MARMARA ÜNİVERSİTESİ
TÜRKİYAT ENSTİTÜSÜ
DERS ÖDEVİ
“AYDINLANMA FELSEFESİ VE LAİSİZM”
Hazırlayan: ZEYNEP AZDER
No:580114001
Prof.Cemil Öztürk
2014
İÇİNDEKİLER
Giriş
1.Aydınlanma Felsefesi
2.Aydınlanma Çağı Düşünürleri
2.1.Galileo Galilei (1564– 1642)
2.2.René Descartes (1596-1650)
2.3.Leibniz, Gottfried Wilhelm (1646-1716)
2.4.Isaac Newton (1642-1727)
2.5.Baron de La Brède et de Montesquieu (1689-1755)
2.6.Jacques Rousseau (1712-1778)
2.7.Baruch Spinoza(1632-1677)
2.8.François Marie Arouet Voltaire ( 1694 - 1778)
2.9.Thomas Hobbes (1588 - 1679)
2.10.John Locke ( 1632 – 1704)
2.11.Fizyokratlar
2.12.Adam Smith (1727-1790)
3.Laisizm
4.Batı’da Laikliğin Tarihsel Gelişimi
KAYNAKÇA
AYDINLANMA FELSEFESİ VE LAİSİZM
GİRİŞ
Aydınlanma Çağı olarak adlandırılan tarihsel dönem, Aydınlanma felsefesinin 18. yüzyılda doğup benimsenmeye başladığı dönemdir. Batı toplumunda 17. ve 18. Yüzyıllarda gelişen, akılcı düşünceyi eski, geleneksel, değişmez kabul edilen varsayımlardan, önyargılardan ve ideolojilerden özgürleştirmeyi ve yeni bilgiye yönelik kabulü geliştirmeyi amaçlayan düşünsel gelişimi kapsayan dönemi tanımlar.
Aydınlanma felsefesi ya da 18. yüzyıl felsefeleri genel olarak insanın kendi yaşamını düzenlemesini yeniden gündeme almış, hem düşüncenin hem toplumsal yaşamın köklü değişimlere uğrayacağı bir sürecin fikirsel/felsefi başlatıcısı olmuştur. Bu yüzyılın sonlarına doğru meydana gelen Fransız devrimi (1789), ve ardından gerçekleşen modernleşme süreçleri, düşünsel anlamda etkilerini ve kaynaklarını aydınlanma felsefesinde bulmaktadır.
Macit Gökberk, Felsefe Tarihi, Remzi kitabevi,2.basım,1998,syf:328.
Aydınlanma, insanın kendi suçu ile düşmüş olduğu bir ergin olmama durumundan kurtulmasıdır. Bu ergin olmayış durumu ise, insanın kendi aklını bir başkasının kılavuzluğuna başvurmaksızın kullanamayışıdır. İşte bu ergin olmayışa insan kendi suçu ile düşmüştür; bunun nedenini de aklın kendisinde değil, fakat aklını başkasının kılavuzluğu ve yardımı olmaksızın kullanmak kararlılığını ve yürekliliğini gösteremeyen insanda aramalıdır.”Sapare Aude! Aklını kendin kullanmak cesaretini göster!” sözü şimdi Aydınlanmanın parolası olmaktadır.
1.Aydınlanma Felsefesi
Doğa, insanları yabancı bir yönlendirilmeye bağlı kalmaktan çoktan kurtarmış olmasına karşın (naturaliter maiorennes), tembellik ve korkaklık nedeniyledir ki, insanların çoğu bütün yaşamları boyunca kendi rızalarıyla erginleşmemiş olarak kalırlar, ve aynıki bu insanların başına gözetici ya da yönetici olarak gelmek başkaları için de çok kolay olmaktadır. Ergin olmama durumu çok rahattır çünkü. Benim yerime düşünen bir kitabım, vicdanımın yerini tutan bir din adamım, perhizim ile ilgilenerek sağlığım için karar veren bir doktorum oldu mu, zahmete katlanmama hiç gerek kalmaz artık. Para harcayabildiğîm sürece düşünüp düşünmemem de pek o kadar önemli değildir; bu sıkıcı ve yorucu işten başkaları beni kurtaracaktır çünkü. Başkalarının denetim ve yönetim işlerini lütfen üzerlerine almış bulunan gözeticiler [vasiler, ç.] insanların çoğunun, bu arada bütün latif cinsin ergin olmaya doğru bir adım atmayı sıkıntılı ve hatta tehlikeli bulmaları için, gerekeni yapmaktan geri kalmazlar. Önlerine kattıkları hayvanlarını önce sersemleştirip aptallaştırdıktan sonra, bu sessiz yaratıkların kapatıldıkları yerden dışarıya çıkmalarını kesinlikle yasaklarlar; sonra da onlara, kendi kendilerine yürümeye kalkışırlarsa başlarına ne gibi tehlikelerin geleceğini bir bir gösterirler. Oysa onların kendi başlarına hareket etmelerinden doğabilecek böyle bir tehlike gerçekten büyük sayılmaz; çünkü bir kaç düşüşten sonra bunu göze alanlar sonunda yürümeyi öğreneceklerdir, ne var ki bu türden bir örnek insanı ürkütüverir ve bundan böyle de yeni denemelere kalkışmaktan alıkoyar.
Immanuel Kant, Seçilmiş Yazılar, Çev: Nejat Bozkurt, Remzi Kitabevi,1984.syf:152.
Aydınlanma Rönesans veya Hümanizma gibi bir anlama sahiptir. O hem tarihte gerçekleşmiş belli ve özel bir harekete bir tarihsel olaya işaret eden bir kelime hem de harekette mevcut olan baz özellikleri şu veya bu ölçüde şu veya bu anlamda taşıdığı düşünülen her türlü benzeri harekete verilen genel bir ad,bir cins ismidir.Özel tarihsel olarak bu kelime XVIII.yüzyıl Batı Avrupa dünyası için kullanılır.Daha genel olarak ise M.Ö V.yüzyılda Atina’da özellikle sofistler tarafından yaratılmış olan kültürel felsefi harekete bu ad verilir.Bu anlamda olmak üzere yine örneğin içinde bulunduğumuz yüzyılda bir Türk aydınlanmasından bahsetmek mümkündür.Birçokları gibi Tanzimatla başlayan Cumhuriyetle yoğunluk kazanan ve zamanımızda da daha büyük bir hızla devam eden Bir Türk aydınlanmasından.Yine bu anlamda olmak üzere örneğin bir Arap Rönesansından bahsetmek mümkündür ve nitekim de böyle bir deyim mevcuttur.Aydınlanma deyimi her iki anlamında kendisinden türemiş olan sıfatlarının da temelindedir.Aydınlanmacı zihniyet veya Aydınlanma zihniyeti.
1990-1991 öğretim yılı güz döneminde Dokuz Eylül üniversitesi Atatürk İlke ve İnkılapları Tarihi Enstitüsünde yüksek lisans ve doktora sınıflarında verilmiş olan bir konferans metninden alıntıdır.
Her büyük zihinsel tarihi olay veya dönem gibi aydınlanma hareketini de başlangıç tarihini sıkı bir şekilde tayin etmek değildir. Tabii aynı şekilde onun bitiş tarihini de tam olarak tespit etmek söz konusu değildir. Bu sonuncu ile ilgili olarak Aydınlanma’nın bir bakıma veya belli ülkelerde ta zamanımıza kadar devam ettiğini söylemek mümkündür. Bunu söylerken kastettiğimiz aydınlanma tarafından ilk defa ortaya atılan veya özellikle vurgulanan birtakım kavramların, idelerin veya değerlerin örneğin, akılcılık,dinsel özgürlük,hoşgörü,ilerleme vb. değerlerin varlıklarını ta zamanımıza kadar devam ettirmesi ve kültürümüzün bir parçası halini almış olmasıdır.Onun başlangıç tarihini de aynı şekilde daha gerilere belli bir anlamda Rönesans’a, Hümanizma’ya, Reformasyona’a daha kısa deyişle Ortaçağ’ın çözülmeye başlaması dönemine geri götürmek mümkündür.Ancak tabi gene de Aydınlanma’nın karakteristiğini oluşturan şartlar ve nitelikler bakımından onu esas itibariyle XVIII.yüzyıl Avrupa’sında ortaya çıkan bir hareket olarak nitelendirmek doğru olacaktır.
Aydınlanma hareketinin temsilcileri kimledir? Belli başlı isimler olarak İngiltere için özellikle belki bu hareketin başlatıcısı olarak nitelendirilmesi mümkün olan Locke başta olma üzere Newton,Hume;Fransa için Montesquıeu,Voltaire olmak üzeregenel olarak Ansiklopedistler yani, Diderot, d’alembert, de la Mettrie,d’Holbach ve benzerleri;nihayet Almanya içinde C.Thomasius,C.Wolf, M.Mendelson, Lessing hatta Kant zikredilebilir.
Macit Gökberk, a.g.e, syf:366.
Aydınlanmanın diğer bir özelliği aydınlanmacı filozofların veya düşünürlerin genellikle sistemli düşünürler olmalarından çok büyük yazarlar olmalarıdır. Bunlar yazılarında milli dillerini kullanarak düşüncelerinin geniş çevrelere hitap etmesini sağlar. Felsefenin geniş çevrelerin eğitim ve yetişmesinde yer alması XVIII yüzyılın ve bu hareketin bir başka özelliğidir. Bu anlamda özellikle Ansiklopedistler hem aydınlanmanın tipik bir temsilcisidirler hem de onların mantıki bir sonucunu teşkil ederler. Bu bağlamda olmak üzere Voltaire bir filozof olmaktan çok edebiyatçıdır, Roussueau da siyaset, eğitim ve kültür felsefesi alanındaki büyük etkisine rağmen bir sistem kurucu filozof olmaktan çok bir yazardır. Burada önce yazarın kendisini aydınlatması, kendisinin aydınlanması, sonra geniş halk kitlelerini aydınlatması söz konusudur. Voltaire’in bazı broşürlerin yüzbinlerce bastığı hesaplanmaktadır.
Will Durant, Felsefe Kılavuzu, Çev: Ender Gürol, Millyet yay,İst, 1973,syf:214
Aydınlanmanın talepleri sorgusuzu sualsiz hakikat kabul etmenin körü körüne hareket eden tutumuna karşı sihirbazlıkta olduğu gibi ispat edilemeyecek şekilde yanlış nazariyelere dayandıkları için iddia ettikleri yönde tesir edemeyen tutumlara karşı hiçbir kısıtlamaya tabi olmaması gereken soru ve cevap yasağına karşı atalardan gelen önyargılara karşı yönelirler. Aydınlanma anlama ve tenkitçi bir şuur ve her anlamanın hudut için hudutsuz bir gayret ister.
Aydınlanmaya karşı savaş açanlar şöyle derler: Aydınlanma bütün hayatın dayandığı geleneği yıkıyor, inancı söküp atıyor ve nihilizme götürüyor insanı; her insana keyfi davranma hürriyetini veriyor; bundan dolayı da düzensizlik ve anarşiye yol açıyor; temelsiz olduğu için insanı ruhsuzlaştırıyor. Bu ithamlar artık gerçek aydınlanmanın manasını anlamayan yanlış bir aydınlanmaya karşıdırlar. Yanlış aydınlanma aklı sadece kendisine verilmiş olanı aydınlatıcı bir vasıta olarak kullanmak yerine bütün bilgi ve istek ve eylemi yalnız akıl üzerine dayandırabileceği fikrindedir.Ferdi cemiyette soru soran ve ilerlemeyi isteyen bilginin canlı ilgisinde temel atmak yerine de sanki ferd her şeymiş gibi haddi zatında yalnız kendisi için bildiği ve bilgisine dayanarak yalnız başına hareket edebileceği yargısına sürükler.Yanlış aydınlanmanın bütün insan hayatına yön verecek istisna ve otoriteyi içine alan bir kabiliyeti yoktur.Kısaca:insanı bizzat kendi başına durdurmak ister,o şekilde ki insan hakikate ve kendince mühim olana aklın kavrayışla ulaşabilir. Buna karşılık gerçek aydınlanma gerçi düşünceye ve sorma imkanına dışarıdan ve baskıyla bililtizam bir hudut göstermez fakat fiili hududun farkındadır. Çünkü cevabı alınmayanlar, önyargıları ve sözüm ona tabilikleri değil, kendini aydınlatır.aklın yollarıyla insan olmanın icap ettirdiklerini birbirine karıştırmaz.bunlar mantıki işleyen bir akılla aydınlanma için açıklığa kavuşturucu görünürler.Fakat akla dayandırılamazlar.
Karl Jaspers ,Felsefeye Giriş,Çev: Mehmet Akalın,Dergah yay,2.baskı,İst,syf:98
Aydınlanma felsefesinin temelinde akıl vardır, aklın kullanılması vardır. Akıl insanı her türlü kötülüklerden korur.İnsan aklını kullanarak en iyi toplumsal ve siyasal düzeni oluşturur.Akıl bireyseldir.Herkesin akınlı kullanma biçimi farklıdır.O halde her şeyi ölçü almak gerekir.İnsana gerçek değeri verirsek aydınlanmayı da başlatabiliriz.Toplumsal ve bireysel sorunların çözümünde aydınlanma belirleyici rol oynar.Fransız Devrimine kadar insan aklı yönetici güçler tarafından kontrol altında tutuluyordu.Bu da sistemin tıkanmasına düzenin statikleşmesine sebep oluyordu.Akıl kullanılmaya başlayınca insan özgürleşmesi çıktı.aydınlanma felsefesinde sorgulanmak istenen şey insan varlığının anlamı ve bu dünyadaki yeridir.
Akıl çağı ya da Aydınlanma, tek bir düşünce sistemine ya da tek bir sistematik programa indirgenemez. Ancak Akıl çağının temel ortak niteliklerini belli başlı noktalarla özetlemek mümkündür. Bu noktalar:
1. Akılcılık: Akıl her şeyin nihai, kesin ölçüsüdür.
2. Kozmoloji: Akıl çağının evreni Eski Yunan ve Ortaçağ düşünürlerinin evren bilgisinden çok farklıdır. Newton, eskisinden farklı bir evren, bu evren içinde yeni bir dünya ve bu dünya içindeki insanın değişen rolü konusunda uygarlık tarihinde devrim niteliği taşıyan fikirlere yol açmıştır.
3. Bilimsel Yöntem: Akıl çağı bilimsel yöntemi ve bu yöntemin özellikleri olan matematik kesinlik, gözlem ve deneyi geliştirmiştir. Akıl çağı bu anlamda bilimsel yönteme inanç anlamı taşır.
4. Laiklik: Aydınlanma bilinci, tüm kurumların ve dinin bilimsel yöntemle araştırılıp, incelenip, rasyonel eleştiriye açık olmasını savunur. Siyasetin, dinin ve ahlakın laik temellere oturtulması Akıl çağının ana hedefleri arasındadır.
5. Hurafelerle Savaş: Akıl çağı batıl itikatlar ve hurafelerle savaş demektir. Akıl, doğal olanın üstünde, doğa üstü güçlerin varlığına inancın aşılması, yok edilmesi demektir.
6. İnsanın Kendine Güveni: İnsan aklına, bu aklın gücüne güven Rasyonalizmin doğal
sonucudur. Bu güven aynı zamanda insanın mutluluğunun da insan aklına bağlı olması demektir. Akıl çağı düşünürleri genelde insanın doğuştan iyi olduğunu ve insan aklının mutluluğun tek çaresi olduğunu vurgular. Toplumsal ilerleme ve gelişme düşüncesi modern insanın aklına güveninin zorunlu bir sonucudur. Aydınlanma geliştikçe ilerleme de gelişir.
7. Tolerans: Özellikle 18. yüzyıl bağnazlığa ve dogmatizme karşı önemli gelişmelere sahne olmuştur. Rasyonalist düşünürler uygar dünyanın her türlü bağnazlıktan, cehaletten ve dogmatizmden arınması için mücadele etmişlerdir.
8. Özgürlük: Rasyonalistlerin programında insanın düşünce ve ifade özgürlüğü temel bir yer oluşturur. İnsan aklının sınırlanmadan doğayı ve kendini anlaması akılcılığın zorunlu bir koşuludur.
9. Hukuk Reformu: Yukarıda belirtilen noktalar doğrultusunda var olan hukuk ilkeleri, adalet, hakkaniyet ve eşitlik ilkeleri çerçevesinde değiştirilip geliştirilmelidir. Bu amaç Akıl çağı düşünürlerinin temel ilkeleri arasındadır.
10. Yaygın Eğitim: Akıl çağı, uygarlık tarihinde ilk kez kitle çapında yaygın eğitimin başlamasına tanıklık etmiştir. Yukarıda belirtilen ilkeler doğrultusunda, üniversitelerin de programında, hem doğa bilimler hem de beşeri bilimler alanlarında oluşturulan dersler hızla girmeye başlamıştır.
http://www.aykancandemir.com/yayinlar/aydinlanma.pdf,syf:2-3.
2.Aydınlanma Çağı Düşünürleri
2.1.Galileo Galilei (1564– 1642)
Galileo Galilei bir İtalyan fizikçi, matematikçi, gökbilimci ve filozofu olup, Bilimsel
devrim'de büyük bir rol oynamıştır. Galileo, ilk tahsilini Floransa'da yaptı. 1581'de Pisa Üniversitesi'nde tıp tahsiline başladı. Ancak parasızlıktan okulu terk etti. 1583'ten itibaren matematiğe ilgi duyan Galileo, bu konudaki çalışmaları sayesinde, 1589'da Pisa'da profesörlük elde etti. Sarkacın, yüzen cisimlerin ve hareketin Aristo fiziğinden farklı bir düşünceyle matematiksel olarak ele alınması gerektiğine inanan Galileo, Pisa Kulesi'nden ağırlık düşürerek Aristo'nun yanlışlığını açıkça gösterdi. Yani bütün şartlar eşit olduğu takdirde, bir cismin düşüş hızı, ağırlığından bağımsızdır. Bu davranışı yaşlı profesörlerle anlaşmazlığa düşmesine sebep oldu. 1592'de Pisa'yı terk ederek, Padova Üniversitesi de bir bölüm olan matematik kürsüsüne geldi.
1597'de pratikte çok faydası olan pusulayı ticari olarak piyasaya arz etti. 1600 senesinden hemen sonra ilkel bir termometre, insan kalp atışının ölçümünde kullanılmak üzere bir sarkaç ve 1604'te serbest düşüşün matematik kanunlarını keşfetti. 1609'da Hollanda'da teleskopun bulunduğunu işitti. Ve kendisi daha ileri bir alet yaparak bunu astronomi gözlemlerinde kullandı. 1610'da Aydaki dağlar, yıldız kümeleri ve Samanyolu üzerine ilk tespitlerini yayınladı. Bu arada Jüpiter'in dört uydusunun varlığını bildirdi. Bu kitabı çok ilgi uyandırdı ve Floransa'da saray matematikçisi olmasını sağladı. Hemen sonra Venüs 4 gezegeninin evreleri ve Satürn’ün şekli hakkında bilgi verirken, astronomideki Ptolemy (Batlamyus) sistemini tartıştı.
1611'de Roma'ya gitti ve oradaki Bilim Akademisi'ne üye seçildi. Floransa'ya dönüşünde hidrostatik üzerine pek çok profesörün itirazına sebep olan kitabı ile 1613'te güneş lekeleri üzerine yazdığı eserini yayınladı. Bu eserinde Kopernik sistemini açık bir şekilde müdafaa etti. Bundan dolayı papazların ağır hücumuna uğradı. 1615'te bizzat Roma'ya giderek iddiasını müdafaa etti. Ancak 1616'da Papa Beşinci Paul tarafından kitaplarını tetkik için bir komisyon kuruldu. Bu komisyon Galileo'nun kitaplarını yasaklamadı. Sadece Dünya'nın döndüğü iddiasından vazgeçmesini istedi.
Galileo, bir müddet bilimin pratik yönüne döndü, mikroskobu geliştirdi. Ancak 1618'de üç kuyruklu yıldızın görülmesiyle kiliseyle münakaşaya girdi. Arkadaşının Sekizinci Urban olarak Papa seçilmesinden cesaret alarak yazdığı "İki Kainat Sistemi Üzerine Konuşmalar" adlı eserini 1632'de yayınladı. Ancak kitabı daha önce yapılan uyarılarla çeliştiği söylentilerine rağmen Roma’da mahkemeye çağrıldı. 1633'te bu kitap yasaklandı ve Kutsal Engizisyon'ca müebbet hapse mahkûm edildi. Cezası kendi evinde göz hapsine çevrildi. Yetmiş yaşında hapsedilen Galileo kör oldu ve 1642 yılında hayatını kaybetti.
2.2.René Descartes (1596-1650)
Akıl Çağı'nın ve Rasyonalizm'in babası sayılan Fransız filozof ve matematikçi Descartes, genç yaşından itabaren eğitimini gördüğü skolastik düşüncenin yanlışlığını farketmiş ve kendi ifadesiyle bilgiyi yalnızca "İnsan aklı, ve evrenin kutsal kitabı olan doğa'dan" öğrenmeye karar vermişti. Bu konudaki düşüncelerini ilk kez, 1637'de yazdığı Aklını İyi Kullanmak ve Bilimlerde Gerçekçiliğe Aramak İçin Yöntem Üzerine Konuşma adlı eserinde ve bunu izleyen, geometri, optik ve genel fizik konularındaki üç eserinde ifade etmiştir. Descartes Yöntem Üzerine kısa adıyla bilinen 1637'de yazdığı eserinde felsefi ve bilimsel düşüncenin ilkelerini ortaya koymuş ve bu ilkeleri temel alarak, en küçük canlıdan en
büyük evrene kadar tüm maddesel varlıkların birer makina gibi işlediklerini göstermiştir.
Descartes'a göre bilgiye ulaşmanın yöntemi skolastik düşüncenin otoriteye dayanan yöntemi değil, insan aklının "evrensel şüphe"ye dayanan rasyonel yöntemidir. Buna göre kesin bilgiye her şeyden şüphe ederek başlarız. Bu yolla, şüphe götürmez doğruları bulabiliriz. Bulduğumuz ilk şüphe götürmez aksiyom düşünce ediminde bulunan, başka deyişle her şeyden şüphe 5 duyabilen, her şeyi sorgulayabilen bir varlığın (Ben'in) varlığıdır. Descartes bu düşüncesini "Düşünüyorum o halde varım" (Cogito, ergo sum) cümlesiyle ifade eder.
Descartes, fiziğin ve mekaniğin sorunları üzerine düşünerek gerçek doğa bilgisinin geometrik, aritmetik çözümlere dayandığı fikrini geliştirdi. Descartes'in, doğa bilgisinin "evrensel matematik" bilgisine indirgenebileceği düşüncesi modern bilimin temelini oluşturur.Descartes öncesi Aristocu fiziğe göre doğa, birbirinden bağımsız ve herbirisi kendi amacını gerçekleştirmeye çalışan nesnelerden oluşuyordu. Doğa bu anlamda bir bütünlükten yoksundu. Descartes bu doğa anlayışını aşarak doğadaki hiçbirşeyin keyfi olmadığını, doğanın bir bütün olarak evrensel matematik kanunlarına tabi olduğunu savunmuştur. Descartes'un bu düşüncesi Newton'un doğa yasası sentezine temel oluşturacaktır.
2.3.Leibniz, Gottfried Wilhelm (1646-1716)
Alman filozofu, bilim dünyasının en önemli sistemci düşünürlerinden biridir. Matematik, metafizik ve mantık alanlarında ileri sürdüğü yeni düşünce ve görüşleriyle tanınır. Leibniz 1672 yılında, 26 yaşında ileri modern matematik çalışmalarına başladı. Bundan 3 yıl sonra Isaac Newton'dan bağımsız olarak Calculus'un temel teoremini keşfetti (Fundamental Theorem of Calculus). Pek çok yıl Leibniz ve Isaac Newton taraftarları arasında kimin Calculus'u keşfettiğine dair bir tartışma olsa da şuan Leibniz ve Isaac Newton Calculus'un babaları olarak kabul edilmektedir. Dünya ile birey, makrokosmos ile mikrokosmos arasındaki ilişki problemini en açık bir biçimde ifade etmeyi ve problemi yeni yöntemlerle çözmeyi deneyen Leibniz’e göre, birey ve evren birbiriyle, niceliksel değil de, niteliksel bir ilişki içindedir. Evren yalnızca bireyselliğin bakış açısından anlaşılabilir; birey ise, yalnızca evrenle ilişki içinde belirlenebilir ve tanımlanabilir. Leibniz’in sisteminin hareket noktasını oluşturan bu fikre göre, her bireysel “ben”, her monad evrenin bütününü, onu aktüel olarak kapsama anlamında değil de, ideal bir biçimde tasarımlama anlamında içerir.
Leibniz’in monadoloji olarak bilinen bu anlayışına göre, duyularımızla gözlemlediğimiz cisimler daha küçük parçalara bölünebilir olup, varolan herşey bileşik cisimlerden meydana gelmektedir. Bundan dolayı, varolan tüm nesneler, basit tözlerden ya da gerçekliklerden meydana gelmelidir. Maddenin ilk ve gerçek varlık olması düşüncesine karşı çıkan Leibniz, gerçekten basit ve bölünemez olan tözlerin, sözünü ettiğimiz bireysel benlerin 6 monadlar olduğunu öne sürer. Monadlar tıpkı atomlar gibi, varlığı meydana getiren temel, basit bileşenlerdir. Bununla birlikte, monadlar atomlardan farklılık gösterir.Monadlarla atomlar arasında şu fark vardır. Atomlar yer kaplayan maddi parçacıklardır, oysa monadlar, Leibniz tarafından, güç ya da enerji olarak tanımlanırlar. Atomlar da monadlar da, dış kuvvetlerden bağımsızdır ve dış bir güçle ortadan kaldırılamaz; bununla birlikte, atomların birbirlerine benzedikleri, yani onların aralarında nitelik bakımından bir farklılık olmadığı yerde, monadlar birbirlerinden tümüyle farklılık gösterir.
Basit tözlerin, monadların eyleme yetili olduktan başka, canlı ve duyarlık sahibi varlıklar olduğunu öne süren Leibniz’e göre, evrenin her köşesinde, tek tek varlıkların canlılığıyla karşılaşmaktayız. Monadlar yer kaplamaz, onların büyüklükleri ya da şekilleri yoktur. Her monad diğerinden bağımsızdır ve monadlar birbirleriyle nedensel bir ilişki içinde değildirler. Leibniz, monadların maddi varlıklardan mantıksal bakımdan önce geldiklerini söyler. Öte yandan, monadlar kendi eylem ilkelerini, kendi faaliyetlerinin kaynağını yine kendilerinde bulurlar. Her monad, kendi içinde bütün öteki varlıkları yansıtır; her monad evrenin tümünün bir aynası gibidir. Monadların kendileri ve öteki varlıkların tümü hakkında, pek açık olmasa da, sürekli olarak, algıları vardır. Monadlar, dünyayı tasavvur edişleri, algılarının açık seçik oluşu bakımından derecelenirler. En alt düzeyde madde, en üst düzeyde de Tanrı bulunur. Leibniz, her monadın kendi yaratılış amacına göre davrandığını söyler. Monadlar arasında hiçbir ilişki yoktur. Ona göre, monadlar birbirlerinden mutlak olarak bağımsız olduğu için, onların birbirlerine açılan pencereleri yoktur. Hepsi de kendi amacına uygun bir biçimde davranan bu penceresiz monadlar düzenli bir evren oluşturur. Monadların ayrı amaçları büyük bir uyuma yol açar. Bu, hepsi çok iyi ayarlanmış olduğu için, birbirlerinden farklı birçok saatin tam olarak aynı zamanı göstermesine benzer. Şu halde, her monad ayrı bir dünyadır, ancak monadların tüm faaliyetleri birbirleriyle uyumludur. Leibniz’e göre, monadların bu uyumu Tanrı’nın yaratıcı faaliyetinin bir sonucudur. Tanrı bu uyumu önceden kurmuş, herşeyi ayarlamıştır. Leibniz, birbirleriyle nedensel ilişkileri olmayan monadların sergilediği uyumun Tanrı’nın varoluşu için yeni bir kanıt oluşturduğuna işaret eder. Tanrı, var olan herşeyin fail nedenidir; O, varoluşu zorunlu olan, varoluşu başka bir nedeni gerektirmeyen varlıktır. Tanrı, özü varoluşunu içeren zorunlu varlıktır.
2.4.Isaac Newton (1642-1727)
Newton 1687'de yayınlanan Principia Mathematica adlı eserinde "genel çekim" yasasını açıklar. Bu kanuna göre "herhangi iki cisim, birbirini, kütlelerin çarpımı ile doğru ve aralarındaki uzaklığın karesi ile ters orantılı bir kuvvetle çekerler". Daha yalın bir ifade ile genel çekim yasası, birbirine yakın iki cismin, ağırlıklarıyla doğru orantılı olarak birbirini çektiğini söyler. Newton bu yasanın, kendisinden önce Kepler ve Galieo tarafından bulunan yasaların daha genel bir ifadesi olduğunu ve sadece dünya için değil tüm evren için geçerli oluğunu savunur. Bu yasa gezegenlerin neden güneş etrafında sabit bir yörünge etrafında döndüğünü açıklar. Newton'un kuramı, tüm evreni tek bir çekim yasasının hakim olduğu dev bir makine olarak görür. Bu dev makinenin içindeki tüm olaylar matematiksel olarak ifade edilebilir ve tüm yasalar bilim tarafından ortaya çıkarılabilir.Doğa yasalarını ifade edebilmek amacıyla Newton "Kalkülüs" adı verilen bir matematik türü buldu.
Newton'un genel çekim yasasını buluşu uygarlık tarihinde bir dönemin kapanıp yeni bir dönemin başlayışını simgeler. Newton devrimi o güne kadar geçerli sayılan evreni yıkmış, yerine son derece karmaşık bir evren bilgisi getirmiştir. Bu evrende dünyamız eski ayrıcalıklı yerini yitirerek pek çok gezegenin arasında önemsiz gezegenlerden birisi haline gelmiştir. Güneş sistemi de evrenin milyarlarca galaksisinden sadece birisi durumuna geçmiştir. Sonuçta insanın konumu da yaratılışın ayrıcalıklı merkezinden çekilmiş ve atomlardan, moleküllerden oluşan bir makina-organizma durumuna indirilmiştir. İnsan da evrenin diğer mekanik-organik varlıkları gibi doğa yasalarına tabidir. Ancak aklı sayesinde insan, diğer canlılarda olmayan bir düzen kurabilir, doğa yasalarının bilincine varabilir, doğayı kendi iradesine ve gücüne tabi kılabilir.
Evrenin değişmez ahenk, uyum ve düzene sahip oluşu ve bu uyum ve düzenin doğa yasaları sayesinde mükemmel bir saat gibi işlediği fikri, aşağıda göreceğimiz gibi, Akıl çağı düşünürlerine ekonomiden siyaset bilime kadar kuramsal modelin temelini oluşturmuş ve uygarlık tarihinin belki de en önemli dönüm noktalarından birini-moden çağa girişi-simgelemiştir.
2.5.Baron de La Brède et de Montesquieu (1689-1755)
Despotizme karşı anayasal düzeni savunan düşüncelerin en önemli temsilcisi, Aydınlanma dönemi Fransız düşünürü Montesquieu'dur. (1689-1755). Kanunların Ruhu (1748) adlı kitabında Montesquieu, gelmiş geçmiş tüm siyasal sistemleri inceleyerek en iyi sistemin İngiltere türü anayasal sistem olduğu sonucuna vardı. Montesquieu, incelemesi sonucunda üç tip idare sistemi gözledi: Cumhuriyet, monarşi ve despotluk. Cumhuriyetlerde halk, ya da halkın büyük bir kısmı hakimdir. Monarşik düzende tek hakim vardır. Ancak bu hakimin gücü anayasal düzen ve hukuk düzeni tarafından belirlenmiş ve sınırlanmıştır. Despot düzende tek hakim kendi iradesi dışında hiçbir güç tanımaz. Montesquieu despot devleti reddederek ve demokratik düzenin zayıflıklarını vurgulayarak İngiltere türü anayasal monarşik düzeni savunur. Ancak onun asıl önemli katkısı siyaset - bilimin yöntemi konusundadır: Toplumsal ve siyasal düzenin karmaşıklığı göz önünde tutularak, siyasal ve hukuk reformları yapılmadan önce çok ayrıntılı bilimsel gözlem ve araştırmalar yapılmalıdır. Siyasal ve hukuk reformları ancak her toplumun siyasal ve kültürel incelikleri göz önünde tutularak yapılırsa başarılı olur.
2.6.Jacques Rousseau (1712-1778)
Locke'un toplumsal sözleşme ve doğal haklar kavramını daha da geliştiren Fransız düşünür Jean-Jacques Rousseau (1712-1778), 1762'de yayınlanan Toplumsal Sözleşme adlı eserinde özetle şu görüşleri ileri sürer: Siyasal otoritenin ve iktidarın temelinde halk ile yöneten arasında var olduğu düşünülen sözleşme yatmaz. Rousseau, Hobbes ve Locke'dan farklı olarak otoritenin temelinde halkın, kendisi ile yaptığı varsayılan sözleşme'nin yattığını öne sürer. Dahası bu sözleşme siyasal olduğu kadar toplumsaldır da. Bir toplum oluşturmak amacıyla insanlar haklarından ve özgürlüklerinden bazılarını daha kapsamlı bir varlık olan "genel irade"ye devrederler. İktidar bu genel iradedir. Genel irade Hobbes'un iktidarında olduğu gibi nihai ve mutlaktır. Bu noktada Rousseau, Locke'dan ayrılır.
Rousseau'nun "genel irade" kavramı onun kuramında çok önemli bir yer tutmasına karşın oldukça muğlak bir kavramdır. Genel irade, halkın bireysel iradelerinin toplamı değildir. Ondan farklı ve toplam bireysel iradelerden fazla bir şeydir. İnsan sözleşme ile doğal özgürlüklerini yitirir ancak bunların yerine genel iradeden kaynaklanan medeni hak ve özgürlüklerini kazanır.
Rousseau'nun Toplumsal Sözleşme adlı eseri Fransız Devriminin düşünce sistemine ilham kaynağı olmuş, devrimin sloganı olan "Özgürlük, Eşitlik, Kardeşlik" sözleri bu kitaptan alınmıştır. Rousseau'nun uygarlık tarihi açısından önemi, demokrasi düşüncesini insan hakları ve genel irade kavramları üzerine oturtarak sistematize etmesi olmuştur. Ona göre demokrasi, insan doğasına en uygun ve insan için en doğal olan haktır.
2.7.Baruch Spinoza(1632-1677)
Spinoza, Descartes felsefesinin özgün izleyicilerinden biri olmuştur. Rasyonalizmi ve mistisizmi birleştirmeye yönelik bir çabası olduğu bilinmektedir. Barışla ve yardımlaşmayla belirgin güçlü bir toplum yetkin insanların, katta bilge insanların varlığını gereksinir. Güçlü ya da düzenli bir toplum, oturmuş bir toplum, güçlü bir siyasal yönetim biçiminin geçerli kılınmasıyla, bu yönetim biçiminde insanların karşılıklı haklarının belirginleştirilmesiyle olasıdır. Bu toplumda birine kötülük yapacak bir kişi daha büyük bir kötülüğün ceza olarak kendisine yapılacağını bilecektir. Güçlü bir toplum, mutlu bir toplumsal düzen, kafasını kullanan kişilerin, bilge kişilerin sayıca çoğalmasına bağlıdır. Bilge kişi, toplumda örnek insan olma işlevini yerine getirecek, çevresine durmadan ışık saçacaktır. Spinoza'ya göre aklını kullanarak topluma yönelen kişi yasalara korkarak bağlanmayacak, tersine özgür bir kişi olmakla toplumun ortak yasalarına uygun yaşamak isteyecektir. Buna göre bilge kişinin ülküsü, giderek yetkin insanlığın ülküsü evrensel uyum olacaktır. "İnsanları toplum düzeninde birleştirmeye yönelik her şey, bir başka deyişle onları uzlaşma içinde yaşatan her şey yararlıdır, buna karşılık uyumsuzluk getiren her şey kötüdür." Uyuşumu getiren şey sevgidir, aşktır. Bilge kişi ruhunda aşkı geliştirmeyi bilen kişidir, aynı zamanda bağışlamayı bilen kişidir.
2.8.François Marie Arouet Voltaire ( 1694 - 1778)
Asıl adı François Marie Arouet (21 Kasım 1694-30 Mayıs 1778) olan Voltaire’in Fransız devrimi ve Aydınlanma hareketine büyük katkısı olmuştur. Din ve ifade özgürlüklerinin yanı sıra, insan hakları konusundaki düşünceleri ve felsefi yazınları ile ünlenmiştir. Eserlerinde Kilise dogmaları ve döneminin Fransız müesseselerini yoğun olarak hicvetmiştir. Zamanın en etkili isimlerinden biri olarak tanınır. Her ne kadar ömrü boyunca yurttaşlık hakları ve din özgürlüğü gibi kavramları savunmuş olsa ve var olan Fransız rejimini eleştirse de Voltaire demokrasiden yana değildi. Onun gözünde en iyi yönetim biçimi 'aydın' bir monarşi veya 'aydın mutlakiyet'ti. Nitekim hayatının sonuna kadar "aydınlanmış bir monark'ın yönetimini ideal bir yönetim tarzı olarak savundu.”
Bunun dışında sınıfların varlığını da bir zorunluluk olarak görmüş ve ne teorik ne de pratik açıdan bunu eleştirmiştir. Ünlü felsefi eseri Felsefe Sözlüğü'nde (Dictionnaire philosophique) Voltaire ateizmi ve ateistleri eleştirir. Ortaya koyduğu dini fikir ve söylemler deist çerçevededir. Bazı araştırmacılara göre Voltaire'in deist çizgide kalmasının, kişisel nedenler bir yana, fikri nedeni onun yönetim biçimi konusundaki fikirleridir. Voltaire'e göre din halkın uygun biçimde yönetimi için neredeyse şarttır. Nitekim Voltaire'in tanınmış aforizmalarından birisi Si Dieu n'existait pas, il faudrait l'inventer yani "Eğer tanrı var olmasaydı, onu icat etmek gerekirdi" onun dini fikirlerini anlamak açısından önemlidir. Bunların dışında Voltaire, var olan dini inanç ve yapıyı eleştirmiştir. Her açıdan Voltaire'in dini dogmatizme karşı olduğu aşikardır. Özellikle dini bağnazlığa sert biçimde karşı çıkmış, Hristiyanlığı ve Musevileri yermiştir. Bu tutumları da yine "Felsefe Sözlüğü"nde görülebilir. Voltaire'nin düşünce tarihi açısından önemli biri sayılır. Zaten tarihsel planda çok büyük önem taşıyan Fransız Devrimi'nin de babası sayılmıştır. Voltaire, ölümünden kısa bir süre önce 7 Nisan 1774 tarihinde, Paris'te bulunan Dokuz Kız Kardeş Locası'nda Masonluğa alınmıştır. Yaşamı boyunca Masonlarla yakın temas içinde bulunan ve Fransız aydınlanma düşüncesini birlikte oluşturdukları Masonların geç davetine icabet etmiş, tekris töreni büyük bir ihtişam içinde gerçekleşmiştir. Benjamin Franklin gibi bir çok isim, ABD'den sadece Voltaire'in tekrisinde bulunmak için Paris'e gelmiştir. Kendisine gösterilen bir saygı ve ihtimamın örneği olarak, Voltaire'e farklı bir tekris prosedürü uygulanmış, Mabed kapısına gerilen siyah bir örtünün arkasından gerçekleştirilmiştir.
2.9.Thomas Hobbes (1588 - 1679)
Hobbes, Leviathan adlı eserinde, başlığından da anlaşılabileceği gibi devleti bir "leviathan" (dev, canavar) olarak görür. İnsanlar Hobbes'a göre "doğal" durumda birbirleriyle savaş halindedir. Çünkü insanlar doğuştan kötüdür. Ancak bu savaş durumundan bıkan insanlar kendi rızalarıyla bütün hak ve özgürlüklerini, bunları koruyabilecek olan bir mutlak güce bırakırlar. Bu siyasal güç bir kişi bir grup yada tüm halkın temsilcileri olabilir (Monarşi, aristokrasi, demokrasi). Ancak siyasal güç kimin elinde olursa olsun mutlak olmalıdır. Devredilen haklar bir daha geri alınamaz, mutlak güç alaşağı edilemez. Hobbes'un kendi tercihi mutlak monarşidir. Ancak bu hükümdar iyi bir hükümdardır.
Hobbes devleti, kendi materyalist felsefesi doğrultusunda mekanik doğa kurallarına tabi bir makina-robot biçiminde betimler. Devlet bir yapay insandır. Siyasal otorite bu yapay insanın yapay ruhudur. Bu ruh aslında hareket ve ivmedir. Üst düzey idareciler bedenin uzuvlarıdır. Cezalandırma ve ödüllendirme bedenin sinir sistemidir. Sinir sisteminin uyumlu çalışması makina-bedenin sağlığı, uyumsuz çalışması ise hastalığı demektir. Nihayet uzuvların biraraya getirilişi bir başka ifadeyle sözleşme anı, Tanrı'nın insanı yaratışıdır.
2.10.John Locke ( 1632 – 1704)
John Locke 1690'da yayınladığı Hükümet Üzerine İki Deneme adlı eserinde toplumsal sözleşme sürecinin aşamalarını şu biçimde açıklar: İnsanlar başlangıçta "doğal" durumda yaşar. Bu durumda kanun, düzen ve siyasal otorite bulunmaz. Ancak doğal durumda insanlar yaşama, özgürlük ve mülkiyet haklarına sahiptir. Bu haklar insanın doğuştan sahip olduğu "doğal haklar"dır ve vazgeçilemez. Ancak doğal durumda insanların kendilerini korumak için 13 başkasını cezalandırma ve öldürme hakları da vardır. Bundan da anlaşılacağı üzere doğal du-rum elverişsiz ve tehlikeli bir yaşam tarzıdır. Güçlü olan her zaman zayıf olanı ezebilir.Bu ne-denle toplumun aklı başında olan insanları biraraya gelip insanın doğal haklarını korumak amacıyla, ortak rızaya dayanarak toplumsal sözleşmeyi gerçekleştirirler.
Locke'un sözleşmesi hem halkın hem de hükümdarın hak ve yetkilerini açık biçimde tanımlayan bir anayasadır. Bu sözleşmeye göre (Hobbes'dan farklı olarak) halk devlete sadece başkalarını cezalandırma ve öldürme hakkını devreder. Dolayısıyla doğal haklarını devretmez. Ayrıca Hobbes'un görüşünden farklı olarak devlet bir mutlak "canavar" gücünde değil bir ticari şirketin yönetimini üstlenen bir müdür konumundadır. Siyasi iktidar sözleşmeyi ihlal ederse, sözleşme feshedilebilir (kısacası devrimle hükümdar değiştirilebilir). Böylece Locke'un kuramına göre otorite ve siyasal güç gerçekten halkın elindedir. Locke'un toplumsal sözleşme kuramı ve doğal haklar kavramı sonraki ünitede görüleceği gibi sadece Aydınlanma dönemi ile sınırlı kalmamış, Amerikan ve Fransız devrimlerinin ve çağdaş demokrasi düşüncesinin temelini oluşturmuştur.
2.11.Fizyokratlar
Adlarını 1767'de yazılan bir kitabın başlığından alan bir grup Fransız düşünür olan Fizyokratlar, doğa yasaları düşüncesini, ekonomik yaşamda liberalizm, bireysel teşebbüs özgürlüğü ve kapitalizm düşünceleriyle birleştirerek ekonomide "Laissez-faire" (bırakınız yapsınlar) ilkesini geliştirdiler. Fizyokratlara göre ekonomik, toplumsal ve siyasal tüm kurumlar doğal yasalara tabidir. Bu kurumların geliştirilmesi ve mükemmelleştirilmesi ancak doğal düzene uygun olarak düzenlemeleriyle mümkündür. Böyle olunca ekonomiye dışarıdan (kanun yoluyla) herhangi bir müdahale, sistemin bozulmasına ve dolayısıyla insanların mutsuzluğuna yol açar. Devlet sadece özel mülkiyeti korumak ve kamuyu ilgilendiren eğitim, sağlık vb. hizmetleri geliştirmek amacıyla müdahale edebilir. Fizyokratlara göre doğa bir ulusun zenginliğinin kaynağıdır.
2.12.Adam Smith (1727-1790)
İskoçyalı düşünür Adam Smith 1776'da Ulusların Zenginliği adlı ünlü eserini yayınladı. Kapitalizmin temel kitabı olan bu eserde Smith, ekonomik yaşamın doğal yasalara tabi olduğunu, ancak Fizyokratlardan farklı olarak ulusların zenginliğinin kaynağının doğa değil, emek olduğunu savunmaktadır. Smith yine de Fizyokratların "laissez-faire" doktrini tümüyle benimser: Ülkenin çıkarlarını korumak için serbest dolaşımın sağlanması, gümrük duvarlarının kaldırılması gerekir. Adam Smith ayrıca ülkelerin mal üretimi konusunda işbirliği ve işbölümü yapmalarını savunur. Örneğin belli bir malın üretimi bir ülke için diğerinden daha pahalıya mal olacak ise, bu malı üretmek yerine malı ucuza üreten ülkeden ithal etme yoluna gidilmelidir. Smith devlet müdahalesinin yalnız şu iki konuda haklı olabileceğini savunur: ülkeyi dış saldırıya karşı korumak, kamu hizmetlerini teşvik etmek.
Ahmet Cevizci,Felsefe Tarihi-Thales’ten Baudrillard’a , Say yayınları, İstanbul syf:652-668.
3.Laisizm
“Laisizm” uzun bir tarihi olan ve çok geniş karmaşık hatta bazen birbirleriyle çelişen felsefi politik ideolojik ve hukuki anlayışlar bütününü ifade etmeye yarayan bir terimdir. ”Laisizm” terimi birbirinden çok farklı olan iki ayrı gerçekle yani felsefi kültürel ve politik kurumsal alanlarla ilgili olarak kullanılmasına göre söz konusu terim farklı hatta bazen birbirine karşı olan iki anlam kazanmaktadır.
Günümüzde laisizm terimi daha çok ideolojik anlamında kullanılmakta buna karşılık metodolojik anlamını başka terimler (örneğin metodolojik kritisizm)kullanılmaktadır. Lasizm politik kuramsal alanda militan veya uzlaşmacı bir anlama sahip olabilir. Birinci halde laisizm devletin dini tamamıyla bireyleri ilgilendiren bir olgu olarak nazara alması, laik ideolojiyi resmen benimsemesi ve dinin toplum hayatı üzerindeki tüm etkilerini bertaraf etmesi ve dini prensipleri ve kurumları tanımaması anlamına gelir. Bu tür politik laisizm en yumuşak şekline örnek olarak bazı yönleri ile on dokuzuncu yüzyılın sonlarında ve bu yüzyılın başlarındaki Fransız devleti daha aşırı şekline örnek olarak da çağımızın nazi devleti ile komünist devletleri gösterilebilir.
Laisizmin ikinci şeklinde yani uzlaşmacı laisizmde ise devlet dinden arınmıştır. Bu nedenle belli bir dine özgü etik-dini normları hukuki müeyyide altına almayı reddeder.Ancak dini kurumların varlığını ve dini prensiplerin siyasi topluluğun hayatı yönünden taşıdığı önemi kabul eder.Bu ikinci tip laisizme örnek olarak çağımızın demokratik devletleri özellikle Amerika Birleşik Devletleri örnek olarak gösterilebilir.Batı dillerinde ikinci anlamda laisizmi yani uzlaşmacı laisizmi ifade etmek için daha çok “laiklik”, “laik,” “laik devlet” gibi deyimler kullanılmaktadır.
Nevzat Toroslu ”Laik devlet kavramı”makalesi,Ankara üniversitesi SBF dergisi,1994,cilt 49 ,sayı3,syf:455-456.
Laik kavramı eski Yunancadaki “laikos” kavramından gelir ve “din adamı olmayan insanları” nitelendirir. Yunancadaki bu “laikos” sözcüğü de “halk” anlamına gelen “laos” sözcüğünden türetilmiştir. Eski Yunan da “ruhban sınıf üyesi(kleros)”olmayan tüm insanlar “laikos” idiler.Daha sonra bu sözcük “laicus” olarak Latinceye geçmiş ve Türkçeye de Fransızcadan gelmiştir.
Kavramları Osmanlıca dile getirmek isteyen kimi düşünürlerimiz laik sözcüğü yerine başka sözcükler koymaya çabalamışlardır. Örneğin Ziya Gökalp “ladini” sözcüğünü kullanırken Müşir Ahmet Paşa “laruhbani” sözcüğünü kullanmış ve yerleştirmeye uğraşmışlardır.Ancak bu sözcükler tam yerine oturmamış ve özellikle cumhuriyetimiz kurulduktan sonra siyaseti din etkisinden kurtarma gayreti ve “halk egemenliği” ilkesi çerçevesinde “laik” ve “laiklik” yaygın kullanım alanı bulmuştur.
Toktamış Ateş ,Dünyada ve Türkiye’de Laiklik,Ümit yayıncılık,Ankara,1994,syf:21.
Laikliğin kelime anlamını açıkladıktan sonra onunla benzer anlamda kullanılan seküler kelimesini de açıklamak gerekir. “Etimolojik bakımdan sekülarizm, Latince ‘seculum’ kelimesinden gelmektedir. Klasik Latincede bu kelime, ‘yüzyıl’ ya da ‘çağ’ demektir. İncil’in Latinceye çevirilerinde bu kelimeye ‘dünya’ karşılığı verilmiştir”.
Kadir Canatan,Din ve Laiklik,İnsan yay,İstanbul,1997,syf:10. “İngilizce'de ise sekülarizm, dini ve ruhi olmayan, dünyevi ya da maddi olan, dinin hayata müdahale etmemesi gerektiren ilke ve sistem anlamına gelmektedir”.
Rauf Pehlivan ,Bitmeyen Laiklik Kavgası-Kavramlar-Tarifler ve Tahrifler,Motif yay,İstanbul,2007,syf:16.
Bu kavram daha çok Katolik inancına muhalefeti ve eleştirileriyle ön plana çıkan Protestanlığın etkin olduğu (Almanya, İngiltere gibi) ülkelerde kullanılır ve daha çok toplumsal yaşamda dini etkinin azalmasına vurgu yapar. Yani sekülerliğin özünde “dinin sosyal yapıdaki otorite ve geçerliliğini yitirmesi, doğaüstü olayların tabii ve dünyevi olaylarmış gibi algılanması, insan aklının dini ve metafizik bağlardan kurtarılması ve dinin bir vicdan meselesi haline gelmesi” anlamı mevcuttur.
Rauf Pehlivan,a.g.e,syf:20.
Belli bir süreci kapsayan bu teze ise sekülerizm ya da sekülerleşme denilmektedir. “Sekülerleşme tezi, sekülerleşmenin sanayi toplumunun ve kültür modernleşmesinin yükselişinin kaçınılmaz bir özelliği olduğunu ileri sürer. Bu teze göre, modern bilim geleneksel inançları daha az akla yatkın bir duruma getirmiş; yaşam dünyalarının çoğullaşması dinsel sembollerin tekelini kırmış; kentleşme bireyci ve anomik bir dünya yaratmış; ailenin öneminin aşınması dinsel kurumları daha az ihtiyaç duyulan bir konuma düşürmüş; teknoloji, her şeye kadir Tanrı fikrini daha az gerekli ve akıldışı bir kalıba sokarak, insanlara kendi çevreleri üzerinde daha fazla denetim kurma olanağı tanımıştır. Bu anlamda sekülerleşme, Max Weber'in toplumun akılcılaşması kavramıyla ifade etmeye çalıştığı olgunun bir ölçüsü olarak kullanılmaktadır”
G. Marshall,Sosyoloji Sözlüğü,çev: D.Kömürcü-O.Akınhay,Bilim sanat yay.Ankara,1999,syf:647. Fakat bu tez; modernlik öncesi dini yaşamı
fazlasıyla abarttığı, sekülerleşmeyi Hrıstiyanlığın gerilemesi şeklinde telakki ettiği ve İngiltere ile Amerika’daki dini yaşamın ve dinin toplumdaki etkinliğinin farklılığını açıklamakta zorlandığı şeklinde eleştiri almıştır.
Aslında kökenleri itibariyle ayrı köklerden gelmiş olsa da bu iki kavram (laiklik ile sekülerlik); bugün toplum hayatında işlerlik kazanan anlamları vasıtasıyla aynı anlamda kullanılabilmektedirler. Fakat yine de nitelik farkından dolayı aynı anlama gelecek kullanımda daha temkinli olmak ve özellikle İngilizce çevirilerde derece farkını ve toplumsal, dini ve siyasal yaşamın kendine has anlamlarını ve değişim yapılarını göz önünde bulundurmak gerekir. İki kavram arasında eğer ille de bir ayırım yapılacaksa; farklı tarihsel süreçlerden hareketle sekülerizmin doğrudan toplumun yaşam biçimini ilgilendiren sosyal, kültürel hayatı ilgilendiren sosyolojik yapıda olduğunu, laikliğin ise devletin yönetmede dini tarafsızlığını içerdiğinden siyasal yapıya vurgu yaptığını ve siyasal yapıyla beraber daha çok hukukla ilgili olduğunu söylemek mümkündür. Bu açıdan sekülerizmin toplum yaşamını kapsamasından ötürü sosyolojik olarak laiklikten daha geniş anlam yapısında olduğu söylenebilir. Az gelişmiş ya da yukardan aşağıya bir tarzda modernleşmeye çalışan toplumlarda laiklik, siyasal anlayışın dayanağını oluşturup güçlü bir hukuksal zemine bağlandığından yaptırım gücünü elinde bulundurur. Bu toplumlarda sekülerizmin yönünü tayin eden olgu, laikliğin kendisidir. Çünkü modernleşme sürecini yaşayan Batı’da toplum önce sekülerleşip ardından laikleşirken, bu süreci yaşamayan Doğu toplumları, önce laiklik ilkesini benimseyip ardından laikliğin hukuksal gücü ve yaptırımıyla sekülerleşmeye yani toplumsal yaşamını ve olaylara yaklaşım tarzını çağa uygun hale getirmeye çalışmaktadırlar.
Laiklik en azından kavramın başlangıcı itibariyle, insanların kiliseye veya daha doğru bir ifadeyle, din alanına mensup olup olmamalarına göre bir ayrım olmaktadır. Zaten laiklikle eşanlamlı olan seculaire (secular) kelimesi Latincenin saeculum (yüzyıl) teriminden türeyen seacularis’inden gelmektedir ve yüzyıla ait olma anlamını taşımaktadır. ‘Yüzyıla ait olmanın’ şifresi çözülünce, karşımıza bu dünyaya ait olma, dünyayı yaşama anlamları çıkmaktadır.
M.Ali Kılıçbay ,Cumhuriyet ya da birey olmak,İmge yay,Ankara,2003,syf:16-17.
Laiklik ile sekülarizm, aynı fikrin birbirini tamamlayan iki yüzü olmuştur: Laiklik bir devletin örgütlenmesini ve işleyişini, nelerin belirlenmemesi gerektiğini; sekülarizm ise nelerin belirlenmesi gerektiğini söylüyor: ‘çağın’ felsefi düşüncesinin oluşturduğu fikirler, ortaya koyduğu bilgiler. Konuya biraz daha geniş zaman boyutunda bakıldığında, bunlar, Kant’ın anladığı anlamda aydınlanmanın ürünü olan veya aydınlanmanın ön plana getirdiği fikirlerdir. İşte burada, laikliğin, kurumları çağdaşlaştırmanın nasıl ön koşulu olduğunu; laiklik olmadan çağdaşlaşmanın neden gerçekleşemeyeceğini görebiliyoruz.
İ.Kuçuradi,Laiklik ve insan hakları,Der:İbrahim Kaboğlu,İmge yay,Ankara,2001,syf:218.
4.Batı’da Laikliğin Tarihsel Gelişimi
Günümüzde laikliği benimseyen ya da ona eklemlenmeye çalışan toplumlarda sosyal,siyasal ve dinsel yaşam açısından belirleyici hale gelen laikliğin Batı’da uzun ve çalkantılı. bir tarihsel süreci olmuştur. Fakat bu çalkantılı sürece rağmen din-devlet ilişkisi zaman içerisinde önemli dönüşümler yaşamış ve günümüzdeki laik aşamaya varılmıştır.Zaten dine ve devlet ararsındaki ilişkinin zamana ve dinlere göre değiştiği bilinen bir gerçektir.Bazen din devlete hakim olmuş bazen devlet dini hakimiyeti altına almıştır.Eski devletlerin hemen hepsi dini devletlerdir.İstisnalarında yine din ile ilgili bir taraf mevcut olmuştur.Dini olanlar da devlet gücünü kutsallıktan yani dinden almıştır.
Yümmi Sezen ,Türk toplumunun Laiklik Arayışları,İfav yay,İstanbul,1993,syf:15.
İlahi gücün insana aktarılması ise özellikle "ilk devirden sonra bir aşama olan ‘Din ile Devlet’in birleşmesi’, doğrudan doğruya devlet başındaki insanların tanrılaştırılarak onlara tapılması döneminde görülür. Eski Mısır firavunları bunun tarihteki en canlı örneğiydi. Firavun, hem kral ve bu sıfatla siyasal varlığın, yani devletin başı, hatta devletin doğrudan doğruya kendisi, hem de kudreti tanrı veya tanrının oğlu idi.
Hıfzı Veldet Velidedeoğlu ,Devirden Devire 3,bilgi yay,İstanbul,syf:93-94.
Tarihin başlangıcından kutsal dinler diye bilinen İbrahimi (Semavi) dinlerin ortaya çıkışına kadar ilkel dinlerde Tanrı-kral anlayışının siyasal ve kültürel örüntülerine tanık olunmuştur. Hatta sosyal antropolojinin verilerinden hareketle yorumlar genişletirse, ilkel dinlerdeki din-devlet-kral ilişkisi ve daha birçok geleneğin evrensel ideallerle ortaya çıkan kitaplı dinlere geçtiği de söylenebilir. Kitaplı dinlere kadar din-devlet ilişkisinde din; devletin ve kralın bekasına yardım ediyor ve genelde, dine dayanan yani teokratik bir iktidar mücadelesine girişmiyordu. Fakat sadakate dayanan bu ilişki kutsal kitap ve onu müjdeleyen peygamberlerin kendini göstermesiyle farklı bir niteliğe büründü. Özellikle peygamberlerin ölümünden sonra dindeki ruhani liderlik adına şiddetli iktidar mücadelelerine girişildiği görülür. Bunun örneklerini Musevilikte, Hristiyanlıkta ve Müslümanlıkta gözlemlemek mümkündür. Semavi dinler, ortaya çıktıktan sonra kendi oluşturdukları ahlaki ve toplumsal değerleri benimsetme ve kendini geniş kitlelere kabul ettirme, yayılma amacı gütmüştür.
Resmi olarak Roma İmparatorluğunda kabul edilen Hristiyanlık; “devlet dini olunca Roma’daki eski çoktanrıcılığın imparatorluk içindeki yerine yerleşti. Bütün insanlık, Tanrı’nın imparatorluğunun üyesidir. Kilise, ilahi imparatorluğun yeryüzündeki temsilcisidir. Ruhban sınıfı böylece seçilmiş bir sınıftı. Bu sınıfın dışında kalanlara “tabi halk” manasında Grekçe Laos denildi. Kendini devlete kabul ettirmeyle başlayan süreç Ortaçağda bambaşka bir
alana taşındı ve din ile devletin birbirlerine olan tahakkümü yer değiştirmeye başladı. Kilise de kendi yapılanmasını oluşturmaya başladı ve devlet gibi otoriter bir hale geldi. Çünkü “Kilise, imparatorluğun eyalet ve valilik sistemine uygun olarak idari yapılanmaya gitti. Vilayetlerde başpiskopos, daha sonra küçük yerleşim birimlerine piskopos, bölge yönetim merkezlerinde patrik makamı oluşturdu. Hepsinin bağlıolduğu Roma’daki piskoposa İmparator gibi Papa denildi. Batı Roma İmparatorluğu çöktüğü zaman, imparator yerine Papa kaim olmuştur. Ruhban sınıfı gittikçe güçlenerek imtiyazları geniş bir hale geldi, laikler üzerinde her türlü yetkiye sahip oldular.
Yümmi Sezen, a.g.e,syf:17.
Roma İmparatorluğu, Kavimler Göçü’yle (MS 395) önce sarsıntı geçirmiş ve ardından MS 476 yılında ikiye ayrılmıştı. Kavimler Göçü merkezi devlet yapısının zaafa uğramasına yol açmış ve feodalitenin, feodal beylerin ortaya çıkmasına yol açmıştı. Kral ya da imparator, iktidar hiyerarşisinde Papa ve feodal beylerden sonra ancak yerini alabiliyordu. Papa bazen imparatoru yönetimden azledebilecek kadar etkin olmuştu. İşte Ortaçağ denilen bu dönem, Hristiyanlığın ve feodal üretim biçiminin hakimiyeti altında geçecek ve siyasal anlamda dinin gölgesinde yaşanacaktı. Çünkü “Kilise Ortaçağda üstünlük iddiasını kanıtlayacak gerekçeler de ileri sürecekti: Siyasal güç kişinin bedenine hükmeder, dini güç ise ruhlarını yönetir,
ruh bedene üstün olduğuna göre, kilisenin de devlete üstün olması doğaldı.
Ayferi Göze,Siyasal düşünceler ve Yönetimler,,Beta yay,İstanbul,1995,syf:76.
Ortaçağ, düşüncede ise tamamıyla Skolastik denilen felsefenin etkisi altında şekillendi. Skolastik Felsefe gelişmesi bakımından üç döneme ayrılır:
1- Başlaması: Erken Skolastik (yaklaşık olarak 800–1200 arası)
2- Yükselmesi: Yüksek Skolastik (yaklaşık olarak 1200–1300)
3- Sona ermesi: Geç Skolastik (yaklaşık olarak 1300–1500).
Skolastik dönemde araştırılacak konular dahil her şey dinin denetime altına alınabilmişti. “Augustinus’a göre; araştırılmaya, bilinmeye değer olan yalnız bu iki konudur. Bunların dışında –Tanrı ve ruhun Tanrı ile ilişkisi dışında- bütün konuların, örneğin doğa bilgisinin başlı başına bir değeri yoktur; bunlar ancak insanı kibre vardırırlar.
Macit Gökberk,a.g.e,syf:139.
Skolastik dönemin öncesi ve belki de hazırlayıcıları St. Ambrossius (340–397), St. Augustinus (354–430), Anselmus (1033–1109) ile skolastiğin yükselme dönemindeki Aguino’lu St. Thomas (1225–1274)’tır.
Ortaçağ boyunca yükselişe geçen Kilise ve Papalık, her şeyin hakimi olmuştu. Bunu verdiği beyanatlarda da göstermişti. “1200 yılında İnnocentius, ‘Papa Tanrı’dan az ama insandan fazladır’ sözünü sarf etmiştir. 13. yüzyılda doruk noktasına ulaşan papalık, bundan sonra hızla güç kaybetmeye başlamıştır.
Kadir Canatan,a.g.e,syf:92.
Kilisenin daha kutsal işlerle uğraştığından kraldan daha üstün olması, kilisenin Ortaçağdaki hakimiyetini gösterdiği gibi, bu tarihlerden sonra çatışmanın; merkezi krallık kurma düşüncesinde olan krallar ile kilise arasında olacağını gösteriyordu. Nitekim tarih de bu yönde seyretti. Kilisenin üstünlüğünü savunanların yanında krallığın üstünlüğünü savunan düşünürlerin, iktidar mücadelesine düşünsel ve siyasal zemin sağlamaya başlamasıyla bir anlamda değişim ve dönüşüm süreci alevlenmeye başladı. Bu noktada akla gelen isimler; Parisli John, İtalya’da Machiavelli, İngiltere’de Hobbes, Fransa’da Jean Bodin’dir. Bu iktidar çatışmasında düşünce belirten ve kralların safında yer alan siyaset felsefecileri, merkezi krallıkların ve ülkelerinin birliğinin önündeki engellerin özellikle dinden değil, kilise ve papadan kaynaklandığını ıspatlamaya çalışıyorlardı. Yozlaşan bir ruhban anlayışında buna gerekçe bulmakta pek zorlanmıyorlardı.
Kilisenin siyaset üzerinde karabasan gibi çöktüğü bu tarihlerde, kilisenin vergi toplamasından, Haçlı seferleri için insanları peşine sürüklemesine, bilimsel çalışmaları yasaklamasına kadar dinin özünde olmayan uygulamalar yaşandı. Kilisenin bardağı taşıran son damlası ise artan borçlarını ödemek için günahlarıaffeden ve insanlara cenneti vaat eden “Endüljans” denilen kağıtları satmasıydı. İşte bu sıralarda tarihin akışını değiştirecek olan Martin Luther diye bir Alman din adamı ortaya çıktı. Luther’in çıkışı, hem siyasal hem de dinsel bir evrimin önlenemez yükselişine sahne olacaktı. Bunun öncesinde Hristiyanlıktaki ilk ayrılıklar erken skolastik dönemde ortaya çıkmıştı.
Hristiyan dünyasında en büyük görüş ayrılığı, Yunanca ve Latince konuşan ülkeler arasında çıktı ve bu ayrılık giderek 1054 yılında, Doğu ve Batı Kiliselerinin birbirinden ayrılmaları ile Katolik ve Ortodoks mezhepleri ayırımına vardı.
Alaeddin Şenel,Siyasal Düşünceler Tarihi,Bilim sanat yay,Ankara,1996,222.
Ortaçağdaki ayrılma, Katolik Kilisesinin uygulamalarından kaynaklanmıştı. Reform dönemi de yine bu kilisenin önüne geçilemeyecek kadar sıkıntı yaratan anlayış ve uygulamalarından kaynaklandı. Bu ayrılık, Protestanlığın ortaya çıkmasına neden oldu. Karşı çıkışlar, XV. yy’da Katolik din adamı olan insanlar tarafından başlatılmıştı. Burada Martin Luther (1483–1546) ve Calvin (1509–1564) düşüncelerinden bahsetmek gerekir. XV. yy, bu açıdan aslında muhalif düşüncelerin olgunlaşma ve uygulama alanı bulma çağı olarak da değerlendirilebilir. Bu dönemde Hristiyanlığın özelikle din adamları tarafından yozlaştırıldığı, İsa’nın yaşadığı mütevazi ve fakir hayatın aksine, papa ve rahiplerin sefahat içinde olduğu vurgulanıyordu. Bu saptırılmış Hristiyanlık için insanları mücadeleye çağıran ve iç haçlı seferlerinin başlatılmasını isteyen düşünceler, kuvvetle ifade ediliyordu. Bunun yanında XIV. yy’da başlayan “Hümanizma” ve “Rönesans” akımının çok önemli etkileri olduğunu söylemek mümkündür. Antik Yunan felsefesine yönelik ilgiyle başlayan çeviriler, özgür tartışma ortamının oluşmasına ve özgün bakış açılarının eski ve dini olanın genel geçer olmaktan çıkmasına neden oldu. “Bu yeni hayat duygusu da, dinden bağımsız bir kültür kurmak, insan ve dünya ile ilgili bir felsefe yaratmak ve kültür bilimlerinin doğal bir sistemini temellendirmek istiyordu.
Macit Gökberk,a.g.e,syf:167.
Luther, bu anlayışla 1517’de, günah affına ve bu yolla para sağlanmasına karşı olan görüşlerini destekleyen ‘95 Tez’ini, Wittenberg’deki kilisenin kapısına asar. Akademik bir tutumla akademik bir tartışmaya girmeyi düşündüğü halde, tartışma kısa zamanda akademik çerçeveyi aşarak, tüm Almanya’ya ve oradan da tüm Avrupa’ya yayılır. Papalığın avukatlarının ‘günah bağışlama senetleri’nin satışını haklı gösterip savunmaya kalkışmaları, Luther’i, inançlarını daha köktenci ve daha bütüncü biçimde ortaya koymaya iter. Luther, Alman Ulusunun Soylularına Bir Başvuru; Bir Hristiyan Özgürlüğü adlı kitapçıklarında düşüncelerini formülleştirir. Bu kitapçıklarında, günahları ancak Tanrı’nın bağışlayabileceğini dolayısıyla bu senetlerin geçersiz olduğunu söyledikten öte, günahkar birey ile Tanrı arasında din adamları sınıfının zorunlu aracılığını reddedip, cesaretle, ‘inananların kendi kendilerinin rahipleri’ olduklarını söyler. Onun bu görüşleri, çeşitli amaçlarla, bazı din adamları, bazı feodal beylerce, kent yöneticisi prenslerce ve Alman ulusal birliğini kurmaya aday olan yüksek prenslerce, krallarca benimsendi. Luther’in Hristiyan düşünüşüne getirdiği en devrimci görüş, bütün insanların iman yolu ile ‘aracısız’ olarak Tanrı ile ilişki kurması, herkesin kendisinin rahibi olması düşüncesi idi.
Alaeddin Şenel,a.g.e,syf:292.
Luther’den sonra Protestanlığın tarihinde Calvin görünür. Calvin, mezhebin siyasal görüşlerini netleştirmiş, Hristiyan Dininin Öğretisi (1536) adlı eserinde de Protestanlığın temellerini sağlamlaştırmıştır. Cenevre’de Katolikliğe karşı kendi öğretisini yaymaya çalışırken, doğal olarak şiddetli Katolik muhalefetiyle karşılaşır ve kentten sürülür. Fakat daha sonra tarih onun lehine gelişti. Çünkü “Cenevre Katolik piskoposuna karşı örgütlendirilen bir başkaldırı, 1541’de başarıya ulaşınca, Calvin Cenevre’ye geri çağrılır. Bu tarihten ölümüne kadar yirmi üç yıl Cenevre kentinin yöneticisi olarak kalır. Kenti, onun etkisi altındaki Protestan din adamlarıkurulu yönetir görünmektedir, aslında rejim Calvin’in teokratik diktatörlüğüdür. Calvin, Püriten ahlak anlayışı ile Cenevre halkının davranışlarını sıkı bir dinsel disiplin altına alır. Kitaplara sansür koyar, dansı, kumarı, ölçüsüz içmeyi yasaklar; giyimi kuşamı kurallara bağlar. Fahişelerin cezası ırmağa atılarak boğulmaktır, dinden sapanların cezası ise, diri diri yanmak. Bu anlayışın adı ise ‘püriten ahlak’tır.
Alaeddin Şenel,a.g.e,syf:295.
Coğrafi keşiflerle oluşan ve bu keşiflerden sonra zenginleşmeye başlayan yeni sınıfın yani burjuvazinin; toplumda kendine yer bulması için düşünsel çalışmalara maddi-manevi destek vermesi, tarihin daha rahat bir şekilde ileriye doğru yönelmesini sağladı.
Reform hareketleri, sonuç olarak; Katolik kilisesinin uygulamalarının dinden uzaklaşması neticesinde ortaya çıkmıştı. Devrimci yönü ön plandaydı. “Reform hareketi aslında din içi bir meydan okumaydı. Ama sonuçta Katolik kilisesinin tek parçalılığını kırdı (Luther, Calvin, Protestanlık); mezhep ve yorum çeşitliliği yoluyla özgürlüklerin ve çoğulculuğun değirmenine su taşıdı. Laiklik/sekülarizm buradan beslendi. Din kurumuna ve düşüncesine asıl ideolojik saldırı dışardan, din ötesi dünyadan geldi. Rönesans, akılcılık, kuşkuculuk, aydınlanma, hümanizm, deneycilik gibi akımlar, aklın bayrağını yükselterek dinci Ortaçağın karanlıkçılığını sorguladılar, aklın mahkemesini kurdular.
XVI ve XVII. yüzyıllarda ortaya çıkan siyasal ve dinsel özgürlüğe dair çatışmalar, bilindiği gibi Avrupa’da güçlenen burjuvazin mutlak monarşilerin lehine sunduğu destekle başarı sağlamıştı. Dine ya da din adamlarına karşı Rönesans ve Reformu gerçekleştirmiş olan Batı, bu süreçten sonra mutlak monarşilerin kurulmasını sağlamış ve din-devlet ilişkilerinde kısmen laik yorum ve uygulamaları yerleştirebilmişti. Kralın kilisenin üstünde olduğu düşüncesi yerleşmiş ve papanın kralı azletme yetkisi elinden alınmıştı. Mutlak monarşinin savunucuları, Machiavelli, Jean Bodin, Hobbes- insanlar arasındaki çatışmanın nedeninin kiliseden kaynaklandığını ve otoritenin parçalanmasının toplum için iyi olmayacağını savladılar. Bu sebepten din-devlet ilişkisinde laik uygulamalara geçilmesi düşüncesinde ısrar etmişlerdi. Savundukları mutlak monarşinin hukuka, yasalara ve toplumsal sözleşmelere uygun davranmasının gerekliliğini belirterek; egemenliğe meşruiyet sağlamaya çalışmışlardı -tabi burada yasaların egemenliğinden bahsederken Machiavelist düşünce de göz önünde bulundurulmalıdır-. Laikliğe dair düşünceler, özellikle kralın otoritesini güçlendirme amacı taşıyordu. Yani buradaki laiklik, geniş bakış açısına sahip bir laiklik düşüncesinden çok; kilise ile devletin işlevsel ayrılığı ve devletin kiliseyi denetim altına alması amacına yönelik bir laiklik düşüncesiydi.
Görüldüğü gibi, felsefi temelini Rönesans ve Aydınlanma felsefesinden alan laiklik, hukuksal temelini Amerikan İnsan Hakları Bildirgesi ve Fransız İhtilali’nden almıştır. Özellikle Fransa, laikliğin anayasaya girme noktasındaki aşamaları itibariyle özel bir tarihsel geçmişe sahiptir.1776 Amerikan İnsan Hakları Bildirgesinin laiklikle ilgili maddesi şöyledir:
“Din ya da Tanrıya borçlu olunan ödev ve bunun yerine getirilme biçimi, güç ya da şiddet yoluyla değil, akıl ve kanı yoluyla yönetilebilir. Herkes eşit bir biçimde vicdanın emrettiği gibi dinin gereğini yapmak özgürlüğüne sahiptir.”
1789 Fransız İnsan ve Yurttaş Hakları Bildirgesinde ise aynı konuda şu ilkeler yer almıştır:
“İnsanlar özgür ve hakları açısından eşit doğarlar… Hiç kimseye düşüncelerinden dolayı -bunlar dine ilişkin bile olsalar- karışılamaz; yeter ki bu düşüncelerin açıklanışı, yasayla kurulmuş biçimiyle kamu düzenini bozmasın.“
Özer Ozankaya,Türkiye’de Laiklik -Atatürk Devrimlerinin Temeli, Cem yay,1993, İstanbul,syf:81-82.
Eyüboğlu’na göre; laikliğin altı ilkesi vardır ve bunlar olmadan laiklikten kesinlikle söz edilemez. Bunlar kısaca:
1- Düşünsel Özgürlük İlkesi: Laiklikte düşünce oylumunda özgürlük birinci koşuldur. Kim olursa olsun, hangi inancı benimserse benimsesin, düşüncelerini gönlünün istediği gibi açıklamak, yaymak, başkalarına anlatmak, aktarmak, yasaların suç saydığı eylemler dışında, bütün bireylerin evrensel yetkisidir.
2- Yansızlık İlkesi: Laiklikte –özellikle devletin- belli bir inancın yanında olmak, başka inançlara değişik gözlüklerle bakmak, birini ötekinden daha üstün, daha geçerli saymak yoktur.
3- Bilimsellik İlkesi: Laiklik bilimden yana bir tutum almayı, bilimsel verilere, yasalara göre davranmayı içerir, bilimin dışında kalan bir laiklikten söz edilemez, bilime inanmayan bir kimse de laik olamaz.
4- Eşitlik İlkesi: Laiklikte kadın erkek eşitliği, yasal koşullara dayanan, evrensel tüze (hukuk) uygulamalarından kaynaklanan, insan değerleriyle uyum sağlayan bir durumdur. İnsan olarak, düşünsel yetilerin başarı güçleri dışında kimse kimseden üstün olamaz, kadın-erkek arasında ‘insan’ özelliği taşıma bakımından üstünlük söz konusu değildir.
5- Açıklık İlkesi: Laiklik, düşünce alanında da inanç ortamında da açıklık gerektirir, üstü kapalı, sağa sola kolaylıkla çekilebilen yorumlardan kaçınır. İnsan inançlarıyla, düşünceleriyle kendini ortaya koyunca bütün gölgeli yorumlardan uzak kalır.
6- Çağdaşlık İlkesi: Laiklik, içinde yaşanılan çağın uygarlıkla bağlantılı bütün gelişimsel ilkelerine, bilimsel buluşlara anlayışla bakmak demektir. Çağının dışında kalan, bilimsel başarıların ötesinde, yalnızca inançlara bağlanan bir anlayışın laiklikle ilgisi yoktur.
İsmet Zeki Eyüpoğlu,Atatürk Devrimleri Işığında Laiklik,Say yay,1994, İstanbul,syf:101-112.
Laikliği daha iyi anlayabilmek için onu laik olmayan sistemlerle (teokrasi, şeriat, teocantrisizm gibi) karşılaştırmak önem arz eder. Bilindiği gibi laiklik daha çok din dışı siyasal ve hukuksal alana vurgu yaparken, sekülerliğin ise din dışıahlaki, toplumsal ve kültürel alana vurgu yaptığı ilk konularda söylenmişti. Tabi toplumsal hayatın dünyevileşmesi yani sekülerleşmesi derken; bu durum dinin tamamen ahlaki ve kültürel alandan atılması şeklinde algılanmamalıdır. Burada önemli olan çıkış noktasıdır. Çıkış noktasını dinden almayan ve her şeyi dini yorum çerçevesinde çözümlemeye çalışmayan bir yaşam felsefesi söz konusudur.
Laik devlet yapısında hukuk, kaynağını; toplumsal ilişkilerden, çoğulculuktan ve bilimsel dayanaklardan alırken, teokratik sistemde dinden ve kutsal kitaplardan alır. “İşin karanlık yanı, teokrasinin (yani Tanrı yönetimi düzenin) bulunduğu söylenen ülkelerde, yönetim makamlarında Tanrının değil gene insanların bulunmasıdır. Kararların gene insanlarca alınmasıdır. Ama yönetenlerin, söz gelimi cunta takımı’ değil, ‘molla takımı’ olmasıdır. Ama kendilerine sorarsanız ‘biz yönetmiyoruz, Allah yönetiyor’ diyeceklerdir. Ya da Allah’ın kitabına göre yönetiyoruz diyeceklerdir.
Alaeddin Şenel,a.g.e,syf:228.
Demokratik rejimlerde iktidar olarak devletin laikliği ile siyasi topluluk olarak devletin laikliği ararsında çok sıkı bağlar vardır. Zira devlet iktidarı siyasi toplulukla aynı esasa yani seçmen kitlesine dayanır ve siyasi iktidarın gerçek anlamda bağımsızlığı her şeyden önce vatandaşın siyasi alanda otonom davranabilmesine bağlıdır.Vatandaşın böyle bir otonomiyi kazanabilmesi kullanabilmesi ve kazanabilmesi kendisini meşru şekilde olsa da din adına konuşan kişilerden kaynaklanan direktiflerin şartlandırmasına terk etmemesi için onun din ile kültür arasındaki ayırımın kültürün dinden bağımsız olduğunun ve devletin dini değil kültürel fonksiyonu bulunduğunun bilincine varmış olması gerekir.
KAYNAKÇA
-ATEŞ T.(1994),Dünyada ve Türkiye’de Laiklik,Ümit yayıncılık,Ank.
-CANATAN K.(1997),Din ve Laiklik,İnsan yay,İst.
-CEVİZCİ A.(2008),Felsefe Tarihi-Thales’ten Baudrillard’a, Say yayınları, İst.
-DURANT W,(1973) ,Felsefe Kılavuzu, Çev: Ender Gürol,İst.
-EYÜPOĞLU İ.Z(1994),Atatürk Devrimleri Işığında Laiklik,Say yay,İst.
- GÖKBERK M.(1998),Felsefe Tarihi,Remzi kitabevi,2.basım.
-GÖZE A.(1995) ,Siyasal düşünceler ve Yönetimler,,beta yay,İst.
-JASPERS K.(1988),Felsefeye Giriş,Çev: Mehmet Akalın,Dergah yay,2.baskı,İst.
- KANT I.(1983),Felsefe Yazıları-Aydınlanma Nedir-(1784),-Türkçesi: Nejat Bozkurt –Felsefe Yazıları-.
-KILIÇBAY M.A(2003) ,Cumhuriyet ya da birey olmak,İmge yay,Ank.
-KUÇURADİ İ.(2001),Laiklik ve insan hakları,Der:İbrahim Kaboğlu,İmge yay,Ank.
-MARSHALL G.(1999),Sosyoloji Sözlüğü,Çev: D.Kömürcü-O.Akınhay,Bilim sanat yay.Ank.
-OZANKAYA Ö.(1993),Türkiye’de Laiklik -Atatürk Devrimlerinin Temeli, Cem yay,İst.
-PEHLİVAN R.(2007),Bitmeyen Laiklik Kavgası-Kavramlar-Tarifler ve Tahrifler,Motif yay, İst.
-SEZEN Y.(1993) ,Türk toplumunun Laiklik Arayışları,İfav yay,İst.
-ŞENEL A.(1996),Siyasal Düşünceler Tarihi,Bilim sanat yay,Ank.-TOROSLU N.(1994) ”Laik devlet kavramı”makalesi,Ankara üniversitesi SBF dergisi,cilt 49 ,sayı3.
-VELİDEDEOĞLU H.V.(tarihsiz) ,Devirden Devire 3,bilgi yay,İst.
http://www.aykancandemir.com/yayinlar/aydinlanma.pdf.
25