, hayatlarında başka amaçlar ediniyorlarmış. Demek ki, insanın yaradılışında bulunan sevgi (Eros) çok eski zamanlardan kalmadır; sevgi, bizim ilk yapımızı yeniden kuruyor, iki varlığı, bir tek varlık haline getiriyor; kısacası, insanın yaradılışındaki bir derde deva oluyor.”3 Metnin devamında Aristophanes, bu yapışık çiftlerin kimisinin erkek-kadın, kimisinin erkek-erkek ya da kadın-kadın çifti olduğunu öne sürer ve eşcinsel eğilimleri böyle açıklar. Freud, bu anlatıya kendi metninde ilk kez 1905 yılında “Cinsellik üzerine üç deneme” metninde yer verir ve bu anlatıya katılmaz. Ona göre insan cinselliği yalnızca başka insana doğru değil aynı zamanda otoerotiktir ve insanlar kendi eksik yarılarını değil dürtü tatmini başka insanları ararlar. Oysa 1920 yılına, yani “Haz İlkesinin Ötesi” metnine geldiğimizde Freud bu anlatıyı kendi kuramına bir destek noktası olarak kullanır. Eros’un bir araya getirici ve yapıştırıcı niteliğini bu öykü ile destekler. Nihayetinde, bu öykü Eros’un ne denli önemli bir tanrı olduğunu ispatlamak için anlatılmıştır. Laplanche, işte tam bu noktada Freud’un daha önce pek kıymetli bulmadığı öyküye yeniden dönüşünü önemser ve bu kullanım farkının altını çizer. İlginç olan şudur ki esasında Platon’un metnini yazığı sıralarda ünlü bir tiyatro yazarı olan Aristophanes gerçek hayatta bu öyküden hiç söz etmemiştir. Platon, bu öyküyü onun ağzı ile anlatmıştır ve anlatılan öykü esasında Sokrat öncesi filozoflardan, Platonun hayli sevdiği Empedokles’in kuramını özetlemektedir. Empedokles’e göre yaşamın temelinde ayrışmayı ve birleşmeyi sağlayan iki temel kuvvet vardır. Freud, Empedokles isminden ilk kez 1937’de “Sonlanan analiz, sonlanmayan analiz” metninde söz eder ve onun kuramının kendi kuramı ile benzerliğini teslim etse de aslında 1920 yılında kendi kuramını önerirken bu kuramdan habersiz olduğunu söyler. Oysa, hem 1905 yılında hem de 1920 yılında değindiği öykü her ne kadar Platon tarafından anlatılmış olsa da Empedokles’in kuramının bir özetini sunmaktadır. Yani Freud, esasında kendi kuramının öncülü ile sandığından çok önce tanışmıştır ve ilk karşılaşmada bu fikirlerden pek de hoşlanmamıştır. Freud’un bu fikirlere yeniden dönüşünü Platon’un kaleminden konuşan Aristophanes’ten alıntıladığımız kısa metnin son cümlesi ile ilişkilendirebiliriz. Nihayetinde Eros, insanların yaradılışındaki bir derde deva oluyordu. Bu spekülasyonu ilerletecek olursak eğer Freud için bu derdin nesne duyulan derin ihtiyaç ve arzu olduğu açıktır. Tek bir kişiyi seçme, ona adanma ya da ona 3 Platon, “Şölen”, çev: Cüneyt Çetinkaya, Bordo Siyah Yayınları, İstanbul, 2000 yapışma gayreti ve bu kişinin seçimi meselesi kuramsal olarak ona göre daha anlaşılır bir zemine oturmuştur artık. Nihayetinde Freud için zaten hepimiz yaşamımıza dört kollu ve dört bacaklı başlıyoruz diyebiliriz. Daha sonra Donald Winnicott’un da ısrarla altını çizdiği gibi tek başına anne ya da tek başına bebek yoktur, anne-bebek çifti vardır. Freud’un kuramında da (en başından beri) yaşamın erken dönemlerinin bir yapışma içerisinde başlar ve onun kuramsal bakışında ayrışma, yani Zeus’un zalim bıçağı ancak yaşamın ilerleyen evrelerinde devreye girer. Aristophanes, ünlü monologda Zeus’un bıçağı indirmesi sonrasında açılan yaraların Apollon tarafından nasıl iyileştirildiğini de detaylıca anlatılır. Psikanalitik kuramın nesne ile ilişkiyi ele alışı da benzerdir, yani, nesne seçimi kadar nesne kaybı, nesneden ayrılma işi de kuramın merkezindedir. Yas, olarak adlandırılan bu iyileşme süreçleri de Freud için açıkça Eros’un hakimiyet alanındadır. Eros’tan umulacak bir diğer yarar ise onun ensest karşısında sağladığı panzehirdir ve bu panzehrin adı aşktır. X Freud, Totem ve Tabu (1913), metninde ensest yasağını, öldürmeyeceksin emri ile birlikte uygarlığın kalbine yazar. Ona göre ilk toplumsal sözleşmenin dayandığı temel sütunlardır bunlar. Bu savını desteklemek için ilkel kabilelerden pek çok örnek sunar. Ne var ki, aslında hem kendi öncesindeki hem de sonrasındaki çalışmalar bu iddiaları ancak kısmen desteklemektedir. Ensest yasağını tüm insan toplulukların merkezine getirmek iyi fikir gibi görünse de geçmiş medeniyetlerde bugüne çok uzak uygulamalar bulmak olasıdır (Antik Mısır, Asurlar, Zerdüştler vb.). Dolayısıyla Freud’un bu tutumunu ensestin özellikle bugünün toplumunda ne denli derin bir korku olduğunu onaylamak için kullanabiliriz. Bugünün topluluk yaşayışı pek çok farklılık içerse de “romantik aşk” bir kutsamaya tabi kılınır. Aşkın gözünün körlüğü adeta hem onaylanır hem de teşvik edilir. Düğünler, kutlamalar ve pek çok iz bu onayın kanıtları olarak görülebilir. Bugün “romantik aşkın” tarihin her döneminde benzer bir kutsamaya tabi olmadığını biliyoruz. Eros’un bugünün dünyasında hükümranlığını iyice perçinlediğini söyleyebiliriz. Eros’un okunda egzotik bir gizemin de bulunduğunu öne sürebiliriz ve egzogami için ana itici olarak çalışır. Bugün endogamik (aile içi evlilikler) çoğu kez sapma ya da aşktan öte geleneklere boyun eğmek olarak değerlendirilir. Aşk, aşkın bir olanak olarak bireyi evin dışına doğru iter. Bedenin dönüşümü ile başlayan erinliğe, çocukluğun gizil döneminden ergenlik işleyişine yani genitaliteye doğru atılan adım da eşlik eder. Ruhsal olarak da artık çocuk olmayan bu yeni bireyin adı ergendir. Ergenin aşk nesnesi seçimi her ne kadar Zizek’in öne sürdüğü gibi ev içi ilişkilerden koordinatlar içerse de ergenin bu koordinatları başka bireylere uyarlaması da zorunludur. Bu dönemde evdekilerin yemek yerken çıkardığı sesler, kimi bedensel izler çok itici bulunur, ergen evin içinden itildiğini hisseder. Oysa bir adım sonrasında başka bir bedene hayranlık duyacaktır. Bu tarif görüldüğü üzere oldukça kısır ve indirgenmiş bir tariftir, bu kaba tarifin ardında sonsuz bir çeşitliliği barındırdığı akılda tutulmalıdır. Nesne seçimindeki bu dışa yönelme elbette sadece evlilik ile sınırlı değildir, hatta bugün artık genitalitenin bile genesis ile yani üreme ile sınırlı olmadığı açıktır. Aşka düşen nihayetinde kördür, o herhangi bir amaç peşinde değildir. Aşka düşen topluluğun onun için hazırladığı alanda rahatça dış gerçeklikten çekilir ve daha ilkel bir işleyişi devralır. XI Sevme işinin yalnızca bireysel ruhsal işleyiş ile değil, toplumsal işleyiş ile de ne denli iç içe olduğu buraya kadar anlatılanlarla yeterince ortaya konmuştur. Freud, “Grup pskolojisi ve ben analizi (1921)” metninde Le Bon’un karizmatik lider fikrinden ve bu liderin topluluk yaşamı için elzem oluşundan söz eder. Le Bon, daha çok liderin hipnotik bağlarla kitleyi bir arada tuttuğunu öne sürer. Oysa, Freud’a göre hipnotik bağlar libidinal bağlar da elzemdir. Romalı Cicero, bir liderin kitlesinde sevgi ya da korku oluşturarak kontrolü sağlayabileceğini söyler ve bu durumda hangisini seçmenin akılcı olduğunu sorar. Elbette Cicero için yanıt kaçınılmaz olarak sevgidir. Ne var ki ondan asırlar sonra Machievelli, Cicero’nun bu sorusunu elbette korku diye yanıtlar. Ona göre ne de olsa sevgi sürekli bir beklenti anlamına da gelecektir ve beklentilere dair ilk düş kırıklığında halk lidere sırtını dönecektir. Machievelli, korkuyu daha güvenilir bulsa da esasında korku içerisindeki bir toplum tüm yaratıcı kapasitelerinde ciddi bir kayba uğrayacaktır. Korku içinde tutulan bir sevgili ile aldatma ya da aldatılma riskleri azaltılabilir ancak ilişkinin niteliğinde ciddi bir kayıp olur. Sevgi korkuya kıyasla dış gerçekliğe daha uyumlu bir yoldur. Cicero’nun düşlemindeki yurttaşların daha yaratıcı ve dönüştürücü olacağı açıktır. Sevilmemekten korkan lider daha çalışkan olabilir ya da kendi halkına duyduğu sevgiye tutunarak yerini bu sevgiyi kendisinden daha çok kazanacak birine devredebilir. Elbette Machievelli’nin itirazı öylece bir anda savuşturulacak kadar basit değildir ama yine de yaşamak için sevmekten ve sevilmeyi ummaktan başka yol yoktur diyebiliriz.