©2021 Published in 3rd International Symposium on Critical Analytical Thinking
4-5 December 2021 (ISCAT2021 Ankara - Turkey)
https://doi.org/10.33793/acperpro.05.01.10
Takvâ Ve Ahlakta İstikâmet
*Prof. Dr. Necdet Tosun
İlahiyat Fakültesi, Marmara Üniversitesi, Türkiye
Özet
İstikâmet, yanlış yollara sapmadan doğru yolda yürümek demektir. İslam ahlâkında istikâmet denince
de ifrat ve tefrite yani yanlış yorumlara dalmadan i’tidâl üzere ahlâkı yaşamak, orta yoldan ve mâkul
çizgiden ayrılmamak anlaşılır. Bir diğer ifâdeyle istikâmet, Allah Rasûlü’nün örnek şahsiyetinden nasîb
almak, ahlâkı ile ahlâklanmak, bir ömür Kur’ân ve Sünnet’in öngördüğü çizgide yaşamaktır. İslam denge
dinidir. Aşırılıklardan uzak durmayı ve orta yolu tavsiye eder. Bununla birlikte ahlâkî bazı konuları
anlama ve uygulama konusunda asr-ı saâdetten itibaren bazı sapmalar görülmüştür. Bu sapmalar asr-ı
saâdette bizzat Hz. Peygamber veya Hz. Ömer gibi kişiler tarafından düzeltilip tashih edilmiş, yanlış
yorumlara kayanlar uyarılmıştır. Sonraki asırlarda, özellikle fetihlerin genişlemesiyle birlikte toplumda
oluşan zenginlik bazı insanları lüks elbise giyme, konforlu evlerde oturma ve dünya malına hırsla sarılma
gibi zaaflara sevk edince, buna karşı bir tepki olarak toplumdaki bazı zâhid insanlar daha ahlaklı ve takvâ
üzere yaşama arzusuna yönelmişler, bu arada bazı kişiler aşırıya giderek yanlış yorumlara kaymışlardır.
Çalışıp kazanmayı tevekküle aykırı gören, mağaralarda uzlete çekilen, tevekkülü yanlış anlayıp azık
almadan çöl yollarına düşen, çok az yedikleri için zayıf düşüp ibadetten geri kalan insanlar olmuştur.
İslam’ın tavsiye ettiği ahlak çizgilerinin dışına çıkan bu insanlar hem âlimler hem de kendileri gibi zâhid
ve sûfî olan kişiler tarafından uyarılmış, bu konuda tasavvuf ehli tarafından müstakil kitaplar ya da
kitapta bölümler yazılmıştır. Bu sayede ahlak ve takvânın doğru anlaşılması ve istikâmet üzere
yaşanması konusunda önemli prensipler ortaya konmuştur.
Anahtar Kelimeler: Ahlak, İstikâmet, İ’tidâl, Aşırılık.
Takvâ Ve Ahlakta İstikâmet
Abstract
Destination means walking on the right path without going the wrong way. When the word direction in
Islamic morality is mentioned, it is understood to live the morality in moderation without delving into
excess and understatement, that is, wrong interpretations, and not to leave the middle path and the
reasonable line. In other words, the direction is to get a share of the exemplary personality of the
Messenger of Allah, to become moral with his morals, to live a lifetime in the line prescribed by the
Qur'an and Sunnah. Islam is the religion of balance. It recommends avoiding extremes and the middle
way. However, there have been some deviations from the age of bliss in understanding and applying
some moral issues. These deviations were caused by Hz. Prophet or Hz. It was corrected and corrected
by people like Ömer, and those who misunderstood were warned. In the following centuries, when the
wealth of the society, especially with the expansion of the conquests, led some people to weaknesses
such as wearing luxury clothes, living in comfortable houses and greedily holding on to worldly goods,
some ascetic people in the society turned to the desire to live more morally and pious, as a reaction
against this. people have gone to the extreme and slid into misinterpretations. There have been people
who saw working and earning as contrary to tawakkul, retreated in caves, misunderstood tawakkul and
went to the desert roads without getting any food, and fell short of worship because they ate too little.
These people, who went beyond the moral lines recommended by Islam, were warned by both scholars
and people who were ascetic and sufis like themselves, and separate books or chapters were written in
the book by the people of mysticism. In this way, important principles have been put forward in terms
of understanding morality and taqwa correctly and living in the right direction.
Keywords: Ethic, Uprightness, Sobriety, Extremism
*Corresponding author: Address İlahiyat Fakültesi, Marmara Üniversitesi, İstanbul/Türkiye.
E-mail address:
[email protected]
N. TOSUN / ISCAT2021 Ankara - Turkey
1. Giriş
İstikâmet, yanlış yollara sapmadan doğru yolda yürümek demektir. İslam ahlâkında istikâmet
denince de ifrat ve tefrite yani yanlış yorumlara dalmadan i’tidâl üzere ahlâkı yaşamak, orta yoldan
ve mâkul çizgiden ayrılmamak anlaşılır. Bir diğer ifâdeyle istikâmet, Allah Rasûlü’nün örnek
şahsiyetinden nasîb almak, ahlâkı ile ahlâklanmak, bir ömür Kur’ân ve Sünnet’in öngördüğü
çizgide yaşamaktır. Kurân ve sünnet insanları ahlâkî erdemlere davet ederken, aşırılıklardan da
sakındırmış, böylece ahlâkın da orta yolda yaşanmasını tavsiye etmiştir.
Meselâ “Merhamet” güzel bir ahlaktır. İnsanlara şefkat ve merhamet göstermek, şahsımıza karşı
yapılan hatâları veya hakâretleri affetmek güzel bir ahlaktır. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Afvı tercih et…”
buyrulmakta, (A’râf, 199) ve “Öfkelerini yutanlar, insanları afvedenler” (Âl-i İmrân, 134)
övülmektedir. Bununla birlikte yapılan suç başka bir kişiye veya toplumun geneline zarar vermiş
ise onu affetme yetkisi bizde değildir. Örnek olarak, hırsızlık yapan kişinin cezâsı âyette açıkça
ifâde edilmiştir (Mâide, 38). Resûl-i Ekrem, hırsızlık yapan soylu bir kadının affedilmesi yönünde
ashaptan gelen bir isteğe şiddetle karşı koymuş ve geçmiş ümmetlerin helâk olmasının başlıca
sebeplerinden birinin cezaların sadece fakir ve zayıf kimselere tatbik edilip zengin, soylu ve
güçlülerin affedilmesi olduğunu söylemiş, ardından da, “Allah’a yemin ederim ki eğer hırsızlık
yapan Muhammed’in kızı Fâtıma olsaydı onun da elini keserdim” diyerek had cezasını
uygulamıştır 1. Yargıda hüküm verme konumunda olan kişiler merhameti aşırı yorumla saptırır ve
hırsızları affederlerse, toplumda hırsızlık olaylarının önü alınamaz. Hele zenginlerin merhamet
gerekçesiyle affedilip fakirlerin cezalandırılması, hiçbir ahlâkî kuralla izah edilemez ve toplumda
adâlet duygusunu zedeler. Aynı şekilde bir kişi başka birini öldürmüş ise, merhamet ederek kısas
yapmayıp diyet ile olayı kapatmak mümkün ise de, bu konuya karar verecek olanlar, maktûlün
birinci derece yakınlarıdır. Başka insanlar veya hâkimler merhamet gerekçesiyle kendiliğinden
diyete hükmedemezler. Böyle bir merhamet, istikâmetten sapmak olur.
Bir başka güzel ahlak da “Sabır”dır. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allah sabredenlerle beraberdir”
(Bakara, 153) buyrulmaktadır. Sabrın güzel bir ahlak olduğuna dâir birçok âyet ve hadis vardır.
Ancak düşman ordusu ülkeyi işgal etmiş, insanları katletmeye başlamış, ezan susmuş, bayrak inmiş
ise, bu durumda “ben sabır ehliyim” diyerek oturmak İslâmî prensiplere uymaz. Orada vatanı
müdâfaa adına cihad ile ilgili âyetler ve emirler gündeme gelir. Böyle bir işgal döneminde sabırdan
bahsetmek, sabır denen ahlâkı yanlış yorumlamak, istikâmetten sapmak olur. İmâm-ı Gazâlî şöyle
der: “Yılanların, yırtıcı hayvanların ve akreplerin verdiği eziyete sabr etmek ve onları
uzaklaştırmamak tevekkül sayılmaz. Çünkü bu sabırda bir fayda yoktur”2.
1
2
Buhârî, Enbiyâʾ, 54, Ḥudûd, 12; Müslim, Ḥudûd, 8-9.
Muhammed Gazâlî, İhyâü ulûmi’d-dîn, Beyrut 1990, V, 161.
97
N. TOSUN / ISCAT2021 Ankara - Turkey
“Zühd ve takvâ” da güzel ahlaktır. Dünyaya fazla önem vermemek, nâfile ibadetlere önem verip
şüphelilerden sakınmak İslamiyet’in tavsiye ettiği bir hayat tarzıdır. Ancak bunlarda da aşırıya
gidip istikâmetten sapmak doğru değildir.
Ashâb-ı kirâmdan bâzıları birgün muhterem vâlidelerimize sorarak Allâh Rasûlü’nün (a.s)
ibâdetlerini öğrenmek istemişlerdi. Onlar da gördüklerini anlattılar. Efendimiz’in i’tidâl üzere
yapmış olduğu ibâdetlerini az gören bu kimseler kendi kendilerine:
“–Allâh’ın Rasûlü nerede biz neredeyiz? Onun geçmiş ve gelecek günahları bağışlanmıştır.”
dediler. İçlerinden biri:
“–Ben ömrümün sonuna kadar, bütün gece uyumaksızın namaz kılacağım.” dedi. Bir diğeri:
“–Ben de hayatım boyunca gündüzleri oruç tutacağım, oruçsuz gün geçirmeyeceğim.” dedi.
Üçüncü sahâbî de:
“–Ben de sağ olduğum müddetçe kadınlardan uzak kalacak, asla evlenmeyeceğim.” diye söz verdi.
Bir müddet sonra Peygamberimiz onların yanına geldi ve kendilerine şunları söyledi:
“–Şöyle şöyle diyen sizler misiniz? Sizi uyarıyorum! Allâh’a yemin ederim ki ben sizin Allâh’tan
en çok korkanınız ve O’na en saygılı olanınızım. Fakat ben bazen oruç tutuyor, bazen tutmuyorum.
Gece hem namaz kılıyor hem de uyuyorum. Kadınlarla da evleniyorum. Benim sünnetimden yüz
çeviren kimse, benden değildir.”3
Başka bir rivâyete göre, Rasûlullâh -sallâllâhu aleyhi ve sellem- birgün sahâbeye kıyametten
bahsetmişti. Onlar da çok duygulanıp ağladılar. Sonra içlerinden on kişi Osman bin Maz’ûn’un
evinde toplandı. Aralarında Hazret-i Ebû Bekir ve Hazret-i Ali de vardı. Yaptıkları istişâre
neticesinde, bundan böyle dünyadan el etek çekmeye, kendilerini hadım ettirmeye, gündüzlerini
oruçla, gecelerini de sabaha kadar ibâdetle geçirmeye, et yememeye, hanımlarına olan alâkayı
azaltmaya, güzel koku sürünmemeye ve yeryüzünde gezip dolaşmamaya karar verdiler. Bu haber
Peygamber Efendimiz’e ulaşınca, kalkıp Osman bin Maz’ûn’un evine geldi, fakat kendisini evde
bulamadı. Hanımına, Osman ve arkadaşlarının kendisine gelmeleri için haber bıraktı. Onlar da
Peygamber Efendimiz’in huzuruna çıktılar. Efendimiz, karar aldıkları husûsları kendilerine
sayarak:
“–Bu konularda ittifak etmişsiniz, öyle mi?” dedi. Onlar:
“–Evet yâ Rasûlallâh! Bizim böyle karar almakta hayırdan başka bir gayemiz yoktur.” dediler.
Efendimiz -sallâllâhu aleyhi ve sellem- şöyle buyurdu:
3
Buhârî, Nikâh, 1.
98
N. TOSUN / ISCAT2021 Ankara - Turkey
“–Şüphesiz ki ben bunlarla emrolunmuş değilim. Elbette sizin üzerinizde nefislerinizin hakkı
vardır. Bazen oruç tutun, bazen tutmayın. Gece hem ibadet edin hem uyuyun. Ben hem ibâdet
ederim hem de uyurum. Oruç tuttuğum günler de olur, tutmadığım günler de. Et yediğim gibi
hanımlarımla da berâber olurum. Kim benim sünnetimden yüz çevirirse benden değildir.”
Sonra ashâb-ı kirâmı toplayıp onlara bir konuşma yaptı ve şunları söyledi:
“Birtakım kimselere ne oluyor ki hanımlarıyla beraber olmayı, yeme içmeyi, güzel koku sürmeyi,
uyumayı ve meşrû sayılan dünya zevklerini kendilerine haram kılıyorlar. Şüphesiz ki ben size keşiş
ve ruhban olmanızı emretmiyorum. Benim dinimde et yemeyi terk etmek, kadınlardan uzaklaşmak
bulunmadığı gibi, dünyadan el etek çekip manastırlara sığınmak da yoktur. Ümmetimin seyahati
oruç, ruhbanlıkları (takvâları) ise cihaddır. Allâh’a ibadet ediniz, O’na hiçbir şeyi ortak
koşmayınız, hac ve umre yapınız, namazlarınızı kılınız, zekâtınızı veriniz, Ramazan orucunu
tutunuz. Siz dosdoğru olunuz ki başkaları da öyle olsun. Sizden önceki ümmetler, aşırılıkları
yüzünden helâk oldular. Dini kendilerine zorlaştırdılar, Allâh da onlara zorlaştırdı. Bugün kilise
ve manastırlarda bulunanlar, onların artıklarıdır.”
Bu hâdise üzerine şu âyet-i kerîme nâzil oldu: “Ey îmân edenler! Allâh’ın size helâl kıldığı güzel
ve temiz şeyleri kendinize haram etmeyin, haddi aşmayın. Çünkü Allâh haddi aşanları sevmez.”
(el-Mâide 5/87).4 Demek ki zühd ve takvâ ahlâkî erdemler olmakla beraber, bunlarda aşırıya
gidilmesine Hz. Peygamber râzı olmamış ve mâni olmuştur.
Zühd ve takvâ adına bazı aşırılıklara gitme ve istikâmetten sapma durumu sonraki asırlarda da vukû
bulmuştur. Nitekim meşhur sûfî Cüneyd Bağdâdî’nin şöyle dediği nakledilir: “Dayım Serî Sakatî
kadar riyâzatta (perhiz ve nefs mücâdelesinde) ileri gideni görmedim. Nefsinin rahatı için 98 sene
bir defa bile yanını yere koymadı (yatarak uyumadı). Yine bu 98 sene içinde, son ölüm hastalığı
hâriç, duvara yaslanmadı”5. Bu rivâyette yatıp uyumamak bir mârifet ve başarı gibi övgüyle
anlatılmaktaysa da İslam’ın tavsiye ettiği bir şey değildir.
Ebû Nasr Serrâc Tûsî (ö. 378/988) el-Lüma’ isimli tasavvufî eserinde şöyle der:
“Ben bir topluluk gördüm. Nefislerini aza kanâate mahkûm etmişler, kuru ot yiyerek, su içmeden
yaşamaya çalışıyorlar ve fakat farzları kaçırıyorlardı. Çünkü nefslerine adâletle davranmamışlar ve
eskilerden bu yola sülûk etmiş kişilerin âdâbını benimsememişlerdi.
Bir grup da uzleti ihtiyar edip mağaralara çekilmişler; böylece halktan kaçtıklarını ya da dağlarda
ve sahrâlarda nefislerinin şerrinden emin olacaklarını sanmışlardı. Ya da Allah’ın halvet ve uzlet
Ali el-Kârî, Mirkâtü’l-mefâtîh (nşr. Cemâl Aytânî), Beyrut 2001, I, 344.
Abdullah Ensârî Herevî, Risâle-i Çihil u Dû Fasl der Hikâyet-i Meşâyıh, Mecmûa-i Resâil-i Fârsî-yi Hâce Abdullahi Ensârî (thk. Muhammed Server Mevlâyî) içinde, Tahran 1389 hş./2010, c. 1, s. 67.
4
5
99
N. TOSUN / ISCAT2021 Ankara - Turkey
sâyesinde, kendilerini velî kullarına verdiği güzel hâllere erdireceğini, bunun halk arasında iken
gerçekleşemeyeceğine inanmışlardı. Bunlar da bu görüşlerinde yanılmışlardır…
Yeni ortaya çıkan bir grup daha gördüm. Onlar da yemeyi azaltıp geceleri uyumadan devamlı
Allah’ın zikriyle meşgûl oluyorlar. Hattâ içlerinden kimileri bâzen bayılıyor ve bundan sonra
kendisine iyi hizmet edilmeye ve günlerce şefkatle muâmele edilmeye muhtâç oluyor. Ancak bu
sâyede farz namazları kılmaya muktedir olabilmektedirler.
Bir kısım sûfîler de nefsânî arzularının kökünü kazımak için tenâsül âletlerini kesmeye kalkışmış
ve böylece nefsânî şehvetlerin âfetlerinden kurtulacaklarını sanarak yanılmışlardır. Çünkü âfetler,
içerdeki nefsten kaynaklanır. Hastalık bâtında oldukça, zâhirî âletin kesilmesinin bir faydası
yoktur. Bu tavır zararlı olduğu gibi, âfeti de çoktur. Âfeti zâhirî âlette sanan ve kesiverince
şerrinden kurtulacağını sananlar yanılmıştır” 6.
Yukarıdaki rivâyetlerden anlaşıldığına göre zühd ve takvâ konusu asr-ı saâdetten beri bazı yanlış
anlamalara konu olmuştur. Asr-ı saâdette bu konularda istikâmetten sapma eğilimi gösterenler Hz.
Peygamber (a.s) tarafından uyarıldığı gibi, sonraki asırlarda sapma gösterenler de tasavvuf
klasiklerini kaleme alan büyük mutasavvıflar tarafından uyarılmış, doğru yola ve istikâmete sevk
edilmişlerdir.
“Tevekkül” yani Allah’a güvenmek de güzel bir ahlâktır. Kur’ân-ı Kerîm’de: “Allah’a tevekkül
et” (Ahzâb, 3), “Kim Allah’a tevekkül ederse, Allah ona yeter” (Talâk, 3) buyrulmaktadır. Ancak
asr-ı saâdetten itibaren tevekkül konusunu yanlış anlayanlar olagelmiştir. Devesi ile gelip de: “Yâ
Rasûlallah, devemi salayım da tevekkül edeyim mi?” diye soran birine, Hz. Peygamber (a.s):
“Deveni bağla da (sonra) tevekkül et!” buyurmuştur7. Bu rivâyet tevekkül konusunun sahâbe
döneminde bile yanlış anlaşılabildiğini göstermektedir.
Hz. Ömer (r.a.) da boşta gezen bir gruba: “Siz ne iş yaparsınız, necisiniz?” diye sorunca onlar: “Biz
mütevekkilleriz (yani rızık konusunda Allah’a güveniyoruz)” demişler. Bunun üzerine Hz. Ömer
(r.a.): “Hayır, siz mütevekkil değil, müttekilsiniz (yani tembel olup rızık konusunda başkalarına
güvenen kişilersiniz). Mütevekkil, tohumu ektikten sonra Allah’a tevekkül edendir.” 8 buyurarak
tevekkülden ne anlaşılması gerektiğini ortaya koymuştur. Yine Hz. Ömer’in şöyle dediği rivâyet
edilir: “Sizden biriniz mescidde oturup rızık aramayı terk ederek “Allahım bana rızık ver” demesin.
Çünkü bu, sünnete aykırıdır. Biliyorsunuz ki gök, altın ve gümüş yağdırmaz”9.
6
Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma’ (nşr. Abdülhalîm Mahmûd- Tâhâ Abdülbâkî Sürûr), Kâhire 1960, s. 527-528.
Tirmizî, Kıyâme, 60.
İbn Ebi’d-Dünyâ, et-Tevekkül ala’llâh, Resâilü İbn Ebi’d-Dünyâ (nşr. Ebû Bekr Sa’dâvî), Şârika 2000, içinde, s.
146 (hadis no. 10).
9
Abdülvâhid Sîvistânî Sindî, Hüsnü’l-fehm ve’t-teakkul fî cem’il-kesb ve’t-tevekkül (nşr. Hakku’n-Nebî es-Sindî),
Kuveyt 2015, s. 119.
7
8
100
N. TOSUN / ISCAT2021 Ankara - Turkey
Sonraki asırlarda da tevekkülü yanlış anlayan kişiler olmuştur. Rivâyete göre, bir zâhid ve sûfî olan
Şakîk Belhî, rızık temin etmek için çalışmaz, sebeplere tevessül etmezdi. Bir ara hacc dolayısıyla
Mekke’de İbrahim b. Edhem ile karşılaştı. İbrahim b. Edhem ona, bunun sebebini sordu. Şakîk
Belhî şöyle anlattı: “Çölde yolculuk yapıyordum. Bir yerde iki kanadı kırık bir kuş gördüm. Kendi
kendime, “Bak bakalım, bu kuşun rızkı nereden geliyor?” dedim ve karşısına oturdum. Derken
ağzında çekirge bulunan bir kuş geldi ve çekirgeyi kanatları kırık olan kuşun ağzına bıraktı. Bundan
sonra ben de kendi kendime: “Ey nefis, bu sağlam kuşa, bu iki kanadı kırık kuşu besleten Allah,
her nerede olursam olayım bana da rızık verir!” dedim ve çalışmayı bıraktım, (tevekküle yöneldim)
sırf ibadetle meşgul olmaya başladım.” Bunun üzerine İbrahim b. Edhem şöyle dedi: “Niçin sakat
kuşu besleyen sağlam kuş olmuyorsun ki ondan daha faziletli olasın! İşitmedin mi Rasûlullah
(s.a.v) ne buyuruyor: “Veren el, alan elden hayırlıdır.” Her işte iki dereceden daha yükseğine tâlip
olmak müminin şânındandır ki bu sayede Allah’ın iyi kulları (ebrâr) mertebesine ulaşır.” Bu sözler
üzerine Şakîk Belhî (hatâsını anladı), İbrahim b. Edhem’in elini öptü ve: “Ey Ebû İshak, sen bizim
üstadımızsın!” dedi. 10
Ebû Tâlib Mekkî’ye (ö. 386/996) göre kişi Allah için mal biriktirirse bu tevekküle zarar vermez 11.
Tedaviye başvurmak da tevekkülü azaltmaz, çünkü Rasûlullah tedâviyi emretmiştir 12.
Meşhur sûfî Ebû Abdurrahmân es-Sülemî (ö. 412/1021) şöyle der: “Tevekkül, Hz. Peygamber’in
hâlidir, çalışıp kazanmak da onun sünnetidir. Onun hâlini (tevekkülü) yaşamaya gücü yetmeyen
kişi sünnetine (çalışmaya) yönelir” 13.
Abdülkerîm Kuşeyrî (ö. 465/1072), tevekkülün mahallinin kalp olduğunu söylemiştir. Kalpte her
takdirin Allah’tan olduğu düşüncesi yerleştikten sonra zâhirdeki hareketlerin yani sebebe
başvurmanın, çalışmanın tevekküle zarar vermeyeceğini söylemektedir. Çünkü Rasûlullah, devesi
ile gelip de “Ya Rasûlallah, devemi salayım da tevekkül edeyim mi?” diye soran birine, “deveni
bağla da tevekkül et!” buyurmuştur.14
İmâm-ı A’zam Ebû Hanîfe’nin talebesi İmam Muhammed Şeybânî (ö. 189/805) Kitabu’l-Kesb
isimli eserinde tevekkül konusuna değinmiştir. O, zâhidlerin câhilleri ve tasavvuf ehlinin
ahmaklarından bir kısmının, ölecek duruma gelenin leş yemesi durumunda olduğu gibi, kesb
(çalışıp kazanmak) ancak zaruret halinde câiz olur, normal halde haramdır dediklerini, kesbin
Allah’a tevekküle aykırı olduğu ya da tevekkülü azaltacağı görüşünde olduklarını söylemiş, bu
10
Ebû Bekir ed-Dineverî, el-Mücâlese ve Cevâhiru’l-İlm, Beyrut 1998, VIII, 42-43.
11
Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (thk. Saîd Nesîb Mekârim), Beyrut 1995, II, 30.
12
Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb, II, 33.
Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Risâle fî galatâti’s-sûfiyye, Mecmûa-i Âsâr-ı Ebû Abdurramân-ı Sülemî (nşr.
Nasrullah Pûrcevâdî- Muhammed Sûrî), Tahran 1388 hş./2009, içinde, c. 3, s. 471.
13
14
Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye (thk. Abdülhalîm Mahmud – Mahmud b. Şerîf), Kahire ts., I, 299-300.
101
N. TOSUN / ISCAT2021 Ankara - Turkey
görüşlerine getirdikleri delilleri aktardıktan sonra, kendi görüşünün delillerini sıralamış, çalışıp
kazanmanın haram olduğunu söyleyenlerin delillerine cevap vermiştir. 15
Şâfiî âlimi İmâm Mâverdî’ye (ö. 450/1058) göre tevekkül göstererek, azık almadan, insanlardan
istemeye güvenerek hac yolculuğuna çıkmak mekruhtur. İbn Abbâs’tan nakledildiğine göre
Yemenliler yanlarına azık almadan hac yolculuğuna çıkıyorlar, “biz Mekke’ye mütevekkiliz”
diyorlar ve insanlardan istiyorlardı. Bunun üzerine, “(Yanınıza) Azık alın. Muhakkak azıkların en
hayırlısı takvâdır!” (Bakara 2/198) âyeti indi. 16
Bu rivâyetlerden anlaşıldığına göre, tevekkül konusu sahâbe döneminde olduğu gibi, sonraki
dönemlerde de yanlış anlamalara ve istikâmetten sapan uygulamalara sahne olmuştur.
“Cömerlik” de güzel bir ahlaktır. Hz. Peygamber (a.s) son derece cömert bir insandı. Kendisinden
bir şey isteyenleri eli boş geri çevirmezdi. Kur’ân-ı Kerîm’de de cömertlik tavsiye edilmiş, ancak
hemen ardından cömertlikte aşırıya ve israfa gidilmemesi tavsiye edilerek şöyle buyrulmuştur:
“Elini boynuna bağlı tutma (cimrilik yapma!) Büsbütün de saçıp savurma; sonra kınanmış
olursun, eli boş, açıkta kalırsın.” (İsrâ, 29). Diğer bir âyette şöyle buyrulur: “(Rasûlüm!) Sana
(hayır yolunda) neyi infâk edeceklerini sorarlar. De ki: İhtiyaç fazlasını (verin)!” (Bakara, 219).
Cömertlik, infak ve ikram husûsunda aşırı davranmak, sonraları insanlara el açmaya, çoluk çocuğu
sefil ve muhtaç bırakmaya sebep olabileceği için uygun görülmemiştir. Vermekte aşırı giderek zor
duruma düşen bir insan, bir daha maddî ibâdetleri yapmaya cesaret edemeyebilir. Bu da onun için
büyük bir mahrûmiyet olur.
Bir an heyecâna kapılan bazı sahâbîler, zaman zaman mallarının tamamını infak etmek isterlerdi.
Allâh Rasûlü -sallâllâhu aleyhi ve sellem- ise gelen şahsın maddî ve mânevî (psikolojik) durumuna
göre malının üçte birini, yarısını veya bir miktarını kabul ederdi. Yalnız kendisi ve Hazret-i Ebû
Bekir -radıyallâhu anh- bu kâidenin dışında idi. Peygamber Efendimiz harp ganimetlerinden
hissesine düşen kısımla birden bire zengin oluverirdi. Bir kısmını âcil ihtiyaçları ve borçları için
ayırdıktan sonra tamamını infak ve ikrâm ederdi. Hattâ bazen tamamını infak etmeden huzur
bulamazdı. Hazret-i Ebû Bekir -radıyallâhu anh- de İslam ordusu için malının tamamını getirir,
Efendimiz de kabul buyururdu. Zîrâ o, bir müddet sonra iktisaden müşkil duruma düşse bile
kalbinde hiçbir fütûr olmaz, infâkından dolayı pişmanlık duymazdı.
Allâh Rasûlü’nün ve Hazret-i Ebû Bekir’in hâlleri, kendilerine mahsus bir durumdur.
Müslümanların umûmu ise hayırlı işleri yaparken bile i’tidâli elden bırakmamalıdırlar. Zîrâ bu
tabiîlik ve i’tidal, insanın hem dünyada huzur ve mutluluğuna, hem de âhirette kurtuluşuna sebeptir.
15
Muhammed eş-Şeybânî, el-Kesb (thk. Süheyl Zekkâr), Dımaşk 1400, s. 39-40.
16
Ebu’l-Hasan Ali Mâverdî, el-Hâvi’l-kebîr fî fıkhi mezhebi’l-İmâmi’ş-Şâfiî, Beyrut 1999, IV, 201.
102
N. TOSUN / ISCAT2021 Ankara - Turkey
Sonuç
Netice olarak, İslam denge dinidir. Aşırılıklardan uzak durmayı ve orta yolu tavsiye eder. Bununla
birlikte ahlâkî bazı konuları anlama ve uygulama konusunda asr-ı saâdetten itibaren bazı sapmalar
görülmüştür. Bu sapmalar asr-ı saâdette bizzat Hz. Peygamber veya Hz. Ömer gibi kişiler
tarafından düzeltilip tashih edilmiş, yanlış yorumlara kayanlar uyarılmıştır. Sonraki asırlarda,
özellikle fetihlerin genişlemesiyle birlikte toplumda oluşan zenginlik bazı insanları lüks elbise
giyme, konforlu evlerde oturma ve dünya malına hırsla sarılma gibi zaaflara sevk edince, buna
karşı bir tepki olarak toplumdaki bazı zâhid insanlar daha ahlaklı ve takvâ üzere yaşama arzusuyla
yola çıkmış, ancak bazıları bazen yanlış yorumlara kaymışlardır. Çalışıp kazanmayı tevekküle
aykırı gören, mağaralarda uzlete çekilen, azık almadan çöl yollarına düşen insanlar olmuştur.
İslam’ın tavsiye ettiği ahlak çizgilerinin dışına çıkan bu insanlar hem âlimler hem de kendileri gibi
zâhid ve sûfî olan kişiler tarafından uyarılmış, bu konuda tasavvuf ehli tarafından müstakil kitaplar
ya da kitapta bölümler yazılmıştır.
Meşhur mutasavvıf Serrâc Tûsî el-Lüma’ isimli eserinin son bölümlerinde istikâmetten sapan
sûfîleri eleştirmiştir. Ebû Abdurrahman es-Sülemî bu konuda Risâle fî galatâti’s-sûfiyye adında
müstakil bir eser yazmıştır. Rûzbihân Baklî’nin Galatâtü’s-sâlikîn isimli eseri de aynı konuya
dairdir. Zâhid ve sûfîlere yönelik eleştirileriyle tanınan Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî’nin Telbîsü İblîs
isimli eseri de hem âlimlerin hem de sûfîlerin bazı yanlışlarını ele alan müstakil bir eserdir. İslam
toplumundaki yanlış anlama ve uygulamaların giderilmesi adına bazı eleştirilerin yapılması ve
düzeltilmesi için çaba gösterilmesi toplum için çok faydalı bir vazife ve nebevî bir sünnettir.
Kaynakça
Abdullah Ensârî Herevî, Risâle-i Çihil u Dû Fasl der Hikâyet-i Meşâyıh, Mecmûa-i Resâil-i Fârsîyi Hâce Abdullah-i Ensârî (thk. Muhammed Server Mevlâyî) içinde, Tahran 1389 hş./2010.
Abdülkerîm Kuşeyrî, er-Risâletü’l-Kuşeyriyye (thk. Abdülhalîm Mahmud – Mahmud b. Şerîf),
Kahire ts.
Abdülvâhid Sîvistânî Sindî, Hüsnü’l-fehm ve’t-teakkul fî cem’il-kesb ve’t-tevekkül (nşr. Hakku’nNebî es-Sindî), Kuveyt 2015.
Ali el-Kârî, Mirkâtü’l-mefâtîh (nşr. Cemâl Aytânî), Beyrut 2001.
Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Risâle fî galatâti’s-sûfiyye, Mecmûa-i Âsâr-ı Ebû Abdurramân-ı
Sülemî (nşr. Nasrullah Pûrcevâdî- Muhammed Sûrî), Tahran 1388 hş./2009, içinde.
Ebû Bekir ed-Dineverî, el-Mücâlese ve Cevâhiru’l-İlm, Beyrut 1998.
Ebû Nasr Serrâc Tûsî, el-Lüma’ (nşr. Abdülhalîm Mahmûd- Tâhâ Abdülbâkî Sürûr), Kâhire 1960.
103
N. TOSUN / ISCAT2021 Ankara - Turkey
Ebû Tâlib Mekkî, Kûtu’l-Kulûb (thk. Saîd Nesîb Mekârim), Beyrut 1995.
Ebu’l-Hasan Ali Mâverdî, el-Hâvi’l-kebîr fî fıkhi mezhebi’l-İmâmi’ş-Şâfiî, Beyrut 1999.
İbn Ebi’d-Dünyâ, et-Tevekkül ala’llâh, Resâilü İbn Ebi’d-Dünyâ (nşr. Ebû Bekr Sa’dâvî), Şârika
2000, içinde.
Muhammed eş-Şeybânî, el-Kesb (thk. Süheyl Zekkâr), Dımaşk 1400.
Muhammed Gazâlî, İhyâü ulûmi’d-dîn, Beyrut 1990.
104