BİLDİRİ ÖZETLERİ KİTABI
TRABZON
2018
II. ULUSAL İÇ MİMARİ TASARIM SEMPOZYUMU
“TASARIMA DAİR GÜNCEL SÖYLEMLER”
06-07 Aralık 2018
BİLDİRİ ÖZETLERİ KİTABI
Karadeniz Teknik Üniversitesi, TRABZON
II. ULUSAL İÇ MİMARİ TASARIM SEMPOZYUMU
“TASARIMA DAİR GÜNCEL SÖYLEMLER” 06-07 Aralık 2018
BİLDİRİ ÖZETLERİ KİTABI
Yapım/Yayımlayan
Karadeniz Teknik Üniversitesi
Mimarlık Fakültesi
İç Mimarlık Bölümü
Adres : KTU Kanuni Kampüsü 61080 TRABZON
Tel
: 0 (462) 377 26 95
Fax
: 0 (462) 325 55 88
Web : http://www.ktu.edu.tr/imts2018
E-posta :
[email protected]
Editör
Doç. Dr. Muteber ERBAY
ISBN
978-605-2271-11-7
Baskı
KTÜ Basımevi, 2018
Sponsorlar
Karadeniz Teknik
Üniversitesi
Yakın Doğu
Üniversitesi
İçmimarlar
Odası
Trabzon Ticaret ve
Sanayi Odası
Mekân by Kübra Özlü
Değer
Her hakkı saklıdır. Bu kitabın tamamı veya bir kısmı KTU Mimarlık Fakültesi İç Mimarlık Bölümü’nün izni
alınmaksızın kısmen veya tamamen hiç bir şekilde çoğaltılamaz veya yayınlanamaz. Kitapta yayınlanan
yazıların sorumluluğu yazarlarına aittir.
İÇİNDEKİLER
Sayfa No
ONUR KURULU
DÜZENLEME KURULU
BİLİM KURULU
SEKRETERYA
SEMPOZYUM YERİ
SEMPOZYUM TEMASI
V
V
V
VI
VI
VII
SÖZLÜ BİLDİRİ ÖZETLERİ
1-60
BİLGİ OKURYAZARLIĞI VE İÇ MİMARLIK LİSANS EĞİTİMİ İLE İLİŞKİSİ
Alper Torun, Şengül Yalçınkaya
3-4
ÇOCUK MEKÂNLARINDA GÜNCEL TASARIM YAKLAŞIMLARI
Rabia Köse Doğan, Seda Baksi
5-6
ÇOCUK ODASI MOBİLYASI TASARIMINDA FONKSİYONELLİK
Hamide Temel
7-8
DOĞANIN BİYO-İŞLEVSELLİK ÖZELLİĞİNİN MEKÂNA AKTARILMASI: BİYO
ADAPTASYON
Aliye Rahşan Karabetça
9-10
DOĞU KARADENİZ YEREL MİMARİSİNİN SÜREKLİLİĞİ BAĞLAMINDA TRABZON/
OF / BALLICA MİMARİ ÖZELLİKLERİ VE YENİ BİR KONUT ÖNERİSİ
Gülsüm Yaşar Bulut, İbrahim Numan
11-12
DÖNÜŞEN DİYALOĞUN MEKÂNSAL VARLIĞI: HEM YOK HEM ÇOK
Hüma Bakır Doğru
13-14
EDEBİYATTA MİMARİ BİR SÖYLEM OLARAK BİLİNÇ AKIŞI TEKNİĞİ
Gamze Çapkınoğlu, Muteber Erbay
15-16
FUAR STANT TASARIMI – ZİYARETÇİ SAYISI İLİŞKİSİNİN ÖRNEKLER ÜZERİNDEN
İRDELENMESİ
Serhat Anıktar, Can Akın
17-18
GELENEK, GÜNÜMÜZ GELECEK BAĞLAMINDA İÇ MEKÂN
Salih Salbacak
19-20
GİRNE KALESİ MÜZESİ TASARIMINDA DEKONSTRÜKSİYONİST ANLAM DÜZEYİ VE
RESMİ KISITLAMALAR, KIBRIS
Alessandro Camiz, Zarif Ezdeşir
21-22
I
İÇ MEKÂNDA GÜNCEL BİR SÖYLEM ‘BİYOFİLİK TASARIM’ VE UYGULAMA ÖRNEĞİ
OLARAK MEMORİAL HASTANESİ
Muteber Erbay
23-24
İÇ MEKÂNDA MOBİLYANİN KÜRESEL YOLCULUĞU
Muteber Erbay, Serenay Ulusoy
25-26
İÇ MİMARLIK ATÖLYELERİNİN DENEYİMLENMESİ
Ş. Ebru Okuyucu, Mehmet Sarıkahya, Necmi Kahraman,
Veysel Aydoğdu, Gamze Çoban
27-28
KÂĞIT TÜPLER İLE İÇ MEKÂN TASARLAMAK
Nihansu Banu Albayrak, Nihan Engin
29-30
KAMUSAL ALANDA KENTSEL İÇ MEKÂNLARI PLACEMAKING SÜRECİ ÜZERİNDEN
OKUMAK: "PROJECT FOR PUBLIC SPACES" DERNEĞİNİN ÇALIŞMALARININ
İNCELENMESİ
Gökçe Uzgören, Tuğçe Öztürk, Z. Funda Ürük, Yaprak Özel
31-32
KAMUSAL BİNA TASARIMINDA İÇ MEKÂNLARININ KAMUSALLIK DÜZEYİNİN
ÖLÇÜLMESİNDE BİR YÖNTEM: MEKÂN DİZİM ANALİZİ
Pelin Aykutlar, Seçkin Kutucu
33-34
KENT VE İÇ MİMARLIK KESİŞİMİNDE KENTSEL İÇ MEKÂN
Büşra Nalbant, Derya Adıgüzel Özbek
35-36
KENTSEL KAMUSAL MEKÂN TASARIMI VE SÜRECİNE ALTERNATİF BİR BAKİŞ: BİR
PLANLAMA STRATEJİSİ OLARAK ‘GEÇİCİLİK
Merve Karadaban
37-38
KONUT İÇ MEKÂNINA SÜRDÜRÜLEBİLİR YAKLAŞIMLAR
F. Ceyda Güney Yüksel, Füsun Seçer Kariptaş
39
MEKÂN TASARIMINDA SANAL GERÇEKLİK KULLANIMI
Burcu Nimet Dumlu, Onurcan Albayrak
41-42
MEKÂNSAL ELVERİŞLİLİK VE FİZİKSEL ÇEVRE KALİTESİ BAĞLAMINDA MEKÂNSAL
KALİTE ANALİZİ
Tuğçe Öztürk, Zerrin Funda Ürük, Yaprak Özer, Gökçe Uzgören
43-44
MESLEK YÜKSEKOKULU İÇ MEKÂN TASARIMI PROGRAMINDA ÖĞRENİM GÖREN
ÖĞRENCİLERİN BU BÖLÜMÜ TERCİH ETME NEDENLERİ VE BEKLENTİLERİ
Mustafa Zor
45-46
MİMARİ AKIMDAN ÜRÜNE TASARIMIN FARKLI ÖLÇEKLERDE DENEYİMLENMESİ
H. Beril Bal, Aslan Nayeb Khorsroshahı
47-48
II
MİMARIN ROLÜNÜN TASARIM VE İNŞA İLİŞKİSİ ÜZERİNDEN OKUNMASI
Barış Çağlar
49-50
MOBİLYA TASARIMI DERSİ KAPSAMINDA SANAYİ-ÜNIVERSİTE İŞ BİRLİĞİ: BİR
YARIŞMA SÜRECİ ÖRNEĞİ
Pınar Artıkoğlu, Ezgi Çiçek, Elif Aktaş Yanaş,
Zeynep Ceylanlı, Işılay Akkoyun Tekçe
51-52
MOBİLYA VE SÜS
Yaprak Özel, Zerrin Funda Ürük, Gökçe Uzgören, Tuğçe Öztürk
53-54
MÜZE SERGİLEME MEKÂNLARINDA AYDINLATMA TASARIMI
Hande Eyüboğlu, Tülay Zorlu
55-56
OFİS İÇ MEKÂN TASARIMINDA RENGİN KULLANIMI
Ebru Yazgan Serinkaya, Gonca Nakışcı
57-58
OTEL LOBİLERİNİN ENGELLİ KULLANICILARA YÖNELİK KURGULANMASI
Anday Türkmen, Emel İşleyen
59-60
SAĞLIK YAPILARINDA ŞİFA BAHÇELERİ TASARIMI
Yağmur Turgay, Gülay Keleş Usta
61-62
TASARIM EĞİTİMİNDE SEZGİSEL SÜREÇLERİ DESTEKLEYEN BİR ARAÇ OLARAK
ZİHİNSEL İMGELEMİN İNCELENMESİ
Elif Aktaş Yanaş
63-64
TASARIMA İNTERDİSİPLİNER BİR BAKIŞ: SOLAR EV TASARIMI
Selin Mutdoğan
65-66
TASARIMDA GİYİM KURAMI- YAHUT TEZYİNAT: ORYANTAZLİST BİR MEKÂNSAL
TEZAHÜR OLARAK MARAKEŞ ESKİ ŞEHİR ÖRNEĞİ
Büşra Dilaveroğlu
67-68
TASARLANAN YAŞANILAN VE ALGILANAN BİR KAVRAM OLAN MEKÂNIN
TEKNOLOJİ İLE ETKİLEŞİMİ
Orkunt Turgay
69-70
TEKİNSİZ MEKÂNLAR: EV ÜZERİNDEN OKUMA
Adnan Aksu, Sevda Kütük
71-72
TOPRAKALTI MEKÂNLARINDA ALGISAL KONFORU SAĞLAMAYA YÖNELİK
MEKÂNSAL TASARIM ÖNERİLERİ
Şeyma İncesakal
73-74
III
TÜKETİM KÜLTÜRÜNDEKİ DEĞİŞİMİN YEME İÇME MEKÂNLARININ MEKÂNSAL
ÖZELLİKLERİNE ETKİSİ: YEL DEĞİRMENİ ÖRNEĞİ
Elifcan Duygun, R. Gökhan Koçyiğit
75-76
VİTRİN TASARIMINDA GÜNCEL YAKLAŞIMLAR
Nihan Canbakal Ataoğlu
77-78
IV
ONUR KURULU
Prof. Dr. Süleyman BAYKAL Karadeniz Teknik Üniversitesi, Rektör
Prof. Dr. İlkay M. ÖZDEMİR Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi Dekanı
DÜZENLEME KURULU
Doç. Dr. Erkan AYDINTAN (Başkan)
Doç. Dr. Tülay ZORLU (Eş Başkan)
Doç. Dr. Filiz TAVŞAN (Eş Başkan)
Doç. Dr. Muteber ERBAY
Doç. Dr. Ayfer D. ÇAVDAR
Doç. Dr. Şengül YALÇINKAYA
Doç. Dr. Şebnem ERTAŞ
Doç. Dr. Funda K. AÇICI
Öğr. Gör. Dr. Dilara ONUR
Öğr. Gör. Dr. Pınar KÜÇÜK
Arş. Gör. Dr. Özge İSLAMOĞLU
Arş. Gör. Dr. Aylin ARAS
Öğr. Gör. Saffet E. LÜLECİ
Öğr. Gör. Betül AKGÜL
Arş. Gör. Serap FAİZ BÜYÜKÇAM
Arş. Gör. Zeynep SADIKLAR
Arş. Gör. Tolga CÜRGÜL
Arş. Gör. Ayşe Ş. TUFAN
Arş. Gör. Selver KOÇ
Y. Lisans (İç Mimarlık) / Grafik Tasarımcısı Pardis KAFİL
Rabia YAMAK (Bölüm Sekreteri)
BİLİM KURULU
Prof. Dr. Altan AKI (Okan Üniversitesi)
Prof. Dr. Banu MANAV (İstanbul Ayvansaray Üniversitesi)
Prof. Dr. Can Mehmet HERSEK (Başkent Üniversitesi)
Prof. Dr. Gülay K. USTA (İstanbul Kültür Üniversitesi)
Prof. Dr. İlkay M.ÖZDEMİR (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Prof. Meltem ETİ PROTO (Marmara Üniversitesi)
Prof. Pelin YILDIZ (Hacettepe Üniversitesi)
Prof. Dr. Uğur DAĞLI (Doğu Akdeniz Üniversitesi)
Doç. Dr. Alessandro CAMİZ (Girne Amerikan Üniversitesi)
Doç. Dr. Asu BEŞGEN (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Doç. Dr. Ayça USTAÖMEROĞLU (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Doç. Dr. Deniz Ayşe YAZICIOĞLU KANOĞLU (İstanbul Teknik Üniversitesi)
Doç. Dr. Cengiz TAVŞAN (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Doç. Dr. Deniz DEMİRARSLAN (Kocaeli Üniversitesi)
Doç. Dr. Erkan AYDINTAN (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Doç. Dr. Filiz TAVŞAN (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Doç. Dr. Huriye GÜRDALLI (Yakın Doğu Üniversitesi)
V
Doç. Dr. Muteber ERBAY (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Doç. Dr. Nur AYALP (TOBB Ekonomi ve Teknoloji Üniversitesi)
Doç. Dr. Özge CORDAN (İstanbul Teknik Üniversitesi)
Doç. Dr. Rabia Köse DOĞAN (Selçuk Üniversitesi)
Doç. Dr. Sevinç KURT (Uluslararası Kıbrıs Üniversitesi)
Doç. Dr. Sezin TANRIÖVER (Bahçeşehir Üniversitesi)
Doç. Dr. Şengül YALÇINKAYA (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Doç. Dr. Tülay ZORLU (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Doç. Dr. Yasemin AFACAN (Bilkent Üniversitesi)
Doç. Dr. Zeynep Tuna ULTAV (Yaşar Üniversitesi)
Doç. Dr. Zihni TURKAN (Yakın Doğu Üniversitesi)
Dr. Öğr. Üyesi Ahmet SEZGİN (MEF Üniversitesi)
Dr. Öğr. Üyesi Ayşen Cevriye BENLİ (Toros Üniversitesi)
Dr. Öğr. Üyesi Ebru Okuyucu (Afyon Kocatepe Üniversitesi)
Dr. Öğr. Üyesi Elif SÖNMEZ (İstanbul Altınbaş Üniversitesi)
Dr. Öğr. Üyesi Emre ENGİN (Avrasya Üniversitesi)
Dr. Öğr. Üyesi Funda K. AÇICI (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
Dr. Öğr. Üyesi Hakan İMERT (İstinye Üniversitesi)
Dr. Öğr. Üyesi Işılay TEKÇE (Özyeğin Üniversitesi)
Dr. Öğr. Üyesi Pelin KARAÇAR (İstanbul Medipol Üniversitesi)
Dr. Öğr. Üyesi Salih SALBACAK (Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi)
Dr. Öğr. Üyesi Shirin IZADPANAH (Antalya Bilim Üniversitesi)
Dr. Öğr. Üyesi Şebnem ERTAŞ (Karadeniz Teknik Üniversitesi)
SEKRETERYA
Doç. Dr. Şebnem ERTAŞ (Başkan)
Arş. Gör. Ayşe Ş. TUFAN (Üye)
Arş. Gör. Selver KOÇ (Üye)
SEMPOZYUM YERİ
KTÜ Prof. Dr. Osman Turan Kongre Merkezi
VI
SEMPOZYUM TEMASI
Hepimiz, içinde yaşadığımız yüzyıl da bilimsel, teknolojik, ekonomik, toplumsal, siyasal
alanda hızlı değişimlerin yaşandığına tanıklık etmekteyiz. Bilişim ve teknolojideki gelişmelerle
etki alanı genişleyen bu değişimin sonucu dünya hızla küreselleşmektedir. Küresel koşullar
birçok alanda olduğu gibi tasarım düşüncesinde ve yapı inşasının şekillenmesinde de etkili
olmaktadır. Bu durum özellikle mekân pratiği, biçimi ve anlamı üzerinde önemli değişimlere
neden olurken tasarım ve yapı üretim alanında rol alan aktörler ve üstlendikleri roller açısından
farklılıklar ortaya çıkarmıştır. Tasarım olgusunun anlamı, tasarlama pratiği, tasarım eğitimi vb.
pek çok alanda yaşanan değişimler, eş zamanlı olarak güncel söylemleri gündeme
taşımaktadır. Yenidünya anlayışı ile ortaya koyulan küresel gelişmeler karşısında kayıtsız
kalmak olası değildir.
Konuya daha spesifik bir noktadan, İç Mimarlık disiplini açısından bakıldığında global
düzeyde günümüzde gelinen noktada mekana yaklaşım, mekanı algılama - anlamlandırma
biçimi, mekandan beklentiler, mekanı yapılandırma teknik ve teknolojisi…vb, pek çok olgu hem
eğitimde ve hem de pratikte farklı bakış açıları ile ele alınmaktadır.
Bu gelişmelere koşut olarak, II. Ulusal İç Mimari Tasarım Sempozyumunda “TASARIMA
DAİR GÜNCEL SÖYLEMLER” teması üzerine tasarımın sosyolojik, psikolojik, ekonomik,
teknolojik, kültürel..vb., düzeylerde ele alındığı çok yönlü bir tartışma ortamının kapılarının
aralanması amaçlanmaktadır. Geçmiş ve gelecekle ilişkili olarak bugünün koşullarında
tasarıma dair olan her türlü yeni tartışma, argüman, çelişki, fikir, yargı, kuram, kavram,
yaklaşım, yönelim, yöntem, deneme, soru, sorun, çözüm, çözümsüzlük..vb, sempozyum
çerçevesinde değerlendirilecektir.
Özetle tasarımın bireysel, toplumsal ve mesleki gündem olarak ele alınması, güncel
gelişmelerin ortaya koyulması ve gözden kaçan noktaların gündeme taşınması
beklenmektedir. İç mimarlık alanında güncel olarak tanımlanabilecek olgulara karşı farkındalık
yaratmak, var olan gündeminin yanında gerçek gündemini aramak, mesleğin eğitiminin ve
pratiğinin gelişimi için doğru soruları sormak amaçlanmaktadır.
Ülkemizin bu güzide bölgesinde ikincisi gerçekleştirilecek olan Sempozyumu’muza
değerli çalışmalarınız ile katkı vermenizi ve bu buluşma ile oluşacak sinerjiyi bizimle
paylaşmanızı dileriz.
Sempozyumda sunulmuş ve dergi hakemlerince değerlendirilerek içeriği uygun bulunan
çalışmalar, hakem sürecine bağlı olarak “Yakın Mimarlık” dergisinde yayınlanacaktır.
Doç. Dr. Erkan AYDINTAN (Başkan)
Doç. Dr. Tülay ZORLU (Eşbaşkan)
Doç. Dr. Filiz TAVŞAN (Eşbaşkan)
VII
VIII
BİLDİRİ ÖZETLERİ
(Bildiri özetleri, başlıklara göre alfabetik olarak sıralanmıştır.)
1
2
BİLGİ OKURYAZARLIĞI VE İÇ MİMARLIK LİSANS EĞİTİMİ İLE İLİŞKİSİ
Alper TORUN1, Şengül YALÇINKAYA2
Arş. Gör., Atatürk Üniversitesi, Mimarlık ve Tasarım Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 25240 Erzurum,
e-posta:
[email protected]
1
Doç. Dr., Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 61080 Trabzon,
e-posta:
[email protected]
2
ÖZET
Geçmişte herhangi bir disiplinle ilgili temel bilgilerin öğretilmesi başarı için yeterli olurken bugün bilgi
miktarındaki sürekli artış, bilgiye ulaşım yollarındaki farklılaşma ve çeşitlilik öğrenciye bilginin
öğretilmesinin yanında bazı becerilerin kazandırılmasını da zorunlu kılmaktadır. Meslek insanının başarılı
olabilmesi için tüm meslek yaşamı boyunca aktif bir şekilde öğrenim sürecine devam etmesi, mevcut bilgi
ve becerilerini geliştirebilmesi, bu yönde gerekli kararları, rol ve sorumlulukları kendi kendine alabilmesi
gereklidir. Bunun için de öncelikle bir takım temel becerilere ve alışkanlıklara sahip olması şarttır. Bu
doğrultuda; bilgi ihtiyacını fark etme, bilginin yerini belirleme, bilgiye erişme, arama stratejisi geliştirme,
bilgiyi analiz etme, yorumlama, değerlendirme, kullanma, paylaşma ve bu süreçteki etik/yasal
sorumlulukların farkında olma gibi bilinç ve becerilerini kapsayan kavram literatürde “Bilgi Okuryazarlığı”
becerileri olarak nitelendirilmektedir.
Günümüzde küreselleşme, toplumsal değişim, bilişim ve teknoloji alanındaki yeniliklerin ön planda
olması, hızlı bir değişim süreci içinde olan insan yaşamı ve değişen gereksinimler tasarım ile ilgili tüm
disiplinleri de etkilemektedir. İç mimarlık mesleği açısından konu ele alındığında; çok yönlü bilgi ve sürekli
bilgi güncellemesi iç mimarlık alanında da oldukça önemlidir. Bir iç mimar; iç mekânların işlevsel ve
nitelikli olabilmesine ilişkin sorunları tanımlayarak araştırmakta ve yaratıcılığını katarak çözmektedir. Bu
süreçte iç mekâna ilişkin; tasarım analizi, şantiye denetimi, yapı bilgisi, estetik, donatı, malzeme, teknoloji
gibi birçok farklı konuda bilgi sahibi olmalıdır. Bir iç mimar, farklı işlevlerdeki iç mekânlar için farklı
ölçeklerde çizim ve dokümanları hazırlamak üzere, farklı disiplinlerle bir arada çalışabilecek şekilde bilgi
ve deneyimle donanmış olmalıdır. Bu yüzden bilgi okuryazarlığı becerilerini edinmiş, yaşam boyu öğrenen
iç mimarların mezun edilmesi, mesleki başarılarını doğrudan etkileyecek düzeyde önemlidir. İç mimarın
mesleki hayatta ihtiyaç duyacağı bilgi okuryazarlığı becerileri, lisans ve lisansüstü eğitimi sürecinde çeşitli
yollarla kazandırılmalı ve geliştirilmelidir. Bugün mevcut eğitim sistemi içerisinde öğrenciler çeşitli bilgi
kaynaklarından yararlanırken kaynak olarak kullandıkları, kitap, dergi gibi basılı yayınların, internet
siteleri, sosyal medya gibi elektronik kaynakların yeterliliklerini tartışmamakta, bilgiyi doğrulama adına
faklı kaynaklarla desteklememekte, çoğu zaman konu ile ilişkisi ikincil bilgilere ulaşmaktadır. Diğer
taraftan bilginin derlendiği kaynak, alıntı ve gönderme gibi kavramlara, alışkanlık kazandırılacak düzeyde
yer verilmemektedir. Ayrıca, bilgiye nasıl erişileceğinin bilincinde olmama ya da erişilen bilgilerin
süzgeçten geçirilememesi problemi göze çarpmaktadır. Tüm bunlar, iç mimarlık eğitim sürecinde
geliştirilmesi gereken bilgi okuryazarlığı becerilerinin önemine işaret etmektedir.
Çalışmada, yükseköğrenimde çeşitli yollarla eğitim sistemi içerisine yer verilmeye başlanan bilgi
okuryazarlığının, İç mimarlık lisans eğitimi ile ilişkisi üzerine durulmuş, İç mimarlık lisans programlarında
bilgi okuryazarlığı eğitiminin gerekliliğine dikkat çekilerek farkındalık oluşturmak amaçlanmıştır. Bu
doğrultuda bilgi okuryazarlığı ve iç mimarlık lisans eğitimi ile ilgili literatürden elde edilen bilgiler tasarım
süreciyle ilişkilendirilerek yorumlanmıştır. Türkiye’deki iç mimarlık Lisans eğitimi veren 59 program
3
incelenmiş, bilgi okuryazarlığı ile ilişki kurulabilecek, araştırma yöntem ve tekniklerini konu alan seçmeli-zorunlu
derslere ulaşılmıştır. Afyon Kocatepe, Atılım, Beykent, Bilgi, Karatay, Marmara, Medipol, Nişantaşı ve Selçuk
üniversitelerinde bulunan “İç Mimarlık” ve “İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı” bölümlerinde lisans eğitimi kapsamında
yer alan 10 adet dersin bilgi paketleri incelenmiştir. Derslerin; adı, türü, yarıyılı, saati, amacı, öğrenme çıktıları ve
içeriği karşılaştırılarak incelenmiş; tasarım süreciyle ilişkilendirilme durumu, uygulama çalışmalarıyla desteklenme
durumu, yaşam boyu öğrenme ile ilişkisi ve bilgi okuryazarlık becerilerini destekleme düzeyleri açısından
değerlendirilmiştir. Derslerin bilgi okuryazarlık becerilerini destekleme durumu; Yükseköğretim İçin Bilgi
Okuryazarlığı Standartlarında geçen beş aşama kapsamında incelenmiştir. Bilimsel bir araştırmada izlenmesi
gereken süreçle paralellik gösteren bu beş standart şu şekildedir: İlk aşama (Bilme), belli bir konuda araştırma için
bilginin gereksiniminin belirlenmesine ve bu gereksinimin hangi kaynaklardan karşılanacağı ile ilgili bilincin
kazandırılması. İkinci aşama (Erişim), bilgiye çeşitli kaynaklardan etkin ve yeterli olarak erişebilme; üçüncü aşama
(Değerlendirme), elde edilen bilgilerin değerlendirilmesi ve sentezlenmesine ilişkin becerilerin kazandırılması;
dördüncü aşama (Kullanma) yorumlanan ve sentezlenen bilginin yeni bilgiye dönüştürülmesi ve son aşama
(Etik/Yasal Konular) ise araştırma sürecinin tümünün etik ve yasal kurallara uygun şekilde gerçekleştirilmesi
kapsamında becerilerin kazandırılması. Söz konusu standartlar kısaca sırasıyla “Bilme, Erişim, Değerlendirme,
Kullanma ve Etik/Yasal Konular” olarak ele alınmış ve ders paketleri bu kapsamda incelenmiştir.
İç mimarlık lisans programlarında bilgi okuryazarlığı ile ilişkili, araştırma yöntem/tekniklerini konu alan mevcut
dersler incelendiğinde, derslerin ortak ve ayrışan noktaları olduğu gözlemlenmiştir. Bu derslerin yarısı tasarım
süreciyle ilişkilendirilmiş, büyük bir kısmında uygulama yoluyla öğrencilerin pratik yaparak deneyim kazanmalarına
önem verilmiştir. Derslerin seçmeli veya zorunlu olması değişiklik göstermekte, ders içerikleri, bulunduğu yarıyıl ve
ders saati, ders amacı doğrultusunda farklılaşmaktadır. Ders amaç, öğrenme çıktıları veya içeriklerinde yaşam boyu
öğrenmeyle ilgili bir ifadenin olmadığı, bilgi okuryazarlığı aşamaları kapsamında incelendiğinde genel anlamda
“Erişim ve Etik/Yasal Konular” başlıklarında eksiklikler olduğu gözlemlenmiştir. Bu eksikliklerin önemli sıkıntılara
işaret ettiği düşünülmektedir. Bilgi okuryazarlığı becerileri birbirlerini tamamlayan beş aşamadan oluşmaktadır. Bu
aşamalardan herhangi birinde problem yaşandığında araştırmada aksaklıklar yaşanması mümkündür. Araştırma
yöntem ve tekniklerini konu alan mevcut dersler yaşam boyu öğrenmenin temelini oluşturan bilgi okuryazarlığı
becerilerini kısmen desteklese de daha çok öğrencilere bilimsel araştırma yöntemleri konusunda farkındalık
kazandırmaya yönelik içeriktedir. Bu yönde verilecek eğitim; yaşam boyu öğrenen, sürekli mesleki gelişim için kendi
kendine öğrenmeyi öğrenmiş iç mimarlar yetiştirmeyi amaçlamalıdır. İç mimarlık alanında mesleki eğitimin
verimliliğini artırmak ve öğrencileri mezun olduktan sonraki yeni koşullara hazırlamak için lisans eğitimi sürecinde
bilgi okuryazarlığı becerilerin geliştirilmesine önem verilmelidir. Bu doğrultuda alana özgü ihtiyaçlar göz önünde
bulundurularak tasarım süreciyle ilişkili uygulama çalışmalarıyla desteklenmiş ve bilgi okuryazarlığının tüm
aşamalarının dikkate alındığı bağımsız bir ders önerisi oluşturulabilir.
İç mimarlık eğitim programları, toplumsal gereksinimleri ve değişimleri gözeterek; yaratıcı, üretken, eleştirel
düşünebilen, bireylerin yetiştirilmesini amaçladığından; sanat, tasarım ve teknik eğitim alan öğrenciler için
donanımlı bir eğitim süreci gereklidir. Sürekli yeniyi arayan, farklı alternatif bilgilerle, yaklaşımlarla yenilenmekten
çekinmeyen, yorum ve eleştirilere açık, bilgi okuryazar iç mimarlar mezun edilmelidir. Bilgi okuryazarlığının, formal
olarak veya çeşitli informal etkinliklerle İç mimarlıkta lisans eğitim sistemi içine dâhil edilmesi gerektiği
düşünülmektedir. İç mimarlık eğitimi içerisinde mevcut ders içerikleri bilgi okuryazarlığını destekleyecek şekilde
güncellenebilir veya bilgi okuryazarlığını destekleyen yeni seçmeli dersler açılabilir. Hedef kitlenin en çok eğitime
gereksinim duydukları konuların belirlenmesi ve bu doğrultuda bilgi okuryazarlığı programlarının içeriğinin
oluşturulması gerekmektedir. Bilgi okuryazarlığı becerilerinin geliştirilmesinde uygulamanın önemi unutulmamalı,
bunun için gerekli imkânların oluşturulmasına özen gösterilmelidir. Bilgi tüketiminin tasarım süreciyle
ilişkilendirilerek alanda araştırma verimliliğinin geliştirilmesi, hızla gelişen bilgi dünyasına ayak uydurabilen ve yaşam
boyu öğrenebilen iç mimarların mezun edilmesi açısından oldukça değerlidir. Bu kapsamda yapılacak olan
çalışmaların hızla çoğalması ve zenginleşmesi alana önemli ölçüde katkı sağlayacaktır.
Anahtar Kelimeler Yaşam Boyu Öğrenme, Bilgi Okuryazarlığı, İç Mimarlık, Lisans Eğitimi
Yazar Notu: Bu çalışma Doç. Dr. Şengül YALÇINKAYA tarafından danışmanlığı yapılan Karadeniz Teknik
Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü Fen Bilimleri Enstitüsü’nde yapılmış/yayınlanmış Arş. Gör.
Alper TORUN’un “İç Mimarlık Lisans Eğitiminde Bilgi Okuryazarlığının Çok Yönlü Analizi ve Bir Ders Önerisi”
konu başlıklı yüksek lisans tez çalışmasından türetilmiştir.
4
ÇOCUK MEKÂNLARINDA GÜNCEL TASARIM YAKLAŞIMLARI
Rabia KÖSE DOĞAN¹, Seda BAKSݲ
¹Doç. Dr., Selçuk Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, Konya,
e-posta:
[email protected]
²Yük. İç Mim., Selçuk Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Anabilim Dalı, Konya,
e-posta:
[email protected]
ÖZET
“Biz yapıları, yapılar da bizleri biçimlendirir.”
Churchill
Çocuk doğduğu andan itibaren çevresi ile etkileşim içindedir ve çevre çocuk gelişimini etkileyen
önemli faktörler arasındadır. Çocuklar başta ev, okul, oyun alanları, sosyal ve kültürel alanlar olmak üzere
birçok mekân ile etkileşim halinde olup kendilerine ait mekânlarla özdeşleşirler. Bu mekânlar içerisinde
çocuğun fiziksel ve sosyal gereksinimlerini tamamlaması ve yetişkin bireyler olması için ev ve çocuk odası
önemli bir yere sahiptir. Ev içerisinde çocuklara ait olan mekânlar, çocuk odası olarak adlandırılsa da
aslında çocuk odaları çocuğun uyku, çalışma, oyun, dinlenme, depolama gibi ihtiyaçlarının ötesinde
kendine özgün yeteneklerini sorgulayıp geliştirebileceği, özgürlük duygusunu tanıyacağı, bilindik
kalıpların ötesinde bağımsız bir mekân anlayışı sunmalıdır. Mekân uyarıcılarının çocuk üzerinde olumlu
tasarım kriterlerine sahip olmasının çocuk için, bedensel ve zihinsel gelişimine katkısı büyüktür. İlk olarak
19. yüzyılın sonlarına doğru çocuk odaları oluşturulmaya başlansa da, çocuğun fiziksel ihtiyaçlarının
ötesinde zihinsel sürecine katkı sağlayacak çocuk odası içindeki oluşumların fark edilmesi 21. yüzyıla
uzanmaktadır.
Toplumun gelecekteki temsilcisi olan çocukların sağlıklı gelişimi için fiziksel çevre tasarımının
şekillenmesi de önemli yer tutar. Çocuk kullanıcı için konut ölçeğinden kent ölçeğine kadar tüm mekân
tasarımlarında mekânsal algı ve ölçek, gereksinimler ve tercihler göz önünde bulundurulmalıdır. Bu
farkındalık ile birlikte günümüzde çocuk gelişimine uygun ve gelişimini destekleyici mekânların sayısı
artmaktadır. Evin yanı sıra çocuk müzeleri, bilim ve oyun merkezleri, kreş ve anaokulları bu mekânlara
önemli örnekler teşkil etmektedir.
Belirli bir olgunlaşma sürecinden geçen çocuk, farklı dönemlerde farklı becerilere sahip
olmaktadır. Çocuk, kişilik olgusu, yetenek ve bilişsel sürecinin gelişimi için doğru zamanı, yeterli uyarıcıları,
mekânı çevresi ile tamamlamaktadır. Bu yüzden çocuğun bedensel, zihinsel, duygusal ve sosyal
gelişimlerini olumlu şekilde destekleyecek mekân tasarımları yapılmalıdır. Çocuğu bilinen kalıplardan
kurtararak, kendine özgü yeteneklerini sorgulayıp geliştirebileceği ve özgürlük duygusunu tanıyacağı,
bilinçli olarak tasarlanmış özgün mekânlarda yaşama imkânı sağlanmalıdır. Ergonomik ölçüler, mekânın
uyarıcısı olan renk, doku, ışık, form etkileri yaş gruplarına, bilişsel ve fiziksel özelliklerine göre
şekillenmelidir. Mekân uyarıcılarının doğru tasarım kriterleri ile kullanılması eşliğinde, çocuğun bedensel
ve zihinsel gelişimini olumlu olarak şekillenmektedir.
Çalışma kapsamında çocukların bulunduğu mekânlara ilişkin mimari, iç mimari ve donatı
düzeyindeki tasarımlar ve bu tasarımlara bağlı olarak çocuk ile olan etkileşimleri incelenecektir. Dünya ve
Türkiye’den güncel yapı, mekân ve mobilyalara ilişkin örnek tasarımlar literatür tarama, veri toplama ve
örneklem grubu oluşturarak ele alınacaktır. Örneklem grubu içerisinde yer alan; 2015 yılında
Danimarka’da inşası tamamlanan çocukların resimlerindeki ev formlarından ilham alınarak tasarlanan
Frederiksvej Anaokulu, çocukların kreşte aldıkları eğitim düzeyi ile yeteneklerini geliştirebilecekleri bir
5
mekân kurgusu içinde olup, yapı ve çocuk bağlamında ele alınacaktır. Başka bir örnek ise, Montessori
eğitimi veren okullardaki mekân düzenlemelerinde çocuğun bir birey olarak alışkanlıklarını kazanması
üzerine temalanmış olup, mekân tasarımlarının bu anlayış üzerinden şekillenmesi incelenecektir. Tasarım
ölçeği olarak çocuk ergonomisine uygun boyutlar tercih edilerek, çocuğun hem fiziksel hem de bilişsel
gelişimleri için erken yaşta önemli bir unsur haline gelmektedir. Çocuklar için donatı ve yüzey tasarımları,
çocukların kullanım kolaylığı, el-beyin koordinasyonlarını sağlamaları ile bedensel ve zihinsel gelişimleri
açısından önemli yer tutan örnekler çalışma kapsamında ele alınacaktır. Çalışma, okul öncesi dönem
çocuklarının kullandığı öncelikli mekânlar ve donatılarla sınırlıdır. Örneklem grubundan elde edilen
bulgular; çocuklara ilişkin yapı, mekân ve donatı tasarımı yapacak tasarımcılara yol gösterecek
düzeydedir. Ayrıca çocuk ve tasarıma ilişkin çalışma yapacak akademisyenlere de örnek teşkil edecektir.
Çocuklara ait yaşanılır mekânlar oluşturmak için işlevsel ve estetik olanı üretme çabasında olan
tasarımlar, mekânın kullanıcısı olan çocuk bireylerin tasarıma katılmasıyla gerçekleşmelidir. Dünyada,
tasarım sürecinde çocuk katılımını önemseyen pek çok proje uygulamasında ulaşılan sonuç ile birlikte
çocukların zihninde oluşan çevre algısını sözel ve görsel temsiller aracılığıyla okumak, beklentisini
oluşturduğu zihinsel ve fiziksel mekân olgularının anlaşılmasını sağlayacaktır.
Sonuç olarak, çocuğun bedensel ve zihinsel gelişimleri açısından mekânsal çevrenin etkisi
büyüktür. Çocukluk dönemi tamamlanıncaya kadar mekân ile etkileşim içinde olan çocuk; kalıplardan
kurtulması, kendini keşfetmesi, yeteneklerini ortaya çıkarması, özgürlük duygusunu tanıması ve aidiyet
duygusunu güçlendirmesi için, içinde bulundukları yapı ve mekânlar ile kullandıkları donatıların
tasarımları önemle ele alınmalıdır.
Dünya’da ve Türkiye’de özellikle 2000’li yıllardan sonra çocukların mekân anlayışları üzerine
çalışmaların yapıldığı ve bu çalışmalar doğrultusunda yapı, mekân ve mobilya tasarımlarının şekillendiği
ve çocukların kişisel gelişimlerine katkı sağlayacak, özgünlüklerini artıracak tasarımların olduğu
görülmektedir. Çocukların bedensel ve zihinsel gelişimini etkileyen tasarımlar, hem yetişkin birey
olmalarına hem de toplumsal açıdan yararlı olmalarına katkı sağlamaktadır. Tasarım çocukları, çocuklarda
geleceği şekillendirmektedir.
Anahtar Kelimeler: Çocuk, Yapı, Mekân, Mobilya, Tasarım.
Yazar Notu: Bu çalışma danışmanlığı Doç. Dr. Rabia Köse Doğan tarafından yürütülen Selçuk
Üniversitesi/Hacettepe Üniversitesi Ortak Tezli Yüksek Lisans Programı kapsamında Seda Baksi’nin
‘’Çocukların Mekân Algısının Yaşam Çevresi Üzerinden İncelenmesi’’ başlıklı yüksek lisans tez
çalışmasından türetilmiştir.
6
ÇOCUK ODASI MOBİLYASI TASARIMINDA FONKSİYONELLİK
Hamide TEMEL1
1
Dr. Öğr. Üyesi, Maltepe Üniversitesi, Mimarlık ve Tasarım Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, İstanbul,
e-posta:
[email protected]
ÖZET
Aile ortamı içerisinde bireylerin kendilerine ait mekânları bulunmaktadır. Bu mekânlar farklı odalar
olabildiği gibi, bir oda içerisinde kendileri için çözümledikleri kişisel mekânlar olarak da görünmektedir.
Ancak, söz konusu birey çocuk olduğunda onlara ait oda veya kişisel alan çözümlemesinin kendilerine
zarar vermesini engelleyecek, günlük yaşamını kolaylaştıracak, gerek fiziksel gerekse psikolojik açıdan
rahat etmesini sağlayacak tasarımlar yapılması doğru olacaktır. Çocukların gelişimi ve ihtiyaçlarına göre
tasarlanmayan odalar çocukların fiziksel ve ruhsal gelişimi açısından olumsuz sonuçlar doğurabilmektedir.
Bu noktada çocuk odası tasarım sürecinin farklı dönemlerde farklı tasarım çözümlerini gerektirdiği sonucu
ortaya çıkmıştır. Giriş: Yatmadan yatmaya kullanılan çocuk yatak odaları günümüzde çocuğun en çok vakit
geçirdiği, çeşitli işlevleri bir arada sürdürdüğü mekânlar olan çocuk odalarına dönüşmüştür. Çocuğun
sokakta vakit geçirme süresinin azalması ve ebeveynlerin çocuk eğitimi konusunda bilinçlenmesi bu
durum üzerinde etkili olmuştur. Çocuk gelişim dönemleri ve çocuğun mekân algısı, çocuk odasının
biçimlenmesinde önemli rol oynamaktadır. 0-1 yaş arası olan bebeklik döneminde mekân algısı gelişim
aşamasındadır. Bu yaş grubunun odadaki eylemleri, yatma, depolama, oyun ve bebek bakımı olarak
görülmektedir. 1-3 yaş dönemi çocukluğa geçiş dönemi olarak adlandırılır. Bebek motor gelişiminin etkisi
ile daha hareketlidir ve ayakta durabilir. Oda tasarımının gözden geçirilip özellikle yatak korumalarında
değişiklik yapılmalıdır. 3-6/7 yaş ilk çocukluk döneminde ise yatma, depolama ve oyun eyleminin yanı sıra
çalışma eylemi de devreye girmektedir. 6/7-11/13 yaş son çocukluk döneminde çalışma eylemi için
oluşturulan alanlar büyüme göstermektedir. Ayrıca misafir ağırlama eylemi de eklenmiştir. 11/13-20 yaş
ergenlik döneminde çocuklarda kişisel mekân kavramı gelişmiştir ve oda tasarımları yapılırken bu kurguya
dikkat edilmesi istenilmektedir. Çocuk odası tasarımı denildiğinde, yatma, çalışma, depolama alanları
için gerekli olan mobilyalar (karyola, dolap, masa vb.), kapı, yer ve duvar kaplamaları söz konusudur.
Kullanılan malzemenin sağlık açısından uygunluğu, donatıların işlevselliği ve hangi yaş grubu olursa olsun
renk çocuk odaları tasarımında önemli unsurlardandır. Çalışma kapsamında çocuk odalarında kullanılan
mobilyaların fonksiyonelliği üzerinde durulacaktır. Teknolojinin gelişmesi özellikle dar alanlı konut
yaşayanlarının mobilyalarda birden fazla işlevi bir arada barındırma özelliğini tercih etmelerine sebep
oluşturmaktadır. Günümüzde çocuk odaları tasarımında bu hususa dikkat edilmektedir. Yaşa bağlı olarak
ihtiyaçlar doğrultusunda mobilyalarda çocuğun psikolojik, zihinsel ve fiziksel gelişimine yardımcı olacak,
işlevselliği ile birlikte eğlendiriciliği ile de ön plana çıkacak mobilyalar tasarlanmalıdır. Açıldığında yatak,
kapatıldığında çalışma ünitesine dönüşen mobilyalar, oyun alanı olarak da kullanılabilecek yüksek
karyolalar bu amaca hizmet etmektedir. Amaç: Çocuğun odası ve mobilyası ile kurduğu ilişkinin bir çeşit
oyun-aktivite ilişkisi olduğu söylenebilir. Kendine ait bir mekân ve donatının varlığı çocuk üzerinde olumlu
etkiler oluşturmaktadır. Bu bağlamda, çalışmada çocukların yaş gruplarına göre odalarında kullanılan
mobilyaların, renk, form gibi istekleri ve ihtiyaçlarının neler olduğunun araştırılması ve günümüz çağdaş
mobilya tasarımlarının incelenmesi ön görülmektedir. Kapsam: Çalışma kapsamında çocuk kavramı ve
çocuğun psikolojik özellikleri, yaş gruplarına göre mobilya tercihleri, ailelerin mobilya seçimi yaparken
dikkat etmesi gereken hususlar, çocuk mobilyalarında kullanılabilecek malzemeler, hangi rengin hangi yaş
grubu ve cinsiyet için çocuk odalarında kullanılabileceği, işlevsel mobilya tasarımlarının çocuk üzerindeki
7
etkileri konularında bilgiler toplanmıştır. Tüm bu bilgiler iç mimari veriler ile yorumlanarak çalışma
oluşturulmuştur. Sınırlılıklar: Bu araştırma, konu ile ilgili daha önce yapılmış olan çalışmalar ile sınırlıdır.
Yöntem: Bu çalışma için araştırmaya yönelik olarak çocuklar, psikoloji, mobilya, çocuk odaları, renk ve
form hakkında daha önce yapılmış olan tez çalışmalarından, kitaplardan, makalelerden, süreli yayınlardan
ve internet taramalarından yararlanılmıştır. Çocuk ve odası arasındaki ilişkinin yaşlara göre farklılıklar
gösterdiği saptanmış ve her yaş grubu için yapılan tasarımlar incelenmiştir. Çocuk ve mekân hakkında
yapılan çalışmalar incelenmiş ve farklı araştırma bulguları bir araya getirilerek bu çalışmada
yorumlanmıştır. Bulgular: Doğduğu andan itibaren çevresini tanımak ve algılamak zorunda olan çocuk,
gelişim dönemlerinde gereksinimleri karşılandığında psikolojik ve fiziksel yönden yeterli derecede gelişim
gösterecektir. Zamanının büyük çoğunluğunu odasında geçiren çocuk, odada yer alan mobilyalardan,
odanın tasarımından ve bulunan renklerden etkilenmektedir. Bebeklik döneminde canlı parlak renkler
bebeğin seçiciliğinde etkin rol oynarken özellikle ergenlik yaşındaki çocukların odalarında mümkün
olduğunca tercih edilmemesi önerilmektedir. Bu sebeple yaşa uygun ve fonksiyonel oda tasarımı yapmak
çok önemlidir. Örneğin 0-1 yaş için hazırlanan bir oda bebeğin 1-3 yaş dönemine ulaşması ile fonksiyonel
bakımdan yetersiz kalabilmektedir. Bu durumda ebeveynlerin özellikle mobilya tercihi yaparken
dönüşebilen mekânlar oluşturabilecekleri mobilyaları seçmeleri sürdürülebilirlik açısından da etkili bir
çözüm olacaktır. Mobilyalarda kullanılan form da renk kadar çocuk üzerinde etkilidir. Çocuk odası
tasarımında kullanılacak formlar ileriki yaş dönemlerinde çocukların tercihlerinde ve olaylara karşı
tepkilerinde farklılık oluşturacaktır. Sonuç ve Öneriler: Sonuç olarak bu çalışmada, çocuk odalarında
kullanılan mobilyalar işlevselliği açısından değerlendirilmiş, mobilyalarda kullanılan renk ve formun çocuk
üzerindeki etkisinden bahsedilerek fayda ve zararları ortaya konulmaya çalışılmıştır. Çocuk odası tasarımı
yapan kişilerin yaş gruplarına göre çocukların gereksinimlerini bilmeleri, fiziksel ve psikolojik açıdan
olumlu ya da olumsuz etkilenebileceği durumları anlamaya çalışması beklenmektedir. Ebeveynlerin ise
özellikle mobilya seçim sürecinde bu mobilyaların kendileri tarafından değil de çocukları tarafından
kullanılacağı bilincinde olmaları gerekir. Mobilyaların oluşturulduğu malzemenin özelliklerini araştırmak,
renk ve form seçimine dikkat etmek de diğer önemli unsurlardır. Her şeyden önce çocukların sağlıklı ve
güvenli bir ortamda bulunması çocukların gelişimi açısından son derece önemlidir.
Anahtar Kelimeler: Çocuk, Çocuk Odası, Mobilya, İşlevsellik
8
DOĞANIN BİYO-İŞLEVSELLİK ÖZELLİĞİNİN MEKÂNA AKTARILMASI: BİYO
ADAPTASYON
Aliye Rahşan KARABETÇA
Dr. Öğr. Üyesi, İstanbul Kültür Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, İstanbul,
e-posta:
[email protected]
ÖZET
Mimaride birçok tasarım mimarinin en önemli öğretilerinden kabul edilen “form fonksiyonu takip eder”
söylemi ile örtüşür. Mimarlık eğitiminde de bu öğreti halen öğretilmektedir. Fonksiyon her tanımı ile
önemli bir kavramdır ancak fonksiyonun fiziksel olarak tanımlanması da forma bağlıdır. Form eğer
fonksiyon ile birlikte çalışabiliyorsa, tasarım da bir o kadar özgün ve fonksiyonel olabilir. Bu tanıma en
uygun örnekleri doğada görmek mümkündür; örneğin bir termit tepeciğinin lokasyonu, şeklinin nasıl
olacağını belirler ve termitlerin bu forma göre iç mekânda iklimlendirme sistemini kurmasını sağlar.
Doğadaki bu tür biyo-işlevsel özellikleri tüm doğal organizmalarda ve ekosistemlerde görmek
mümkündür. Bu özelliğin tasarıma ve buna bağlı mekâna aktarılması konusunda oldukça az ama önemli
tasarımlar yapılmıştır. Mick Pearce, East Gate binası ile Grimshaw Mimarlık da Eden Projesi ile biyoadaptasyonun öncüleridir. Ancak hem bu öncü tasarımların artırılması, daha yaşanabilir, sürdürülebilir ve
doğa dostu mekânların tasarlanması için doğadaki biyo-işlevselliğin mekâna aktarılması ve hem de
sürdürülebilir biyo-adaptasyonun mekân kurgusunda sağlanmasına yönelik tasarım stratejilerinin
geliştirilmesi önemlidir. Bu çalışmanın ana hedefi de bu stratejilerin doğadaki organizmalarla iş birliği
içinde geliştirilmesi ve mekân tasarımında sürdürülebilir tasarımların ortaya konmasına yönelik katkının
artırılmasına yol göstermektir. Bunun yanında biyo-adaptasyonun tanımı ve nasıl kullanılması gerektiği
açıklanırken bu özelliğin mekâna aktarılması ile elde edilecek neticelerin örneklerle irdelenmesi de
çalışmanın hangi amaçla ne için yapıldığını vurgulamakta aynı zamanda da sınırlarını belirlemektedir.
Çalışmanın kapsamını belirleyen bu vurgu dahilinde organizmaların fonksiyonlarının belirlenerek bir
tasarım stratejisinin oluşturulması ve örneklerle açıklanması da dahil edilmiştir. Doğadaki organizmaların
fonksiyon ve formlarının belirlenmesinde kullanılan ve yeni bir bilim dalı olan biyomimikrinin bir mimari
tasarım stratejisi olarak nasıl kullanılması gerektiği de kapsam dahilinde aşama aşama anlatılmıştır. Bu
çalışmada, biyomimikri kullanılarak biyoadaptasyon kavramının mekân tasarımına adapte edilmesi
sürecinin tasarımcı tarafından daha iyi anlaşılması için kuramsal yaklaşım yöntemi kullanılmıştır. Örnekler
ve öneriler kullanılarak konu ile ilgili günümüzde ne tür çalışmalar yapıldığı, bunun neticesinde ne tür
çalışmaların ortaya konması gerektiğinin tanımlanabilmesi için bu yöntem seçilmiştir. Bu yöntem
neticesinde tasarımlarda formdan çok fonksiyona odaklanmanın önemi vurgulanmış olmaktadır.
Biyomimikrinin en önemli işlevlerinden birisi olan “fonksiyona odaklanmak”, binalar arasında temel iki
farklılığa işaret eder; doğadaki bir şekil gibi görünen binalar ve işlevsel performansı artırmak için doğanın
yaptığı gibi yapan binalar. Art Nouveau’daki korintiyan kolonunda yaprakların dışarıya doğru kıvrılması,
Frank Lloyd Wright’ın Samara Evi’ndeki kanatlı tohum motifi, yakın tarihe bakıldığında ise Gehry’nin balığı
ve Calatrava’nın kuşu doğanın form olarak kullanılmasına örnek olarak verilebilirken, kar baykuşunun
tüylerinden esinlenerek ses yalıtımı tasarlanması, köpekbalığının derisinden esinlenerek hijyenik kaplama
malzemesi tasarlanması, doğanın yaptığını yapmaya-doğadaki fonksiyonlara odaklanmaya örnek olarak
verilebilir. Araştırmacılar için bir yol gösterici olarak düşünülmüş olan ve bu örneklerden ilham alınıp
biyoadaptasyon özelliğinden yola çıkılarak iki tane tasarım örneği geliştirilmiştir. Sadece fikir olarak
düşünülmüş olan bu örneklerde, seçilen organizmaların formlarından çok fonksiyonları tasarıma adapte
9
edilmiştir. Kar baykuşunun tüy yapısından yola çıkılarak açık ofislerde toplantı sırasındaki gizliliği sağlamak
için ses yutucu perde paneller ve gün ışığı alamayan mekânların doğal ışıkla aydınlatılmasını
sağlayabilecek barreleye spookfish isimli organizmadan esinlenerek tasarlanmış gün ışığı yansıtıcısı
tasarlanmıştır. Bu tasarımlar, laboratuvar çalışması gerektiren önemli örneklerdir. Tasarımcılar bu tür
çalışmalar yaparken bir laboratuvar ortamında ve mutlaka bir biyolog ve buna bağlı gereksinim duyulan
diğer disiplinlerden destek alarak çalışmalıdır. Bu tür tasarımların geliştirilmesi ve artırılması ile yenilikçi,
sürdürülebilir, ekonomik, ekolojik estetik ve dinamik tasarımlar ortaya koymak mümkündür. Doğadaki
tasarım modellerinin iç mimaride kullanılarak yaşanan çelişki ve sorunlara çözüm bulunması
hedeflenmelidir. Teknolojinin en üst seviyede geliştiği bu çağda doğadaki organizmaların işlevlerini esin
kaynağı olarak kullanmak, istenen şekilde ve fonksiyonda binalar, mekânlar veya malzemeler üretmeyi
mümkün kılabilmektedir. Bununla birlikte tasarımlarda bir yol gösterici olarak biyomimikrinin kullanılması
mekân yaratmak için kullandığımız sistemi yeniden yapılandırmak ve mekânın sürdürülebilir yaşam
koşullarına sahip olmasını sağlamak açısından önemlidir. İnsanın yarattığı mimari, fonksiyonellik ve
gerekçeden daha çok sembolik, fiziksel ve estetik amaçlarla zorlanmaktadır. Oysaki mimari sadece bir
mekânı objelerle veya farklı malzemelerle tanımlamak değildir. Mimarlık, bir mekânı doğal yaşam alanı
haline getirirken onu aynı zamanda sürdürülebilir kılmaktır; olumsuz çevresel etkilerinin olmadığı, bir
yenisini yaratma ihtiyacı doğurmayan, ihtiyaç duyulan fonksiyonların ne azını ne de fazlasını barındıran
bir mekânı ortaya koymaktır. Bu tür bir mimarinin elde edilebilmesi için doğanın dehasından
faydalanmak, doğadaki yapılaşmanın evrimsel sürecini takip etmek ve bunu insanın yaşadığı yapılaşmaya
aktarabilmek gerekmektedir. Bunu yapabilmek için doğaya dönmek esastır; doğa, bünyesinde
barındırdığı binlerce ekosistemle, her türlü sorunun kolayca üstesinden gelebilmektedir. Tasarımcıların
bu durumdan etkilenerek ortaya koyduğu tasarım örneklerinin yapısal, kurgusal ve işlevsel özellikleri
doğadaki organizmaların özünde bulunmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Biyo-işlevsellik, biyomimikri, form, doğa, fonksiyon
Yazar Notu: Bu çalışma Dr. Öğr. Üyesi Saadet AYTIS tarafından danışmanlığı yapılan Mimar Sinan
Güzel Sanatlar Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü “Fen Bilimleri Enstitüsü’nde
yapılmış/yayınlanmış Aliye Rahşan KARABETÇA’nın “BİYOMİMİKRİ DESTEKLİ MEKÂN TASARIM
ÖLÇÜTLERİ VE BU ÖLÇÜTLERİN ÖRNEKLER ÜZERİNDE İNCELENMESİ” konu başlıklı doktora tez
çalışmasından türetilmiştir.
10
DOĞU KARADENİZ YEREL MİMARİSİNİN SÜREKLİLİĞİ BAĞLAMINDA
TRABZON/OF/BALLICA MİMARİ ÖZELLİKLERİ VE YENİ BİR KONUT ÖNERİSİ
Gülsüm YAŞAR BULUT1, İbrahim NUMAN2
Y. Mimar, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Mühendislik ve Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı
Yüksek Lisans Programı, e-posta:
[email protected]
1
Prof. Dr., Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Mühendislik ve Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı,
e-posta:
[email protected]
2
ÖZET
Giriş: Birey ve toplum,’ yer’ ile ilişkisini somut olan mimari yapılarla kurmaktadır. Toplum en temel
ihtiyaçlarını giderdikten sonra, bir yere ait olma isteğiyle, gruplar halinde örgütlenerek, yerel mimari
kültürü oluşturmaktadır. Bu kültür, belli bir dünya görüşüne, yaşam biçimine, toplumsal yaşamaya dair
ipuçları vermektedir.
Yerel mimari kültürde yapılar, tek tek varlıklarını koruyarak, mütevazi bir çokluk oluşturacak şekilde yan
yana gelmektedirler. Böylece insani ölçek korunabilmekte ve çevre, insan tarafından kolayca
algılanabilmektedir (Velioğlu, 1994). Yerel mimaride, yapım sistemi farklılık gösterse de malzeme her
zaman doğaldır; bu da iklime ve doğaya uyma, onlarla bütünleşme imkânı sağlamaktadır. Eklemlenerek
büyüyebilme özelliğine sahip yapılar, basit ve anlaşılması kolaydır. Yazılı olmayan teknik sözlük herkesçe
bilinmekte, başkalarının haklarına ve doğaya saygı esas alınmaktadır (Sezgin, 1984).
Güncel durumda; modernizmin dayattığı yıkım, özellikle mimari geçmişten tamamen kopma düşüncesini
doğurmaktadır. Oysaki süreklilik toplumsal yaşamın oluşu için gerekliliktir. Sürekliliğin sağlanamaması,
insanın yaşadığı yere ve kültüre karşı duyduğu aidiyet hissini giderek kaybetmesine ve yabancılaşmasına
neden olmaktadır. Ciddi kültürel kopuklukların olduğu kentlerin bugün geldiği noktadan geri dönüşü zor
görülmektedir. Yeni yapılarda yerel veriler sadece cephelerde süsleme öğesi olarak kullanılmakta,
mimarlık cephe anlayışına indirgenmektedir. Bu bağlamda kentlerdeki eski konut alanlarının korunması,
kültürel sürekliliğin sağlanması bakımından oldukça önemlidir.
Modernizmle beraber kesintiye uğrayan yerel mimari kültürdeki süreklilik, kırsal yerleşimlerdeki eski
konutların korunma altına alınması, kullanımının sürmesi ve yenilerinin yapımında yerel mimari kültürden
yararlanılmasıyla sağlanabilir. Bu bağlamda Doğu Karadeniz Bölgesi kırsal yerleşmeleri yerel mimari kültür
açısından oldukça zengindir. Fakat güncel durumda kent ve kasabaların yanında köy yerleşimlerinde de
apartmanlaşmaların arttığı gözlenmektedir. Yapılar, gelişigüzel ve hiçbir kültürel kimlik kaygısı gütmeden
inşa edilmekte, yerel mimari kültürün sürekliliği kesintiye uğratılmaktadır.
Amaç: Doğu Karadeniz Bölgesi, Trabzon/Of Ballıca Mahallesi kırsal yerleşiminde ortaya çıkan konut
ihtiyacının, mahalledeki yerel mimari kültürün sürekliliğini sağlayacak şekilde tasarlanıp inşa edilerek
karşılanmasıdır. Yerel mimari kültürün biçimsel ve ilkesel verilerinin günün ihtiyaçlarına cevap verecek
şekilde revize edilerek, yapım sürecinde tekrar edilmesiyle süreklilik sağlanmaya çalışılmıştır. Yapının inşa
edildiği kırsal alanda ortaya çıkan yoz yapı ortamında, çevreye ve doğaya uyumlu, yerel özelliklere sahip,
nitelikli konut üretilerek farkındalık yaratılması hedeflenmiştir.
Yapının tasarım ve inşa süreçlerinden sonra ortaya çıkan ürünün bilimsel veriye dönüştürülmesine karar
verilmiştir. Bu bağlamda hem Doğu Karadeniz bölgesi yerel mimari özelliklerinin tanıtılması, hem de
Ballıca Mahallesi’nin yerel mimari özelliklerinin belgelenmesi sağlanmıştır. Yapının biçimsel ve ilkesel olarak
irdelenmesiyle sürekliliğin sağlanmasına öneri olarak sunulması amaçlanmıştır. Kapsam: Toplumun kültürel
11
değerlerinin en görünür ürünü olan mimari yapılarda ‘süreklilik’, ‘yerel mimari’ kavramları literatür taraması
yolu ile incelenmiş, tezin ikinci bölümü oluşturulmuştur. Üçüncü bölümünde Doğu Karadeniz yerel mimari
kültürü, literatür çalışmasıyla tanıtılmıştır. Yapılan alan çalışmasında bölgedeki güncel yapılaşma süreklilik
bağlamında incelenmiş, ortaya çıkan veriler fotoğraflarla belgelenmiştir. Dördüncü bölümde, konutun inşa
edildiği Ballıca Mahallesi’nin genel özellikleri tanıtıldıktan sonra, yerel konutların plan şemaları çıkarılmış,
malzeme ve yapım tekniği tespit edilmeye çalışılmıştır. Elde edilen veriler, Of Belediyesi’nden temin edilen
1/1000 izohips haritaya işlenmiştir. Konutlara ait envanterler oluşturulmuş, yapıların plan ve cephe
özelliklerinin olduğu karşılaştırma tabloları hazırlanmıştır. Mahallenin güncel yapılaşma durumu süreklilik
kavramı bağlamında değerlendirilmiştir. Beşinci bölümde, kırsal yerleşimde yapılacak yeni konut ihtiyacının
ortaya çıkış nedenleri ve yeni yapıdan beklentilerin neler olduğundan bahsedilmiştir. Bu doğrultuda, konutun
tasarım süreci ve yapım aşamalarının ayrıntılı olarak bilgisi verilmiştir. Bölümün sonunda Honderoğlu Mustafa
Evi, yerel mimari kültürün sürekliliği bağlamında irdelenmiştir. Sınırlılıklar: Tez kavramsal olarak ‘yerel mimari’
ve ‘süreklilik’ kavramlarına oturtulmaya çalışılarak, alan çalışması sınırları Doğu Karadeniz bölgesi Trabzon ili
Of/Ballıca Mahallesi olarak belirlenmiştir. Yöntem: Tez kavramsal ve kılgısal olarak iki aşamalı bir çalışma
şeklinde kurgulanmıştır. Öncelikle yapılan literatür çalışmasıyla ‘yerel mimari’ ve ‘süreklilik’ kavramları
araştırılmış, bu kavramların mimari alandaki yansımaları Doğu Karadeniz Bölgesi ve Ballıca Mahallesi özelinde
örnekler üzerinden incelenmiştir. Yapılan literatür çalışmasıyla, Doğu Karadeniz Bölgesi yerel mimari özellikleri
incelenmiş, güncel durumda yerel mimarideki süreklilik, alan çalışmasındaki örnek yapılar üzerinden tespit
edilmeye çalışılmıştır. Genelden özele gidilerek Ballıca Mahallesi genel özellikleri tanıtıldıktan sonra yerel
mimari kültür özellikleri; araziye yerleşim, plan ve cephe organizasyonu, malzeme ve yapım teknikleri başlıkları
altında içine girilebilen konutların incelenmesiyle elde edilmiştir. Konutlardan elde edilen veriler, çizim ve
fotoğraflarla desteklenerek belgelenmiştir. Ballıca Mahallesi’nin süreklilik bağlamında güncel durumu örnek
yapılarla belirlenmiştir. Oluşturulan kavramsal temelle tasarlanan ve inşa edilen ‘Honderoğlu Mustafa Evi’nin
plan özellikleri ve yapım süreci anlatılmıştır. Yapının süreklilik bağlamında biçimsel ve ilkesel olarak
değerlendirilmesiyle tez tamamlanmıştır. Bulgular: Yerel mimaride, toplumların kolektif olarak ürettikleri
doğaya ve insana saygılı mimari ürünlerin yanında modernleşmeyle gelen yıkıcı, dayatmacı ve ezici fiziksel
çevrenin gayri insani şartları içinde toplum, bir yandan gelişen teknoloji ve kültürü takip etmekte bir yandan
yerel olana ihtiyaç duymaktadır. Doğu Karadeniz Bölgesinde yapılan alan çalışması ve gözlemlerin sonucunda,
yerel olana ihtiyacın ilkesel ve kültürel kavramlardan yoksun olarak sadece yapıların dış cephelerinde
uygulanan biçimsel formlarla karşılanmaya çalışıldığı görülmüştür. Kırsal yerleşimlerdeki yerel mimari kültürün
sürekliliğinin ciddi boyutlarda kesintiye uğradığı tespit edilmiştir. Ballıca Mahallesi kırsal yerleşiminde inşa
edilen yerel mimari özelliklere sahip yeni konutun başta anlaşılamadığı gözlemlenmiştir. Her çekirdek aileye
bir daire mantığıyla yapılan çok katlı betonarme yapılardansa üç ailenin birlikte kullanacağı müstakil ev
düşüncesi, uzantılı aile kültüründen kopan mahalle sakinlerince garipsenmiştir. Yol, tarla, bahçe sınırlarının çok
önemli olduğu yörede komşu eve araç yolunun ulaşmasını sağlamak amacıyla bahçenin bir bölümünün ihmal
edilmesi anlaşılamamıştır. Fakat bütün bu olumsuz tepkilerin yanında uygulandıktan sonra konutun mahalle
sakinlerinde az da olsa farkındalık uyandırdığı görülmüştür. Mevcut yapılara yapılan tadilatların dışında,
mahallede ve yakın bölgede yeni konut ihtiyacı olanlar için Honderoğlu Mustafa Evi’nin örnek teşkil ettiği
gözlemlenmiştir. Sonuç ve öneriler: Bölgede yerel mimari kültür kesintiye uğramıştır. Eski konutların aslına
uygun restore edilerek kullanılması ve yeni konut yapılırken eskinin ilkesel ve biçimsel olarak tekrar edilmesiyle
doku bütünlüğündeki sürekliliğin sağlanabileceği düşünülmektedir.
Anahtar Kelimeler: Doğu Karadeniz mimarisi, yerel mimari, süreklilik, Trabzon, Ballıca Mahallesi
Yazar notu: Bu çalışma Prof. Dr. İbrahim NUMAN tarafından danışmanlığı yapılan Fatih Sultan Mehmet Vakıf
Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mühendislik ve Fen Bilimleri Enstitüsü’nde yapılmış Gülsüm Yaşar Bulut’un ‘DOĞU
KARADENİZ YEREL MİMARİSİNİN SÜREKLİLİĞİ BAĞLAMINDA TRABZON/OF/BALLICA MİMARİ ÖZELLİKLERİ VE YENİ
BİR KONUT ÖNERİSİ’ konu başlıklı yüksek lisans tez çalışmasından üretilmiştir.
12
DÖNÜŞEN DİYALOĞUN MEKÂNSAL VARLIĞI: HEM YOK HEM ÇOK
Hüma BAKIR DOĞRU1
Arş. Gör., Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Mimarlık ve Tasarım Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 34445
İstanbul, e-posta:
[email protected]
1
ÖZET
Bireyler yaşamlarını sürdürmek için mekânlara ihtiyaç duyarlar. Bu mekânlar planlı ya da plansız olabilir.
Mekânsal deneyimler, mekânların var olma sebebidir. Kullanıcıların deneyimleri mekânların varlık
sebebidir. Mekânlar kullanıcıların deneyimleri sonucu oluşurlar. Mekânların kullanımı devam ettikçe,
mekânsal devinim devam eder. Kullanıcı ile meydana gelen mekânsal oluşumların ifade etmek istedikleri
mesaj, mekânsal okuma olarak açıklanabilir. Okuma, anlama ve yorumlamayı gerektiren eylemlerin
bütünüdür. Aynı zamanda, bütünün parçalara ayrılıp kendine dönüşmesinin halidir. Çalışmanın amacı, bir
eylem haline dönüşen mekân okumalarıyla birlikte alana başka bir bakış açısı kazandırmaktır. Özne ve
nesnenin birlikteliğinden doğan “o” andaki var olma hali okumaların ne olduğunu ifade etmektedir.
Meydana gelen oluşumu başka bir ifade ile “ okuma” ile olarak tarif edebiliriz. Okumanın kendi dinamizmi
içerisinde değişen şeylere alan açması yeni okumaların yapılmasına değişimin sürekli olmasına olanak
sağlamaktadır.
Dil bir araçtır. Öznenin nasıl ve neyi deneyimleme halini tarif ederken deneyimleme, yeniden
deneyimleme halinden bu kavramlar ile birlikte kurtarmaktadır. Dil, salt baskın olan görme duyusunun
hâkimiyetinden kurtarılan öznenin kullandığı ve kullanırken evrimleştirdiği sebep haline dönüşmektedir.
Ulaşılmak istenen durum biçimin dışsallığını barındırdığı kadar içselliğini de barındırmaktadır. Varlığın oluş
anındaki dışsallaşması, biçimin kendisini oluşturmaktadır. Bu durumun meydana getirdiği soru olmaktan
çıkarak sorunun sorunsala dönüşme hali süreci belirlemektedir. Keşif yolculuğunun bir parçası haline
dönüşmüş olan özne, kendi yol haritasıyla birlikte deneyimlediği mekânlarda, nesneyle olan ilişkilerinin
de barındırdığı hali tasarımcının sınırladığı ya da başka bir deyişle belirlediği fiziksel çevre koşullar
içerisinde sunmaktadır.
Varoluşun özüyle birlikte kendini bulan mekân deneyimlerinin ne olduğu, yaşanılan çağın en temel
sorularından birini oluşturmaktadır. Soruların kendi cevaplarını bulmaktan öte, sorunun kendisinin cevap
olduğu bir dönüşme hali varlığın nedenselliği içerisinde kendini bulmaya çalışmaktadır. Bu soruların
izinden kendi doğrultusunda yönelimini arayan yaşantılar, mekânları anlamanın temelini
oluşturmaktadır.
Mekânları anlamak için kurulan tüm ilişkilerin temelinde deneyim kurmak yatar. Deneyim kurarken
oluşturulan diyalog kavramını incelemek, çalışmanın önemli bir kısmını oluşturulurken iletişimin önemi
vurgulanmaktadır. Bu iletişim kimi zaman bedenle şekil alır. Beden, özne ve nesnenin kırılma noktasındaki
düzlemde yerini bulmaya çalışan bir araç olarak kendini göstermeye çalışmaktadır. Beden ve mekân
kavramı ile tanımlanmaya çalışılan durumların nasıl bir şekilde eş zamanlı olduğu yeni bir araç haline
dönüşmektedir. Bu dönüşüm, sorunsalın sonuca varmasının ötesinde sürecin kendisinin belirlediği
tanımlanmamışlıklar ve belirsizlikler üzerinden incelenmektedir.
Diyalog, sadece karşılıklı duran birey ya da bireylerin arasında değil, bu bireylerin nasıl ve nerede
olduklarıyla da ilişkilidir. Varoluşla birlikte aktarılan düşünceler özne- nesne ilişkisinde her seferinde
yenilenen, yinelenen olma halini de korumaktadır. Tüm düşünceler kelimelere aktarılır ve dile gelir.
Mekânların dili olur. Mekânlarda, onları dile getiren tasarımcıların kelimeleri haline gelir. Diyalog
kurabilmek ya da kurmaya çalışmak tüm bu girişimlerin temelini oluşturur. O mekânın kendisidir dile
13
gelmeye çalışan. O mekânın bütünüdür tüm bu durumları içine çekmeye çalışan. Mekânın bütünü, sebebi
ve sonucu olmaya başlayacaktır. Mekânın bir oluş kavramı olarak öngörülemeyen deneyimlenme hali,
öznenin nesne ile olan statik halinin kırılma noktasıdır.
Mekân karakteri, dili, adı her şeyi tanımlar. Her şeyi ile bir bütün olmuştur. Bütün atmosferin bir parçası
haline gelmiştir. Bütün, atmosferi oluşturmuştur. Atmosfer sadece o andaki yaşantılar değil, o ana
gelinceye kadar olan her şeydir. Atmosfer bireyin orada soluduğu havayla birlikte tüm yaşantılarıdır.
Yaşanmışlıkları, deneyimleri ve deneyimleyip görmek istediklerinin tümüdür. Ya da başka bir deyişle;
görmek, dokunmak, deneyimlemek istemedikleridir. Dört duvarı mekân yapan, yerdeki izi anlamlandıran
ona anlam ve değer katan şeylerin tümüdür. Atmosferi oluşturan şey diyalogların bütünüdür. Bu
diyaloglar; mekânla o mekânı tasarlayan arasında, bireyle mekân arasında ve mekânların kendi aralarında
oluşan tüm anlardır. Sıkıştırılmış, bütünleşmiş tüm anlar o noktada dile gelir. O nokta olarak tasvir
edilmeye çalışılan alan, bütün kırılmaların gerçekleştiği zamanla mekânın birleşmesidir.
Dil, diyalog ve atmosfer sürekli değişim ve dönüşüm içerisinde birbirlerine teğet geçerler ve birbirlerinden
beslenirler. Bu durumların ne öncesi ne de sonrası vardır, hepsi bir bütündür. İnsanoğlu var olduğundan
beri bu üç noktada tüm birikimleri kesişir. Bu varoluşta deneyimi gerçekleştiren beden durağan halinden
çıkarak harekete geçer. Hareketle birlikte diyalog başlar. Bu noktada diyalog kavramı ana hatlarıyla
tasarlanan mekânda tasarımcı – mekân arasında kurulan diyalog, deneyimlenen mekânda ise kullanıcı ve
mekân arasında kurulan diyalog ve mekânlar arasında kurulan bütüncül tasarımda ise farklı mekânlar
arasında kurulan diyalog olarak anlatılabilir.
Varlığın statik ve durağan halinin oluş olarak tanımlanması, özne ile nesnenin sürekli hareket halinde ve
birbirleri üzerinden yer değiştirmeleri olarak açıklanabilir. Özne ve nesne arasındaki bu yer değiştirme
hareketi, diyaloğun simetri düşüncesinden uzaklaşarak kendi asimetrisini oluşturmasına olanak sağlar.
Dönüşen diyaloğun oluş durumu, mekânın devingen hali içerisinde her seferinde yeniden yinelenerek,
anlayarak ve yorumlayarak yeni bir şey haline dönüşmedir. Diyaloğun oluşa dönüşme sürecindeki bu
kırılmalar, varlığın kendi dinamizmi içerisindeki yatay hareketini belirleyen sonsuzluğun üzerindeki
çoklukların potansiyelleri olarak düşünülür.
Anahtar Kelimeler Mekânsal Okuma, Dil, Diyalog, Atmosfer, Yok yerler
14
EDEBİYATTA MİMARİ BİR SÖYLEM OLARAK BİLİNÇ AKIŞI TEKNİĞİ
Gamze ÇAPKINOĞLU1, Muteber ERBAY2
İç Mimar, Yüksek Lisans Öğrencisi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 61080
Trabzon, e-posta:
[email protected]
1
2
Doç. Dr., Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 61080 Trabzon,
e-posta:
[email protected]
ÖZET
Modern edebiyatta bilinç akışı tekniği, Sigmund Freud’un psikanaliz kuramı ve kuramın uygulanmasına
yardımcı serbest çağrışım metoduyla ilişkilendirilmektedir. 20. yy’ da edebi eser yazarının yaşamı ve
kişiliğine gösterilen ilgi Freud’un etkisiyle yeni bir biçim almış ve edebi eserin üretim sürecini bilinçaltı
buluşlarına dayanan psikanaliz metodu ile ele almasıyla sanat eleştirisinde büyük bir yer edinmiştir.
Bilinçaltına gönderilen ve gün yüzüne çıkmayı bekleyen birtakım bastırılmış duygular, arzular, istekler
zamanla ‘nevroz’ a dönüşür. Freud, sanatçının üretme eylemi ile nevroz arasında sıkı bir ilişki bulmuştur
ve bilinçaltının sanat eseri üretimindeki rolünü analiz etmeye çalışmıştır. Gerçekleştirilemeyen arzularla
baş etme yollarından biri arzuları yüceltmektir. Arzular, bireyden kopup toplum yararına sunulabilmelidir
ve bu durum nevrozun sanat üretkenliği ile paralel ilerlemesini gerektirmektedir.
Freud’un insan psikolojisini irdelemek için geliştirdiği psikanaliz kuramı, sanatın üretim sürecinde de
başvurulan bir metot olup edebiyatta bilinç akışı tekniği olarak karşılık bulmuştur. Bilinç, sürekli akışta
olan; düşünce, durum ve duyguların sürekli değiştiği; geçmiş, şimdi ve gelecek kavramlarının değişen
düşünce yapısına göre iç içe geçtiği bir alandır. Sürekli akışta olan bir zihin, kendi içinde çözümleme,
diyalog, tasarlama ve sonuç yönüne doğru gider. Bilinç akışı tekniği, bu noktada yazarın düşüncelerini
kuralsız, düzensiz bir şekilde aktarmayı sağlar. Sanat ve edebiyat alanında kullanılabilen bilinç akışı
tekniğinin, mimarlık alanına da hizmet ettiğini söylemek mümkündür. Nitekim bir mimarın, tasarımcının
geçmiş ve gelecekle alakalı her türlü zihinsel eylemi, tasarım yetisini geliştirmeye yardımcı olup, tasarımın
bir çizgi halinden sonuç ürüne dönüşmesine olanak vermektedir.
İçgüdüsel olarak başlayan mimari yolculuğun günümüze dek değişmeyen tek dayanağı şüphesiz düşünce
olgusudur. Düşüncede var olan bir mimari fikir; deneyimlenmiş, öğrenilmiş bir mimari dürtü ile somut
veriler ışığında insanlığa aktarılmakta ve gelecek nesiller için yol gösterici nitelik taşımaktadır.
Düşüncedeki mimari kurgunun yazınsal kaynaklarla beraber sonraki nesillere aktarımı roman, öykü, şiir,
deneme gibi edebi türlerle olmaktadır. Mimariyi sanatın tüm diğer dallarından ayıramadığımız gibi
edebiyattan ve dolayısıyla insan psikolojisinden, insan gereksinimlerinden de ayıramayız.
Yaşadığımız her an bir mekânda geçer, elimize aldığımız her edebi eser de şüphesiz bir mekânın içindeki
yaşamı ve yaşanmışlıkları sunar. Edebi eserlerin her bir satırında zihnimiz; geçmiş birikimlerimiz,
tecrübelerimiz ve hayal gücümüz vasıtasıyla bir dünya yaratır. Mimarlık kültürünün gelişebilmesi, bu
dünya kurgusunun zenginliğiyle ilişkilidir. Sanat, edebiyat, sinema, tiyatro, moda vb. gibi disiplinlerden
beslenen bir mimari kurgu, mesleğe ruhsal derinlik ve anlam katacaktır.
Çalışmanın amacı, bilinç akışı tekniğinin mimariye etkisi olup olmadığını incelemektir. Bilinç akışı
tekniğinin bilimsel veriler ışığında bir mimari düşünceyi şekillendirmesi, aynı zamanda sınırlandırmasının
sanat eserine sağladığı esneklik, yenilik, özgürlük ve var olma yetisinin sunulduğu çalışmada, edebiyatta
bilinç akışı tekniğinin öncülerinden yazar Virginia Woolf’a değinilmektedir. Virginia Woolf’un
doğumundan ölümüne kadar geçen süreçte yaşamı, anıları ve kayıplarının eserlerine nasıl yansıdığının
15
incelemesinin de yapıldığı çalışmanın kapsamı; yazarın “Mrs. Dalloway” romanından esinlenerek Michael
Cunningham’ın 1998 yılında yazdığı; 1999’da Pulitzer ve Pen Faulkner, 2000’de de dünya kitap çeviri
ödülüne layık görüldüğü “The Hours/ Saatler” adlı romanı ile sınırlandırılmıştır. Bu kapsamda “The
Hours/Saatler” adlı romandan hareketle senaryolaştırılmış, 2002 yılında Stephen Daldry yönetmenliğinde
gösterime girmiş “The Hours/Saatler” filmi de inceleme alanı içindendir. Çalışmada üç farklı dönemde
yaşayan, üç farklı kadının birbirinden bağımsız oldukları halde, birbirlerinin hayatlarına olan etkilerinden
bahsedilen “The Hours” film incelemesi yapılarak, bilinç akışı tekniği ve dönemler arası geçişin mimariye
etkileri sorgulanmaktadır. Bu açıdan ele alındığında, mimarlık-edebiyat ilişkisinin somut bir ürün ortaya
çıkarabilmesi önemlidir. Bu tür bir ilişkinin bilinçaltı ve bilince etkisi, mimarlığın yazınsal kaynaklarla
beraber hayal gücünün gelişimine katkısı olduğu ve sanat dallarıyla ilişkisinin kurabilmesi adına önem
taşımaktadır. Çalışma, ilk kez bilinç akış tekniğini edebiyattan mimariye yönlendirerek disiplinler arası
ilişkinin sonuçlarını değerlendirmektedir. Bu sebeple yazarın hayatına odaklanarak, yaşadığı çevreyi analiz
etmek ve eserlerine etkisinin payını göstermek çalışmanın derinliği açısından önemlidir.
Çalışmanın yönteminde veri analizi kullanılmıştır ve bir değerlendirme araştırması olarak ele alınmıştır.
Virginia Woolf’un doğumundan, bilinç akış tekniğini keşfetmesi ve bunu romanlarında uygulamasıyla
başlayan süreç ele alınmaktadır. Günümüz ile bağlantısı, yazar Michael Cunningham ile kurulmaktadır.
“The Hours” filmi ile sonlandırılan süreç, kitapta da bahsedildiği üzere 1923, 1951, 2001 yıllarına ve
karakter oluşumlarına odaklanmaktadır. Mimarinin değişimi edebiyatta ve görsel sanatlarda
irdelenmektedir. Film süresince birbirinin içine geçen hayatların, benzer duygular yaşayıp, benzer tepkiler
verebildiği açıkça görülmektedir.
Çalışmada dönemler arası geçişler ile mimarinin evrimine tanıklık edilmektedir ve böylece mimarlık
kültürünün gelişimi, beslendiği dönem ve sanat dallarıyla doğrudan ilişkilidir sonucuna varılmaktadır.
Sanatçının üretiminin kaynağı olan bilinçaltına yoğunlaşıp sanatın hangi sebeple doğduğu ve eser üretim
sürecinin nasıl olduğuyla ilgili bir takım sorulara cevap vermektedir. Edebi eser ve eser üzerinden
senaryolaştırılan sinema filmi ilişkisi; senaryo yazım süreci, müziklerin bestelenmesi, mekânın dekoru gibi
etkenler üzerinden aktarılmaktadır. Mimarinin dönemler arası geçişlerine tanıklık edilen çalışmada,
bilincin şekillendirdiği mimariyi, edebiyat ve sinema üzerinden irdelemektedir. Edebiyat-sinema-mimari
üçgeninde zaman, mekân ve karakterlerin günümüzden ve geçmişten bağımsız düşünülemediği sonucuna
varılmaktadır. Edebi eser ve sinema filmi karşılaştırmasında zaman ve mekânın ele alınışı örtüşmektedir.
Sahneler arası geçişler tıpkı romandaki gibi filmde de izleyicinin olayı analiz edebilmesini sağlamıştır. Üç
hayatın bilinç akışı tekniği ile ifade edildiği filmde, edebi eserin okuyucunun zihninde canlandırdığı dünya
ile örtüştüğü görülmektedir. Okuyucunun hayal gücü, farklı fiziksel görünümdeki karakterler, farklı bir
dünya canlandırabilir; bu da okuyucuların zihinsel çeşitliliklerinin bir sonucudur. Bu noktada eserin beyaz
perdeye aktarımı okuyucuyu bir izleyici olarak yeniden tanımlayıp hayal gücünü ya sınırlandıracaktır ya
da genişletecektir ve ona farklı bir dünyanın kapılarını açacaktır. Yaratıcılık sınır ve kalıplarla başka bir
boyuta bürünebilir, evrilebilir ve belirtildiği üzere bireyden toplum yararına kullanılabilir. Sonuç olarak bu
çalışma göstermektedir ki; okuyucu, yazar ve yaşayan üçgeninde yaşanılan dönem ne olursa olsun insan
bir duygunun, bir yaşamın taşıyıcısı olabilir ve sonraki nesillere yansıması da sanat dalları üzerinden
yapılabilir. Virginia Woolf’un eserlerinin günümüze kadar ulaşması ve sanatın tüm diğer dallarında
yoruma açık olması bunun en önemli kanıtlarından biridir.
Anahtar kelimeler: Bilinç akışı tekniği, Edebiyat ve Mimarlık, Edebiyat ve Sinema
16
FUAR STANT TASARIMI - ZİYARETÇİ SAYISI İLİŞKİSİNİN ÖRNEKLER ÜZERİNDEN
İRDELENMESİ
Serhat ANIKTAR1, Can AKIN2
Dr. Öğr. Üyesi, İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi, Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi, Mimarlık Bölümü,
34303 İstanbul, e-posta:
[email protected]
1
Öğr. Gör., İstanbul Sabahattin Zaim Üniversitesi, Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi, Mimarlık Bölümü, 34303
İstanbul, e-posta:
[email protected]
2
ÖZET
Sergi ve fuarlar iletişimin en önemli araçları arasındadır; dolayısıyla fuar stantları da ziyaretçilerle iletişime
geçme olanağı sağlayan en önemli iletişim araçlarındandır. Stant, içeriğini ziyaretçiye en kısa sürede en
iyi şekilde anlatacak, sergileyen firmanın anlayış, kimlik ve imajının yanı sıra, tanıtmak istediği ürün ya da
hizmetin özünü görsel ve işitsel olarak, hızlı algılanır şekilde sunma olanağı sağlayan alanlardır. Stant
tasarımı, fuarcılığın endüstri devriminin bir ürünü olarak 19. yüzyılın ortalarından itibaren yükselişi ile
birlikte çağı belirleyen ve dokümanter özellik taşıyan bir disiplindir. Fuarların tarihine baktığımızda dünya
teknolojisinin ve kültürünün seyrini kronolojik sırayla izlemek mümkündür. 1851 yılında açılan ilk dünya
fuarı olan Londra Fuarı’nın çelik ve camdan oluşan sembol yapısı Kristal Saray’dan günümüze kadar
gerçekleşen bütün fuarlar yaşanılan çağın belgeseli niteliğindedir. Günümüzde elektronik çağının bütün
olanaklarını fiziksel ve sanal mekânlara yansıtma olanağı sunan fuarcılık sektörünün Türkiye’ye girişi
1980’lü yıllarda kısıtlı malzeme ve sınırlı üretim teknikleriyle olmuştur. Ancak son yıllarda, stant tasarımı
ve uygulamasında çok daha geniş olanaklara sahip olduğumuz yadsınamaz bir gerçektir. Bununla birlikte
Asya ve Avrupa’yı birbirine bağlayan ülkemizde, gelişen ticari faaliyetlerle birlikte potansiyel müşterilere
ulaşabilmek için en canlı pazar yeri olan fuarcılık sektöründeki fuar standı üretimleri konusunda çok daha
başarılı fuar süreçlerine imza atılması, iç mimari disiplinlerden yararlanılmasının önemini ortaya
çıkarmıştır. Fuar standı, çok yönlü bir sanat ve bilimler ilişkisi sonucu ortaya çıkan bir tasarım ürünüdür.
Stant tasarımında öncelik, bir amaç doğrultusunda kullanılan mekân tasarımıdır. Küçük veya büyük, bu
mekânın oluşturulması, mimari mekân veya heykelimsi hacimsel sorunları ortaya çıkarır. Stant mekânı,
bir heykel estetiğiyle birlikte amaca uygun hacimsel işlevleri de sağlamalıdır. Mekâna ait boyutlar dikkatli
bir şekilde oluşturulmalıdır. Örneğin, mekânın yükseklikleri, hareket alanındaki ölçüler, mobilyalar,
merdiven ve diğer mekânsal donanım ürünlerinin boyutları ve konumları ergonomik standartlara uygun
olmalıdır. Stant tasarımlarında ergonomik yaklaşımların yanında estetik unsurlar da bir diğer önemli
tasarım parametresidir. İç veya dış hacimlerdeki estetik değerler; hacimler arasındaki geçişler; renk, ışık
ve doku kompozisyonlarının tümü sanatsal değerin belirleyicisi olarak karşımıza çıkar. Standın en önemli
görevi, daha çok ziyaretçiyi kendisine çekmesi ve akılda kalacak bir etkiye sahip olmasıdır. Dolayısıyla
görsel algı konusu da fuar stant tasarımlarında ön planda tutulmalıdır. Bu bağlamda, kişinin hangi
durumlarda, nelere, ne kadar süre ve nasıl dikkatini verebildiğini ortaya koyan, dikkat ve algılama
başlıklarıyla yapılan laboratuvar araştırmalarının tasarımcı için yararlı olacağı açıktır. Standın rahat
görülüp kolay anlaşılır, akılda kolay kalabilir mesajlar vermesine dikkat edilmelidir. Fuar alanında yüzlerce
stant arasında, özellikle gezisinin ilerleyen saatlerindeki bir ziyaretçinin algılama ve değerlendirme
yeteneğinin azaldığı zamanlarda, verilmek istenen mesaj ve imajların ne kadarının başarıya ulaşabileceği,
fuar standının tasarım niteliği ile doğrudan ilişkilidir. Bu niteliği etkileyen bir diğer parametre ise gelişmiş
fuar merkezlerindeki hollerin parselasyonudur. Stantlar “stant oturma alanı” adı verilen 1 metre ve katları
17
olarak düzenlenmiş, ada, koridor ve duvarlarla sınırlı alanlara yerleştirilir. Bu alanlar, firmaların ihtiyaç ve
isteklerine göre büyük veya küçük olabilir. Stant alanıyla birlikte, koridorlara ve duvarlara göre olan
durumları (lineer yerleşim, iç köşe, dış köşe, yarımada veya ada) ve ziyaretçinin standa yaklaşım yönü
(genel sirkülasyon akış yönü) de farklı tasarım problemlerini beraberinde getirir. Stant mekânını oluşturan
bütün dekor ürünlerinin, vitrinlerin, rafların, masaların, sandalyelerin, koltukların, bankoların,
bölücülerin, dolapların, servis odalarının, kolonların, kirişlerin ve diğer bütün mekânsal elemanlarının
yerleşim kompozisyonunun buna göre değerlendirilmesi gerekmektedir. Burada firmanın amblemleri,
marka görselleri, bayrak, afiş, pano gibi grafik ürünlerinin yerleri ve boyutları, tasarımcı tarafından çok
daha dikkat edilmesi gereken konulardır. Stant alanının mekânsal bölümlerini; ürün tanıtımına yönelik
vitrinlerin, platformların, rafların, panoların, kioskların, projeksiyon ve televizyon gibi elektronik görüntü
araçlarının bulunduğu sergi alanları; danışma bankolarının bulunduğu kişisel bilgi edinme alanları;
yiyecek-içecek servisi ve dinlenme alanları, vestiyer ve broşür, katalog gibi reklam ve bilgilendirme
dokümanlarının muhafaza edildiği depolama odaları ve son olarak da toplantı ve görüşme odalarının
bulunduğu mekânlar oluşturmaktadır. Bu mekânların birbirleriyle olan ilişkileri ve stant tasarımına
etkilerinin doğru bir şekilde kurgulanması önem arz etmektedir. Tüm bu tasarım parametreleriyle birlikte,
stant tasarımlarının modülerliği, renk, doku ve nitelik bağlamında kullanılan malzemelerin seçimi,
konstrüksiyon yönteminin seçimi ve maliyeti gibi bağlamlar da göz ardı edilmemelidir. İşte bu nedenlerle
fuar ve tanıtım stantlarının, tasarımı karmaşık bir sanat ve bilimler ilişkisinin bir ürünü olduğunu kolaylıkla
söylemek mümkündür. Bir fuar stant tasarımının niteliği, fuar süresince elde edebildiği ziyaretçi sayısıyla
doğru orantılı olarak değerlendirilmektedir. Bu çalışma, fuar stant tasarımları ile ziyaretçi sayıları
arasındaki etkileşimi irdelemektedir. Çalışma kapsamında 2012, 2013 ve 2014 yıllarında Lütfi Kırdar Fuar
Merkezi’nde gerçekleştirilen GameX Uluslararası Dijital Oyun ve Eğlence Fuarı’nda aynı stant yerine ve
aynı metrekareye uygulanmış fuar stantlarının ziyaretçi sayıları ile tasarım nitelikleri karşılaştırılmıştır.
Çalışma sonucunda telaşı çok, zamanı az olan fuar ziyaretçilerini stant alanlarına çekebilme derdini
üstlenen stant tasarımına ilişkin yeni parametreler elde ederek tasarım süreçlerinin güçlendirilmesi
hedeflenmiştir. Fuar süreçlerinin niteliğinin desteklenmesinin yanı sıra, bu parametrelerin hem firmaların
fuar alanlarındaki yer seçiminde, hem de tasarımcıların stant konumundan kaynaklanan dezavantajları
avantaja çevirebilmesine destek olabilmesinde bir rehber olması hedeflenmiştir.
Anahtar Kelimeler Ticari Sergileme, Fuar, Stant, Tasarım, Ziyaretçi
18
GELENEK GÜNÜMÜZ BAĞLAMINDA İKİ ŞEHİR İKİ KÜÇÜK İÇ MEKÂN
Salih SALBACAK1
Dr. Öğr. Üyesi, Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Mimarlık ve Tasarım Fakültesi,
İç Mimarlık Bölümü, 34445, İstanbul, e-posta:
[email protected]
1
ÖZET
İnsanı diğer canlılardan ayıran en önemli özelliği kültürüdür. Kültür yeryüzünde yaşam mücadelesinin
başladığı geçmiş zamanlardan günümüze değin gelişen kronolojik dilimde doğaya karşı insanın ortaya
koymuş olduğu maddi ve manevi değerler bütünü olarak tanımlanmaktadır. Toplumların kültürlerini ve
kültür etkisiyle gelişen kimliklerini; yer aldıkları coğrafya, üretim biçimleri, inanç sistemleri, gelenek ve
görenekleri şekillendirirken bu değerler etrafında bir araya gelen topluluklar var oldukları zaman dilimin
siyasi, ekonomik ve toplumsal gelişmelerinden etkilenerek kültürlerini biriktirerek zenginleştirmişler ve
kurdukları uygarlıklar vasıtasıyla sürdürerek geleceğe aktarmışlardır. İnsanoğlu başlangıçta tarım dönemi
ile birlikte ortak bir değer etrafında toplanarak doğaya hükmetmiş, toprağı üretim alanı olarak görerek
ekip biçmiş ve bu ortak üretim alanını kaybetmemek için de istilalara karşı korumuş ya da daha fazla
toprak kazanmak için savaşmıştır. Yerleşik düzenin başladığı bu dönemde mimari mekân kavramı ortaya
çıkarak insanlar dış ortamdan yalıtılan üzeri örtülmüş alanlarda yani iç mekânlarda yaşamaya başlamıştır.
Tarımın ticaretle ilişkilendirilmesi ile ilk şehirlerin kurulması, tek tanrılı dinlerin etkisi ve merkezi krallıklar
ile evirilen topluluklarda mimari ve iç mimari gelişimini sürdürerek yapılar ve iç mekândaki süsleme ve
mobilyalar statüleşme göstergesi olarak değerlendirilmiştir. Coğrafi keşifler ile yeni ticaret ağında yer alan
merkezler arasında iletişimin kurulması, Fransız devrimin etkisi ile yurttaşlık ve demokrasi gibi kavramlar
ve endüstri devrimi ile de beklentileri, yaşam biçimleri benzeşen kitleler oluşmaya başlamıştır. Bu
birikimle Avrupa’dan yayılan mimari üsluplar, dönemin zevklerine göre tanzim edilmiş iç mekânlar, farklı
yapı tipleri, bina programları, yeni yapım sistemleri ile donatılan şehirler ortaya çıkmıştır. Bütün bu
gelişmelerin ışığında yirminci yüzyıla gelindiğinde ise dünya siyasetini şekillendiren ve bir paylaşım savaşı
olan birinci dünya savaşı ile günümüz kültürlerinin oluşmasına sebep olan siyasal zemin hazırlamıştır.
Savaş sonunda büyük coğrafyalara hükmeden imparatorluklar parçalanmış ortak kültürel öğeler devam
ettirilse de milliyetçi akımlarında etkisiyle farklı kültürel özelliklere sahip devletler kurulmuştur. Sınır
kavramının oluşmaya başlaması yeni bir dünya savaşının çıkmasına engel olamamış ve ikinci dünya
savaşının siyasi anlamdaki yıkıcı etkisi iki kutuplu bir dünya düzeni ortaya çıkarmış, güvenlik kaygılarının
öne çıktığı, sınırların hatta duvarların böldüğü birbirinden habersiz kapalı toplumlar oluşmuştur. Siyasal
gelişmelerin ışığında şekillenen bu düzende kültürel değerleri ideolojiler belirlemiş mimari ve iç mekânda
bu gelişmelerden etkilenmiştir. Gelişen zaman diliminde değişen siyasi düzen ve kitle iletişim araçlarının
da etkisiyle kültürler birbirleri ile tekrar tanışmaya ve bu tanışma neticesinde de yakınlaşmaya başlamıştır.
Yeni düzende ideolojilerin yerini ekonomik araçlar alarak küreselleşme kavram ortaya çıkmıştır.
Küreselleşme ile bilgi iletişim çağının bütün araçları vasıtasıyla ortak bir kültürden etkilenen, pazarlama
stratejileri ile yaşam biçimleri ve beklentileri aynı kitleler çoğalmaya başlamıştır. Siyaset, ekonomi ve
sosyal yaşam düzleminde devam eden bu iletişim ve etkileşim şüphesiz mimariyi ve mekân tasarımlarını
da etkilemektedir. Dünyanın herhangi bir bölgesinde tasarlanmış, tek tipleştirilmiş ve seri üretilen yaşam
çevreleri ve modelleri, yerel değerlerin hala var olduğu ve yaşatıldığı çevrelerde kendine yer bulabilmekte
pazarlanan ve vaat ettiği söylemler neticesinde de tercih edilebilmektedir.
Bu çalışmanın amacı: Gelenek ve gelecek ara kesitinde, geleceği yakalamanın gelenekten kopuş bir
vazgeçiş gibi zamana yenilme düşüncesinden uzak küreselleşmeye karşı bilgi iletişim çağında geleneksel
19
değerlerin, üretimin ve kimliğin yansıması olan iç mekân düzleminde tartışmaktır. Bu sebeple çalışmada:
İki farklı kültür ve iki farklı şehirde bulunmalarına karşın ortak geçmişten beslenen ve bir geleneğin
sürekliliğini sağlayan iki küçük uzmanlık dükkânının bulundukları kentlere kattıkları ortak bellek,
geleneksel üretim biçimi ve eskimeyen iç mekânları belgelenmektedir. Bu iki dükkândan: Biri Madame
Katia’ın şapkalarını tasarladığı ve sattığı mağazasıdır. Mağaza, İstanbul’un, önemli bir ulaşım ve sosyal
alanı İstiklal Caddesinde yer alan terzi, iplikçi, kumaşçı zanaatkâr ve meslek erbaplarının yer aldığı
dönemimin ve günümüzün önemli bir kültür ve sanat mekânı Haco Pulo Pasajında yer almaktadır. Mesleği
annesinden devralan Madame Katia’ın 1929’dan günümüze hizmet veren İstanbul’un en eski şapkacısı
ünvanını günümüzde de devam ettirerek meraklılarından ve basından ilgi görmektedir. Diğer dükkân ise
İzmir’den Yunanistan’ın başkenti Atina’ya göç eden Michail Brettos un 1909 yılında kurduğu el yapımı
likör, konyak, ouzo ve brandy gibi içkilerin üretilerek satıldığı Brettos isimli ticarethanedir. Mekân
Atina’nın eski yerleşim birimi ve günümüzde kentin turistik bölgesi olan Plaka muhitinde yer almaktadır
ve ikinci kuşak tarafından işletilmektedir. Ticarethane, el yapımı içkilerin renkli şişelerde sergilenerek
satış ve tadım işlemlerinin gerçekleştirildiği değişmeyen geleneksel iç mekânı ile yerli ve yabancı turistler
ve basının ilgisini çeken oldukça renkli küçük bir mekândır. Sonuç olarak; Geleneksel üretimlerin ve
mekânların hızla yok olmaya başladığı günümüzde İki farklı şehirden seçilen bu iki dükkânın iç mekânını
şekillendiren ortak özelliğin ortak bir bellek alanının mekân üzerinden sürdürülmesidir.
Anahtar Kelimeler: Küreselleşme, Geleneksel üretim, İç mekân, Yerel kültür, Bellek
20
GİRNE KALESİ MÜZESİ TASARIMINDA DEKONSTRÜKSİYONİST ANLAM DÜZEYİ
VE RESMİ KISITLAMALAR, KIBRIS
Alessandro CAMİZ1, Zarif EZDEŞİR2
Doç. Dr., Girne Amerikan Üniversitesi Mimarlık, Tasarım ve Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü,
Girne, KKTC, e-posta: alessandrocamiz@gau,edu.tr
1
Y. Lisans Öğrencisi, Girne Amerikan Üniversitesi Mimarlık, Tasarım ve Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık
Bölümü, Girne, KKTC, e-posta:
[email protected]
2
ÖZET
Giriş: Mevcut bir binada yeni bir fonksiyon kuran tasarımcı her zaman çok sayıda resmi kısıtlama ile
uğraşmaktadır. Bir miras binası durumunda, resmi kısıtlamaların sayısı önemli ölçüde artmaktadır.
Burada, tasarımcının tasarımdaki formları belirleme özgürlüğünü sınırlayan koşulun resmi kısıtlamalarla
olduğunu düşünüyoruz. Böyle bir durumun bağlamsal ayarı bu nedenle projenin farklı olasılıklarını
sınırlamaktadır. Bu tür sınırlamalardan dolayı kendini özgür hissedemeyen tasarımcı da yapmak istediği
çalışmadan yeterli verimi alamadan projesini sonuçlandırmak durumunda kalmaktadır. Kısıtlamalar
sadece düzenlemeler ve kodlarla verilenler değil, aynı zamanda tasarımcıların niyetinde anlam
arayışlarının bir sonucudur. Anlamlı bir şekilde, var olan bir metne yorum yazmak, Ortaçağ dini edebiyat
geleneğinde yaygın olarak kullanılan bir türdür. Ortaçağ dini edebiyat geleneğinde özgürce yazmak
mümkün değildi, metne ve onun farklı anlam seviyelerine sıkı sıkıya bağlı olmadan herhangi ne
yazılabilirdi ki. Jacques Derrida, modern felsefede bu yaklaşımı kurarken, ilk olarak dekonstrüksiyon
olarak adlandırılan dogmasını sağladı. Dekonstrüksiyon’un, felsefe, iletişim sosyolojisi, eleştirel düşünce,
sosyoloji, mimarlık, estetik, edebiyat teorisi ve benzeri bütün alanlarda yaygınlaşmış ve genel bir etkisi
olan akım olduğunu söyleyebiliriz. Bu dogmanın yaratılmasını sağlayan Jacques Derrida’dan sonra
doğaçlama hissini yanlış yorumlayan bir mimari üslup ortaya çıktı. Bu üslupla birlikte yapılar genel olarak
kırılmış formlar ile karakterize edildi.
Amaç: Araştırma, Bizans döneminden Lüzinyan dönüşümlerine kadar uzanan çok katmanlı bir yapının,
Venedik döneminde yeniden tasarlanmasından sonra, Osmanlı döneminde tadilat görmüş ve İngilizlerin
de eklemeleri yapılan Girne Kalesi’nin içindeki buluntular ile birlikte ve arkeolojik koleksiyonlar ile
arasındaki anlamlı ilişkilerin kurulmasını hedeflemektedir. Girne Kalesi, bugün Girne Gemisi'nin sualtı
kazılarına ait bir koleksiyona ev sahipliği yapmaktadır. Sualtında yapılan kazılarla birlikte çıkarılan bu
koleksiyon çok fazla anlam içermektedir. Bu koleksiyon müzenin içinde yeniden düzenlenecek, büyük bir
kısmı da dâhil olmak üzere, bugüne kadar hak ettiği değeri görmeden öylece kalmış, bazı bölümleri
sergilenmekte olan koleksiyonun ziyaretçiyle iletişimini artıracak bir tasarım sürecinin izlenmesi
öngörülmektedir. Tasarım görevi üç farklı iç mekân seviyesine, kaledeki müzeye, müzedeki gemiye,
geminin içindeki koleksiyona bağlıdır. Bu üç farklı iç mekân seviyesinin arasında kurulacak olan tasarımsal
bağlam köprüleri dikkatlice yapılacak, Girne Kalesi’nin içinde barındırdığı değerlerin günümüze kadar nasıl
bir değer taşıdığını belirtecek bir oluşumu sergileyecektir. M.Ö. IV. Yüzyıldan itibaren İngiliz sömürge
hâkimiyetine kadar günümüzden tarihlenen bu topolojik tabakalaşmada, koleksiyonun ve müzenin
kendisinin anlaşılabilir bir anlamını belirleyebilecek bir ziyaretçi yolunun kurulması gerekmektedir.
Tasarımsal süreç Girne Kalesi’nin ve içerisinde barındırdıklarının, ziyaretçi üzerinde daha etkili bir şekilde
olmasını amaç edinmektedir.
21
Kapsam: Özellikle arkeolojik alanlardaki müze mimarisinin çağdaş üretimi içinde, bağlam (kale)
tarafından verilen biçimsel kısıtlamaların içerik (koleksiyon) içinde oluşturabileceği farklı anlam ve
ilişki seviyelerini parametrelendirmek mümkündür. Bu nedenle, iç tasarım araştırması iç tasarım
seviyesine odaklanarak tasarımın kapsamını belirliyor. İki İçeriğinde anlamları arasındaki ilişkiyi
koparmadan bir köprü oluşturmaktır. Sınırlılıklar: Bu yaklaşımın sınırı, bir tasarım önerisinin sonucuyla
belirlenir. Bu nedenle, teorik bölüm tasarım süreci tarafından sürekli olarak tetiklenir ve burada veri
setine uygulanacak gerekli parametreler çıkarılacaktır. Belirli anlam seviyelerinin ziyaretçi tarafından
nasıl ve nerede okunabileceğini belirlemek mümkün olan tasarım aktivitesindedir. Örnek olarak,
müze girişinde, kutsal bir sınır boyunca bir zaman geçidi hissi veren ve ziyaretçinin o şekilde hareket
etmesini sağlayarak müzeye girişini sağlayan bir kapının bulunması.
Ziyaretçinin bir hazine bulmaya gelmiş olduğunu hissettiren bir zaman dilimde olduğunu fark
ettirmeye çalışmaktır. Ve kapıdan girdiği zaman geldiği yerdeki bağlantısı bir süre için kesilecek olan
ziyaretçinin zamanda yolculuğa çıkması olarak özetleyebiliriz. Yani ziyaretçinin iki farklı zamana,
çağdaş zamana ve müzenin etkili bir şekilde taklit ettiği geçmişe yolculuk yaptığı yer haline geliyor.
Bu anlam düzeyi, girişin tasarım eylemiyle yorumlanmalı ve seçilen örneklerde kullanılan farklı
seçimleri anlamak için bir parametre olarak kullanılmalıdır. Yöntem: Araştırma, tasarım sürecine
uygulanan karşılaştırmalı yönteme dayanmaktadır. Orta Çağ kaleleri içindeki Arkeoloji Müzeleri, batık
müzeler ve müzeler ile ilgili bir dizi vaka incelemesi, bağlam tarafından verilen resmi kısıtlamaların
ele alınmasında farklı yaklaşımların parametrelendirilmesi ve koleksiyon ile bina arasındaki farklı
anlam düzeyleri analiz edilerek incelenmiştir. Bulgular: Araştırmanın sonuçları iki farklı tipte. Yazılı
bölüm ve tasarlanmış bölüm. Yazılı bölümde tasarımda uygulanacak parametrelerin belirlenmesi için
bir dizi vaka çalışması analiz edilir. Öte yandan, tasarım eylemi, temel kavrayış anının çıkarılacak
parametreleridir. Araştırma ve tasarım bu nedenle güçlü bir şekilde bağlantılıdır. Birbirlerini
tamamlayacak olan süreçlerdir. Sonuç ve Öneriler: Araştırma, müze ziyaretinin sanal bir
simülasyonunu içerecek ve ziyaretçinin müzeyi algılayışını test edecek. Sanal simülasyonlar ile
katılacak olan gerçeklik etkisi, ziyaretçi ile Girne Kalesi arasında bu kurulmak istenen bağın ince bir
çizgisi olacaktır. Bu bağlamda gerçeklik algısını yaratabileceğimiz, bu sistemden yaralanırken nasıl bir
etkileşim oluşturacağımız görülecektir. Barındırılacak koleksiyon, tasarım teklifine tabelaların
ayrıntılarını ve müze alanının resmini de dâhil edecek şekilde ayrıntılı olarak listelenecektir. Yapılacak
olan bu listelemelerde elimizde bulunan kalıntıların da hikâyelerine belirli bir noktaya kadar
ulaştırabilmiş olacağız. Araştırma, müzecilik, arkeoloji, tarih ve restorasyon alanlarına değiniyor,
ancak özünde bir iç tasarım araştırması ve bunun sonuçları müze için tam bir tasarım önerisi ve
arkeolojik bir alan içinde sergi tasarımı için deneysel bir metodoloji olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Dekonstrüksiyon, İç Tasarım, Ortaçağ Mimarisi, Arkeoloji, Müzecilik
Yazar Notu: Bu çalışma Girne Amerikan Üniversitesi, Özyeğin Üniversitesi ve Floransa Üniversitesi
arasındaki bilimsel iş birliği kapsamında, Kıbrıs'ın Girne Kalesi'ndeki yeni Arkeoloji Müzesi'nin tasarımı
üzerine devam eden bir araştırmadır. Makale Zarif Ezdesir'in devam etmekte olan İç Mimarlık Yüksek
Lisans Tezi konularının ana hatlarını vermektedir. Danışman Doç. Prof. Dr. Alessandro Camiz, “Kaledeki
Müzede Gemi”, Fen Bilimleri Enstitüsü, İç Mimarlık Yüksek Lisansı, Girne Amerikan Üniversitesi
22
İÇ MEKÂNDA GÜNCEL BİR SÖYLEM: “BİYOFİLİK TASARIM” VE UYGULAMA
ÖRNEĞİ OLARAK MEMORİAL BAHÇELİEVLER HASTANESİ
Muteber ERBAY1
Doç. Dr., Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 61080 Trabzon,
e-posta:
[email protected]
1
ÖZET
Biyofili hipotezi insan benliği ve diğer yaşayan sistemler arasında içgüdüsel bir bağ olduğunu öne sürer.
Bu hipotez, Edward O. Wilson'ın Biophilia adlı kitabıyla gündeme gelmiştir. Biyofili, yaşama ve yaşayan
sistemlere karşı duyulan sevgidir. Kısaca, doğayla bağlantı kurmak için doğuştan gelen insanın eğilimi
olarak da tanımlanabilir. Doğal yaşam alanlarından yapalı yaşam alanlarına geçişin başlamasıyla
günümüze uzanan süreçte, şehirler ve binalar insanların zamanının çoğunu geçirdiği mekânlar haline
dönüşmüştür. Bu açıdan bakıldığında modern hayatta mimarinin doğayla bağlantı kurma ihtiyacı her
dönem önemini korumuştur. Ancak bu, yapılı çevre içerisinde doğanın varoluşu şeklinde
algılanmamalıdır. Tam da bu noktada “Biyofilik Tasarım”dan söz edilebilir. Çünkü biyofilik tasarım
modern yapılı çevrede doğayla ilişki kurma ihtiyacını birleştirmeyi amaçlamaktadır. Ancak bunu
yaparken doğal yaşamın, yaşlanma mücadelesine, insan sağlığına ve üretkenliğine katkıda bulunan,
hayatta kalmaya çalışan yönlerine odaklanır. Yani biyofilik tasarım, biyofilinin bir uzantısı olarak, doğal
malzemeler, doğal ışık, bitki örtüsü, doğa manzaraları ve doğal dünyanın diğer deneyimlerini modern
yapılı çevreye dâhil eder.
Şu bir gerçek ki; kentleştikçe doğa ile bağımız azalmaktadır. Bu durumda teknolojik gelişmeler ve
tasarım konusundaki güncel söylemler sürdürülebilir ve ekolojik tasarımı üzerine yoğunlaşmaktadır.
Biyofilik tasarım da bu amaca yönelik yeni söylemlerden biridir. Biyofilik tasarım ve mimarlık, doğa ile
insan yapımı yapılı çevreler arasında güçlü bağlar kurmayı hedeflemektedir.
Yapılı çevre şehir ölçeğinden bina ölçeğine kadar uzanan geniş bir ölçekte ele alınabilir. Modern hayatın
getirilerinden biri olarak insanların zamanların büyük çoğunluğunu evlerinden başlayarak okullar,
ofisler, hastaneler, alışveriş merkezlerinde geçirdiğini söylemek mümkündür. Bu yapılı ortamların çoğu
doğal ışık, doğal havalandırma ve doğal malzemeler bakımından yoksun ya da yetersiz olarak
tasarlanmışlardır. Yapılı çevrede sağlığı ve refahı geliştirmeye odaklanmış sürdürülebilir bir iç mimari
tasarım uygulamalarıyla doğayla insan arasındaki ilişkileri geliştiren, yaşanılabilir ve üretkenliği artıran
çalışılabilir daha mutlu ve sağlıklı mekânlar yaratmayı ilke edinmiş, tasarımlarını bu yönde geliştiren
Oliver Heath şöyle diyor; “Biyofilik tasarım, doğayı dışarıdan içeriye getirmek değildir. Doğanın birçok
yönüyle bağlantı kurmak gerekir ve bu bağı güçlendirmekle ilgilidir.” Demek ki doğal ışık, doğal bitkiler,
doğal malzemeler, dokular, desenler iç mekânda kullanılsa dahi duyular ile bütünleşmedikçe, insanın
performansını ve üretkenliğini motive “etmedikçe ya da insana kendini daha iyi hissettirmedikçe
biyofilik tasarımdan söz edemeyiz.
Bu noktadan hareketle çalışmanın amacı, biyofilik tasarımın iç mimaride uygulanabilirliğini bir sağlık
yapısı üzerinden incelemektir. Çünkü biyofilik tasarımın -özellikle iç mekânda- insanı iyi hissettirme
gücü en fazla sağlık sektöründe önem kazanmaktadır. Çalışmanın kapsamı ve sınırlılıkları açısından
seçilen sağlık yapısı Memorial Bahçelievler Hastanesi’dir. Hastanenin seçilme nedeni; USGBC (United
States Green Building Council-Amerikan Yeşil Binalar Konseyi) tarafından yürütülen sertifikasyon
programları arasında en yüksek derecelendirme anlamına gelen, enerji ve çevre dostu tasarımda lider
23
konumdaki kurumlara verilen ve en prestijli yüksek yeşil bina sertifikası olan “LEED Platinum” belgesini
dünyada ve Türkiye’de tam donanımlı hastaneler arasında ilk kez kazanmış olmasıdır. Bunun yanı sıra
hastanenin tasarım ekibi olarak belirttiği “yeşil hastane konsepti” ve “sanatın iyileştirici gücü” gibi
mottolar da bu seçimde etkili olmuştur.
Çalışma bir değerlendirme araştırması olarak ele alınmıştır. Bu amaçla, biyofilik tasarımın
uygulanmasında doğanın tasarım içinde nasıl yer alması gerektiği hakkında çalışmalarını sürdüren
Kellert ve Calabrese’nin “The Practice of Biophilic Design” kitabında belirlediği doğanın üç çeşit
deneyimi Memorial Bahçelievler Hastanesi’nde toplanan veriler ile analiz edilmiştir. Kellert ve
Calabrese biyofilik tasarımı; doğanın doğrudan deneyimi, doğanın dolaylı olarak deneyimi ve
uzay/mekânın deneyimi şeklinde üç biçimde deneyimleyebileceğimizden bahseder. Doğanın doğrudan
deneyimi, çevre ile direkt temas anlamına gelmektedir ki, yapılı çevrede içindeki doğal ışık, hava,
bitkiler, hayvanlar, su, doğa manzaraları ve ekosistemler gibi özellikleri tarif etmektedir. Doğanın
dolaylı olarak deneyimi, doğanın temsil veya görüntüsü anlamına gelir ki, doğanın orijinal halinden veya
belirli kalıplara ve süreçlere maruz kalınmasıdır. Bunlar arasında doğa resim ve sanat eserleri, doğal
malzemeler, doğal renkler, doğal şekiller ve formlar, doğal geometriler sayılabilir. Uzay/mekân
deneyimi olarak ise insanın mekân içinde görsel stratejiler ve görsel bağlantılar yolu ile dışla içi birbirine
bağlayan geçişlerin bulunması ve bunların anlaşılabilir olması, kendini olabildiğince bütünün bir parçası
ve güvende hissetmesi, mekânı kolay okuyabilmesi, kültürel ve ekolojik olarak bir bağ kurabilmesidir.
Bu üç ana deneyim altında da 24 alt deneyimin varlığı ile açıklanmıştır.
Çalışmada yukarıda belirtilen ilk iki deneyim Memorial Bahçelievler Hastanesi’de gözlem ve görüşme
tekniği analiz edilmiştir. Hastanenin mimari proje müdürü ile görüşülerek, doğanın doğrudan ve dolaylı
olarak 18 adet alt deneyimi gözlem tekniği ile değerlendirilmiştir.
Çalışmanın sonucunda ise tasarımın insan sağlığı üzerindeki iyileştirici gücünü biyofilik tasarım
üzerinden değerlendirilen bu çalışmada Memorial Bahçelievler Hastanesi’nin biyofilik tasarım
uygulamalarına Türkiye’den iyi ve doğru bir örnek teşkil ettiği görülmüştür. Öneri olarak, üçüncü
deneyimin de kullanıcılarla anket ve görüşme yapılarak değerlendirilebilir. Çalışmanın bir diğer sonucu
da bu tür tasarımların sadece sağlık ile ilgili yapılarla ilişkilendirmemesi gerekliliğidir. Çünkü biyofilik
tasarımın eğitim, ofis gibi insanın evi dışında büyük bir zamanı geçirdiği mekânlarda da uygulanması
sadece insan sağlığı açısından değil, çalışma verimliliği bakımında da büyük önem taşımaktadır. Bu tür
tasarımlar mülkiyet sahipleri, proje müellifleri ve kullanıcılar tarafından talep edilmeli ve yasalarla da
teşvik edilmelidir.
Anahtar Kelimeler: Biyofili, Biyofilik tasarım, hastane tasarımı, iç mekân ve biyofilik tasarım,
Memorial Bahçelievler Hastanesi
24
İÇ MEKÂNDA MOBİLYANIN KÜRESEL YOLCULUĞU
Muteber ERBAY1, Serenay ULUSOY2
Doç. Dr., Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 61080 Trabzon,
e-posta:
[email protected]
1
İç Mimar, Yüksek Lisans Öğrencisi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü,
61080 Trabzon, e-posta:
[email protected]
2
ÖZET
Modernizm hareketinin düşünce, edebiyat ve sanat alanındaki yansımalarından mimari de etkilenmiş
ve 19.yy sonlarından itibaren tüm dünyaya yayılmaya başlamıştır. Modern mimarinin ilk örneklerine
bakıldığında hem dış kabuk, hem de iç mekân tasarımının birbiri ile paralellik gösterdiği mimarların
tasarımcı kimliklerini yapının her noktasında hissettirdiği görülmektedir. Yapının oluşumunda etkisini
gösteren bu uyum tasarım bütünlüğünü sağlamak adına iç ve dış planlama boyutunda kalmayıp, yapıyla
ilişkilendirilmiş mobilyalar tasarlanmasına olanak tanımıştır. Mimari formdan başlayarak mekândaki
tüm donatılara aktarılabilen bir üslup söz konusu olmuştur. Bu bütünlüğü sağlayan koşulların neler
olduğuna dair kesin bir yargı bulunmamaktadır. Uyum; renk, doku, biçim, malzeme ve ya tasarımcının
belirlediği farklı yollar ile sağlanabilmektedir. Bu tasarım anlayışı ile oluşturulan mekânlar için özel
olarak tasarlanmış endüstriyel ürünler ve mobilyalar önce özel tasarımlarıyla ses getirmiş, sonrasında
ise tasarlandıkları alanlar ile benzer işlevlere sahip alanlarda kullanılmaya başlanmıştır. Bu süreç
mimarlıktaki küreselleşme sürecine benzer şekilde gelişmiş, tasarlanmış ürünler farklı yerlerde farklı
üreticiler tarafından yeniden yorumlanmış, üretilmiş ve piyasaya sürülmüştür. Mimarlık sanatından
ayrı düşünülmesi mümkün olmayan mobilya tasarımının izlerini insanoğlunun yaşam süreci ile birlikte
değerlendirmek gerekir. Önceleri rahat oturmak için ağaç ve taş gibi kısıtlı malzemeler ile yapılan
mobilyalar, mimarinin donatım aracı olarak antik çağdan günümüze kadar evrim geçirmiş, gelişen
teknoloji sonucu yapımında kullanılan alet ve makinaların icadı, malzemedeki gelişmeler ve değişen
gereksinimlerin etkisiyle mobilya stil ve modelleri gelişmiş, sanatkârların yapım teknikleri ve
kendilerine özgü estetik anlayışları, becerileri ve düşünceleri mobilyalara yansımış ve mobilya üretildiği
çağın yaşayış tarzını ve sanat üslubunu yansıtan bir obje niteliği kazanmıştır. Küreselleşmenin etkisini
göstermeye başladığı modern dönemde ise mobilya endüstrisi, buhar makinasının bulunuşu, ağaç ve
metal gövdeli makinaların yapılması ve yüzyılın sonlarına doğru elektrik motorunun icadından
etkilenmiştir. Modern mobilyadaki bu üretim ve tüketim artışı, rasyonalizasyon, ucuzluk, mimari
tasarımlarda iç mekân düzenlemelerine de yansımış, makineleşmenin etkileri olarak yaygınlaşmıştır.
Modern mobilyada kullanışlılık ve rahatlık ön plandadır. Bunun yanı sıra mobilya sanatı da tüm sanat
dalları gibi ülkelere özgü farklılıklar göstermektedir. Sanayi devriminin önünü açan makineleşme
sürecinin etkisiyle toplumları etkisi altına alan değişim mekânları da etkilemiş, kent kavramı ile birlikte
sosyal mekân sayısı artmış, küresel mekân kavramı doğmuştur. Demografik yapıyı değiştiren sanayi
devrimi, özellikle Avrupa’da büyük değişiklikler yaratmış, bazı yerleşim bölgelerinin gelişerek
dönüşmesiyle kentlerin doğmasına yol açmıştır. Bu kentlerde yeni mekânsal sistemler, yeni mekânsal
düzenler ve bağlantılar oluşturulmuştur. Mekân, zamansal ve toplumsal koşullara bağlı olarak yeniden
şekillenmiş, meydana gelen yeni işlevli mekânlarda mekânın tanımına uygun mobilya gereksinimi
artmıştır. Özellikle büro, okul, hastane, otel, sinema gibi halka açık ve aktif kullanım gerektiren yerlerde
dayanıklı ve kullanışlı, aynı zamanda da çok sayıda seri üretilebilen mobilya zorunluluk haline gelmiştir.
25
Dönemin sosyal dönüşümünü etkisi altına alan Modernizm ile birlikte, mobilyanın elle üretilmesi talebi
karşılayamadığından genel kullanım alanlarına uygun ve toplumun her kesiminden insana hitap eden
standartlaşmış, süsten arınmış, dayanıklı ve ucuz mobilya üretiminin önü açılmıştır. İşlevleri aynı olan
mekânlarda aynı tip mobilyalar kullanılmaya başlanmış, mobilyalardaki bölgesel imgeler kaldırılmıştır.
İşlevi ve bulunduğu mekân ile ön plana çıkan standartlaşmış mobilya tüm dünyada benzer nitelikler
taşıması adına uluslararası çapa sahip standardizasyon tanımlarına dâhil edilmiştir. Standardizasyon,
Uluslararası Standardizasyon Kuruluşu (ISO) tarafından şöyle tarif edilmektedir: “Belirli bir faaliyetle
ilgili olarak ekonomik fayda sağlamak üzere bütün tarafların yardım ve işbirliği ile belirli kurallar koyma
ve bu kuralları uygulama işlemidir.” Standardizasyon, toplumun kalite ve ekonomiği bir arada
aramasının bir sonucudur. Mobilya üretimindeki standartlar ise, teknoloji ve ekonominin gelişmesiyle
üretilen ürün ve mobilya malzemesinin özelliklerini, üretim ve kontrol sürecinde kullanılan yöntemleri
belirleyen ve denetleyen metotları kapsamaktadır. Mobilya endüstrisi ile ilgili standartlar özellikle yeni
teknik ve ekonomik bilgilerin üreticilere çabuk ulaşmasını sağlamaktadır.
Bu noktadan hareketle bu çalışmanın amacı iç mekânda ki mobilyanın küresel yolculuğuna etki eden
değişim süreçlerini, mimarideki küreselleşmeye bağlı olarak açıklamaktır. Kapsam olarak Modernizm
süreci içerisinde mobilyanın küresel yolculuğuna eşlik eden değişimler, mevcut durum ve bu duruma
zemin hazırlayan tarihsel süreçler ele alınmıştır. Çalışmanın çerçevesi mimarideki küreselleşme
süreçlerini etkileyen teknolojik gelişmeler, sanayi devrimi, mobilyanın modern mimarideki öneminin
altını çizen kongreler, söylemler ve tabi ki bilişim alanındaki ilerlemeler ışığında mobilya tasarımlarının
küreselleşmesi olarak belirlenmiştir. Bu doğrultuda mobilyanın Modernizm hareketinden günümüze
gelene kadar geçirdiği değişimler ve standartlaşan yönleri ele alınmıştır
Yöntem olarak öncelikle Modernizm hareketi ve buna bağlı olarak mimarlık ve mobilya tarihindeki
küreselleşme üzerine literatür taraması yapılmıştır. Süreç içinde tasarlanmış ve üretilmiş mobilyaların
günümüze kadar olan değişimi, mimari tasarımın yanı sıra iç mekân mobilyalarını da tasarlayan
mimarlar üzerinden ortaya konmaya çalışılmıştır. 1900’lü yılların başından itibaren etkili olan modern
mobilyanın standartlaşması ve küresel bir metaya dönüşmesi 1920, 1950, 1970, 1990 ve 2000 sonrası
olmak üzere beş döneme ayrılmış, mimari tasarımın yanında iç mekân ürünleri de tasarlamış
mimarların ürünleri üzerinden açıklanmaya çalışılmıştır. Ayrıca yıllar önce üretilen tasarımların yeniden
üretildiği ve bir küresel markaya dönüştüğü de bulgular arasındadır.
Sonuç olarak sanayi devrimi ile başlayan küreselleşme sürecinin mimarlık kadar iç mekân mobilyasını
da etkilediği görülmüştür. Bu durumda günümüz iç mekân mobilyası için bir “küreselleşme”
kavramından söz edilebilir. Modern döneme kadar ihtiyaca ve gündelik hayata yönelik olarak üretilen
mobilyada kullanılan malzeme, tasarım ve işlev bölgesel olarak değişiklik gösterirken; modern dönem
ile hayatımıza giren küreselleşme mobilya sektörünü de etkilemiştir. Belirli standartlara yönelik
üretimler yapılıp bu ürünlerin benzer işlevli mekânlarda da benzer amaçlarla kullanıldığını görülmüştür.
Günümüzde modern bir iç mekân tasarımı belli bir kültürü veya dönemi yansıtmamaktadır. Bu durum
bize mobilya tasarımında küresel yaklaşımların geliştiğini göstermektedir. Eserlerindeki tasarım
anlayışları, malzeme seçimleri ve biçimler göz önünde bulundurularak yapılan incelemede,
tasarımlarda tercih edilen iç dış uyumu, mekâna özel donatı tasarlama çabası, benzer işlevli mekânlar
söz konusu olduğunda bazı tasarımların yeniden yorumlanarak üretildiği tespit edilmiştir. Günümüzde
bulunduğu mekân ile bütünleşen ve dünyanın her yerinde kendi mekânının temsilcisi olan mobilyaların
üretilip kullanıldığı, serbest piyasada benzer işlevler için benzer malzeme, biçim ve ebatlara sahip
mobilyaların yer aldığı gözlemlenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Küresel mobilya, küreselleşme ve mobilya, mobilya, modern mobilya, mobilyada
standardizasyon
26
İÇ MİMARLIK ATÖLYELERİNİN DENEYİMLENMESİ
Ş. Ebru OKUYUCU1, Mehmet SARIKAHYA2, Necmi KAHRAMAN3,
Veysel AYDOĞDU4, Gamze ÇOBAN5
Dr. Öğr. Üyesi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü,
Afyonkarahisar, e-posta:
[email protected]
1
Dr. Öğr. Üyesi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü,
Afyonkarahisar, e-posta:
[email protected]
2
3
Dr. Öğr. Üyesi, Afyon Kocatepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü,
Afyonkarahisar, e-posta:
[email protected]
4
Öğr. Gör., Afyon Kocatepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü,
Afyonkarahisar, e-posta:
[email protected]
5
Arş. Gör., Afyon Kocatepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü,
Afyonkarahisar, e-posta:
[email protected]
ÖZET
Mekân, insan davranışlarına ve eylemlerine göre düzenlenmiş alanlardır. Kullanım amaçlarına ve
işlevlerine göre farklı biçim ve boyutlarda olabilmektedir. İç mimaride de mekânın oluşumu ve mekânın
örgütlenmesi, renk, doku, malzeme, ışık gibi faktörlerin katkısıyla gerçekleşmektedir. Bu oluşum
zamanla kalıcı hale gelmektedir ve mekâna kimlik kazandırmaktadır. Mekâna kimlik kazandırmak, insan
ergonomisine uygun, doğru malzeme seçimi yaparak, yaşanabilir, estetik ve fonksiyonel mekânlar
tasarlamayı da beraberinde getirmektedir. Mekânlar öncelikle içinde gerçekleşecek insan aktiviteleri
ve buna bağlı davranışlar temelinde ele alınmalıdır. Bu nedenle tasarımcı, mekânı oluştururken,
malzeme, donatı, aydınlatma, ışık, renk gibi etkenlerin tümünü kullanarak bütüncül bir yaklaşım
sergilemesi gerekmektedir. İnsan var oluşundan bu yana yaşadığı mekânı biçimlendirme ve değiştirme
ihtiyacında olmuş, sosyal, kültürel ve işlevsel çerçevelerde; ait olduğu döneme ve teknik donanıma göre
yeni tasarım yaklaşımları oluşturmuştur. Sivil yapılar, eğitim yapıları, ticari yapılar ve kamu yapıları gibi
tüm yapı türlerinde zamanla bir eskime söz konusu olmaktadır ve zamana karşı direnç gösteremeyen
mekânlarda özellikle iç mekânlarda değişim ve gelişim zorunlu hale gelmektedir. İç mekânı kullanacak
olan kullanıcı için gerekli her türlü ergonomik, fizyolojik ve estetik yaklaşımı sağlamak adına iç mekân
tasarımları yapılırken; iç mekân tasarımının özünde görsel kaliteyi yakalama çabasına ilişkin, tasarımı
oluşturacak parçalar, bütüncül bir yaklaşımla birleştirilir. Tümevarım ve tümdengelim yaklaşımlarıyla
oluşturulan iç mekân tasarımları, mekânı daha nitelikli ve kaliteli hale getirebilmektedir. Çalışma
kapsamında, iç mekân değişikliğine ihtiyaç duyulan yapı örneklerinden biri olan fakülte binalarında yer
alan atölyeler, bu yaklaşımlar esas alınarak değerlendirilmiştir. Çalışma alanı, Afyon Kocatepe
Üniversitesi Güzel Sanatlar Fakültesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü atölyeleridir. Kimlik ve
nitelik kazandırmaya yönelik bir amaçla başlatılan atölyeleri yenileme projeleri, çalışmanın ana çatkısını
oluşturmaktadır. Tasarım sürecinden önce İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü’ne ait olan
atölyelerin, diğer atölyelerden farkı olmayan, kimliksiz ve kullanıcı ihtiyaçlarına cevap vermeyen
nitelikte olduğu görülmüştür. Tasarımla ilgili yürütülen derslerde, atölyelerin nitelikleri hakkında
27
öğrencilerle yapılan paylaşımlar sonucunda atölyelerin yeni bir kimlik kazandırılmasının zorunlu olduğu
görüşüne varılmıştır. 4 adet atölyenin fiziksel, işlevsel ve estetik özelliklerine ilişkin öğrencilerle
görüşmeler yapılmıştır. Her atölye için ihtiyaç listesi çıkarılmış, kullanıcı gereksinimleri belirlenmiş ve
daha verimli bir alan yaratılması için fikirler üretilmiştir. Tümdengelim ve tümevarım yöntemleri
kullanılarak atölyelerde mevcut durum analizleri yapılmıştır ve bütüncül bir yaklaşımla detaylar
birleştirilmiştir. Her atölye için detaylı çalışacak öğrenci grupları belirlenmiştir ve tek atölye için yaklaşık
10 öğrenci tek proje hazırlamıştır. Atölyeler için çalışacak öğrenci grupları, bahar dönemi süresince
mekâna dair tasarımlar yapmış ve kritik almışlardır. Atölyenin iç mekân tasarımını yapmadan önce,
atölyenin hangi sınıf tarafından kullanıldığına, atölyede ağırlıklı olarak yürütülen derslerin içeriklerine
ve atölyenin ihtiyaç programına ilişkin analizler yapmışlardır. Bu analizler doğrultusunda iç mekân
projeleri hazırlanmıştır. Öncelikle röleveleri çıkarılan atölyelerin planları ve kesitleri çizilmiştir. İç mekân
projeleri onaylanan atölyelerin üç boyutlu görselleri hazırlanmıştır. 1. Sınıf öğrencilerinin atölyesinde
ağırlıklı olarak temel tasarım, teknik resim gibi temel derslerin yürütülmesi, öğrencileri bu çerçevede
bir atölye tasarımına itmiştir. Temel tasarım ilkelerine bağlı olarak hazırlanan iç mekân projesinde, ritm,
bütünlük, doluluk, boşluk, oran, ölçü gibi kavramların algılanabileceği, demir borulardan oluşan bir
konstrüksiyon tasarlanmıştır. Konstrüksiyon, düşeyde ve yatayda sürekliliği sağlarken belirli alanlarda
raflar oluşmakta, pafta asmak veya maket koymak için işlevsel bir sisteme dönüşmektedir. Atölyenin
arka duvarında yeni gelen öğrencilerin teknik detayları algılayabilmeleri adına kabartmalı, ahşap
malzemeden üretilmiş bir plan şeması ve tefrişler yer almaktadır. 2. Sınıf öğrencilerinin kullandığı
atölye ise genellikle malzeme derslerinin yürütüldüğü ve malzemenin tanıtımına katkı sağlayacak
şekilde tasarlanmıştır. Duvarlarda çeşitli malzemelerin örnekleri, duvar boyası ve duvarda el çizimleri
arasına yedirilmiştir. Duvar yüzeyinde, iki boyuttan üç boyuta bir geçiş sağlanmıştır. Arka duvarda ise,
maketlerin sergilenebilmesi için altıgen formunda petekler hazırlanmıştır. Duvarın bir bölümünde
paftaları asmak için tellerden tasarlanmış panolar bulunmaktadır. 3. Sınıf öğrencilerinin atölyesinde
atık malzemelerden yararlı ürünler elde etmeye yönelik bir proje hazırlanmıştır. Ahşap paletler
kullanılarak raflar, straforlar kullanılarak panolar, tekerlek kullanılarak sehpa tasarlanmıştır. Arka
duvarda ise atölyeye derinlik katacak perspektif çizimleri planlanmıştır. 4. Sınıf öğrencilerinin
atölyelerinde ise paftalarını asabilecekleri ve maketlerini sergilemeye yönelik bir tasarım yapılmıştır.
Metal profillerden oluşan bir strüktür hazırlanmış ve aralarına yatayda ve düşeyde yer alacak şekilde
ahşap kutular yerleştirilmiştir. Tüm atölyelerde tasarımla özleşen renkler, malzemeler ve dokular tercih
edilmiştir. Atölyeler için hazırlanan iç mekân projeleri, 27 Ağustos 2018 tarihinden itibaren öğrencilerin
kendileri tarafından uygulanmaya başlanmıştır. Tüm atölyelerde eş zamanlı olarak iç mekân projeleri
hayata geçirilmektedir. İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı gibi tasarımın özünün, ilkelerinin anlatılmaya
çalışıldığı bölümlerde, atölyelerin kimliksiz olması ve bölüm tanıtımına katkı sağlayamaması oldukça
ironik bir durumdur. Bu bağlamda, iç mimarlık bölümüne ait atölyelere kimlik kazandırma kaygısıyla
ortaya çıkan tasarım süreci ve sonucunda nitelikli mekânlar yaratma çabası, çalışmanın amacını
oluşturmaktadır. Tasarım sürecinde ortaya konan fikirler, analizler, analizlerden elde edilen projeler ve
projelerin uygulamaya dönüştürülebilmesi ise çalışmanın bir diğer amacıdır. Proje sürecinin
tamamlanmasından sonra, atölyelerin daha kimlikli mekânlar haline gelmesi, öğrencilerin daha keyifli
alanlarda ders işlemesi, beklentilere cevap vermesi gibi amaçlarda tasarımları beslemektedir. Projede
yer alan öğrenciler için, tasarımlarını somut hale getirmek ve mekânlarda kalıcı olarak projelerini
gerçekleştirme imkânı bulmak pozitif anlamda bir katkı sağlayacaktır. Atölye iç mekân proje
uygulamalarının, mekânlara hem fiziksel bağlamda, hem işlevsel bağlamda, hem de estetik bağlamda
pozitif katkılar sağlayacağı, kullanıcılara ise olumlu etkiler bırakacağı düşünülmektedir.
Anahtar Kelimeler: İç Mekân Tasarımı, İç Mimarlık Bölümü, Atölye Çalışmaları, Afyon Kocatepe
Üniversitesi, Tasarım Süreci
28
KÂĞIT TÜPLER İLE İÇ MEKÂN TASARLAMAK
Nihansu Banu ALBAYRAK1, Nihan ENGİN2
Yüksek Lisans Öğrencisi, Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü, 61080 Trabzon,
e-posta:
[email protected]
1
Doç. Dr., Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü, 61080 Trabzon,
e-posta:
[email protected]
2
ÖZET
Giriş: Sürdürülebilirlik, bir yandan doğal kaynakların kullanımına devam edilirken, öte yandan bu
kaynakların gelecek nesiller tarafından da kullanılabilmesini güvenceye almak için korunması şeklinde
tanımlanmaktadır. Sürdürülebilir yapı tasarımı, yapı kabuğu ve yapı formunun fiziksel çevre verilerine
uygun şekilde biçimlendirilerek enerji verimliliğinin sağlanması, enerjinin etkin ve verimli kullanılması
ve alternatif enerji kullanımının yaygınlaştırılması ile kaynak korunumu sağlanması, bakım ve onarım
maliyetlerinin ve yapıya ilişkin atık ve kirliliğin azaltılması, sürdürülebilir, geri dönüştürülebilir ve
çevreye duyarlı yapı malzemeleri kullanılması, zararlı ve tehlikeli maddelerden sakınılması ve yapıyla
ilgili sağlık ve güvenlik risklerinin en aza indirgenmesi, sağlıklı mekânlar yaratılması ve iç hava kalitesi
sağlanması, sunduğu nitelikli ve yaşanabilir çevreler ile kullanıcı memnuniyeti sağlayan mekânların
elde edilmesi ve biyolojik çeşitliliğin korunması ve habitatın korunumu gibi birçok ölçüt içermektedir.
Bu ölçütlerden biri olarak yapı tasarımında malzeme, sürdürülebilir mimarlıkta önemli bir yere sahiptir.
Çevre duyarlı yapıların temel bileşenlerinden biri olan yapı malzemeleri, hammaddesinin kaynaktan
elde edilişinden başlayıp yapı ömrünün sona ermesine kadar geçen yaşam döngüsü boyunca hem çevre
ile olan ilişkisi hem enerji tasarrufundaki rolü hem de yapının çevresiyle kurduğu fiziksel ilişkisi ile
sürdürülebilirliğin gelişimine katkı sağlamaktadır. Sürdürülebilirliğin sosyal, ekonomik ve çevresel
ayaklardan oluştuğu gerçeğini düşünüldüğünde yerel, geri dönüştürülmüş, yeniden kullanılan ya da
geri dönüştürülebilir malzemelerin tercih edilmesi sürdürülebilirlik anlayışı için önem arz etmektedir.
Geri dönüşüm, terim olarak, kullanım dışı kalan geri dönüştürülebilir atık malzemelerin çeşitli
yöntemleri ile hammadde olarak tekrar imalat süreçlerine kazandırılmasıdır. Tüketilen maddelerin
yeniden geri dönüşüm halkası içine katılabilmesi ile öncelikle hammadde ihtiyacı azalır. Böylece insan
nüfusunun artışı ile paralel olarak artan tüketimin doğal dengeyi bozması ve bu şekilde doğaya verilen
zarar engellenmiş olur. Bununla birlikte yeniden dönüştürülebilen maddelerin tekrar hammadde olarak
kullanılması büyük miktarda enerji tasarrufunu mümkün kılar. Kâğıt doğaya zararı az, yenilenebilir, geri
dönüşümü kolay ve ekonomik malzemelerden biridir. Kâğıt, tarihin ilk yıllarından beri kültür iletişimini
sağlamak maksadı ile kullanılmaktadır. Kâğıdın tarihi M.Ö. 3. yüzyıla kadar inmektedir. Kâğıt bugünkü
anlamda üretilmeye 17. Yüzyılda başlamıştır. Sanayileşmenin ve kültür faaliyetlerinin artması ile
kâğıdın basın yayın faaliyetleri yanında, ambalaj sanayinde de yaygın olarak kullanılması, kâğıt
tüketiminin hızlı bir şekilde artmasına sebep olmuştur. Dünya’da kâğıt tüketiminin artmasına paralel
olarak, evsel ve endüstriyel katı atıklarla birlikte atılan kâğıt miktarları da artmaktadır. Katı atıklar
içindeki kâğıt miktarının artması ile birlikte kâğıt atıkları da dâhil, diğer atıkların da geri kazanılması ve
daha az atık çıkaran teknolojilerin geliştirilmesi ve seçimi yönünde çalışmalara başlanmıştır. Değişik
türdeki gaz, sıvı ve katı atıkların kaçınılmaz olarak üretildiği kâğıt endüstrisi çevreyi kirletme dereceleri
açısından sıralandığında altıncı sırada yer almaktadır. Mimarlıkta ise kâğıt, iç mekânlarda daha çok
duvarlarda kaplama malzemesi şeklinde kullanılmaktaydı. Ancak günümüzde çeşitli teknikler ile
29
güçlendirilerek yapıların hem iç hem de dış yüzeylerinde rahatlıkla uygulanmakta, mobilya vb.
donatılarda iç ve dış mekânlarda kullanım imkânı bulmaktadır. Bu uygulamalardan biri de bu çalışmaya
konu olan kâğıt tüplerdir. Kâğıt tüpler, her yerde kolayca bulunabilen, tüketilip geri dönüşüm olanağı
olan kullanılmış kâğıtların, tutkalla sarmal olarak kat kat yapıştırılması ve çeşitli işlemler ile suya
dayanıklı boru biçimine getirilmesi sonucu üretilmektedir. Geri dönüşümlü kâğıt tüpler, mimarlık
alanında özellikle Shegaru Ban’ın adıyla birlikte anılmaktadır. Amaç: Bu çalışmada amaç, kâğıdın
sürdürülebilir bir malzeme olarak mekânlarda farklı fonksiyonlara katkısını ortaya koymak ve gelecekte
daha fazla yer bulacağı düşünülen bu malzemenin iç mimarlıktaki kullanım olanaklarını tartışılarak
sunmaktır. Kapsam: Çalışmada öncelikle kâğıt malzemenin yapımı, türleri, çeşitli özellikleri, hangi
amaçlarla kullanıldıkları anlatılmıştır. Daha sonra kâğıt tüplerin iç mimarlıktaki kullanımları, çeşitli
uygulama örnekleri üzerinden incelenerek değerlendirilmiştir. Sınırlılıklar: Ele alınan örneklerde kâğıt
tüpler, iç mekân kurgusu ve donatı biçimindeki kullanımları kapsamında incelenmiş, malzemenin
yapısal kullanım olanakları ve örnekleri çalışma dışında tutulmuştur. Yöntem: Çalışmada özellikle son
yıllarda sürdürülebilirlik özelliğinin vurgulandığı projelerde kullanılan kâğıt tüpler ile yapılmış örnekler
incelenmiştir. Bu örneklerde, kâğıt tüplerin bölücü duvar, kitaplık, ışıklık, sandalye ve benzeri gibi
kullanım amaçları ve biçimleri değerlendirilmiştir. Los Angeles Aesop Mağazası, Brooks ve Scarpa,
2017, Ofiste Bölücü Duvar, Perkins ve Will, Karis, Suppose Design Office, 2009, Tüp Tank TRIWA popup shop, Mode:lina Architekci, 2012, Aspen Art Museum, Shigeru Ban Architects, 2014 ve R16 Işık,
Waarmakers, 2016 olarak örnekler seçilmiştir. Bulgular: Çalışma sonucunda incelenen örneklerde
kâğıt tüplerin düşünülenin aksine mukavemet sahibi olabildiği, kitaplık ve sandalye gibi belirli bir yük
taşıması gerekli mobilyalarda kullanılabildiği, yüzey kalitesinde çeşitliliğe sahip olduğu, esnek tasarıma
imkân verdiği ve geri dönüşüm verimliliğinin olduğu belirlenmiştir. Sonuç ve Öneriler: Sürdürülebilir
yapılı çevre tasarımı ve planlaması kaynakların en az tüketilmesi ve çevreye en fazla fayda sağlanması
bakımından oldukça önemlidir. Küresel ısınma ve doğal kaynakların yok olmaya başlaması yüzyılımızın
önemli sorunlarından birini oluşturmakta ve her ikisinin de ortaya çıkmasına %90 oranında insan
kaynaklık etmektedir. Bu kapsamda ekolojik ve sürdürülebilirlik kavramları önem kazanmaktadır. Geri
dönüşümlü malzemeleri seçmek bu malzemelerle yapıların inşa sürecinde teknolojiyi minimum oranda
kullanmak, ekolojik ve sürdürülebilirlik anlamında önemli katkılar sağlayacaktır. Günümüzde
yenilenebilir ve geri dönüşüm özellikleriyle kullanılan malzemelerden biri de kâğıt tüplerdir. Mimarlık
ve iç mimarlık alanında birçok yerde farklı amaçlarla kullanılan bu malzemenin gelecekte daha
sürdürülebilir bir inşaat sektörü oluşumuna katkıda bulunma potansiyeli yüksektir.
Anahtar Kelimeler: Sürdürülebilir Malzeme, Kâğıt, Kâğıt Tüp, Mobilya Tasarımı
30
KAMUSAL ALANDA KENTSEL İÇ MEKÂNLARI PLACEMAKING SÜRECİ
ÜZERİNDEN OKUMAK: "PROJECT for PUBLIC SPACES" DERNEĞİNİN
ÇALIŞMALARININ İNCELENMESİ
Gökçe UZGÖREN1, Tuğçe ÖZTÜRK2, Z. Funda ÜRÜK3, Yaprak ÖZEL4
Arş. Gör., İstanbul Gelişim Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, 34000
İstanbul, e-posta:
[email protected]
1
Arş. Gör., İstanbul Gelişim Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, 34000
İstanbul, e-posta:
[email protected]
2
Dr. Öğr. Üyesi, İstanbul Gelişim Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü,
34000 İstanbul, e-posta:
[email protected]
3
Dr. Öğr. Üyesi, İstanbul Gelişim Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 34000 İstanbul,
e-posta:
[email protected]
4
ÖZET
Kamusal alanlar, insanların yaşam kalitesini artıran önemli kentsel çevre unsurlarının başında
gelmektedir. Kentsel iç mekân (urban interior) ise; kamusal alanlarda ortaya çıkan, insanlar ile çevreleri
arasındaki çok yönlü ilişkinin oluşturduğu, dolayısıyla toplumsal ilişkiler ağına hizmet eden geçici
mekânlar olarak tanımlanabilir. İç mekân tasarımı uzun yıllar boyunca her ne kadar yapı ölçeğinde ele
alınan bir disiplin olsa da, günümüzde iç mimarlık ile kentsel mekân arasında güçlü bir ilişkinin varlığına
odaklanan güncel kentsel tasarım yaklaşımları ön plana çıkmaktadır. Kentsel iç mekânlarda esas olan
"geçicilik" ve "yere özgülük" kavramlarıdır. İç mimarlığın kapsadığı alanları genişleten bu yeni kavram
ile birlikte; iç mekân tasarım ilkeleri, kent mekânının planlanması ve tasarlanması sürecinde
kullanılabilmektedir. İç mimarlık ve kent planlama disiplinleri arasındaki ilişkiye odaklanan bu
çalışmada, son dönemde başarılı kamusal alanlar yaratmakta güncel bir yöntem olarak kullanılan
placemaking süreci incelenmektedir. Placemaking süreci, kamusal alanların planlanması, tasarımı ve
yönetimi için geliştirilen çok yönlü bir yaklaşım olarak tanımlanabilir. Bu yaklaşım, kamusal alanları
dönüştürmeyi amaçlayan hem felsefi hem de pratik bir süreçtir. Placemaking sürecinin temelinde
yatan kavramlar, 1960'larda Jane Jacobs ve William H. Whyte tarafından ortaya atılan "insan odaklı"
şehirler tasarlama konusunda çığır açan fikirler neticesinde ortaya çıkmıştır. Jacobs ve Whyte, "canlı"
ve "yaşayan" şehirlerin odak noktasının kaliteli kamusal alanlar yaratmaktan geçtiğini vurgulamaktadır.
Project for Public Space (PPS) ise 1975 yılından bu yana kavramı daha kapsayıcı bir hâle getirerek güncel
yaklaşımlarla kentlere uygulamayı amaçlamakta ve bu yönde birçok proje gerçekleştirmektedir. Bu
çalışmada da, başarılı kamusal alanlar yaratma sürecinde önemli bir yer tutan kentsel iç mekânların
tasarımında iç mimarlık disiplininin önemini vurgulamak ve başarılı kentsel iç mekânlar üretme
sürecinde kullanılan güncel yaklaşımları placemaking süreci üzerinden ortaya koymak
amaçlanmaktadır. Çalışmanın kapsamını, placemaking süreci ile üretilen kentsel iç mekân projeleri
oluşturmaktadır. Bu bağlamda çalışma, placemaking sürecini güncel kentsel tasarım projelerinin odak
noktası hâline getiren ve son yıllarda birçok çalışmaya imza atan Project for Public Space (PPS)
Derneği'nin gerçekleştirdiği placemaking projeleri ile sınırlandırılmıştır. Sokak ve caddeler, meydanlar,
parklar, kent merkezleri, kamusal yapılar, su kenarları, kamusal pazarlar olmak üzere 7 farklı kategoride
31
gerçekleştirilen projelerden ise "meydanlar"a yönelik yapılan projeler incelenerek çalışmanın sınırları
daraltılmıştır. Project for Public Spaces (PPS); insanların, güçlü topluluklar oluşturan kamusal alanlar
yaratmalarına ve bu alanları sürdürülebilir kılmalarına yardımcı olmayı amaçlayan bir sivil toplum
kuruluşudur. Derneğin placemaking süreci için tanımladığı adımlar, her yerin kendine ait sorunları ve
dinamikleri olduğu için, mekândan mekâna değişiklik göstermektedir. Ancak dernek genel olarak; bir
yeri gözlemlemek, planlamak ve şekillendirmek için daha fazla kişinin katılımını sağlamak için beş
aşamalı bir süreç kullanır: a) toplumla tanışmak ve paydaşları belirlemek b) alanda vakit geçirmek ve
alanın zayıf ve güçlü yanlarını saptamak c) mekân için bir vizyon oluşturmak d) kısa süreli deneylerle
uygulamaya başlamak ve ne yapıldığına dair değerlendirmeler ile devam ederek uzun vadeli
iyileştirmeleri sağlamak e) mekânı yönetmek, gözlem ve analiz yapmak. Çalışmada placemaking
yaklaşımı ile ortaya çıkarılan 37 meydan projesi incelenmiştir. Bu projeler yine Project for Public
Space'in tanımladığı başarılı kamusal alan göstergeleri olan 1) erişilebilirlik ve bağlantılar 2) sosyallik 3)
konfor ve imaj 4) kullanım ve aktiviteler olmak üzere 4 ana ölçüt çerçevesinde ele alınmıştır. 37
meydanda kullanılan iç mekân tasarım ilkeleri incelenerek, bu ilkelerin başarılı kamusal alan
göstergelerinin hangileri kapsamında kullanıldığı incelenmiştir. İncelenen 37 örnek projeye göre,
başarılı kentsel iç mekânlar üretme sürecinde iç mekân tasarım ilkeleri özellikle "konfor ve imaj" ile
"sosyallik" ölçütlerinin sağlanmasında önemli rol oynamaktadır. Konfor ve imaj ölçütü altında; caziplikçekicilik, peyzaj öğelerinin kullanımı, malzeme seçimi ve işçilik, bakım ve onarım gibi alt ölçütler,
sosyallik ölçütü altında; rekreasyon için uygunluk, kapsayıcılık (çocuk-kadın-yaşlı-engelli kullanımına
uygunluğu), mekânın sosyal aktivitelere uygunluğu gibi alt ölçütlerin sağlanmasında büyük oranda iç
mimarlık disiplini ve iç mekân tasarım ilkelerinden yararlanıldığı saptanmıştır. Bu ilkeler: ritim, denge,
tekrar, hiyerarşi, oran, yakınlık, zıtlık, süreklilik olarak tanımlanabilir. Ayrıca iç mimarlık disiplini için
önemli bir yer tutan mekâna uygun mobilyaların tasarlanması süreci de başarılı kentsel iç mekânlar
oluşturmada kendini "kentsel mobilya" tasarımı olarak var etmektedir. Yapılan çalışmaya göre daha
canlı, yaşanabilir ve kaliteli kentsel mekânlar yaratma sürecinde kullanılan yeni yöntemler ve yeni
yaklaşımlar ortaya çıkmaktadır. Bunların güncel bir örneği olan placemaking yaklaşımının aşamaları ve
bu yaklaşım ile üretilen mekânların sunduğu verilere göre, iç mimarlık disiplini ve kentsel mekân üretim
süreci arasında gittikçe güçlenen bir bağ oluşmakta ve toplulukların yaşadığı mekânların tasarlanması
sürecinde gün geçtikçe daha multidisipliner yaklaşımlar ortaya çıkmaya başlamaktadır. Bu çalışma da
iç mimarlık ile kent planlama disiplinleri arasında var olan ancak ihmâl edilen güçlü bağa ve iç mimarlık
alanındaki güncel yaklaşımlara vurgu yapması açısından önemli görülmektedir.
Anahtar Kelimeler: Kamusal Alan, Kentsel İç Mekân, İç Mimarlık, Placemaking, Project for Public
Spaces
32
KAMUSAL BİNA TASARIMINDA İÇ MEKÂNLARININ KAMUSALLIK DÜZEYİNİN
ÖLÇÜLMESİNDE BİR YÖNTEM: MEKÂN DİZİM ANALİZİ
Pelin AYKUTLAR1, Seçkin KUTUCU2
Öğr. Gör., İzmir Kavram Meslek Yüksekokulu, İç Mekân Tasarımı Bölümü, 35820 İzmir,
e-posta:
[email protected]
1
Dr. Öğr. Üyesi, Yaşar Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü, 35040 İzmir,
e-posta:
[email protected]
2
ÖZET
Bu çalışma, binaların erken tasarım evreleri için kamu kullanımına açık belediye binalarının iç
mekânlarının VGA (Visual Graph Analysis) yöntemi ile kamusallık düzeylerinin belirlenmesini
kapsamaktadır.
Tasarım aşaması ve sonrasında kullanıcılar ile mekânlar ve içindeki yaşantı üzerinden bir etkileşim
ortamı olan bina, özellikle kamu yapılarında ayrıcalıklı bir duruş sergiler. İşlevsel ve biçimsel olgunluk,
kamusal binaların iç mekânlarının sahip olması gereken kamusallığın temsili, iç mekân ortamının
oluşturulması için tek başına yeterli değildir. Kamu yapılarının işlevsel varlıklarını ve kimliklerini
yansıtabilmeleri, toplum ile iletişim kurması ve bu bağlamda kullanışlı, geçirgen ve erişilebilir olmaları
ideal olarak beklenmektedir. Kamu binaları aynı zamanda herkes için eşit bir şekilde kapalı toplumsal
alanlar olarak belirli bir kişi, grup veya vakfa ait olmayan olarak tanımlanmaktadır. Bu bağlamda kamu
kullanımı ve potansiyeli, toplum ve kullanıcılar açısından önemli bir hale gelmektedir. Kamu binalarının
ortak alanları ve iç mekânlarına ait kamusallık performansını anlamak ve değerlendirmek birçok
bakımdan giderek önemli bir konu olmaktadır. Bu bakımdan herkese ait olan mekânların kamusallık
düzeyi bağlamında nasıl performansa sahip olduğu önemlidir. Bu bağlamda şu sorular ortaya
çıkmaktadır:
Kamusal iç mekânların kullanım performansı nasıl ölçülebilir?
Binalarda kamusallık düzeyinin ölçebilmek adına, özellikle erken tasarım aşamaları için,
kullanıcılardan gelen geribildirimler dışında başka yöntem(ler) kullanılabilir mi?
Kamu binalarının elde edilmesi için açılan yarışmalar, kurum ve yönetim yapılarında kamusal yapıyı,
devletin kimliğini ve toplumun ideolojik duruşunu yansıtırlar. Belediye hizmet binaları ise toplumun her
kesimi ile sıkça yüzleşen bir kamu yapısı olma özelliği ile ayrıca önemlidir. Bu çalışma sunumu içerisinde
ele alınan belediye hizmet binaları, Türkiye'de, yerel yönetimlerin imar ve kalkınma planları yapma ve
mimari tasarım yarışmalarını da bir fiil açabilme hakkı elde ettiği dönem olan 1984 sonrasını
kapsamaktadır.
Mekân dizim analizi olarak bahsi geçen yöntem, sosyolog olan Bill Hillier’in “The Social Logic of Space”
(1984) isimli çalışmasına dayanmaktadır. Hillier’in mekânın matematiksel ve formsal temsillerini
oluşturarak sosyal bağlantıları ortaya çıkarmaya çalıştığı çalışmalar post-pozitivist bir yaklaşımdır.
Dijital ortamda yapılan analizler sayesinde en bütünleşik erişilebilir mekânlardan en yalıtılmış
mekânlara doğru renklendirilmiş yeni bir harita ortaya çıkar. Bu harita ile birlikte insanların en sık
geçtiği mekânlardan daha az insan bulunma olasılığı olan alanların okunabilmesine dönük hiyerarşik
bir dizilim elde edilir. Elde edilen harita ve grafikler, sayısal analizler yapılmasına olanak sağlar. Seçilen
projelerdeki kamuya dönük iç mekânların, erişilebilirlik kavramı bağlamında mekân organizasyonları
bağlanabilirlik ve derinlik durumları irdelenmiş ve mekânlara ait bu analiz biçimi sunulmuştur.
33
Yapılan analizlerin ve çalışmanın amacı, farklı plan şemalarına sahip olan binalarda dolaşan
kullanıcıların mekânsal ortamlarının etkinliğini ve verimliliğini anlamaktır. Planların kamusallık
düzeyleri, doğrudan kentsel zemine bağlı zemin kat planlarının VGA analizinde okunmakta ve
incelenmektedir. Kent zeminine veya herhangi bir bina zemin kat planına ait planları, erişilebilirlik ve
geçirgenliğini ölçmek için VGA (Visiual Graph Analysis) yöntemi tarafından analiz edilir. Yöntem, her bir
projenin kat planlarını analiz etmede, göreceli olarak kamusallık düzeyleri hakkında bir fikir veren,
geçirgenlik ve erişilebilirliğin niceliksel ölçümler üzerinden nihai bir değerlendirmesini elde etmeyi
sağlar. Temsili parametreler iki ana ölçüt altında karşılaştırılmıştır: Bağlanabilirlik ve Bütünleşiklik.
İçinden en çok geçilen mekânlar ‘’integrated- bütünleşik’’ mekânlar iken az geçilenler ise ‘’segregatedayrışmış’’ mekânlar olarak adlandırılır. Bütünleşik mekânlar herhangi bir sebeple bulunan insanları bir
araya getirme potansiyeli taşıyan mekânlardır. Analizlerin sonuçlarında ise, seçilen yapıların iç
mekânlarına ait kamusallık düzeyinin saptanmasına yönelik geçirgenlik düzeylerini kapsayan grafik ve
matematiksel sonuçları karşılaştırmaktadır.
Çalışmanın sonuç kısmında ise, kamu binalarının iç mekânlarına yönelik kamusallık düzeyinin
ölçülmesinde kullanılan bu yöntemin tartışması yapılacaktır. Bu yöntem, her projenin göreceli dolaşım
seviyeleri bağlamında erişilebilirlik ve geçirgenlik düzeylerine ilişkin kamusallık değişikliklerinin
anlaşılmasında ne düzeyde yardımcı olabilir? Erken bir tasarım aşamasında kullanılabilir mi? Kamusal
kullanıma dönük yapılar tasarım aşamasındayken mekân dizim analiz yöntemiyle açıklık ve geçirgenlik
düzeylerine dönük faydalı geri besleme sağlanabilir mi?
Anahtar Kelimeler: Belediye Hizmet Binası, Mimari Tasarım Yarışmaları, Kamusal İç Mekânlar, Mekân
Dizimi, Görünürlük Analizi
Yazar Notu: Bu çalışma Dr. Öğr. Üyesi Seçkin Kutucu tarafından danışmanlığı yapılan Yaşar
Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü “Fen Bilimleri Enstitüsü’nde
yapılmış/yayınlanmış Pelin Aykutlar’ın “Belediye Hizmet Binalarındaki Kamusal Alanların 19842013 Yılları Arasında Açılan Yarışma Projeleri Üzerinden Mekân Analizleri” konu başlıklı yüksek
lisans tez çalışmasından türetilmiştir.
34
KENT VE İÇ MİMARLIK KESİŞİMİNDE ‘‘KENTSEL İÇ MEKÂN’’
Büşra NALBANT 1, Derya ADIGÜZEL ÖZBEK2
1
2
Yüksek Lisans Öğrencisi, İstanbul Kültür Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, İç Mimarlık Anabilim Dalı,
İstanbul, e-posta:
[email protected]
Dr. Öğr. Üyesi, İstanbul Kültür Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, İstanbul,
e-posta:
[email protected]
ÖZET
Kentsel iç mekân kavramı, literatürdeki ”Urban Interior” kavramının dilimizdeki karşılığı olarak
geçmekte, iç mimarlık disiplinini, kent ile kesişimine genişleten bir kavram olarak karşımıza
çıkmaktadır. Kent (urban), iç mekân (interior) kavramlarının bir araya gelmesi ile oluşan kavram,
toplumsal ilişkilerin tanımlandığı ve geçici aktivite alanlarının tasarımına karşılık gelmektedir.
Kentsel iç mekân; kapalı yaya alanları ve iç mekân parkları gibi kamuya açık özel mekânlar ile kent
mekânını (kamusal alanları) birbirine bağlayan bir geçiş veya katılım bölgesi olarak da
değerlendirilebilir. Kentsel iç mekân, iç ve dış mekânın kesiştiği üçüncü bir bölgeye karşılık
gelmektedir. Üçüncü bölge dediğimiz alan iç ve dış mekânı içinde barındıran ve sürekli bu
mekânlar ile ilişkili olan ve onları etkileyen bir oluşumdur. Kentsel iç mekâna ilişkin, birçok farklı
tanım bulunmaktadır. Ayrıca kentte bulunan birçok alan kentsel iç mekân olma potansiyeline
sahiptir. Kentsel iç mekân, kullanıcı etkileşimi aracılığıyla geçici ikamet alanları yaratır. Kentlilerin
ortak bir buluşma noktası sayılacağından toplum ilişkilerini canlı tutar; farklı insanların kent
algıları ve kültürel yaklaşımları ile çeşitlenir ve her zaman bir dönüşüm halinde olur.
Kentsel iç mekânlar, kent olgusunda olduğu gibi fiziksel ve algısal duyuları bir arada bulunduran,
geçici alanlardır. Kentsel iç mekânı, kent mekânından ayıran en önemli özelliği, geçicilik
durumudur. Kent ölçeğinden mekân ölçeğine geçerken toplumsal değerlerin, insan fizyolojisinin,
duyuların ve algıların önemi artmaktadır. Çünkü mekân boyutunda alanları ele aldığımızda insan
popülasyonu azalır fakat aynı çeşitlilikte kalmaya devam eder ve bireylerin isteklerini karşılamaya
daha elverişli alanlar ortaya çıkar. Bu alanların verimli bir şekilde kullanılmasını sağlayan iç
mimarlık disiplinidir. İç mekândaki olguların dışa doğru genişleyerek insan varlığı ile birlikte
dışarıya aktarılması, kent alanının da insan faktörüyle ele alınmasını gerekli kılmıştır. Bu sebeple
mimari mekân ve kentsel mekânın ortak noktası olan, birbirinden beslenen ve birbiri ile ilişkili
olan kentsel iç mekân kavramı ortaya çıkmıştır. İç mimarlık disiplininin bir parçası olarak görülen
kentsel iç mekânlar, farklı disiplinler ile şekillenmeli ve kendini geliştirmelidir.
Kentsel iç mekânların, kalıcı mekânlardan çok geçici mekânları bünyesinde barındırması ve her
toplumun farklı kültürel yaklaşımlara sahip olması kentsel iç mekânların çeşitliliğini
arttırmaktadır. Mimari kültür, farklı yapı formları ve tasarım düşünceleri kentsel iç mekân
tanımlamalarının farklı mekânlar üzerinden değerlendirilmesine olanak sağlamaktadır. Oluşan
çeşitlilik literatüre de yansımakta ve bu sebeple; kentsel iç mekân ile ilgili her toplum ve mimari
anlayış üzerinden farklı tanımlamalar yapılmaktadır. Diğer yandan kentsel iç mekân ile ilgili
literatürdeki çeşitlilik, bir takım tanımlama eksikliklerini beraberinde getirmektedir. Tanımlama
ve yorumlama da oluşan bu boşluktan yola çıkarak araştırma kapsamında, kentte var olan veya
olabilecek potansiyel kentsel iç mekânlara ilişkin düşünce sistemi geliştirmek hedeflenmiştir.
Bunun için önde gelen kent kuramcılarının, kent ve kent mekânı ile ilgili ortaya koydukları
35
sistemler incelenmiştir. Kent kuramcısı Kevin Lynch, Rob Krier ve Bill Hillier’ın kente ilişkin
geliştirdikleri sistemler analiz edilerek, bu sistemler arası kesişim ve boşluklarda kentsel iç
mekânın var olup, olmadığı ya da bu yapının nasıl var olacağı sorgulanmıştır. Çalışmada, bu üç
kuramcının kente dair söylemleri üzerinden, içerik analizine ve eleştirel düşünce sistemi
stratejilerine dayalı bir araştırma sürdürülmüştür.
İncelenen kuramcılardan Kevin Lynch kent mekânını analiz ederken, kent imgesini meydana
getiren etkenleri ortaya koymuştur. Bu etkenlerin, insanların kent belleğinde etkileyici bir rol
oynadıklarını ve kent belleğini güçlendirdiğini açıklamıştır. Lynch’a göre “bir kişi algıladığı dünyayı
ayrıştırabilmek için ne kadar çok ipucundan yararlanıyorsa ve bu yöntemler ne kadar
çeşitleniyorsa, kendi dünyamızda yön bulma yöntemlerimize o kadar ışık tutuyor demektir”.
Lynch, kent imgesini oluşturan ögeleri beş başlık altında incelemiştir. Bunlar; yollar, kenarlar,
bölgeler, işaret öğeleri ve düğüm-odak noktalarıdır. Lynch’a göre yollar ve kenarlar kentin
iskeletini oluşturarak, kenti alanlara ayrıştırmıştır. Araştırmanın ilk adımında, bu alanların birbiri
ile ilişkisinden yola çıkılarak diyagramlar üzerinden, oluşan veya potansiyel alan oluşturan kentsel
iç mekân bölgeleri tespit edilmiştir. Rob Krier’in kent planlama şekline göre; merkezde bulunan
ana meydan, kentin işaret öğesi konumundayken, meydanı çevreleyen yapılar, sınırlayıcı bir öğe
olarak kabul edilmektedir. Sokaklar bir iletişim ve ulaşım ağının parçalarıdır. Bu parçalar doğrusal
düzlemde birleşerek meydanda sonlanır. Krier, kent imgesi olarak sokakları ve meydanları ele
alarak birçok tipoloji üretmiştir. Araştırmanın diğer adımında, Krier’in sokaklar ve binalar
üzerinde yaptığı kavramsal ve fiziksel çalışmalar incelendiğinde, binaların sokaklar ile
kesişiminde, doluluk-boşluk ilişkisine bağlı olarak insanların birebir etkileşim halinde bulunduğu
alanların, kentsel iç mekân olma potansiyeli taşıdığı tespit edilmiştir. Hiller’e göre ister kent
ölçeğinde olsun isterse daha küçük ölçeklerde olsun, mekânlar tek başlarına değil, birlikte ve bir
dizim içerisinde ele alınmalıdır. Hiller kent mekânını iki şekilde analiz etmiştir. Bunlar akslar (axial
map) ve konveks mekânlardır (convex spaces). Kent içerisinde ”yaşayan” olarak adlandırdığı
akslar; sokaklar ve meydanlardır. “Durağan” olan konveks mekânlar ise yapılar ve duraklama
alanlarıdır. Hiller’in mekânsal kurgudaki asıl düşüncesi, insan hareketlerine bağlı olan izlerin kent
yaşayışında yer ettiği yönündedir. Araştırma, bu düşünceye dayanarak kentlinin tanımladığı
hareket aksı ve bu aksın, yaşayan veya durağan bölgelerle kesişiminin kentsel iç mekânlar olarak
değerlendirilebileceğini ortaya koymaktadır.
Sonuç olarak; iç mekân ile kentsel mekânın kesişiminde ortaya yeni bir alan, kentsel iç mekânlar
çıkmaktadır. Çalışmada, kentsel iç mekân kavramını tanımlamak, bu kavrama ilişkin tasarım
stratejisi geliştirmek amacıyla önde gelen üç kent kuramcısının kente ve kent mekânına ilişkin
söylemleri incelenmiş ve potansiyel kentsel iç mekân alanları tespit edilmiştir. Mimari mekânın
herhangi bir noktasında bulunan ve kentle iletişim halinde olan yarı açık alanlar kentsel iç
mekânlardır. Bunun dışında mimari mekânların insan ile direk ilişkili olduğu giriş mekânları hem
geçiş mekânlarıdır hem de kentsel iç mekân olma potansiyeline sahiptir. Araştırmacıların en çok
üzerinde durduğu meydanlarda, insan-mekân-zaman ekseninde geçici kentsel iç mekânların
oluşturulduğu kent parçalarıdır. Kentteki birçok iç-dış, dolu-boş ve mekân-insan etkileşim ve
kesişimine denk düşen alanlar kentsel iç mekânı oluşturabilecek niteliktedir. Bu alanların
saptanması ve farklı disiplinler yoluyla iyileştirilmesi, günümüzde zamanının büyük bir bölümünü
kentsel iç mekânlarda geçiren insanlar için faydalı bir yönelim olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Kentsel İç Mekân, İç Mimarlık, Kent Kuramı, Kent Mekânı, Kentsel Boşluk
36
KAMUSAL ALAN TASARIMI VE SÜRECİNE ALTERNATİF BİR BAKIŞ: ‘GEÇİCİLİK’
ODAKLI PLANLAMA STRAREJİSİ VE KENTSEL İÇ MEKÂN KAVRAMI
Merve KARADABAN1
Arş.Gör., İstanbul Gelişim Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 34315 İstanbul,
e-posta:
[email protected]
1
ÖZET
Kent içerisindeki kamusal alanları tasarlarken, bu alanların birer sosyal ‘katalizör’ olarak ele alınması,
beden-mekân-kent ilişkileri arasında kurulan aidiyet bağındaki kurucu rolleri ile geliştirilen bakış açıları
büyük bir önem arz etmektedir. Bu anlamda kamusal alanın ‘kentsel iç mekân (urban interiors)’
kavramı ile ele alınması ‘deneyim’ odağında kurulan kent ilişkisini tanımlamaktadır. Kamusal alanın
içeriğini detaylandıran ‘kentsel iç mekân’ kavramı bir yandan kent mobilyaları gibi fiziksel tasarım
öğelerini kapsarken, diğer taraftan alanın aktiviteler odağında programlanmasını da içermektedir.
Kentsel iç mekân fiziksel durumundan yani kapalı olmama durumundan öte, algısal bir iç mekânı
tanımlamaktadır. Bu alanların hem kullanıcıda ki etkileri hem de üretilme biçimleri iç mimarlık disiplini
ile doğrudan ilişkili olarak görülebilir. Kentsel iç mekânın ‘dinamik’ bir yapıya referans veren tarifi,
kentle kurulmuş güçlü ilişkileri, temasları ve zamansal değişimlere ayak uydurabilen bir durumu işaret
etmektedir. Bu anlamda kamusal alanların değişimlere hızlı cevaplar oluşturabilmesi açısından,
‘kalıcılık’ odağından sıyrılıp ‘geçici’ durumları kapsayabilecek, esnekliğin öne çıktığı alt yapıların
tasarlanması gerekliliği ortaya çıkmaktadır. Bu bağlamda kentsel iç mekân kavramı geçicilik odağında
yeni bir planlama stratejisinin potansiyelini taşımaktadır ve buna olanak sağlayabilmektedir.
John Chase, Margeret Crawford ve John Kaliski (2008) ‘’Kentsel tasarım ve planlama, geleneksel olarak,
alt yapının uygulanmasında olduğu gibi, kalıcı, statik kentsel koşulların yaratılmasıyla ve ya açık
alanların ve yapılı formun tanımlanmasıyla ilgilidir. Bununla birlikte, gerçeklik, kinetik bir durumdur ve
geçici özelliğe sahiptir. Onun gerçekliğini ve belirli bir kentsel şartı deneyimlememizin temelini
tanımlar.’’ diyerek aslında var olan koşulların bizlerin öngörüleri çerçevesinde oluşturulduğu ve bu
koşullara uygun kent planlamaları yapıldığını söylemektedirler ancak bahsettikleri gibi hayat
öngördüğümüz gibi sabit değildir ya da yavaş ilerlememektedir. Bu anlamda kentsel çalışmalarda
üretilen planlamalar hızlıca alınmış kararların oldukça yavaş bir şekilde uygulanması şekline
bürünebilmektedirler. Bu hem kullanıcının taleplerini doğru okuyamamaya hem de üretilenin zaman
ilerleyişiyle kullanıcıya cevap verememesine dönüşebilir. Bu noktada aceleci tavırlar ile planlama
yapmak yerine kullanıcı davranışlarını ve taleplerini anlayabilmek adına bir takım deneylere yer vermek
büyük bir önem arz etmektedir. Bu bağlam içerisinde, dönüştürülmek istenen bir alanı toptan
tasarlamaya çalışmak yerine bir takım faz paketleri halinde kullanıcının isteklerine cevap oluşturacak
şekilde bir süreç tasarlamak, hem sürdürülebilirlik açısından hem de kullanıcı odaklı tasarım açısından
bir metot olarak üretilebilir. Bu faz paketleri kullanıcının davranışlarını anlamak için ‘es’ ya da durak
noktaları halinde üretilir. Her ‘es’te kullanıcının çevre ile ilişkisi sorgulanıp, alınan geri dönüşlere göre
değişiklikler yapılabilir. Elbette ki bu değişikliklerin ‘geleneksel yöntemler’den daha kolay bir şekilde
yapılabilmesinin ana hattını ise alan içerisinde yapılan geçici girişimler ya da organizasyonlar
oluşturmaktadır. Bu durumu Bishop ve Williams (2014) şöyle ifade ediyor; ’’Kentsel alanların yeniden
canlandırılmasında ve geliştirilmesinde kaynak eksiklikleri, zayıf planlama vizyonları ile masterplan
uygulamaları yapılıyor. Bunun yerine geçici başlangıçlar yapmak, alanın potansiyellerini çözmek, daha
37
küçük ölçekli fazlama paketleri hazırlamak son 10 yıldır tercih ediliyor.’’ Böylece canlandırmadüzenleme-tetikleme, tasarım ve yönetim arasında, sürekli birbirine dönebilen bir üçleme
yaratılabiliyor. Bu üçleme arasındaki geliş gidişlerin nihayete erdirildiği, yani kullanıcı isteklerinin,
davranışlarının çözümlendiği noktada ise geçici durumların kalıcılaşması sürecine geçilebiliyor. Kısaca
geleneksel olarak sürdürülen ‘pratikler’in tanımına zıt bir tasarım yöntemi olarak görülebilen ‘geçicilik
anlayışı ile tasarlama’, tanımın yaratmış olduğu her şeyi tek elden (tek bir tasarımcıdan çok tasarım
sürecinde oluşturulan tek odaklı düşünceden bahsedilmektedir.) üretme tavrına bir karşı çıkış ile
beraber katılımcılığı ve tasarımın her safhasına yayılmış sorgulamayı temsil etmektedir.
Çalışmanın amacı, bir yandan kamusal alanların kentle kurdukları ilişkilere odaklanıp, bu alanların
‘mekânsal özellikleri’ çerçevesinde, değişimlere açık bir şekilde ‘kentsel iç mekân’ olarak çalışmalarını
incelerken; diğer taraftan geleneksel anlamda sürdürülen planlama stratejilerinin atıl bir süreç ortaya
çıkarmasını tartışmaya açmak ve bu atıl durumları ortadan kaldırmanın yollarını aramaya çalışmaktır.
Bu anlamda mimarlığın ‘kalıcılık’ odaklı üretimleri ile ‘geçicilik’ nosyonlu çalışmaları arasındaki tasarım
süreçlerine dair bir karşılaştırma yapılması hedeflenmektedir. Kalıcılık odağında yapılan planlamalarda
kent için kaçırılan fırsatlar ve geriye dönüşü mümkün, geçici, ufak müdahalelerin kentsel iç mekânları
yaratma potansiyeli tartışılmaktadır.
Çalışma özellikle ‘İMKÂN MEKÂN: Kamusal Mekânda Küçük Ölçekli Müdahaleler’ (2010) kitabında yer
alan, İstanbul’un gündelik hayatından koparılmış olan Cami altı Tersanesi için yeniden kent hayatına
katılması yönünde önerilen 4 adet fikir projesini ‘geçicilik’ bağlamında incelemektedir. Projelerin,
kamusal alanı ‘kentsel iç mekân’ olarak ele alan, ‘aktivatör’ ve kentin bir ‘deney’ alanı olabilme
durumları incelenip, alanla kurdukları ilişkiler, alana özgü mekânsal durumlar ve kurulabilecek sosyal
bağıntılar üzerinden okunmaya çalışılmıştır. Bahsedilen projeler alanın farklı potansiyellerini
(tersanenin insan ölçeğini aşan boyutları, geçmişteki üretim sürecinin izlenebilmesine olanak sağlayan
nesneleri, oturma-dinlenme-rekreasyon alanı olarak kullanımı, bir sergi alanına dönüşümünü sağlayan
kent mobilyaları vs.) ortaya çıkarmayı hedeflemektedir. Kuramsal araştırmalar çerçevesinde
sürdürülen planlama stratejilerinin eksiklikleri (geriye dönüşü mümkün olmayan, değişimlere ayak
uyduramayan, farklı durumlara yönelik esnekliklere sahip olmayan, büyük bütçeli ve maliyetli, alanın
üretimi sürecinde uzun süreli kentten kopma durumları) tanımlanmaya çalışılmış ve tanımlanan
sorunlar için önerilen model olan geçicilik stratejisinin potansiyelleri üzerine bir tartışma yapılmıştır.
Çalışmanın ikinci kısmında ise bu strateji ile üretilmiş mimari fikir projeleri incelenmiştir. Geleneksel
anlamda yürütülen kamusal alanların tasarım ve projelendirme süreçleri, büyük maliyetlerinden dolayı
öncelikle bütçe sorunlarından kaynaklı tıkanmalar yaşayabilirken, üretim süreçlerinin uzamasıyla kent
hayatından kopmalar yaşayabilmektedirler. Bunların dışında ise kamusal alan projelerinin kalıcılık
odaklı olması ‘geriye dönüşleri’ imkânsız kılarken, tek safhalı planlanması ise ‘deney’ kısmını yok
saymaktadır. Bu anlamda geçicilik stratejisinin deney odaklı, geri bildirimli, pek çok safhaya yayılmış
tasarım süreci bir fırsat olarak ön plana çıkabilmektedir.
Kamusal mekâna dair kararların ve gerçekleştirileceklerin uzun soluklu bir süreç olması büyük bir önem arz
etmektedir. Bu süreç sadece bir ‘yapıma doğru gidiş’ten öte, bir takım küçük ölçekli ‘denemeler-yanılmalar’
şeklinde yürütülmelidir. ‘Yanılmalar’a karşı tolerans gösterebilmek için ise, süreci bir takım faz paketlerine
dönüştürmek ve her bir faz arasında bir ‘düğüm noktası’ koyarak sürecin tekrar tekrar sorgulanması
sağlanabilir. Burada ki kritik nokta ise her bir faz denenip, bir sonrakine geçilir; Yani sürecin faz paketlerinden
biri çalışmaz ise, diğerine geçilemez ve tekrar geriye dönülebilir. Bu çok basamaklı/fazlı planlama metodu
ile kentsel kamusal mekânın potansiyeli ve oradaki kullanıcının ihtiyaçları daha iyi okunabilir. Bu tarif
geçiciliğin gücünü açığa çıkaran, her basamağında geriye dönülebilen, bir deneme süreci sonunda nihayete
erdirilen bir tasarım metodunu açığa kavuşturmaktadır ve kullanıcı odaklı, deneme süreçli, zamanla değişen
süreçlere uyum sağlayabilen önemli bir alternatif olarak durmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Kamusal Alan, Kentsel İç Mekân, Kentsel Tasarım ve Planlama, Geçicilik ve
Kalıcılık, Planlama Stratejileri
38
KONUT İÇ MEKÂNINA SÜRDÜRÜLEBİLİR YAKLAŞIMLAR
F. Ceyda GÜNEY YÜKSEL1, Füsun SEÇER KARİPTAŞ2
Dr. Öğr. Üyesi, Arel Üniversitesi, Mühendislik-Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 34537 İstanbul,
e-posta:
[email protected]
1
Prof. Dr., Haliç Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 34445 İstanbul,
e-posta:
[email protected]
2
ÖZET
İnsanlığın var oluşundan bu yana en temel ihtiyaçlardan biri barınmadır. Konut en küçük barınma ve
yaşama mekânıdır. Günümüz koşullarını göz önünde bulundurduğumuz zaman konut, insanların
yalnızca barınma ihtiyacını karşıladıkları bir yer olmaktan çıkmış, sosyal, ekonomik ve çevresel
gelişimlerini sağladıkları bir mekân haline gelmiştir. Sürdürebilir tasarım, enerji kaynaklarını minimum
seviyede kullanan, doğayla uyumlu ve insan sağlığına zarar vermeyen yapılar oluşturmaktır. Küresel
çevre sorunları ve kullanıcıların farkındalığının her geçen gün artması sonucunda sürdürebilir mekânlar
yaratmak kaçınılmaz olmuştur. Bu açıdan ele aldığımızda konutta sürdürülebilir tasarım gerek bugün
gerekse gelecekte kullanıcıların temel ihtiyaçlarını giderebilecek ve yine kullanıcıları verimli kaynak
kullanımı için teşvik edecek niteliklere sahip olmalıdır. Aynı zamanda bu tasarım herkes için ulaşılabilir,
uzun ömürlü ve gerekli konfor koşullarını sağlayabilecek özellikleri de taşımalıdır. Bu nedenle konut
ölçeğinde sürdürülebilir iç mekânlar yaratmak gelecekte daha konforlu ve fonksiyonel alanların
oluşmasına olanak tanıyacaktır.
Sürdürülebilir tasarım yaklaşımı malzeme seçimi, iç mekân organizasyonu, enerji korunumu gibi
kıstasları ele almayı gerektirir. Doğru bir mekânsal düzenleme yapının enerji korunuma, mekânların
doğru bir şekilde ısıtılıp aydınlatılmasına olana sağlamakta ve yine konutun kullanıcısı için gerekli diğer
tüm konfor koşullarının oluşturulmasına büyük oranda destek olmaktadır. Konut iç mekânları
sürdürülebilir yaklaşımla tasarlanırken, gün ışığı kullanımı, hava kalitesi, doğal havalandırma, su
korunumu ve enerjinin etkin kullanımı göz önünde bulundurulmalıdır. Sürdürülebilir iç mekân
yaratmak için, çevresel etkileri azaltmak, mekânsal konfor ve kaliteyi arttırmak için stratejiler ve
teknolojiler geliştirmek gerekir. Çalışma kapsamında bu sürdürülebilir yaklaşımlar ele alınarak özellikle
mekân organizasyonun doğru planlanması açısından değerlendirilmesi yapılacaktır. Bununla birlikte iç
mekân üzerinde doğru mekânsal planlamanın, bölücü sistemler, duvarlar yardımıyla yine iç mekânda
oluşturulan doluluk-boşluk ilişkisinin sürdürülebilir tasarım sürecine olumlu etkisi değerlendirilecektir.
Sonuç olarak belirlenen kıstaslar doğrultusunda, iç mekândaki dolu-boş, hacimsel ilişkilerin uygun bir
şekilde dağılımı ile mekânda doğru yerleşim planlaması yapıldığında kullanıcılar için yüksek maliyet
gerektirmeyen, sürdürülebilir alanlar yaratmak mümkün olacak ve konut planlaması yapılırken mimari
planlamada uygulanması gereken temel gerekliliklerin birlikte düşünülmesine fayda sağlayacaktır.
Anahtar Kelimeler: Konut, İç Mekân, Sürdürülebilirlik, Mekân Organizasyonu, Sürdürülebilir Tasarım
Kriterleri.
39
40
MEKÂN TASARIMINDA SANAL GERÇEKLİK KULLANIMI
Burcu Nimet DUMLU1, Onurcan ALBAYRAK2
Arş.Gör., Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Mimarlık ve Tasarım Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 34445
İstanbul, e-posta:
[email protected]
1
Arş.Gör., Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi, Mimarlık ve Tasarım Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 34445
İstanbul, e-posta:
[email protected]
2
ÖZET
Sanal gerçeklik, kullanıcının üç boyutlu ortam içinde bulunarak, 360 derece deneyimleyebildiği ve
içerikle etkileşim kurabildiği yeni nesil bir ortam türüdür. Halen gelişmekte olan bir teknoloji olmasına
rağmen, HTC Vive ve Oculus Rift sanal gerçeklik gözlükleri ile deneyimlenebilen, etkileşimli, hikâye,
oyun ve tasarım için içerikler kullanılmakta ve geliştirilmektedir. Sanal gerçeklik teknolojisi ve
teknolojiye uygun üretilen içerikler birbirlerinin gelişimlerini doğru orantılı olarak desteklemektedir. Bu
bağlamda, tasarım programlarının da sanal gerçeklik ortamına adapte edilerek nasıl kullanıldığı ve
kullanılabileceği araştırılmaktadır. İlk örneklerini, üç boyutlu modellerin içerisinde gezerek
deneyimleme olarak gördüğümüz bu gelişme, daha sonra teknolojinin, modelin kendisini sanal
gerçeklik ortamında üretmeye olanak vermek yönünde ilerlediği görülmektedir. Sanal ortamda tasarım
yapmak için, sıfırdan uygulama geliştirmek ya da hâlihazırda var olan bir tasarım programını sanal
gerçeklik ortamına adapte etmek yöntemleri kullanılarak içerikler üretilmeye başlanmıştır.
Sanal gerçeklik teknolojisi ile mekân tasarımı yapmak yeni bir yaklaşım olup kısa bir süredir tasarım
gündemleri arasında yer almaktadır. Bu çalışmanın amacı, sanal gerçekliğin bir mekân tasarım aracı
olarak potansiyelini anlamak ve sanal gerçeklik ile bilgisayarı tasarım aracı olarak karşılaştırmaktır.
Tasarımcının sanal gerçeklik ile tasarım ortamında bulunarak tasarım yapması ve bilgisayar ekranı
aracılığı ile tasarım yapması konusunda ölçekleme ve mekân algısı farkları oluşmaktadır. Tasarımcı,
sanal gerçekliği (‘VR Sketch’; ‘Google Sketchup’ için bir sanal gerçeklik eklentisi aracılığıyla) tasarım
aracı olarak kullandığında, ortamın içinde bulunarak tasarım yapmakta, ürünü veya mekânı tasarlarken
'1/1' ölçeği ile düşünmektedir. Tasarımcı, ‘Google Sketchup’ı bilgisayar ortamında kullanıyor olduğunda
ise, tasarım ortamını bilgisayar ekranı aracılığı ile görmektedir ve ölçekleme yalnızca metrik ölçülere ve
tasarımcının hayal gücüne dayanmaktadır.
Bu çalışmada, tasarımcı ‘Google Sketchup’ programını ‘VR Sketch’ eklentisi üzerinden HTC Vive sanal
gerçeklik gözlüğü ve bilgisayar arayüzü ile deneyimlemiş ve bu iki ortam için karşılaştırmalı araştırma
yöntemi kullanılmıştır.
‘VR Sketch’ programı ‘Google Sketchup’ programı arayüzünün sanal gerçeklik ortamına adapte
edilmesiyle birlikte sanal ortamda tasarım yapmayı olanaklı kılmıştır. Google Sketchup'ın arayüzünde
bulunan araçların bir kısmı sanal gerçeklik ortamında da kullanılabilmektedir. “Çokgenler (Polygons)”,
“Dikdörtgen (Rectangle)”, “Çember (Circle)” ve “Yaylar (Arcs)” araçları gibi farklı şekil seçeneklerine
sahip bir yüzey şekli çizim aracı olan "Kalem (Draw)" ve "Serbest El (Freehand)" aracıyla çizim araçları
bulunmaktadır. ‘Taşı (Move)’, ‘Push / Pull’, ‘Döndür (Rotate)’, ‘Ölçekle (Scale) ’ve‘ Offset ’seçenekleri
ile de modifikasyon yapmaya olanak sağlamaktadır. Bu araçlar bir ürün veya mekân tasarlarken aktif
olarak kullanılmaktadır.
41
Bu iki ortamda uygulama yapılırken, araçlar aynı olsa dahi yöntem açısından farklılaşan bir tasarım
süreci görülmektedir. Tasarımcı olarak içeride olmak ve bilgisayar ekranından görmek bu farklılıklardan
ilkidir. Hem bilgisayar hem de sanal gerçeklik kullanılarak bir mekânın tasarlanması karşılaştırıldığında,
düşünme süreci ve tasarım adımları birbirinden farklıdır. Bilgisayar ile modelleme yaparken tasarımcı,
plan, kesit veya herhangi bir erken tasarım çizimini altlık olarak kullanabilir, ardından üç boyutlu model
bunların üzerine inşa edilebilir. Ölçekleme gerekliliği sebebiyle bu altlıklar kullanışlıdır. Sanal gerçeklik
söz konusu olduğunda ise, tasarımcı modelin içinde olduğu için, bakış yüksekliği, kol mesafesi ve
gördüğü mesafe gibi ölçekleme unsurlarını kişisel deneyimi ile oluşturmaktadır. Tasarımcı, modelin
içine girerek inşa edebilir.
Bu karşılaştırma için Karadeniz Teknik Üniversitesi Kampüs alanında bulunan Eski Mimar Sinan İlkokulu
çevresi seçilmiş olup, tasarımcıdan bu mekâna bir çocuk oyun alanı tasarlanması istenmiştir. Alan
analizleri ve ilk eskizlerden sonra alana uygun bir oyun alanı tasarımını iki uygulama yöntemini de
kullanarak tasarlaması beklenmiştir. Her iki ortamın uygulama prensibinde de programı kullanan
tasarımcının zihnindeki fikri, çizim yapılan program üzerinde görerek algılaması amaçlanmıştır.
Bilgisayar ekranında, oluşan fikri üç boyutlu model haline dönüştürürken kullanılan araçların bir kısmı,
modeli incelemek içindir. Bunlardan bazıları, modeli farklı açılardan inceleyebilmek adına döndürmek
ya da yaklaşıp uzaklaştırmak gibi araçlardır. Sanal gerçeklik ortamında ise kullanıcı tasarımın içinde
bulunduğu için bu ihtiyaçları sanal gerçeklik teknolojisinin sunduğu imkânlarla karşılamaktadır. Bir
başka deyişle bu araçlar program kullanıcısının kendisidir. Çizim programları arasında bulunan bu ve
buna benzer farklılıkların; tasarım prensiplerini, tasarımcının tasarım problemine olan bakış açısını ve
sonuç ürünü etkilediği görülmüştür.
Bu çalışmanın sonucu olarak tasarımcının, sonuç ürünü üretmiş olduğu her iki programda da ortaya
çıkan tasarım problemlerini nasıl çözdüğü ve bu tasarım problemlerinin sonuç ürünü hangi yönlerde
etkilediği araştırılmıştır. Çalışma neticesinde, programın kullanım biçiminden kaynaklanan farklılıkların
tasarım sonucunu neden ve nasıl etkilediği deneyimlenmiştir. Oyun alanı tasarımında VR Sketch
programının sağlamış olduğu temel fayda, tasarımcının kendini kullanıcı ölçeğine indirgeyip, verdiği
tasarım kararlarında mekân kullanıcısının ihtiyaçları empati edebilmesidir. Bu sayede mekân algısı ve
kullanımı dijital olarak deneyimlenmiştir.
Anahtar Kelimeler: Sanal Gerçeklik, Mekân Tasarımı, HTC Vive, Google Sketchup, VR Sketch.
42
MEKÂNSAL ELVERİŞLİLİK VE FİZİKSEL ÇEVRE KALİTESİ BAĞLAMINDA
MEKÂNSAL KALİTE ANALİZİ
Tuğçe ÖZTÜRK1, Zerrin Funda ÜRÜK2, Yaprak ÖZEL3, Gökçe UZGÖREN4
Arş.Gör., Gelişim Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, 34310 İstanbul
e-posta:
[email protected]
1
Dr. Öğr. Üyesi, Gelişim Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, 34310
İstanbul, e-posta:
[email protected]
2
Dr. Öğr. Üyesi, Gelişim Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 34310 İstanbul
e-posta:
[email protected]
3
Arş.Gör., Gelişim Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, 34310 İstanbul
e-posta:
[email protected]
4
ÖZET
Giriş: Bu çalışmada bir vakıf üniversitesi güzel sanatlar fakültesi binasının iç mekân fiziksel çevre kalitesi
kullanıcı görüşleri dikkate alınarak değerlendirilmiştir. Bu değerlendirmenin yapılabilmesi için fiziksel
çevre kalitesini oluşturan unsurlar, konu ile ilgili mevcut yayınlar da dikkate alınarak, belirlenmiştir.
Mekânsal kalite, mekânı kullanan bireylerin yaşamsal tatmin hissine ilişkin bir kavram olarak, bireyin
mekân kullanım tercihini artıracak bir kalite ve yaşanılırlık düzeyini tariflemektedir. Amaç: Seçilen
Güzel Sanatlar Fakülte binasında var olan mekânsal öğelerin “mekânsal kalite”, “mekânsal elverişlilik”,
“fiziksel çevre kalitesi” bağlamlarında değerlendirilip, ihtiyaçları ne ölçüde karşıladığını ölçmek ve bu
amaç doğrultusunda örnek üzerinden öneriler getirmek amaçlanmıştır. Kapsam: Öğrenciler, akademik
ve idari personeller, servis personelleri gibi bir üniversite içerisinde yer alabilecek tüm kullanıcılar
kapsam dâhilindedir. Sınırlılıklar: Seçilen örnek fakülte binası iç mekânları; koridor/sirkülasyon alanları,
kütüphane, konferans salonu, yemekhane/kantin, kapalı sigara içme alanı, tuvaletler ve açık alanlardır.
Bu mekânlar içerisinde de mekânsal estetik ve işlev bağlamlarında aydınlatma, renk uyumu,
havalandırma, oturma elemanları gibi öğeler incelenmiştir. Yöntem: Seçilen örnek içerisindeki ortak
kullanım alanlarını ve onlara ait bazı mekânsal öğeler anket ve gözlemler vasıtasıyla incelenmiştir.
Tarafımızdan hazırlanmış olan anket 12 sorudan oluşmaktadır ve ankete 34 kişi katılım göstermiştir. İlk
5 soru; yaş, eğitim durumu, meslek, tercih ettiğiniz bina girişi ve okul içi yönlendirme tabelaları
yeterliliği gibi demografik ve genel sorular içermektedir. Altıncı sorudan itibaren sorular mekânlara
göre kategorize edilmiştir ve herbir kategori 4 alt sorudan oluşmaktadır. Seçeneklerde ise Likert ölçeği
kullanılmıştır. Bulgular: Birinci soruda yoğunluk 18-25 ve 26-35 yaş aralığında toplanmıştır.
Katılımcıların büyük çoğunluğu lisans aşamasında olan öğrencilerden oluşmaktadır. Bunun yanı sıra
akademisyen ve personel katılımcılar da olmuştur. Dördüncü soruda en çok tercih edilen bina girişi
sorulmuştur. Buna göre; 1-fakülte ana girişi, 2-fuaye alanı girişi, 3 ise yemekhane girişleridir. Çoğunlukla
fakülte ana girişi tercih edilmektedir. Ardından fuaye alanı girişi gelmektedir. Bu sebeple ana giriş ve
fuaye alanı girişlerinin sirkülasyon durumları gözlemlenmiştir. Bu noktalardaki sirkülasyon alanlarının
engelli kullanımına uygun olmadığı ilk olarak göze çarpmaktadır. Beşinci soruya baktığımızda ise okul
içi yönlendirme tabelaları yeterliliği sorgulanmıştır. Katılımcıların büyük çoğunluğu hiç katılmıyorum ve
katılmıyorum şıklarını seçmişlerdir. Yapılan gözlemlerde okul içi yönlendirme tabelası kullanımında
43
eksiklikler gözlemlenmiştir. Altıncı soruda koridorlar/sirkülasyon alanları ele alınmıştır. Bu alanlarda
kullanılan aydınlatma, renkler, havalandırma ve oturma elemanlarına yönelik memnuniyet durumu
anlaşılmaya çalışılmıştır. Buna göre; aydınlatma yeterliliği sorusuna verilen cevaplar sonucu katılıyorum
ve katılmıyorum %41,1 ile eşit çıkmıştır. Yapılan gözlemler sonucu merdiven ve koridor gibi mekânlarda
genel aydınlatmanın yeterli olduğu gözlemlenirken, fuaye alanı gibi geniş ve lokal aydınlatma ihtiyacı
olan alanlarda eksiklikler olduğu gözlemlenmiştir. Bu alanlardaki renk uyumu ise memnuniyeti
karşılamamaktadır. Mekânlarda kullanılan farklı renk, doku ve desenler bütünlüğün sağlanamamasına
yol açmıştır. Diğer taraftan havalandırma konusunda ise büyük çoğunluğun memnun olmadığı ortaya
çıkmıştır. Merkezi havalandırma sistemi olmamasından dolayı havalandırma problemi oluşmaktadır.
Bir diğer madde olan oturma elemanları konusunda ise yoğunluk katılmıyorum ve kararsızım şıklarında
toplanmıştır. Gözlemler sonucu oturma elemanlarının, dairesel formlarına uygun olmayacak şekilde
konumlandırıldığı ve yemekhane girişi gibi sirkülasyonun yoğun olduğu yerlere konularak geçişi
zorlaştırdığı gözlemlenmiştir. Yedinci soruda kütüphane ele alınmıştır. İlk olarak aydınlatma konusuna
verilen cevaplarda çoğunluğun aydınlatmadan memnun olduğu ortaya çıkmıştır. Renk uyumu
konusunda ise katılmıyorum şıkkında bir yoğunluk vardır. Bu mekânda kullanılan renklerin çalışma
ortamına uygun olması beklenmektedir. Oturma elemanları ve çalışma masaları konfor ve kullanışlılık
konusunda ise verilen cevaplarda kararsızım diğerlerinden fazladır. Kullanılan mobilyalar kullanışlı
olmakla birlikte mekânın konfor kalitesi arttırılabilir. Dokuzuncu soruda yemekhane/kantin ele
alınmıştır. Aydınlatma konusunda çoğunluk katılmıyorum seçeneğini işaretlemiştir. Yapılan gözlemler
sonucu aydınlatmanın yetersiz olduğu anlaşılmıştır. Renk uyumu konusunda ise hiç katılmıyorum ve
katılmıyorum şıklarında yoğunlaşıldığı görülmektedir. Mekânda kullanılan mobilyaların, duvar ve zemin
renk ve dokularının bir bütünlük sağlamadığı gözlemlenmiştir. Havalandırma ise memnuniyeti
karşılayamamıştır. Yemekhane olmasından dolayı havalandırma eksikliği diğer mekânlara oranla daha
çok hissedilmektedir. Oturma elemanları konfor ve kullanışlılık konusunda ise çoğunluk katılıyorum
seçeneğini işaretlemiştir. Son olarak diğer sorulardan farklı olacak şekilde ekstra bir alt soru
sorulmuştur. Soru; yemekhane ve kantin alanlarında alışveriş yapmak için girilen sıranın düzenli ve akıcı
olup olmadığını sormaktadır. Çoğunluk katılmıyorum ve ardından hiç katılmıyorum seçeneklerini
seçmiştir. Yapılan gözlemler sonucu yemekhane ve kantin sıralarındaki birikmeler sonucu bazı
geçişlerin kapandığı ve dolaşımın zorlaştığı gözlemlenmiştir. Mekânın organizasyon şeması üzerinden
değişiklikler yapılması ve birimlerin yeniden organize edilmesi gerekmektedir. Onuncu soruda kapalı
sigara içme alanı ele alınmıştır. Bahçede yer alan ve camla çevrili bir mekândır. Renk uyumu konusunda
çoğunluk hiç katılmıyorum şıkkını seçmiştir. Havalandırma konusunda ise özellikle kış aylarında camlar
sıklıkla açılmadığı için oluşan sigara dumanını atmaya yarayan bir sistem bulunmamaktadır. Bu
durumda oldukça havasız bir ortama yol açmaktadır. Oturma elemanları konfor ve kullanışlılık
konusunda ise hiç katılmıyorum seçeneğinde yoğunluk oluşmuştur. On birinci soruda tuvaletler ele
alınmıştır. İlk olarak aydınlatma memnuniyeti konusunda çoğunluk katılıyorum seçeneğini işaretlemiştir.
Havalandırma konusunda ise hiç katılmıyorum seçeneğinde yoğunlaşılmıştır. On ikinci soruda açık alanlar
ele alınmıştır. İlk olarak bahçe mobilyaları konfor ve kullanışlılık konusunda çoğunluk katılmıyorum
seçeneğini işaretlemiştir. Oturma alanları katılımcılar tarafından yetersiz bulunmuştur. Niceliksel olarak
ihtiyacı karşılamamaktadır. Peyzaj düzenlemeleri ve bitkilendirme konularında ise belirgin bir problem
görülmemiştir. Sonuç ve Öneriler: Binaların kullanımı sürecinde kullanıcı memnuniyetinin tespit edilmesi,
mevcut durumdaki binaların iç mekânlarının daha verimli kullanılması ve daha sonra yapılacak tasarımlara
yön vermesi açısından oldukça kullanılan bir yöntemdir. Örnek olarak seçilen bina kullanıcılarına uygulanan
anket, diğer eğitim binalarına da kolaylıkla uygulanabilir niteliktedir. Yapılan bu çalışma kapsamında elde
edilen veriler yeni tasarlanacak binalara da ufuk açacağı gibi, mevcut binalar ile ilgili iç mimari düzenlemeler
konusunda da uygulayıcılara yardımcı olacaktır.
Anahtar Kelimeler: Eğitim binası, Kullanıcı memnuniyeti, Mekânsal elverişlilik, Fiziki çevre kalitesi, Mekânsal
kalite
44
MESLEK YÜKSEKOKULU İÇ MEKÂN TASARIMI PROGRAMINDA ÖĞRENİM
GÖREN ÖĞRENCİLERİN BU BÖLÜMÜ TERCİH ETME NEDENLERİ VE
BEKLENTİLERİ
Mustafa ZOR1
Dr. Öğr. Üyesi, Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi, Çaycuma Meslek Yüksekokulu, Tasarım Bölümü, 67900
Zonguldak, e-posta:
[email protected]
1
ÖZET
Türkiye’de yükseköğretim düzeyinde, nitelikli insan gücünün yetiştirilebilmesi için en önemli eğitim
kurumlarından birisi de meslek yüksekokullarıdır. Günümüzde iki yıllık eğitim programları
doğrultusunda meslek eğitimi veren bu kurumların temel amacı, iş yaşamının gereksinim duyduğu,
bilimsel ve teknolojik gelişmelere uyum sağlayabilecek ve kaliteli üretimi gerçekleştirebilecek yüksek
nitelikli ara insan gücünün yetiştirilmesini sağlamaktır. Mesleki eğitimin verimli ve başarılı olması
programların iş dünyasının ihtiyaç ve beklentilerine dönük, dinamik ve dönüştürülebilir nitelikte
olmasında meslek yüksekokullarının rolü ve katkısı göz ardı edilemez. İki yıllık eğitim süreci içerisinde
teorik bilgilerin edinildiği mesleki kültür ve formasyona dönük derslerin, somut ürünler üretmeye
dönük uygulama süreçleriyle desteklenmesi mesleki eğitimin hedeflenen özellikli yanıdır. Son yıllarda
mesleki ve teknik eğitim konusunda ülkemizde yaşanan sıkıntılar nedeniyle, öğrenciler üniversiteden
mezun olduktan sonra iş bulma konusunda birtakım sorunlar yaşamaktadır. Genel olarak üniversite
öğrencilerinin ders müfredatlarının içeriği konusunda çeşitli istek ve arzularının olduğu görülmektedir.
Öğrenciler özellikle öğrenim gördüğü programlarda alanıyla ilgili derslerin daha ağırlıklı olması
gerektiğini belirtmektedirler. Bu şekilde üniversite-sanayi iş birliği ile de bağlantılı olarak yürütülen
eğitim süreci sürekli bir yenilenme ve geliştirilmeye tabi tutularak işgücü verimliliği, kalite, başarı ve
rekabet gücü arttırılabilir. Öğrencilerin sektörle bağlantılı olarak eğitilmesi, beklentiler yönünde
istihdam açığının kapatılmasına da yarar sağlamaktadır. Çağdaş bir toplumda; meslek seçimi bireyin
çeşitli meslek gruplarından en iyi yapabileceğini düşündüğü faaliyetleri içeren ve kendisinin en üst
düzeyde doyum sağlayacağına inandığı bir alana yönelmesidir. Meslek seçimi kararı, insanın yaşamı
boyunca vereceği en önemli kararlardan biri olup, meslek seçiminin bilinçli yapılması hem birey hem
de ülke geleceği açısından büyük önem taşımaktadır. Ayrıca literatürde meslek seçimi ile ilgili farklı
alanlarda yapılan çalışmalar bulunmasına rağmen iç mekân tasarımı sektörüne yönelik yeterli düzeyde
araştırma yapılmadığı da eksiklik olarak görülmektedir. Bu açıdan yapılan bu araştırmanın literatüre
katkı sağlayacağı düşünülmektedir. Altay vd. (2018) yapmış olduğu çalışmada kullanmış oldukları
sorular temel alınarak hazırlanmıştır. Bu sorular üzerinde gerekli düzenlemeler yapılarak İç Mekân
Tasarımı Programı öğrencilerine uyarlanmıştır. Zonguldak Bülent Ecevit Üniversitesi Çaycuma Meslek
Yüksekokulu İç Mekân Tasarımı Programı öğrencilerine uygulanmış ve bu programdan beklentileri,
gelecek planları araştırılacak ve karşılaşılan sorunlara çözüm önerileri sunulmuştur. Bu kapsamda,
üniversitenin İç Mekân Tasarımı Programı 2018-2019 eğitim ve öğretim döneminde öğrenim gören 42
öğrenciyle, yüz yüze görüşülerek anket yoluyla öğrencilerin bu programı tercih etme nedenleri,
kendilerine nasıl bir eğitim verilmesi gerektiği (özellikle çizim paket programları, teknik çizim dersler
teorik-pratik ağırlıklı dersler vb.), bu programdan beklentileri (alan derslerinin daha yoğun işlenmesi,
uygulamalı eğitim ile yerinde projeleri görme eğilimi, fuar ve seminerler ile mesleki deneyim kazanma
vb.) ve öğrencilerin yetkili bir konumda olmaları durumunda bu programda neler yapacağına (her
45
dönem uygulamalı proje eğitimi ders sayısını arttırma, çizim sınıflarının oluşturulması, uzman kişilerden
her dönem seminer alınması, temel derslerin sayısını azaltma vb.) ilişkin öğrencilere 4 adet açık uçlu
soru yöneltilip, bunlara ilişkin çözüm önerileri elde edilmiştir. Elde edilen veriler NVIVO 11 paket veri
programına aktarılıp, nitel analizler yapılmıştır. Yapılan analizler ve öğrencilerin verdiği cevaplar
eşliğinde, sonuçlara yönelik yorumlar analiz edilmiştir. Sonuçlara göre; öğrencilerin genel amacının, iç
mimarlık, mimarlık gibi 4 yıllık fakültelere geçiş kolaylığı ve sonrasındaki sonrasında iş olanağının
olması, okulda tasarım sınıfı kurulması, teknik çizim derslerinin daha fazla müfredatta olması
gerektiğini işaret eden öğrenciler, uygulamalı çizim derslerinin her dönem yoğun şekilde işlenmesi
gerektiğini düşünmektedirler. Ayrıca, bölüm içi etkinlik, teknik gezi, fuar ve seminerlere yönelerek
eğitimin, sadece teorik değil pratik halde daha verimli ve kalıcı etkiler bırakacağı yönünde cevaplar
vermişlerdir. Mesleki uygulama dersi ile ilgili görüşlerinin değerlendirildiğinde, anket sonucunda
öğrencilerin, mesleki uygulama dersi ile ilgili görüşlerinin olumlu yönde olduğu ancak mesleki uygulama
ders saatlerinin az olduğu, yine araştırmada, öğrencilerin ileriki yaşamlarında bir işe yerleştiklerinde
mesleki uygulamada edindikleri tecrübe, bilgi ve deneyimlerin işlerine çok yarayacağı ve kendilerini
daha bilgili ve bilinçli hale getireceği gibi sonuçlara ulaşılmaktadır. Tasarım teknikeri unvanı alacak
öğrencilere bilgiyi tam olarak özümsetmek ve bu bilginin kullanılabilirliğini artırmak, öğrenciyi
yönlendirici ve uygulayıcı olarak yetiştirmek eğitimcinin en önemli hedefi olmalıdır. Bu da ancak
mesleki uygulama derslerinin ders saatlerinin düzenlenmesi, atölye ve laboratuvarların istenilen
eğitimi verecek duruma getirilmesi ile sağlanacaktır. Uygulama derslerini verecek öğretim
elamanlarının kendisini bu alanda çok iyi yetiştirmiş ve sanayi ile iç içe olması gerçeğini ortaya
çıkartmaktadır. Genel olarak, öğrencilerin kendi tercihleriyle; yeteneklerine uygun, kendilerini
geliştirmede faydalı olacağını düşündükleri ve ilgi duydukları bir meslek olan İç Mekân Tasarımı
programını seçtikleri, bilinçli tercih yaptıkları sonucuna ulaşılmıştır. Mesleki ve teknik eğitim
kurumlarına, bu yüksek kaliteli nitelikli elemanların yetiştirilmesi açısından büyük bir sorumluluk
düşmektedir. Özellikle endüstrinin istediği özelliklerdeki kalifiye eleman, ancak uygulamalı eğitim ile
yetiştirilebilmektedir. Sonraki çalışmalarda, başka üniversitelerde aynı mesleklerde öğrenim gören
öğrencilere bu ölçek uygulanarak elde edilen sonuçlarla bir karşılaştırma yapılabilir.
Anahtar Kelimeler: Tasarım, İç Mekân Tasarımı Programı, Bilgisayar Destekli Çizim Programları, Teknik
Çizim Dersi, Beklenti
46
MİMARİ AKIMDAN ÜRÜNE TASARIMIN FARKLI ÖLÇEKLERDE
DENEYİMLENMESİ
H. Beril BAL 1, Aslan NAYEB KHORSROSHAHI 2
Öğr. Gör., Avrasya Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, 61080
Trabzon, e-posta:
[email protected]
1
Öğr. Gör., Avrasya Üniversitesi, Mühendislik Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, 61080
Trabzon, e-posta:
[email protected]
2
ÖZET
Hayatın içinde yer alan tasarım; birçok anlamı barındıran problem çözme eylemidir. Mimari tasarım, iç
mimari tasarım, endüstriyel tasarım gibi farklı ölçeklerdeki disiplinlerin temelini oluşturmaktadır.
Tasarlanacak olan yapı, mekân ya da ürün yaratıcı bir süreç sonrasında ortaya çıkmaktadır. Bilgi
toplama evresiyle başlayan tasarım süreci sonuç ürüne ulaşılana kadar devam etmektedir. Bu süreç
içerisinde en zor aşamanın başlangıç noktası olduğu düşünülür ve bu zor aşamanın kolaylaştırılması ve
tasarımın güçlü bir niteliğe oturması açısından kavramsal bir düşünce sistemine ihtiyaç duyulmaktadır.
Tasarımda yaratıcılık çok yönlü düşünebilmeyi, problemlerin çözümüne farklı açılardan yaklaşabilmeyi
gerektiren ve bunu tasarıma yansıtma noktasında önem taşıyan bir olgudur. Esin kaynağını belirlemek
kadar belirlenen esin kaynağının tasarımla doğru ilişkilendirilmesi de önemlidir. Yaratıcılık; temel amacı
öğrencilerin yaratıcı düşünce potansiyellerini ortaya çıkarmaya dayanan tasarım eğitiminde de önemli
bir yere sahip olup farklı yöntemlerle de desteklenmektedir. Bu anlamda tasarım stüdyolarında
uygulanan yöntemler sürekli sorgulanarak yenilenmektedir.
Bu çalışmada Avrasya Üniversitesi İç Mimarlık Bölümü 2017-2018 Eğitim ve Öğretim Dönemi
Endüstriyel Ürün Tasarımı dersi kapsamında, tasarlanması planlanan ürünün 20.yy mimarlık akımlarıyla
ilişkilendirilmesi istenmiştir. Bu bağlamda bina ölçeğindeki tasarım ilkelerinin farklı ölçekte
deneyimlenmesi amaçlanmıştır ve bu amaca bağlı olarak tasarım sürecinde farklı bir bakış açısıyla
yaratıcılığa katkı sağlanması hedeflenmektedir. Çalışma iki aşamalı olarak gerçekleştirilmiştir. İlk
aşamayı ders kapsamında gerçekleştirilen tasarım süreci oluşturmaktadır. Tasarlanacak ürün olarak;
hem endüstriyel olması, hem de mekâna hizmet eden bir işlevde olması nedeniyle ‘aydınlatma
elemanı’ tercih edilmiştir. Tasarım sürecinin ilk evresinde öğrencilerden bu işlevle ilgili bilgi toplamaları
istenmiştir. Bir sonraki aşamada 20. yy mimarlık akımlarını araştırmaları, kendilerine çıkış noktası
oluşturacak bir akım seçmeleri ve belirledikleri akımın tasarım ilkelerini, o akıma ait yapı, resim gibi
ürünler üzerinden analiz etmeleri beklenmiştir. Farklı ölçeklerin deneyimlenmesinin bina – ürün
ölçeğinin yanı sıra, ürün boyutları bağlamında gerçekleştirilmesi amacıyla aydınlatma elemanının masa
lambası ve lambader ölçeğinde tasarlanması planlanmıştır. Tasarım süreci; masa lambası eskizleriyle
devam etmiştir. Ortaya çıkan ilk eskizler işlevle ilişkilendirilerek oluşturulan kullanım senaryolarına
bağlı olarak şekillenmiştir. İki ve üç boyutlu çizimlerle tasarımlarını her hafta sunan öğrenciler
ürünlerini; malzeme, ölçü gibi uygulanabilirlik kriterlerinin yan ısıra aydınlatma kaynağını da göz
önünde bulundurarak geliştirmişlerdir. Bu süreç; masa lambasının tamamlanmasından sonra lambader
tasarımıyla devam etmiştir. Sürecin sonunda öğrenciler; masa lambalarını 1/1 ölçekte prototip olarak
uygularken, lambaderleri ise iki ve üç boyutlu çizimlerle sunmuşlardır. Çalışmanın ikinci aşaması olan
anket çalışmasında ise; tasarım sürecinin ve ortaya çıkan sonuç ürünün, öğrencilerin tasarım
yaklaşımlarındaki etkisinin değerlendirilmesi hedeflenmiştir. Derse katılan 41 öğrenciye anket
47
uygulanmıştır. Anket soru kâğıdının içeriğinde; öğrencilerin çalıştığı akımın ve bu akımla ilgili bilgi sahibi
olup olmadıklarının belirlenmesini ve çalışmadaki tasarım süreciyle, mimari akımla ve farklı ölçeklerin
kullanılmasıyla ilgili tutumlarının ölçülmesini sağlayan sorular bulunmaktadır. Tasarım süreci, mimari
akım ve farklı ölçeklerin kullanılmasının değerlendirilmesi için beşli likert ölçeğine bağlı olarak
yanıtlanabilecek sorular oluşturulmuştur. Anket çalışmasından elde edilen verilerin analizi Excel
programında yapılmıştır. Bulgular frekans dağılımlarına göre değerlendirilmiştir.
Tasarım süreci sonunda mimari akımdan yola çıkılarak belirlenen esin kaynakları ve ortaya çıkan
ürünler değerlendirilmiştir. Ayrıca masa lambası - lambader tasarımının biçimsel olarak farklılaştığı
noktalar ortaya konulmuştur. Öğrencilerin ilk aşamada yapılan masa lambası tasarımı yaklaşımları
değerlendirildiğinde akıma ait yapıdan, resimden ya da tasarım kavramlarından yola çıkarak masa
lambalarını tasarladıkları görülmüştür. Ağırlıklı olarak yapı ve resim tercih edilmiştir. Çıkış noktası
olarak yapıları kullanırken, yapıların biçimsel özelliklerinden faydalandıkları saptanmıştır. Resimlerin
çizgi, ölçü, oran gibi özelliklerini iki boyutlu olarak kullanarak üçüncü boyutu yorumladıkları
görülmüştür. Tasarım kavramından yola çıkan öğrencilerin ise mimari akımların belirgin bazı
özelliklerini kullandıkları belirlenmiştir. İkinci aşamada yapılan lambader tasarımı sürecinde ise
öğrencilerin çoğunlukla, tasarlamış oldukları masa lambalarını ölçek olarak farklılaştırdıkları ve genel
strüktürü bozmayacak şekilde biçimler ekleyerek tasarım sürecini tamamlamışlardır.
Anket çalışması sonucunda öğrencilerin büyük çoğunluğunun çalıştığı akımla ilgili önceden bilgi sahip
olduğu belirlenmiştir. Öğrenciler ağırlıklı olarak bu ders için seçilen akımla ilgili daha önce herhangi bir
çalışma yapmamışken bir kısmı daha önceki projelerinde bu akımları tecrübe etmişlerdir. Tasarım
süreciyle ilgili bulgular ise sürecin öğrenciler açısından olumlu değerlendirildiğini göstermektedir.
Çoğunlukla bu süreci farklı ve faydalı bir deneyim olarak değerlendirirken; kavram geliştirme ve farklı
açılardan düşünme açısından da kesinlikle katılıyorum cevabının yoğun olarak verildiği saptanmıştır.
Sürecin öğrenciler için zorluğu değerlendirildiğinde öğrencilerin yarısından fazlasının süreçte zorlandığı
görülmüştür. Anketin mimari akım ile ilgili kısmından elde edilen verilere göre öğrencilerin seçtikleri
akımla ilgili derinlemesine araştırma yaparak bilgi sahibi oldukları sonucuna ulaşılmıştır. Mimari akımın
daha sonraki projelerinde de esin kaynağı oluşturabileceği fikrinde oldukları saptanmıştır. Ortaya çıkan
ürün ile ilgili sorulan sorularla ürün ve akım ilişkisi ve ürün ölçeği ile ilgili veriler saptanmaya çalışılmıştır.
Öğrencilerin neredeyse yarsı aydınlatma elemanı işlevinin biçime göre ikinci planda kaldığı
görüşündedir. Büyük bir kısmının mimari akımla ürün biçimi arasında güçlü bir ilişki kurduğu tespit
edilmiştir.
Çalışmanın sonucunda öğrencilerin endüstriyel bir ürünü tasarlarken işlevden bağımsız olacak şekilde
bir mimarlık akımından yola çıkarak tasarlamaları seçtikleri akımla ilgili derinlemesine bilgi sahibi
olmalarını sağlamıştır. Akımın tasarım ilkelerini farklı uygulama alanları üzerinden analiz ederek farklı
çıkarımlar yapmaları için yol göstermiştir. Ürünlerin 1/1 prototiplerinin üretimi aşamasında malzeme,
aydınlatma kaynağı, üretilebilirlik gibi kısıtlarla yüzleşerek bu kısıtlar dâhilinde tasarımlarını
şekillendirme konusunda tecrübe sahibi olmuşlardır. Sonuç olarak, öğrencilerin tasarımı farklı
ölçeklerde deneyimlemelerinin tasarımlarına özgün ve yaratıcı olma anlamında önemli katkılar
sağladığını söylemek mümkündür.
Anahtar Kelimeler Tasarım, Yaratıcılık, Öykünme, Ürün Tasarımı, Mimari Akım
48
MİMARIN ROLÜNÜN TASARIM VE İNŞA İLİŞKİSİ ÜZERİNDEN OKUNMASI
Barış ÇAĞLAR1
Arş.Gör., Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü, 61080 Trabzon,
e-posta:
[email protected]
1
ÖZET
Mimarlık, sanat ve tekniğin bir sentezi; kuram, tasarım ve uygulamanın bütünleştiği bir süreç olarak
tanımlanabilir. Bu tanımlamadan yola çıkarak, mimarı hem bir sanatçı hem de teknik uzman olarak görmek;
mimarlığı da sanat, mühendislik ve bilim disiplinlerinin kesişiminde değerlendirmek mümkündür.
Ancak bugünkü mimarın karşılığı olarak Rönesans öncesinde Anadolu’da baş/usta mimara; batıda “master
builder/copemaistro”ya bakıldığında, onların mesleki pratikleri içerisinde ağırlıklı olan konunun düşünsel ve
sanatsal değeri olan bir eser/fikir üretmekten daha çok; binayı istenen işlevsel ihtiyaçları karşılayacak
şekilde, ucuza ve hızlı bir şekilde inşa etmek olduğu görülmektedir.
Rönesans öncesinde yapının üretilmesinde baş/usta mimarın (master builder/copemaistro) üstüne düşen
görev yalnızca düşünsel, estetik ve teknik olarak binayı geliştirmesi değil; aslında binanın ana tasarım
kararlarının yanında inşa kararlarını da almak, bire bir yerinde inşa edilme sürecini yürütmek ve yapıyı
tamamlamaktır. Bugün anladığımız anlamıyla tasarım kararlarının önemli olanları bile o dönemde inşa süreci
sırasında, inşaat alanında verilebilmektedir. O dönemin mimarlarının pratikleri doğrudan inşa etmenin
üzerinde ilerler. Bu anlamda baş/usta mimarın (master builder, copemaistro) rolünün, bugün mimarlık
pratiğini gerçekleştiren bir mimarın rolünden, tasarlama ve inşa etme ilişkisi bağlamında çok daha farklı
olduğu söylenebilir.
Bu çalışmada mimarlığın süreç içerisindeki gelişiminde mimarların tasarlama ve inşa etme pratikleri
üzerinden sahip olduğu yetkinliğe ve kurduğu ilişkiye bakılarak bir okuma denemesi yapılmaya çalışılmıştır.
Buradaki amaç günümüz egemen mimarlığının yalnızca tasarıma kayan rolü nedeniyle, mimarlık pratiğinin
inşa etme eylemi ve inşa kültürü ile arasındaki mesafenin giderek açıldığına dikkat çekmek ve nedenlerini
anlamaya çalışmaktır. Ayrıca günümüzde mimarın daralan çalışma alanına karşıt olarak, sayısal tasarım ve
fabrikasyon teknolojilerini kullanarak kurulan yeni tasarım ve inşa ilişkisinin yakın gelecekte mimarlık
pratiğine etkisini anlamaya çalışmaktır.
Diğer taraftan son yıllarda CAD/CAM sistemlerinin mimarlıkta kullanılmaya başlanması, 3 boyutlu baskı
teknolojilerindeki gelişmeler ve robot kolların (manipülatör) deneysel çalışmalardaki potansiyeli yeniden bu
mesafenin kapanabileceğini ve inşanın doğrudan mimarın pratiğinde önemli bir yer tutmaya
başlayabileceğini düşündürmektedir. Bu “yeni inşa” kültürünün, mimarın gündelik pratiğine yansımasının
ise eski dönemlerdeki biçiminden farklı olacağının öngörülmesi tartışılmaya değer bulunmuştur. Bu yeni
teknolojiler ve beraberinde getirdiği teknikler mimarlıkta tasarım ve inşa süreçleri arasındaki çizgiyi
bulanıklaştırmakta, önce tasarlanıp sonra tasarlananın inşa edildiği mimarlık sürecini sorgulatmaktadır.
İngiltere’de yapılan araştırmalar mimarlık ofislerinin son yıllarda sundukları hizmetlerin yaklaşık yarısından
çekildiklerini göstermektedir. Her gün inşaat sektöründe duyulan yeni uzmanlıklar mimarın yetki ve çalışma
alanlarını başka uzmanlara devrettiğinin bir başka işaretidir. Bu durum mimarlık mesleğinin çalışma alanının
belirli sınırlar içerisine çekildiğinin göstergesi olarak okunabilir. Mesleğin yalnızca tasarım yönünün
ötesinde, inşa etme kültürü ile ilişkili olduğunu düşünen mimarlar ise bu içine çekilmeyi eleştirmektedir.
Mimarlık, tarihi gelişimi boyunca toplumsal yapıdan, kültürden, teknolojiden ve bilimden etkilenerek doğal
bir değişime uğramıştır. Bununla birlikte Dünya’da büyük toplumsal ve teknolojik gelişmelerin yaşandığı
dönemlerde, dönemin hareketine paralel olarak mesleğin içeriği ile ilgili de önemli kırılma noktaları
yaşanmıştır. Bu kırılmalar ile birlikte mimarlık mesleğinin içeriği mimarın binayı bire bir inşa ettiği bir
49
etkinlikten, inşa etme pratiğinin/kültürünün diğer uzmanlık alanlarıyla yürütüldüğü ya da tamamen diğer
uzmanlara bırakıldığı bir çalışma şekline dönüşmüştür.
Mimari pratiğin geçmişi göz önüne alındığında konunun oldukça geniş bir zaman aralığını kapsaması
çalışmanın en önemli zorluğunu oluşturmuştur. Bu nedenle çalışma kapsamı belirlenirken Rönesans öncesi
dönem, mimarın inşa kültürü çerçevesinde bir bütün olarak kabul edilmiş; ardından da günümüze kadar
teknolojik gelişmeler ışığında yaşanan üç önemli kırılma noktası üzerinden mimarın mesleki pratiğindeki
dönüşüm okunmaya çalışılmıştır.
Bu çalışmada kalitatif (qualitative) araştırma yöntemiyle tasarım ve inşa arasındaki ilişkiye dair literatürde
yer alan kaynaklar üzerinden üst ölçekli bir inceleme ve değerlendirme yapılmıştır. Ardından teknolojik
gelişmelere paralel olarak yaşanan üç kırılma döneminden, ön plana çıkmış mimarlar seçilmiştir. Onların
yöntemleri ve eserleri incelenerek mesleki pratiklerinin inşa kültürü ile ilişkisi üzerine bir okuma yapılmaya
çalışılmıştır. Son olarak günümüzde tasarım ve inşa ilişkisi üzerine düşünen/çalışan mimarların pratikleri ve
üniversitelerdeki mimarlık araştırma gruplarının deneysel çalışmaları ile diğer dönemlerdeki mimarların
tasarlama ve inşa pratikleri karşılaştırılmıştır.
Bu kırılma noktalarından ilki 1700’li yıllarda Rönesans’da gerçekleşmiştir. Büyük değişimlerin yaşandığı ve
toplumsal düzenin yeniden kurulduğu dönemde mimarlık da yeniden tanımlanmış ve mesleği icra eden
mimarın rolü ve toplumsal konumu özel bir yere yerleşmiştir. Bu dönemde Leon Battista ALBERTI “De re
Aedificatoria” (On the Art of Building / Ten Books on Architecture) adlı kitabında düşünsel bir eylem olarak
tanımladığı mimarlığı, inşa etme eyleminden ayırmıştır.
İkinci kırılmanın 1960’lı yıllarda bilgisayar teknolojisinin mimarlık pratiğinin içerisine girmesiyle yaşandığı
söylenebilir. Bilgisayarın mimarlıkta kullanımı o dönem bilgisayarın “memur, ortak, sihirbaz, vekil,
muhasebeci” gibi rollerde mimara destek sağlayabileceğini düşündürmüştür. Her ne kadar bilgisayar ile
mimarlık arasındaki ilişkinin pek çok yönde gelişebileceğine dair öngörülerde bulunulmuşsa da bunların
sadece bir kısmı günümüzde gerçekleşmiştir. Bilgisayarın mimarlıktaki kullanımına yönelik teoriler ve ileri
öngörüleri geliştirilmiş; ancak ilginç bir şekilde mimarlıkta bilgisayara biçilen bu rollerin inşa etme eylemi
üzerinden mimarlıkta yeni bir harekete yol açabileceğini neredeyse hiç göz önünde bulundurulmamıştır.
Bilgisayar teknolojisi, mimarları tasarım dünyasını oluşturan nokta, çizgi, düzlem yüzey, prizma ve bunları
birbirine bağlayan tanımlı açılardan oluşan Öklid Geometrisi Dünyası dışına çıkartarak;
hesaplamalı/parametrik tasarımlar yaklaşımları ile non-linear formların tasarlanabilmesini mümkün
kılmıştır. Branko Kolarevic’e göre Öklidyen Geometri ile eğitilmiş pek çok mimar için karmaşık (non-linear)
geometriler, inşa edilebilirlik açısından özellikle bir güven meselesi olmuştur. Oysa Kolarevic, karmaşık (nonlinear) geometrilerin NURBS (Non-Uniform Rational B-Splines) ile matematiksel kesinlikle
tanımlanabilmesinin o tür geometrilerin sayısal fabrikasyon kullanılarak birebir ve hatasız olarak inşa
edilebilir olmasını da sağladığını belirtmiştir.
Üçüncü kırılma noktası ise 1960’larda mimarlık disiplinin dışında, havacılık ve uzay mühendisliği alanında
yaşanmıştır. Karmaşık geometrili uçak parçalarının üretilmesi amacına yönelik olarak ilk defa bir freze
tezgâhı bilgisayara bağlanarak CNC kontrolü ile çalışabilir hale getirilmiştir. Bu hareketle başlayan sayısal
fabrikasyon araçlarının gelişimi, sayısal-fiziksel-organik ilişkinin bir arada olmasını anlatan 4. Endüstriyel
Devri’min yaşandığı günümüzde mimarlık alanında da kendine yer bulmaktadır.
Günümüzde gelişen teknolojiyle beraber sayısal fabrikasyon araçlarının mimarlığın günlük pratiğinde
giderek daha geniş ve daha önemli yer tutmakta, üniversitelerde ve araştırma gruplarında bu konuda
yapılan deneysel çalışmalar artmaktadır. Bu gelişmeler, tasarlama ve inşa etme kavramlarının mimarın
rolünde gelecekte daha çok yer tutacağını düşündürmektedir.
Anahtar Kelimeler: Baş/Usta Mimar, Master Builder/Copemaistro, Tasarım, İnşa, Sayısal Fabrikasyon
Yazar Notu: Bu çalışma Doç. Dr. Meltem AKSOY tarafından danışmanlığı yapılan İstanbul Teknik Üniversitesi,
Mimarlık (YL) Anabilim Dalı, Mimari Tasarım (YL) Programı, Fen Bilimleri Enstitüsü’nde yapılmış/yayınlanmış Barış
ÇAĞLAR’ın “Sayısal Fabrikasyonun Güncel Mimarlık Pratiğine Yansımalarını Mimarlık Ofisleri Üzerinden Okuma
Deneyimi” konu başlıklı yüksek lisans tez çalışmasından türetilmiştir.
50
MOBİLYA TASARIMI DERSİ KAPSAMINDA SANAYİ-ÜNIVERSİTE İŞ BİRLİĞİ: BİR
YARIŞMA SÜRECİ ÖRNEĞİ
Pınar ARTIKOĞLU1, Ezgi ÇİÇEK2, Elif AKTAŞ YANAŞ3,
Zeynep CEYLANLI4, Işılay AKKOYUN TEKÇE5
Öğr.Gör.Dr., Özyeğin Üniversitesi, Mimarlık ve Tasarım Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, 34794
İstanbul, e-posta:
[email protected]
1
Arş.Gör., Özyeğin Üniversitesi, Mimarlık ve Tasarım Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, 34794
İstanbul, e-posta:
[email protected]
2
Arş.Gör., Özyeğin Üniversitesi, Mimarlık ve Tasarım Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, 34794
İstanbul, e-posta:
[email protected]
3
Dr. Öğr. Üyesi, Özyeğin Üniversitesi, Mimarlık ve Tasarım Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü,
34794 İstanbul, e-posta:
[email protected]
4
Dr. Öğr. Üyesi, Özyeğin Üniversitesi, Mimarlık ve Tasarım Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü,
34794 İstanbul, e-posta:
[email protected]
5
ÖZET
Bu çalışmada Özyeğin Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü ve bir mobilya firması iş
birliğiyle 2017-2018 Bahar yarıyılında, Mobilya Tasarımı dersinin bir modülü olarak düzenlenen FURINAR mobilya yarışmasının düzenlenme, tasarım, iş birliği ve değerlendirme süreçleri anlatılacaktır.
Çalışmanın bu kapsamda yapılacak diğer iş birlikleri için bir örnek teşkil edeceği ve uzun vadede iç
mimarlık eğitimine katkı sağlayacağı düşünülmektedir.
Tasarım bölümlerinde öğrenim sürecinin bir parçası olarak öğrenci yarışmaları, öğrenim çıktılarını
zenginleştirdiği gibi öğrencinin stüdyolarda sınırlı bir modelini deneyimlediği işveren-müşteri-tasarımcı
ilişkilerinin pratiğini yapabileceği bir ortam da sağlar. Uluslararası tasarım okullarının bir kısmında
uygulanmakta olan yarışma-tasarım stüdyosu pratiği özellikle mobilya gibi iç mekân özelinde
endüstriyel ürün odaklı üretimlerin çoğalmasına ve Ar-Ge bazında markaların istihdam ve pazar
yönelimlerinde tasarımcıların payını arttırmaya yardımcı olur. İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı
öğrencilerine zorunlu olan bu ders kapsamında öğrenciler, tekil üründen ziyade verili bir mekâna
yönelik bir mobilya tasarısı problemiyle uğraşmakta, mekân-ürün-kullanıcı ilişkisini göz önüne alarak
gerçek uygulama sorunlarıyla yüz yüze gelmektedirler.
Örneğin, 2017 güz yarıyılında New York’taki Parsons Tasarım Okulu, Fransız Roche Bobois mobilya
firmasıyla ortaklaşa yürüttüğü projede benzer bir yaklaşımla dersin bir bölümü olarak ürün tasarımı ve
endüstriyel tasarım öğrencilerine yönelik bir yarışma projesi düzenlemiştir. İç Mimarlık eğitiminin ilk
nüvelerinin oluşturulduğu Parsons Tasarım Okulu bu yarışma ile öğrencilere yenilikçi tasarımı teşvik
etmeyi, teknolojinin sunduğu imkânları tasarıma uyarlatmayı ve tasarımın kültürler arası anlam ve
albenisini sorgulatmayı amaçlamaktadır. Markanın özellikleri ve üretim tekniklerinin irdelenmesi,
çevreye ve sağlığa uygun malzeme seçimi ile gelişmiş prototip modelleme araçlarının kullanılması
yarışmanın parametrelerinden birkaçıdır.
51
Benzer ortaklıklar dünyanın farklı bölgelerinde çeşitli tasarım bölümlerinde zaman zaman
gerçekleştirilmektedir. Nottingham Trent Üniversitesi mobilya ve tekstil tasarımı 2. sınıf öğrencileri ile
2015 yılında kurulan Arlo & Jacob mobilya firması ortaklığı, yeni kurulan bir firmanın ürün çeşitliliğini
artırması, öğrencilerin de henüz eğitimleri devam ederken tasarımlarının üretildiğini görmesi
bakımından her iki taraf için de ilerlemeyi teşvik eden bir motivasyon kaynağı olarak kabul edilebilir.
Öte yandan Amerika’daki Kendall College of Art and Design, yerli bir firmayla birlikte geleneksel
mobilya üretimini sürdürmek ve geliştirmek amacıyla bir öğrenci yarışması düzenlemiş, ertesi sene ise
yarışma iç mekân tasarımı bölümü ile mobilya tasarımı bölümü ikinci sınıf öğrencilerinin katılımıyla bir
otel iç mekânı projesini konu etmiştir.
Güncel ekonomik, politik, toplumsal ve teknolojik gelişmeler üretimin etkileşimde olduğu tüm birimleri
ileriye dönük pozisyonlar almaya sevk etmiştir. Yalnızca mobilya ya da iç mekân ürünleri üreten firmalar
değil, hammadde sağlayıcıları ve hatta kimi durumda hükümetler, sanayi-üniversite iş birliklerini
destekleyici atılımlar gerçekleştirmektedir. Dünya Bankası’nın 2013’te yayımladığı bir raporda özellikle
gelişmekte olan ülkelerin kalkınma programlarında bu tarz ortak çalışmalara ağırlık verilmesi önerilmiş,
böylece firmaların üretim için gereksinim duyduğu rekabetçi ve yenilikçi ortamı oluşturacak donanımlı
mezunların doğrudan istihdama katılacakları ön görülmüştür.
Bu bağlamda firma ile kurulan ortaklıklar öğrenciyi gerçek üretim ve pazar koşullarını düşünmeye sevk
etmesi, firmanın sahip olduğu teknolojik olanakların deneyimlenmesi ve tasarımcı adayının
donanımını artması şüphesiz ki İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı bölümün öğrenim çıktılarıyla
örtüşmektedir. Sanayi-üniversite iş birliği kapsamında öngörülen bu yarışma modülünün dersin kalıcı
bir parçası haline gelmesi ve dört yıllık iç mimarlık eğitiminin gelişimine katkı sağlaması, bu çalışmanın
temel hedefleri arasındadır.
Türkiye’de tasarım bölümlerini bünyesinde barındıran üniversitelerin eğitim programında, İç Mimarlık
lisans eğitimi dört yıl boyunca stüdyolarda verilen teorik ve pratik derslerin yanı sıra, öğrencilerin sektör
ile kaynaşması ve profesyonel yaşam ile tanışması amacıyla atölye çalışmaları, seminerler ve zorunlu
stajlar ile desteklenmektedir. Yarışma projelerine katılımın teşviki de benzer şekilde, öğrencileri
profesyonel yaşama hazırlamak için kullanılan bir yöntemdir. Özyeğin Üniversitesi İç Mimarlık ve Çevre
Tasarımı bölümünde, 2017- 2018 Bahar yarıyılı Mobilya Tasarımı dersi kapsamında, teşvik edilmesinin,
hatta ders kapsamında zorunlu hale getirilmesinin dışında farklı bir yöntem geliştirilerek yarışma
projesinin kendisi dersin bir modülü olarak kurgulanmıştır. Bu bağlamda, fakültemizin İç Mimarlık ve
Çevre Tasarımı ve Endüstri Ürünleri Tasarımı Bölümlerinden akademisyenlerin oluşturduğu bir ekip ile
bir Mobilya üreticisi firma ve profesyonel bir tasarımcı iş birliği yapmışlardır. Dersin yürütücüsü ve
asistanı yarışmanın tasarlanması ve organizasyonun yanı sıra proje danışmanı olarak ders kapsamında
öğrencilerin projelerini geliştirmelerine yardımcı olmuşlar, ancak jüri üyesi olarak değerlendirme
kısmında yer almamışlardır. Değerlendirme, akademisyenlerden ve sanayi üreticilerinden oluşan 8
kişilik ekip tarafından gerçekleştirilmiştir. Yarışmanın ana sponsoru olan mobilya firması aynı zamanda
birinci seçilen projenin üretimini üstlenmiştir.
Tasarlanacak mobilyanın Özyeğin Üniversitesi Mimarlık ve Tasarım Fakültesi akademik katının bekleme
alanına özgü olmak kaydıyla, hâlihazırdaki mobilyaları gözeterek ya da mevcut duruma yeni bir tasarım
olarak önerilmesi istenmiştir. Özgünlük ve yenilik, kullanıcı için verimlilik, üretici için verimlilik estetik, görsel
kalite ve çekicilik değerlendirme kriterleri olarak göz önüne alınmıştır.
Üretici ortaklığı ile yürütülen bu tip çalışmalarda öğrencilerin gerçek bir tasarım problemiyle uğraşmanın
yanı sıra çalıştıkları malzemeyi ve güncel üretim tekniklerini yakından tanıma imkânı bulması hedeflenmiştir.
Mobilya Tasarımı dersi üniversite-sanayi iş birliğine verimli bir ortam sağladığı, bu iş birliği sonucunda mezun
olacak donanımlı/kalifiye iç mimarların istihdam olanaklarının artacağı ve doğrudan mobilya, dolaylı olarak
iç mekân üretiminin yenilikçi ve gelişen üretim kollarına olumlu yönde katkı sağlayacağı öngörülmektedir.
Anahtar Kelimeler: Mobilya tasarımı, Öğrenci yarışması, Sanayi-Üniversite işbirliği, İç mimarlık eğitimi
52
MOBİLYA VE SÜS
Yaprak ÖZEL1, Zerrin Funda ÜRÜK2, Gökçe UZGÖREN3, Tuğçe ÖZTÜRK4
Dr. Öğr. Üyesi, İstanbul Gelişim Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü,34310 İstanbul,
e-posta:
[email protected]
1
2
Dr. Öğr. Üyesi., İstanbul Gelişim Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı
Bölümü,34310 İstanbul, e-posta:
[email protected]
3
Arş. Öğr., İstanbul Gelişim Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü,34310
İstanbul, e-posta:
[email protected]
4
Arş. Öğr., İstanbul Gelişim Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü,34310
İstanbul, e-posta:
[email protected]
ÖZET
Yaşam alanlarının tamamlayıcısı ve vazgeçilmez unsuru mobilyalardır. Bir mekânın fonksiyonu ne
olursa olsun, oluşturulan yapının kaba işlerinin tamamlanmasının ardından, mekânın yaşam ile olan
bağını sağlayan ve kullanıcı ile mekânın iletişiminin kurucusu ve yürütücüsü mobilyadır. Mobilyanın
biçimlenme sürecine bakıldığı nesnel ve öznel etkin kriterler ortaya çıkmaktadır. Mobilya kullanıcısı için
en öncelikli özellik, mobilyanın işlevine uygun sınıflandırıldıktan sonra mobilya seçimine öznel faktörler
girmesidir. Toplumun değer yargıları ve tasarımcı kullanıcı faktörü arasındaki bir diğer başlık da kendi
şahsi beğenisi olmaktadır. Kullanıcı, mobilyalarını beğenisine göre seçer ve fonksiyonuna bağlı olarak
yapısal kurgusu oluşturulmuş alanları yaşayan mekânlara dönüştürür ve kullanır.
Kullanıcı tercihleri ve beğeniler en etkin rolü üstlenmektedir. Kullanıcı günümüze tercihini kendi
zevkine göre yapmaktadır ve çok çeşitli mobilyalar içinden kendisine en estetik gelen zevkine uygun
olanı tercih etmektedir. Bu noktada devreye giren zevk başlığı aslen bireye özgü bir özellik değildir,
toplumsal nitelikte bir estetik düzgüler sistemidir. Ancak günümüzde ise zevk toplumsal olmaktan
çıkarak bireysel bir özellik haline gelmiş ve zevkin bireyselleştiği durum maalesef kitsch ürünlerin
oluşmasına neden olmuştur. Önceleri küçük süs eşyaları, minik heykelcikler ile görülen kitsch ürünler,
günümüzde iç mekân yüzey kaplamalarında ve mobilyalarda neredeyse tarifi olmayacak abartı, süs ve
ışıltı ile görülmektedir. Kitsch kelimesi uluslararası bir kavram olmasına rağmen, anlam olarak
bakıldığında tam olarak hangi kökten geldiği veya türediği bilinmemektedir. Dolayısıyla farklı dillerde
pek çok farklı kökten türemiş ancak sonucunda birbirine yakın anlamlarda tanımlanmaktadır. Türk Dil
Kurumu’nun Güzel Sanatlar Sözlüğünde “özenti ürünü” anlamını alırken, bir diğer tanımda; zevksizliği,
gülünç ve garip denilecek kadar aşırılığa vardıran yapıtları belirlemek için kullanılan kavram tanımını
almaktadır. Tanımlarda ortak olan olumsuz bir mana taşımasıdır. Kitsch ürünler hayatın her alanında
yerini almıştır. Onlardan bağımsız yaşamak neredeyse mümkün değildir. Bu oluşumun nedenlerine ve
başlangıcına bakıldığında sanayi devrimi ve hatta daha eski dönemlere dayanan matbaanın bulunuşuna
kadar gitmektedir.
Matbaanın bulunması ve yaygınlaşması okuma yazma oranının artması ile yüksek sınıflar ile olan
kültürel farkın azalmasını etkilemiştir. Sanayi devrimi ile Aristokrat sınıf ile burjuva ve halk sınıfları
arasındaki sanatsal değerlerin, zevklerin ve ekonomik imkânların bir olmaması ve sanayileşme ile
kısıtlanan insanın ihtiyaç duyduğu uğraşa en iyi yanıt olması denilebilir.
53
Burjuva sınıfın ihtiyacı olan estetik talebine en hızlı yanıt verme, her ne kadar sanatsal bir değer
taşımasa da özenilen aristokrat sınıfın eserlerine olan özlem ve isteği doldurma kitsch ürünleri ortaya
çıkarmıştır. İstenilen ve bir türlü ulaşılamayan sanat eserlerinin yerini taklitleri almıştır. Burjuva sınıfı
için üst sınıf ile arasında olan fark ortadan kalkmıştır. Albenisi yüksek sanatsal değer taşıması bir unsur
olarak görülmeyen, kolay ulaşılabilen, abartılı renklere, biçimlere ve ölçülere sahip ne kadar göz
doldurursa o kadar beğeni toplayan bu ürünler yüksek piyasa değerine sahip olarak yüksek fiyatlar ile
satılmaktadır.
Kitsch ürünler sanat eserleri gibi kişide sorgulama, değerlendirme, bir fikre yönelme, farklı bir bakış
açısı kazanma, estetik kaygı duyma gibi etkiler oluşturmaz. Bu ürünler tüm kitlelerin paylaştığı ortak
dolaysız kolay anlaşılabilir türden açık imgeler sunar. Anlatılmak istenen fikir direk anlatılır. Kullanıcıyı
yormaz, kaygılandırmaz. Bilinen ve kabul edilenleri tekrar sunar. Kişiyi geliştirmez ama kolaylık sunar.
Bu kolaylık kendi içinde hızlı tüketilmeye de yol açar. Kullanıcının zevkine hitap eden bir yenisi ile
hemen değiştirilir.
Kullanıcının zevkine hitap etme çabası mobilyaların tasarımından, üretimine ve pazarlanmasına kadar
etkilemektedir. Ticari boyutta üreticiler arasındaki rekabet gelişen iletişim ve teknoloji ile kullanıcıyı
kendilerine bağlama mücadelesine dönüşmüştür. Öyle ki artık kullanıcı ihtiyaç duysun duymasın ürünü
beğendiği için almakta kullanmakta veya kullanmadan miladını dolduran ürünleri atmaktadır.
Bu hızlı tüketim ve ürünlerin artan albenisi içinde kalan kullanıcı doğal ve asıl olanı yansıtan sanattan,
sorgulama, değerlendirme, merak etme gibi kişiyi geliştirecek eylemlerden giderek uzaklaşmaktadır.
Sadece tüketmeye yönlendirilmiş, hatta neyi tüketeceği ve nasıl tüketeceği bile biçimlendirilmiş,
kendine odaklı yaşayan bireyler toplumsal değer, yargı ve düzgülerini de kaybetmektedir.
Bu çalışmanın amacı mobilya tercihlerindeki abartı ve süsün nedenlerinin araştırılması sorgulanmasıdır.
Toplumsal bir düzgüden kişisel bir etkiye dönüşen zevk ifadesinin sonucu olan kitsch kavramı
tanımlanmış, Kitsch olarak adlandırılan kavramın ve ürünlerinin; abartı ve zevksizliği, nasıl oluştuğu
hangi etkilere mazur kaldığı açıklanmıştır. Günümüzdeki etkileri ve nasıl geliştiği anlatılmıştır.
Bu çalışma; kullanıcının mobilya tercihlerini etkileyen ve yönlendiren kitsch kavramı, kavramın doğuşu,
nasıl ne niçin oluştuğu, kullanıcı, tasarımcı ve üretici bakımında mobilya üzerindeki etkilerini ve
kullanıcı, tasarımcı, üretim ve pazarlama alanında çalışan bireyleri kapsamaktadır.
Çalışmada; tercih edilen yöntem konu üzerine yazılmış makale, bilimsel yayın ve tezlerin, güncel
mobilya üretimlerinin incelenmesi ve üreticiler ile birebir yapılan görüşmelerdir. Mobilya üretim ve
satış mekânlarındaki nihai ürünler ile TV programları ve sosyal medya esaslı pek çok alandan bulgular
toplanmıştır.
Mobilya tasarım ve üretim sürecini etkileyen öznel faktörler beğeni ve tercihlerdir. Artık günümüzde
bir mobilyaya ihtiyaç duyulduğunda kişisel beğeniye uygun olanı seçebilecek kadar çok alternatif ve
imkân mevcuttur. Ancak bu seçimi yaparken kullanıcıyı etkileyen, tetikleyen ve beğenisini yönlendiren
ve hatta tüketim dürtüsünü arttıran bir takım faktörler ile karşılaşılmaktadır. Kullanıcı karar verme
aşamasında farkında olmadan tanıtılmış ve diretilmiş pek çok ürünü sadece ihtiyacı olduğunu
düşündüğü için almakta ve kullanmaktadır. Birçoğu abartılı, süslü ve kullanıldıktan kısa zaman sonra ilk
görünüşteki etkisini kaybeden ve atılan bu ürünlerin neden tercih edildikleri hakkında bilgi
sunulmaktadır. Sonuç olarak; Kitsch ürünler ilk ne zaman oluşmuş ve bugün halen nasıl kullanıcıyı
etkilemektedir sorusu yanıtlanmaya çalışılmıştır. Bu çalışmada, kullanıcıların tercih ettikleri veya
ettirildikleri ürünlerin altında yatan anlamlar ve sonuçları ortaya konmuş, bu sayede kullanıcıya tüketim
farkındalığı kazanma yolunda bir öneri oluşturulmuştur.
Anahtar Kelimeler: Mobilya, İç mekân, Süs, Kitsch, Toplum
54
MÜZE SERGİLEME MEKÂNLARINDA AYDINLATMA TASARIMI
Hande EYÜBOĞLU1, Tülay ZORLU2
1
Karadeniz Teknik Üniversitesi İç Mimarlık Bölümü Yüksek Lisans Öğrencisi
e-posta:
[email protected]
Doç. Dr., Karadeniz Teknik Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 61080 Trabzon,
e-posta:
[email protected]
2
ÖZET
Aydınlatma tasarımı hem görsel konfor parametresi olarak hem de tümel mekân algısını etkilediği
için mekân tasarımlarında önemli bir yere sahiptir. Aydınlatma çeşitleri doğal ve yapay
aydınlatma olarak ikiye ayrılır. Yapay aydınlatma mekânların işlevlerine göre farklı aydınlık
düzeyleri ve ışık renklerinde tercih edilebilir. Görsel konforun sağlanmasında önemli bir
bileşen/parametre olarak aydınlatma tasarımı, işlev farkı gözetmeksizin her mekânda dikkat
edilmesi gereken bir unsurdur. Ancak müzeler gibi sergileme işlevli mekânların tasarımında ayrı
bir öneme sahiptir. Çünkü ziyaretçilerin müzelerde sergilenen eserlere temas etme şansı azdır ve
eserlerin boyut, form, yüzey, doku, renk vb. tüm detaylarının doğru algılanmasını sağlamada
aydınlatma tasarımının büyük bir rolü vardır. Müzeler, çeşitli ürünlerin, objelerin veya eserlerin
bir araya gelerek sergilendiği yapılardır. Müze kavramının ilk ortaya çıktığı yıllarda sergileme
mekânlarında doğal aydınlatma tercih edilirken zamanla fazla ışığın eserlere zarar verdiği
görüldükçe yapay aydınlatma sistemleri yaygınlaşmıştır. İlerleyen zamanla gelişen teknoloji
sergileme mekânlarının aydınlatma tasarımına dâhil edilerek eserlerin zararlı ışıklardan
korunarak yeterli aydınlık düzeylerinde aydınlatılması sağlanmıştır. Müze yapılarının aydınlatma
tasarımında dikkat edilmesi gereken hususları genel olarak üç başlıkta ele alınmaktadır. Bunlar;
sergileme alanlarında bilinçli tercih edilen aydınlatma tasarımları, doğal aydınlatmayı
destekleyen yapay aydınlatma sistemleri ve sergilenen eserlerin zararlı ışıklardan korunması
şeklinde sıralanabilir. Müze yapılarında aydınlatma tasarımı özellikle sergileme mekânlarında
daha etkin bir role sahiptir. Sergileme alanlarının aydınlatmalarında amaç, sergilenen ürünlerin
doğru algılanması ve ziyaretçilerin sergi deneyimine elverişli bir ortam hazırlamaktır. Sergilenen
ürünlerin, biçim, renk, doku ve malzemelerinin ziyaretçiler tarafından doğru ve net bir şekilde
algılanması iyi bir aydınlatma tasarımı ile sağlanır. Doğru aydınlatma tasarımı için de sergileme
mekânlarının boyutlarına uygun aydınlatma stratejileri belirlenmelidir. İç mekânda aydınlatma
stratejileri genel, bölgesel, vurgu ve görev aydınlatması olarak sıralanabilir. Genel aydınlatma;
mekânın tamamına dengeli bir aydınlık düzeyi sağlayabilme amaçlı tercih edilen bir aydınlatma
düzenidir. Homojen, düzgün ve tek düze bir aydınlık seviyesi oluşturularak mekân
organizasyonunda esneklik sağlar ve her alanın kullanımına imkân verir. Bölgesel aydınlatma ise
küçük alanlarda yoğun aydınlık düzeyi sağlar. Farklı eylem alanlarının özel olarak aydınlatılmasını
gerekli olduğu durumlarda tercih edilir. Aydınlık seviyesi ve mekânın diğer bölümlerindeki
aydınlatma tasarımına bağlı olarak etkisi değişebilir. Müzelerde sergileme mekânlarında alanın
tamamına hâkim olan genel aydınlatmanın yanı sıra öne çıkarılmak, vurgulamak istenen eserin
aydınlatılmasında vurgu aydınlatması kullanılır. Bunların yanı sıra genel aydınlatma ile
aydınlatılmış ancak yeterince dikkat çekilememiş eserlerin olduğu belirli alanlarda ise bölgesel
aydınlatma kullanılır. Aydınlatma stratejilerinin yanı sıra sergileme mekânlarında görsel etkiyi
55
güçlendirmek için teknoloji ile birlikte çeşitli aydınlatma teknikleri de geliştirilmiştir. LED
teknolojisi günümüzde en öne çıkan tekniklerden biridir. Yüksek verimli ve renk alternatifli LED
ışık kaynağının LED şerit, LED spot, LED ampul gibi çeşitli seçenekleri günümüzde sergi
mekânlarının aydınlatılmasında kullanılmaktadır. Bunun yanında fiber optik, projeksiyon
teknolojisi de sergileme mekânlarında tercih edilen aydınlatma teknikleri arasında yer alır.
Sergileme mekânlarında aydınlatma kaynakları da görsel konforun oluşmasında ve mekânın
işlevselliğinin arttırılmasında etkilidir. Bu bağlamda aydınlatma kaynaklarının akkor, gazlı,
halojen, cıva buharlı ve floresan lambalar gibi çeşitleri vardır. Bu kaynaklar tek başına
kullanılabildiği gibi yapılarına uygun çeşitli armatürlerle de birlikte kullanılabilir. Ray, spot, sarkıt,
korniş, duvara monte, gömme ve tavan armatürleri günümüzde tercih edilen armatür
çeşitlerindendir. Sergileme mekânlarında tercih edilecek aydınlatma kaynaklarının nerede yer
alacağı ve yönü de eserlerin algılanmasında önemlidir. Literatürde aydınlatma yönleri; önden
aydınlatma, 45 derece yanal önden aydınlatma, yarım arkadan aydınlatma ve üstten ya da
aşağıdan aydınlatma olarak sıralanmaktadır. Önden aydınlatmada ışık eseri önden aydınlatarak
derinlik kazandırır. 45 derece yanal önden aydınlatma ile eser ışık kaynağı eserle 45 derecelik açı
oluşturur ve eserin formu tüm detayları ile gösterilir. Yarım arkadan aydınlatma ile ışık esere
arkadan gelerek bir derinlik kazandırır. Üstten ya da aşağıdan aydınlatma ile farklı görsel efektler
oluşturmak amaçlanır.
Müzelerde aydınlatma tasarımı ile ilgili yapılmış çalışmalarda kullanılan doğal ve yapay
aydınlatmaların tercihlerine göre yaklaşımlar, aydınlatma biçimlerinin ziyaretçi deneyimi ile olan
ilişkisi, aydınlatma kriterlerinin sergideki malzemelerin korunmasına etkileri, algılama ve
aydınlatma kriterlerinin analizi gibi konular ele alınmıştır.
Aydınlatma tasarımının öneminin vurgulanarak güncel sergileme mekânlarının tasarımlarında
tercih edilen aydınlatma tasarımlarının örnekler üzerinden analizinin amaçlandığı bu çalışma üç
adımda gerçekleştirilmiştir. İlk adımda aydınlatma tasarımı ve sergi mekânlarında güncel
aydınlatma stratejilerine ilişkin literatür taraması yapılarak kavramsal çerçeve oluşturulmuştur.
İkinci adımda çalışmanın örneklemini oluşturmak üzere, literatüre girmiş, çağdaş sergileme
yapılarından beş yapı belirlenmiştir. Çalışmanın son adımında ise, çalışma kapsamında ele alınan
müze yapılarının sergileme salonları belirlenen analiz parametreleri ışığında değerlendirilmiştir.
Çalışma kapsamında ele alınan 5 müze örnekleminin sergileme alanlarının aydınlatma tasarımının
analiz parametreleri; tercih edilen aydınlatmanın türü (doğal/ yapay aydınlatma), aydınlatma
stratejileri (genel, bölgesel, vurgu, görev aydınlatması), kullanılan armatür çeşitleri bağlamında
olmak üzere üç temel başlıkta ele alınmıştır. Çalışmadan elde edilen bulgular sergileme
mekânlarında farklı aydınlatma türlerinin ve aydınlatma stratejilerinin eserlerin doğru ve net
olarak algılanabilirliğinde önemli olduğunu göstermektedir.
Anahtar Kelimeler Aydınlatma, Tasarım, Müze, Sergileme, Mekân
56
OFİS İÇ MEKÂN TASARIMINDA RENGİN KULLANIMI
Ebru YAZGAN SERİNKAYA1, Gonca NAKIŞCI2
Dr. Öğr. Üyesi, Gaziantep Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık Bölümü, 27310 Gaziantep,
e-posta:
[email protected]
1
Y. Mimar, Gaziantep Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı, 27310 Gaziantep,
e-posta:
[email protected]
2
ÖZET
Giriş: İnsan gündelik hayatında temel ihtiyaçlarına zaman ayırırken, çalışma eylemi de bu zamansal
sürecin içerisinde yer alır. Günümüz çalışma mekânı olarak ofisler; kişinin bulunduğu gün içeriğinin
büyük bir kısmını kapsamaktadır. Ofislerde, verimli sonuçlar çıkararak ortaya konulan somut veya soyut
ürünlerde, çalışanların psikolojik gereksinimleri önemli bir yer tutmaktadır. Ofis iç mekân tasarımı
mekânın kullanıcıları için çeşitli algısal perspektifler oluşturmaktadır. Çalışanın iş verimi, büyük ölçüde
psiklojik etmenlere dayandığından, mekânda, belirli konfor parametrelerinin yerine getirilerek
sağlanması gereklidir. İç mekân tasarım kriterleri olan aydınlatma, mobilya, havalandırma, ergonomi
ve renk, tasarımcının mekân organizasyonunu sağlamadaki temel prensiplerini oluşturur. Bu temel
prensiplerden olan renk kavramı; özellikle çalışma mekânları gibi çalışanın gün boyu kullandığı
mekânların tasarımında oldukça önem kazanmaktadır. Amaç: Günümüzde ofis iç mekân tasarımları
yapılırken, mekânı oluşturan tasarım unsurları üzerinde belirli kararlar alınarak, tasarım olumlu bir
şekilde sonlandırılmaya çalışılmaktadır. Doğru bir biçimde tasarlanmış bir ofis iç mekânı, ofiste
çalışanların verimini artırırken, müşteriler üzerinde de pozitif etkiler bırakarak, firmayı daha iyi
konumlara taşıyabilir. Bunun için tasarım başlangıcında, tasarım kriterleri üzerinde daha fazla
durulmalıdır. Bu çalışma, ofislerdeki iç mekân tasarım kriterleri içerisinde önemli bir yer teşkil eden
renk kullanımı üzerinde durulmuştur. Çalışanlar üzerinde rengin oluşturduğu algıyı, çeşitli yapı
elemanlarında ve ofis donatılarında kullanım şekilleri irdelenmiş ve bazı tespitlerde bulunulmuştur.
Çalışma süresince, gelecekte yapılacak olan ofis iç mekân tasarımlarında daha olumlu sonuçlara
ulaşabilmek adına tasarımcıya bir kaynak niteliğinde olabilmek ve bilim dünyasına bu konu hakkında
katkı sağlayarak, ofis iç mekân tasarımlarının gelişimine ışık tutulması amaçlanmıştır. Kapsam: Çalışma
konusu çeşitli başlıklar halinde toplamda beş bölümden oluşmaktadır. Öncelikle araştırma konusuna
giriş yapılarak; iç mekân düzenindeki ofis plan tiplerine ve ofis iç mekân tasarımında etkili olan temel
tasarım ilkeleri ve ofis iç mekân tasarımındaki renk kavramı çeşitli algısal etki başlıkları halinde
irdelenmiştir. Bir sonraki bölümde, önceki bölümlerde incelenen literatür bilgileri ışığında; renk
kullanımının etkin olduğu, Türkiye ve yurtdışından ikişer ofis iç mekân tasarım örneği seçilerek, bu
örnekler üzerinde çeşitli tespitler ve tablolara yer verilmiştir. Son bölümde ise, sonuç ve öneriler başlığı
altında, bölümlerin incelenmesiyle oluşan çeşitli çıkarımlara, bu çıkarımlar eşliğinde incelenen
örneklerin yorumlanmasıyla elde edilen bazı verilere yer verilerek tespitler ve öneriler yer almaktadır.
Sınırlılıklar: Çalışmada incelenen literatürel bilgiler, Türkiye’den ve yurtdışından seçilmiş, ofis iç mekân
tasarımında renk kullanımının etkin olduğu ofislerde değerlendirilen verileri barındırmaktadır. Yöntem:
Çalışmada örnekleme yöntemi kullanılarak, iç mekân tasarımda renk seçimi hakkında çeşitli tespitlere
yer verilmiştir. Seçilen örneklerde iç mekân tasarlanırken renk kavramı öncelikli olan ofisler seçilmeye
çalışılmıştır. Bu ofislerin yapısal kat farklılıkları ve metrekare farklılıklarının olmasına özen gösterilerek
mekân büyüklüğünde renk tercihlerinin düzeyleri incelenmek istenmiştir. Aynı zamanda seçilen ofis
57
örneklerinin, hizmet verdikleri sektörlerin farklı olmasına özen gösterilmiştir. Böylece sektörel
farklılıklar sonucunda, renk kullanım biçimlerine değinilmek istenmiştir. Toplamda dört adet ofis iç
mekân tasarım örneğine yer verilmiş olunup, seçilen örneklerin ikisi yurt dışında farklı ülkelerde yer
alıp, ikisi Türkiye'de yer almaktadır. Bu bağlamda, sadece ülkemiz çapında değil, global anlamda iç
mekânda kullanılan renkle beraber tasarım sonuçları görülmek istenmiştir. Türkiye'de seçilmiş olan iki
ofis tasarımı yerinde gidip incelenerek iç mekân tasarımıyla alakalı çeşitli fotoğraflar çekilmiştir.
Bulgular: Taranan literatür bilgileri ışığında, mekân algılamasına etkisi olan; ısısal, kütlesel, zamansal,
mekânsal ve işitsel etkilere göre incelenen örnekler üzerinde değerlendirme yapılıp tablolarla
irdelenmiştir. Sonuç ve Öneriler: Ofislerin temel tasarım kriterlerine bakıldığında karşımıza; kullanılan
yapay ve doğal aydınlatma, iç mekânda kullanılan mobilyalar, havalandırma, ergonomi ve renk
seçimleri çıkmaktadır. Renkler görsel bir uyarım dışında işlevsel olarak da birçok etkiye sahiptir. Bir
yapıya ilişkin konstrüksiyonun ve estetiğin bir parçasıdır. Mekânı algılamada, kişinin zihninde farklı
bakış açıları oluşturarak çeşitli illüzyonlar yaratır. Sıcak renkler kişide ortam ısısını normalden daha sıcak
hissetmesini sağlar. Mekânda oluşan herhangi bir sesi daha yakında ve yüksek desibelde algılatır. İç
mekânda bulunan çeşitli mobilya ve objelerin dokusunu daha yumuşak hissettirir. Kişiyi daha aktif ve
dışa dönük yapar. Zamansal anlamda geçen sürenin daha kısa olduğu hissiyatını verir. Soğuk renkler
kişide ortam ısısını normalden daha soğuk hissetmelerine neden olur. Mekânda oluşan sesi daha uzakta
ve düşük desibelde algılatır. İç mekânda bulunan çeşitli mobilya ve objelerin dokusunu daha sert
hissettirir. Kişiyi daha pasif ve içe dönük yapar. Zamansal anlamda geçen sürenin daha uzun olduğu
hissiyatını verir. Ofis iç mekân tasarımlarında farklı yapı elemanlarında ve donatılarda kullanılan renk
çeşitleriyle, mekânda bulunan çalışanlar üzerinde pozitif etkiler oluşturarak üretilen fikir ya da üründe
verimlilik arttırılabilir. Yüksek konsantrasyon gerektiren ofis iç mekân bölümlerinde soğuk renkler
tercih edilerek çalışanın işine daha çok odaklanmasını, ilgisinin içe dönük bir şekilde devam etmesini
sağlayabilir. Ofiste fonksiyon farklılıklarına göre renk tercihleri yapılarak, mekânlarda yapılması istenen
eylem algısı kullanıcıya daha çok hissettirebilir. Çalışanlar üzerinde motivasyon, yaratıcılık, konfor ve
sosyal iletişim ortamlarının oluşturulması kullanılan renklerle sağlanıp daha da arttırılabilir. Mekân
algılama etkilerine göre çalışma kapsamında incelenen örneklerde yapılan analizler sonucunda
Apostrophy’s ofisi her etkide de olumlu yansımalar göstermektedir. Lego ve PwC ofisleri de işitsel etki
dışında karşımıza olumlu örnekler olarak çıkmaktadır. Alice BBDO ofisi ise yalnızca mekânsal ve işitsel
etkilerde olumlu olarak görülüp, diğer etkilerde incelenen üç örneğe oranla olumsuz olarak karşımıza
çıkmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Ofis yapıları, İç Mekân Tasarımı, Renk, Mekânsal Algı, Ofis İç Mekânında Algı
Yazar Notu: Bu çalışma Dr. Öğr. Üyesi Ebru YAZGAN SERİNKAYA tarafından danışmanlığı yapılan
Gaziantep Üniversitesi, Fen Bilimleri Enstitüsü, Mimarlık Anabilim Dalı’nda yapılmış/yayınlanmış Gonca
Nakışcı’nın “Ofis İç Mekân Tasarımında Rengin Kullanımı” konu başlıklı yüksek lisans tez çalışmasından
türetilmiştir.
58
OTEL LOBİLERİNİN ENGELLİ KULLANICILARA YÖNELİK KURGULANMASI
Anday TÜRKMEN1, Emel İŞLEYEN2
Arş. Gör., İstanbul Gedik Üniversitesi, GSMF, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, 34876 İstanbul
e-posta:
[email protected]
1
Dr. Öğr. Üyesi, Marmara Üniversitesi, GSF, İç Mimarlık Bölümü, 34660 İstanbul
e-posta:
[email protected]
2
ÖZET
Dünya Sağlık Örgütü’nün 2011 yılında gerçekleştirdiği Küresel Hastalık Yükü çalışmasına göre dünya
genelindeki engelli sayısının yaklaşık olarak 975 milyon olduğu belirtilmiştir. Türkiye İstatistik Kurumu
tarafından gerçekleştirilen Nüfus ve Konut Araştırması’nın sonuçlarına göre ise, Türkiye’de engelli
sayısı 4 milyon 876 bin olarak raporlanmıştır. Diğer bir deyişle, dünya nüfusunun %19,2’si, Türkiye
nüfusunun ise, %6,6’sı yaşamını bir tür engellilik ile sürdürmektedir. Söz konusu sayısal verilerin
ışığında, seyahat olanaklarının gelişmesi ve engelli bireylerin turizm faaliyetlerinde önemli bir niş pazar
haline gelmesi ile birlikte erişilebilir konaklama yapılarının kurgulanması önemli bir tasarım kaygısı
olarak karşımıza çıkmaktadır.
Giriş, karşılama ve bekleme gibi birçok görevi üstlenen lobi çevrelerini erişilebilir kılmayı ve engellilik
kavramının getirdiği sınırlılıklar doğrultusunda tasarım olgusu ile otel lobi alanları arasında erişilebilirlik
ölçeğinde iletişim kurabilmeyi amaçlayan bu araştırmanın birincil amacı, otel yapılarında yer alan ve
ortak kullanım alanlarına ulaşımı mümkün kılan lobi alanlarının erişilebilir kılınmasına yönelik kuramsal
sınırlılıklara farklı bir bakış açısı kazandırmak ve güncel standartlardan beslenen tasarım yaklaşımları ile
tüm ziyaretçiler tarafından erişilebilir lobi alanları sunabilmektir. Engelliliğe yönelik mevcut yazına katkı
sağlamak, otel lobilerinin mekânsal kurgusuna ilişkin pratik bilgi geliştirmek ve üretilen bu bilgileri
bütüncül yaklaşımlar ile diğer konaklama tesisleri için de kullanılabilir kılmak ise araştırmanın ikincil
amacını tanımlamaktadır.
Öncelikli fonksiyonu müşterilerin konaklama ihtiyacını karşılamak olan ve sosyoekonomik koşullara
bağlı olarak bazı tamamlayıcı yan hizmetleri de sunabilen otel yapılarında ortak kullanım açısından
yoğun talep gören ve hizmet almak üzere otele gelen ziyaretçilerin iletişim kurduğu ilk mekân olarak
ziyaretçilere otelin tarzı ya da sınıfı hakkında fikir veren ve müşteri kabul, müşteri kayıt, bilgi alma gibi
otelin ön büro hizmetlerini sağlayan karşılama alanları (resepsiyon) ile birlikte bekleme alanlarını da
organizasyon şemasında barındıran lobi çevrelerinin erişilebilir kılınması araştırmanın kapsamını
oluşturmaktadır.
Tanımlanmış tüm engelli gruplarının, otel yapısındaki ortak kullanım alanlarının sunduğu olanaklara
erişebilmesine imkân tanıyan tasarım pratiklerinin üretilmesi bu araştırmanın kapsamını aşan
disiplinler arası bir taahhüt olarak kabul edilmiş ve mekân algısına ilişkin bilişsel önermelere ya da
uzmanlık gerektiren özellikli tasarım süreçlerine ihtiyaç duyan zihinsel engelli bireyler çalışmanın
kapsamına dahil edilmemiştir. Bu sınırlılık ölçeğinde, çalışmanın çekirdeğini oluşturan otel lobilerinin
başta görme engelli bireyler olmak üzere; hareket kısıtlılığı bulunan ve yalnızca tekerlekli sandalye,
koltuk değneği, baston ya da yürüteç gibi yardımcı gereçler vasıtasıyla sirkülasyon sağlayabilen engelli
ziyaretçiler için erişilebilir kılınmasına dair düzgüsel tasarımlar geliştirilmiştir.
Otel yapısındaki lobi kullanım alanlarının görsel, işitsel ve fiziksel açıdan erişilebilir kılınmasına yönelik
yaklaşımlar barındıran araştırmanın kuramsal kısıtlılıklarına yenilik getirebilmek ve nesnel yorumlar
59
elde edebilmek amacıyla bilimsel veri toplama tekniklerinden faydalanılmış ve kitap, süreli yayın, tez,
makale ve bildiri gibi yazılı kaynakları içeren kapsamlı literatür taraması yapılmıştır. İncelenen
çalışmalarda kullanılan yöntemler, ölçekler, bulgular, sonuçlar ve önerilerle konuya ilişkin problemin
boyutu saptanmış ve yeterince değinilmeyen noktaların tespiti ile araştırmanın bibliyografik künyesi
oluşturulmuştur. Ayrıca otel lobilerinin engelli ziyaretçiler için erişilebilir kılınmasına yönelik güncel
yaklaşımların tümü ulusal ya da uluslararası ölçekte geçerliliğini sürdüren mimari standartlarla ve
devlet eliyle üretilen yasal düzenlemelerle yorumlanmış ve erişilebilirliğe ilişkin önerilen tasarım
arayışları antropometrik veriler doğrultusunda üretilen teknik anlatımlarla tanımlı hale getirilmiştir.
Otel yapılarındaki lobi alanlarının organizasyonu, çevre etkileri, hedeflenen hizmet kalitesi, müşteri
bağlılığı yaklaşımları ve varsa bağlı bulunduğu zincir tasarım ilkelerinin etkileri göz önüne alınarak
oluşturulan ihtiyaç programı ile birlikte geniş boyutlarda tasarım olgusu içermekte ve farklı özelliklere
bağlı kısıtlılıklar göstermektedir. Çevresel kısıtlılıkların engellilik üzerindeki etkin rolünün fark edilmesi
ile başlayan süreç; engelli bireylerin yaşam kalitesini artırmak için gereken standartların üretilmesini ve
bu standartların yasal düzenlemeler ile koruma altına alınmasını gerekli kılmaktadır. Ancak muğlak,
dinamik, tartışmalı ve belirsiz bir kavram olarak karşımıza çıkan engelliliğin tanımlanması konusunda
dahi aynı düşüncede olunamaması, engelli bireylerin yaşam koşullarına yönelik geliştirilen devlet
politikalarını niteliksizleştirmekte ve üretilen standartların kapsamını belirsizleştirmektedir. Yanlış ya
da eksik uyarlanmış olan standardizasyon çalışmalarının yarattığı kafa karışıklığı ise, yapılı fiziksel
çevrenin erişilebilirliğine ilişkin kısıtlılıklardan biri olarak karşımıza çıkmaktadır. Hedef popülasyonun
antropometrik verilerinin ve fiziksel koşullarının doğru referans alınmadığı tasarım pratiklerine yönelik
önermelerin düzgüsel yaklaşımlar olarak değerlendirilmesi ya da uygulama sürecine doğrudan dahil
edilmesi, erişilebilirliğe ilişkin çözüm sunamayan çok sayıda hatalı standardın toplumsal ölçekte kabul
görmesine sebep olabilmektedir. Bu nedenle ülkelerin gelişmişlik seviyelerinin nitelendirilmesinde,
engellilere sağlanan temel hak ve özgürlüklerin önemli bir karşılaştırma ögesi olarak kabul edildiği
gerçeği dikkate alınmalı ve devlet eliyle üretilen yasal düzenlemelerden ya da standartlardan
beslenilmesi halinde gelişmiş ülkelerin ortaya koyduğu referans yaklaşımlar kabul edilmelidir.
Güncel tasarım paradigmalarının özü niteliğindeki biçimsel kaygılar ile üretilen otel yapıları; engelli
bireyleri sosyal hiyerarşinin önemli bir alt sekmesi haline gelen seyahat hizmetlerinden soyutlamakta
ve konaklama ihtiyacı doğuran turizm faaliyetlerinin önemli bir kısmından mahrum bırakmaktadır. Söz
konusu problemin arka planında ise, yapılı çevreye ilişkin erişilebilirlik sorunları ve bu sorunlara uygun
çözümler üretebilmek için ihtiyaç duyulan kuramsal ilkelerin yanlışlığı, kifayetsizliği ya da sistemsizliği
bulunmaktadır. Konuya ilişkin belirsizlik, özgün çözümlere yönelik planlama süreçlerini ve mekânsal
organizasyon sürecine rehberlik eden tasarım prensiplerinin irdelenmesini gerektirmektedir. Ayrıca
artan rekabet koşullarına bağlı olarak ön plana çıkan müşteri memnuniyetinin süreklilik arz edecek hale
getirilmesi ve tasarım yaklaşımlarını besleyen kaygıların sürdürülebilir olması için otel yapısında birçok
temel işlevi üstlenen lobi alanların erişilebilir kılınması gerekmektedir. Hizmet almak üzere otele gelen
ziyaretçilerin iletişim kurduğu ilk mekân olan ve otel yapısının diğer bölümlerine ulaşımı mümkün kılan
yatay ve düşey sirkülasyon elemanlarının başlangıç alanlarını kapsayan lobilerin engelli otel ziyaretçileri
için tanımlı hâle getirilmesini amaçlayan çalışmanın sonucunda, Türkiye’de engelliliğe ilişkin dizgesiz
birçok bilgi sentezlenmiş ve uluslararası ölçekte geçerliliğini sürdüren tüm güncel yaklaşımların otel
yapılarındaki ortak kullanım alanları ile bağlantısı kurularak erişilebilirlik kavramına disiplinler arası bir
perspektif getirilmiş ve otel ölçeğinde mekân tüketiminin demokratikleştirilmesine katkı sağlanmıştır.
Anahtar Kelimeler: Engelli, Erişilebilirlik, Lobi, Otel, Resepsiyon.
Yazar Notu: Bu çalışma, Dr. Öğr. Üyesi Emel İşleyen danışmanlığında, Anday Türkmen’in 2018 yılında Marmara
Üniversitesi Güzel Sanatlar Enstitüsü İç Mimarlık Anasanat Dalı’nda tamamladığı “Otel Ortak Alanlarının Engelli
Kullanıcılara Yönelik Kurgulanması” başlıklı yüksek lisans tez çalışması esas alınarak hazırlanmıştır.
60
SAĞLIK YAPILARINDA ŞİFA BAHÇELERİ TASARIMI
Yağmur TURGAY1, Gülay KELEŞ USTA2
Mimar, İstanbul Kültür Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, İstanbul
e-posta:
[email protected]
1
2
Prof. Dr. İstanbul Kültür Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, İstanbul
e-posta:
[email protected]
ÖZET
İnsanlık tarihi boyunca insan sağlığı ile ilgili çalışmalar, tedavi yöntemleri gelişmiş, tedavi yöntemlerine
bağlı olarak mekân düzenlemeleri yapılmıştır. Çoğu kültürde hastaların iyileştirilmesine yönelik olarak,
tıbbi müdahalelerin yanı sıra hasta psikolojisini ön planda tutan, iç ve dış mekân düzenlemelerinin nasıl
olması gerektiğine ilişkin çalışmalar yapılmaktadır.
Mimarlık tarihine baktığımızda, insan sağlığına yönelik şifahaneler, hastaneler vb. yapılarda mekân
kurgusu ve tasarımı anlamında önemli gelişmelerin olduğu gözlemlenmektedir. Bu anlamda iyileştirme
bahçeleri olarak da bilinen şifa bahçeleri önemli mekânsal kurgulardır.
Genellikle sağlık hizmetlerine yardımcı olarak kullanılan yeşil alanlara “şifa bahçeleri” denilmektedir.
Hastaların tedavileri sırasında kendilerini psikolojik olarak iyi hissetmeleri için yapılmış olan şifa
bahçeleri, tarihsel süreçte önemli bir yere sahiptir.
Şifa bahçelerinin tarihsel gelişimine baktığımızda, ilk yazılı metin 5.000 yıl öncesinde Sümerlerin
Gılgamış Destanında görülür. Değişik kültürlerden etkilenen şifa bahçeleri, batıda manastır
bahçelerinde uygulanmıştır. Selçuklularda, Kayseri Gevher Nesibe Darüşşifası ve Osmanlılarda ise
Edirne’deki II. Beyazıt Darüşşifası’nda olduğu gibi tedavi yerlerinde şifa bahçeleri yer almaktadır.
Bilimsel olarak ilk şifa bahçesi 1798’de ABD’de uygulanmıştır. Şifa bahçelerinde “sera uygulaması” ise
1813 yılında yapılmıştır. İlk profesyonel kurum olan “Bitki Yetiştiriciliği ile Tedavi ve Rehabilitasyon
Ulusal Konseyi” 1973 yılında kurulmuştur (AHTA). Cumhuriyet döneminde ise sanatoryum ve akıl
hastanelerinde hastaların kullanabileceği avlu ve bahçe uygulamaları görülür. Heybeliada Sanatoryumu
bu dönemin önemli örneklerindendir.
Dünyadan güncel tasarım örneklerine bakıldığında, Irak’ ta “savaş mağduru” çocuklar için tasarlanan
“hayvan bakımı” destekli Jiyan Şifa Bahçesi, California’da “yaralı savaşçılar” için tasarlanan “hasat
yoluyla şifa” destekli Harvest Home, Singapur’da hastane içerisinde “hastaları mümkün olduğunca
yürütmek” için tasarlanan Yishun Toplum Hastanesi, Avusturalya’da hastanenin her bölümü için farklı
katlarda tasarlanan “çatı bahçeleri” örnekleri verilebilir.
1990 sonrası hızlı kentleşmeye paralel olarak gelişen psikolojik rahatsızlıklar, hastane bahçelerinde
hastalar kadar “refakatçi ve ziyaretçilerin” de dikkate alınması gerektiğini ortaya koymuştur. Ayrıca,
hastalara hizmet veren hastane çalışanlarının da psikolojilerini dikkate alarak, onların da bahçeden
faydalanmaları düşünülmektedir. Tabii ki hasta, çevresi ile huzur bulur. Şifa bahçelerinin hastaların
dikkatini başka tarafa çekerek huzur verdiği, stresten uzaklaştırdığı, psikolojik ve fiziksel yönden
güçlendirdiği, kendine güveni arttırdığı, becerilerini geliştirdiği ve yeni beceriler kazandırdığı, kayıp ve
üzüntüleriyle başa çıkmalarında yardımcı olduğu, duyularını geliştirdiği, yaşam kalitesini arttırdığı,
hafızalarını yenilediği, motivasyonlarını arttırdığı, kendilerini rahat ve huzurlu hissettirdiği, sosyal
61
iletişimlerini arttırdığı, doğa ile yakınlaştırdığı, vücutlarının daha dengeli durumda olmasını sağladığı,
dikkat sürelerini arttırdığı, kısacası kendilerini iyi hissetme hali sağladığı görülmüştür.
Hastaların tedavileri sırasında kendini iyi hissetmelerine yardımcı olan şifa bahçeleri, fiziksel
rahatlamalarını sağlamak, stresini azaltmak, hafızalarını yenilemek, fiziksel hareketlerini ve kas
gelişimlerini sağlamak, aktif ya da pasif hareketlerini gerçekleştirdiği, kısacası iyi olma hislerini sağlayan
açık alanlardır. Bu alanlar hastaların gözlem, dinlenme, gezinme, dolaşma, oturma aktivitelerini de
içerir. Sağlıklı insanların da çeşitli şekilde faydalandıkları bu alanlar özellikle huzur evi, rehabilitasyon
merkezleri ve hastane gibi tedavi kurumlarının bahçeleri için düşünülmektedir. Şifa bahçelerinin tedavi
amacı yoktur. Tedaviden artan zamanlarında stresi azaltmak, iyileşmelerindeki kendisine olan güveni
kuvvetlendirmek, cesaretlendirmek, hastalıklarla mücadele edebilmeleri için moral vermek,
dinlenmelerini sağlamak, iletişim duygularını arttırmak, hastane ortamından uzaklaştırmak vb. gibi iyi
hissetmelerini sağlayıcı hizmetler sunmak temel amaçtır.
Ülkemizde örnek olabilecek şifa bahçesi tasarımlarının güncel örnekleri çok yaygın olmamakla birlikte,
yeni yeni uygulamalar görülmeye başlanmıştır. Denizli’de Merkez Efendi Belediyesi ve Türkiye
Alzheimer Derneği’nin ortaklaşa gerçekleştirdiği hobi bahçesi, Büyükçekmece Belediyesi’nin engelliler
için tasarladığı hobi bahçesi ve Antalya’da özel eğitim ve rehabilitasyon merkezinde oyun, hobi, spor,
bitki yetiştiriciliği ve hayvan destekli terapi alanları örnek olarak verilebilir.
Hastanın tedavisinin yanı sıra psikolojisi üzerinde olumlu etkiler yaratacak şifa bahçelerinin
oluşturulmasında yeşilin türü ve düzeni, iç- dış mekân ilişkisi, kullanılan donatılar, bahçe mekânının
işlevsel kurgusu vb. gibi konularda tasarım kararları önemlidir. Çünkü iyi tasarlanmış, mekânsal kalitesi
yüksek bahçelerin hasta üzerindeki olumlu etkisi daha fazla olacaktır.
Avrupa’daki örneklerde 1700’lü yıllarda peyzaj mimarlarından yararlanılarak bahçe düzenlemeleri
yapıldığı ve bu konular belgesellerle toplumla paylaşılmışken, ülkemizde günümüzde birçok büyük
hastanenin bahçesiz tasarlanıyor olması konunun öneminin yeterince kavranmadığının bir kanıtıdır. Bu
nedenle, bu tür kuruluşların resmî kurumlara müracaatlarında, şifa bahçelerinin önemi vurgulanarak
proje aşamasında müdahale edilmelidir. Bu amaçla bilim insanları, medya kuruluşları, toplum bilinci
yaratmak üzere yardımcı olmalıdır. Ülkemizde de şifa bahçesi tasarım örneklerinin daha çok görülmesi
beklenmektedir.
Bu çalışma kapsamında, tedavi merkezlerinde hasta, hasta yakınları, yaşlı, çocuk ve engellilerin
faydalanabileceği doğa ile özdeşleşmiş, ihtiyaçlarına uygun iyileştirme bahçeleri olarak bilinen “şifa
bahçelerinin” tarihsel gelişimi irdelenerek, literatür taramasıyla birlikte yukarıda bahsedilen örneklere
ilave olarak Schneider Şifa Bahçesi ve Nelson Mandela Çocuk Hastanesi gibi ülkemizden ve dünyadan
başarılı tasarım örnekleri incelenerek “güncel tasarım prensipleri” ortaya konmaya çalışılacaktır. Ayrıca
hastane, huzurevleri, yaşlı bakımevleri, kanser tedavi merkezleri, engelli evleri gibi şifa bahçelerinin
ihtiyaç olduğu bilincini yaratma amacını taşımaktadır. Bu konuda yapılan literatür incelemesi
sonucunda, kanser hastalarında bahçelerin kokusuz olması gerektiği gibi alzheimer hastaları, engelliler,
çocuklar, savaş mağdurları, yaşlılar ve hastanede yatan hastalara uygun şifa bahçelerinin özel
tasarlanması gerektiği tespit edilmiştir. Bu özel tasarım bahçelerinin her biri için ayrı ayrı ve hepsi için
ortak temel tasarım ilkelerinin olması gerektiği, yeni sağlık yapıları tasarımlarında iç ve dış mekân
kurgularında “şifa bahçesi” mekânlarının oluşturulmasının önemine değinilecektir.
Anahtar Kelimeler: Şifa bahçeleri, İç dış mekân ilişkisi, Sağlık yapıları, Yeşilin kullanımı
62
TASARIM EĞİTİMİNDE SEZGİSEL SÜREÇLERİ DESTEKLEYEN BİR ARAÇ OLARAK
ZİHİNSEL İMGELEMİN İNCELENMESİ
Elif AKTAŞ YANAŞ1
Arş. Gör., Özyeğin Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, 34794 İstanbul,
e-posta:
[email protected]
1
ÖZET
Tasarımcılar, sıklıkla daha önceden karşılaştıkları durum ve nesneleri zihinlerinde yeniden
deneyimleyerek tasarım sürecine dâhil ederler. Bu süreçte tasarımcılar yeni nesneler ve ilişkiler
keşfeder, ancak daha da önemlisi, hayal gücü aracılığıyla daha önce hiç görmedikleri yeni durumları ve
nesneleri deneyimleyebilirler. Zihinsel imgelem olarak adlandırılan bu özellik, tasarımda önemli rol
oynar. Tasarımcı zihinsel imgelem yaparken, imgeleri zihninde yaratır, çizer, dönüştürür ve inşa eder.
Bu sebeple zihinsel imgelem bir çeşit tasarım yöntemidir. Bu bağlamda, çalışmada zihinsel imgelem
yalnızca görsel bir süreç değil aynı zamanda bir yapma eylemi olarak ele alınmıştır. Bir şeyi algılamak
için onu sadece görmek yetmez. Gördüğümüz şeyi yorumlamamız ve zihnimizde yeniden inşa etmemiz
gerekir. Benzer şekilde zihinsel imgelem, hafızada var olan imgelerin sadece geri çağrılması değil, aynı
şekilde onların yorumlanmasıdır.
Bu çalışmada zihinsel imgelemin tasarımda içsel süreçleri, özellikle sezgiselliği nasıl etkilediği ele
alınmıştır. Çalışma imgelemi yalnızca bizim içimizde gerçekleşen, dokunamadığımız mistik bir alan
olduğu görüşünden çıkarmayı amaçlanmaktadır. İmgelem yalnızca görsel bir süreç değildir.
Çocukluktan itibaren öğrendiğimiz diğer her şey gibi imgelem de kavramsal dünyamıza
anlamlandırmamıza yardımcı olan bir yapma biçimidir. İmgelemin zihnimizde nasıl temsil edildiğinden
bağımsız olarak, deneyim ve akıl yürütmeyle birlikte bir bilgi inşa etme sürecidir. Benzer durum
sezgisellik için de geçerlidir. Sezgi tasarımcısının geçmiş bilgi ve deneyimlerinin bir sonu olarak ortaya
çıkar. Bu bakış açısıyla, bu çalışma zihinsel imgelemin sezgisel süreçlerin destekleyen bir çeşit tasarım
yöntemi olduğunu görüşü üzerine kurulmuştur. Bu görüşün izlerini ise bundan yarım yüzyıl öncesindeki
bir eğitim pedagojisinin içinde, Bauhaus‘ta, bulmak mümkün olmuştur. Bu bağlamda imgelem ampirik
bir çalışmayla incelenmek yerine, kavramsal bir çerçevede ele alınması tercih edilmiştir. Bu izleri daha
yakında izlemek amacıyla Bauhaus eğitimcilerinden Moholy-Nagy’ın eğitim pedagojisine bakılmıştır.
Fiziksel deneyimin motor becerileri geliştirmenin yanı sıra imgelem dünyamıza da katkı sağladığı bir
bakış açısıyla incelendiğinde, Moholy-Nagy’ın Bauhaus‘ta benzer bir bilgi üretimi desteklediği
düşünülmektedir. Moholy-Nagy eğitim pedagojisi, tasarımı sezgisel bir pratik olarak görüyordu.
Moholy-Nagy de bir sanatçıydı ve Bauhaus ‘ta estetiği ön plana çıkarmaya çalışıyordu. Bu yüzden
tasarım eğitiminin sezgisel süreçlere hâkim olan sanatçılar tarafından verilmesi gerektiğini
savunuyordu. Bunu yaparken kendisini yalnızca sanat ile sınırlandırmamıştı. Deneyim, Moholy-Nagy’ın
pedagojisinin önemli bir parçasıydı. Her şeyden öte, tasarımcı kimliği yetiştirmeye çalışıyordu.
Nagy kendi çağının getirdiği teknolojik araçların farkındaydı. Her çağın belli bir optik odak noktası
olduğu düşünüyordu. Kendi çağı için bu film ve fotoğraftı. Birçok temsil aracını bir arada kullanarak,
yeni görme biçimleri yaratmayı hedefliyordu. Birden fazla tekniği bir arada kullanarak, fotomontaj
tekniğini geliştirdi ve yeni görme biçimleri yarattı. Peki ya biz kendi çağımızın getirdiği teknolojik
araçların görme biçimimizi nasıl etkilediğinin farkında mıyız? Kendi çağımızın, daha da önemlisi
geleceğin görselliği nasıl bir biçimde ortaya çıkacak? Yapay zekâ, sanal gerçeklik, simülasyonlar,
63
artırılmış gerçeklik, dokunmatik ekranlar, akıllı yüzeyler, hologramlar, gibi teknolojiler kuşkusuz
günümüzde görsel ve sezgisel düşünme biçimlerimizi dönüştüren araçlardan bazıları. Hızla değişen
teknolojik araçlar ile birlikte sezgiselliğimiz de şekillendi ve şekillenme devam edecek. Sorun şu ki; bu
değişim tasarım eğitimine ve tasarım stüdyolarına nasıl yansıdı? Kişisel dizüstü bilgisayarların stüdyoya
girmesiyle birlikte sözel ve sezgisel iletişim, azalalı çok oldu. Artırılmış gerçeklik, hologram gibi yukarıda
bahsedilen ve bir ekrana bağlı kalmaksınız hareket kabiliyetini arttıran görece daha sezgisel bu araçların
tasarım eğitimine nasıl entegre edileceği halen tartışılmaktadır. Çağımızda, stüdyo eğitiminde sezgisel
süreçleri destekleyen daha iyi bir temsil ortamına ihtiyaç duyulduğu ise eğitimci ve tasarımcıların
üzerinde fikir birliğine vardığı bir konudur. Bu bağlamda, kendi çağını çok iyi yorumlayan bir tasarım
okul olan Bauhaus’un ve onun öncü eğitimcilerinden Nagy’ın öğretilerinden hala ders çıkarmak
mümkün görünmektedir. Değişen teknolojiye rağmen Nagy’ın görüşlerinin bir kısmı hala geçerlik
taşımaktadır.
Bu çerçevede, çalışma iki kısımdan oluşmaktadır. İlk kısmında zihinsel imgelem kavramına dair temel
görüşler ve tartışmalar paylaşılmıştır. Bu kısımda öncelikle zihinsel imgelemin görsel düşünceyle olan
ilişkisi ve tasarımcı bakış açısıyla nasıl yorumlandığına dair bir alt yapı sunulmuştur. Bunu takiben,
zihinsel imgelemin zihnimizde nasıl gerçekleştiği, zihinsel imgelemin algı ve yapma ile olan ilişkisine
dair alana ait bilgiler verilmiştir. Bu bilgiler ışığında, zihinsel imgelemin nasıl ele alındığına dair bir
çerçeve sunulmuştur. Bu çerçevede, zihinsel imgelemin beden-zihin ilişkisini güçlendirdiği ve
tasarımcıların sezgisel süreçlerini desteklediği düşünülmektedir. Çalışmanın ikinci kısmında, sezgisel ve
içsel süreçleri destekleyen bir eğitim pedagojisi üzerinden bu ilişki araştırılmıştır. İçsel dönüşümleri
destekleyen “süreç-odaklı” bir eğitim modeli olması dolayısıyla Moholy-Nagy’ın Bauhaus Chicago’daki
eğitim pedagojisi incelenmiştir. Kendi çağını çok iyi yorumlayan bir tasarım okul olan Bauhaus’un ve
onun öncü eğitimcilerinden Moholy-Nagy’ın öğretileri üzerinden sezgisel süreçlerin zihinsel imgelem
ile olan ilişkisi araştırılmıştır. Bu çerçevede, Moholy-Nagy’ın eğitim pedagojisi kendisinin sıklıkla
başvurduğu ve imgelem ile doğrudan ilişkili olduğu düşünülen iki araç üzerinden irdelenmiştir; temsil
ve fotoğraf. Son olarak tartışmalar kısmında söz konusu sezgiselliğin günümüzdeki durumu görsel ve
imgesel araçlar üzerinden tasarım stüdyoları özelinde tartışılmıştır.
Anahtar Kelimeler; Zihinsel İmgelem, Moholy Nagy, Tasarım Eğitimi, Tasarım, Tasarımda Zihinsel
Süreçler
64
TASARIMA İNTERDİSİPLİNER BİR BAKIŞ: SOLAR EV TASARIMI
Selin MUTDOĞAN1
Doç. Dr., Hacettepe Üniversitesi, Güzel Sanatlar Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü, 06800,
Beytepe Ankara, e-posta:
[email protected]
1
ÖZET
Üniversitelerde lisans düzeyinde verilen tasarım eğitimi teorik bilginin ışığında bilgisayar ortamında
modelleme ve maket yapım yöntemleri kullanılarak tasarım yapma şeklinde gerçekleşmektedir. Bu
yaklaşımda tasarımın gerçeğe dönüştürülmesinden ziyade öğrenilen bilgilerin tasarıma nasıl yansıtıldığı
ve problemlerle baş ederken yaratıcılığın öne çıkıp çıkmadığı sorgulanmaktadır.
Günümüz tasarım sürecinde “mekân tasarımını” etkileyen yeni girdiler bulunmaktadır. Bunlar 21.
Yüzyılın bilimsel, teknolojik, ekonomik, toplumsal, siyasal alandaki hızlı değişimlerini içermektedir. Bu
değişimler üniversite eğitiminde de göz önünde bulundurulmakta ve öğrencinin iş hayatına donanımlı
bir şekilde başlayabilmesi için derslerin içeriklerinde ve uygulama yöntemlerinde çeşitli yenilikler
denenmektedir.
Üniversitelerin bilgi üretme mekanizmaları günümüze kadar içine kapanık bir şekilde gelişmiştir.
Varolan bu bilgi üretim sistemi hem zaman endişesi taşımamakta hem de ‘gerçek dünya’nın sorunlarına
yeterince eğilmemektedir. Bu sistemin değişmesi için üniversiteler, disipliner bilgi üretim
yaklaşımından sıyrılıp, disiplinler arası hatta disiplinler ötesi (Transdisipliner) bilgi üretim
metodolojilerini benimsemeli ve buna uygun yapılanmasını gerçekleştirmelidir. Böylece akademik
kaygıların önde olduğu içe kapanık bilgi üretim yaklaşımından, günlük hayatın içinde, diğer bilgi
üreticileri arasında onlarla yakın çalışma sistemi geliştirilebilmektedir. Bu yaklaşımın özünde de
üniversite-sanayi işbirliği bulunmaktadır.
Özellikle son yıllarda üniversite-sanayi işbirliğinin İki taraf içinde faydalarının anlatıldığı ve uygulama
örneklerinin üzerinde durulduğu bilimsel çalışmalar çoğalmıştır. Bu çalışmalar içinde özellikle vurgu
yapılan noktalardan biri de küçük ve orta ölçekli sanayi ağırlıklı, geleneksel sektörlere yönelik üretim
yapan, Ar-Ge yatırımının düşük olduğu ve geliştirme çalışmalarında dış desteklerden pek
yararlanmayan endüstri yapıları için, bölgesel üniversitelerin anahtar rol üstlenebileceği vurgusudur.
Tasarım alanında da bu işbirliğinin arttırılması için üniversitelerde çeşitli uygulamalar geliştirilmeye
başlanmıştır. İşletme ve mühendislik, tasarım eğitiminin içine dâhil edilmiş ve tasarım ile beraber diğer
disiplinler arasında (endüstriyel tasarım mühendisliği) ortaklaşa programlar oluşturulmuştur. Bu
yaklaşımla lisansüstü eğitimlerde “işletme ve tasarım, tasarım ve mühendislik programlarında veya
bütünleşik lisans programlarında (tasarım mühendisliği… vb.) artış yaşanmıştır. Özyeğin Üniversitesi,
Tasarım, Teknoloji ve Toplum lisansüstü programı ve Gazi Üniversitesi, Endüstriyel Tasarım
Mühendisliği Programı tasarım alanını içeren disiplinler arası programlardan bazılarıdır. Disiplinler arası
yaklaşımın tasarım eğitiminde odak noktası haline gelmesi eğitim kurumlarındaki değişimde de
görülmüş ve Aalto Üniversitesi “Helsinki School of Economics, Helsinki University of Technology ve The
University of Art and Design Helsinki’nin bir araya getirilmesi sonucu Finlandiya’da ilk disiplinler arası
üniversite olarak kurulmuştur. Dolayısıyla, tasarım eğitimindeki disiplinler arası yaklaşımlar yeni
programlar oluşturma, müfredat yenileme veya tasarım eğitimi veren kurumları farklı bir anlayış ile
kurma çerçevesinde olmuştur.
65
Hacettepe Üniversitesi İçmimarlık ve Çevre Tasarımı Bölümü’nde son yıllarda mobilya ve inşaat
sektörlerinde bulunan çeşitli firmalarla ortak projeler yürütülmüştür. Gerçekleştirilen proje çalışmaları
göstermiştir ki tasarım öğrencisi gerçek bir müşteri için hayata geçirilecek bir mekân veya mobilya
tasarlarken motivasyonu normal bir proje dersine göre çok daha fazla olmaktadır. Bu işbirliklerinin biri
olan “solar ev” projesi, 3. Sınıf seçmeli dersi kapsamında sürdürülebilirlik, yenilenebilir enerji ve tasarım
kavramlarının öne çıkartıldığı bir yaklaşımla yürütülmüştür.
Güneş enerjisi üzerine çalışmalar yürüten İstanbul menşei bir firma, kendi üretim yaklaşımlarını en iyi
şekilde yansıtacak, konumu belirlenmiş bir alanda konut projesi yapılmasını istemiştir. Projenin
kısıtlarını ve kullanılması gereken sistemleri, mekânların ortalama büyüklüğünü, işlevlerini ve öne
çıkması gereken unsurları öğrencilere önceden detaylı bir şekilde sunmuşlardır.
Ders kapsamında öğrenciler öncelikle sürdürülebilirlik, yenilenebilir enerji ve güneş enerjisi ile ilgili
detaylı araştırmalar yapmış, sunulan arazi hakkında bilgi edinmişlerdir. Sonraki süreçte kavramsal alt
yapı oluşturularak tasarım süreci başlatılmıştır. Proje derslerinden farklı olarak tasarım sürecinde
projelere işverenin istekleri dikkate alınarak kritik verilmiştir. Bu yaklaşım öğrencileri kısıtlayıcı ve
zorlayıcı olmuş, teorik tasarım bilgisinin ötesine geçen farklı disiplinlerde bilgi sahibi olmayı gerektiren
bir süreç haline gelmiştir. Süreç içinde öğrencilerin zorlandıkları kriterler veri olarak toplanmıştır.
Jürilerin şirkette çalışan farklı meslek dallarına mensup kişiler tarafından yapılması, öğrencilerin sadece
estetik, fonksiyon ve ulaşılabilirlik gibi temel tasarım kavramlarının çok ötesinde tasarım girdilerinin
olduğunu anlamalarını sağlamış ve gerçekçi yaklaşımlarla mekân oluşturmanın zorluğunu
kavramışlardır.
Dersin sonunda toplam 16 öğrenciye açık uçlu sorular sorularak birebir görüşme gerçekleştirilmiştir.
Ders ve projenin tasarım süreci hakkında düşünceleri öğrenilmiştir. Bu görüşmeler 5 ana soru kalıbı
çerçevesinde gerçekleştirilmiştir. Bunlar tasarım süreci diğer stüdyo derslerinden farklı mı
gerçekleşti ?, Proje derslerinden farklı ne tür motivasyonlarınız oluştu ?, Jüri üyelerinden aldığınız
kritikler hocalarınızın kritiklerinden farklı mıydı ?, Beğenilen noktalar sizi şaşırttı mı ? ve son olarak
hocanızın yönlendirmesi farklı mıydı ?. Görüşmelerde özellikle öğrencileri motive eden ve zorlayan
kriterler üzerinde durulmuştur. Aynı şekilde jüriye katılan şirket çalışanlarının görüşleri alınmış, çalışan
elemanları ile öğrencilerin anlayış, tasarım, konuya yaklaşım vb. konulardaki farklılıklar öğrenilmiştir.
Jüriye katılan şirket çalışanlarına açık uçlu 4 soru sorulmuştur. Bunlar neden böyle bir çalışma sistemine
gerek duydunuz ?, Ofisinizde çalışan tasarım elemanları ile öğrencilerin arasındaki farklar nelerdi?,
Öğrencilerin eksikleri nelerdi ? ve son olarak çıkan ürünler ve tasarımlar gerçek hayatta uygulanabilir
mi ?
Sonuç ürün olarak ortaya çıkan konut tasarımları hem öğrenciyi hem de şirket çalışanlarını etkileyecek
derecede gerçeğe yakın ve uygulanabilir olmuştur. Bu özelliklerin ön plana çıkması öğrencilerin
yaratıcılıklarını kısıtlamamış aksine 2 kavramı tek projede göstermenin heyecanını yaşamışlardır.
Öğrenciler ayrıca konu hakkında öğrendikleri teorik bilgilerin uygulamada değişim gösterebileceğini,
tasarımcı ile uygulayıcı arasındaki düşünce farklarını ve önceliklerini görmüşlerdir.
Şirket çalışanları ise iş hayatında teknik altyapıların ve maliyetlerin en büyük sınırlayıcılar olduğunun
ama üniversite öğrencilerinin böyle bir önceliğinin olmamasından dolayı çok daha yenilikçi ve özgür
tasarımlar yaptıklarını belirtmişlerdir. Ayrıca piyasada kendini tekrar eden düşünce sistemlerinin de
önüne geçilmiş olunduğunu belirtmişlerdir.
Anahtar Kelimeler: Konut tasarımı, güneş enerjisi, sürdürülebilirlik, interdisipliner eğitim
66
TASARIMDA GİYİM KURAMI YAHUT TEZYİNAT: ORYANTALİST BİR MEKÂNSAL
TEZAHÜR OLARAK MARAKEŞ ESKİ ŞEHİR ÖRNEĞİ
Büşra DİLAVEROĞLU1
Arş. Gör., Fatih Sultan Mehmet Vakıf Üniversitesi Mimarlık Fakültesi, İstanbul,
Mohammed VI Politeknik Üniversitesi, Ben Guerir, Marakeş, e-posta:
[email protected]
1
ÖZET
Süsleme (ornamentation) modern mimarlığa bir üslup problemi olarak ilk kez Adolf Loos ile girmiştir.
‘Süsleme ve Cürüm’ isimli makalesi ile tartışmaya açılan süsleme; mekân, ev ve sosyal yapının
belirlendiği bir kategori olarak açığa çıkar. Loos için modernlik bir maskeye ihtiyaç duymak anlamına
geldiğinden, kentsel hayatta eşitlenmek ve denge kurabilmek adına süslemeden arınmak gereklidir.
Bununla birlikte süsleme fikrinin ‘cürüm’ olarak anıldığı bu anlayışın karşısına Semper’in ‘Giydirme’
kuramıdır. Semper’e göre mimarlık süsleme ile başlar ve süsleme inşa edici bir unsur olarak yapının
ontolojisini belirleyen şeydir. Bu anlamda Semper’de mekân fikri bir dokuma anlayışına dönüşür. Bu
‘dokuma’nın içinde mekânlar kıvrımların, süslemelerin ve yüzeylerin sürekliliği ile belirlenir.
Semper’e göre mimarlığın kökeninde inşa edilmiş olanı maskelemek vardır. Bu maske toplumsal hayatı
örer ve işaretleri inşa eder. Bu mekânlar içinde yaşamaktan ziyade giyilen bir tür semboller bütünüdür.
Bu süsleme ve yalınlık arasındaki fark modern mimarlığın temel noktalarından birini oluşturacak ve
modernizme beyaz yüzeylerini ve nötr mekânlarını verecek, sözde malzemeye dürüstlüğünü, mekâna
işlevsel yalınlığını iade edecektir. Salt işleviyle anılacak olan bu mimarlık, Corbusier’da bir makineye
dönüşecek ve modern mimarlık böylece süslerinden arınacaktır. Bu anlamda Semper ve Loos karşı
karşıya konulurken, süsleme ve bezeme de modern mimarlık ile geleneksel mimarlık arasındaki sınırı
kesin biçimde ayıran bir çizgi olarak görülecektir.
Yapı böylece; strüktür (structure) ve süsleme (ornamentation)’dan oluşan ikili bir dikotomi üzerine
oturtulur ve süslerinden arındırılarak, salt özüne yani strüktürüne döndürülmeye çalışılır. Söz konusu
olan alternatif mimarlık örneklerinde de süsten arınmış her yapma biçimi ‘modern’ olarak anılmıştır.
Tarihsel olan yapma biçimleri ise ‘süsleri’ ile tanımlanmıştır. Sözgelimi salt geometrilerin kompozisyonu
ile yorumlanabilecek olan bir geleneksel mimarlık, süsleme ile bezenmiş olan çağdaşlarından daha
modern bulunabilir. Bu süslemenin bir dekorasyon elemanı olarak kullanıldığı anlayış farklı
coğrafyaların mimarlık yapma biçimlerini değerlendiren bir ‘bakış’ı mimarlığın odağına yerleştirir.
Sözgelimi bu çerçeve ile Kurtuba Camisine bakan biri, mekânın içinde bitmek tükenmek bilmeyen
bezemelerin, mekânın içinden dışına, dışından sokaklarına kadar akan bezemelerini anlamlandırmakta
zorlanır. Neredeyse bir tekstile dönüşen duvarlar, zeminler doğulu bir oryantalizmin geri kalmış bir
fotoğrafı gibi algılanır, bu bağlamda da öteki bir zeminde inşa edilir.
Süslemenin mimarlığın kökenini oluşturduğu görüşü Semper’ci bir maske anlayışının ötesinde bir inşa
etme biçimi olarak Cansever’de açığa çıkmıştır. Mukarnas üzerine tez yazmış olan Turgut Cansever,
coğrafyaya özgü mimarlık anlayışının mukarnas kavrayışından yola çıkılarak oluştuğunu öne sürmüştür.
‘Tezyinat’ olarak adlandırdığı bu mimarlık anlayışında mekânın her bir unsuru içeriden ve dışarıdan bir
birlik olarak örülür bu anlamda Semper’in tekstil teorisine benziyor gibi görünse de toplumsal hayatı
organize etmek ve ayrıştırmak gibi anlamlarından ziyade, yaşantının her alanına aksetmiş bir düşünme
biçimi olarak yorumlanabilir ve bu anlamda Loos’un ifade ettiği süslemeden farklı olarak ortaya çıkan
bir bezeme biçimidir.
67
Cansever ‘maddi varlık tabakası’ olarak adlandırdığı inşai gerçekliği ve teknolojiyi bir araç olarak ele
almış, sosyal, iktisadi ve biyolojik varlık alanının gerektirdiklerinin bir sentez halinde, süzülerek bağımsız
tektoniklerin bir araya gelmesiyle birlikte bir birlik kazanabileceğini öne sürmüştür. Bu anlamda
mimarlığın bütününü oluşturan, bir yapıyı oluşturan mimari elemanlardan her biri kendi içinde bir birlik
anlamına geliyordu. Yapının bütünü bu bağımsız tektoniklerin bireyselliklerini öldürmekten ziyade
onları kabul ederek bütünde başka bir birliğin kompozisyonuna ulaşıyordu. Bu anlamda modern
mimarlığın ‘bir şey eklenemez ve bir şey çıkarılamaz’ Kahn’cı söylemini de İslam Estetiğinin karşısına
koymuştur.
Bu bağlamda, Loos’un tariflediği süsleme ile İslam estetiğini şekillendiren tezyinat arasında birinin bir
dekorasyon (maske) diğerinin ise bir yaşama biçimi olması açısından bir ontolojik farkın olduğu öne
sürmek mümkündür. Modern bir bakış açısıyla şekillenen ve günümüz dünyasında her şeyin ait olduğu
tarihsellik yok edilerek anlaşıla geldiği ve buna ek olarak mimarlık adına alternatif olanakların inşa
edilmeye çalışıldığı yüzyılda mimarlığın var olma biçimleri arasındaki farkın anlaşılabilmesi ve bu
bağlamda değerlendirilebilmesi üretilmesinden daha ciddi bir noktada konumlanmaktadır. Mimarlığın
yüzeylerle inşa edildiği, mekânın mimarlığın içinde başka bir uzmanlık alanı olageldiği, peyzajın,
mobilyanın ve diğer mimari unsurların her birinin bir tür farklı alanlar olarak tanımlandığı ‘uzmanlık’
yüzyılında, yapının bir tezyinattan başlayarak örülmesi, dokumalardan, yüzeylerden ve duvarlardan
başlayarak oluşa gelmesi fikri bambaşka bir mimari gerçekliğe işaret etmektedir. Bu da şehir, bina,
mekân, bahçe gibi tüm yaşamsal alanlarda ontolojik bir birliğe işaret eder. Bu anlamda modern
mimarlık nesnesi olarak indirgenen mimarlığın, duvarlardan şehre, yapıdan, yapının en küçük birimine
kadar aynı anlayış ile üretilmesinin ve bütünde ulaşılan birliğin ontolojik bütünlüğünün işaret ettiği
çerçeveyi anlamak açısından anlamlı görünmektedir.
Bu anlamda araştırma yüzeyler fikri üzerinden zemin, duvar ve çatı eksen alınarak, süsleme ve tezyinat
bağlamında oryantalist mekânsal bir tezahür olarak, görsel ve metinsel olarak inşa edilen Marakeş eski
şehir örneği üzerinde tezyinat fikrini anlamaya çalışır. Bu bağlamda eski şehirin sınırları içinde bulunan
çarşı ve konut dokusu ele alınarak, labirent doku içinde yüzeyler ve yüzeylerin birleşiminden oluşan
doku etnografik bir araştırmaya tabi tutularak anlamaya çalışılacaktır. Bu anlamda zemin, duvar ve çatı
biçimlenişleri ve bu kurgunun bir araya gelişleri ile şehir kurgusunun oluşması süsleme ve şehir dokusu
arasında nasıl bir bağlantı oluşturur sorusu temelde araştırmanın eksenine alınmıştır. Böylece mimari
tektonikler ile şehir kurgusunun zamansal varoluşu arasındaki ilişki yeniden okumalar açısından ele
alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: Süsleme, Tezyinat, Marakeş, Eski Şehir, Giydirme Kuramı
68
TASARLANAN, YAŞANILAN VE ALGILANAN BİR KAVRAM OLAN MEKÂNIN
TEKNOLOJİ İLE ETKİLEŞİMİ
Orkunt TURGAY1
Dr. Öğr. Üyesi, Altınbaş Üniversitesi, Mühendislik ve Doğa Bilimleri Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı
Bölümü, Bağcılar/ İstanbul, e-posta:
[email protected]
1
ÖZET
Bir mekânı oluşturmak için onun kesin sınırlarla tanımlanmış olması gerekmemektedir. Önemli olan
mekânın net olan ya da net olmayan sınırlarının algılanabilir olmasıdır. Dolayısıyla, mekânın oluşumunu
ve tanımını irdeleyebilmek için algılanabilir sınırlarını incelemek gerekmektedir. Sınırlar olmadan bir
mekânı tanımlamak, kavrayabilmek, analiz edebilmek mümkün değildir. Mekân aynı zamanda insanın
beş duyusuna da hitap eden duyusal bir bütündür.
Mekân kavramı, algıların ve düşüncelerin toplamı olmanın ötesinde insanın varoluşunun bir
yansımasıdır. Mekân insan tarafından inşa edilmiş çevrenin temelini oluşturan, kesin sınırlarla
tanımlanmamış; geçmiş deneyim ve birikimler doğrultusunda gelişen en önemli unsurdur. Yaşamımızın
kabuğunu oluşturan, dış dünya ile ilişkimizi somut anlamda biçimlendiren bir etkiye sahip olan mekân;
insan-insan ilişkilerinin ve bu ilişkilerin gerektirdiği donatıların içinde yer aldığı, sınırları olan,
örgütlenmenin yapı ve karakterine göre belirlenen tanımlı bir boşluktur.
Mekân kavramını, pek çok farklı bakış açısına, düşünceye, felsefeye, insana dair pek çok özelliğin yanı
sıra karşısındakine ne anlatılmak, ne aktarılmak ya ne yansıtılmak isteniyorsa onu yansıtan bir “arayüz”
olarak değerlendirmek, mekân kavramının çok yönlülüğünün bir göstergesidir. Dolayısıyla, insan
olgusunun karmaşasını, kişisel özelliklerini de barındıran mekân, onu kullanan ya da onunla etkileşime
geçenlerle kurduğu iletişim bir takım duyarlılıkların aktarımı için önem taşıyan bir kurgudur.
Bachelard, iki farklı hayal kurma yaklaşımı olduğundan, bunlardan ilkinin daha biçimsel, diğerinin ise
daha materyalist olduğunu tartışmaktadır. Ancak bunların ikisinin de aynı akıl tarafından biçimlendiği
gerçeğini de savunmaktadır. (BACHELARD, 1964). Zihinde, biçimsel hayal kurma yaklaşımı daha
yenilikçi, canlılık dolu, çeşitli ve beklenmedik olayları içinde barındırırken, materyalist hayal kurma da
ise kurgudaki bileşenlerin sürekliliğinden, ahenginden söz etmek mümkündür. Aslında mekânın
“arayüz” olarak bizlere çeşitli imkânlar sunan bir “fiziksel ortam” olması, bireylerin o mekândan ne tür
çıkarımlar elde ederek o mekânı kişiselleştirmeleri ve belleklerine kodlamaları bakımından önemlidir.
Ancak ne var ki, teknolojik gelişimdeki çeşitliliğin ve hızın endüstriye katkısı yadsınamaz bir gerçektir.
Bu hızlı değişime bağlı olarak toplumdaki sosyal alışkanlıklar ve toplumsal belleğe dayanarak oluşan
kültürel birikimler de mekânlara yansımasından dolayı, kültürel boyutların analizi önem
kazanmaktadır.
Günümüze bakacak olursak gün geçtikçe “sınır”ların ortadan kalktığı, bilgi ve iletişim bağlamında
gelişen küreselleşme ve hızlı değişim, sosyo-kültürel yapının buna adapte olmakta yavaş kalması
“farkındalık”ların kaybolması riskiyle birlikte “kalıcılık” kavramının ve duyarlılıkların temel unsurlarını
sarstığını gözlemlemekteyiz. Kalıcılığın bu denli hızlı yok oluşundaki en önemli faktör ise bireylerin kendi
değerlerini de bu denli hızlı yitirmeleri, farkındalıklarının çok hızlı bir biçimde kaybetmeleri olarak
öngörülebilir. Ortaya konulan mekânın tam anlamıyla özümsenemeden bir başka niteliğini algılamaya
çalışmak gösteren-gösterilen, neden-sonuç ilişkilerinin iyi analiz edilememesine neden olmaktadır. Bir
69
mekânın algılanması, farkına varılması, anlamlandırılması ve hepsinden önemlisi bunları nasıl elde
edileceğinin bilinmesi gerekmektedir.
Dolayısıyla mekânın endüstriyel olma yönü ve hızla değişen teknoloji toplumun geleneksel
alışkanlıklarını tamamen olmasa da değiştirmiş, ancak temel değişiklik mekânların tüketilebilir nesneler
olarak görülmesiyle farklı boyutlara ulaşmıştır. Bunun nedeni ise mekânlardaki içeriği oluşturan
etmenlerin, mekânın sosyal yönünün ve yapıların oluşumunda endüstrideki ekonomik, teknolojik ve
sosyal değişimlerin belirleyiciliği, karmaşıklığıdır.
Bilgisayar teknolojileri her alanda olduğu gibi tasarım alanında da etkin kullanılan bir araç olarak
karşımıza çıktığı günümüzde kalıcılık kavramı artık “anlık/duruma bağlı” bir yaklaşım, bir durum
olurken, mekân bilgi ve iletişim teknolojileri ile desteklenen, belirli bir fiziksel “sınırlandırma”ya bağlı
kalmaksızın ortaya konulabilmektedir. Algoritmik sayısalllaştırma düşüncesi ile gelişen bilgisayar
programlama dilleri ve teknikleri, tasarım aşamasından mekânın algılanmasına kadar genişleyen bir
süreçle kullanıcının mekânı daha kolay bir biçimde ortaya koymasını sağlamaktadır. Tasarımcıya yeni
biçimler keşfetmesi için olanaklar sunan ve birçok bakımdan kolaylık sağlayan bilgisayar teknolojileri;
çizgilerin, renklerin, formların matematiksel olarak ifade edildiği sanal temsil ortamlarını ortaya
çıkarmış, kullanıcı açısından da mekânların bellekte daha kolay biçimlendirilmesine, algılanmasına
olanak sağlamaktadır.
Mekân tasarımı ve algısında sayısallaştırma, tasarımın birçok alanında olduğu gibi görselleştirme ve
sunum alanlarında da karşımıza çıkmakta ve Sanal Gerçeklik (VR) ve Artırılmış Gerçeklik (AR) kavramları
altında geliştirilmektedir.
AR ve VR ortamları sık sık aynı kategori içerisinde ifade edilmesine rağmen aslında birbirinden farklı
kavramlardır (Bound vd.,1999). AR gerçek dünya görüntüleri üzerine sanal nesnelerin eklenmesiyle
oluşturulan ortamlardır. AR ortamlarında sanal ve gerçek nesnelerin eş zamanlı birlikteliği sağlanır.
Sistem gerçek zamanlı çalışarak gerçek ve sanal nesneler arasında etkileşim sağlar. AR ortamı
etkinlikleri, gerçek ortamlarda uygulanırken VR ortamı etkinliklerinin tamamı sanal ortamlarda
yapılmaktadır.
Hızla gelişen ve gündelik yaşantımızın pek çok alanını istila eden teknolojik yaklaşımlar her ne kadar
sınırları kaldırarak bireyleri “özgür”, “bağımsız” kılsalar da; teknolojiye “bağımlı” bireyleri ortaya
çıkarmakta ve duyarlılıkları ortadan kaldırmaktadır. Teknolojinin etkin olarak kullanılması “sanal”
olmayı artırmakta dizüstü bilgisayarlar, cep telefonu, Ipad, Iphone gibi teknolojik “uzuvlar” bireylerin
algı düzeylerini etkileyerek mekânlara karşı duyarsız hale getirmekte “mekânsızlaştırmakta”,
mekânların aktardığı duyarlılıkların farkına varılmasını engellemektedir.
Tüm bunların ışığında duyarlılıkları aktaran arayüzler olarak mekânların endüstriyel boyuttaki
“kalıcılığının” aksine “geçicilik” durumu ve tüketilmesi ön plandadır görüşüne varılabilir. Mekânların
aktardığı duyarlılıkları kavrayabilmek için yüksek hızda düşünce üretmek, anlık, pratik, interaktif
etkileşim ve kısa sürede geri bildirim özellikleriyle içinde bulunduğumuz “mekân”ın en iyi niteliklerin
ayırdına varmak gerekmektedir.
Bu çalışmanın amacı bilgisayar teknolojilerindeki bu hızlı değişimin ve gelişimin “mekân” kavramının,
tanımı, üretilmesini ve algılanmasını pozitif ve negatif olarak ne şekilde etkilediğini saptamaya çalışmak
oluşturmaktadır. Çalışma kapsam olarak hem profesyonel hayattaki tasarımcı, hem gündelik
yaşantıdaki kullanıcı, hem de eğitim sürecindeki öğrencilerle ilişkilenerek çok yönlü bir durum tespitini
içerecektir. Çalışmanın yöntemi ise genel olarak literatür taraması ile birlikte bu sürece eşlik edecek
bireysel görüşmelerle sonuca ulaşılmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: Teknoloji, Mekân, Tasarım, Mekân Algısı, Gerçeklik
70
TEKİNSİZ MEKÂNLAR: EV ÜZERİNDEN OKUMA
Adnan AKSU1, Sevda KÜTÜK2
Doç.Dr., Gazi Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü, 06570 Ankara,
e-posta:
[email protected]
1
Y. Lisans Öğr., Gazi Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü, 05200 Amasya,
e-posta:
[email protected]
2
ÖZET
Tekinsizlik günümüz modern kentlerinde bireylerin çokça duyumsadığı bir duygudur. İlk olarak felsefe
ve kısa hikâyelerde yer alan kavram sonraları psikanalizin sınırlarına taşınmış, özellikle Freud’un
tekinsizlik üzerine yazdığı makale birçok alan için referans noktası oluşturmuştur. Bu alanlardan biride
hiç kuşkusuz mimarlıktır. Ancak mekân üzerinden tartışılan tekinsizlik kavramı, psikanaliz ve diğer
kuram tartışmalarının temsili olmaktan ziyade bu tartışmaları ortaya koyan bir aracı niteliğindedir. Bu
yüzden mekânın tekinsizliği, tekinsizliği tetikleyen etkinin mekânla biraradalığının sonucunda ortaya
çıkan bir kavramdır. Bu etkiler her ne kadar çeşitlilik gösterse de en belirgin olanı yabancılaşmadır.
Özellikle bireyin kendine, yaşadığı mekâna ve kente yabancılaşması tekinsizlik duygusunu beraberinde
getirmekte ve her geçen gün etkinliğini arttırarak kentin her alanında kendini hissettirmektedir.
Modernizm ve sanayileşmenin de kente bıraktığı etkilerle beraber hem özel hem kamusal alanlarda
hissedilebilir bir duygu haline gelmektedir. Ancak Anthony Vidler’in de bahsettiği gibi tekinsizlik en iyi
iç mekânın mahremiyetinde hissedilmektedir. Özellikle evin geçirdiği değişimlerle birlikte bu durum
giderek patolojik bir hal almakta ve tanıdık bildik olan ev kavramı egemen ideolojilerin ve akımların
baskısı altında kalarak yabancı bir formda karşımıza çıkmaktadır. Evin özellikle geçmişe referans veren
ve aşina olduğumuz şeylere karşı uygulanan bu bastırılma eylemi Freud’un tekinsizlik makalesini
hatırlatır türden geri dönerek tekinsizlik duygusunu da beraberinde getirmektedir. Böylece Freud’un
makalesinde Almanca literatüründen ödünç aldığı “heimlich-evde olma, tanıdık olma” ve “unheimlichevde olmama, tanıdık olmama” kavramları tekinsizlik tanımında ki asıl anlamlarına geri iade
edilmektedir. Ev artık evde olmanın getirdiği tinsel duyguların ve öznenin arzularının denetimsizce
yaşandığı bir mekân olma niteliğinden uzaklaşarak, modern zaman ideolojilerinin baskılarıyla değişip
dönüşen ve tanıdık olmayan bir nesne haline gelmektedir. Böylece mekâna ait her şey beyaz duvarlar
arkasına gizlenmekte ve mekân özneyi baştan çıkarma halesini yitirmektedir. Bu yitirilen haleyle birlikte
ev, özne için tekinsiz bir metafora dönüşmektedir.
Evin bir diğer tekinsiz hali iç/dış ayrımının muğlaklaşmasıyla ortaya çıkan cam ev fikri üzerinden
gerçekleşmektedir. Özellikle mekânın sınırlarına getirilen muğlaklık, Sigfried Giedion’unda belirttiği gibi
evi varlık ve yokluk arasında dengede duran ip cambazının alanı haline getirmektedir. Böylece ortaya
çıkan yeni ev anlayışı; mahremiyeti vurgulayan, iç ve dış ayrımın belirgin olduğu, kapalı ve korunaklı ev
fikrinin yerine iç ve dış ayrımının belirsiz olduğu, iç mekânın kamuya açıldığı şeffaf bir ev fikrini ortaya
çıkarır. Bu şeffaflık iç ve dış arasındaki görsel, fiziksel ve zihinsel algının kaybolmasına ve öznenin kendi
müdahalesi haricinde, kendiliğinden var olan herhangi bir içerilik kavramının yok olmasına neden olur.
Bu yok oluş ise dışarıyı görünebilir kılarken içerinin de gözetlenebilir ve denetlenebilir bir yapıya
bürünmesine sebep olur. İçerinin dışarıya hâkimiyetinden çok dışarının içeriye baskın olmasıyla birlikte
mekân istila edilir. Böylece iç mekân kamusallığa dâhil olur ve kamusallığın iç mekân üzerindeki etkisi
artar. Dolayısıyla insanın duygularını denetleme ihtiyacı duymayan bir özne haline dönüştüğü ev
71
kavramı artık mekâna yerleşen yabancı bir unsurla birlikte tekinsiz bir hal alır. Ancak beraberinde
getirdiği negatif duygularla birlikte gizlendiği yerden ortaya çıkan bu tekinsizlik evin içinde barındırdığı
bir takım üstü örtülü dinamikleri de ortaya çıkarmaktadır. Evin sadece içinde yaşamsal alanlara
bölünmüş bir bütünü temsil etmesinden ziyade görünenin ötesine geçen başka potansiyellere de sahip
olduğunu göstermektedir. Aslında ev ortadan ikiye ayrılabilen, sökülüp parçalanılabilen, ip cambazının
ip üzerinde yürürken ki tedirginliğini bize hissettirebilen ve belki de bizimde içimizde bastırdığımız
duyguları açığa çıkarabilen bir deneyim mekânıdır. Evin durağan olmaya karşı aldığı bu meydan
okuyucu tavrın ihtimalini içinde barındırması, onun öznede oluşacak baştan çıkarıcı bir dürtünün açığa
çıkmasını da sağlayacaktır. Böylece tekinsiz ev endişe, kaygı gibi negatif duyguların ortaya çıktığı
patolojik bir kimlikten kurtularak yaratıcı ve hayal gücünü canlandıran bir metafora dönüşecektir.
Yapılan çalışma, evin içinde barındırdığı bu gizil tekinsizlik duygusunu, yukarıda belirtilen düşünceler
ışığında negatif bir durum olarak değil, aksine evi olması gereken anlamına yaklaştıracak pozitif bir
değer olarak kabul etmektedir. İçinde yaratıcı tasarım dinamiklerini taşıdığı düşünülen bu ev figürü,
etrafına endişe saçan ve girilemezliğin vurgulandığı tanımlamalar yerine açığa çıkardığı duygunun
yaşanarak deneyimlendiği olumlayıcı tavırları desteklemektedir. Bu bakış açısı ile tekinsizliğin ev
üzerinden kabul görülen olumsuz tavrının tekrar irdelenmesi ve yaratıcı potansiyeli içinde barındıran,
pozitifliği açığa çıkaran dinamiklerinin ortaya çıkarılması amaçlanmaktadır. Böylece tekinsizliğin evin
yaratıcı potansiyeli mi, yoksa ikamet etmeyi engelleyen bir etmen mi olduğu tartışılmakta; bu ikilem
içinde kalan durumun ortaya çıkardığı soru işaretlerine yanıt aranmaya çalışılmaktadır. Bu çalışma
kapsamında 20. yüzyıl modernizm akımının ortaya koyduğu ev anlayışı ile Gordon Matta Clark ve Rachel
Whiteread’in ev ile ilgili yaptığı çalışmalar tekinsizlik başlığı altında karşılaştırmalı olarak ele
alınmaktadır. Özellikle modernizm akımının ev üzerinden geliştirdiği hijyenik mekânlar ve cam ev fikri
bu tartışmanın tekinsizlik üzerinden okunacağı asıl odak noktalarını oluşturmaktadır. Bu bağlamda.
Araştırma yöntemi olarak; teorik okumalarla beraber kavramsal bir altyapı oluşturulmakta ve yapılan
literatür taraması ile elde edilen veriler üzerinden tekinsizlik okuması yapılmaktadır.
Anahtar Kelimeler: Tekinsizlik, mekân, modern ev, cam ev, yabancılaşma
Yazar Notu: Bu çalışma Doç. Dr. Adnan AKSU tarafından danışmanlığı yapılan Gazi Üniversitesi,
Mimarlık Fakültesi, Mimarlık Bölümü “Fen Bilimleri Enstitüsü’nde yayınlanmamış Sevda KÜTÜK’ün
“Tekinsiz Mekânlar” konu başlıklı yüksek lisans tez çalışmasından türetilmiştir.
72
TOPRAKALTI MEKÂNLARINDA ALGISAL KONFORU SAĞLAMAYA YÖNELIK
MEKÂNSAL TASARIM ÖNERiLERi
Şeyma İNCESAKAL,
Arş. Gör., Hasan Kalyoncu Üniversitesi, Güzel Sanatlar ve Mimarlık Fakültesi, İç Mimarlık ve Çevre Tasarımı
Bölümü, 27000, Gaziantep, e-posta:
[email protected]
1
ÖZET
İnsanoğlu toprakaltı mekânlarını tarih boyunca genellikle inziva ve sığınma işlevleriyle kullansa da
günümüzde bu mekânlar çok çeşitli işlevlerle kullanılmaktadır. Her ne kadar toprakaltı mimarisi için
mekân tasarımına yönelik çeşitli tasarım ilkeleri geliştirilse ve mekân konforunu sağlamaya yönelik
teknolojiler gelişse de, insanların algısal gereksinimlerini karşılamaya yönelik karşılamaya yönelik
çözüm önerilerinin araştırılması ve sunulması gerekmektedir. Çünkü gelişen teknolojiler sayesinde
toprakaltında her ne kadar kaliteli ve konforlu mekânlar sunulsa da, insanların algısal gereksinimlerini
karşılamadığı sürece toprakaltı mekânlarına yönelik ön yargılar devam edecektir. Bu önyargılar
toprakaltı mekânının karanlık etkisi, soğukluk, yalnızlık hissi olabilmektedir. Ayrıca mekânın biçimsel
tasarımından kaynaklanan, proporsiyonel hatalardan kaynaklanan bireyde tünelde olma hissi, mekânın
kuyu etkisi yaratması gibi problemlerin de bireylerde toprakaltı mekânlarına ilişkin önyargılar
doğurduğu açıktır. Ayrıca insanların yüzyıllar boyu topraklatı mekânlarını inziva işlevli kullanmaları, bu
insanların yaşamdan ve doğadan kopmaları, gerçeklik algılarını kaybetmeleri de toprakaltı mekânlarına
ilişkin önyargılara neden olmuştur. Bireylerin iletişim ve etkileşimden koparak oldukça uzun zaman
küçük toprakaltı mekânlarında vakit geçirmeleri beş duyuya ilişkin algılarının değişmesi de bir problem
olarak karşımıza çıkmaktadır. Geçmişte toprakaltı mekânlarında kullanılan taş, beton gibi algısal olarak
soğuk malzemeler de ne yazık ki bu önyargıları güçlendirmektedir. Tarihte insanların uzun süren
savaşlar ve doğal afetler sebebiyle toprakaltı mekânlarını kullanmış olmaları kollektif bellekte üzücü
anılar olarak yer bulmuştur. Ayrıca edebi metinlerde toprakaltının ölümle veya öteki yaşamla
ilişkilendirilmesi bu önyargıları ne yazık ki güçlendirmektedir. Günümüzde kullanıcılarda zaman mekân
algısını kaybetmelerini tasarım stratejisi olarak belirlemiş Meydan Alışveriş Merkezi gibi çeşitli alışveriş
merkezleri de bulunmaktadır. Zamandan kopan bireylerin daha çok alışveriş yapacakları ve mekânda
daha uzun süre vakit geçirecekleri düşünülerek tasarlanan bu mekânlar alışveriş merkezlerinin zamanla
içe dönük yapılar olmasına yol açmıştır. Aynı zaman mekân algısı stratejisi ulaşım işlevli yapılarda
(metro) ve atölyelerde de gözlenmektedir.
Literatürde mekânsal algıya yönelik çeşitli mekân tasarım kurguları olmasına karşın toprakaltı mekânlarında
algısal konforu ele alan bir çalışma bulunmamaktadır. Yanlış tasarım kararlarının ve yanlış tasarlanmış
toprakaltı mekânlarının bireylerde algısal, psikolojik sorunlar doğuracağı da göz önüne alınarak algısal
konforun önemi vurgulanmaktadır. Yüzyıllar boyunca oluşmuş önyargıları biranda kırmak mümkün olmasa
da günümüz örnekleri umut vericidir. Bu bağlamda günümüz örneklerini sunan bir çalışma da
bulunmamaktadır. Konunun önemine ilişkin algısal konfor oldukça kapsamlı olarak ele alınmış ve birçok alt
başlıkta irdelenmiştir.
Makalenin amacı, insanların toprakaltı mekânlarına karşı algısal önyargılarına dikkat çekmek ve çözüm
önerileri sunarak güncel örnekleri bu bağlamda ele almaktır.
Yapılan çalışmada son zamanlarda yapılan toprakaltı mekânları geçmişle bugünü kıyaslama, yerinde gözlem
ve betimleme yöntemleri kullanılarak incelenmiş ve probleme yönelik tasarımsal, mekânsal ve algısal çözüm
önerileri sunulmuştur.
73
Çalışma kapsamında toprakaltı mimarisi iç mekân tasarımında algısal konforu sağlamaya ve artırmaya
yönelik alt başlıklar belirlenmiştir. Bunlar: biyofili, iletişim, etkileşim, aidiyet, kollektif bellek, mekân
yüksekliği ve mekânın proporsiyonları, zaman mekân algısı, görsel-işitsel-dokunsal algıyı zenginleştirmeye
yönelik çözümler olarak sınırlandırılmıştır. Bu çalışmada toprakaltı mimarisinde iç mekân tasarımında
mekân konforunu sağlamaya yönelik ilkeler kapsam dışı bırakılmıştır.
Çalışma sonucunda;
*Biyofilik tasarımların toprakaltı mimarisinde iç mekân tasarımında kullanımının insanları doğayla bağ
kurma açısından rahatlatacağı, biyofilik tasarım kurgusu sayesinde mekânda ve bireyde canlılık hissinin ve
izleniminin artırılacağı düşünülmüştür.
*Tüm yeryüzü mekânlarında olduğu gibi toprakaltı mimarisinde de yapının ve mekânın bir canlı gibi
(büyüyebilir, gelişebilir, nefes alan bir kurguda) tasarlanması gerekmektedir.
*Bireyler arası iletişim ve etkileşimi ve etkileşimi artırmaya yönelik mekânsal çözümlerin toprakaltı
mekânında olma hissini hafifleteceği düşünülmektedir. Bu çözümler mekânlarda galeriler tasarlanması, açık
plan (açık ofis vs.) sistemleri gibi bireysel etkileşimi güçlendiren kurgular olmalıdır. Kullanıcıların kendini
yalnız hissetmemesi toprakaltı mekânlarında algısal konfor çerçevesinde çok önemlidir.
*Kültürel izlere ve kollektif belleğe atıfta bulunan tasarımların mekânsal kimlik bağlamında aidiyet hissini
güçlendireceği, bu hissin toprakaltında olma hissini baskılayacağı ve unutturacağı düşünülebilir. Zaten
benzer bir yaklaşımla eski Türklerin öteki dünya inancı ve ölülerini eşyalarıyla ve atlarıyla gömmeleri aidiyet
ve sahiplik duygusunun ne derece önemli olduğunu vurgulamaktadır. Algısal konfor bağlamında bireyin
bulunduğu toprakaltı mekân tasarımında yerellik ve yöresel malzemelerin kullanımı da aidiyet algısını
pekiştirecektir.
*Mekân yüksekliği ve mekânsal proporsiyonların toprakaltı mimarisinde algısal konforda en önemli etken
olarak değerlendirilmesi gerekmektedir. Konsept çerçevesinde tünel türü tasarımlar güncel örneklerde
görülse de sonsuzluk hissine atıfta bulunacağı göz ardı edilmemelidir. Ayrıca kuyu etkisi yapan mekân
tasarımları yalnızlık ve çaresizlik çağrışımıyla beraber mekân akustiğini de olumsuz etkilemektedir.
Toprakaltı mekânları da aynı yeryüzü mekânları gibi mekân algısında insan ölçeği ilkesine bağlı kalmalıdır.
*Toprakaltı mekânlarında zaman mekân algısı yeryüzü mekânlarında olduğundan daha kritik şekilde ele
alınmalıdır. Mekânsal tasarımda gerek duvarlarda aynalar kullanılarak, gerek sanal gerçeklik kullanılarak,
gerekse sahte pencerelerle doğaya ve sokağa metafor yaparak insan algısı gerçeklik normlarına ve kendi
doğasına yaklaştırılmalıdır. Özellikle yeme içme ve çalışma işlevli yapılarda bireyin kendisini yalnız
hissetmesi performansını olumsuz etkilediğinden, mekânlar kalabalık hissettirilecek şekilde tasarlanmalıdır.
*Görsel, işitsel ve dokunsal algıya yönelik deneyimlerin toprakaltı mekânlarında tasarım kararları arasında
yer alması gerektiği düşünülmektedir. Mekânlarda renk kullanımlarına ilişkin çalışmalar da incelenerek
toprakaltı mekânları için renk, doku, malzeme önerilerinin çeşitlendirilmesi gerekmektedir. Her ne kadar
günümüzdeki örneklerde mekânda beyazı ve nano-teknoloji sayesinde kendini temizleyen yüzeyleri görsek
de, bembeyaz mekânların veya orantısız beyaz kullanımının da kullanıcı algısını olumsuz etkileyeceği göz
ardı edilmemelidir.
Gerçekliği artırmaya yönelik tüm bu mekânsal çözüm önerilerinin farkındalık yaratarak toprakaltı
mimarisine yönelik önyargıları kıracağı düşünülmektedir. Gerçeklik algısını kaybetmek, yalnız hissetmek ve
doğadan kopmak uzun süreçte bireylerde psikoza ve şizofreniye yol açabileceğinden mekânsal algı ve algısal
konfora yönelik çalışmaların artması, bu konuda farkındalık yaratılması, konunun mekânsal tasarım
açısından farklı işlevli yapılarda ayrı ayrı ele alınması önerilmektedir. Ayrıca Gestalt’a atıfta bulunarak
konunun bütüncül olarak ele alınması büyük önem taşımaktadır.
Anahtar Kelimeler Toprakaltı Mekânları, Mekânsal Algı, Biyofili, Algısal Konfor, Gerçeklik Algısı
Yazar Notu: Bu çalışma Yrd Doç. Dr. Arife Deniz OKTAÇ BEYCAN tarafından danışmanlığı yapılan Selçuk
Üniversitesi’nde Mimarlık Fakültesinde yapılmış ve yayınlanmış olan Şeyma İNCESAKAL’ın “Yeraltı ve
Toprakaltı Mekânlarının Tasarım İlkeleri” konu başlıklı yüksek lisans tez çalışmasından türetilmiştir.
74
TÜKETİM KÜLTÜRÜNDEKİ DEĞİŞİMİN YEME-İÇME MEKÂNLARININ MEKÂNSAL
ÖZELLİKLERİNE ETKİSİ: YELDEĞİRMENİ ÖRNEĞİ
Elifcan DUYGUN1, R. Gökhan KOÇYİĞİT2
Dr. Öğrencisi, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Bina Bilgisi Programı, 34433 İstanbul,
e-posta:
[email protected]
1
Dr. Öğr. Üyesi, R. Gökhan Koçyiğit, Mimar Sinan Güzel Sanatlar Üniversitesi, Mimarlık Bölümü, 34433 İstanbul,
e-posta:
[email protected]
2
ÖZET
Tüketim, 19. Yüzyıl sonrasında temel ihtiyaçların giderildiği bir eylem zinciri olmaktan çıkarak toplumsal statüyü
belirleyen küresel bir göstergeler sistemine dönüşmüştür. Küreselleşme ile değişen zaman-mekân algısı tüketim
alışkanlıklarını değiştirmektedir. Bunun sonucu olarak yeni yaşam tarzları ortaya çıkmakta ve bunlar mekânı doğrudan
etkilemektedir. Kapitalizm, üretim ve tüketim arasındaki ilişkileri sürekli olarak dönüştürerek kendini yeniden
üretmektedir. Günümüzde sadece somut nesneler değil soyut kavramlar da tüketilmektedir. Tüketim mekânları da bu
etkinin altında dönüşmüş, insanların boş zamanlarını değerlendirdikleri anonim mekânlara dönüşmüştür. Bu mekânlar
gösterge mekânları haline gelmiştir.
İstanbul’un Kadıköy ilçesinde bulunan Yeldeğirmeni Mahallesi, günümüzde farklı bir nüfus ve kullanıcı hareketliliğinin
etkisi altındadır. Yaşanan hareketlilik mahallenin aynı zamanda çarşı aksını da oluşturan Karakolhane Caddesindeki
tüketim mekânlarını doğrudan etkilemektedir. Bunun etkisi altında mahalle sadece fiziksel ve sosyolojik olarak
dönüşmektedir. Bu dönüşüm, yeni sakinlerin ve kullanıcıların yaşam tarzlarına ve pratiklerine, tüketim taleplerine
dayanmaktadır. Ancak Yeldeğirmeni’nde yaşanan dönüşüm genel teorilerin işaret ettiğinden farklı bir biçimde
gelişmektedir. Eski ve yeni kullanıcıların yaşamsal pratiklerinin karşılığı olan tüketim mekânları, alanda aynı anda
bulunabilmektedir. Bu çalışmanın ana sorunsalını, tüketim, zaman, mekân ve yere dair genelleşmiş teoriler ile
Karakolhane Caddesinde yaşanan dönüşümün açıklanamaması oluşturmaktadır. Ortaya çıkan bu durum teorilere aykırı
bir durum gerçekleştiği ve alternatif bir model oluşturduğu için literatüre katkı sağlayacak bir durum teşkil etmektedir.
Bu bağlamda çalışma alanının sınırları Karakolhane Caddesi ve ona dik konumlanan sokakların ilk yapı adası hizasında
bulunan zemin kat dükkanlar olarak belirlenmiştir. Buradaki yeme-içme mekânlarının tiplerinin tespiti ve tasniflemesi
yapılmıştır. Yapılan çalışmada, yeni ve eski yeme-içme mekânlarının mekânsal ve biçemsel dönüşümleri ve
katmanlaşmaları ve bu bağlamda alanla kurdukları ilişkinin açıklanması amaçlanmıştır. Çalışma kapsamında alanda
mevcut olan ya da belirli bir dönemde varlık göstermiş yeme-içme mekânlarının tiplerinin tarihsel gelişimleri ışığında
geçirdikleri mekânsal ve biçemsel dönüşüm incelenmiştir. Bu çalışma sırasında yöntem olarak arşiv taraması, yerinde
fotoğraf çekimi, kişisel görüşme, kaynak tarama, mekânsal tiplerin krokilerinin çizimi yapılmıştır.
Çalışma alanı içindeki tüketim mekânları içinde yeme-içme mekânları incelenmiştir. Tipler kahvehane, kafe ve yeni nesil
kahveci, pastane, lokanta, aperatif yiyecek dükkanları ile meyhane, bar ve pub olarak belirlenmiştir.
Tipler incelendikçe katmanlaşmanın sadece yeni tiplerin ortaya çıkmasıyla değil, farklı grupları temsil eden alt tiplerin
de çeşitlilik kazanmasıyla da ortaya çıktığı gözlemlenmiştir. Farklı kültür ve gelir gruplarına ait topluluklar benzer yaşam
tarzı ve mekânların etrafında buluşmaktadır. Tespit edilen gruplar beş ana grupta toplanmıştır:
Birinci Nesil Esnaf ve Zanaatkar
İkinci Nesil Esnaf ve Zanaatkar
Yeni Nesil İşletmeciler
Ulusal İşletmeciler
Anarko Mekânlar
Yeme-içme mekânlarına ait tipler ya da alt tipler, yukarıdaki gruplardan en az birine dahil olmaktadır. Bir tip altında
birden fazla tüketim anlayışının karşılığı olan tüketim mekânı bulunabilmektedir. Bu durum farklı yaşam tarzlarının
alanda temsil edildiğini göstermektedir. Değişen tüketim kültürünün etkisi altında yeme-içme mekânlarında yaşanan
dönüşümün nitelikleri şu şekildedir:
İşlevsel Dönüşüm:
75
İşlev Daralması ve dönüşümü: Kahvehane gibi tarihsel süreç içinde günümüze kadar gelen ve kültürel
işlevlerle çeşitlenen mekânlar, taşıdıkları işlevi kaybetmiş ve taşıdıkları entelektüel misyonu kafe ve
kahvecilere devretmiştir. Günümüz kahvehanelerinde sosyal ilişkileri kaldırdığımızda sadece oyun
ve yeme-içme faaliyetleri vardır.
o İşlev Melezlenmesi: Kafe ve kahveci tipleri yeme-içme işlevlerinin yanı sıra atölye, kitaplık, ürün satış
gibi farklı işlevlerle heterotopik olarak melezlenmektedir. Bu melezlenme durumu plan üzerinden
okunabilmektedir.
Mekân Organizasyonunun Dönüşümü: Eski nesle ait lokanta, pastane gibi tipler klasik oturma düzenini
korumaktadır. Ancak teknoloji ile birlikte ocak, mutfak gibi bölümlerin kapladığı alan değişmiştir. Yeni nesil
esnaf ve işletmeler kısıtlı alanda daha fazla kullanıcı ağırlayabilmek için yeni çözümler üretmektedir. Bu farklı
kullanıcı tiplerine uygun bant oturmalar, grup masalar, esnek oturma düzenleri ortaya çıkmaktadır.
Sokak Kullanımının Dönüşümü: Yeme-içme mekânları kısıtlı dükkân kapasitelerini artırmak için sokak ve
kaldırımları kullanmaktadır. Ancak bazı kahveci ve lokantaların açık alan yaratmak için cephelerini geri çektiği
tespit edilmiştir. Kahvehane gibi eski mekânsal tipler için sokak kullanımı sadece tüketim için değil aynı
zamanda mahalle ile iletişim için de kullanılmaktadır.
Biçemsel Dönüşüm ve Konsept Anlayışı: Mekânsal tipler sadece işlevsel olarak değil, iç mekân anlayışları ile
de dönüşmektedir. Plan organizasyonu eski nesillerle aynı olan yeni nesil mekânlar da kurumsal kimlikten iç
mekân kurgularına kadar tek bir konsept anlayışı ile hareket etmektedir. Bazı mekânlar Yeldeğirmeni
Mahallesinde görülen sokak sanatını iç mekân konseptleriyle birleştirmektedir. Alandaki belirli sayıdaki zincir
mekân merkezi bir konsept anlayışını alanda kullanmaktadır.
Cephelerin Dönüşümü: Eski nesil mekânlarda cephe kullanımı sınırlı iken yeni nesil mekânlar cepheyi mülkiyet
sınırları içinde ele alarak baştan tasarlamaktadır.
Sosyal Boyutun Dönüşümü: Yeni nesil işletmeler alanla doğrudan ilişki kurmaya çalışmayan mekânlardır.
Ancak kahvehane, kafe, aperatif yiyecek mekânları gibi eski ve yeni nesil ya da anarko mekânlar mahalledeki
sosyal boyutu önemsemekte, bazı işletmeler sosyal medya hesaplarında bu özelliklerini vurgulamaktadır.
Zaman ve Mekân Kullanımı: Tipler arasında farklı zaman-mekân kullanımları bulunmaktadır. Kahvehane,
börekçi gibi eski nesil ve anarko mekânlar daha esnek zaman döngüsüne sahiptir. Ancak yeni nesil mekânlar
özellikle tüketim döngüsü ile sınırlandırılmış bir zaman kullanımı sunmaktadır.
İşletme ve Ödeme Biçimleri: Alandaki eski ya da yeni nesil mekânlar genellikle güncel ödeme biçimlerini
kullanmaktadır. Veresiye gibi biçimler kaybolmuştur. Ancak eski nesil mekânlarda ödeme biçimleri
esneyebilmektedir. Anarko mekânlar ise tüketim teorilerine karşı kendi özgün ödeme biçimlerini
geliştirmişlerdir. Bu mekânlarda belirli bir fiyat belirlenmemiştir, fiyatı kullanıcı belirlemektedir.
Yeldeğirmeni’ndeki yeme-içme mekânları bu niteliklere göre incelendiğinde bazı mekânsal tiplerin ortak, bazı mekânsal
tiplerin ise tamamen farklı özellikler gösterdikleri elde edilmiştir. Ancak bu durum bize alanda yaşanan mekânsal
katmanlaşmanın, yer ile ilişkili olarak özgün bir biçimde yaşandığını göstermektedir. Özgün dönüşümün özelliklerini
belirtmek gerekirse,
Yeldeğirmeni semtinde zincir mekânlar belirli oranlarda görülmektedir. Yeni gelen kullanıcılar butik mekân
arayışı içindedir. Ayrıca semt içindeki dükkân büyüklükleri ve ekonomik yapı zincir mekânların alana gelişini
kısıtlamaktadır.
Yerel ile ilişki kuran mekânlar sadece eski nesil mekânlar değildir. Yeni nesil mekânlar da yerel ögelere referans
vermektedir. Bunları benimseyerek alana hitap etmektedirler.
Semte gelen kullanıcılar yerel yeme-içme mekânlarını kullanma eğilimi göstermektedir. Ancak bir yandan
alana göçleri kendi yaşam tarzlarını temsil eden mekânların açılmasını da tetiklemektedir. Yine de bu iki
tabaka alan içinde varlık gösterebilmektedir.
Anarko işletmeler, tüketim kültürüne karşı alternatif işletme ve ödeme biçimleri geliştirmektedir. Bu
mekânların varlığını sürdürebilecek kullanıcıya alanda ulaşabilmektedir.
o
Alandaki yeme-içme mekânları içindeki katmanlaşma alanı diğer kent merkezinden ayırmaktadır. Yeldeğirmeni, tüketim
kültürünün yeme-içme mekânları üzerindeki dönüştürücü etkisinin aynı anda görülebildiği özgün bir alandır. Bu konumu
incelenen kavramların 21. Yüzyıl öngördüğü teorilere alternatif bir mikro model olmaktadır.
Anahtar Kelimeler Yeldeğirmeni, tüketim, mekân, yer, zaman
Yazar Notu: Bu çalışma Dr. Öğr. Gör. R. Gökhan Koçyiğit tarafından danışmanlığı yapılan Mimar Sinan Güzel Sanatlar
Üniversitesi, Mimarlık Fakültesi, Bina Bilgisi ABD Programında yayınlanmış Elifcan Duygun’un “Yeldeğirmeni’ndeki Tüketim
Mekânlarının Dönüşümü Karakolhane Caddesi Örneği” konu başlıklı yüksek lisans tez çalışmasından türetilmiştir.
76
VİTRİN TASARIMINDA GÜNCEL YAKLAŞIMLAR
Nihan CANBAKAL ATAOĞLU1
Doç. Dr.,Karadeniz Teknik Üniversitesi, Trabzon Meslek Yüksekokulu, Mimarlık ve Şehir Planlama Bölümü,
Akçaabat Yerleşkesi, Trabzon, e-posta:
[email protected]
1
ÖZET
Vitrin, mağazaların satış başarısını arttıran, müşteriyle ilk temas kurulan yerdir. Vitrinler mağazanın imajını ve
mağaza atmosferini yansıttığı için önemli birer iletişim aracıdır. Vitrin mağazanın alışveriş yapmak için ilgi çekici
bir yer olduğunun, bunun için içeriye girmeye değer olduğunun temsili olarak davetkâr ve ikna edicidir. Vitrinlerin
temel iki görevi; mağazanın ürün kimliği, imajını tanıtması ve insanların mağaza içerisine girmeleri için etkili ve
çağrıcı olmalarıdır. Zincir işletmeler, küçük ve orta büyüklükte işletmeler, küreselleşen rekabet ortamında, marka
kimliklerini hedef kitleye tanıtmak, ürünün dikkat çekmesi ve müşteriyi mağazaya çekebilmek için, vitrinleri etkin
bir satış aracı olarak kullanmaktadır. Vitrinler, yeni yıl, anneler günü gibi özel günlerde tasarlanmakta, sosyal
içerikli mesajlar verebilmekte, mevsimsel değişimlere dikkat çekmekte, sezon trendlerine dair ipuçları vermekte,
tüketimi artırmaktadır. Büyük ölçülerde cam yüzeylerle genişleyen mağaza cepheleri, vitrinler teşhirleriyle,
müşteriyi etkileyip içeri çekebilmek için çok farklı materyaller ile tasarımlar yapmaktadırlar. Bu anlamda,
tüketimin ivmelendirici gücü ile yenilenen sezon vitrinlerinin moda ile eş zamanlı olarak geçirdiği değişim, vitrin
tasarım ilkeleri ve yaklaşımları dikkat çekmektedir. Günümüz tasarımının yaratıcı sahneleri olarak yer alan
vitrinler tasarım değerleriyle yaratıcı enstalasyonlar olan sanatsal yaratımlar, grafik düzenlemeler olarak
şekillenmektedir. Boş zaman eğlencesi olarak nitelenen vitrinler, günümüzde iletişimsel değerleriyle marka
imajını betimlerken müşteriyi tasarımsal yaklaşımlarıyla mıknatıs gibi çekebilmektedir.
Bu çalışmayla; mağaza atmosferinin ara yüzü olan vitrinlerin güncel tasarım yaklaşımlarına ve geçirdiği biçimsel
değişimlere dikkat çekilerek farkındalık oluşturmak amaçlanmaktadır.
Mağaza kimliği ve markaya dikkat çekmek için vitrin tasarımında, farklı sektörel alanlarda çarpıcı ve yaratıcı
tasarımlar müşterileri cezp etmektedir. Genel olarak sezon değişimi ve yeni moda yaklaşımlarıyla vitrin
düzenlemelerinde hazır giyim sektörü ön plana çıkmaktadır. Fakat mücevher, optik, ayakkabı mağazası, eczane,
elektronik, kozmetik, çikolata butikleri, restoranlar gibi farklı sektörler de yaratıcı vitrin düzenlemelerinde
bulunmaktadır. Sergilenecek ürünün niteliği ve boyutlarıyla ilintili olarak, mücevher mağazası vitrini tasarım
ilkeleri ile bir hazır giyim mağazası vitrini tasarlama ilkeleri farklıdır. Çalışmada, çikolata butiği, mücevher
mağazası vitrinlerinin yaratıcı vitrin düzenlemelerine yer verilirken, örneklem alanı olarak butik vitrinlerinde
güncel yaklaşımlar tespit edilmiştir. Büyük camlı vitrinleriyle, Paris Bon Marche, Milano Vittoria Emanuelle gibi
çok katlı mağazalarla başlayan vitrin tasarımı, dünya modasının öncüleri kabul edilen Milano, Roma, Madrid gibi
kentlerden çağdaş vitrin tasarımlarıyla örneklenecektir. Geleneksel vitrin düzenlerinden, Gucci, Prada gibi büyük
moda evlerinin dijital ekranlarla vitrin düzenlemelerine getirdiği yaratıcı düzenlemelere yer verilerek, vitrin
tasarımının güncel yaklaşımları saptanacaktır.
Çalışmanın yöntemi olarak, dış gözlem yöntemiyle, fotoğraflar kullanılmıştır. Vitrin cephelerinden çekilen
fotoğraflar üzerinden, vitrinler, renk, doku, odak, hiyerarşi, şekil-zemin ilişkisi, malzeme, materyal, ışık, biçimform gibi tasarım öğeleri üzerinden analiz edilerek güncel tasarım yaklaşımları tespit edilmiştir.
Yapılan literatür taramasında vitrinler, biçimsel olarak ve tarihsellikle geçirdiği değişim değerlendirildiğinde
geleneksel ve çağdaş olarak sınıflandırılabilir (Arslan, 2011; Bayraktar, 2011; Mesher, 2013). Aşağıda vitrin
sınıflandırmaları ve genel özelliklerine değinilmiştir.
Vitrinler, biçimsel olarak arka planına göre üç farklı şekilde tasarlanabilir.
arkası açık vitrin
arkası kapalı vitrin
yarı kapalı-açık vitrin
77
Arkası açık vitrin kullanıldığında tüketici, vitrin camından bakınca vitrinde sergilenen ürünlerin, arkasından
mağazanın içini görür. Böylece, iç mekân daralmaz ve daha büyük bir alan teşhir ve satış için kullanılır. Dolayısıyla
mağazanın içi de vitrin vazifesi görür, daha büyük bir alan teşhir ve satış için kullanılabilir (Arslan, 2011).
Arkası kapalı vitrin, mağazanın içerisini göstermez ve sergilenen ürünler ön plana çıkabilir. Müşteri mağazanın
içini göremediği için vitrinde sergilenen ürünlere odaklanır. Mağaza içini merak ederek içeriye girmek isteyebilir.
Vitrin tasarımı, mağaza içi atmosferi ile uyumlu olmalı, mağaza imajını pekiştirmelidir (Arslan, 2011).
Arkası yarı kapalı-açık vitrin tasarımında, arka tarafa konulan panolar dar tutularak yanlardan, kısa tutularak
mağazanın içerisinin üstten görünmesi sağlanabilir. Vitrinlerden biri kapalı diğeri açık tutularak mağaza ambiyansı
sergilenebilir.
Geleneksel taş binaların cephesiyle orantılı olarak zemin kotlarında niş düzenlerinde yer alan küçük boyutlu
vitrinlerin günümüz yapı teknolojisinin imkânlarıyla geniş ve büyük ölçüde cam yüzeylerle tasarlandığı günümüz
yapılarında, tarihsel gelişimiyle genel olarak vitrin tasarımlarını;
geleneksel
çağdaş vitrin düzenleri başlıkları altında değerlendirmek mümkündür.
Geleneksel vitrin tasarımları
Mağaza ve marka kimliğini ve imajını yansıtan pek çok ürün yer alır
Geleneksel vitrin düzeni, simetri duygusu verir,
Mevcut binanın görünüşüyle, vitrin nişleri, camekânları orantılıdır.
Ürünler çoklu ve üst üste sergilenir.
Klasik asma ve raf sistemleri kullanılır.
Ürünün vitrinden alınması esasına göre tasarlanır.
Çağdaş vitrin tasarımları
Bütün bir cepheyi kaplayabilen, geniş cam yüzeylerden oluşur.
Farklı dekor ve materyaller, kullanılarak bir konsept çerçevesinde tasarlanır.
Az sayıda ürün kullanılır.
Davetkâr ve dikkat çekicidir.
Modanın trendlerinin ve ipuçlarını habercisidir.
Tiyatrovari dekorlarla çarpıcı bir sahne ambiyansı oluşturan bir sanat eseri gibi düzenlenir.
Mağaza ambiyansıyla, bütünlük arz eder.
Marka ve ürün kimliğini yansıtır.
Vitrin tasarımında dikkat edilmesi gereken ilkeler ise aşağıdaki gibi özetlenebilir:
Mağaza vitrinlerinde sergilenecek ürünlerin seçimi de önemlidir.
Benzer ürünler aynı yerde gruplanarak sergilenmelidir.
Vitrinde sergilenen ürünler çok küçük olmamalıdır.
Vitrin, mağaza ambiyansıyla, bütünlük arz eden genel ambiyansı oluşturacak çok farklı materyaller ve dekorlarla
belirlenen konseptle tasarlanır.
Vitrin düzenlemesinde; ürün çeşidi, vitrin büyüklüğü, mağazanın konumu, mağazanın dış cephesi, oluşturulmak
istenen imaj, kimlik, mevsim, dönem, hedef müşteri kitlesi, konsept tasarımı göz önünde bulundurulur.
Sonuç olarak; mağaza tasarımın, müşteriyi cezbederek içeriye çekmenin bir aracı olarak vitrin tasarımı, tarihsel
olarak değerlendirildiğinde tasarım ilkeleri ve yaklaşımlarıyla köklü bir değişim geçirmiştir. Geleneksel vitrin
tasarımlarında, mağaza içerisindeki ürün çeşitliliği, çoklu ürünlerin yoğun bir şekilde sergilenmesiyle
düzenlenirken, çağdaş vitrinlerde odak noktası oluşturacak, dikkat çekecek az sayıda ürün öyküsel bir senaryo,
konsept çerçevesinde çeşitli malzeme ve materyallerin yardımıyla, çarpıcı bir sahne ambiyansı oluşturan bir sanat
eseri gibi düzenlenir. Geleneksel vitrinlerin tekdüze, sıradan görünümü, çağdaş vitrin düzenleri ile modanın ve
tüketimin ivmelendiri gücü ile yaratıcı dozu yüksek çarpıcı sanatsal enstalasyonlar, grafiksel yaratımlara
dönüşmüştür. Böylece, modern zaman eğlencesi olarak görülen vitrin bakma, çarpıcı tasarımlarla haz verirken,
tasarımcılara da ilham kaynağı olup, yaratıcılığı besleyecek niteliktedir.
Anahtar kelimeler: Vitrin, Mağaza, Moda, Trend, Tasarım
78
KARADENİZ TEKNİK ÜNİVERSİTESİ
61080 Trabzon / Türkiye
www.ktu.edu.tr