DIRILIŞ
LEV NIKOLAYEVIÇ TOLSTOY
Diriliş Üzerine
DİRİLİŞ, Altın Klasikler Dizisinin 28. kitabı olarak Altın Kitaplar Yayınevi tarafından üçüncü kez, Mart
1975'de, yayınlandı. Kapak resmini Ayhan Erer'in hazırladığı bu kitap, Sıralar Matbaası'nda dizilip basıldı.
Yalnız Rus değil, dünya romanının büyük ustalarından, L. N. Tolstoy, 28 Ağustos 1828'de Tula iline bağlı
Yasnaya Polyana'da doğdu. Soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Tolstoy bir buçuk yaşında
annesini kaybetti. Tolstoy çok sonraları yakınlarının anlattıklarına göre annesinin bir portresini Savaş ve
Barış romanında çizecektir.
1837 yılında Tolstoy ailesi Moskova'ya taşındı. O yıl yazarın babası da öldü.
Tolstoy 1844 yılında giriş sınavını kazandıktan sonra Kazan Üniversitesi Doğu Dilleri Fakültesi'ne girdi. Bir
yıl sonra da Hukuk Fakültesi'ne geçti, Tolstoy'un üniversite yılları bir öğrenciye yaraşır biçimde
geçmiyordu. Zamanının çoğunu üniversite dışındaki yaşantısına adamıştı. Bu arada bol bol Fransız
düşünürlerini, özellikle Rousseau'yu ve Montesguieu'yü okuyordu. 1847 yılında Hukuk Fakültesi'nin ikinci
sınıfından ayrıldı, Yasnaya Polyana'ya gitti.
1847 yılı baharında ana - baba mirası kardeşler arasında bölüşüldü, Tolstoy'un hissesine Yasnaya
Polyana malikânesi düştü. İşte o andan itibaren de Tolstoy 330 erkek nüfusa ve 1470 dönüm toprağa
sahip bir derebeyi olup çıktı. Romancı ilk iş olarak köylülerin yaşama şartlarını düzeltmeyi, onları daha
mutlu bir hayata yükseltmeyi amaç edindi, ne var ki köylüler bu davranışlarını kuşkuyla karşıladıklarından
başarısızlığa uğradı. Burada devamlı kalmadı, çiftlik işleriyle uğraşması yanısıra Moskova'ya da sık sık
gidip geldi.
1851 yılında topçu tugayına astsubay olarak girdi. 1851 onun edebiyat hayatı için de önemli bir tarihtir. İlk
çalışmalarına burada görevli bulunduğuKazak köyünde başlamıştır. 1854 ocağınca asteğmenliğe
yükseltildi. 1856'da teğmen rütbesiyle ordudan ayrıldı.
Tolstoy kitaplardan tanıdığı Avrupa'yı görmek üzere 1857 yılında Avrupa'ya gitti. Fransa'yı, İsviçre'yi,
İtalya'yı, Almanya'yı gezdi. Romancı aynı yıl Yasnaya Polyana'ya döndü.
1862 yılında Sofya Andreyevna Bers ile evlendi.
1881-1901 arasındaki zamanı daha çok Moskova'da geçirdi. 1901'de ağır bir hastalığa tutuldu.
7 Kasım 1910'da evinden uzakta Astapovo (şimdiki adı Lev Tolstoy) tren istasyonunda öldü.
DİRİLİŞ
Diriliş Tolstoy'un üçüncü büyük eseridir. Roman, 1899 yılında yazılmıştır. Romanda 19. yüzyıl sonu
Rusyasının toplumsal yaşantısı gözler önüne serilir. Özellikle bu yaşantının çelişkili yanlarına dikkati
çekmiştir.
Diğer iki büyük romanında (Savaş ve Barış, Anna Karenina) kahramanların çoğu soylular arasından
seçildiği halde buradaki kahramanlardan başlıcası Katyuşa Maslova, halk katından biridir. Diriliş'de de
psikolojik tahliller, usta tasvirler, sade bir dil, Tolstoy'un sanat gücünün tanıklarıdır. Yalnız bu eserde
romancı Tolstoy'un yanısıra ahlâkçı - filozof Tolstoy da vardır. Bir çok satırlar yazarın ruh bunalımını
yansıtırlar.
Tanınmış Rus eleştirmenlerinden Leonoid Leonov, Rousseaudan sonra yüreğini okuyucuya açan en
büyük yazar Tolstoy'dur, der. Gerçekte de Diriliş'in bir çok bölümünde bu özellik okuyucuya kendini kabul
ettirir.
Diriliş romanı size Tolstoy'un olgun eserlerinden birini tanıtmakla kalmayacak, insan psikolojisinin gizli
köşelerini de gün ışığına çıkaracaktır
ROMANDAKİ BAŞLICA KİŞİLER
İVANOVİÇ NEHLÜDOF KATYUŞA MASLOVA
MİSSİ KORÇAGİNA SOFİYA KORÇAGİNA PRENS KORÇAGİN HELENA İVANOVNA MARİYA
İVANOVNA SMELKOV
MASLENNİKOF
FANAR i N
KATERİNA
İVANOVNA ÇARSKAYA
MİHAİLOVİÇ
SELENİN SÇEGLOF
:
Bir Rus prensi; romanın erkek kahramanı.
:
Prens'in baştan çıkardığı kız: romanın kadın kahramanı.
:
Nehlüdof'un evlenmek istediği kız.
:
Missi'nin annesi.
:
Missi'nin babası.
:
Nehlüdof'un annesi.
:
Nehlüdof'un teyzesi.
:
Maslova'nın öldürdüğü iddia edilen bir tüccar.
:
Moskova vali muavini, Nehlüdof'un
arkadaşı.
:
Maslova davasıyla ilgilenen avukat.
:
Nehlüdof'un Petersburg'daki :
teyzesi.
:
Katerina'nın kocası, Nehlüdof'un eniştesi, general, eski bakanlardan.
:
Senato savcısı, Nehlüdof'un arkadaşı. :
Kürek mahkumu.LİDİYA ŞUSTOVA NATALYA
(NATAŞA) İGNATİY RAGOJİNSKİY SİMONSON
THİON
KİTAYEVA MATRYONA HARİNA
Haksız yere hapsedilmiş bir genç kız, Nehlüdof'un ablası. Natalya'nın kocası.
Sibirya'ya sürülen mahkûmlardan biri, Katyuşa'ya âşıktır.
Prens'in teyzesinin oda hizmetçisi.
Genelev patronu.
Katyuşa Maslova'nın teyzesi.
BİRİNCİ
BÖLÜM
Matta, XVIII. 21 - 22 O zaman Pyotr yanına sokuldu, şöyle dedi: Rabbim! bana kötülük eden kardeşimi kaç
kere bağışlayacağım? Yedi kere mi? İsa cevap verdi: Yedi kere değil, yedi tane yetmiş kere
bağışlayacaksın.
Matta, VII. 1. S. 3. Ne o, kardeşinin gözündeki çöpü görüyorsun da kendi gözündeki merteği görmüyor
musun?
Yuhanna, VIII. 7...... içinizde günah islememiş kimse, ilk taşı atsın o kadına.
Luka, VI. 40. Öğrenci öğretmeninden üstün olamaz hiç; ama tam olgunlaşan bir insan öğretmeni gibi olur.
Yüz binlerce insan avuç içi kadar bir yere toplanıp, üst üste yaşadıkları toprak parçasını çirkinleştirmek için
var güçleriyle çalışmış olsalar; üzerinde hiç bir şey yetişmesin diye her yanma taş dikmiş, filizlenen her otu
kökünden koparmış, havayı taş kömürü, petrol yakarak ellerinden geldiğince kirletmiş, çevredeki tüm
ağaçları kesmiş, tüm hayvanları, kuşları uzaklaştırmış olsalar bile gene de ilkbahar ilkbahardı; kentte bile
Güneş pırıl pırıldı gökyüzünde. Çimenler yalnız bulvar yeşilliklerinde değil, koparılıp atılmadıkları her
yerde, kaldırım taşlarının arasında bile boy atıyor, yeşeriyordu. Kayın, kavak, akdiken ağaçları hoş kokulu,
taptaze yapraklar açıyor, ıhlamur ağaçlarının tomurcukları patlıyordu. Kargalar, serçeler, güvercinler
ilkbaharın verdiği neşeyle yuvalarını yapmaya başlamışlardı bile. Böcekler güneşin ısıttığı duvar diplerinde
vızıldaşıyorlardı. Bitkiler de, kuşlar da, böcekler de, çocuklar da neşeliydi. GelgeLelim insanlar —-bu-— 12
—
yük, yetişkin insanlar — birbirini kandırmaya, birbirini ezmeye devam ediyorlardı. İnsanlar bu ilkbahar
sabahının, tüm canlıların mutluluğu için yaratılmış doğanın bu güzelliğinin değil de, birbirlerine hükmetmek
için uydurdukları şeylerin önemli, kutsal olduğu inancındaydılar.
İl ceza evi müdürünün odasındaysa ilkbaharın getirdiği mutluluk ve sevincin tüm canlılar, tüm insanlar için
olduğu önemli değildi; orada önemli hatta kutsal olan, bir gün önce gelen yazılı emirdi. Basma başlıklı,
numaralı kâğıtta o gün, yirmi sekiz nisan sabahı saat dokuzda ikisi kadın, biri erkek üç tutuklunun
duruşmada hazır bulundurulmaları yazılıydı. Kadınlardan biri, en önemli suçlu olduğu için, ayrı
götürülecekti. Bu emir gereği, yirmi sekiz nisan sabahı saat sekizde kadınlar koğuşunun karanlık, pis
kokan koridorunda baş gardiyan görülmüştü. Peşinden, ak saçları karmakarışık, yüzü renksiz, üzerinde
kol ağızları sırmalı bir bluz, belinde kenarına açık mavi şerit geçirilmiş bir kuşak olan yaslı bir kadın geldi.
Kadın gardiyandı bu.
Kadın, yanında nöbetçi gardiyanla, koridora açılan kapılardan birine yaklaşarak,
— Maslova'yı mı istiyorsunuz? diye sordu.
Nöbetçi gardiyan gürültüyle çevirdi kilidi, kapıyı açtı, kori-dordakinden daha da pis kokan bir hava akın etti
dışarıya. Nöbetçi gardiyan,
— Maslova, diye bağırdı, mahkemeye!
Rüzgârın kente taşıdığı tarlaların o taze, misk kokulu havası ceza evinin avlusunda bile vardı. Ama
koridordaki hava iğrençti, pislik, katran, küf kokuyordu. İçeri girer girmez bir ağırlık çöküyordu insanın
üstüne, karamsar oluyordu. Avludan gelen kadın gardiyan — bu pis havaya alışık olduğu halde — hemen
farketmişti bunu. Koridora girince bir bitkinlik hissetmişti üzerinde, uyumak istemişti.
Hücrede bir telâştır başlamıştı: Kadın sesleri, çıplak ayakla koşuşmalar duyuluyordu.
Baş gardiyan başını kapıdan uzatarak,
— Hadi kımıldan biraz, Maslova! diye bağırdı,
kulakların
sağır mı?
— 13 —
İki dakika sonra orta boylu, göğüsleri dolgun, genç bir kadın çıktı koridora, canlı adımlarla yürüdü, tam
gardiyanın önüne gelince hızla dönüp yanında durdu. Beyaz etek bluzunun üzerine gri bir gömlek giymişti.
Ayaklarında keten çorap, çorabım üzerinde de ceza evlerinde giyilen terliklerden vardı. Başına beyaz bir
başörtü bağlamıştı; başörtünün kenarından — besbelli mahsus dışarda bırakılmış — bir tutam siyah,
kıvırcık saç gözüküyordu. Kadının yüzünde, uzun süre kapalı bir yerde kalmış insanların yüzünde görülen,
rutubetli bir bodrumda patatesin sürdüğü filizleri andıran o tuhaf beyazlık vardı. Küçük, geniş ellerinde,
gömleğin enli yakası arasından gözüken dolgun boynunda da vardı aynı beyazlık. Bu mat beyaz yüzde
son derece siyah, biraz şiş, ama çok canlı, fildir fildir, parlak, biri hafif şaşı bir çift göz dikkati çekiyordu.
Kadın, dolgun göğsü önde, dimdik duruyordu. Koridora çıkınca başını hafif yana yatırarak gardiyanın
gözlerinin içine bakmış, kendisinden istenecek her şeyi yapmaya hazır bir tavırla geçip yanında durmuştu.
O sırada düz, ak saçlı, yaşlı bîr kadının soluk, sert çizgili, kırış kırış yüzü uzandı kapıdan. Maslova'ya bir
şeyler söylüyordu. Ama gardiyan kapıyı üzerine kapayınca, yaşlı kadının başı kayboldu. İçerden bir kadın
kahkahası duyuldu. Maslova da gülümsedi, kapıdaki parmaklıklı deliğe baktı. Yaşlı kadın yüzünü
parmaklığa dayamış, kısık sesiyle,
— Unutma, diyordu az konuş, bir dediğinden dönme, geri yanı kolay.
Maslova başını salladı:
— Olur, unutmam, bir şey söyleyeceğim.
Baş gardiyan amirlere özgü bir kendine güvenle, pek akıllıca bir söz ediyormuş gibi,
—• Elbette bir şey söyleyeceksin, dedi, on şey söyleyecek değilsin ya... Hadi yürü bakalım, marş!
Yaşlı kadının delikte gözüken gözü kayboldu, Maslova da koridorun ortasına çıktı; çabuk, küçük adımlarla
baş gardiyanın peşi sıra yürüdü. Taş bir merdivenden alt kata indiler; kadınlar koğuşundan daha da pis
kokan, gürültülü hücrelerin önünden geçtiler, -- erkekler koğuşuydu burası, kapılardaki parmaklıklı,14
küçük pencereciklerden erkekler bakıyorlardı onlara — ceza evi müdürünün odasına girdiler. Silâhlı iki er
vardı orada. Masa başında oturan yazıcı sigara dumanının sararttığı bir kâğıdı erlerden birine uzattı,
tutukluyu göstererek,
— Al götür, dedi.
Er, — çiçek bozuğu yüzlü, al yanaklı bir Nijegorod köylü-süydü bu — kâğıdı paltosunun devrik kol ağzının
arasına soktu, gülümseyerek, elmacık kemikleri çıkık çavuş arkadaşına göz kırptı, tutukluyu gösterdi. Erler
tutukluyla beraber merdiveni indiler, ana kapıya yöneldiler.
Ana kapıyı açtılar onlara, erlerle tutuklu avluyu geçip ceza evi duvarlarını geride bıraktılar, kentin parke
sokaklarına daidılar.
Arabacılar, dükkâncılar, çamaşırcı kadınlar, işçiler, memurlar durup merakla yukardan aşağı süzüyorlardı
tutukluyu, bazıları başını sallayarak şöyle düşünüyordu: Kötü yola düşenin hali budur işte, Çocuklar,
canavar kadına içleri korkudan ürpere-rek bakıyor, ama arkasında iki askerin olduğunu, onlara bir şey
yapacak durumu bulunmadığını görerek rahatlıyorlardı. Köyden getirdiği kömürü sattıktan sonra bir
meyhaneye girip doyasıya çay içmiş bir köylü yaklaştı Maslova'nın yanına, haç çıkardı, bir köpek uzattı
ona. Beriki kızardı, başını önüne eğip bir şey
mırıldandı.
Tutuklu, kendine yönelen bakışları hissediyor, başını çevirmeden belli etmemeye çalışarak yan gözle ona
bakanları süzüyordu. Hoşuna gidiyordu ona gösterilen bu ilgi. Tertemiz, ilkbahar havası da hoşuna
gidiyordu; ama uzun zamandır yürümediği için hamlaşmış, ceza evinin biçimsiz terliklerini geçirdiği
ayaklarının altı sızlıyordu taşlara bastıkça. Eğilip ayaklarının altına bakıyordu arada bir, elinden geldiğinde
hafif basmaya çalışıyordu yere. Önünde kimsenin ilişmediği güvercinlerin dolaştığı bir un dükkânının
önünden geçerlerken tutuklu az kaldı gümüş rengi bir güvercinin üstüne basıyordu; güvercin birden ürktü,
kanatlarını çırparak geçti tutuklunun kulağının dibinden, rüzgârı yüzüne vurdu. Tutuklunun dudaklarında
bir gülümseme dolaştı, sonra durumunu hatırlayınca derin bir göğüs geçirdi.
Son derece olağan bir öyküydü tutuklu Maslova'nınki. Köyde çiftlikleri olan iki kızkardeşin yanında hayvan
bakıcısı, hiç evlenmemiş köle bir kadının kızıydı. Annesiyle beraber kalıyordu. Ömründe hiç evlenmemiş
bu kadın hemen her yıl bir çocuk doğuruyordu. Köylerde çoğunlukla olduğu gibi, hemen vaftiz ediyorlardı
çocukları; sonra anne çalışmasına engel olan bu gereksiz, istenmeyen çocuğun karnını bile
doyurmuyordu, çocuk da kısa bir zaman sonra ölüyordu.
Kadının beş çocuğu ölmüştü böyle. Hepsini de vaftiz etmişlerdi; açlıktan ölmüşlerdi sonra. Köyden geçen
bir çingeneden olan altıncı çocuk kızdı, onu da aynı son bekliyordu elbette, ama çıkarılan kaymak, inek
kokuyor diye yaşlı kızkardeşlerden biri bakıcılara çıkışmaya ahıra gelince kaderi değişti bebeğin, ölümden
kurtuldu. Ahırın bir köşesinde yanında gürbüz bir çocuk, yeni doğum yapmış kadın yatıyordu. Yaşlı hanım
hem kaymak için, hem .de, yeni doğum yapmış bir kadını ahırda yatırdıkları için söyleyeceğini söyledikten
sonra tam çıkıp gidiyordu ki, yerde yatan bebeği görünce duygulandı, çocuğun vaftiz anası olacağını
söyledi. Vaftiz töreninde haç çıkararak kutsadı küçük kızı, sonra da bebeğe acıdığı için annesine süt, para
verdi, böylece kız ölmedi, hayatta kaldı. O günden sonra da kefeni yırt-, mış diye ad taktılar kıza hanımlar.
Annesi hastalanıp öldüğünde kız çocuğu üç yaşındaydı. Kızın gene hayvan bakıcısı olan anneannesi
torununa bakmak istemeyince yaşlı hanımlar çocuğu yanlarına aldılar. Siyah gözlü kız öylesine hayat
dolu, öylesine tatlı bir çocuk olmuştu ki, hanımlar bayılıyorlardı ona.
Hanımların küçüğü Sofiya İvanovna —kızı vaftiz eden buydu— daha bir yumuşak yürekliydi. Büyüğü
Mariya İvanovna'ysa biraz sertti. Sofiya İvanovna küçük kızı süslüyor püslüyor, ona okuma yazma
öğretmeye çalışıyordu; okutmaya niyetliydi onu. Mariya İvanovna kızı iyi bir oda hizmetçisi olarak
yetiştirmelerinin gerektiğini söylüyordu. Bu yüzden titiz davranıyordu ona karşı, cezalandırıyordu sık sık,
canı sıkkın olduğu zamanlar dö-— 16 —
vüyordu bile. Böylece, iki zıt etkinin altında büyüyünce yarı oda hizmetçisi, yarı okumuş bir kız oldu çocuk.
Adı da ne Katya'ydı ne de Katenka. Katyuşa diyorlardı ona. Dikiş dikiyor, odaları topluyor, resimlerin
tozunu alıyor, yemek pişiriyor, odun yarıyor, kahve servisi yapıyor, ufak tefek şeyleri yıkıyor, bazan da
hanımlarla beraber oturuyor, onlara kitap okuyordu.
Bir çok kimse evlenmek istemişti onunla, ama o evlenmemişti. Evlenirse yaşayışının güçleşeceğini,
hanımların yanındaki rahatı bırakıp bir uşağa varırsa sonra bu hayatı arayacağını biliyordu.
On altı yaşına kadar öyle yaşadı. On altısını doldurup on yedisine yeni basmıştı ki, hanımlarının üniversite
öğrencisi zengin bir prens olan yeğeni geldi köye. Katyuşa tutuldu ona, ama sevgisini ne delikanlıya
açabilmişti, ne de kendi kendine itiraf edebilmişti. İki yıl sonra aynı yeğen savaşa giderken yolu üzerindeki
halalarının köyüne uğradı gene, dört gün kaldı orada, gitmeden bir gün önce de Katyuşa'yı iğfal etti,
devrisi gün eline bir yüz rublelik sıkıştırıp gitti. Delikanlı gittikten beş ay sonra öğrendi kız gebe olduğunu.
Artık her şeyden iğreniyor, onu bekleyen yüz karasından nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu yalnız.
Hanımlarının hizmetini aksatmaya başlamıştı, istemeye istemeye yapıyordu her işi. Kendi de farkında
olmadan değişivermişti birden. Sonunda pişman olup özür dilediği kaba kaba sözler söylüyordu
hanımlarına; sonunda hesabının görülmesini istedi bir gün.
Bu yaptıklarından zaten bıkmış olan hanımları hemen yo! verdiler ona. Oradan ayrılınca bölge polis
komiserinin yanma oda hizmetçisi olarak girdi, ama ancak üç ay kalabildi bu işte; çünkü ellilik komiser
asılmaya başlamıştı ona, ihtiyar iyice azıttığı bir gün kızın da tepesi attı birden, aptal, bunamış şeytan
suratlı, diye bağırdı yüzüne karşı, öyle bir itti onu ki, ihtiyar sırtüstü yere yuvarlandı. Bu yaptığı, işinden
kovulmasına yetti de arttı bile tabiî. Bir işe giremezdi artık, yakında doğum yapacaktı, şarap ticareti yapan
dul köy ebesinin yanına yerleşti. Kolay oldu doğumu. Ne var ki, ebe kadın köydeki bir hastadan
_ 17 _
kaptığı bir hastalığı yeni doğum yapan Katyuşa'ya bulaştırınca bebeği —erkekti— bakım evine yollamak
zorunda kaldılar. Çocuğu oraya götüren yaşlı kadın, yavrunun bakım evine gittikten az sonra öldüğü
haberini getirdi.
Köy ebesinin evine yerleştiğinde Katyuşa'nın bütün parası yüz yirmi yedi rubleydi; yirmi yedi rublesi çalışıp
kazandığı paraydı; yüz rubleyi de onu aldatan delikanlı vermişti. Ebenin yanından ayrılırken altı ruble vardı
cebinde. Parasını tutmayı bilmiyordu, kendine harcıyor, her isteyene çıkarıp veriyordu. Ebe iki aylık
bakımına, yemesine içmesine karşılık kırk ruble almıştı ondan, yirmi beş ruble çocuğun bakım evine
yatırılmasına gitmişti, ebe inek almak için kırk ruble istemişti, yirmi ruble şuna buna — giysiye, çaya,
kahveye — harcanmıştı... Öyle ki, Katyuşa iyileştiğinde meteliksiz kalmıştı ortada, öte yandan bir iş
bulması da gerekiyordu kendine. Orman bakıcısının yanında bir iş buldu. Evliydi orman bakıcısı, ama tıpkı
komser gibi o da daha ilk günden asılmaya başladı Katyuşa'ya. Katyuşa iğreniyordu bu adamdan, elinden
geldiğince kaçmaya çalışıyordu ondan. Gelge-lelim adam Katyuşa'dan daha tecrübeli, kurnazdı; üstelik
amiriydi de, istediği yere yollayabilirdi onu; uygun bir anını bulup elde etti Katyuşa'yı sonunda. Ormancının
karısı öğrendi durumu nasıl öğrendiyse, bir keresinde kocasını Katyuşa'yla odada yalnız yakalayınca kızın
üzerine saldırdı, vurmaya başladı ona. Katyuşa boyun eğmedi, saç saça, baş başa dövüştü iki kadın, bu
kavganın sonunda Katyuşa'yı içerde biriken parasını da vermeden kovdular evden. Katyuşa kente geldi
sonra, halasının yanına yerleşti. Halasının kocası ciltçiydi, kitap ciltlerdi, eskiden iyi gidermiş işleri, ama
Katyuşa kente indiğinde tüm müşterilerini kaybetmişti, gece gündüz durmadan içiyor, eline geçen her şeyi
içkiye veriyordu.
Katyuşa'nın halası küçük bir çamaşırhane çalıştırıyor, onun geliriyle çocuklarına, bu arada ayyaş kocasına
da bakıyordu. Halası çamaşırcı olarak yanında çalışmasın! önerdi Maslova'ya. Ama Maslova halasının
çamaşırhanesindeki çamaşırcı kadmlaDiriliş — F: 2— 18 —
rın ağır çalışma koşullarını gördüğü için bu öneriye cevabını elinden geldiğince geciktirmeye çalışıyor, bir
yandan da hizmetçi bulma yazıhanelerini dolaşıp bir hizmetçilik arıyordu. Buldu da sonunda, lise öğrencisi
iki oğluyla oturan bir kadının yanma girdi. Ama bir hafta sonra çocukların büyüğü, bıyıklı, altıncı sınıf
öğrencisi olanı dersleri bir yana itip Maslova'ya rahat vermemeye başladı. Çocukların annesi Masloya'da
buldu bütün kabahati, parasını ödeyip yol verdi ona. Başka yer de yoktu, ama hizmetçi bulma
yazıhanelerinden birinde parmakları kocaman
kocaman taşlı yüzükler, tombul çıplak kolları bilezik
dolu bir hanımefendiyle karşılaştı. Bu hanımefendi iş arayan Maslova'nın başından geçenleri dinledikten
sonra adresini verdi ona, evine gelmesini söyledi. Maslova gitti. Hanımefendi güler yüzle karşıladı onu,
çörekle, tatlı şarapla ağırladı; sonra oda hizmetçisini, eline bir pusula tutuşturarak bir yere yolladı. Akşam
ak saçları uzun, sakallarına ak düşmüş, uzun boylu bir adam girdi odaya; yaşlı adam hemen Maslova'nın
yanına çöktü, gözlerinde tuhaf bir parıltı, gülümseyerek süzmeye başladı onu; arada şaka da
ediyordu. Hanımefendi yan odaya çağırdı sonra yaşlı adamı, taptaze bir köylü kızı diye fısıldadığını duydu
Maslova. Daha sonra Mas-lova'yı çağırdı hanımefendi, yaşlı adamın çok paralı bir yazar olduğunu,
hoşuna giderse ondan hiç bir şey esirgemeyeceğini söyledi. Hoşuna gitmişti yazarın Maslova, sık sık
görüşeceklerini söyleyerek yirmi beş ruble verdi ona. Halasına olan borcunu verip kendine yeni bir elbise,
bir şapka, birkaç da kordela alınca bu yirmi beş ruble suyunu çekiverdl hemen. Üç dört gün sonra yazar,
adam yollayıp çağırttı onu. Gitti Maslova. Yirmi beş ruble daha verdi ona,
sonra da ayrı bir daireye
taşınmasını
önerdi.
Maslova yazarın tuttuğu dairede otururken, aynı evde kiracı şen yaradılışlı bir satıcıya tutuldu. Maslova
kendi açtı durumu yazara, ondan ayrılıp satıcının küçük dairesine yerleşti. Onunla evleneceğine söz veren
satıcı, Maslova'ya bir şey söylemeden Nijniy'e kaçınca gene yalnız kaldı Maslova. Dairede tek başına
oturmak istedi, ama izin vermediler. Mahalle polisi, yalnız başına ancak sarı kart alırsa, her hafta da
muayeneye gelirse otu— 19 —
rabileceğini söyledi. O zaman gene halasına gitti Maslova. Üzerindeki son moda elbiseyi, pelerini,
şapkasını görünce saygıyla karşıladı onu halası; onun yüksek tabakaya girdiğini düşünerek,
çamaşırhanesinde çalışmasını önermeye cesaret edemedi. Mas lova için çamaşırcı olmak ya da olmamak
önemli değildi artık. Çamaşırhanenin ilk odalarında bazıları çoktan vereme yakalanmış, soluk yüzlü, sıska
çamaşırcı kadınların yaz kış açık duran pencereleri arasında, otuz derece sıcakta sabunlu buharın içinde
çamaşır yıkayarak, ütü yaparak sürdükleri kürek mahkûmla-rmkinden farksız bu hayata bakarken içi
sızlıyordu Maslova'nın; kendisinin de burada çalışabileceği aklına gelince dehşete kapılıyordu.
Onun için bu pek güç günlerde — ne bir koruyanı vardı ne de elinden tutanı — genel eve kız bulan bir
muhabbet tellâlı kadının ağma düştü Maslova.
Sigaraya çoktan başlamıştı, son zamanlardaysa, satıcıyla ilişki kurduktan, satıcı onu bırakıp kaçtıktan
sonra da içkiye alışmıştı. Şarap yalnız tadı hoşuna gittiği için çekmiyordu onu; daha çok, içkiyi, başından
geçen kötü olayları unutmasına yardım ettiği, davranışlarına daha bir serbestlik verdiği için içiyordu. İçtiği
zaman kendine güveni artıyordu. İçkili olmadığı zamanlarsa bir ağırlık çöküyordu üzerine, sıkılgan
oluyordu.
Muhabbet tellâlı kadın halaya armağanlar yağdırdı, Maslo va'yi sarhoş ettikten sonra kentteki eve
taşınmasını önerdi ona; oradaki hayatın gözalıcılığını, güzelliğini ballandıra ballandıra anlattı. Maslova
ikisinden birini seçmek zorundaydı; ya herkesin hor göreceği bir hizmetçi parçası olarak kalacaktı — bu
arada erkekler gene kovalayacaktı onu tabiî, ara sıra gizliden geçici aşklar da yaşayacaktı — ya da ona
gelecek endişesi olmayan, huzur dolu bir hayat sağlayacak o eve gidecekti. Orada da olacaktı aşkları,
ama bu aşklar açıktan açığa yaşanacaktı, yasalar izin verecekti ona; üstelik iyi de para kazanacaktı...
Sonra, Mas-lova, onu bu duruma düşüren insandan, ona kötülük eden herkesten öcünü almayı
düşünüyordu böylece. Kesin kararını vermesinin bir nedeni daha vardı; Muhabbet tellâlı, istediği giysiyi
diktirip giyebileceğini söylemişti ona; kadife, atlas, ipek giy-— 20 —
sileri, omuzlan açık ya da kollu tuvaletleri olacaktı. Maslova kendini üzerinde siyah kadifeden güller olan
parlak kırmızı, dekolte bir tuvaletle hayal edince dayanamadı, verdi kimlik cüzdanını. Muhabbet tellâlı,
hemen o akşam kiralık bir faytonla galip aldı Maslova'y ı, Kitayeva'nın ünlü evine götürdü.
O günden sonra Maslova için, kutsal kitapların, bilge insan-larm öylesine kötülediği, bilinen günahla
dopdolu bir hayat başladı. Yurttaşlarının mutluluğundan başka bir şey düşünmeyen devletimizin yalnız
izniyle değil, üstelik himayesi altında yüz binlerce kadın sürdürür bu hayatı; sonunda bu kadınların onda
dokuzu korkunç hastalıklara yakalanırlar, zamanından önce çökerler, ölürler...
Çılgınca gece eğlencelerinden sonra gündüz geç saatlere kadar ölü gibi uyumak. Öğleden sonra üçte ya
da dörtte pis yataktan bitkin kalkış, zehir gibi bir ağız, kahve, sabahlıkla, bir bluzla koridorlarda tembel
dolaşmak, perdeyi açmadan pencereden bakmak, birbirleriyle bezgin tartışmalar; sonra yıkanmak, yüzü
kremlemek, elleri; saçlara, omuzlara koku sürmek, giysileri tam geliyor mu diye üzerine ölçmek, elbisesi
istediği gibi olmamış diye ev sahibine çıkışmak, aynanın karşısına geçip kendine bakmak, yüzünü,
kaşlarını boyamak, yağlı tatlı yemekler yemek; sonra bedeni açıkta bırakan parlak, ipek giysiler giyinmek
dayalı döşeli, alabildiğine aydınlatılmış salona inmek; ko-nukların gelişi, müzik, dans, şeker, şarap, sigara;
peşinden de genciyle ihtiyarıyla yatmak; artık işi bitmiş ihtiyarların, bekârdı evliydi, genç adamların,
tüccarların, çiftlik kâhyalarının, Ermenilerin, Yahudilerin, Tatarların, zengin, yoksul, sağlıklı, hasta, ayık,
sarhoş, kibar, kaba, asker, sivil, üniversite ya da lise öğrencisi demeden herkesin koynuna girmek...
Bağrışmalar sonra kahkahalar, kavgalar, müzik, sigara ve şarap, gene şarap, sigara, akşamdan gün
ağarıncaya dek kesilmeyen müzik. Ancak ortalık aydınlandıktan sonra kendi basma kalmak ve derin uyku.
Bütün hafta her gün aynı şey. Hafta sonunda da paytonlara binip devlet dairesine, doktorların görevli
oldukları kuruma gitmek... Erkek doktorlar doğanın günahtan uzak durmaları için yalnız insanlara değil,
hayvanlara bile verdiği utanma duygusunu ortadan kaldıra- 21 —
rak, yok ederek, bazan ciddî ve sert bir tavırla, bazan da oynak bir neşeyle muayene ediyorlardı bu
kadınları; sonra onlara, hep beraber işledikleri günaha devam etmeleri için biter belge veriyorlardı. Gene
bir önceki gibi bir hafta başlıyordu. Yazın da kışın da, bayramda da, seyranda da hep böyle geçiyordu
günleri. Maslovanın yedi yılı böyle geçti. Bu yedi yıl içinde iki ev değiştirdi, bir kere de hastaneye yattı.
Genel eve girişinin yedinci, ilk düşüşününse sekizinci yılında, yirmi altı yaşındayken, ceza evine
atılmasına, şimdi de, hücrede katillerle hırsızlarla altı ay bir arada kaldıktan sonra duruşmaya
götürülmesine neden olan olay geldi başına.
III
Maslova yürürken ayaklarının altı sızlaya sızlaya, silâhlı iki erin arasında bölge mahkemesine geldiğinde,
eski hanımlarının onu iğfal eden yeğeni prens Dmitri İvanoviç Nehlüdof kuş tüyü döşekli, yüksek, yaylı
karyolasında yatıyordu hâlâ; güzelce ütülü Hollanda malı, tertemiz pijamasının önünü açmış, sigarasını
tüttürüyordu. Gözleri önündeki bîr noktaya takılmış, bu gün neler yapması gerektiğini, dün neler yaptığını
düşünüyordu.
Dün akşam varlıklı, ünlü bir aile olan Korçagîn'lerde geçirdiğini hatırlayınca — herkes onun Korçaginlerin
kızıyla yüzde yüz evleneceği inancındaydı — derin bir soluk aldı, bitmek üzere olan sigarasını atıp, gümüş
sigaralıktan bir tane daha almak için uzattı elini, ama vazgeçti; pürüzsüz, beyaz bacaklarını uzattı
karyoladan, sallayarak terliklerini buldu onlarla, dolgun omuzlarına ipek sabahlığını aldı; çabuk, geniş
adımlarla yatak odasi-nm hemen bitişiğindeki lavanta, briyantin, kolonya, krem kokan tuvalet odasına
geçti. Hemen hepsi dolgulu dişlerini özel bir macunla fırçaladı, hoş kokulu bir suyla çalkaladı ağzını, sonra
yıkanmaya başladı. Kokulu sabunla ellerini yıkayıp, uzamış tırnaklarını fırçayla dikkatlice temizledikten,
yüzünü, kalın ensesini geniş mermer lavaboda yıkadıktan sonra, duşun hazır beklediği yan odaya geçti.
Burada adaleli, yağlanmış, beyaz bedenini so-— 22 —
ğuk suyla yıkayıp, kalın bir havluyla iyice kurulandıktan sonra kar gibi bembeyaz iç çamaşırları giydi, ayna
gibi parlatılmış potinlerini geçirdi ayağına; aynanın karşısına oturdu, kısa, siyah sakalını, önden hafif
seyrelmiş kıvırcık saçlarını iki tarakla taramaya başladı.
İç çamaşırından, elbisesinden, ayakkabısından tutun da kravatına, kravat iğnesine, kol düğmesine kadar
tuvalet için kullandığı her şeyi en iyisinden, en değerlisinden; göze batmayan, sade, sağlam, pahalı şeyler.
Nehlüdof yirmi otuz kravatın, kravat iğnesinin arasından eline ilk geçenleri aldı — bir zamanlar hoş bir
uğraştı bunlardan bîrini seçmek, oysa şimdi umursamıyordu — temizlenmiş olarak sandalyenin üzerinde
hazır bekleyen elbisesini giydi tam anlamıyla dinç olmasa bile, yıkanıp paklanmış, misk gibi kokular
sürünmüş olarak, parkelerini dün akşam üç uşağın ova ova iyice temizlediği uzun yemek salonuna girdi.
Salonda meşe ağacından kocaman bir büfe; gene meşe ağacından, aslan pençelerini andıran oyma
bacaklarıyla soylu bir görünümü olan açılıp kapanır büyük bir masa vardı. Aile adının baş harfleri büyük
büyük işlenerek süslenmiş kolalı, ince bir örtü örtülü masanın üzerinde kokulu kahve dolu gümüş bir
kahvelik, gene gümüş bir şekerlik, kaymak dolu bir kaymaklık, taze francala, peksimet, biskü-vit dolu bir
sepet duruyordu. Bunlardan başka mektuplar, günlük gazeteler, yeni gelen Revue des deux Mondes de
vardı. Nehlüdof tam mektuplara uzatıyordu elini ki, koridora açılan kapıdan matem elbisesi giymiş,
başında saçlarının döküldüğünü gizleyen dantelli bir başlıkla şişman, yaşlı bir kadın süzüldü içeri. Bu,
Nehlüdof'un bundan kısa bir süre önce şimdi oturduğu evde ölen annesinin oda hizmetçisi Agrafena
Petrovna'ydı. Hanımı ölünce evden ayrılmamış, bu kez oğlunun ev işlerine bakmaya başlamıştı.
Agrafena Petrovna, Nehlüdof'un annesiyle birkaç kere gitmişti Avrupa'ya, hepsi toplanırsa on yıl kadar
kalmıştı orada; bir hanımefendi havası vardı davranışlarında bunun için. Çocukluğundan beri
Nehlüdof'ların evindeydi, Dmitri İyanoviç'in de Mityacık diye çağrıldığı zamanı bilirdi.
— Günaydın Dmitri İvanoviç.
— Günaydın Agrafena Petrovna. Gülümseyerek devam etti Nehlüdof:
— Ne var, ne yok?
- Bir mektup. Prensesten mi, küçük Prensesten mi geliyor, bilmiyorum.
Agrafena Petrovna mektubu verirken manâlı manâlı gülümsedi.
— Oda hizmetçileri getirdi onu, diye devam etti, çok oluyor, yanımda saklıyordum.
Nehlüdof mektubu alırken,
— Pekâlâ, şimdi okurum, dedi.
Agrafena Petrovna'nın gülümsediğini farkedînce kaşlarını çattı. Bu gülümseme, yaşlı kadının, mektubun
Nehlüdof'un evleneceğinden kuşku etmediği küçük prenses Korçagina'dan geldiğini bildiği anlamına
geliyordu. Agrafena Petrovna'nın gülümsemesinin verdiği bu haber hiç hoşuna gitmemişti Nehlüdof'un.
— Kıza söyleyeyim beklesin, dedi Agrafena Petrovna. Masanın üzerindeki kırıntıları
temizlemek için
kullanılan
küçük süpürgenin durması gereken yerde olmadığını görünce alıp yerine koydu onu, sonra geldiği gibi
gene sessizce çıktı yemek salonundan.
Nehlüdof, Agrafena Petrovna'nın verdiği lavanta kokan mektubu açıp okumaya başladı.
Sarı, kalın bir kâğıda iri harflerle, karmakarışık bir e! yazısıyla şöyle yazıyordu:
Belleğiniz olmak sorumluluğunu üzerime aldığım için hatırlatayım size, bugün, yirmi sekiz nisan günü
mahkemede jüri heyetinde görevlisiniz; bu yüzden, dün akşam kendinize özgü o rahatlığınızla söz
verdiğiniz gibi, tablolara bakmaya gelemeyeceksiniz Kolosov ve bizimle bugün; görevinize gitmediniz için
â moins que vous ne soyez dipose â payer â la cour d'assîes les 300 roubles d'amende, que vous fefusez
votre cheval ('). Dün
(')
Bölge mahkemesine, ata vermeye acıdığınız 300 rubleyi ceza olarak ödemeyi göze almazsanız
tabiî. (Fransızca)— 24 —
akşam siz gittikten hemen sonra hatırladım bunu. Unutmayın sakın.
Pr. M. Korçagina
Kâğıdın arkasına şöyle eklenmişti:
Maman vous fait dire que votre couvert vous . attendre jusqu'â la nuit. Venes absolument â que!e heure
que cela soit (')
M.K.
Nehlüdof yüzünü ekşitti. Bu mektup küçük prenses Korça-gina'nm iki aydan beri ustalıkla yürüttüğü
uğraşın bir devamıydı; bu uğraş Nehlüdof'u görünmez bağlarla her gün biraz daha bağlıyordu genç kıza.
Ayrıca, ilk gençlik yıllarını geride bırak-•mış, bir de deli gibi vurulmamış insanlarda görülen evlenmek için
ilk adımı atarkenki o alışılmış kararsızlık bir yana, Nehlüdof kararını vermiş olsa bile küçük Prensesi
hemen isteyemezdi annesinden babasından. On yıl önce Katyuşa'yı iğfal edip yüzüstü bırakması değildi
bunun.nedeni; çoktan unutmuştu o olayı, evlenmesine bir engel saymıyordu bunu. Onu düşündüren, o
sıralar evli bir kadınla arasındaki ilişkiydi; gerçi kesmişti kadınla ilişkisini son günlerde, ama kadın kabul
etmiş değildi henüz aralarındaki ilişkinin kesildiğini.
Nehlüdof kadınlardan çok korkardı, evli kadında onunla ilişki kurma isteğini de onun bu korkaklığı
uyandırmıştı zaten. Kadın, Nehlüdof un seçimlere girdiği bölgenin soylular başkanının karısıydı. Kadın
sonunda başardı Nehlüdof'u elde etmeyi. Ne var ki bu ilişki gün geçtikçe hem sarıyordu Nehlüdof'u, hem
de iğrendiriyordu. Başlangıçta kendini iyice kaptırmıştı kadına, şimdi de kadına karşı kendini suçlu
hissettiği için onun rızası olmadan aralarındaki ilişkiyi kesemiyordu. Nehlüdof'un, istese bile
(') Annem yemeğinizin geceye kadar sîzi bekleyeceğini size bildirmemi söyledi. Gelin de ne zaman
gelirseniz gelin. (Fransızcs)
— 25 —
Korçagina'ya evlenme teklifinde bulunmaya hakkı olmadığını düşünmesinin nedeni buydu işte.
Kadının kocasından gelen bir mektup da masanın üzerinde duruyordu. Zarfın üzerindeki el yazısıyla
damgayı görünce kızardı Nehlüdof, tehlikenin yaklaştığını sezinlediği zamanlar olduğu gibi hemen bir
dinçlik geldi üzerine gene. Ama boşuna heyecanlanmıştı böyle birdenbire: Nehlüdof'un en büyük
çiftliklernin bulunduğu bölgenin soylular başkanı olan kadının kocası, mayısın sonunda olağanüstü bir
toplantı yapılacağından haberdar ediyordu Nehlüdof'u; muhakkak toplantıya gelmesini, okullar ve yollar
konusunda çıkacak önemli tartışmalarda — gerici çevrenin bu konularda bütün gücüyle direteceği
beklenîyormuş çünkü — donner un coup depoule C) diliyordu.
Başkan aydın bir insandı, kendisi gibi düşünen birkaç arkadaşıyla beraber, II! Aleksandr zamanında alıp
yürüyen gericiliğe karşı savaşıyordu, bu uğraş öylesine doldurmuştu ki günlerini, ailesinin mutsuz
gidişinden haberi yoktu.
Bu adamla ilgili bütün acı anıları canlandı Nehlüdof'un belleğinde: Bir keresinde onun, karısıyla olan
ilişkisini öğrendiğini sanıp nasıl düelloya hazırlandığını, havaya ateş etmeye kararlı olduğunu hatırladı.
Kadınla arasında geçen öfkeli bîr tartışma sonunda kadının umutsuzluk içinde kendini havuza atmak için
bahçeye koştuğu, onun da kadını aramaya çıktığı geldi aklına. Nehlüdof Olmaz, gidemem, diye geçirdi
içinden, ondan bir cevap almadan hiç bir şey de yapamam. Bir hafta önce kadına bir mektup yazmış, ona
karşı suçlu olduğunu kabul ettiğini, bu suçunu bağışlatmak için her şeye hazır olduğunu, kadının iyiliğini
düşünerek aralarındaki ilişkiyi kendi yönünden kestiğini kesin bir dille bildirmişti ona. İşte bu mektuba
cevap bekliyordu şimdi; hâlâ gelmemişti cevap. Aslında cevabın gelmemesi iyi bir işaretti de. Kadın
ayrılmayı kabul etmemiş olsaydı şimdiye kadar çoktan cevap yazmış ya da, önceleri olduğu gibi çıkıp
gelmiş olması gerekirdi. Nehlüdof şimdi orada kadının peşinde koşan bîr subayın olduğunu duymuştu; bu
hem kıskançlıktan kö(')
Onu savunmasın). (Fransızca)
— 26 —
pürtüyordu onu, hem de artık can sıkmaya başlayan bu yalandan kurtulma umudunu verdiği için
sevindiriyordu.
Öteki mektup çiftliklerinin baş kâhyasından geliyordu. Kâhya Nehlüdof'u, miras hakkını tamamen üzerine
almak, bir de işlerin bundan böyie naşı! yürütüleceğini karara bağlamak için çağırıyordu; Çiftliklerinizi
rahmetli annenizin zamanında olduğu gibi mi yöneteyim gene, yoksa eskiden annenize, şimdi de size
önerdiğim gibi elimizdeki imkânları çoğaltıp köylülere dağıttığımız toprağı da biz mi işleyelim? diye
yazıyordu. Kâhya böyie bir yolun onlar için çok daha kârlı olacağı inanandaydı. Adam ayrıca, ayın birinde
yollaması gereken üç bin rubleyi geciktirdiği için özür diliyordu. Parayı gelecek postayla yollayacakmış. Bu
duruma sebep, köylülerden para toplamakta güçlük çekmesiy-miş, gerekli yerlere başvurmadan bîr türlü
alamıyormuş onlardan parayı. Bu mektup hem hoşuna gitmişti Nehlüdof'un hem canını sıkmıştı. Hoşuna
gitmişti, çünkü çiftliklerin nasıl yönetileceğinin onun buyruğu altında olduğunu bilmek hoş bir şeydi; canını
sıkmıştı, çünkü ilk gençlik yıllarında Herbert Spencer'i çok severdi, kendi de büyük bir toprak sahibi olduğu
halde, onun Social statics de (') savunduğu, toprağın insanların ortak malı olduğu görüşünü benimsemişti.
Gençliğin verdiği kararlılıkla, içtenlikle toprağın kişinin özel malı olamayacağını söylemiyordu yalnızca;
üniversitedeyken bu görüşü savunan yazılar yazmakla da kalmamıştı; babasından ona kalan küçük bir
toprak parçasını, inançlarının tersine toprak sahibi olmak istemediği için tutup köylülere dağıtmıştı.
Şimdiyse, annesinden kalan mirasla büyük bir toprak sahibi olduktan sonra ikisinden birini seçmek
zorundaydı; ya on yıl önce babasından kalan iki yüz hektar yeri yaptığı gibi kendisinin olan bir malı
başkalarına verecekti; ya da eskiden bağlandığı tüm düşüncelerin yanlış, yalan olduğunu kabullenecekti
sessizce.
Birinci yolu tutamazdı, çünkü geçimini sağlamak için topraktan başka hiç bir şeyi yoktu. Devlet hizmetine
girip çalışa(')
Sosyal denge (İngilizce)
— 27 —
mazdı, canı istemiyordu; öte yandan bu zengin hayata da alışmıştı bir kere, başka türlü yaşayamayacağı
inancındaydı. Hem ne gereği vardi bunun? Gençliğinde olan o inanç gücü, o kararlılık, o ün kazanma,
çevresindekileri şaşırtma isteği yoktu artık içinde. Ne var ki, Spercer'in Sosyal denge sinden benimsediği
toprak sahibi oimanın olumsuzluğunu, haksızlığını gösteren delilleri — sonra, çok sonra bunun kesin
ispatını Henry George' da buldu — inkâr etmek de elinden gelmiyordu bir türlü. Kâhya'nın mektubu bu
yüzden canını sıkmıştı işte.
IV
Nehlüdof kahvesini içtikten sonra kalktı, saat kaçta mahkemede bulunması gerektiğine bakmak, küçük
Prensese de bir cevap yazmak için çalışma odasına yürüdü. Çalışma odasına gitmek için atelyeden
geçmek gerekiyordu. Atelyenîn ortasında, üzerinde yarım bırakılmış bir tablo ters duran bir sehpa vardı;
duvarlarda etüdler asılıydı. İki yıl üzerinde çalıştığı bu tablonun, duvarlarda asılı etüdlerin, atelyenin
görünümü resim sanatında özellikle son zamanlarda açık seçik hissettiği güçsüzlüğünü hatırlattı ona.
Bunu aşın ince sanat zevkine veriyordu ama, gene de hoş olmayan bir duyguydu bu.
Bundan on yıl önce ayrılmıştı devlet hizmetinden. Kendisinin resim sanat! için yaratılmış bir insan
olduğuna karar vermiş, resim sanatından başka her-uğraşa biraz küçümseyerek bakmaya başlamıştı.
Şimdi de buna hiç hakkı olmadığı anlaşılmıştı. Bu yüzden, resmi hatırladıkça tatsız bir duygu çökerdi içine.
Atel-yeye can sıkıntısıyla şöyle bir göz gezdirdikten sonra keyifsiz, çalışma odasına geçti. Burası oldukça
geniş, yüksek tavanlı, dayalı döşeli bîr odaydı.
Nehlüdof büyük masasının gözünü çekip önemli işler bölümünde mahkemeden gelen kâğıdı buldu. Saat
on birde olması gerekiyordu orda. Küçük Prensese çağrısı için teşekkür etmek, akşam yemeğine
yetişmeye çalışacağını bildirmek için kâğıt kalem alıp masaya oturdu. Ama puslanın sonuna gelince yırtıp
at-— 28 —
ti onu: çok senli benli olmuştu. Bir tane daha yazdı: bu kez de soğuk, neredeyse küçümser bir havası
olmuştu pusulanın. Gene yırttı, duvardaki düğmeye bastı. Odaya donuk yüzlü, orta yaşlı bir uşak girdi.
Üzerinde keten bezinden gri bir önlük vardı; sakalını kesmiş, favorilerini uzatmıştı. Nehlüdof,
— Söyleyin arabamı hazırlasınlar, lütfen.
— Başüstüne efendim.
— Ha, Korçagin'lerin oda hizmetçisi bekliyor dışarda, ona da söyleyin, teşekkür ediyor, kendi gelebilirse
gelecekmiş desin.
— Başüstüne.
Nehlüdof Ayıp oldu ama ne yapayım, yazamıyorum işte. Nasıl olsa görüşeceğiz bu akşam, diye düşündü.
Giyinmeye gitti.
Giyinip dışarı çıktığında lâstik tekerlekli arabası kapının önünde bekliyordu onu.
Arabacı sağlam, güneşten yanmış boynunu gömleğinin beyaz yakası içinde yarım döndürerek,
— Dün akşam siz çıkmışsınız, ben gelmişim Prenses Kor-çagni'in evine, dedi kapıcı Şimdi çıktılar, dedi.
Arabacılar bile biliyor Korcagin'Ierle olan ilişkimi diye düşündü Nehlüdof. Son zamanlarda aklından bir
türlü çıkaramadığı Korçagina'yla evlenmeli miyim evlenmemeli miyim? sorusu gene çıktı karşısına. O
sıralar karar vermesi gereken konularda çoğunlukla olduğu gibi, bu soruya da şöyle ya da böyle bir cevap
veremiyordu kendi kendine.
Evlenmeye karar vermesi için birtakım nedenler vardı. Bir kere, evlilik aile ocağına bir huzur getirmesinden
başka, kadın erkek ilişkilerinde düzensizliği ortadan kaldırdığı için kişinin ahlâk yönünden yükselmesini
sağlardı; sonra — asıl önemli olan da buydu — Nehlüdof ailenin, çocukların bu anlamsız yaşayışına bir
anlam katacağını umuyordu. Bütün bundan evlilikten yana olan düşüncelerdi. Evliliğe karşı olanları da
vardı tabiî; yaşı geç-' mis bütün bekârlar gibi o da özgürlüğünü yitirmekten korkuyordu; sonra kadın
yaradılışının bilinmezliği karşısında bilinç dışı bir ürkeklik vardı içinde.
Evlenmesi söz konusu olursa Missi'yi (küçük Prenses Kor-çagina'mn adı Mariya'ydı, ama böyle ailelerde
her zaman görüldüğü gibi, bir de başka ad yakıştırmışlardı ona) evet, evlenmesi söz konusu olursa
Missi'yi seçmesinden yana birtakım nedenleri vardı Nehlüdof'un: Soylu bir ailedendi Missi, giyinişinden
tutun da konuşmasına, yürüyüşüne, gülüşüne kadar her şeyiyle ayrılıyordu çevresindeki insanlardan; ama
tuhaf bir ayrılık da değildi bu, göze hoş gelen bir ayrılıktı — bu ayrılığı anlatmak için başka bir sözcük
bulamıyordu. Genç kızın bu özelliğine büyük değer veriyordu. Sonra, herkesden daha bir yüksekti Missi'
nin gözünde Nehlüdof, anlıyordu onun düşüncelerini. Kızın gösterdiği bu anlayış, yani Nehlüdof'un yüksek
yeteneklerini sezinlemesi kızın zeki, görüşlerinin de doğru olduğunu ispat ediyordu Nehlüdof'a. Missi'yle
evlenmeyi düşünürken onu kararsızlığa düşüren nedenler de vardı: Missi'den çok daha değerli, dolayısıyla
ona daha lâyık bir kız aranırsa pekâlâ bulunabilirdi; sonra, yirmi yedi yaşındaydı Missi, yüzde yüz birkaç
aşk serüveni geçmişti başından... hele bu düşünce büyük ıstırap veriyordu Nehlüdof'a. Kızın geçmişte bile
olsa, ondan başka birisini sevmiş olabilmesini kabul etmiyordu gururu. Nehlüdof'la karşılaşacağını
bilemezdi tabiî kız, ama onun başka birisini sevebildiği düşüncesi bile gururuna dokunuyordu Nehlüdof'un.
Sözün kısası, bir karar verecek gibi olunca o kararını doğru gösteren düşünce kadar da yanlış olduğunu
ispatlayan düşünce çıkıyordu ortaya hemen; iki yan da aynı derecede ağır basıyordu; Nehiüdof kendi
haline gülerek, sırtına iki bağ odun vurulmuş bir eşeğe benzetiyordu kendini. Hangi yanın daha ağır
bastığını bilemeden şaşkın, bekliyordu.
Ne olursa olsun, diye verdi kararını, Manya Vasilyevna' dan (başkanın karısından) bir cevap gelmedikçe,
onunla ilişkimi tamamen kesmeden hiç bir şey yapamam.
Karar vermekte acele etmemesinin gerektiği düşüncesi hoşuna gitmişti.
Faytonu adliyenin asfalt avlusuna hiç ses çıkarmadan girdiğinde kendi kendine Neyse canım, sonra
düşünürüz bunları, dedi.Şimdi, her zaman yaptığım, kendimi yapmak zorunda gör--düğüm gibi, toplumsal
görevimi dürüstçe yerine getirmeliyim,, diye geçirdi içinden. Hem çoğunlukla ilgi çekici oluyor bu
duruşmalar.
Kapıcının yanından geçerek içeri girdi.
Nehlüdof geldiğinde adliyenin koridorlarında koşuşmalar başlamıştı bile.
Odacılar ellerindeki kâğıtları ayaklarını yere sürte süre, soluk soluğa bir odadan ötekine dolaştırıp
duruyorlardı. Yargiçlar^ avukatlar, mahkeme görevlileri bir o yana, bir bu yana gidip ge liyorlar, davacılar,
tutuklu olmayan sanıklar duvar diplerinde ta?-salı tasalı dolaşıyor, ya da bir kenarda oturmuş bekliyorlardı.
Nehlüdof odacılardan birini çevirip,
— Bölge mahkemesi nerede? diye sordu.
— Hangi bölge mahkemesini soruyorsunuz? Su!h mahkemesini mi? Sulh ceza mahkemesini mi?
— Jürideyim.
— Öyle söylesenize. Ağır ceza mahkemesine gideceksiniz:. Surdan sağa dönün, sonra sola, ikinci kapı.
Nehlüdof odacının söylediği yoldan gitti.
Kapıda iki adam bekliyordu: Biri uzun boylu, temiz yürekle olduğu yüzünden belli, şişman bir tüccardı;
sabah sabah birkaç; kadeh yuvarlamış olacak, pek neşeli gözüküyordu; öteki Yahu-diye benzeyen bir
satıcıydı. Nehlüdof yanlarına yaklaşıp Jüri heyetinin odası burası mı? diye sorduğunda iki adam yün
fiyatları üzerine konuşuyorlardı.
Güleç yüzlü tüccar,
—< Burası efendim, burası, dedi.
Neşeyle göz kırparak,
— Siz de mi jüridesiniz kardeşim? diye sordu. Nehlüdof'dan evet cevabını alınca devam etti:
— 31 —
— Öyleyse beraber çalışacağız.
Tombul, geniş elini Nehlüdofa uzattı.
—> İkinci dereceden tüccar Bakiasof... Kiminle tanışmak mutluluğuna eriyorum efendim?
Nehlüdof adını söyleyip odaya girdi.
Jüri heyetinin küçük odasında toplumun çeşitli tabakalarından on kişi vardı. Hepsi yeni gelmişti daha;
bazıları oturuyor, 'bazıları birbirini yukardan aşağı süzerek, birbirleriyle tanışarak ^dolaşıyorlardı odanın
içinde. Resmi giysili emekli bir memur 'vardı; ötekilerin bazıları redingotlu, bazıları ceketliydi, bir tane 'de
fraklı vardı.
Hepsinin yüzünde — çoğu işlerinden geri kaldığı, böyle şeylerden hiç hazzetmediklerini söyledikleri halde
— önemli bir toplumsal görevi yerine getirmenin verdiği hazzı açığa vuran bir sevinç ifadesi dikkati
çekiyordu.
Jüri üyeleri, birbirleriyle tanışanları da tanışmadan kim olduklarını az çok tahmin edenleri de kendi
aralarında havalardan, ilkbaharın erken geldiğinden, onları bekleyen işten söz ediyorlardı. Nehlüdof'la
tanışmayanlar, besbelli bunu bir onur sayarak, onunla tanışmak için yarış ediyorlardı. Nehlüdof da,
yabancıla-rın arasında her zaman yaptığı gibi, bu tanışmayı zorunlu bir tö-ren olarak kabul ediyor,
uyuyordu ona. Kendini insanların çoğundan niçin üstün gördüğü sorulsaydı ona, cevap veremezdi, çünkü
olağanüstü hiç bir yanı yoktu. Almancayı, İngilizceyi, Fran-sızcayı çok iyi konuşmasının, iç çamaşırından
elbisesine, kravatından kol düğmesine kadar her şeyinin en iyisinden, en pahalısından olmasının kendini
başkalarından üstün görmesine neden olamayacağını biliyordu. Oysa çevresindeki insanlardan üstün
olduğuna kesin bir inanç vardı içinde, kendisine herkesin gösterdiği saygıyı zorunlu bir şey olarak görür,
çevresindekilerin ona karşı davranışlarında bu saygı eksik olursa bunu kendine bir hakaret sayardı. Jüri
odasında da aynı durum olmuş, ona iste-diği saygıyı göstermemişlerdi. Bu canını sıkmıştı. Nehlüdof'un.
Jüri üyeleri İçinde bir tanıdığı vardı. Pyotr Gerasimoviç'di bu ÎNehlüdof, soyadını hiç bir zaman aklında
tutamamıştı onun, bu-raunla öğündüğü bile olurdu bazan); ablasının çocuklarının ilk-— 32 —
okulda öğretmenyidi. Pyotr Gerasimoviç sonra bir kursu bitirmiş, lise öğretmeni olmuştu; şimdi lisede
öğretmendi. Bu yılışık tavırlı, gülüşünde kendine aşırı bir güven olan, Nehlüdof'un ablasının dediği gibi
kommün adamdan hiç hazzetmezdi Neh-lüdof.
Pyotr Gerasimoviç çın çın öten bir kahkahayla karşıladı Nehlüdofu.
— Siz de geldiniz demek ha, yan çizmediniz yani?
Nehlüdof canı sıkkın sert bir tavırla.
— Aklımın ucundan geçirmem böyle bir şeyi, dedi. Pyotr Gerasimoviç daha da yüksek sesle gülmeye
başlamıştı.
— Yurttaşlık görevidir bu. Ama biraz sabredin hele, karınınız acıksın, uykusuzluktan kıvranın, bakalım
böyle söyleyecek misiniz o zaman?
Bu Allahın belâsı herif biraz sonra sen demeye başlayacak bana... diye geçirdi içinden Nehlüdof. Yüzüne,
ancak o anda bütün akrabalarının öldüğü haberini alsa gerçek olabilecek bir keder ifadesi verip uzaklaştı
Pyotr Gerasimoviç'in yanından, heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatan, sakalsız, temiz görünüşlü bir
adamın çevresinde toplanan gruba yaklaştı. Adam o günlerde sulh mahkemesinde devam eden bir
dâvadan söz ediyordu; bu konuda çok şey bildiği belliydi, yargıçların, ünlü avukatların adlarını, baba
adlarını söylüyordu: Ünlü bir avukatın bu dâvanın gidişini nasıl değiştirdiğini, yüzde yüz haklı olduğu halde,
yaşlı bir hanımefendinin şimdi karşı tarafa büyük bir para ödemek zorunda kalacağını anlatıyordu.
— Dâhi bir avukattır! diyordu.
Herkes saygıyla dinliyordu onu; aradaki kişisel görüşlerini belirtmek isteyen çıkıyordu ama konuşmacı,
gerçeği yalnız o bi-lebilirmiş gibi sözünü kimsenin kesmesine izin vermiyordu.
Nehlüdof geç geldiği halde gene de uzun süre beklemeleri gerekti. Mahkeme üyelerinden biri gelmemişti,
onu bekliyorlardı.
VI
Başkan erken gelmişti. Uzun favorilerine ak düşmüş, şişmanca, uzun boylu bir adamdı bu. Evliydi, ama
karısı gibi onun da pek düzensiz bir yaşayışı vardı. Karı koca hiç karışmazlardı birbirlerine. O sabah, yazın
onların evinde çalışan İsviçre'li mü-rebbiye kızdan pir pusla almıştı; kız güneyde bir yerden Peters-burg'a
geçerken kente uğrayacağını, saat üçle altı arasında onu İtalya otelinde bekliyeceğini yazıyordu. Bu
nedenle, geçen yaz sayfiyede ona güzel anlar yaşatan şu kızıl saçlı Klara Vasilyev-na'ya saat altıya kadar
yetişebilmek için duruşmanın bir an önce başlayıp bitmesini istiyordu.
Odasına girip kapının çengelini taktı, evrakların bulunduğu masanın en alt gözünden iki küçük halter aldı,
yirmi kere öne yukarı, yana aşağı indirip kaldırdı, sonra halterleri başının üzerinde tutarak üç kere yavaş
yavaş çömelip kalktı.
Alyans parmağında altın bir yüzük olan sol eliyle şişmiş sol pazusunu yoklarken Soğuk duş, bir de
jimnastik çok iyi geliyor bana diye düşündü. Şimdi ip atlayacaktı biraz da (uzun süre oturacağı zamanlar
önce bu iki hareketi yapardı), o sırada kapı zorlandı dışardan. Biri açmak istiyordu onu. Başkan aceleyle
yerine koydu halterleri, gidip kapıyı açtı.
— Affedersiniz, dedi.
Odaya gözlüğünün çerçevesi altın, kalkık omuzlu, kısa boylu, asık yüzlü bir adam girdi. Mahkeme
üyelerinden biriydi bu.
— Gene Matvey Nikitiç yok, dedi. Başkan resmî giysisini giyerken,
— Hâiâ gelmedi demek, diye cevap verdi, her zaman geç kalır zaten.
Üye,
— Hiç utanmaz mı bu adam yaptığından, anlamam, dedi. Öfkeyle oturup bir sigara çıkardı.
Her şeyinde son derece titiz bir insan olan bu üye o sabah karısıyla, evin aylık parasını zamanından önce
bitirdi diye atışDiriîiş — F: 3— 34 —
mıştı. Karısı gelecek ayın parasından biraz vermesini istemişti ondan, ama beriki vermemişti. Birbirlerine
bağırıp çağırmışlardı. Kadın öyleyse akşama yemek de olmayacak evde, boşuna bekleme demişti. Üye bir
şey söylemeden çıkmıştı evden; karısının dediğini yapacağından da korkmuyor değildi hani, zira her şey
beklenirdi ondan. Kollarını iki yana genişçe açarak güzel, beyaz elleriyle, iki yandan işlemeli yakalığının
üzerine dökülen uzun, hafif kır düşmüş favorilerini düzelten temiz yürekli, sağlıklı, neşeli başkanına
bakarken İnsanın düzenli, dürüst bir yaşayışı olursa böyle güler yüzü işte her zaman, oysa cehennemden
farksız benim hayatım, diye geçirdi içinden.
Sekreter girdi içeri, bir dâva dosyası getirdi. Başkan sigarasını yakarken,
— Çok teşekkür ederim, dedi. Önce hangi dâvaya bakaca-ğız?
Sekreter önemsemez bir tavırla, -— Galiba zehirleme dâvasına, diye karşılık verdi. Başkan bu dâvayı saat
dörde kadar bitirip sonra gidebileceğini düşünerek,
— Eh, dedi öyle olsun bakalım. Matvey Nikitiç hâlâ gelmedi mi?
— Gelmedi.
— Breve burada mı peki?
— Burada.
— Görürseniz söyleyin ona, zehirleme dâvasından başlayacağız.
Breve, bu davada görevli savcı yardımcısıydı.
Koridora çıkınca Breve'yle karşılaştı sekreter. Resmî giysisinin önü açık, çantası koltuğunun altında,
omuzlarını kaldırmış,, topuklarını hızla yere vura vurar boş olan kolunu yana doğru sallayarak çabuk
çabuk yürüyordu.
Sekreter seslendi ona:
— Mihail Petroviç hazır olup olmadığımızı soruyor. Savcı yardımcısı,
__Elbette hazırım, dedi, her zaman hazırımdır. Önce hangi
davaya bakılacak?
— 35 —
— Zehirleme davasına.
—• Güzel, dedi savcı yardımcısı.
Aslında hiç de güzel bulmamıştı bunu: Bütün gece uyuma-uriiştı. Bir arkadaşı uğurlamışlar, saat ikiye
kadar içmiş, oyun oynamışlardı; sonra da, bundan altı ay önce Maslova'nın bulunduğu eve, kadınlara
gitmişlerdi; bu yüzden zehirleme dâvasının dosyasını inceleme fırsatını bulamamıştı, simdi şöyle bir göz
gezdirmek istiyordu ona. Sekreter, savcı yardımcısının zehirleme dâvasının dosyasını incelemediğini
bildiği için, bu dâvaya önce bakılmasını mahsus salık vermişti başkana. Sekreter memurluk yapan bütün
Almanlar gibi — koyu bir ortodokstu; sekreter hiç sevmezdi onu, gözü onun yerindeydi.
— İğdişlerin dâvası ne oldu? diye sordu sekreter.
Savcı yardımcısı,
— İstediğim tanık bulunamadığı için dâvaya başka bir mahkemede bakılmasını isteyeceğim, dedi.
— Bir şeyi değiştirmez ki bu...
— Ben üzerime alamam böyle bir dâvayı.
Savcı yardımcısı kolunu gene öyle sallayarak odasına koştu. İğdişler dâvasını son derece önemsiz,
gereksiz bir tanığın olmaması yüzünden reddetmesinin asıl nedeni, bu dâvaya bakan Jürinin
çoğunluğunun aydın kimseler olmasıydı, sanıkları suçsuz bulabilirdi. Başkanla anlaşmışlar, bu dâvayı —
orada jüri üyeliğine daha çok köylü bulunabileceğinden sanıkların cezalandırılmaları şansı artacağı için —
kasaba mahkemesine yollamaya karar vermişlerdi.
Koridorlardaki hareket giderek çoğalıyordu. En çok kalabalık, dâvalarla yakından ilgili gösterişli adamın jüri
üyelerine sözünü ettiği dâvanın bakıldığı sulh mahkemesinin önünde vardı. Duruş-Tnaya ara verilmiş, dahi
avukatın, elinden büyük bir parayı alıp buna en küçük bir hakkı olmayan davacı müvekkiline kazandırdığı
yaşlı kadın salondan çıkmıştı. Yargıçlar da biliyordu davacının bu parada hiç hakkı olmadığını, davacı
kendi de, avukat da; ama öyle bir yön vermişlerdi ki dâvaya, parayı yaşlı kadından almamak da
imkânsızdı, alıp davacıya vermemek de. Yaşlı kadınşişmancaydı, güzel giyinmişti, şapkasında kocaman
kocaman güller vardı. Kapıdan çıkınca durmuş; tombul, kısa kollarını iki yana açarak avukatına Ne olacak
bunun sonu? Bir şeyler yapın. Allahaşkınıza! Nedir bu böyle? diye soruyordu. Avukat yaşlı kadının
şapkasmdaki güllere bakıyor, onu dinlemiyordu, bir şeyler düşünüyordu.
Yaşlı kadının hemen arkasından, önü açık, pırıl pırıl parlayan cüppesiyle şapkasında güller olan yaşlı
kadının varını yoğunu elinden alan ünlü avukat çıktı. Yüz binden çok kazancı olan-dâvâlı on bin ruble
vermişti ona. Herkesin gözü avukatın üzerindeydi, o da farkındaydı bunun, halleriyle şöyle diyordu sanki
ona bakanlara: Bağlılık gösterisinde bulunmayın, istemez. Kalabalığın arasından çabuk adımlarla geçip
uzaklaştı.
VII
En sonunda Matvey Nikitiç de geldi. Uzun boylu, sıska mah keme yöneticisi yan yan yürüyüşüyle jüri
üyelerinin odasına girdi. Alt dudağı da yana çekilmişti.
Mahkeme yöneticisi üniversiteyi bitirmiş, dürüst bir insandı; ne var ki çok içtiği için hiç bir yerde dikiş
tutturamamıştı.. Karısının akrabası bir kontes üç ay önce bu işi bulmuştu ona, şimdiye kadar kovulmadığı
için seviniyordu.
Pince-nez'ini (') takarak odadakileri gözden geçirdikten; sonra,
— Hepiniz tamam mısınız baylar? dîye sordu. Tüccar,
— Galiba, dedi.
Mahkeme yöneticisi cebinden listeyi çıkardı;
— Önce yoklama yapalım bir.
Adını okudukları orada olduklarını bildirince Pince-nez'inin arkasından ya da üstünden sesin geldiği yana
bakarak adları sırayla okumaya başladı.
f)
Kelebek gözlük.
— Yedinci dereceden memur İ. M. Nikirofo. Mahkemeler konusunda bilmediği olmayan gösterişli adam
cevap verdi":
— Benim.
— Emekli albay İvan Semyonoviç İvanof.
Üzerinde emekli subay resmî giysisi olan zayıf bir adam, —- Burada, dedi.
— İkinci dereceden tüccar Pyotr Başlakof, İyi yürekli tüccar içtenlikle gülümseyerek,
— Buradayım, dedi.
— Muhafız teğmeni prens Dmitri Nehlüdof.
— Benim, dedi Nehlüdof.
Mahkeme yönetcisi Pince-nez'inin üstünden Nehlüdof'a saygıyla gülümseyerek baktı, öne eğilerek selâm
verdi; onu öteki üyelerden ayrı tuttuğunu belirtmek için yapmıştı bunu sanki.
— Yüzbaşı Yun Dmitrîyeviç Dançenko, tüccar Grigori Ye-fimoviç Kuleşof...
Listedeki bütün isimleri okudu. İki kişi yoktu, ötekiler hazırdı.
Yönetici kapıyı saygıyla göstererek,
— Şimdi salona geçelim lütfen baylar, dedi.
Hepsi kalktı, kapıda birbirine yol vererek koridora, oradan da duruşmanın olacağı salona geçtiler.Duruşma salonu geniş, uzun bir odaydı. Bir ucunda üç basamakla çıkılan yargıçlar yeri vardı. Yargıçlar
yerinin ortasında, püskülleri daha bir koyu yeşil çuha örtülü bir masa duruyordu. Masanın hemen
arkasında, oyma meşe aralıkları çok yüksek üç koltuk vardı. Koltukların arkasında duvara bir generalin
resmi giysisiyle, tüm nişanlarıyla, bir ayağını öne atmış, bir eliyle de kılıcını tutarken yapılmış altın
çerçeveli resmi asılıydı. Sağ köşede İsa'yı kutsal ıstırap çekerken gösteren bir tavsîr vardı, hemen önünde
de bir kürsü. Savcının bölmesi bu kürsünün sağındaydı. Savcı yerinin tam karşısında, sol köledeki küçük
masa sekreterindi. Dinleyicilere ayrılan bölümle yargıçlar yeri arasında oyma, kalın bir parmaklık,
parmaklığın arkasında da sanıklara ayrılan bank vardı. Yargıçlar yerinin sağ yanında aralıkları gene— 38
—
yüksek iki sıra sandalye vardı. Jüri üyeleri oturacaktı bunlara. Hemen altta da avukat masaları duruyordu.
Parmaklığın ikiye böldüğü salonun ön bölümündeydi bütün bunlar. Arka bölümse, sıra sıra sandalye
doluydu. Sıralar yükselerek ta dip duvara kadar gidiyordu. Ön sırada fabrika işçisine ya da oda
hizmetçisine benzeyen dört kadınla, gene işçi kılıklı — besbelli salonun görkemi karşısında ezildikleri,
kendilerini küçük hissettikleri için aralarında fiskos konuşan — iki erkek oturuyordu.
Jüri üyelerinin yerlerini almasından sonra mahkeme yöneticisi gene o yan yan yürüyüşüyle ortaya çıktı,
hazır bulunanları sesiyle korkutmak istiyormuş gibi:
— Duruşma başlamıştır! diye bağırdı.
Herkes ayağa kalktı, yargıçlar girdiler salona: Önde adaleli bedeni, güzel favorileriyie başkan vardı;
peşinde, gözlüğünün çerçevesi altın, asık yüzlü mahkeme üyesi — şimdi daha da sıkılıyordu canı; biraz
önce, mahkemede staj yapan kayınbiraderini görmüştü, delikanlı gelirken ablasına uğradığını, ablasının
akşama yemek yapmayacağını söylemişti.
Kayınbiraderi gülerek:
— Meyhaneye gidip karnımızı doyuracağız galiba, demişti.
Asık yüzlü mahkeme üyesi:
— Gülecek ne var bunda? diye homurdanmıştı.
En arkadan da mahkemenin üçüncü üyesi, göreve daima geç gelen Matvey Nikitiç girdi. İri, çekik
gözlerinde bir içtenlik okunan, sakallı bir adamdı bu. Midesinden hastaydı, doktorun öğüdüne uyarak o
sabah yeni bir rejime başlamış, bu yüzden de geç kalmıştı. Şimdi, sandalyesine yürürken pek düşünceli
görünüyordu; bir alışkanlığı vardı çünkü: Kafasını" kurcalayan her soruya bir cevap bulmak için önüne
çıkan en küçük fırsatta fa! bakardı. Salona girdiğinde de şöyle demişti kendi kendine: Kapıdan koltuğuma
kadar adımlarımı sayacağım, çıkan sayı üçe tam bölünürse bu sabah başladığım rejim iyi edecek midemi,
bölün-mezse etmeyecek. Yirmi altı adımdı koltuğuna kadar, ama bir yarım adım atarak tam yirmi yedi
adımda vardı koltuğuna.
Yakalan altın işlemeli resmi giysileriyle başkanın da mah— 39 —
keme üyelerinin de görünüşü son derece etkileyiciydi. Onlar da hissediyorlardı bunu; kendi
büyüklüklerinden utanıyorrnuş gibi, alçak gönüllülükle önlerine bakarak, aceleyle geçip, yeşil çuha kaplı
masanın arkasındaki oyma koltuklarına oturdular. Masanın üzerinde, tepesinde kartal başı olan üç köşeli
bir araç, büfelerde şeker konulan cam kavanozlar, bir mürekkep hokkası, uç kalemler, en iyi çeşidinden
tertemiz kâğıtlar, ağızlan yeniden güzelce açılmış irili ufaklı kurşun kalemler vardı. Yargıçlarla beraber
savcı yardımcısı da girmişti salona. Çantası gene koltuğunun altında, kolunu gene öyle sallayarak çabuk
adımlarla, pencerenin dibindeki yerine geçti; dâvaya hazırlanabilmek için her dakikadan yararlanarak
hemen çantasını açıp kâğıtları incelemeye koyuldu. Bu dördüncü dâvasıydı. Gözü yükseklerde bir gençti
savcı yardımcısı; yükselebilmek için her girdiği dâvada sanığın cezaya çarptırılması gerektiği
inancındaydı. Zehirleme dâvasını genel çizgileriyle biliyordu, konuşmasının plânını da hazırlamıştı, ama
daha bîr takım ayrıntılar gerekliydi ona, şimdi dosyadan aceleyle çıkarmaya, not etmeye çalışıyordu bu
ayrıntıları.
Sekreter karşı köşede oturuyordu. Okunması gerekebilecek bütün evrakları hazırlamış; dün ele geçirip
okuduğu, yasak bir yazıyı inceliyordu. Onunla aynı görüşleri paylaşan uzun sakallı mahkeme üyesiyle bu
yazı üzerine konuşmak istiyor, konuşmadan önce yazıyı iyice anlamaya çalışıyordu.
VIII
Başkan önündeki evrakları inceledikten, mahkeme yöneticisiyle sekretere birkaç soru sorduktan, olumlu
cevaplar aldiktan sonra sanıkların getirilmesini buyurdu. Parmaklığın ötesindeki kapı hemen açıldı, kılıçları
ellerinde, şapkaları başlarında iki jandarma girdi içeri, onların arkasından sarı saçlı, yüzü çilli bir adam, en
arkadan da iki kadın. Sanıklardı bunlar. Erkeğin üzerinde, ona çok bol ve uzun gelen bir ceza evi giysisi
vardı. Salona girdiğinde, ceketinin uzun kolları aşağı sarkmasın diye ko-— 40 —
— 41 —
caman parmaklarını dimdik yapmış, elini pantolonunun yan dikişlerine yapıştırmıştı. Yargıçlara da,
dinleyicilere de bakmıyor, arkasından geçtiği banktan ayırmıyordu gözünü. Bankın öte başına varınca
önüne geçti, ötekilere de yer bırakarak ucuna ilişti; sonra gözlerini başkana dikip, kendi kendine
konuşuyormuş gibi dudaklarını kıpırdatmaya başladı; yüz kasları çekiliyordu. Arkasından, gene cezaevi
giysili, orta yaslı bir kadın girmişti salona. Kadının başında cezaevi başörtüsü vardı; yüzü kirli beyazdı,
kaşı, kirpiği yoktu, ama gözleri kıpkırmızıydı. Son derece sakin gözüküyordu bu kadın. Yerine geçerken
eteği bir şeye takıldı, hiç telâşlanmadan, yavaşça kurtardı eteğini, sonra oturdu.
Üçüncü sanık Maslova'ydı.
Kapıdan girdiği anda, salonda bulunan erkeklerin hepsinin bakışları ona yönelmiş; siyah parlak gözlü
beyaz yüzünden, önlüğünün altında dimdik duran göğüslerinden uzun süre ayrılmamıştı. Önünden geçtiği
jandarma bile, yerine oturuncaya kadar ayırmadı ondan gözlerini; oturduktan sonra da, kendini suçlu
bularak birden çevirmişti bakışını, tam karşısındaki pencereye bakmaya başlamıştı.
Başkan, sanıkların yerlerini almasını bekledi, Maslova da oturduktan sonra sekretere döndü.
Her duruşmaya başlandığı gibi başlandı buna da: Jüri üyelerinin yoklaması yapıldı, gelmeyenler çıkarılıp,
her birine verilecek cezalar görüşüldü, görevden affını dileyen üyelerin durumu karara bağlandı, boş
üyelikler yedeklerle dolduruldu. Sonra başkan kartları katladı, hepsini cam kavanoza koydu; resmi giy-,
sisinin işlemeli kolunu hafifçe yukarı çekip — kıllı kolu gözükmüştü — bir sihirbaz tavrıyla kartları bir bir
çıkarıp açarak okumaya başladı. Sonra kolunu düzeltti, papaza jüri üyelerine yemin ettirmesini söyledi.
Uçuk benizli, şiş yüzlü ihtiyar papaz kahverengi cüppesiyle şiş bacaklarını cüppesinin ağırlığı altında
güçlükle öne atarak yavaş yavaş, tasvirin altındaki kürsüye geldi. Boynunda altın bir haç asılıydı;
göğsünde, cüppesine iğnelenmiş küçük bir de nişan vardı.
Jüri üyeleri kalktılar, toplanarak kürsüye doğru yürüdüler.
Papaz şiş eliyle boynundaki haça dokunarak, jüri üyelerinin hepsinin kürsüye yaklaşmasını beklerken:
— Buyrunuz, diye mırıldandı.
Bu papaz kırk altı yıldır din görevlisiydi, katedral baş papazının geçenlerde yaptığı gibi, o da üç yıl sonra
ellinci yılını kutlamaya hazırlanıyordu. Bölge mahkemesinde, mahkemeler açıla-îîdan beri çalışıyordu. On
binlerce insana yemin ettirdiğiyle de; yaşı hayli ilerlediği halde kilise için, yurdu için, ailesi için —bir evden
başka en azından otuz bin rublelik de tahvil bırakacaktı ailesine— hâlâ çalıştığıyla da ovunurdu. İnsanları
İncil üzerine yemin ettirmek olan mahkemedeki görevinin, İncil üzerine yemin etmek dinde kesinlikle yasak
olduğu için hiç de iyi bir görev sayılamıyacağını tasa etmezdi bile hiç, yalnızca tasa etmemekle kalmaz,
yüksek tabakadan kimselerle tanışmasına sık sık fırsat verdiği için severdi de bu görevini. Biraz önce, bir
dâvadan — şapkasında büyük güller olan yaşlı kadının dâvasından — on bin ruble kazandığı için büyük
hayranlık, saygı duyduğu ünlü avukatla tanışmaktan da haz duymuştu.
Jüri üyelerinin hepsi kürsünün dibine gelince papaz ak saçlı, tepesi açık başını yana eğerek kolunu
gömleğinin önündeki kenarları kirli delikten içeri soktu, yağlı saçlarını düzelterek jüri üyelerine döndü. Ağır
ağır konuşarak:
— Sağ ellerinizi kaldırınız, dedi.
Parmakları çukur çukur şiş havaya kaldırıp baş parmağıyla işaret ve orta parmaklarının uçlarını
birleştirerek:
— Parmaklarınızı şöyle tutun, diye devam etti. Şimdi söyleyeceklerimi tekrar edin. (Ses tonunu
değiştirdi.) Yüce Tanrının, O'nun kutsal kitabının, Haçının huzurunda yemin ederim ki (Tane tane
konuşuyordu.) göreve çağrıldığım bu dâvada... (Ko-!unu indiren genç jüri üyesine döndü) Kolunuzu
indirmeyin, şöyle tutun... göreve çağrıldığım bu dâvada...
Gösterişli, favorili bayla albay, tüccar, birkaç kişi daha par-maklannı tam papazın istediği gibi yapmış,
kollarını iyice kaldırmışlardı; bunu seve seve yaptıkları belliydi. Bazıianysa pek isteksiz kaldırmışlardı
kollarını. Bazıları yüksek sesle, heyecanla tekrarlıyorlardı papazın söylediklerini; bazılarıysa yalnızca fısıl— 42 —
diyor, geri kalıyor, sonra—korkmuş gibi— çabuk çabuk tekrar-lıyarak yetişiyorlardı ötekilere. Bazıları aman
çözülmesin, diye sıkı sıkı birleştirmişlerdi parmak uçlarını, bazılarıysa arada dalıyor, parmaklarının
açıldığını farkedince hemen birleştiriyorlar-dı. Aslında hiç biri hoşlanmamıştı bu törenden; yalnız yaşlı
papaz çok yararlı, önemli bir iş yaptığı kanısındaydı. Yemin töreninden sonra başkan jüri üyelerine
aralarında bir sözcü seçmelerini söyledi. Jüri üyeleri kalkıp itişe kakışa görüşme odasına -geçtiler, orada
ilk işleri sigara içmek oldu. İçlerinden biri, gösterişli bayı seçmelerini önerdi, hepsi hemen katıldılar bu
öneriye, kabul ettiler; sigaralarını atıp, bazıları da söndürüp, salona döndüler. Seçilen sözcü kimin
seçildiğini bildirdi başkana. Jüri üyeleri gene birbirinin ayağına basmamak için oturanların ayaklan
arasındaki boşluklara basarak, aralıkları yüksek iki sıra sandalyedeki yerlerini aldılar.
İşler hiç aksamadan, ağırbaşlılıkla yürüyordu. Bu düzenin, ağırbaşlılığın görevlilere — onlarda önemli,
ciddî bir toplumsal görevi yerine getirdikleri bilincini uyandırdığı için — büyük,haz verdiği belliydi. Mehlüdof
da tattı aynı duyguyu.
Jüri üyeleri yerlerini alınca başkan, jürinin haklarını, görevlerini, sorumluluklarını kısaca anlattı onlara.
Konuşurken durmadan poz değiştiriyordu; bir sağ kolunu, bir sol kolunu dayıyordu masaya, kâh arkasını,
kâh koltuğunun kenarına yaslanıyor, kâh önündeki kâğıtların uçlarını düzeltiyor, kâh kâğıt bıçağının
üstünde dolaştırıyordu parmağını, kâh kalemlerle oynuyordu.
Başkanın sözlerinden anlaşıldığına göre jüri üyelerinin şu hakları vardı: Başkan aracılığıyla sanıklara soru
sorabilirlerdi, kâğıt kalem kullanabilirlerdi, salonda bulundurulan maddî delilleri inceleyebilirlerdi. Görevleri,
vicdanlarının sesini dinlemek, hakça karar vermekti. Sorumlulukları da, görüşmelerinin gizliliğini sağlamak.
Bu görüşmeleri bir yabancıya açmaları halinde cezaya çarptırılacaklardı.
Hepsi saygılı bir dikkatle dinliyorlardı onu. Şarap kokan tüccar, yüksek sesle geğirmemek için kendini güç
tutarak, başkanın her cümlesinin sonunda, evet anlamında başını sallıyordu.
IX
Konuşmasını bitirdikten sonra sanıklara döndü başkan:
— Simon Kartinkin, ayağa kalkın.
Simon heyecanla ayağa fırladı. Yüz kasları şimdi daha da çok çekiliyordu.
— Adınız?
— Simon Petrov Kartinkin.
Çatlak bir sesle çabuk çabuk konuşuyordu. Cevaplarını önceden hazırladığı belliydi.
— Toplumsal durumunuz?
— Köylüyüm.
— Hangi ilden ve kasabadansınız?
— Tulsk ili, Krapivens kasabası, Kupyansk bölgesi, Borkof köyü.
— Yaşınız?
— Otuz dört, doğumum bin sekiz yüz...
— Dinîniz?
— Rus dini, ortodoksum.
— Evli misiniz?
— Hayır, efendim.
— Mesleğiniz?
— Mavritaniya otelinin koridorunda çalışıyordum.
— Sabıkanız var mı? Bundan önce mahkemeye düştünüz mü hiç?
— Hayır efendim, çünkü eskiden ben...
— Sabıkanız yok demek?
— Vallahi de, billahi de yok.
— Savcının iddianamesinin bir kopyasını aidiniz mi?
— Aldım.
— Oturunuz.
Başkan öteki sanığa döndü:
— Yevfimiya İvanovna Boçkova...
Ama Simon hâlâ ayakta duruyor, Boçkova'nın önünü kapıyordu.44
— 45
— Kartinkin, oturun siz. Kartinkin dikiliyordu hâlâ.
— Kartinkin, size söylüyorum, oturun!
Gelgelelim Kartinkin tınmıyordu; ancak mahkeme yöneticisi olarak yanma gelip, başını yana eğerek,
gözleri yuvalarından uğramış, öfkeli bir sesie, Otur, otur! diye fısıldayınca oturdu.
Kartinkin ayağa kalktığı gibi gene öyle çabucak oturmuştu. Bol ceketinin bir yanını öteki yanının üzerine
çekerek iyice sarındı ona. Yüz kasları çekilmeye başlamıştı gene.
Başkan, önündeki kâğıtlarda bir şey ararken, göğüs geçirerek, başını kaldırıp yüzüne bakmadan kadın
sanığa sordu:
— Adınız?
Başkan için dâva öylesine alışılmış bir şeydi ki, zaman kazanmak için iki işi birden görebilirdi.
Kırk üç yaşındaydı Boçkova; Kolomesk kentindendi. O da Mavritaniya otelinde koridor hizmetçisiydi.
Sabıkası yoktu, herhangi bir nedenle soruşturma da açılmamıştı onun için, iddianamenin bir kopyasını
almıştı. Boçkova kendine büyük bir güvenle cevap veriyordu sorulara; ses tonunda Evet, Yevimiya,
Yevfimiya Boçkova'yım, iddianamenin bir kopyasını aldım, bununla gurur duyarım, kimsenin benimle alay
etmesine de izin vermem demek istiyormuş gibi bir ifade vardı. Sorular bitince, başkanın otur demesini
beklemeden hemen oturdu.
Çapkın başkan bu kez, son derece kibar bir tavırla üçüncü sanığa döndü:
— İsminiz?
Maslova'nın hâlâ yerinde oturduğunu görünce yumuşak, tatlı bir sesle devam etti:
— Ayağa kalkmanız gerek.
Maslova çabucak kalktı, dik göğüslerini öne çıkararak bir şey söylemeden, içleri gülen, hafif şehlâ, siyah
gözlerini başkanın gözlerinin içine dikip öyle durdu.
— İsminiz neydi? Maslova hemen cevap verdi:
— Lübof.
Bu arada Mehlüdof pince-nez'ini takmış, ayağa kalkıp başkanın sorularına cevap veren sanıkları sırayla inceliyordu. Gözlerini şimdi ayakta duran sanığın yüzünden
ayırmadan, Olamaz, diye geçirdi içinden. Kadının verdiği cevabı işitince, Lübof nasıl olur? dedi kendi
kendine.
Başkan sormaya devam edecekti, ama gözlüklü mahkeme üyesi eğilip kulağına öfkeyle bir şey
fısıldayarak durdurdu onu. Başkan evet anlamına salladı başını, sanığa döndü:
— Lübof mu? dedi, burada öyle yazmıyor ama... Sanık susuyordu.
— Size soruyorum, gerçek adınız nedir? Öfkeli üye:
— Vaftiz adınız? diye sordu.
— Eskiden Katerina'ydı.
İmkân yok, olmaz, diye devam etti Nehlüdof kendi kendine. Öte yandan, bunun bir zamanlar âşık olduğu,
evet basbayağı âşık olduğu, sonra ne yaptığını bilmediği bir çılgınlık anında iğfal edip yüzüstü bırakıp
kaçtığı o oda hizmetçisi kız olduğundan da kuşkusu yoktu. Bu anı ona büyük ıstırap verdiği; görünüşte
dürüstlüğüyle gurur duyduğu halde aslında ne denli aşağılık bir insan olduğunu, o zavallıya ne denli adice
davrandığını ona hatırlattığı için başından geçen bu olayı unutmaya, aklına hiç getirmemeye çalışmıştı.
Evet, oydu bu. Her yüzün kendine özgü, başka hiç bir insanın yüzünde görülemeyecek o esrarlı özelliği
şimdi açık seçik görüyordu. Yüzünün aşırı renksizliğine, şişmanlığına rağmen bu sevimli,
başkalarınınkinden çok değişik özellik yüzünden, dudaklarında, hafif şehlâ gözlerinde, hele hele içten,
gülümseyen bakışında, yalnız yüzündeki değil, her şeyindeki o uysallıkta çarpıyordu göze.
Başkan gene son derece yumuşak:
— Oldu şimdi, adınız Katerina, dedi. Baba adınız?
— Piçim ben, diye cevap verdi Maslova.
— Vaftiz babanızın adını söyleyin.
— Mihaylof.
Nehlüdof güçlükle soluk alarak düşünüyordu bu arada: Ne yaptı acaba, suçu ne?
— 46 —
Başkan sormaya devam etti:
— Soyadınız ne?
— Anneminkini vermişler bana, Maslova.
— Toplumsal durumunuz?
— Kentli.
— Ortodoks musunuz? —- Evet,
— İşiniz? Ne iş yaparsınız?
Maslova cevap vermedi. Başkan bir kere daha sordu aynı soruyu:
— Ne iş yaparsınız?
— Evdeydim, dedi Maslova. Gözlüklü mahkeme üyesi sert:
— Hangi evde? diye sordu. Maslova,
— Biliyorsunuz, dedi, hangi evde olduğumu. Gülümsedi, sonra aceleyle çevresine bakındı bir, gene
başkanın gözlerinin içine dikti gözlerini.
Yüzünün ifadesinde öylesine tuhaf bir şey vardı; sözlerinin anlamında, o gülümseyişinde, bütün salonda
gezdirdiği o çabuk bakışında öylesine dehşet verici, öylesine acıklı bir şey vardı ki, başkan başını önüne
eğdi, salonda bir an çıt çıkmadı. Sessizliği dinleyicilerden birinin gülmesi bozdu. Kıkır kıkır gülüyordu birisi.
Başkan başını kaldırıp sormaya devam etti:
— Sabıkanız var mı, soruşturma açıldı mı sizinle ilgili hiç? Maslova derin bir soluk alarak:
— Hayır, dedi.
— İddianamenin bir kopyasını aldınız rnı?
— Aldım.
— Oturun.
Sanık, giyimli kuşamlı kadınların otururlarken eteklerini toplamak için yaptıkları hareketlerle arkadan
eteklerini kaldırarak oturdu; beyaz küçük ellerini önlüğünün bol kollarının içine sokup, gözlerini başkandan
ayırmadan beklemeye koyuldu.
Sonra tanıkların yoklaması yapılıp dışarı çıkarıldılar, bilir— 47 —
kişi olarak doktor üzerine bir karara varıldı, duruşma salonuna çağrıldı. Daha sonra sekreter kalktı ayağa,
iddianameyi okumaya başladı. Yüksek sesle, tane tane okuyordu; ama öyle çabuk gidiyordu ki, r lerle l
leri zaten tam gerektiği gibi okuyamadığı için, aralıksız devam eden bir uğultu gibi çıkıyordu sesi. Yargıçlar
kâh bir yanına dayanıyorlardı koltuklarının, kâh öbür; masanın üzerine eğiliyorlar, sonra arkalarına
yaslanıyorlar, arada bir gözlerini kapıyorlar, gene açıyorlar, aralarında fısıltıyla konuşuyorlardı.
Jandarmalardan biri birkaç kere gelen esnemesini güçlükle tutmuştu.
Sanıklardan Kartinkin'in yüzünden kaslar çekiliyordu durmadan. Boçkova son,derece sakin, dimdik
oturuyordu yerinde; arada bir parmağını sokup başörtüsünün altından başını kaşıyordu.
Maslova hiç kıpırdamadan oturuyor, gözlerini sekreterden ayırmadan dinliyordu; arada bir itiraz etmek
istiyor gibi kıpırdıyor, kızarıyor, göğüs geçiriyor, ellerinin durumunu değiştiriyor, çevresine bakmıyor, sonra
gene sekreteri dinlemeye koyuluyordu.
Nehlüdof ön sırada, baştan ikinci sandalyede oturuyor, pin-ce-nez'ini çıkarmış, Maslova'ya bakıyordu.
Ruhunda karmakarışık, ona ıztırap veren şeyler olmaktaydı.
İddianame şöyleydi:
=— 17 Ocak 188x günü Mavritaniya otelinde, kentimize iş için gelmiş Kurgansk ili ikinci derece
tüccarlarından Ferapont Yemelyanoviç Smelkof birdenbire ölmüştür.
Dördüncü bölge polis doktoru düzenlediği raporda Ferapont Yemelyanoviç Smelkof'un, çok fazla alkollü
içki aldığı için kalp yetersizliğinden öldüğünü belirtiyordu. Ölü toprağa verildi.
Birkaç gün sonra Petersburg'dan dönen tüccar Thimohin— Smelkof'un hem hemşerisi, hem de
arkadaşıydı — Smelkof'un— 48
nasıl öldüğünü öğrenince arkadaşının, üzerindeki paralan almak gayesiyle zehirlenmiş olabileceği
iddiasını attı ortaya.
Bu iddiayı, ön soruşturmada ortaya çıkan bazı durumlarda doğruluyordu: 1) Smelkof ölmeden kısa bir
zaman önce bankadan 3800 gümüş ruble çekmişti. Oysa ölünün üzerinden 312 ruble 16 köpek çıkmıştı.
2) Ölümünden bir önceki günle son gecesini Smelkof genelevde ve Mavritaniya otelinde genel kadın
Lübka'yla (Yekaterina Maslova'yla) geçirmişti. Hatta genelevde eğlenirlerken Smelkof, Yakaterina
Maslova'yı, ona para getirmesi için otele yollamış, Smelkof'un verdiği anahtarla, Mavritaniya otelinin
koridor hizmetçileri Yevfimiya Boçkova'yla Simon Kartinkin'in yanında Smelkof'un valizini açıp içinden para
almıştır. Maslova valizin kapağını kaldırınca Boçkova'yla Kartinkin yüzlük banknot destelerini görmüşlerdir.
3) Smelkof genelevden Mavritaniya oteline genel kadın Lübka'yla döner; genel kadın Lübka koridor
hizmetçisi Kartinkin'in salık vermesiyle Smelkof un konyak kadehine gene Kartinkin'den aldığı beyaz tozu
döker. 4) Devrisi sabah Lübka (Yekaterine Maslova) kaldığı genel evin sahibesi tanık Kitayeva'ya, sözde
Smelkof'un ona armağan ettiği pırlanta yüzüğünü satar. 5) Mavritaniya otelinin koridor hizmetçisi
Yevfimiya Boçkova. Smelkof'un ölümünden bir gün sonra bölge ticaret bankasındaki hesabına 1800 ruble
yatırır.
Smelkof'un cesedi üzerinde adlî tıpca yapılan inceleme, ölünün iç organlarında zehir bulunduğunu
kesinlikle ortaya koymuştur ki, bu da ölümün zehirlenme sonucu olduğu kuşkusunu doğrulamaktadır.
Sanık olarak karşınıza getirdiğimiz Maslova, Boçkova ve Kartinkin suçu kabul etmemiş; bunlardan
Maslova, ifadesinde, çalıştığı genelevden Mavritaniya oteline tüccara para getirmek için onu Smelkof'un
yolladığını iddia etmiştir. Kendisine verilen anahtarla valizi açmış, tüccarın söylediği gibi 40 gümüş ruble
almış içinden, başka para almamış, buna, valizi yanlarında açıp kapadığı Boçkova'yla Kartinkin de tanıklık
edebilirlermiş. Smelkof'un otel odasına ikinci gelişinde, Kartinkin'in salık vermesiyle tüccarın konyağına bir
toz koyduğunu kabul etmiştir; uyku ilâcı sanmış bu tozu, Smelkof hemen uyusun da onu ser— 49 —
best bıraksın diye içirmiş ona bu ilâcı. Yüzüğe gelince, Smelkof bir tokat atmış Maslova'ya, sanık da
ağlamaya başlamış, kalkıp gitmek istemiş, tüccar gitmesin diye armağan etmiş ona bu yüzüğü.
Yevfimiya Boçkova'ysa kaybolan paradan haberi olmadığını, tüccarın odasına adımını bile atmadığını,
oraya yalnız Lübka'nın girip çıktığını, odadan bir şey kaybolmuşsa bu hırsızlığı Lübka' nın, para almak için
elinde tüccarın anahtanyla geldiğinde yapmış olabileceğini söylemiştir. — İddianamenin burasında
Maslova irkildi, ağzını açıp Boçkova'ya baktı. — Yevfimiya Boçkova' ya bir gün sonra bankaya 1800
gümüş ruble yatırdığı hatırlatılıp, bu parayı nereden bulduğu sorulunca; Simon Kartinkin'le on iki yıldır
çalışarak biriktirdiğini, yakında da evleneceklerini söylemiştir.
Simon Kartinkin ilk sorgusunda, genelevden elinde anahtarla gelen Maslova'nın akıl vermesi üzerine
Boçkova'yla beraber parayı çaldığını, sonra da Maslova, o ve Boçkova üçü arasında parayı paylaştıklarını
itiraf etmiştir. — O anda Maslova gene ürperdi, yüzü mosmor, ayağa bile fırladı, bir şey söylemek için
ağzını açıyordu kî, mahkeme yöneticisi susturdu onu. — Nihayet (sekreter okumaya devam ediyordu],
Maslova'ya tüccarın konyağına dökmesi için bir toz verdiğini de itiraf etmiştir Kartinkin. İkinci
sorgusundaysa paranın çalınması olayıyla ilgisi bulunmadığım, Maslova'ya toz falan da vermediğini
söylemiş, bütün suçu Maslova'ya yüklemiştir. Boçkova'nın bankaya yatırdığı para konusunda da
Boçkova'yla aynı şeyi, bu parayı otelde on iki yıl çalışarak biriktirdiğini söylemiştir.
İddianame sanıkların yüzleştirilerek ifadelerinin alınmasının, tanıkların ifadelerinin, bilirkişi raporunun v.b.
anlatılmasıy-Ia devam ediyordu.
En sonunda şöyle bitiyordu:
— İş bu yukarıda sıralanan durumlar gözönüne alınarak Borkof köylülerinden Simon Petrof Kartinkin'in
(33), kentli Yevfimiya İvanovna Boçkova'nın (43) ve gene kentli Yekaterina MiDinlis — F: 4— 50 —
— 51
haylovna Maslova'nın (27) kendi aralarında önceden anlaşarak 17 ocak 188x günü tüccar Smelkof'un
2500 gümüş rublesiyle yüzüğünü çaldıkları, sonra da Smelkof'u öldürmek amacıyla içkisine zehir
koydukları, böylece onu öldürdükleri sabit görülmüştür.
Bu suç, Ceza Yasamızın 1453. maddesinin dördüncü ve beşinci bendlerinde belirtilen eylemlere aynen
uymaktadır. Bu nedenle, köylü Simon Kartinkin'in, Yevfimiya Boçkova'nın ve Ye-katerina Maslova'nın 201
ncî mahkemeler yasasına göre kurulan jürili bölge mahkememizce yargılanmasını istiyoruz.
Sekreter uzun iddianameyi okuyup bitirince kâğıtları topladı, uzun saçlarını iki eliyle düzelterek oturdu.
Şimdi sorguya başlanacak, her şey birdenbire aydınlanacak, adalet yerini bulacak diye tatlı bir duygu
içinde herkes derin bir soluk aldı. Yalnız Mehlüdof'un içinde yoktu bu tatlı duygu: On yıl önce öylesine
masum, temiz bir kız olarak tanıdığı Maslova'nın ne yaptığı düşüncesinin verdiği dehşet bütün benliğini
sarmıştı.
XI
İddianamenin okunması bitince başkan mahkeme üyeleriy-ie konuştuktan sonra, yüzünde gerçeği şimdi
anlarız demek istiyormuş gibi bir ifade, Kartinkin'e döndü. Koltuğunun sol yanına yaslanarak:
— Köylü Simon Kartinkin, diye başladı.
Simon Kartinkin ayağa kalktı, parmakları gerilmiş ellerini pantalonunun yan dikişlerine yapıştırarak, bedeni
öne düşecek-miş gibi eğik, durdu; yüzünde kaslar hâlâ çekiliyordu. Başkan devam etti:
— 17 Ock 188x günü Yevfimiya Boçkova v Yekaterina Mas-lova'yla tüccar Smelkof'un valizinden
parasını çalmakla, sonra da, Smelkof'un ölümüne sebep olan getirdiğiniz zehiri Maslova' ya, tüccarın
içkisine koydurtmakla suçlanıyorsunuz. Suçunuzu kabul ediyor musunuz?
Başkan koltuğunun sağ yanma yaslandı. Simon Kartinkin:
— Olamaz böyle bir şey, diye cevap verdi, bizim görevimiz müşterilere hizmet etmektir, çünkü...
— Bunu sonra anlatırsınız. Suçunuzu kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz?
— Olamaz efendim. Ben yalnız...
Başkan sakin, ama sert bir sesle kesti sözünü:
— Sonra anlatırsınız. Suçunuzu kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz onu söyleyin!
— Böyle bir şey yapmış olamam ben, efendim, çünkü... Mahkeme yöneticisi gene koşup geldi
Kartinkin'in yanına,
öfkeyle fısıldayarak susturdu onu.
Başkan, Bu iş artık bitti anlamına gelen bir tavırla, masaya dayadığı dirseğinin — bir kâğıt vardı o elinde
— yerini değiştirerek Yevfimiya Boçkova'ya döndü:
—• Yevfimiya Boçkova, 17 ocak 188x günü Mavritaniya otelinde Simon Kartinkin ve Yekaterina
Maslova'yla beraber tüccar Smelkof'un valizinden parasıyla yüzüğünü çalmaktan, çaldığınız şeyleri
aranızda paylaştıktan sonra, suçunuzu örtmek için tüccar Smelkof'u zehirleyerek öldürmekten sanıksınız.
Suçunuzu kabul ediyor musunuz?
Sanık kararlı bir sesle, hiç beklemeden cevap verdi:
— Hayır, suçsuzum ben. Odaya bile girmedim... Şu sokak süprüntüsü girdi, onun marifetidir.
Başkan gene yumuşak, kesin bir tavırla:
— Sonra anlatırsınız bunları, dedi. Suçlu olduğunuzu kabul etmiyorsunuz demek?
— Para falan almadım ben, adamın içkisine bir şey de koymadım, odaya ayağımı bile atmadım. Odaya
girseydim kolundan tuttuğum gibi dışarı atardım zaten bu kadını.
— Suçlu olduğunuzu kabul etmiyorsunuz demek?
— Hiç bir zaman. —• Çok güzel.
Başkan üçüncü sanığa döndü:
— Yekaterina Maslova, genelevden elinizde tüccar Smelkof'un valizinin anahtarı, Mavritaniya oteline
gelip, valizdenco _
Smelkof'un parasıyla yüzüğünü çalmakla (Başını solundaki, suç delilleri arasında zehir şişesinin eksik
olduğunu söyleyen üyeye doğru eğmiş, ezberlenmiş bir ders gibi devam ediyordu konuşmasına),
valizinden Smelkof'un parasıyla yüzüğünü çalmakla, diye tekrar etti, çaldığınız şeyleri suç ortaklarınızla
paylaşıp, Mavritaniya oteline tüccar Smelkofla gelince de içkisine, Smelkof'un ölümüne sebep olan zehiri
koymakla suçlanıyorsunuz. Suçlu olduğunuzu kabul ediyor musunuz?
Maslova çabuk çabuk konuşarak:
—• Hiç bir suçum yoktur benim, dedi, önce söylediğimi şimdi de tekrar ediyorum: Parayı ben almadım,
almadım, hiç bir şey almadım ben, yüzüğü de kendi-verdi bana...
;— İki bin beş yüz rublenin çalınmasıyla ilginiz olmadığını iddia ediyorsunuz demek?
—• Söylüyorum size, kırk rubleden başka para almadım ben.
— Peki tüccar Smelkof'un içkisine bir toz döktüğünüzü kabul ediyor musunuz?
— Bunu kabul ediyorum. Yalnız şu var, bunun uyku ilâci olduğunu söylemişlerdi bana, ben de öyle
sanmıştım. Tüccara bir zararı dokunacağını bilmiyordum. Böyle bir şey düşünmedim, istemedim de.
Yemin ederim ki istemedim.
Başkan:
—• Demek oluyor ki tüccar Smelkof'un parasıyla yüzüğünün çalınmasında bir suçunuzun olmadığını
söylüyorsunuz, dedi. Ama içkisine tozu koyduğunuzu kabul ediyorsunuz?
— Öyle, kabul ediyorum, ama bunun uyku ilâcı olduğunu sanıyordum. Bir an önce uyusun diye koydum
onu içkisine, kötü bir amacım yoktu, aklımın ucundan bile geçmedi böyle bir şey.
Başkan, duruşmanın gidişinden memnun bir tavırla:,
—> Çok güzel, dedi.
Arkasına yaslanıp ellerini masanın üzerine koyarak devam etti:
—' Şimdi her şeyi olduğu gibi anlatın bakalım bize. Gerçeği gizlemezseniz bu sizin yararınıza olur.
Maslova, gözlerini başkanın gözlerinin içine dikmiş, susuyordu.
— 53 —
— Anlatın nasıl olduğunu. Maslova birden:
—• Nasıl olduğunu mu? diye başladı. Otele geldik, odasına çıktık, çok sarhoştu. Gitmek istiyordum o
bırakmıyordu.
Maslova o derken dehşetle açılmıştı gözleri. Olaylar zincirini kaybetmiş ya da başka bir şeyi hatırlamış gibi
sustu birden.
— Sonra?
— Sonra mı? Biraz daha kalıp eve döndüm.
O anda savcı yardımcısı bir dirseğine tuhaf bir biçimde yaslanarak yarım doğruldu yerinden. Başkan:
— Bir soru mu sormak istiyorsunuz? diye sordu.
Savcı yardımcısı, evet deyince, başını sallayarak sorusunu sormasına izin verdiğini belirtti.
Savcı yardımcısı, Maslova'ya bakmadan:
— Şunu sormak istiyordum, dedi, sanık Maslova, Simon Kartinkin'le daha önceden tanışıyor muydu
acaba?
Sözünü bitirdikten sonra dudaklarını büzdü, kaşlarını çattı. Başkan, savcı yardımcısının sorusunu tekrar
etti. Maslova ürkek bakışlarını savcı yardımcısına doğrulttu.
— Simon'la mı? dedi, evet, tanışıyordum.
— Şimdi de, bu tanışıklığın nasıl bir tanışıklık olduğunu sormak istiyorum. Sık sık görüşüyorlar mıydı?
Maslova huzursuz bakışlarını savcı yardımcısından ayırıp başkana doğrultarak:
— Nasıl bir tanışıklık mi? dedi. Otel müşterilerine çağırırdı beni, hepsi o kadar, ayrıca bir dostluk yoktu
aramızda.
Savcı yardımcısı gözlerini kisarak, dudaklarında kurnaz, şeytanca bir gülümseme:
—• Kartinkin'in arada bir başka kızları da çağırmayıp, her zaman niçin ille de Maslova'yi çağırdığını bilmek
isterdik, dedi.
Maslova ürkek bakışlarını salonda gezdirirken, bir an Meh-lüdof'la göz göz geldikten sonra:
— Bilmiyorum, dedi. Nereden bileyim? Öyle istiyordu canı, beni çağırıyordu.— 54 —
Nehlüdof, yüzü bir anda kıpkırmızı olarak, Tanıdı mı yoksa? diye geçirdi içinden. Ama Maslova onu
ötekilerden ayırmadan başını hemen çevirmiş, gene korkuyla savcı yardımcısına bakmaya başlamıştı.
— Sanık, Kartinkin'le aralarında bir takım yakın ilişkilerin olduğunu kabul etmiyor demek? Çok güzel.
Soracağım bu kadardı.
Savcı yardımcısı, dirseğini önündeki bölmeden çekip bir şeyler yazmaya başladı. Aslında bir şey yazdığı
yoktu, önündeki notların harflerinin üzerinden giderek yazıyormuş gibi yapıyordu: Savcılarla avukatların,
kurnazca sorulmuş bir sorudan sonra, konuşmalarına, karşılarındakileri yere çalacak bir takım notlar
eklediklerini çok görmüştü.
Başkan hemen dönmedi sanığa, çünkü o ara gözlüklü mahkeme üyesine, önceden hazırlanıp not edilmiş
soruların sorulmasına ne diyeceğini soruyordu. Sonra sanığa döndü:
—• Devam edin, sonra ne oldu?
Maslova, yalnız başkana bakarak, kendini biraz toparlamış:
— Eve geldim, diye devam etti. Parayı patrona verip yattım. Daha yeni uyumuştum ki bizim
Berta
uyandırdı beni.
Uyan, uyan senin tüccar gene geldi. Yanına çıkmak istemedim, ama madam emretti.
Bizim kızların hepsine içki ısmarladı, sonra şarap bitince şarap aldırtmak istedi, ama bütün parası
bitmişti. Patron güvenemedi ona. —Maslova gene apaçık bir dehşet duymuştu ona derken.— O zaman o
da anahtarını verip otele yolladı beni. Paranın nerede olduğunu, ne kadar alacağımı söyledi. Ben de
gittim.
Bu arada başkan salondaki üyeyle alçak sesle bir şeyler konuşuyor, Maslova'nın ne dediğini dinlemiyordu,
ama dinlediğini sansınlar diye Maslova'nın son cümlesini tekrar etti:
—' Siz de gittiniz demek. Sonra ne oldu?
— Bana söyleneni yaptım: Odaya girdim. Yalnız girmedim ama; ,Simon Mihayloviç'le onu —Boçkova'yı
gösterdi başıyla— çağırdım.
Boçkova:
— 55 —
—• Yalan söylüyor, odaya adımımı atmadım... diye başlamıştı ki, susturdular onu.
Maslova yüzünü buruşturarak, Boçkova'ya bakmadan devam etti:
— Onların yanında dört on rublelik aldım valizden. Gene savcı yardımcısı karıştı söze:
— Kırk rubleyi alırken valizde ne kadar para olduğunu far-ketmemîş mi acaba sanık?
Savcı yardımcısının sesini duyunca birden irkildi Maslova. Neden ve nasıl olduğunu bilmiyordu ama bu
adamın onun kötülüğünü istediğini hissediyordu.
— Saymadım parayı, diye cevap verdi, yalnız bir sürü yüz rublelik gördüm.
— Sanık bir sürü yüz rublelik görmüş... bunu öğrenmek istemiştim.
Başkan saatine baktıktan sonra sormaya devam etti:
— Peki parayı getirdiniz mi sahibine?
— Getirdim.
— Sonra?
— Sonra gene yanına aldı beni. —• İçkisine o tozu nasıl koydunuz?
— Nasıl mı koydum? Basbayağı döktüm içkisinin içine, sonra da ona verdim.
—• Niçin verdiniz?
Maslova cevap vermeden derin bir göğüs geçirdi. Bir an sustuktan sonra:
— Bir türlü bırakmıyordu yakamı, dedi. Can sıkmaya başlamıştı artık. Koridora çıkıp Simon Mihayloviç'e
Bıraksa beni de gitsem, çok yoruldum dedim. Simon Mihayloviç, Biz de bıktık ondan artık, dedi. Uyku
ilâcı vermeyi düşünüyoruz ona. Hemen uyur, sen de gidersin. Sevindim buna, Çok güzel, dedim. Bunun
zararlı bir ilâç olduğunu aklımın ucundan geçirme-miştim. Küçük paketi
elime verdi. Odaya girdim,
paravananın arkasında yatıyordu, geldiğimi duyunca konyak istedi benden. Masanın üzerindeki şişeden iki
kadehi doldurdum, biri benim, biri onundu, onun kadehine ilâcı boşalttım, götürüp verdim. İçki-— 56 —
sine koyduğum şeyin zehir olduğunu bilsem verir miydim ona onu?
Başkan:
— Peki yüzük nasıl elinize geçti? diye sordu.
— Kendi verdi. —• Ne zaman?
— Beraber onun odasına gelmiştik, ben eve dönmek istiyordum, başıma vurdu, tokamı kırdı. O zaman
iyice kızdım, gideceğim diye tutturdum. Gitmeyeyim diye parmağından yüzüğünü çıkarıp verdi bana.
Savcı yardımcısı hafifçe doğruldu gene yerinden, hep o yapmacık içten tavrıyla birkaç soru sormak için
izin istedi, iznini aldıktan sonra da işlemeli yakalığının içinde başını öne eğerek:
— Sanığın, Smelkof'un otel odasında ne kadar kaldığını bilmek istedim, dedi.
Maslova'nın içine gene bir korku düştü; ürkek bakışlarını savcı yardımcısından çekip başkana doğrultarak:
— Ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum, diye cevap verdi.
— Sanık, tüccar Smelkof'un odasından çıkınca nereye uğradığını hatırlıyor mu acaba?
Maslova bir an düşündükten sonra:
— Yandaki boş odaya uğradım, dedi.
Savcı yardımcısı bu cevapla ilgilenerek Maslova'ya döndü:
— Niçin uğradınız oraya?
— Üstüme başıma çeki düzen vermek, sonra araba beklemek için.
— Peki, sanık bu odadayken Kartinkin de uğramış mı oraya?
— Evet.
— Niçin?
— Tüccarın şişesinin dibinde biraz konyak kalmıştı, onu içtik.
— Beraber içmişler demek. Çok güzel. Sanık, Simon'Ia ne konuşmuş bu odada?
Maslova'nın kaşları çatıldı birden, yüzü mosmor oldu, çabuk çabuk konuşarak:
— Ne mi konuştum? dedi. Hiç bir şey konuşmadım. Olan— 57 —
ların hepsini anlattım size, başka bir şey bilmiyorum. Ne isterseniz yapın beni. Suçsuzum, hepsi bu kadar.
Savcı yardımcısı başkana dönerek:
— Başka bir şey sormayacağım, dedi.
Omuzlarını tuhaf bir biçimde kaldırarak, konuşmasının taslağına sanığın Simon'la boş bir odaya girdiğini
itiraf ettiğini çabuk çabuk yazmaya başladı.
Bir anlık bir sessizlik oldu.
— Söyleyeceklerinizin hepsi bu kadar mı? Maslova derin bir göğüs geçirerek:
—• Her şeyi söyledim, dedi.
Oturdu.
Başkan bunun üzerine önündeki kâğıda bir şey not etti, sol yanındaki üyenin alçak sesle söylediğine kulak
verdikten sonra duruşmaya on dakika ara verdi, aceleyle kalkıp salondan çıktı. Sol yandaki uzun boylu,
sakallı, iri gözleri içtenlikle parlayan üye, başkana, midesine hafif bir sancının saplandığını, biraz masaj
yapıp ilâcını içmek istediğini söylemişti. Duruşmaya ara verilmesinin sebebi buydu.
Yargıçların arkasından jüri üyeleri, avukatlar, tanıklar da kalktılar, önemli bir işin hiç olmazsa bir bölümünü
bitirmenin verdiği hazla sağa sola gittiler.
Nehlüdof jüri odasına gitti, orada pencerenin dibine oturdu.
XII
Evet, Katyuşa'ydı bu.
Nehlüdof'la Katyuşa arasındaki ilişki şöyleydi: Nehlüdof Katyuşa'yı ilk kez, üniversitenin üçüncü
sınıfındayken, toprak mülkiyeti üzerine yapıtını hazırlamak amacıyla yaz tatilini halalarının yanında
geçirmeye köye geldiğinde görmüştü. Genellikle yaz tatillerini annesinin Moskova yakınlarındaki büyük
çiftliklerinde annesiyle ablasının yanında geçirirdi. Ama o yıl ablası kocaya varmış, annesi de yurt dışına,
kaplıcala-l
— 58 —
ra gitmişti. Nehlüdof'unsa yapıtını bitirmesi gerekiyordu, yazı halalarının yanında geçirmeye karar vermişti.
Halalarının köyünde eğlence falan yoktu; hem halaları çok severlerdi onu, o da halalarını, onların
geleneklere bağıl, sade yaşayışlarını severdi.
O yaz Nehlüdof, halalarının yanında, bir gencin, başkalarının uyarmasıyla değil de kendi kendine hayatın
tüm güzelliğinin, öneminin, hayatta kişioğluna düşen görevin anlamının bilincine ilk kez vardığı; kendisinin
de dünyanın da kusursuz olma olanağının bulunduğunu gördüğü; kendini, yalnız umutla değil, hayalinde
yaşattığı kusursuzluğa erişeceğine bütün varlığıyla inanarak bu kusursuzluğa adadığı zaman duyduğu o
coşkunluğu duymuştu içinde. O yıl üniversite Spencer'in Sosyal dengesini okumuş, Spencer'in toprak
mülkiyeti üzerine söyledikleri ona —daha çok, o da büyük bir toprak sahibi kadının oğlu olduğu için— hayli
etki etmişti. Babası zengin değildi; ama annesine evlenirken ailesi drahoma olarak, aşağı yukarı on bin
hektar arazi vermişti. Bir insanın toprak sahibi olmasının kötülüğünü, haksızlığını ilk kez o zaman anlamış,
kendini yüce duygulara adamaktan büyük haz duyan insanlardan olduğu için de toprak mülkiyeti
hakkından yararlanmamaya karar vermiş, babasından ona kalan arazisini köylülere dağıtmıştı. Yazmakta
olduğu yapıt da bu konudaydı.
O yıl köyde, halalarının yanında günlerini şöyle geçiriyordu: Sabahları çok erken, bazan saat üçte kalkıyor,
kimi zaman sabah sisi daha kalkmadan dağ dibindeki dereye gidip yıkanıyor; güneş doğduktan ama
sabah çiği otların, çiçeklerin üzerinden henüz kalkmadan dönüyordu. Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra
oturup yapıtı üzerinde çalışmaya ya da yapıtı için bulduğu kaynakları incelemeye başlıyordu; ama
çoğunlukla okumayı ya da yazmayı boş verip gene çıkıyordu evden, kırlarda, koruluklarda dolaşmaya
gidiyordu. Öğlen üzeri bahçede bîr köşeye uzanıp kestiriyor, yemekte halalarını neşesiyle güldürüp
eğlendiriyor, yemekten sonra ya atla dolaşmaya çıkıyor ya da gölde kayıkla geziyordu; akşamları da ya
okuyor ya da halalarıyla oturup onlara kâğıt falı açıyordu. Geceleri çoğunlukla •—özellikle ay aydınlık
gecelerde— yaşamak sevincini içinde bütün coşkunlu— 59 —
ğuyla duyduğu için uyku tutmuyordu gözünü; hayalleriyle, düşünceleriyle başbaşa, bazan ortalık
aydınlanana kadar bahçede dolaşıyordu.
Halalarının yanında ilk ayını böylesine mutlu, huzur içinde geçirdi; siyah gözlü, her zaman çabuk çabuk
yürüyen yan oda hizmetçisi; yarı besleme Katyuşa'yla hiç ilgilenmemişti bile bu bir ay içinde.
Nehlüdof o zamanlar, küçüklükten beri annesi her şeyiyle ilgilendiği, onu istediği gibi yetiştirdiği için on
dokuz yaşında tertemiz bir delikanlıydı. Kadını ancak karısı olarak düşünürdü. Karısı olamayacak bütün
kadınlarsa onun için kadın değil, birer insandı. Ama öyle oldu ki o yaz Voznesenye'ye, halalarına bir
komşuları kadın geldi. Kadının yanında —ikisi genç kız, biri lisede okuyan oğlan— üç çocuğuyla, konuğu,
köylülükten yükselmiş genç bir ressam vardı.
Çaydan sonra evin önündeki ekini biçilmiş tarlada ebecilik oynamaya başladı çocuklar. Katyuşa'yı da
almışlardı oyuna: Birkaç oyundan sonra Nehlüdof un Katyuşa'yla kaçması gerekmişti. Geldiğinden beri
hoşlanırdı Katyuşa'dan Nehlüdof, ama aralarında değişik birtakım ilişkilerin olabileceğini aklının ucundan
ge-çirmemişti.
Neşeli bir genç olan ebe ressam — kısa, çarpık, ama güçlü köylü bacaklarıyla çok hızlı koşuyordu —gülerek:
— İşte bunları dünyada yakalayamam, dedi, ayakları takılır da düşerlerse ancak...
— Yakalayamayacaksınız elbette!
— Bir, iki, üç!
Avuç içlerine üç kere vuruldu. Katyuşa, gülmemek için kendini güç tutarak, Nehlüdof'un kalın elini küçük,
yumuşak eliyle sıkıp, — kolalı etekliği hışırdaya hışırdaya — sola doğru koşmaya başladı.
Nehlüdof hızlı koşardı, ressamın onu yakalamasını istemediği için olanca hızıyla koşmaya başladı. Başını
çevirip geri baktığında ressamı Katyuşa'nın arkasından koşarken gördü, ama Katyuşa dolgun, genç
bacaklarını çabuk çabuk atarak sola doğ-— 60 —
ru koşuyor, ressamla arayı açıyordu. Önünde, o zamana kadar hiç kimsenin kaçmadığı bir çalılık vardı.
Katyuşa Nehlüdof'a bakıp onunla göz göze gelince başıyla çalılığın arkasına koşmasını işaret etti.
Nehlüdof anladı onun bu işaretini, çalılığa doğru koşmaya başladı. Ama çalılığın arkasında Nehlüdof'un
bilmediği, üzeri ısırgan otlarıyla kapanmış küçük bir çukur vardı; ayağı takılıp yüzükoyun yere yuvarlandı,
kollarını sızlattı ısırgan otları, düşen akşam çiğinden ıpıslak otlar üstünü başını ıslattı; ama kendi haline
gülerek hemen kalktı, gene koşmaya başladı.
Katyuşa sevinçle gülerek, simsiyah gözleriyle uçarcasına ona doğru koşuyordu. Birbirine kavuştular, el ele
tuttular.
Katyuşa soluk soluğa, içtenlikle gülümseyerek boşta kalan eliyle, koşarken bozulan saçını düzeltirken,
— Kazandık, dedi.
Aşağıdan yukarıya Nehlüdof'un gözlerinin içine baktt. Delikanlı da gülümsedi, Katyuşa'nın elini
bırakmadan,
— Orada çukur olduğunu bilmiyordum, dedi.
Genç kız Nehlüdof'a doğru sokuldu, delikanlı da, nasıl olduğunun farkına varmadan başını öne eğdi;
Katyuşa geri çekilmedi, Nehlüdof avucunun içindeki yumuşacık eli olanca gücüyle sıktı, genç kızı
dudaklarından öptü.
Katyuşa,
—• Hopala! diye mırıldandı.
Elini hızla çekip koşarak uzaklaştı Nehlüdof'un yanından.
Hemen oradaki leylâk ağacının yanma gitti, artık dökülmeye yüz tutmuş beyaz leylâktan iki küçük dal
kopardı, çiçekleri ateş gibi yanan yüzüne sürterek Nehlüdof'a baktı, sonra dönüp, elini kolunu sallayarak
öteki çocukların yanına yürüdü.
O günden sonra Nehlüdof'la Katyuşa arasındaki ilişkiler değişmişti; birbirine tutkun tertemiz bir
delikanlıyla, gene öyle bir kızın arasındaki ilişkiydi artık bu.
Katyuşa odaya girdiğinde ya da Nehlüdof onun beyaz önlüğünü ta uzaktan gördüğünde delikanlı için her
şey birdenbire ay-dınlamveriyordu sanki, ilgi çekici, insana neşe verici oluyordu; daha bir mutlu
hissediyordu kendini. Katyuşa da aynı durumdaydı. Katyuşa'nın odaya girmesi ya da onun yakınında bir
yerde
— 61 —
bulunması değildi. Nehiüdof'u böyle heyecanlandıran yalnız; Katyuşa'yı düşündükçe de aynı duygu
dolduruyordu içini. Katyu-.sa da Nehlüdof'u düşündükçe öyle oluyordu. Delikanlı annesinden kötü bir
mektup aldığı, yapıtı üzerinde çalışması iyi gitmediği ya da gençlere özgü o sebepsiz can sıkıntısı içine
çöktüğü ..zamanlar Katyuşa'yı, biraz sonra onu göreceğini bir düşünmesi her şeye yetiyor, can sıkıntısı bir
anda dağılıyordu.
Katyuşa'nın çok işi vardı evde, ama hepsini yetiştiriyor, boş zamanlarında da okuyordu. Nehlüdof,
kendisinin de o sıralar Dokuduğu kitapları, Dostoyevski'yi, Turgenyef'i veriyordu ona. En çok Turgenyef in
Sessizliki hoşuna gitmişti. Koridorda, balkonda, avluda karşılaştıkları zamanlar ayak üstü
konuşabiliyorlardı .ancak; bazan da Nehlüdof halalarının yaşlı oda hizmetçileri Matryona Pavlovna'nın
odasına —Katyuşa da o odada kalıyordu— kıtlama çay içmeğe uğradığında görüşüyorlardı. Matryona
Pav-iovna'nm yanında.konuşmaları en tatlı olanıydı. Yalnız başlarına, yanlarında kimse yokken
konuşurken sıkılıyorlardı. Gözleri, ağızlarının söylediğinden bambaşka, çok daha önemli şeyler
söyle-ınıeye başlıyordu hemen, dudakları büzülüyordu, bir tuhaf oluyor-iar, birbirlerinin yanından
uzaklaşmak için acele ediyorlardı.
Nehlüdof'un Katyuşa'yla arasındaki bu tür ilişkileri onun, halalarının yanındaki birinci konukluğu boyunca
sürdü. Bu ilişkiler halaların gözünden kaçmamış, onları hayli telâşlandırmıştı da; yaşlı kadınlar bu durumu
yurt dışındaki Helena İvanovna'ya. Nehlüdof'un annesine bile yazdılar. Mariya İvanovna hala Dmit-ri'nin
Katyuşa'yla işi ilerleteceğinden korkuyordu. Ama yersizdi bu korkusu: Nehlüdof'un içindeki, ancak tertemiz
bir yüreğin duyabileceği çeşitten bir sevgiydi; onu da Katyuşa'yı da basitleş-rmekten koruyabilecek bir
sevgi... Genç kızı elde etmeyi aklının köşesinden geçirmediği gibi, Katyuşa'yla aralarında böyle bir şeyin
geçebileceği düşüncesi bile dehşet veriyordu ona. İnce duygulu Sofiya İvanovna'nın endişeleriyse çok
daha yerindeydi: Kendi basma buyruk, ne istediğini bilen bir genç olan Dmitri'nin bu kıza tutulup, soyunun
sopunun nereden geldiğine bakmadan aklına onunla evlenmeyi koymasından korkuyordu.— 62 —
O zaman Nehlüdof Katyuşa'yı sevdiğini açık seçik bilseydi ya da birisi çıkıp onun böyle bir kızla kaderini
birleştirmemesi gerektiğini, birleştiremeyeceğini söyleseydi ona, her şeyde kendi bildiğini okuyan bir insan
olarak kolaylıkla, sevdiği bir kızla —kız neyin nesi olursa olsun— evlenmemesi için ortada hiç bir nedenin
olmadığına karar verirdi. Ama halaları bu endişelerinden hiç söz etmediler ona, o da sevdiğini bilmeden
ayrıldı köyden.
Nehlüdof Katyuşa'ya olan bu duygusunun, o zamanlar için,, bütün varlığını dolduran yaşama sevincinin
—o neşeli, sevimli; kız da paylaşıyordu bu yaşama sevincini— evet, o yaşama sevincinin bir sonucu
olduğunu sanıyordu. Ama Katyuşa, halalarıyla beraber taşlıkta durmuş, dolu dolu olmuş simsiyah, biraz
şehlâ gözleriyle onu yolcu ederken Nehlüdof, bir daha hiç sahip olamayacağı, çok hoş, değerli bir şeyi
bırakıp gitmekte olduğunu hissetmiş, derin bir kedere kapılmıştı.
İki tekerlekli arabaya binerken Sofiya İvanovna'nın şapkasının üstünden,
— Hoşça kal Katyuşa, demişti, her şey için çok çok teşekkürler.
Katyuşa kulağa hoş gelen o okşayıcı sesiyle,
— Güle güle Dmitri İvanoviç, demişti.
Sonra da, gözlerinde biriken yaşları tutarak, doyasıya ağlamak için içeri koşmuştu.
xııı
Bu ayrılıştan sonra, üç yıl görmedi Katyuşa'yı Nehlüdof. An-cak aradan üç yıl geçtikten sonra, subaylığa
atanmış, orduya katılmaya giderken, üç yıl öncekinden bambaşka bir insan olarak yolu üzerindeki
halalarının köyüne uğradığında gördü onu bir de.
O zamanlar dürüst, her şeyi iyi iş uğruna kişisel çıkarlarını-vermeye hazır, soylu bir gençti; oysa şimdi
yalnız kendi zevkini düşünen, ahlâksız, bencil bir insan olmuştu. O zamanlar hayat
— 63 —
onun için, her şeyini heyecanla, sevinçle anlamaya çalıştığı bir sırdı; şimdiyse hayat açık seçikti
karşısında, içinde yaşadığı koşullardan başka bir şey değildi. O zamanlar doğayla, ondan önce de
yaşayan, düşünen, hisseden insanlarla haşır-neşir olmasıydı gerekli, önemli olan (felsefe, şiir)... oysa
şimdi insanlarla olan birtakım ilişkileri, arkadaşlarıyla yakınlığıydı gerekli, önemli olan. O zamanlar kadın
esrarlı, hoş bir yaratıktı onun için; şimdi yakın akrabası kadınlardan ve dostlarının karılarından gayrisi aynı
anlamı taşıyordu gözünde: Kadın kişiye zevk veren araçların içinde en iyisiydi. O zamanlar paraya ihtiyacı
yoktu, annesinin verdiği paranın üçte biri bile çok gelirdi ona, babasından ona miras kalan araziyi de
köylülere dağıtabilirdi; oysa şimdi annesinin ayda verdiği bin beş yüz ruble yetmiyordu ona, para yüzünden
sık sık tatsız tartışmalar geçiyordu aralarında, O zamanlar gerçek ben olarak ruhsal yapısını sayardı,
şimdiyse sağlıklı, dinç, yaşayan ben di onun için gerçek olan.
Bu korkunç değişme onda sırf kendine olan inancını yitirip, başkalarına inanmaya başladığı için olmuştu.
Kendine inanmaktan vazgeçip başkalarına inanmaya başlamasının nedeni, kişinin kendine inanarak
yaşamasının son derece güç olmasıydı: Kendine inanarak yaşayabilmesi için kişinin bütün soruları, küçük
hazlar peşindeki yaşayan ben in istediği gibi değil, hatta çoğunlukla onun istediğinin tam tersine
çözümlemesi gerekir; öte yandan, başkalarına inanırsa çözümleyeceği hiç bir şey yoktur, her şey
çözümlenmiştir, hem de yaşayan ben in istediği gibi. Dahası var, kendine inanarak yaşarken çevresindeki
insanların eleştirileriyle karşı karşıya kalıyordu hep, başkalarına inanmaya başlayalıberi herkes övüyordu
onu.
Düşüncelere daldığı, okuduğu ya da Tann'dan, gerçeklerden, zenginlikten, yoksulluktan söz etmeye
başlayınca çevresindekiler yersiz, hatta gülünç buluyorlardı bu konuşmalarını; annesiyle teyzesi sevgi dolu
bir sitemle Nötre cher philosophe (') diyorlardı ona. Gelgelelim, roman okuduğu, açık hikâyeler anlattığı,
Fransız tiyatrosunda müzikli, hafif güldürü oyunlarına git[')
Değerli feylezofumuz (Fransızca).— 64 —
tiği, bu oyunları neşeli bir dille ona buna anlattığı zamanlarsa göklere çıkarıyorlardı onu, böyle devam
etmesini söylüyorlardı, İhtiyaçlarını biraz kısması gerektiğine inanarak eski paltoyla dolaştığı, şarap
içmediği zamanlar herkes bunu tuhaf karşılıyor kendini göstermek için orijinallik olsun diye böyle yaptığını
söylüyordu; av için ya da kendine son derece güzel, pahalı bir ev döşemek için büyük paralar harcayınca
da zevkini herkes övüyor, ona değerli şeyler armağan ediyorlardı. Günahsız olduğu,, evleninceye kadar da
öyle kalmayı düşündüğü zamanlar onurr sağlığından endişe ediyorlardı; annesi, oğlunun gerçek bir erkek
olduğunu, arkadaşının elinden bir Fransız kadınını aldığım öğrenince üzülmek şöyle dursun, sevindi bile.
Katyuşa olayını oğlunun bir zamanlar bu kızla az kaldı evleneceğini düşündükçe; dehşete kapılıyordu
Prenses.
Nehlüdofun reşit olunca babasından ona kalan küçük araziyi, toprak mülkiyetinin haksızlık olduğuna
inandığı için köylülere dağıtması da annesini, akrabalarını dehşete düşürmüştü; bu davranışı devamlı bir
paylama, alay konusu olmuştu yakınları: arasında. Durmadan, toprak sahibi olan köylülerin durumlarının
düzelmediğini, tam tersine köylerinde üç meyhane açtıkları, ça lışmayı da hepten bıraktıkları için daha da
yoksullaştıklarını anlatıyorlardı ona. Nehlüdof muhafız alayına girip, yüksek çevreden arkadaşlarıyla,
Helena İvanovna'yı ona paradan birazını harcamak zorunda bırakacak kadar çok para yemeye başlayınca
bile hiç üzülmedi annesi; bunun olağan hatta güzel bir şey olduğunu düşündü.
Önceleri bunlara karşı durmaya çalıştı Nehlüdof, ama çok: güçtü karşı durmak; çünkü kendine inanarak iyi
saydığı her şey çevresindeki insanlarca kötü, tersine kötü saydığı her şey de iyi sayılıyordu. Sonunda pes
etti. Nehlüdof, kendine inanmayı bırakıp başkalarına inanmaya başladı. Başlangıçta bu değişiklik hiç de
hoş bir şey değildi Nehlüdof için, ama çok sürmedi bu; sigara, içki içmeye başlayınca ona ağır gelen bu
duygusu hemen kayboluverdi, hatta İçinde oldukça büyük bir hafiflik hissetti.
Nehlüdof, yaradılışının
etkisiyle, çevresindekilerin
doğru
bulduğu bu hayata bütün benliğiyle verdi kendini; başka bir şey isteyen içindeki sesi de bastırdı,
Petersburg'a taşındıktan sonra başlamıştı bu onda, askerliğe girmesiyle de tamamlanmıştı. Askerlik,
bomboş bir yaşayışı gerektirdiği, yani akla uygun, yararlı bir işle uğraşmayı, insanlık görevlerini kaldırıp
yerine, yalnızca şartlı bir alay, üniforma, sancak onuru, başkalarına karşı sınırsız bir hakimiyet, üstlerine
de ancak kölelerde görülebilecek bir baş eğiş getirdiği için insanları çoğunlukla bozar.
Ne var ki, üniforma, sancak onuruyla, zorbalığıyla, başkalarını öldürmeye izin vermesiyle zaten kötü olan
askerliğe bir de ancak zengin ve ünlü subayların görev alabildiği muhafız alayla-rındaki zenginlik ,çar
ailesine yakınlık gibi bozukluklar da eklenince bu bozukluk muhafız alaylarında görevlilerde çılgın bir
bencillik derecesine varmaktadır. Askerliğe girmesinden, bütün arkadaşları gibi yaşamaya başlamasından
sonra bu çılgın ben cîlliğe Nehlüdof da kaptırdı kendini.
Başkalarınca dikilmiş, temizlenmiş resmi giysiyle, miğferle; gene başkalarınca yapılmış, temizlenmiş, ona
hazır olarak verilmiş silâhı kuşanıp, gene başkalarının eğittiği, beslediği güze! atlara binip denetime ya da
eğitime çıkmaktan, kılıcını sallayarak dört nala gitmekten, ateş etmekten, ateş etmeyi başkalarına
öğretmekten başka işi yoktu. Başka bir şey yapmıyordu. Üstelik en saygıdeğer kimseler, gençler,
ihtiyarlar, çar da, çarın yakınları da yalnız iyi bulmakla kalmıyorlar, övünüyorlardı da bu işini. Akşamların
gözde, beğenilen, önemli sayılan uğraşı da subay kulüplerinde ya da en pahalı içkili gazinolarda toplanıp
yemek yemek, özellikle içki içmek, nereden geldiğini bilmediği paraları har vurup harman savurmaktı;
sonra tiyatroya, baloya, kadınlara gitmek; sabah olunca da gene ata binmek, kılıç sallamak, dört nala
sürmek atı, akşam olunca gene içkiye, kâğıt oyununa, kadınlara su gibi para harcamak.
Bu türlü yaşayışın askerler üzerinde kötü etkisinin başlıca nedenlerinden biri de, asker olmayan bir
kimsenin böyle bir hayat sürecek olsa ruhunun derinliklerinde bundan utanmamasının Diriliş — F: 5— 66
—
imkânsız olduğudur. Askerlerse bunun böyle olmasının zorunlu olduğu kanısındadırlar, —özellikle savaş
zamanında— böyle yaşamaktan gurur bile duyarlar. , Türklerle savaş başlamasından sonra orduya giren
Nehlüdof da öyleydi işte. Savaşta canimizi vermeye hazırız, onun için böyle, hiç bir şeyi umursamadan,
çılgınca yaşamamız hoş görülmelidir, böyle yaşamak zorundayız. Yaşayacağız da.
O sıralar böylesine fırtınalıydı Nehlüdof'un düşünceleri. Eskiden önünde gördüğü bütün ahlâk
engellerinden kurtulmanın verdiği coşkunluğu damarlarında hissediyordu. Çılgın bir bencillik içindeydi
devamlı olarak.
Üç yıl sonra halalarına uğradığında da öylesine bencildi.
XIV
Nehlüdof halalarına, köy yolu üzerinde olduğu, yaşlı kadınlar uğraması için birkaç kere mektup yazdıkları,
en önemlisi de, Katyuşa'yı görmek için uğraşmıştı. Belki de Katyuşa'ya karşı kötü bir niyeti daha köye
uğramaya karar verdiği zaman vardı ruhunun derinliklerinde, gemi azıya almış yaşayan ben fısıldamıştı
kulağına bu niyeti belki, ama böyle bir şeyin farkında değildi; bir zamanlar öylesine mutlu olduğu yerlerde
dolaşmak istemişti canı yalnızca, biraz gülünç, ama sevimli, iyi yürekli, onu çok seven, çok beğenen
halalarını görmek, onda öylesine tatlı bir anı bırakan cana yakın Katyuşa'yla konuşmak istemişti canı.
Martın sonlarında, kutsal cuma günü geldi. Bardaktan boşa-mrcasına yağmur yağıyordu, yollar diz boyu
çamurdu. İliklerine kadar ıslanmış, soğuktan donmuştu, ama o sıralar her zaman olduğu gibi neşeli,
canlıydı gene. Halalarının tuğla bir duvarla çevrili, eski evinin çatısından dökülmüş karların küme küme
durduğu tanıdık avlusuna girerken, Hâlâ onların yanında mı çalışıyor acaba? diye düşünüyordu Nehlüdof.
Çıngırak sesine Kat-yuşa'nın koşarak dışarı fırlayacağını umuyordu, ama hizmetçiler bölümünün kapısına
eteklerini toplamış, ellerinde kovalarla —
— 67 —
besbelli yerleri yıkıyorlardı — yalın ayak iki kadın çıktı. Büyük kapıda da yoktu Katyuşa. Yalnız uşak Tihon
çıkmıştı bu kapıdan; önünde önlük vardı, o da temizlik yapıyor olmalıydı. İpek giysisi, başında
başörtüsüyle Sofiya İvanovna da çıktı. Yeğenini öperken,
— Ne iyi ettin geldiğine! dedi. Mariya teyzen biraz rahatsız, kilisede yoruldu bugün. Kutsal ekmek yiyip
kutsal şaraptan içtik.
Nehlüdof Sofiya İvanovna'nın elini öperken,
— Nasılsınız Sonya halacığım? dedi, bağışlayın, ıslandınız benim için.
— Hemen odana çık. Sırılsıklam olmuşsun. Sevsinler bıyıklarını... Katyuşa! Katyuşa! Hemen kahve
hazırla.
Koridordan insanın kulağını okşayan, tanıdık bir ses duyuldu:
— Hemen!
Nehlüdof'un yüreği sevinçle ürperdi. Buradaymış! Bulutların arasından güneş gözükmüştü sanki
birdenbire. Tihon'la beraber eski odasına çıkarken dudaklarında sevinç dolu bir gülümseme vardı
Nehlüdof'un.
Tihon Katyuşa'yı sormak istiyordu: Ne yapıyor Katyuşa? Nasıl Evlenmeye niyeti yok mu? Ama Tihon
öylesine saygılı, aynı zamanda da ağırbaşlıydı, ibrikle ona su dökmek için öylesine diretmişti ki, Nehlüdof
Katyuşa'yı sormamıştı ona; yalnızca torunlarını, Bratseva kısrağını, Polkan'ı —kocaman bir çoban
köpeğiydi bu— sordu. Geçen yıl kudurup ölen Polkan'dan başka hepsi sapasağlamdı.
Islak çamaşırlarını çıkarmış, yenilerini giyiniyordu ki koridorda çabuk yürüyen birisinin ayak sesini duydu
Nehlüdof, sonra kapıya vuruldu. Bu ayak sesini, kapıya vuruşu tanımıştı Nehlüdof. Yalnız o böyle yürür,
kapıya vururdu.
Islak paltosunu omuzlarına alıp kapıya yaklaştı.
— Giriniz.
Oydu bu, Katyuşa! Eskisinden daha da tatlıydı şimdi. Hafif şehlâ, simsiyah, içten bakışlı, gülen gözleri
gene öyle aşağıdan yukarı bakıyorlardı. Eskisi gibi tertemiz, beyaz bir önlük vardı üzerinde gene.
Hanımının verdiği, kâğıdı yeni açılmış kokulu bir— 68 —
sabunla iki havlu getirmişti; biri büyük bir Rus havlusu, öteki kalın yüz havlusuydu. Üzerinde yazılarıyla,
hiç kullanılmamış sabun da, havlular da, Katyuşa'nın kendi de tertemiz, taptaze, el değmemişti, hoştu. O
sevimli, ıslak, kırmızı dudakları eskiden olduğu gibi Nehlüdof'u görünce sevinçten büzülmüştü gene.
Güçlükle,
— Hoş geldiniz Dmitri İvanoviç! diyebildi. Kulaklarına kadar kızardı sonra. Nehlüdof,
— Sağol... Sağolun... dedi.
Katyuşa'ya sen mi siz mi desin, bilmiyordu, genç kız gibi o da kızardı.
— İyisiniz değil mi? diye devam etti. Sağlığınız da yerindedir sanırım?
— Tanrıya şükürler olsun...
Sabunu masanın, havluları da koltuğun kenarına koyarken,
— Buyrun, diye devam etti. Katyuşa, halanız sevdiğiniz gül sabununu yolladı size.
Tihon, Nehlüdof un içi gümüş işlemeli kapağı açık bir sürü şişe, fırça, koku, tuvalet takımı dolu çantasını
gururla göstererek,
— Kendilerinin vardı, dedi.
— Halama teşekkürlerimi bildirin, dedi Nehlüdof. Ne iyi etmişim buraya uğradığıma!
Ruhunda eskisi gibi bir aydınlığın, huzurun doğduğunu hissetmişti o anda.
Katyuşa Nehlüdof'un bu sözüne karşılık yalnızca gülümsedi, çıktı.
Yeğenlerini her zaman çok seven yaşlı kadınlar bu keresinde daha bir içten karşılamışlardı onu. Dmitri
savaşa gidiyordu, orada yaralanabilir ya da ölebilirdi. Bu duygulandırıyordu yaşlı kadınları.
Nehlüdof, halalarının yanında bîr gün kalmayı düşündüğü için yolculuğunu ona göre ayarlamıştı,,ama
Katyuşa'yı görünce iki gün sonraki yortuya kadar kalmaya razı olmuş, Odesa'da buluşacağı arkadaşı
Şenbık'a bir telgraf çekip, onu da halalarının köyüne çağırmıştı.
— 69 —
Katyuşa'yı görür görmez ona eskiden duyduğu aynı duyguyu duymuştu gene Nehlüdof. Katyuşa'nın beyaz
önlüğünü görünce elinde olmadan heyecanlanıyordu gene, onun ayak sesini, gülüşünü duyunca bir sevinç
dolduruyordu içini; kömür gibi simsiyah gözlerine —özellikle gülümserken— duygulanmadan bakamıyor
her karşılaşmalarında onun kızardığını görünce elinde olmadan o da kızarıyordu. Katyuşa'ya tutulduğunu
hissediyordu, ama eskisine, aşkı esrarlı bir şey sandığı zamanlardaki tutkusuna benzemiyordu bu hiç.
Sevdiğini kendi kendine bile itiraf etmekten çekindiğini, insanın hayatta bir kere sevebileceğine inandığı
za-maniar bambaşka bir tutkusu vardı. Oysa şimdi sevdiğini biliyor, buna seviniyordu da; —kendinden
gizlese bile— aşkın ne olduğunu, sonundan neler çıkabileceğini aşağı yukarı kestiriyordu.
Her insanda olduğu gibi Nehlüdof'un da iki kişiliği vardi. Birincisi, kendine ancak öteki insanlara da iyilik
getirecek iyilikler arayan ruhsal kişiliği; öteki, yalnız kendi için iyilik arayan, bunun için bütün insanların
iyiliğini yele vermeye hazır yaşayan kişiliği. O sıralar, Petersburg yaşantısıyla askerliğin onda yarattığı
çılgın bencilliği, o yaşayan kişiliği etkisi altına almıştı Nehlüdof'u, ruhsal kişiliğini tamamen bastırmıştı.
Ama Katyuşa' yi görüp, eskiden bu kıza karşı duyduğu duyguyu gene duyunca ruhsal kişilik başını
kaldırmış, hakkını aramaya başlamıştı. Yortuya kadar geçen bu iki gün Nehlüdof'un içinde, onun bilmediği
bir savaş sürüp gitti.
Buradan çekip gitmesinin gerektiğini, halalarının yanında daha kalmasının bir gereği olmadığını
hissediyor, bunun sonunun hiç de iyiye varmayacağını biliyor, ama bu durumdan çok hoşlandığı için bunu
kendi kendine söyleniyor, kalıyordu.
Kutsal İsa pazarından bir gün önce, cumartesi akşamı papaz iki yardımcısıyla geldi. Halaların eviyle kilise
arasındaki üç verstlik yolu kızaklarıyla çok güç aldıklarını söylüyorlardı. Sabah ayinini burada yapmak için
gelmişlerdi.
Nehlüdof halalarıyla, hizmetçilerle beraber katıldı bu âyine — ama buhurdanlıkları götürüp getiren kapının
dibindeki Katyuşa'dan da ayırmıyordu gözünü — papazla halalarının yor-— 70 —
tularını kutladıktan sonra gidip yatmaya hazırlanıyordu ki, Ma-riya İvanovna'nın yaşlı oda hizmetçisi
Matryona Pavlovna'yla Katyuşa'nın kiliseye yortu çöreği götürmeye hazırlandıklarını duydu. Ben de
gideyim, diye geçirdi içinden.
Yolun arabayla da kızakla da gidilecek gibi olmadığını bildiği için, kendi evindeymiş gibi, nedense
Bratseva diye ad takılmış kısrağı ona hazırlamalarını söylemişti hizmetçilere. Sonra her yanı sırmalı resmi
giysisini, üzerine de paltosunu giydi, durduğu yerde duramayan, kişneyen yaşlı kısrağa bindi, karanlıkta
yer yer su birikintilerinin kapladığı karlı yola çıktı.
XV
Bu sabah ayini Nehlüdof'un belleğinde daima parlak, güçlü bir anı olarak kalmıştır.
Bazı yerlerde beyazlığını gösteren karın aydınlattığı zifiri karanlıkta, kilisenin çevresinde yanan kandilleri
görünce kulaklarını diken atın üzerinde sulara bata çıka kilisenin avlusuna girdiğinde içerde ayin
başlamıştı.
Mariya İvanovna'nın yeğenini tanıyan köylüler attan inebilmesi için kuru bir yere getirdiler onu-, hayvanı
bağlamak için alıp götürdü biri, yol gösterdiler ona, kiliseye girdi. İçerisi çok kalabalıktı.
Sağ yanda erkekler vardı: Yaşlılar köy yapısı kaftanlarını, çizmelerini giymişlerdi. Gençler kaba kumaştan,
yeni paltolarını giymiş, bellerine parlak kuşaklar bağlamış, çizmelerini ayaklarına geçirmişlerdi. Sol yanda
da kadınlar oturuyordu: Kırmızı ipek başörtülü, ucuz cinsinden kadife pelerinli; yeşil, mavi, kırmızı, kül
rengi eteklikli, potinli, eski ev dokuması ipek entarili, potinli ya da çizmeli yaşlı kadınlar biraz arkada
oturuyorlardı. Erkeklerin de kadınların da aralarında bayramlıklarını giymiş çocuklar dikiliyorlardı. Erkekler
başlarını sallayarak haç çıkarıyor, başlarını öne eğiyorlardı. Kadınlarsa — özellikle yaşlı olanları—-donuk
bakışlarını önünde mumlar yanan bir tasvire dikmiş, parmaklarını birleştirdikleri sağ ellerini önce alınlarına,
sonra omuz— 71 —
larına, daha sonra da karınlarının üzerine, bir şeyler mırıldanarak, olanca güçleriyle bastırıyor, öne
eğiliyorlar ya da yere diz çöküyorlardı. Çocuklar, kendilerine bakıldığında büyüklerini taklit ederek
ağırbaşlılıkla dua etmeye başlıyorlardı hemen. Altın işlemelerle süslü tasvir duvarı, önünde yanan altın
altlıklı büyük mumların ışığında pırıl pırıldı. Ortadaki avizenin bütün mumları yakılmıştı, koronun
balkonundan gönüllü şarkıcıların inceli ka-İmir, insana huzur veren sesleri duyuluyordu.
Nehlüdof öne geçti. Ortada saygıdeğer kişiler oturuyordu: Yanında karısı, denizci ceketi giymişti oğluyla
bir toprak sahibi, komser, telgrafçı, çizmeli bir tüccar, madalyaları göğsünde başçavuş, tasvir duvarının
sağında, toprak sahibinin karısının hemen arkasında pembe entarisi, kenarı püsküllü beyaz salıyla
Matryona Pavlovna ve beyaz giysili, beline mavi bir kuşak, siyah saçlarına da kırmızı bir kordelâ bağlamış
Katyuşa oturuyordu.
Her şeyde bir bayram havası, neşe, görkem vardı: Boyunlarında altın haçlanyla parlak cüppelerinin içinde
papazlar da, papaz yardımcısı da, zangoçlar da, bayramlıklarını giyinmiş, saçları yağlı gönüllü şarkıcılar
da neşeliydi. Bayram şarkılarının oynak havalarında da, ellerindeki üç renkli mumlarla papazların
durmadan halkı kutsamasında da, herkesin hep bir ağızdan Isa dirildi! diye bağırmasında da insanı
heyecanlandıran bir şey vardı. Her şey güzeldi, ama beyaz giysisi, mavi kuşağı, siyah saçlarındaki kırmızı
kordelâsı, heyecanla parlayan gözleriyle Katyuşa hepsinden güzeldi.
Nehlüdof, biraz önce yanından geçerken Katyuşa'nın, başını çevirip bakmadığı halde onu gördüğünü
farketmişti. O anda konuşmak istedi onunla, ama söyleyebileceği bir şey yoktu, aklına geldi, tam yanından
geçerken,
— Halam orucunu ikinci sabah ayininden sonra bozacağını söyledi, diye fısıldadı.
Nehlüdof'a bakınca her zaman olduğu gibi gene kıpkırmızı oldu Katyuşa'nın sevimli yüzü. Sevinçle
gülümseyerek, aşağıdan yukarı içtenlikle baktı Nehlüdof'un yüzüne.
— Biliyorum, dedi.
O anda, elinde bakır kahve cezvesiyle halkın arasından ge-— 72 —
_ 73 —
çen zangoç eteğinin ucuyla Katyuşa'ya çarptı. Zangoç —- Neh-lüdof'a saygı göstermek amacıyla olacak
— çevresinden dolaşırken, başını çevirip Katyuşa'ya bakmadığı için çarpmıştı ona. Nehlüdof şaşırmıştı:
Bu Zangoç'un, oradaki, hatta evrendeki her şeyin Katyuşa için var olduğunu, evrende her şeyin
önemsenmeyebileceğim, ama Katyuşa'yı önemsememenin olmayacağını, çünkü onun evrenin merkezi
olduğunu anlayamaması, se-zinleyememesi garibine gitmişti. Tasvir duvarında altın onun için parlıyordu;
büyük avizedeki, şamdanlardaki mumlar onun için yanıyordu. Rabbirnizin günüdür bugün, sevinin ey
insanlar! diye söylenen bu neşeli şarkılar onun içindi. Dünyadaki iyi şeylerin hepsi de onun için
yaratılmıştı. Bunu Katyuşa'nın kendi de biliyor gibi geliyordu Nehlüdof'a. Onun beyaz giysi içindeki
duruşuna, sevinç okunan yüzüne bakışlarından ikisinin ruhunda da aynı heyecanın olduğu anlaşılan
gözlerine bakınca sezinlemişti bunu Nehlüdof.
Birinci ayinle ikincisi arasında dışarı çıktı Nehlüdof. Köylüler yol açıyorlardı ona, öne eğilerek selâm
veriyorlardı. Bazıları tanıyor, bazıları da Kimdir? diye soruyordu yanındakilere. Kapının önünde durdu.
Dilenciler hemen toplandı çevresine; para çantasındaki bütün bozukluğu dağıtttı onlara, merdivenden
aşağı indi.
Ortalık biraz aydınlanmıştı, ama güneş doğmamıştı daha. Kilisenin avlusundaki mezarların arasında
köylüler dolaşıyordu. Katyuşa içerde kalmıştı, Nehlüdof da durmuş, onun çıkmasını bekliyordu.
Halk kapıdan çıkıyor, çizmelerinin kabaralarıyla taşlara vura vura merdivenlerden iniyor, avluya,
mezarların arasına dağılıyordu.
Mariya îvanovna'nın ihtiyarlıktan eli ayağı sallanan yaşlı şekercisi geldi Nehlüdof'un yanma, yortusunu
kutladı; ipek başörtüsünün altından buruş buruş gerdanı sarkan yaşlı karısı da geldi, bohçasından çıkarıp
haşlanmış bir yumurta verdi ona. O arada boylu poslu, yeni paltolu, genç bir köylü yaklaştı onlara
gülümseyerek. Gözlerinin içi gülüyordu adamın.
— Yortunuz"kutlu olsun, dedi.
Nehlüdof'un yanaklarından sağlıklı dudaklarıyla üç kere öptü. Adamın o hoş köylü kokusu Nehlüdof'un
burnuna gelmiş, kıvırcık sakalları dudaklarına batmıştı.
Nehlüdof köylüyle öpüşür, onun verdiği koyu kahverengi yumurtayı alırken Matryona Pavlovna'nın parlak
elbisesiyle, kırmızı kordelâ bağlı simsiyah, tatlı bir baş gözükmüştü kilisenin kapısında.
Katyuşa önünde yürüyenlerin başları arasından hemen görmüştü Nehlüdof'u yüzünün bir anda sevinçle
parladığı kaçmamıştı genç adamın gözünden.
Kapının önünde durdular, dilencilere sadaka vermeye başladılar. Kıpkırmızı burunlu, pis bir dilenci geldi
Katyuşa'nın yanına. Katyuşa elindeki küçük bohçadan bir şey alıp verdi ona, sonra yaklaştı, üç kere
öpüştü dinlenciyle. Yüzünde iğrendiğini gösteren en küçük bir ifade yoktu; tam tersine, gözlerinin içi
gülüyordu gene. Dilenciyle öpüşürken Nehlüdof'la göz göze geldiler. Bakışıyla, İyi rni yapıyorum? diye
soruyordu Nehlüdof'a sanki.
İyi yapıyorsun canım, senin yaptığın her şey iyidir, güzeldir; seviyorum her yaptığını.
Merdivenden indiler. Nehlüdof Katyuşa'nın yanına gitti. Yortusunu kutlamak değildi niyeti, ona yakın olmak
istemişti canı.
Matryona Pavlovna bugün herkes bîrdir anlamına gelen bir gülümsemeyle başını öne eğerek,
—> İsa dirildi! dedi.
Ağzını avucunun içindeki mendiliyle sildikten sonra dudaklarını Nehlüdof'a uzattı.
Nehlüdof yaşlı kadını öperken.
— Kutlu olsun, dedi.
Sonra dönüp Katyuşa'ya baktı. Genç kızın yüzü birdenbire kıpkırmızı oldu, hemen Nehlüdof'a yaklaştı.
— Yortunuz kutlu olsun Dmitri İvanoviç.
— Senin de, dedi Nehlüdof.
_ 74 —
İki kere öpüştüler, bir an, bir kere daha öpüşmeleri gerekiyor mu diye düşünmüş gibi duraladılar, sonra
gerektiğine karar vermiş gibi üçüncü kez öpüştüler, ikisi de gülümsedi.
Nehlüdof,
— Papazın yanma gitmeyecek misiniz? diye sordu. Katyuşa, ona mutluluk veren ağır bir işi bitirmiş gibi
derin
bir soluk aldıktan sonra; sevgi dolu, masum, uysal bakışını Nehlüdof un gözlerinin içine dikerek,
— Hayır, Dmitri İvanoviç, dedi, burada kalacağız biz, oturacağız.
Kadınla erkek arasındaki aşkta, bu sevginin doruğa vardığı, aklı, mantığı kabul etmediği bir an vardır
daima. Nehlüdof için de bu an o kutsal yortu pazarıydı. Şimdi Katyuşa'y hatırladığı zamanlar, kilisenin
avlusunda öpüşmeleri onunla ilgili bütün anılarının üstüne çıkıyordu. Simsiyah, pırıl pırıl saçları geliyordu
gözünün önüne; sağlıklı bedeniyle küçük göğüslerini tertemiz saran beyaz elbisesi, yüzünün o pembe
beyazlığı, uykusuzluktan baygın bakışlı, parlak, hafif şehlâ, simsiyah gözleri; bir de her halindeki en önemli
özelliği; yalnız ona karşı değil — biliyordu bunu Nehlüdof — dünyadaki iyisiyle kötüsüyle — biraz önce
öpüştüğü dilenciye de — her şeye, herkese karşı beslediği yürekten sevginin temizliği...
Nehlüdof, Katyuşa'da bu sevginin olduğunu biliyordu; çünkü o gece de o sabah da aynı sevgiyi kendi
içinde hissetmiş, bu sevginin Katyuşa'yla onu birbirine bağladığını anlamıştı.
Ah, o geceki duygusu değişmeseydi hiç keşke! Şimdi jüri odasında pencerenin dibinde otururken Evet,
diye düşünüyordu, o korkunç şey kutsal pazardan sonra oldu!
XVI
Kiliseden döndükten sonra biraz güç toplamak için halala-rıyla beraber oruç bozdu, alayda edindiği
alışkanlıkla votka bira içti, sonra odasına çekilip soyunmadan yattı uyudu. Odasının kapısına vurulmasıyla
uyandı birden Vuruşundan gelenin Kat—. 75 —
yuşa olduğunu anlamıştı, gerinerek, gözlerin Soğuşturarak doğruldu yerinden.
— Katyuşa, sen misin? diye seslendi. Girsene. Ayağa kalktı. Katyuşa araladı kapıyı.
— Yemeğe çağırıyorlar sizi, dedi.
Gene aynı beyaz elbise vardı üzerinde, ama başındaki kor-delâyı çıkarmıştı. Nehlüdof'un gözlerine
bakınca, ona olağanüstü, mutlu bir şeyi haber veriyormuş gibi sevinçle aydınlanmıştı yüzü.
Nehlüdof saçlarını taramak için tarağı alırken,
— Hemen geliyorum, dedi.
Katyuşa dönüp gitmesi gerekiyorken gitmiyordu. Nehlüdof farketti bunu, tarağı bırakıp ona doğru yürüdü.
Ama Katyuşa birden döndü o anda, her zamanki hafif, çabuk adımlarıyla koridorun yol halısı üzerinde
uzaklaştı.
Nehlüdof, Ne aptalım, diye mırıldandı kendi kendine, niçin durdurmadım onu?
Arkasından koşup koridorda yakaladı onu.
Ne istiyordu ondan? Bunu kendi de bilmiyordu. Katyuşa odasına girdiği zaman bir şey, böyle durumda
yapılması gereken bir şeyi yapmadığı düşüncesi vardı içinde.
— Katyuşa, dedi, dur.
Katyuşa dönüp baktı. Durup,
— Bir şey mi istiyorsunuz? diye sordu.
— Hayır, yalnız...
Bu gibi durumlarda herkesin nasıl davrandığını hatırlayarak kendini zorlayıp Katyuşa'nın beline doladı
kolunu.
Katyuşa kıpırdamadan duruyor, gözlerinin içine bakıyordu. Sonra gözleri dolu dolu, yüzü kıpkırmızı,
— Yapmayın Dmitri İvanoviç, diye mırıldandı, yapmayın.
Sonra güçlü eliyle, beline dolanan kolu itti. Nehlüdof bıraktı onu, bir an yalnız utanmadı bu yaptığından,
kendi kendinden iğrendi bile. Kendine inanması gerekirdi o anda, ama bu utanç duygusunun, onun
ruhunun en iyi, üste çıkmak isteyen duygusu olduğunu anlayamıyordu. Bunun budalaca bir duygu
olduğunu sandı, herkes gibi davranması gerektiğini düşündü.— 76 —
Gene koştu Katyuşa'nın peşinden, bir kere daha doladı kolunu beline, boynundan öptü. Bu öpüş önceki iki
öpüşten — biri çalıların arasındaki bilinçsiz olanı, öteki de o sabah kilisedeki •— çok ayrıydı. Tutkulu bir
öpüştü bu, Katyuşa da hissetmişti bunu.
Katyuşa, Nehlüdof son derece değerli bir şeyi kırmış, paramparça etmiş gibi,
— Ne yapıyorsunuz? dedi.
Sonra koşarak uzaklaştı yanından.
Nehlüdof yemek salonuna girdi. Bayramlıklarını giymiş ha-laiaria doktor, komşu kadın masanın yanında
ayakta duruyor, ufak tefek bîr şeyler atıştırıyorlardı. Her şey son derece ola-ğandı, ama Nehlüdof'un
ruhunda fırtına vardı. Kendisine söylenenleri anlamıyor, saçma sapan cevaplar veriyordu. Biraz önce
koridordaki öpücüğün etkisinden çıkmıyordu Katyuşa. Genç kız salona girdiği zaman, onu görmediği halde
varlığını bütün bedeninde hissetti, ona bakmamak için kendini zorlaması gerekti.
Yemekten sonra hemen odasına çıktı, son derece heyecanlı, odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya
başladı. Evin içindeki en küçük bir gürültüye kulak kabartıyor, Katyuşa'nın ayak sesini bekliyordu.
Nehlüdof'un ruhundaki yaşayan kişiliği şimdi yalnızca başını kaldırmakla kalmamış, Nehlüdof'un buraya ilk
kez geldiğinde de, hattâ o sabah kilisede de üste çıkan ruhsal kişiliği ayağının altına almış eziyordu.
Nehlüdof yaşayan kişiliğinin etkisindeydi şimdi. Katyuşa'yı ne denli kolladıysa da, o gün yalnız
yakalayamadı onu. Besbelli kaçıyordu ondan kız. Ama akşam öyle oldu ki, Nehlüdof'un odasının
yanındaki odaya gitmek zorunda kaldı. Doktor gece kalmaya razı olmuş, Katyuşa'nın konuğa yatak
yapması gerekmişti. Nehlüdof Katyuşa'nın ayak seslerini duyunca soluğunu tutarak, suç işlemeye
gidiyormuş gibi sessizce arkasından odaya girdi.
Katyuşa iki elini tertemiz yastık yüzünün içine sokmuş, yastığı iki ucundan tutarken ayak sesine dönüp
baktı, Nehlüdof'u görünce gülümsedi; ama eskisi gibi neşeli, sevinç dolu bir gülümseme değildi bu; ürkek,
acıklıydı. Bu gülümseme Nehlüdof'a
.__ 77 __
yaptığının kötü olduğunu söylüyordu sanki. Bir an durakladı Nehiüdof. Gene bir savaş patlak verebilirdi
ruhunda. Çok güçsüz olsa da, Katyuşa'ya beslediği gerçek aşkın sesi duyuluyordu hâlâ içinde; ona ondan,
onun duygularından, onun hayatından söz eden aşkın. Öteki ses de şöyle diyordu: Bak, eline geçen fırsatı
kaçırıyorsun, niçin yapmıyorsun canının çektiğini? Bu ikinci ses birinciden baskın çıktı sonunda. Nehlüdof
kararlı adımlarla yaklaştı Katyuşa'ya. Korkunç, azgın bir yaşayan duygu etkisi altına almıştı onu.
Beline doladığı kollarını açmadan karyolaya oturttu Katyuşa'yı, bazı şeyler daha yapması gerektiğini
hissederek yanma oturdu.
Katyuşa yalvaran bir sesle,
— Dmitri İvanoviç, ne yapıyorsunuz canım? dedi, bırakîn beni lütfen.
Beline sarılan kolların arasından kurtulmaya çalışırken, yüksek sesle,
— Matryona Pavlovna geliyor! dedi.
Gerçekten de o anda koridorda odaya yaklaşan bir ayak sesi duyulmuştu.
— Öyleyse gece geleceğim odana, diye fısıldadı Nehlüdof. Yalnızsın değil mi?
— Delirdiniz mi siz? dedi. Dünyada olmaz! İstemiyorum, gelmeyin.
Ama yalnız ağzıydı böyle söyleyen; heyecanla titreyen bütün bedeni bambaşka şeyler söylüyordu.
Gelen gerçekten de Matryona Pavlovna'ydı. Yaşlı kadın elinde bir yorganla girdi odaya, Nehlüdof'a
kuşkulu kuşkulu baktıktan sonra, Katyuşa'ya yanlış yorgan aldığı için çıkıştı.
Nehlüdof bir şey söylemeden çıktı odadan. Utanmamıştı bile hiç. Matryona Pavlovna'nın yüzündeki
ifadeden, yaşlı kadının onu suçladığını anlamıştı; bu yaptığının kötü, Matryona Pavlovna'mn da haklı
olduğunu bilmesine, ne var ki gemi azıya alan, eski temiz aşk duygusunu yenip üste çıkan yaşayan duygu
engel tanımıyordu artık. Bu duygunun istediğini yapmak zorunda olduğunu biliyordu. Nehlüdof, bunun için
fırsat kollamaya başlamış-— 78 —
ti. Bütün akşam kendinde değildi Nehlüdof, ne yaptığını bilmiyordu: Kâh halalarının yanına gidiyor, kâh
odasına çekiliyor, kâh avluya çıkıyordu. Aklında hep Katyuşa'yı nasıl yapıp da yalnız görebileceği vardı.
Ama genç kız kaçıyordu ondan, Matryona Pavlovna da gözden kaçırmamaya çalışıyordu Katyuşa'yiXVII
Akşam böyle geçti, gece oldu. Doktor yatmaya gitti. Halalar yattılar. Nehlüdof Matryona Pavlovna'nın o
anda halalarının yatak odasında, Katyuşa'nın da hizmetçiler bölümünde odasında yalnız olduğunu
biliyordu. Gene kapıya çıktı. Dışarısı karanlık, rutubetliydi, çok soğuk yoktu. İlkbaharda son kan kovan ya
da erimekte olan son kardan çıkan o beyaz sis kaplamıştı her yanı. Yüz adım ötede, yamacın dibindeki
dereden tuhaf sesler geliyordu: Buzların eriyip kırıldamasından çıkan seslerdi bunlar.
Nehlüdof merdivenden indi, donmuş kar üzerindeki su birikintilerine girmemeye çalışarak oda hizmetçileri
odasının penceresine yaklaştı. Yüreği öylesine hızlı çarpıyordu ki, sesini duyuyor; soluk almakta güçlük
çekiyordu. Hizmetçiler odasında küçük bir lâmba yanıyordu. Katyuşa yalnızdı, masada oturuyor, başı
önünde düşünüyordu. Nehlüdof, Katyuşa'nın yalnız başına, kimsenin kendisini görmediğini sandığı bir
anda ne yapacağını merak ederek kıpırdamadan uzun süre baktı ona. İki dakika kadar başı önünde
düşündü öyle, sonra kaldırdı başını, gülümsedi, kendi kendine sitem ediyormuş gibi salladı başım, masaya
döndü, ellerini masanın üzerine koyup önünde bir noktaya bakmaya başladı.
Nehlüdof yerinden kıpırdamadan ona bakıyor, bir yandan da elinde olmadan yüreğinin sesini dinliyor,
dereden gelen tuhaf seslere kulak veriyordu. Orada, derede sisin içinde yorulmak bilmeyen bir el yavaş
yavaş çalışmaktaydı; kâh bir uğultu duyuluyor, kâh bir şeyler çatırdayarak kırılıyor, kâh ince buzlar cam
gibi şangırdıyordu.
Nehlüdof Katyuşa'nın, içinde kopan fırtınayı yansıtan dalgın
— 79 —
yüzüne bakıyordu. Acımaya başlamıştı ona, ama ne gariptir kî bu acıma duygusu Katyuşa'ya olan
tutkusunu daha da güçlendiriyordu.
Tüm benliğini sarmıştı bu tutku.
Pencereye vurdu. Katyuşa, elektrik çarpmış gibi tepeden tırnağa sarsıldı, yüzünde bir ıstırap belirdi. Sonra
fırladı yerinden, pencereye yaklaştı, yüzünü iyice yaklaştırdı cama. Yüzündeki ıstırap ifadesi hâlâ
kaybolmamıştı. Ellerini yüzünün iki yanına getirip dışarıyı görmeye çalışınca Nehlüdof'u tanıdı.
Katyuşa'nm yüzü son derece ciddiydi, Nehlüdof hiç böyle görmemişti bu yüzü. Nehlüdof gülümseyince
güldü ancak Katyuşa da, ne var-ki bir boyun eğiş gülümseyişiydi bu, ruhunda gülümseme yoktu, korku
vardı. Nehlüdof eliyle dışarıya çıkmasını, odasına gelmesini işaret etti ona. Ama Katyuşa hayır anlamına
başını salladı. Pencerenin yanında ayakta duruyordu. Nehlüdof gene yaklaştırdı yüzünü cama, tam dışarı
çıkması için seslenecekti ona, Katyuşa kapıya döndü. Besbelli birisi çağırmıştı onu. Nehlüdof uzaklaştı
pencereden. Sis o kadar koyuydu ki, beş adım uzaklaşınca içeriyi göremez olmuştu. Ancak lâmbanın ışığı
vurduğu için zifiri karanlıkta daha da büyük gözüken pencereyi görebiliyordu. Dereden doğru tuhaf inilti,
çatırtı, hışırtı sesleri geliyordu. Biraz ötede avluda, sisin içinde bir horoz öttü. Yakından başkaları cevap
verdi ona; sonra uzakta, köyde ötenler oldu, sustular en sonunda. Horozların ikinci ötüşüydü bu. Sessizlik
vardı şimdi her yanda, yalnız dereden gelen tuhaf sesler duyuluyordu.
Nehlüdof birkaç kere suya bata çıka evin köşesine kadar iki üç kere gidip geldikten sonra gene pencereye
yaklaştı. Lâmba hâlâ yanıyordu; Katyuşa kararsızlık içindeymiş gibi oturuyordu gene masanın başında.
Nehlüdof pencerenin önüne gelince Katyuşa gene baktı pencereden yana. Nehlüdof cama vurdu yavaşça.
Katyuşa birden fırladı yerinden, cama kimin vurduğuna bakmadan koşarak çıktı odadan. Nehlüdof,
hizmetçilere ayrılmış küçük yan kapının gıcırdayarak açılıp kapandığını duydu. Heyecanla bekliyordu evin
köşesinde. Katyuşa yanına gelince, bir şey söylemeden kucakladı onu hemen. Katyuşa sokuldu ona,
başını kaldırarak Nehlüdofun dudaklarını dudaklarıyla karşıladı. Kar— 80 —
ların eridiği, kuru bir yerde duruyorlardı. Nehlüdof'un içi tutkuyla yanıyordu. Birden gene gıcırdayarak
açıldı dış kapı, Matryona Pavlovna'nın öfkeli sesi duyuldu.
— Katyuşa!
Katyuşa sıyrıldı Nehlüdof'un kolları arasından, içeri koştu. Nehlüdof kapının sürgüsünün çekildiğini duydu.
Arkasından her şey sustu gene, penceredeki kırmızı ışık da söndü; yalnız sis, bir de dereden doğru gelen
gürültü vardı.
Nehlüdof'un pencereye yaklaştı, gözükmüyordu içerisi. Camı tıklattı, kimse cevap vermedi ona. Dönüp
odasına çıktı. Yatmadı ama. Çizmelerini çıkardı, yalınayak koridora çıktı, Matryona Pavlovna'nın sakin
sakin horladığını duydu, tam içeri girmek istiyordu ki öksürmeğe başladı yaşlı kadın, gıcırdayan
karyolasında döndü. Nehlüdof kıpırdamadan beş dakika öyle bekledi. Her şey sustuktan, Matryona
Pavlovna gene sakin sakin horlamaya başladıktan sonra gıcırdamayan tahtalara basarak Katyuşa'nın
kapısına yaklaştı. Çıt yoktu içerde. Uyumuyor olmalıydı Katyuşa, soluk alışı duyulmuyordu çünkü.
Nehlüdof ne zaman ki Katyuşa! diye fısıldadı, birden fırladı yerinden Katyuşa, kapıya yak-laşti, öfkeli —
Nehlüdof a öyle gelmişti — gitmesi için yalvarmaya başladı.
— Nedir bu yaptığınız? diyordu. Olur mu böyle şey? Halalarınız duyacak.
Öte yandan bütün varlığı, Her şeyimle seninim, diyordu.
Nehlüdof da anlamıştı bunu. Ne söylediğinin kendi de farkında olmadan,
— Bir dakikacık açıver, dedi. Yalvarırım aç.
Bir anlık sessizlikten sonra Nehlüdof, Katyuşa'nın kapının çengelini arayan elinin hışırtısını duydu. Çengel
yavaşça kalktı, Nehlüdof aralanan kapıdan içeri süzüldü.
Katyuşa'yı öyle olduğu gibi, omuz başlarını açıkta bırakan ucuz bezden geceliğiyle kucakladı, kaldırıp
götürdü.
—• Ah! Ne yapıyorsunuz? diye fısıldıyordu Katyuşa.
Ama Nehlüdof'un bu sözleri umursadığı yoktu, kendi odasına götürüyordu onu.
— 81 —
Katyuşa,
— Ah, istemiyorum, bırakın beni, diyordu.
Ama gene de sokuluyordu Nehlüdof a.
Katyuşa Nehlüdof'un sorularına cevap vermeden, zangır zangır titreyerek sessizce çıkıp odasına gittikten
sonra Nehlüdof avluya çıktı, olanların ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyordu.
Şimdi daha bir aydınlıktı dışarısı. Derede buzların çıkardığı sesler daha da çoğalmış, eski seslere şimdi bir
de gıcırtı eklenmişti. Sis iyice oturmuştu yere, bu sis duvarının ardındaki ayın güçsüz ışınları simsiyah,
korkunç bir şeyin üzerine düşüyordu sanki.
Nehlüdof soruyordu kendi
kendine: Büyük bir
mutluluk muydu başından geçen, yoksa mutsuziuk
mu? Sonra, Her za mankinden bir ayrılığı yoktu,
diye mırıldandı kendi
kendine, yatmaya çıktı
odasına.
XVIII
Devrisi gün Şenbık geldi. Hayat dolu, şen bir gençti bu. Davranışlanndaki incelikle, sevimliliğiyle, eli
açıklığıyla, Dmit-ri'ye olan sevgisiyle halaların gönlünü bir anda kazanmıştı. Eli açıklığı gerçi çok hoşlarına
gitmişti yaşlı kadınların, ama aşırı-lığıyla onları şaşırtmamış da değildi hani. Kapıya gelen kör dilenciye
çıkarıp bir ruble vermiş, hizmetçilere bahşiş olarak OH beş ruble dağıtmış; sonra, Sofiya İvanovna'nın da
köpeği Süzet-ka yanlarında oynarken ayağının derisi soyulunca köpeği hemen yanına çağırmış, bir an
düşünmeden, işlemeli patiska mendilini yırtmış (Sofiya İvanovna bu mendillerin bir düzinesinin en
azm-dan on beş ruble olduğunu biliyordu] Süzetka'nın ayağına sarmıştı. Yaşlı kadınlar böylesini
görmemişlerdi; bu Şenbık'ın, hiç bir zaman ödenmeyecek olan —biliyordu ödenmeyeceğini ŞenDiriliş — F: 6— 82 —
bık— iki yüz bin borcu olduğundan habersizdiler. Bu yüzden, yirmi beş ruble daha az ya da çok olmuş,
genç adam için önemli değildi.
Şenbık bir gün kaldı, devrisi günün akşamı Nehlüdof'la ayrıldılar köyden. Daha kalamazlardı artık, alayda
bulunmaları için verilen süre bitmek üzereydi.
Halalarının yanında geçirdiği, gecenin anısı henüz taptaze olan bu son gün boyunca Nehlüdof'un ruhunda
iki duygu çarpıştı durdu; birincisi, vadettiği hazzı verememiş olsa bile, bedensel aşkın anısının damarlarda
hissedilen, yakıcı duygusuyla, istediğini elde etmenin verdiği rahatlıktı; ikincisiyse, çok kötü bir şey
yaptığını bilmenin, bu hatasını düzeltmesi, Katyuşa için değil, kendi için düzeltmesi gerektiğini hissetmenin
duygusuydu.
Çılgın bencilliği etkisiyle yalnız kendini düşünüyordu Neh-lüdof; Katyuşa'ya yaptığı duyulursa ne denli
kınanacağıydı onu ilgilendiren, yoksa genç kızın başına gelecekler, çekeceği acılar değil.
Şenbık'ın Katyuşa'yla arasında geçenleri öğrenince nasıl şaşıracağını düşündükçe için için seviniyordu,
gururunu okşuyordu bu. Arkadaşı Katyuşa'yı görünce,
— Halalarını böyle birdenbire bu kadar niçin sevdiğini şimdi anlıyorum, demişti, bir haftadır ayrılamıyorsun
onlardan bir türlü... Haklısın ama, senin yerinde olsam ben de ayrılamazdım. Çok hoş bir kız doğrusu!
Nehlüdof'un başka düşünceleri de vardı: Katyuşa'dan iyice doymadan gitmek acı olsa bile, gitmek zorunda
olması, sürdürülmesi güç olan ilişkiyi bir anda koparıp atması bakımından onun yararınaydı. Ayrıca,
Katyuşa'ya para vermesi gerektiğini de düşünüyordu: Katyuşa için, onun bir işine yarayacağı için değil de;
her zaman herkes böyle yaptığı, kızdan yararlanıp karşılığını ödemezse bu davranışının dürüst bir
davranış olmayacağı, sonra onu ayıplayacakları için verecekti ona bu parayı. Verdi de. Katyuşa'nın
durumuyla kendi durumuna yakışır bir para olacaktı bu.
Gideceği gün yemekten sonra koridorda bekledi Katyuşa'yı-Onu görünce birden kıpkırmızı oldu kız, biraz
ötedeki hizmetçi— 83 —
ler bölümünün açık kapısını gözleriyle işaret ederek yanından geçmek istedi, ama Nehlüdof durdurdu onu.
Yüz rublelik bir banknot koyduğu zarfı avucunun içinde sıkarak,
— Sana allahaısmarladık demek istiyordum, dedi, şunu... Katyuşa anlamıştı Nehlüdof'un niyetini, yüzünü
buruşturdu,
başını sallayarak itti genç adamın elini. Nehlüdof,
— Olmaz, al, diye mırıldandı.
Zarfı Katyuşa'nın koynuna sokup - - bedenini korkunç bir ateş sarmış gibi yüzünü bir ıstırap ifadesi
kaplamıştı o anda — koşarak odasına gitti. Odasında uzun süre dolaştı durdu. Katyuşa'yla biraz önceki
karşılaşması aklına gelince bir yeri müthiş ağrıyor, acısına dayanamıyormuş gibi arada bir karnını tutarak
öne eğiliyor, hatta olduğu yerde zıplıyor, yüksek sesle inliyordu.
Elden ne gelir canım? Her zaman böyledir bu. Şenbık'la mürebbiye kız arasında da olmuştu aynı şey —
Şenbık anlatmıştı ona bunu; — Grişa amca da, babam da benim gibi davrandılar. Babam köyde otururken
köylü bir kadından Mitenka adında yasa dışı bir oğlu olmadı mı? Hâlâ hayatta çocuk. Herkes böyle
yaptığına göre doğrusu, gerekeni budur öyleyse. Avutmaya çalışıyordu kendini, ama boşa gidiyordu
çabaları. Katyuşa'nın anısı vicdanını yakıyordu.
Ruhunun derinliklerinde, en derin yerinde alçakça, aşağılık bîr insan gibi davrandığı inancı vardı. Bu anı
içindeyken, kim ne yaparsa yapsın, bundan böyle hiç kimseyi suçlayamayacağını, insanların yüzüne
bakamayacağını, artık kendini iyi, soylu, dürüst bir genç de sayamayacağını biliyordu. Oysa neşeyle
yaşamasına devam edebilmesi için öyle sayması gerekiyordu kendini. Bunun için de bir tek yol vardı
elinde: Olanı düşünmemek. Öyle de yaptı.
Yeni girdiği çevre — değişik yerler, arkadaşlar, savaş — yardımcı oldu buna. Yaşadıkça unuttu, en
sonunda gerçekten de tamamen unuttu.
Ancak savaş bittikten sonra, onu görmek umuduyla köye,_ 84 _
halalarına uğrayıp da Katyuşa'nın, onun köyden gidişinden kısa bir zaman sonra çocuğunu doğurmak için
onlardan ayrıldığını, bîr yerde doğurduğunu, halalarının duyduğuna göre, kötü yola düştüğünü öğrenince
sızladı yüreği. Doğum zamanı göz önüne alınırsa bu çocuk onun, Nehlüdof'un çocuğu olabilirdi de
olamazdı da. Halaları, Katyuşa'nin bozulduğunu, anasına çektiğini, onun yolundan gittiğini söylüyorlardı.
Halalarının bu yargısı hoşuna gitmişti Nehlüdof'un, onu temize çıkarıyordu sanki. Önceleri Katyuşa'yla
çocuğunu aramak istedi gene de, ama bu olayı hatırladıkça ruhunun derinliklerinde dayanılmaz bir acı, bir
utanç duyduğundan, onları bulmak için gereken adimi atmadı; bu, günahını daha da unutturdu ona, hiç
düşünmemeye başladı.
Ne var ki bu tuhaf rastlantı her şeyi hatırlatmıştı ona şimdi; on yıldır yüreğinde böylesine bir günahla rahat,
huzur içinde yaşamasına fırsat veren vicdansızlığını, kalpsizliğini, alçaklığını itiraf etmeye zorluyordu onu.
Ama böylesine bir itiraftan çok uzaktı şimdilik Nehlüdof; tek endişesi vardı: Her şeyin anlaşılmasından,
Katyuşa ya da onu savunan avukatın olayları ortaya döküp onu rezil etmesinden korkuyordu.
XIX
Salondan jüri odasına geçerken Nehlüdof'un içinde bulunduğu ruhsal durum buydu işte. Pencerenin
yanında oturuyor, çevresindeki konuşmaları dinliyor, sigarasının birini söndürüp birini yakıyordu.
Şen yaradılışlı tüccarın, tüccar Smelkofun eğlenceye verdiği önemi çok yerinde bulduğu belliydi.
— Vallahi yaşamasını biliyormuş adam. Tam bir Sibiryalıy-mış. Doğrusu zevkine de diyecek yokmuş,
güzel kız seçmiş.
Jüri sözcüsü, bilirkişi raporunun önemini anlatıyordu. Piyotr Gerasimoviç Yahudi satıcıya birşeyler
söylüyor, ikisi kahkahalarla gülüyorlardı. Nehlüdof kendine sorulan sorulara tek sözcükle cevap veriyor;
yalnız bir şey, onu rahat bırakmalarını istiyordu.
Mahkeme yöneticisi gene o yan yan yürüyüşüyle odaya gi_ 85 _
rip, üyeleri salona buyur edince Nehlüdof'un içine, yargılamaya o gitmiyormuş da onu yargılayacaklarmış
gibi bir korku düştü. Ruhunun derinliklerinde, insanların yüzüne bakmaması gereken bir alçak olduğu
inancı vardı; ama alışkanlıkla her zamanki kendine güven dolu tavrıyla salona girdi, sözcünün
sandalyesinden sonraki ikinci sandalyesine oturdu, ayak ayak üstüne atıp pince-nez' iy!e oynamaya
başladı elinde.
Sanıkları da bir yere götürmüşlerdi, şimdi gene getirdiler onları.
Tanıklar da içeri alınmıştı şimdi. Mehlüdof, Katyuşa'nın ipekliler, kadifeler içinde, giyimli kuşamlı, şişman
bir kadına birkaç kere baktığını, gözünü ondan ayırmıyormuş gibi bakışının kadının üzerinde bir an
durdurduğunu fark etti. Kadının başında kocaman bir kordelâsı olan yüksek bir şapka, dirseğine kadar
çıplak kolunda zarif bir çanta vardı. En ön sırada, parmaklığın tam dibinde oturuyordu. Bunun tanık,
Maslova'nın çalıştığı evin patronu olduğunu sonra öğrendi Mehlüdof.
Tanıkların sorgusu başladı: Adınız, dininiz, v.b. Sonra yanlara yeminli mi yeminsiz mi tanıklık yapmak
istediklerinin sorulması. Güçlükle adım atan yaşlı papaz geldi gene; ipek cüppesinin üzerindeki altın haçı
gene öyle düzelterek, önemli, yararlı bir iş yaptığına aynı güvenle, iç huzuruyla tanıklara bilirkişiye yemin
ettirdi. Yemin töreni bittikten sonra genel evin patronu Kitayeva'yı salonda bırakıp ötekileri dışarı çıkardılar.
Bu dâvayla ilgili bildiklerini anlatmasını söylediler ona. Kitayeva yüzünde yapmacık bir gülümseme, her
cümlesinin sonunda başını havaya kaldırarak bildiklerini ayrıntılarıyla anlattı. Alman aksanıyla
konuşuyordu.
Tanıdık koridor hizmetçisi Simon zengin bir Sibiryalı tüccar için kız istemeye gelmiş ona. Lyubaşa'yı
yollamış. Bir zaman sonra Lyubaşa tüccarla çıkagelmiş. Kitayeva hafiften gülümseyerek,
— Tüccar tam olmuştu, diye devam etti. Bizde de içmeye devam etti, kızlara içki ısmarladı. Parası
yetmediği için, kiraladığı Lyubaşa'yı otel odasına yolladı.
Bunu söylerken sanığı göstermişti başıyla. Mehlüdof'a o an-— 86 —
da Maslova gülümsedi gibi geldi; pek iğrenç göründü ona bu gülümseme. Acımayla karışık tuhaf, belirsiz
bir tiksinti duydu. Mahkemece
Maslova'yi savunmakla görevlendirilmiş stajyer avukat kızarıp
bozararak, ürkek,
— Maslova üzerine düşünceleriniz neydi acaba? diye sordu.
— Çok iyiydi, diye cevap verdi Kitayevna, oturup kalkmasını bilen, okumuş bir kızdı. İyi bir ailenin
yanında eğitilmişti, Fransızca okuyabiliyordu. Bazan biraz fazla içiyordu, ama kendini hiç kaybetmezdi.
Çok iyi bir kızdı (').
Katyuşa patronuna bakıyordu, sonra birden çevirdi başını, bakışlarını Nehlüdof'un üzerinde durdurdu;
yüzünü ciddî, hatta sert bir ifade kapladı. Sert bakışlı gözlerinde biri hafif yana bakıyordu. Bu tuhaf gözler
oldukça uzun süre durdular Nehlüdof un üzerinde; bütün bedenini bir dehşet titremesi sardığı halde
Nehlüdof da, bu beyazlan tertemiz şehlâ gözlerden ayıramıyordu bakışını. Derede eriyen buzların
gürültüsünün doldurduğu o sisli, müthiş geceyi; sabaha karşı doğmuş, simsiyah, korkunç bir şeyi ölgün
ışıklarıyla aydınlatmaya çalışan ayı hatırlamıştı. Şimdi ona bakan, yakınlarında dolaşan bu bir çift siyah
göz simsiyah, korkunç bir şeyi hatırlatmıştı ona.
Tanıdı beni! diye geçirdi içinden. Olduğu yerde, saldırıyı bekliyormuş gibi büzülmüştü. Ama tanımamıştı
onu Maslova. Sakin sakin göğüs geçirdikten sonra gene başkana bakmaya başladı. Nehlüdof da göğüs
geçirdi. Ah, ne olacaksa. Bir an önce olsa diye geçirdi içinden. Bir keresinde avdayken yaralı bir kuşu
öldürmesi gerektiğinde duyduğu aynı şeyi duyuyordu şimdi de: Hem iğreniyordu, hem acıyordu, hem de
üzülüyordu. Yaralı kuş çırpınıyordu av torbasında, tiksiniyordu kendinden, acıyordu da, bir an önce
öldürmek istiyordu onu, unutmak için.
Tanıkların ifadelerini dinlerken böylesine karışıktı Nehlüdof'un duyguları.
(') Kitayeva'nın konuşması gramer hatalarıyla doludur. Türk-çeyle Rusçanın gramer yapıları değişik olduğu
için çevirimizde bu hataları belirtmeyi uygun bulduk. (E.Â.)
XX
Ama inadına uzadıkça uzuyordu dâva: Tanıkların ayrı ayrı sorguya çekilmesinden, bilirkişinin
dinlenmesinden, savcı yardımcısıyla savunma avukatlarının pek önemliymiş gibi kurularak sordukları
gereksiz bir sürü sorudan sonra başkan jüri üyelerini eldeki maddî delilleri incelemeye buyur etti. Bunlar
son derece kalın bir işaret parmağına takıldığı belli, pırlanta taşlı çok büyük bir yüzükle, zehirin incelendiği
cam tüptü. İkisi de etiketlenmiş, namuralanmıştı.
Jüri üyeleri bu delileri incelemeye hazırlanıyordu ki, savcı yardımcısı gene hafifçe doğruldu yerinden,
delillerin incelenmesinden önce adlî tıbbın cesetle ilgili raporunun okunmasını önerdi.
İşi bir an önce bitirip isviçrelisine yetişmek için elinden geldiğince acele eden başkan, bu kâğıdın
okunmasının can sıkmaktan, bir de yemek zamanı geciktirmekten başka bir şeye yaramayacağını, savcı
yardımcısının bunu sırf, böyle bir şeyi istemeye hakkı olduğu için istediğini çok iyi bildiği halde, gene de
reddedemedi bu isteği, kabul etti. Sekreter kâğıdı aldı, gene r lerle l leri birbirine karıştırarak o hüzünlü
sesiyle okumaya başladı.
— Dış görünüşteki durum:
1) Ferapont Smelkof'un boyu bir doksan altıdır. Tüccar, Mehlüdof'un kulağına eğilip endişeli,
— Aslan gibiymiş, diye fısıldadı.
— 2) Dış görünüşten kırk yaşlarında olabileceği anlaşılmıştır.
3)
Ceset şişmiştir.
4)
Beden, her yerde yeşilimtraktır, yer yer koyu lekeler kaplıdır.
5)
Deride irili ufaklı sivilceler vardır, bazı yerlerde soyulmuştur, parça parça sarkmaktadır.
6)
Saçlar koyu kahverengi, gürdür, ama dokununca kopmaktadırlar deriden.88
7) Gözler yuvalarından dışarı fırlamıştır, gözün akı koyu-laşmıştır.
8} Burun deliklerinden, iki kulaktan, ağızdan koyu, köpüklü sarı bir sıvı akmıştır.
9) Yüzle göğüsün şişmesi nedeniyle boyun kaybolmuştur arada.
v.b., v.b...
Kentte felekten bir gün çalmak isteyen iri yarı, şişman tüccarın bir de şişmiş, bozulmaya yüz tutmuş,
korkunç cesedinin incelenmesinden anlaşılanlar dört sayfa tutan yirmi yedi noktada verilmişti. Bunlar
okunurken Nehlüdof un içindeki tiksinti daha da çoğaldı. Katyuşa'nın yaşayış!, burun deliklerinden akan
sarı, koyu sıvı, yuvalarından fırlamış gözler, Katyuşa'ya karşı davranışı... bütün bunların tek nedeninin
kendi olduğunu sanıyordu. Başka bir şey düşünemiyordu. Dış görünüş raporu okunduktan sonra başkan,
artık bittiği umuduyla derin bir soluk alarak kaldırdı başını. Ama sekreter peşinden, iç incelemenin
raporunu okumaya başlamıştı hemen.
Başkan gene önüne eğdi başını, elini başına destek ederek kapadı gözlerini. Nehlüdof'un yanında oturan
tüccar uyumamak için zor tutuyordu kendini, hatta arada bir başı önüne düşüyordu. Sanıklar, arkalarındaki
jandarmalar gibi kıpırdamadan duruyorlardı.
— iç incelemedeki durum:
1)
Başımderisi kafatası kemiklerinden kolaylıkla ayrılmaktadır, vurmakla olmuş kan birikmesine
rastlanmamıştır.
2)
Kafatası kemiklerinde bir olağanüstülük yoktur, hepsi tamamdır.
3)
Beyin zarı üzerinde çapları yaklaşık olarak onar santim olan iki kırmızı leke vardır, zarın kendisi
beyazla sarı arası bir renktedir.
V.b., v.b. on üç nokta sıralanmıştı.
En altta da incelemeye katılanların adlarıyla imzaları vardi. Sonra doktorun görüşü geliyordu: Doktor,
raporda da belirtildiği gibi, midede, barsaklarını bir bölümünde, böbreklerde görülen ba— 89 —
zı değişmelerin, Smelkof'un içkiyle midesine inen zehirin etkisiyle öldüğü ihtimalini kuvvetlendirdiğini
söylemekteydi. Midede, barsaklarda görülen değişikliklerden bunun ne zehiri olduğunu .söylemek zormuş.
Zehirin mideye içkiyle birlikte indiği de Smelkof'un midesinde çok içki bulunmasından anlaşılmış.
Bir ara ayılan tüccar gene fısıldamıştı burada Nehlüdof'un kulağına,
— Yaman içiyormuş kerata.
Bir saat okudu sekreter, ama savcı yardımcısı hâlâ yeterli bulmamıştı bunu. Rapor okunup bittikten sonra
başkan ona döndü,
— Öteki tutanağın okunması gereksiz bence, dedi,
Savcı yardımcısı yerinden bir dirseğinin üzerinde hafifçe doğrularak, bunu istemenin onun hakkı olduğunu,
bu hakkından vazgeçmeyeceğini, başkan tutanağın okunmasını kabul etmezse itirazda bulunacağını açık
seçik belirten bir ses tonuyla, başkana bakmadan sert,
— Okunmasını rica edecektim, dedi.
Midesi sancıyan, geniş sakallı, içten bakışlı mahkeme üyesi —çok halsiz düştüğünü hissediyordu—
başkana döndü.
— Ne diye okunsun? dedi. Boşuna uzatıyoruz. Bir şeye yaramayacak olduktan sonra...
Altın çerçeveli gözlük kullanan üye dalgın dalgın önüne bakıyordu; karısından da hayattan da iyi bir şey
beklediği yoktu. Tutanağın okunmasına başlandı.
— 188x yılının 15 şubat günü adlî tıpça görevlendirilerek, aşağıda imzası olan ben — salonda
bulunanların uykusunu dağıtmak istiyor gibi sesini yükseltmişti sekreter — 638 kayıt numarasıyla bize
gönderilen aşağıdaki organ parçalarını tıp denetimcisinin yardımcısı yanında inceledim:
1)
Sağ akciğer ve yürek (üç
litrelik cam bir
kavanoz
Mideden çıkanlar (üç litrelik cam bir kavanoz içinde). Mide (üç litrelik cam bir kavanoz içinde). Karaciğer,
dalak, böbrekler (bir buçuk litrelik cam bir
kavanoz içinde).— 90 —
5)
Barsaklar (üç litrelik cam bir kavanoz içinde). Başkan bu arada önce bir yanındaki, sonra öte
yanındaki
üyeye eğilerek bir şeyler fısıldamış, olumlu cevaplar aldıktan
sonra sekreterin okumasını burada kesmişti.
— Mahkeme heyetimiz tutanağın okunmasını gereksiz buluyor.
Sekreter sustu, kâğıtları toplamaya koyuldu, savcı yardımcısı öfkeli öfkeli bir şeyler yazıyordu önündeki
kâğıda. Başkan,
- Sayın jüri üyeleri eldeki delilleri görebilirler, dedi. Jüri sözcüsüyle birkaç
üye daha kalktılar,
sıkılganlıktan,
kollarını ne yapacaklarını bilemeden masaya yaklaştılar, sırayla yüzüğü, tüpü, incelemeye başladılar.
Tüccar parmağına biie ölçtü yüzüğü.
Yerine dönüp oturunca,
- Amma da parmak varmış adamda, dedi. Zehirlenerek öldürülen tüccarı gözünde büyütmekten
hoşlandığı belliydi.
— İnsan azmanıymış galiba herif, diye devam etti.
XX!
Delillerin incelenmesinden sonra soruşturmanın sona erdiğini bildirdi başkan; bir an önce buradan
kurtulmak amacıyla, ara vermeden sözü savcıya verdi; — bir insan olarak onun da sigara içmek, yemek
yemek isteyeceği salondakilere acıyacağı için konuşmasını kısa keseceği umuduyla yapmıştı bunu. —
Ama savcı yardımcısının kendine de onlara da acıdığı yoktu. Doğuştan son derece aptal bir insandı.
Üstelik, liseyi altın madalyayla bitirmek, üniversitede de Roma hukuku üzerine hazırladığı teziyle armağan
kazanmak mutsuzluğuna uğramıştı; bu yüzden, aşırı derecede mağrurdu, çok beğenirdi kendini (kadınlar
konusunda başarılan da desteklerdi bunu); bütün bunların sonucu da son derece aptaldı. Söz kendisine
verilince, işlemelerle süslü cüppesi içinde bedeninin inceliğini belli ederek ağır ağır aya— 91 —
ğa kalktı, ellerini önündeki bölmenin üzerine koydu, başını hafifçe yana eğip, sanıklara bakmaya çalışarak,
salonu baştan sona şöyle bir gözden geçirdi.
Raporlarla tutanağın okunması sırasında hazırladığı konuşmasına,
— Sayın jüri üyeleri, diye başladı, sizlere sunulan dâva, deyim yerindeyse, değişik özellikleri olan bir
cinayet olayıyla ilgilidir.
Savcı yardımcısı bu konuşmasının, ünlü birtakım avukatla-nnki gibi toplumsal bir önemi olması gerektiği
kanısındaydı. Gerçi dinleyici diye — biri dikişçi, biri aşçı, biri de Simon'un kızkardeşi — olmak üzere üç
kadınla bir de arabacıdan başka kimsecikler yoktu salonda ya, ne önemi vardı bunun?... Üne kavuşmuş
avukatlar da böyle başlamışlardı işe. Savcı yardımcısının prensibi olayları daima en can alıcı yerinden
yakalamaktı, yani suçun ruhsal yönünün en derin noktasına kadar inmek, toplumun aksak yanlarını ortaya
dökmek, — Sayın jüri üyeleri, yüzyılımızın sonlarında kendini gösteren toplumsal bozuluşumuzun özelliklerini
yansıtan, son derece değişik bir suçla karşıkarşıyasınız...
Savcı yardımcısı bir yandan hazırladığı güzel, akıllıca şeyleri hatırlamaya çalışarak, bir yandan da — asıl
önemli olanı buydu —• bir an duraklamamaya, sözlerine akıcılık vermeye, konuşmasını bir saat on beş
dakika sürdürmeye çalışarak, uzun uzun konuştu. Yalnız bir kere durdu, uzun süre. yutkundu, ama
toparladı kendini sonunda, parlak sözlerle örttü bu duraksamasını. Kâh ağırlığını bir ayağının bir öbür
ayağının üzerine verip jüri üyelerine bakarak kibar, yılışık bir tavırla konuşuyor, kâh defterine bakarak
ağırbaşlı, işini bilir bir tavır takınıyor, kâh bir dinleyicilere, bir jüri üyelerine dönerek yükseltiyordu sesini.
Yalnız sanıklara bir kere bakmamıştı; oysa onlar gözlerini ayırmıyorlardı ondan.
Savcı yardımcısının konuşmasında o günlerde yayılmaya başlamış, toplumumuzca hâlâ da bilimsel
sağduyunun son sözü olarak benimsenen her şey vardı. Kişinin anne babasının birtakım özellikleriyle
dünyaya geldiği de, doğuştan kötü yaradılışlıolabileceği de, Lombrozo da, Tard da, gelişin de varolma
savaşı da, hipnotizma da, telkin de, Şarko da, bireycilik de.
Savcı yardımcısına göre Smelkof güçlü, tertemiz Rus yaradılışının bir temsilcisiydi; temiz yürekliliğinin,
herkesi kendi gibi güvenilir, dürüst sanrasının sonucu kötü insanların kurbanı olmuştu.
Simon Kartinkin, toprağa bağlı köleler yasasının ürünü ka-racahil, kendine göre inançları, hatta dini
olmayan bir zavallıydı. Yevfimiya da sevgilisiydi onun, doğup büyüdüğü çevrenin kurbanı bir kadın.
Bozulmuşluğun, kişisel dejenerasyon un bütün nitelikleri görülebilirdi onda. Cinayetin asıl itici gücü —
savcı yardımcısının kanısına göre — aşağılık, kendi çıkarından başka hiç bir şeyi önemsemeyen
Maslova'ydi.
— Bu kadın -—Maslova'ya
bakmadan konuşuyordu
savcı yardımcısı-— az çok okumuştur;
patronunun söylediklerini dinledik burada. Yalnız okuma yazması yoktur, Fransızca da bilir; babası belli
değildir, suçluluk tohumlan doğuştan olabilir içinde. Soylu bir ailenin yanında yetiştirildi, dürüst bir hayat
sürebilirdi; ama ne yaptı? Velinimetlerini bırakıp kaçtı, bedensel tutkularına kaptırdı kendini, bu tutkuları
tatmin etmek için genel eve girdi. Orada bilgisiyle, görgüsüyle hemen sivrilmiştir öteki kızlar arasında.
Hatta, sizlerin de demin burada dinlediğiniz gibi, sayın jüri üyeleri, günümüzde bilimin, özellikle Şarko
okulunun incelediği telkin denilen şu esrarlı yolla konuklar üzerinde çok etkili olduğu için patronunu bile
avucunun içine almıştır. Temiz yürekli, herkese güvenen, aslan gibi Smelkofu, zengin konuğu da aynı
yolla etkiliyor, dostluğunu, güvenini kazanıyor; adamcağızı soymak, sonra da hiç acımadan canına kıymak
için kullanıyor bu güveni.
Başkan sert yüzlü mahkeme üyesine doğru eğilerek,
— Konuyu biraz fazla dağıtmadı mı? dedi. Sert yüzlü üye,
— Amma da gevezeymîş! diye fısıldadı.
Bu arada savcı yardımcısı ince bedeniyle zarif hareketler yaparak devam ediyordu:
~ 93 —
— Sayın jüri üyeleri, bu üç kişinin kaderi sizlerin elindedir; öte yandan, vereceğiniz kararla gidişine yön
vereceğiniz toplumun kaderi de sizlerin elindedir. Bu cinayetin anlamının derinliklerine giriniz; Maslova
gibi, nasıl söylemeli, toplumdan kopmuş bu hasta kişilerin toplum için ne denli tehlikeli olabileceğini enine
boyuna düşünün; bu zararlı mikroplardan kurtarın toplumu, hastalığın sağlam yanlara da sıçramasına,
daha doğrusu toplumun mahvolmasına engel olun.
Savcı yardımcısı verilecek kararın büyük öneminin ağırlığı altında ezilmiş gibi çöktü sandalyesine.
Konuşmasını pek beğendiği yüzünden belliydi.
Süslü sözleri bir yana bırakırsak konuşmasının özü şuydu: Maslova tüccarın güvenini kazanarak hipnotize
etmişti onu, elinde anahtarla otele para almaya geldiğinde bütün parayı kendine almak niyetindeydi, ama
Simon'İa Yevfimiya'ya yakalanınca parayı onlarla paylaşmak zorunda kalmıştı. Sonra da, hırsızlığı
anlaşılmasın diye tüccarla gene gelmişti otele, zehirlemişti onu.
Savcı yardımcısının konuşması bittikten sonra sandalyesinde oturan fraklı, geniş beyaz yakalığı kolalı,
orta yaşlı avukat kalktı ayağa; Kartinkin'le Boçkova'yı heyecanla savundu. Kartinkin'le Boçkova üç yüz
rubleye tutmuşlardı onu. İkisinin suçsuz olduğunu söyledi, bütün suçu Maslova'ya yükledi.
Maslova'nın parayı alırken Boçkova'yla Kartinkin'in de yanında oldukları iddiasını, tüccarı zehirlediği kesin
olduğu için sanığın sözlerinin bir önemi olamayacağını söyleyerek reddetti.
— İki bin beş yüz rubleyi, diyordu avukat, bazan müşterilerden günde beş altı ruble bahşiş alan iki
çalışkan, dürüst koridor hizmetçisi pekâlâ biriktirmiş olabilir. Maslova parayı çalmış, saklaması için götürüp
birisine vermiş belki de kaybetmiştir; aklı başında değildi çünkü, Tüccarı zehirleyen Maslova'dır,
Bu yüzden jüri üyelerinden Kartinkin'le Boçkova'yi paranın çalınması olayında suçsuz bulmalarını; bulsalar
bile hiç değilse tüccarın zehirlenmesi olayına katılmadıklarını, böyle bir niyet-]eri olmadığını kabul
etmelerini diliyordu.
Avukat konuşmasının sonunda savcı yardımcısına dönerek:
- Sayın savcı yardımcısı, irsiyet üzerine pek parlak sözler— 94 —
ettiler, dedi, gerçi bilimsel yanları vardı dediklerinin, ama burada yersizdiler, çünkü Boçkova'nın anasının
da babasının da kim oldukları bilinmiyor.
Savcı yardımcısı öfkeyle bir şeyler yazdı önündeki kâğıda, küçümser bir tavırla omuz silkti.
Sonra Maslova'nın savunma avukatı kalktı ayağa, ürkek ürkek, kekeliyerek yaptı savunmasını.
Maslova'nın parayı çalma olayına katıldığını reddetmeden, onun içkiye ilâcı koyarken bunun zehir
olduğunu bilmediğinden, Smelkof'u öldürmek gibi bir niyeti bulunmadığından, tüccara uyuması için uyku
ilâcı verdiğini sandığında ısrar etti. Maslova bu yola düşüren erkekten, bu büyük suçu işleyen günahkârın
cezasız kaldığından söz ederek konuşmasına heyecanlı, parlak bir hava vermek istedi, ama beceremedi
bunu; öyle ki, salondakiler acıdılar ona. Erkeklerin kalpsizlikleri, kadınların güçsüzlükleri üzerine
anlaşılmaz şeyler gevelemeye başlayınca başkan, adamcağızın durumunu kurtarmasına yardım etmek
amacıyla, dâva konusundan ayrılmamasını söyledi ona.
Sonra gene savcı yardımcısı kalktı birinci avukatın irsiyet üzerine söylediklerine karşı kendi söylediklerini
savunmakla başladı konuşmasına. Boçkova'nın anası babası bilinmese bile bunun irsiyet üzerine
söylenenleri çürütmekten uzak olduğunu söyledi. Çünkü bilim irsiyet yasasını öylesine kesin kanıtlamıştır
ki, biz irsiyetten cinayeti değil, cinayetten irsiyetin çeşidini çıkarabiliriz ancak. Maslova'nın avukatına cevap
verirken:
— Sanığı kötü yola düşüren
hayali (bu hayali
sözcüğünü üzerine basa basa, küçümseyerek
söylemişti) günahkâra gelince, eldeki deliller asıl onun, elinden geçen bir çok zavallıyı kurban ettiğini
göstermektedir, dedi.
Sonra da zafer kazanmış bir komutan tavrıyla yerine oturdu.
Savcı yardımcısı konuşmasını bitirip oturunca sanıkların kendilerini savunmasına geçildi.
Yevfimiya Boçkova hiç bir şey bilmediğini, hiç bir şeye karışmadığını tekrarladı, ısrarla Maslova'nın suçlu
olduğunu söyledi. Sirnon birkaç kere aynı şeyi tekrarlayıp oturdu:
— Sîz bilirsiniz, suçsuzum ben, bir şey yapmadım.
— 95 —
Maslova hiç bir şey söylemedi. Başkanın, kendini savunmak için söylemek istediği bazı şeyler varsa
konuşmasını söy-iemesi üzerine yalnızca başını kaldırdı, kudurmuş yabani bir hayvan gibi salonda
gezdirdi bakışlarını, sonra birden başını önüne eğdi gene, yüksek sesle hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Nehlüdofun yanında oturan tüccar, onun ansızın çıkardıği acayip sesi duyunca, - - hüngür hüngür
ağlamaya başlamamak için tutulmuş ilk hıçkırığın sesiydi bu, —
— Bir şey mi oldu size? dedi.
Nehlüdof durumunu hâlâ anlayabilmiş değildi; içinden gelen zor tuttuğu hıçkırıklarım, gözlerinden boşaldı
boşalacak olan gözyaşlarını sinirlerinin zayıf düşmesine veriyordu. Gözyaşlarını saklamak için
pince-nez'ini taktı, sonra mendilini çıkarıp burnunu sildi.
Burada, salonda bulunanlar onun Maslova'ya yaptığını öğrenirlerse düşeceği yüz kızartıcı durumun
korkusu ruhunda olup bitenleri bastırıyordu şimdilik. Bu korku ilk anlarda her şeyden güçlüydü.
XXII
Sanıkların son ifadeleri dinlendikten sonra jürinin, sorgunun nasıl yapılacağı üzerinde uzun uzun tartışarak
karara varmalarından sonra sorular soruldu, ardından da jüri başkanı söz aldı.
Dâvaya geçmeden önce jüri üyelerine rahat bir tavırla soygunculuğun soygunculuk, hırsızlığın da hırsızlık
olduğunu uzun uzun anlattı. Kilitli bir yerden bir şey çalmanın, kilitli bir yerden bir şey çalmak, açık bir
yerden bir şey çalmanın da açık bir yerden bir şey çalmak olduğunu söyledi... Bunları anlatırken sık sık
Nehlüdof'a bakıyordu. Bu önemli konuyu, sonra arkadaşlarına açıklar umuduyla özellikle ona anlatmaya
çalışıyordu sanki. Jüri üyelerinin bu gerçeği yeterince anladıkları kanısına varınca, başka bir gerçeğe gitti:
Cinayet diye bir insanın ölümüyle sonuçlanan eyleme dendiğini, birisini zehirleyerek öldürmenin de bu
yüzden cinayet olduğunu söyledi; jüri üyeleri bu gerçeği de— 96 —
—onun görüşüne göre— anlayınca, hırsızlıkla cinayetin beraberce işlenmiş olmaları durumunda suçun
hırsızlıkla cinayet olduğunu anlattı onlara.
Bir an önce buradan kurtulmak istediği, İsviçreli otelde onu beklediği halde, görevine öylesine alışmıştı ki,
bir kere konuşmaya başladıktan sonra tutamıyordu artık kendini, susamıyordu. Jüri üyelerine sanıkları
suçlu bulurlarsa suçlu olduklarını söylemeye; suçsuz bulurlarsa suçsuz olduklarını söylemeye yetkileri
olduğunu anlattı. Bir konuda suçlu, ötekinde suçsuz bulurlarsa bu kere, bir konuda suçlu, ötekinde suçsuz
olduklarını da söyleyebileceklerdi. Daha sonra, bu yetkilerini kullanırken mantık çizgisinden dışarı
çıkmamak zorunda olduklarını açıkladı. Ayrıca, kendilerine sorulan soruya olumlu cevap verirlerse, bunun,
o sorunun kapsadığı her şeyi şöyle kabul ettikleri anlamına geleceği, sorudaki her şeyin öyle olmadığı
kanısındaysalar bunu belirtmeleri gerektiği üzerinde durmak istiyordu ki, saatine bakıp, saatin iki elli beş
olduğunu görünce dâva konusu olaya geçmeye karar verdi.
— Dâvamızın konusu olan olay, diye başladı.
Savunma avukatlarının, savcı yardımcısının, tanıkların birkaç kere anlattığı şeyi bir kere de o anlattı.
Başkan durmadan konuşuyordu; iki yanındaki mahkeme üyeleri de arada bir saatlerine bakarak
dinliyorlardı onu. Konuşmasını çok güzel, yani tam gerektiği gibi, ama biraz uzun buluyorlardı. Salondaki
görevli görevsiz herkes gibi savcı yardımcısı da aynı düşüncedeydi. Söyleyeceklerini söylemişti başkan.
Başka bir şey kalmamıştı artık. Ama konuşma hakkından ayrılamıyordu bir türlü başkan; — ses tonundaki
o inandırıcılık, etki hoşuna giderdi pek -- sonunda biraz da jüri üyelerine verilen yetkinin öneminden, bu
yetkilerini ne denli dikkatle, titiz kullanmaları, onu kötüye kullanmamaları gerektiğinden, yemin
ettiklerinden, şu anda toplumun vicdanı görevini yaptıklarından, görüşmelerini yapacakları odanın sırrının
kutsal olduğundan v.b, v.b. söz etmek istedi canı.
Başkan konuşmaya başlayınca Maslova, bir sözcüğünü ka— 97 —
çırmaktan korkuyor gibi gözlerini ona dikmiş, öyle dinliyordu. Bu yüzden Nehlüdof, onunla göz göze
gelmek tehlikesinden uzak, hep ona bakmıştı. İnsanın içinde, uzun yıllar görmediği bir sev-diğiyle
karşılaşınca önce aradan geçen yılların onda yarattığı değişiklikleri bîr an yadırgayıp, biraz sonra
karşısındakinin yüzünde başka hiç kimsede görülemeyecek o ruhsal kişiliğin ifadesini görünce oluşan o
değişim Nehlüdof'un içinde de başlamıştı.
Evet, ceza evi giysisine, kalınlaşan bedene, büyümüş göğüslere rağmen; yüzün yassılaşmış alt bölümüne,
alındaki kırışıklıklara, şişmiş gözlere rağmen oydu bu; kutsal pazar günü kilisenin avlusunda sevgi, hayat
dolu, sevinçten içleri güler gözleriyle aşağıdan yukarı sevdiği insanın yüzüne bakan Katyuşa...
Ne tuhaf bir rastlantı! On yıl hiç bir yerde görmemişken birden görevli olduğum bir dâvada sanık olarak
çıkıyor karşıma! Sonu neye varacak bunun acaba? Ah, ne olacaksa bir an önce olsa, bir an önce!
İçinde yavaş yavaş filizlenen pişmanlık duygusuna boyun eğmiyordu henüz. Bir zaman sonra unutulup
gidecek, hayatının akışını etkilemeyecek, bozmayacak bir raslantı olarak görüyordu bu olayı. Odada
kabahat yaptı diye sahibinin, ensesinden yakalayıp burnunu yaptığı şeye soktuğu küçük bir köpeğin
durumunda hissediyordu kendini. Köpekcik cıyaklıyor, yaptığı yaramazlığın sonuçlarından kaçıp elinden
geldiğince uzaklara gitmek, onu unutmak için geri geri çekiliyor; ama acımaz, kati yürekli sahibi bırakmıyor
onu gitsin. Nehlüdof da yaptığının ne iğrenç bir şey olduğunu hissediyordu, ama yaptığının anlamından
habersizdi hâlâ, sahibinin olduğunu da kabul etmiyordu. Karşısındaki dâvanın onun dâvası olduğuna
inanmak istemiyordu bir türlü. Gelgelelim, görünmeyen güçlü bir el yakalamıştı onu, bu elden kurtuluşunun
olmadığını hissediyordu. Hâlâ umutsuzluğa düşmüyor; her zamanki alışkanlığıyla, ayak ayak üstüne
atmış, kendine güven dolu bir tavırla ön sırada baştan ikinci sandalye o!an yerinde oturuyor, çevresini
umursamaz bir dalgınlık içinde
Diriliş — F: 798
99 —
elindeki pince-nez'iyle oynuyordu. Yalnızca bu davranışının değil; boş, çirkin, kötü zevklerle dolu, çılgın
yaşayışının da bayağılığını, değersizliğini hissediyordu ruhunun derinliklerinde. Suçunu, son zamanlardaki
yaşayışını ondan tuhaf bir mucize göstererek saklayan o korkunç perde sallanmaya başlamıştı, arada bir
görüyordu arkasını.
XXIII
Sonunda bitirdi konuşmasını başkan, soru kâğıdını göze hoş görünen bir biçimde kaldırdı, yanına gelen
jüri sözcüsüne verdi. Jüri üyeleri salondan ayrılabileceklerine sevinerek kalktılar, gene kollarını ne
yapacaklarını bilemeden -- bir şeyden utanıyorlardı sanki — birbiri arkasından görüşme odasına geçtiler.
Onlar içeri girip kapıyı kapar kapamaz bir jandarma gelip durdu bu kapının önünde, kılıcını kınından
çıkarıp omzuna koydu. Yargıçlar kalkıp çıktılar. Sanıkları da çıkardılar.
Görüşme odasına girince jüri üyelerinin ilk işi birer sigara çıkarıp yakmak oldu gene. Salonda
sandalyelerinde otururken her birinin az ya da çok sezinledikleri durumlarının yapmacıklığı, yalancılığı
buraya girince geçmişti birden. Sigaralarını tüttürerek serbestçe oturdular, heyecanlı bir konuşma başladı
aralarında.
İyi yürekli tüccar,
— Kız masum, diye başladı, ne söyleyeceğini şaşırdı zavallı, hakkını vermek gerek.
Sözcü,
— Bunu görüşeceğiz, dedi. Kişisel duygularımızın etkisi altında kalmamalıyız.
Albay atıldı:
— Başkanın konuşması güzeldi.
— Öyle, güzeldi! Az kaldı horlamaya başlayacaktım. Yahudiye benzeyen satıcı,
— Önemli olan şu nokta, dedi, Maslova onlarla ortak olmasaydı, hizmetçilerin paradan haberleri
olamazdı.
Üyelerden biri,
— Ne dersiniz? diye sordu, sizce Maslova mı çaldı parayı? iyi yürekli tüccar,
— Dünyada inanamam böyle bir şeye! diye yükseltti sesini. O şeytan suratlı karının marifetidir bu iş.
— Hepiniz doğru söylüyorsunuz, dedi albay.
- Peki ama odaya hiç girmediğini söylüyor. •— İnanmayın. Tanrı birdir dediğine inanmam ben o
sürtüğün.
Sözcü girdi araya:
— Sizin inanmamanız yetmez ki.
— Anahtar Maslova'daydı. Tüccar itiraz etti:
— Ne çıkar bundan?
— Ya yüzük?
Tüccar gene yükseltti sesini:
— Söyledi ya kız, tüccar vermiş onu ona. Sarhoş olduğu için vurmuş ona, sonra da acımış besbelli.
Ağlamasın diye vermiştir. Duydunuz siz de, bir doksan boyunda, yüz otuz kiloluk bir adammış...
Piyotr Gerasimoviç kesti tüccarın sözünü:
— Asıl konumuz bu değildir. Hırsızlıkla cinayeti Maslova mı plânlayıp gerçekleştirmiştir, hizmetçiler
mi? bunu konuşmalıyız.
— Hizmetçiler yalnız başına yapmış olamazlar. Anahtar Maslova'daydı.
Uzun süre devam etti bu düzensiz konuşma. Sözcü sonunda:
— Baylar, dedi, lütfen masaya oturup görüşelim konuyu. Başkan yerine otururken devam etti:
— Buyurunuz. Satıcı:
— Bu kızlar ne rezîldir bilemezsiniz, dedi.
Sözlerinin doğruluğunu, asıl suçlunun Maslova olduğunu göstermek için de böyle bir kızın bulvarda bir
arkadaşının saatini nasıl yürüttüğünü anlattı.— 100 —
Albay bu konuda daha da ilginç bir hırsızlık olayı, altın bir semaverin nasıl iç edildiğini anlattı. Sözcü
kalemiyle masaya vurarak:
— Baylar, dedi, lütfen sorulara geçelim. Herkes sustu. Sorular şöyleydi:
1)
17 ocak 188x günü paras'ını çalmak amacıyla öldürülen tüccar Smelkof'un konyağına konan zehirle
öldürülmesinde, sonra iki bin beş yüz ruble kadar parasıyla pırlanta yüzüğünün çalınmasında
Krapivenski bölgesi, Borkof köylülerinden otuz üç yaşındaki Simon Petrof Kartinkin suçlu mudur?
2)
Birinci
soruda
anlatılan
cinayette
kırk üç
yaşındaki kentli Yevfimiya Boçkova suçlu
mudur?
3)
Sanık Yevfimiya Boçkova birinci soruda belirtilen olayda suçlu değiise, acaba 17 ocak 188x günü, N
kentinde çalıştığı Mavri tanıya otelinde kalan tüccar Smelkof'un odasındaki kilitli valizinden iki bin beş yüz
rublesinin çalınmasında suçlu mudur?
Sözcü birinci soruyu okuduktan sonra:
— Evet, baylar? diye sordu.
Bu soruya hemen cevap verildi. Onun zehirleme olayında da hırsızlıkla da suçlu olduğu görüşünde herkes
birleşmişti. Evet, suçludur. Bütün sorulara suçsuzdur, diye cevap veren yaşlı bir kooperatifçi suçsuz
bulmuştu Kartinkin'i yalnızca.
Sözcü, yaşlı adamın anlayamadığını düşünerek, herkesin Kartinkin'le Boçkova'nın suçlu olduğu inancında
olduğunu anlattı ona, ama kooperatifçi anlıyorum, dedi, acımalıyız bu zavallılara, biz de hepten günahsız
değiliz ki hem. Düşüncesini değiştirmedi.
Boçkova'yla ilgili ikinci soruya uzun konuşmalardan; açıklamalardan sonra, avukatının da üzerinde
durduğu gibi, onun zehirleme olayına katıldığını gösteren açık deliller bulunmadığı için suçsuzdur cevabı
verildi.
Maslova'yı temize çıkarmaya çalışan tüccar asıl suçlunun Boçkova olduğunda diretti. Üyelerin çoğu da
ondan yanaydı; ama yasalara sıkı sıkıya bağlı olmak isteyen sözcü, Boçkova'nın
— 101 —
zehirleme olayına katıldığını gösteren hiç bir delilin bulunmadığını söylüyordu. Uzun tartışmalardan sonra
sözcünün düşüncesi baskın çıktı.
Boçkova'yla ilgili dördüncü soruya doğrudan Evet, suçludur cevabını vermediler; kooperatifçinin
ısrarıyla ayrıca şöy-. le eklediler: Ama bir ölçüde hoş görülmelidir.
Maslova üzerine sorulan üçüncü soruysa heyecanlı tartışmalara neden oldu. Sözcü, Maslova'nın cinayette
de hırsızlıkta da suçlu olduğunda diretiyor, tüccar kabul etmiyordu bunu. Albay, satıcı, kooperatifçi de
ondan yanaydı; geri kalanlar kararsız gibiydiler. Ama sözcünün görüşü yavaş yavaş kuvvet kazanmaya
başlamıştı; çünkü üyelerin hepsi yorulmuştu artık, buradan kurtulmak için tartışmaların bir an önce
bitmesini istiyorlar, bu yüzden de, sonunda herkesin kabul etmek zorunda kalacağını sandıklan yana
geçiyorlardı.
Duruşmadaki konuşmalardan, Maslova'nın hallerinden onun hırsızlıkla da, cinayetle de ilgisi olmadığı
kanısına varmıştı Neh-lüdof; başlangıçta jüri üyelerinin de bu karara varacaklarına inanıyordu. Ama
Maslova'dan bir kadın olarak hoşlanan tüccarın —bunu saklamıyordu zaten— beceriksizce
savunmasından, sözcünün bu düşünceye karşı durmasından, daha önemlisi de üyelerin artık yorulmaları
sonucu kararın yavaş yavaş Maslova'-nın aleyhine kaymakta olduğunu görünce buna karşı koymak istedi
Nehlüdof, ne var ki Maslova'dan söz etmekten korkuyordu, onunla olan ilişkisini hemen öğrenecekler
sanıyordu. Öte yandan, bu gidişe göz yumamayacağını, karşı durmak zorunda olduğunu da hissediyordu.
Renkten renge giriyordu oturduğu yerde; tam ağzını açmaya hazırlanıyordu ki, konuşmaların başından
beri söze hiç karışmayan Pyotr Gerasimoviç —besbelli sözcünün konuşurkenki tavırları canını sıktığı
için— birden itiraz etmeye başladı ona; Nehlüdof'un söylemek istediklerini söylüyordu.
— Bir dakika müsaade edin, anahtar Maslova'da olduğu için parayı onun çaldığını söylüyorsunuz.
Arkasından koridor hizmetçileri başka bir anahtarla açmış olamazlar mı valizi acaba?
Tüccar başını salladı:— 102 —
— Öyle ya, pekâlâ olabilir,
— Maslova alamazdı parayı, parayı saklayacak yeri yoktu
çünkü.
— Ben de bunu anlatmak istiyorum işte, diye doğruladı
tüccar,
— Daha akla yakın olanı, Maslova valizi açınca parayı gören hizmetçilerin, ellerine geçen fırsattan
yararlanmış, sonra da suçu onun üzerine yıkmış olmalarıdır.
Pek sinirli konuşuyordu Pyotr Gerasimoviç. Onun siniri sözcüye de geçti, bu yüzden karşıt düşüncesini
daha da inatla savunmaya başladı. Ama Pyotr Gerasimoviç'în konuşması öylesine inandırıcıydı ki, biraz
sonra üyelerin çoğu onun yanına geçmişti; Maslova'nın hırsızlık olayıyla ilgisi bulunmadığım, yüzüğü de
ona tüccarın armağan ettiğini söylüyorlardı şimdi. Zehirleme olayına Maslova'nın katılıp katılmadığı
konusuna gelince, onun heyecanlı savunucusu tüccar, Maslova'nın suçsuz olduğunu kabul etmelerinin
gerektiğini, çünkü tüccarı zehirlemesi için ortada hiç bir neden bulunmadığını söyledi. Sözcüyse, tozu
içkiye döktüğünü itiraf ettiğine göre, Maslova'yı suçsuz kabul edemeyecekleri görüşünü savunuyordu.
— Dökmesine döktü ama, uyku ilâcı sanıyordu bunu, dedi
tüccar.
Boşluk yakalamaktan pek
hoşlanan albay karıştı
hemen
söze:
— Uyku ilâcıyla da öldürebilirdi onu ama.
Sonra, kayınının karısının uyku ilâcından zehirlendiğini, doktor yakında olmasaydı, gerekli tedbirleri
zamanında almasalar-dı yüzde yüz öleceğini uzun uzun anlattı. Öylesine inandırıcı, ağırbaşlı, .kendine
güvenle konuşuyordu ki, hiç kimse, içinden gelip, sözünü kesemiyordu. Heyecanlanan satıcı, kendi olayını
anlatmak için kesti sözünü yalnız.
— Bazslarıysa öyle alışıyorlar ki, diye başladı, bir alışta kırk hap birden içebiliyorlar; bir akrabam
var...
Ama albay sözünün kesilmesine izin vermedi, uyku ilâcının kayınının kansındakj etkisinin sonuçlarını
anlatmaya devam etti. Üyelerden biri karıştı söze:
— 103 —
— Saat dört oldu baylar. • Sözcü:
- Bu durumda baylar, dedi, hırsızlıkla ilişkisi bulunmadığı, bir şey çalmadığı halde suçlu kabul ediyoruz.
Öyle mi?
Söylediğinin kabul edilmesinden hoşlanan Pyotr Gerasimoviç:
—• Evet, dedi.
Tüccar:
— Öyle ama bir ölçüde hoş görülmesi de gerekir, diye ekledi.
İtiraz eden olmadı. Yalnız kooperatifçi cevaba, Hayır, suçsuzdur, diye eklenmesini istiyordu.
— Hırsızlıkla ilişkisi bulunmadığını, bir şey çalmadığını demekle suçsuzdur demek aynı anlama gelir,
diye açıkladı ona sözcü.
Tüccar neşeyle:
- Hoş görülmesini istediğimize göre temize çıktı sayılır, dedi.
Hepsi öylesine yorulmuş, tartışmalardan öylesine bitkin düşmüşlerdi ki, hiç bîri cevaba evet, ama tüccarı
öldürmek de istemişti diye eklemeyi akıl edememişti.
Nehlüdof da bunu farkedemeyecek kadar heyecanlıydı. Cevaplar böylece kâğıda geçirildikten sonra
salona girildi.
Rable bir yargıcın, kendisine baş vuran iki kişinin dâvasına bakarken konuyla ilgili bütün yasaları sayıp
döktükten, yirmi sayfalık saçma sapan, Latince bir hukuk yazısını okuduktan sonra yanlara yazı mı tura mı
atmayı önerdiğini yazar: Yazıysa davacı, turaysa dâvâlı haklı sayılacaktır.
Burada da aynı durum vardı. Soruya başka bir cevap değil de, bu cevabın verilmesinin nedenleri vardı: Bir
kere hepsi böyle cevap verilmesini istemişti; iki, öylesine uzun konuşan başkan, duruşmalardaki
konuşmacılarında her zaman belirttiği şeyi bugün atlamış, özellikle jüri üyelerinin bu soruya cevap verirken
Evet, suçludur, ama tüccarı öldürmek istememiştir diyebileceklerini hatırlatmamıştı; üç, albay
kayınbiraderinin karısıJ— 104 —
nın hikâyesini çok uzatmıştı; dört, Nehlüdof heyecanından Mas-lova'nın öldürmek istemediğinin cevapta
olmadığını farketme-miş, hırsızlıkla ilişkisi bulunmadığının belirtilmesiyle Masio-va'nm temize çıkacağını
sanmıştı; beş, sözcü sorularla cevaplan yeni baştan okurken Pyotr Gerasimoviç odada yoktu, bir an dışarı
çıkmıştı; en önemli neden de hepsinin yorulması, bir an önce işi bitirmek istemeleri, bunun için de
tartışmaları sonuca bağlayabileceğini umdukları en güçlü karara hemen katılmalarıydı.
Jüri sözcüsü zili çaldı. Kapının dışında yalın kılıç bekleyen jandarma, kılıcını kınına koydu, yana çekildi.
Yargıçlar yerlerini aldılar, jüri üyeleri teker teker girdiler salona.
Sözcü, kâğıtları mağrur bir tavırla tutuyordu elinde. Başkanın yanına gitti, ona verdi onları. Başkan okudu
cevapları, kollarını iki yana açtı, —şaşırdığı belliydi— arkadaşlarına dönüp alçak sesle bir şeyler
konuşmaya başladı onlarla. Jürinin hır-sızlıkla ilgisi yoktur dediği halde cinayetle de ilgisi yoktur dememiş
olmasıydı başkanı şaşırtan. Jürinin kararından Mas-lova'nın hırsızlık etmediği, bir şey de çalmadığı, öte
yandan ortada hiç bir.neden yokken tüccarı öldürdüğü sonucu çıkıyordu.
Salondaki mahkeme üyesine:
— Bakın neler saçmalamışlar, dedi, kürek cezasına çarptırır onu bu karar, oysa suçsuz zavallı.
Sinirli mahkeme üyesi:
— Ne demek suçsuz? diye mırıldandı.
— Basbayağı suçsuz işte. Bence sekiz yüz on sekizinci maddeye girer bu. (818 nci madde, jürinin
suçlamasını haksız görürse mahkemeye bu karan bozmak yetkisi verir.)
Başkan sonra iyi yürekli olduğu yüzünden belli mahkeme üyesine döndü:
— Siz ne diyorsunuz?
,
İyi yürekli üye hemen cevap vermedi, önünde duran kâğıdın numarasına baktı. Rakamları toplayıp üçe
böldü, bölünmedi. Gene fal bakmıştı, çıkan sayı üçe bölünseydi başkanın söylediğini kabul edecekti; ama
bölünmediğine bakmadan, iyi yürekliliğinin etkisiyle olumlu cevap verdi gene.
— 105 —
— Bence de öyle, dedi, sekiz yüz on sekizinci maddeyi uygulamalıyız.
Başkan sinirli üyeye döndü:
— Ya siz? Beriki kesin:
— Hayır, dedi. Gazeteler, jürilerin katilleri temize çıkardıklarını yazıp duruyorlar her gün, bunu
bir de mahkemeler yaparsa ne derler sonra? Ben kabul edemem böyle bir şeyi.
Başkan saatine baktı.
— Yazık, ama elden ne gelir, dedi. Kâğıdı, okuması için jüri sözcüsüne verdi.
Herkes ayağa kalktı, sözcü bedeninin ağırlığını bir ayağından ötekine geçirdikten sonra gırtlağını
temizledi, sorularla cevapları okumaya başladı. Bütün görevliler —sekreter, avukatlar, savcı yardımcısı
bile— şaşırdıklarını saklamadılar.
Sanıklar öyle oturuyorlardı yerlerinde, cevapların ne anlama geldiğini sezinleyemedikleri belliydi. Herkes
oturdu gene, başkan, savcı yardımcısına sanıkların ne gibi cezalara çarptırılmaların! istediğini sordu.
Maslova konusunda hiç beklemediği bir başarıya ulaştığı için sevinen savcı yardımcısı bu başarıyı güzel
konuşmasıyla kazandığı inancı içinde, önündeki kâğıtları karıştırdı bir süre, sonra ayağa kalktı.
—
Simon
Kartikin'in
1452 nci
maddeyle 1453 ncü
maddenin 4 ncü şıkkına göre
cezalandırılmasını öneriyorum, dedi. Yev-fimiya Boçkova 1659 ncü, Yekaterina da 1454 ncü maddeye
göre cezalandırılmalıdırlar.
Bütün bu cezalar, bu durumda düşünülebilecek en ağır cezalardı.
Başkan ayağa kalkarken:
— Mahkeme heyeti karar vermek için çekiliyor, dedi.
Yargıçların arkasından, iyi bir işi bitirmenin verdiği rahatlıkla herkes ayağa kalktı, bazıları dışarı çıktı,
bazıları salonun içinde dolaşmaya başladı.
Jüri sözcüsü, Nehlüdof'a bir şeyler anlatıyordu. Pyotr Gerasimoviç geldi yanlarına, Nehlüdof'a:— 106 —
— Çok fena saçmalamışız anam babam, dedi. Kürek cezasına çarptırttık onu.
Öğretmenin iğrenç yılışıklığım bu kez hiç farketmeyen Neh-lüdof yüksek sesle:
— Ne diyorsunuz? diye sordu.
— Öyle ya. Cevabımızda Suçludur, ama tüccarı öldürmek istememiştir demeliydik, dememişiz. Sekreter,
Savcı on beş yıl küreğe yollayacak onu,Adıyor.
Jüri üyesi:
— Böyle karar verdik, dedi.
Pyotr Gerasimoviç itiraz etti; M as I ova'n ı n parayı almadığına göre tüccarı öldürmüş olamayacağının
kendiliğinden anlaşılacağını söylüyordu.
Sözcü:
— Cevapları olduğu gibi okudum size, diye savunuyordu kendini. Kimse çıkıp itiraz etmedi.
Pyotr Gerasimoviç:
— O ara çıkmıştım ben odadan, dedi. Nasıl oldu da far-kedemediniz bunu?
- Hiç aklıma gelmedi, dedi Nehlüdof.
— Vay canına!
Nehlüdof:
— Düzeltebiliriz bunu, dedi.
— Hayır, her şey bitti artık.
Nehlüdof sanıklara baktı. Kaderleri karara bağlanan bu üç kişi parmaklığın arkasında, erlerin önünde
yerlerinden kıpırdamadan oturuyorlardı. Bîr şeye gülümsüyordu Maslova, Nehlü-dof'un içinde kötü bir
duygu kıpırdandı o anda. Maslova'nın kurtulacağını, kentte bırakılacağını düşünürken gelecekte ona karşı
nasıl davranacağını, aralarındaki ilişkinin nasıl olacağı konusunda kararsızdı; güçtü bu soruya cevap
vermek onun için. Oysa kürek cezası, Sibirya bu ilişki sorununu bir anda ortadan kaldırmıştı: Av
torbasındaki yaralı kuş çırpınmayı keser, unuttururdu kendini.
XXIV
Pyotr Gerasimoviç yanılmıyordu.
Mahkeme üyelerinin salona dönmelerinden sonra başkan elindeki kâğıdı okudu:
— Yüce İmparatorumuzun buyruklarıyla çalışan bölgemizin ağır ceza mahkemesi 28 nisan 188x günkü
duruşmasında jüri'-nin kararları ışığında 771. yasanın 3. bendine, 776. yasanın 3. bendine, 777. yasaya
göre aşağıdaki kararı vermiştir: 33 yaşındaki köylü Simon Kartinkin'le, kentli Yekaterina Maslova'nın,
yurttaşlık haklarından yoksun edilerek, kürek cezasına yollanmasına: Kartinkin'i 8 yıl, Maslova'yı 4 yıl,
ikisinin de 28. yasaya göre orada çalıştırılmalarına, 43 yaşındaki Yevfimiya Boçkova'-nınsa, yuttaşlık
hakları, her şeyi —parası, malı, mülkü— elinden alınarak 3 yıl ceza evinde yatmasına, cezasını 49.
yasaya göre çekmesine. Mahkeme masraflarının suçlulardan eşit olarak alınmasına, payına düşeni
verecek durumu olmayanların parasının hazinece ödenmesine. Dâvayla ilgili eldeki delillerin satılmasına,
yüzüğün geri verilmesine, şişelerin kırılmasına.
Kartinkin gene öyle dimdik, gerilmiş parmaklarını pantalo-nunun yan dikişlerine yapıştırmış, ayakta
duruyor, dudakların! kıpırdatıyordu. Boçkova çok sakindi. Kararı dinleyince Maslova'-mn yüzü mosmor
oldu. Birden:
— Suçsuzum ben, suçsuzum! diye bağırmaya başladı. Günahtır bu yaptığınız. Suçsuzum ben. İstemedim
onu öldürmek, aklımdan bile geçirmedim. Doğru söylüyorum, yemin ederim ki doğru söylüyorum.
Tahta kanepenin üzerine çöküp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Kartinkin'le Boçkova salondan çıktıklarında o hâlâ ağlıyordu; öyle ki, jandarma en sonunda kolundan
çekelemek zorunda kaldı.
O kötü duygusunu tamamen unutan Nehlüdof, Hayır, böy-ie bırakamam bunu, diye mırıldandı kendi
kendine; sebebini bilmeden, Maslova'yı bir kere daha görmek için aceleyle koridora çıktı. Duruşmanın
nihayet bittiğine sevinen jüri üyeleri, avukatlar kapıda toplanmış, bir an önce dışarı çıkmaya çalışıyorlardı;
birkaç dakika kalabalıktan çıkamadı koridora, kapıda108 —
beklemek zorunda kaldı. Çıktığı zaman iyice uzaklaşmıştı Mas-lova. Herkesin dikkatini üzerine çektiğine
aldırmadan koşarak yetişti ona, önüne geçip durdu. Ağlamıyordu şimdi Maslova; başörtüsünün ucuyla
kırmızı kırmızı lekelerin kapladığı yüzünü siliyor, kesik kesik hıçkmyordu. Bakmadan geçti Nehlüdof'un
yanından. Maslova geçtikten sonra aceleyle geri döndü. Nehlüdof, başkanı görecekti. Ama yerinde yoktu
başkan, gitmişti.
Nehlüdof ancak vestiyerde yetişti ona. Parlak kumaştan paltosunu giymiş, kapıcının uzattığı gümüş
başlıklı bastonunu alırken yaklaştı yanma Nehiüdof.
— Sayın başkan, dedi, demin karara bağlanan dâva üzerine bir dakika konuşabilir miyim sizinle? Jüri
üyesiydim.
Başkan, Nehlüdof'un elini sıkarak:
— Elbette, prens Nehlüdof, dedi. Haz verir bana sizinle konuşmak, tanışıyoruz zaten.
Tanıştıkları akşam toplantısında Nehlüdof'un ne hoş, ne ne-şeü —bütün gençlerden de güzel— dans
ettiğini hatırlamıştı.
— Buyrun?
— Maslova'yla ilgili cevabımızda bir yanlış anlama oldu. Tüccarın öldürülmesinde suçsuzdur, oysa
kürek cezasına çarptırıldı.
Nehlüdof çok neşesizdi. Başkan dış kapıya doğru yürüdü.
— Mahkeme sizlerin cevaplarına göre vermiştir kararı, dedi, bu cevaplar mahkeme heyetimize de
tutarsız, gerçekle çelişir gözüktüğü halde jürinin kararını esas aldık.
Konuşmasında jüri üyelerine Evet, suçludur diye cevap verir de bu cevapta öldürmek isteğinin
bulunmadığı belirtilmez-se bunun cinayette suçludur anlamına geleceğini anlatmak istediğini söyleyecekti,
ama acelesi olduğu için kısa kesti:
— Öyle ama geçti mi artık, yanlışlık düzeltilemez mi? Başkan şapkasını hafif yana yatırdı, kapıya doğru
yürümeye devam ederek:
— Mahkeme kararlarına itiraz her zaman mümkündür, dedi. Bir avukatla görüşmeniz gerek.
— Ama korkunç bir şey bu.
— Biliyor musunuz, Maslova için ikisinden biri olacaktı...
— 109 —
Başkanın, Nehlüdof'la elinden geldiğince kibar konuşmak istediği belliydi. Paltosunun yakası üzerinden
favorilerini düzelttikten sonra Nehlüdof'un koluna hafifçe dokunarak onu da kapıya yöneltti.
— Siz de çıkıyor musunuz? Nehlüdof aceleyle giyinirken:
— Evet, dedi.
Dışarı çıktılar, güneş pırıl pırıldı. Araba tekerleklerinin kaldırım taşlannda çıkardığı gürültü daha bir yüksek
sesle konuşmaya zorluyordu onları simdi.
Başkan sesini yükseltmiş:
— Doğrusu çok tuhaf oldu, diye devam ediyordu. Maslova için ikisinden biri olacaktı: Ya hemen hemen
temize çıkıp hafif bir hapis cezasına çarptırılacak, ya da küreğe gönderilecekti., Ortası olamazdı bunun.
Cevabınıza Suçludur, ama cinayetle ilgisi yoktur.. diye ekleseydiniz kurtulmuştu.
— Nasıl da sezinleyemedim bunu? dedi Nehlüdof. Başkan saatine bakıp gülümsedi.
— İşin acı yanı burası zaten.
Klara'nın bildirdiği sürenin bitmesine kırk beş dakika ka[-rmştı.
— İsterseniz bir avukata danışın. Kararın bozulması için nedenler bulmak gerek. Her zaman
bulunabilir bu tür nedenler. (Arabacıya döndü) Dvoryanskaya'ya... Otuz köpekten faz!a vermem ama.
— Buyrunuz efendim.
— Hoşça kalınız efendim. Bir yardımım dokunması söz konusu olursa Dvoryanskaya'da Dvornikof'un
evinde oturuyorum, kolayca hatırlayabilirsiniz adresimi.
Kibarca selâm verip uzaklaştı.
XXV
Başkanla konuşması, temiz hava biraz avutmuş, rahatlat misti Nehlüdof'u. Hiç alışmadığı koşullar altında
geçirdiği saatlerin etkisiyle duygularını abarttığını düşünüyordu şimdi.
— 110 —
Gerçekten de şaşırtıcı, tuhaf bir rastlantı! Kızcağızı kurtarmak için elimden geleni yapmalıyım, hem de
zaman geçirmeden. Hemen. Mahkemeden Fanarin ya da Mikisin'in nerede oturduğunu öğrenmeli, Ünlü iki
avukatı hatırlamıştı.
Geri döndü, paltosunu çıkardı, üst kata çıktı. Birinci koridorda Fanarin'le karşılaştı. Durdurttu avukatı,
onunla bir işi olduğunu söyledi. Fanarin tanıyordu Nehlüdof'u; elinden geleni seve seve yapacağını
söyledi.
- Gerçi çok yorgunum ama... olsun varsın, pek uzun değilse, anlatınız,; Şuraya girelim.
Fanarin alıp bir odaya götürdü Nehlüdof'u. Yargıçlardan birinin odası olmalıydı burası. Masaya oturdular.
— Evet, buyrunuz.
— Önce, bu işle ilgilendiğimin aramızda kalmasını dileyeceğim sizden, dedi Nehlüdof.
. — Elbette öyle olacak. Evet...
— Bugün jüride görevliydim, suçsuz bir kadının kürek cezasına çarptırılmasına sebep olduk. İstırap
veriyor bu bana.
Nehlüdof birden kıpkırmızı oldu, ne söyleyeceğini şaşırdı.
Beklemiyordu bunu.
Fanarin başını kaldırıp yüzüne dikkatli dikkatli baktı, gene indirdi başını, dinlemeye devam etti.
— Evet, diye mırıldandı.
— Suçsuz bir insanı cezalandırdık, mahkeme kararına itiraz etmek, en yüksek mahkemeye
başvurmak istiyorum. Düzeltti Fanarin:
— Yargıtaya.
— Evet. Bu dâvayı üzerinize almanızı dileyecektim sîzden. Nehlüdof kendisi için söylenmesi en güç olanı
bir an önce
söyleyip bitirmek amacıyla acele ediyordu, onun için böylesine açık, kesin konuşmuştu. Yüzü kızararak:
— Bu konuda yapılacak bütün masrafları, sizin ücretinizi —ne kadar olursa olsun— ben üzerime
alıyorum, dedi.
Avukat, genç adamın bu işlerdeki tecrübesizliğine hoşgörüyle gülümseyerek:
— Bunları sonra konuşuruz,.dedi. Konu nedir?
— 111 —
Nehlüdof anlattı.
—- Pekâlâ, yarın dâva dosyasını alır incelerim. Yarın, hayır perşembe günü akşam saat altıda gelin bana,
cevabımı bildiririm size. Oldu mu? Şimdi gidelim, bazı işlerim var.
Nehlüdof, allahaısmarladık, deyip çıktı.
Avukatla konuşması, Maslova'yı kurtarmak için gerekeni yaptığı düşüncesi daha da rahatlatmıştı içini
şimdi. Dışarı çıktı. Cıvıl cıvıldı doğa, ilkbahar havasını neşeyle çekti ciğerlerine. Arabacılar buyur ettiler
onu arabalarına, binmedi, yürüdü. Bir anda sürüyle düşünce, Katyuşa'nın, ona yaptığının anısı doldurdu
kafasının içini, hepsi birden dönmeye başladı. Keyfi kaçtı gene, bir keder kapladı ruhunu. Neyse, sonra
düşünürüm bunları, dedi kendi kendine, bunca sıkıntıdan sonra eğlenmeliyim şimdi biraz.
Korçagm'lerin vereceği akşam yemeğini hatırladı, saatine baktı. Geç değildi henüz, yetişebilirdi yemeğe.
Atlı bir tramvay geçiyordu, koşup atladı ona. Alanda indi, iyi bir arabaya bindi, on dakika sonra
Korçagin'lerin konağının önündeydi.
XXV!
Korçagin'lerin şişko, cana yakın kapıcısı İngiliz menteşeler üzerinde sessizce açılan meşe oymalı ağır
kapıyı açarak:
— Buyrun efendim, dedi, sizi bekliyorlar. Masaya oturdular, gelince doğru yemek salonuna almamızı
buydular sizi.
Kapıcı merdivene yaklaşıp, yukardaki çıngırağın ipini çekti. Nehlüdof paltosunu çıkarırken:
— Kimse var mı? diye sordu.
- Bay Kolosof'la Mihail Sergeyeviç, dedi kapıcı, yabancı yok.
Merdivenin başından fraklı, beyaz eldivenli, yakışıklı bir uşak baktı.
— Buyrun efendim, diye seslendi. Yemek salonunda bekliyorlar sizi.— 112 —
Nehlüdof merdiveni çıktı, tanıdık geniş, son derece güzel döşeli salondan yemek salonuna geçti.
Odasından hiç çıkmayan anne, prenses Sofiya Vasilyevna dışında herkes masadaydı. Baş köşede yaşlı
Korçagin oturuyordu. Solunda doktor, sağında bö!-'ge soylularının eski başkanı, şimdi banka yönetim
kurulu üyesi, Korçagin'in özgür düşünceli arkadaşı İvan İvanoviç Kolosof vardı. Doktorun yanında Missi'nin
küçük kız kardeşinin müreb-biyesi miss Reder, onun yanında da dört yaşındaki küçük kız oturuyordu.
Karşıda, sağ yanda Korçagin'lerin tek erkek çocuğu, lise altıncı sınıf öğrencisi Petya vardı —yakında
sınavlara girecekti, bütün aile onun için kentte kalmıştı— onun solunda üniversite öğrencisi, öğretmeni,
daha sonra da kırk yaşında hâlâ evlenmemiş bir Slavyanist olan Katerina Alekseyevna oturuyordu,
karşısında da Missi'nin dayı oğlu Mihail Sergeyeviç ya da küçük adıyla Misa Teleğin vardı; masanın kapı
yanındaki ucunda Missi oturuyordu, yanında da servisi yapılmış bir kişilik boş yer vardı.
Takma dişleriyle ağzındakini güçlükle çiğneyen yaşlı Korçagin göz kapakları gözükmeyen kanlı gözlerini
Nehlüdof'a kaldırarak:
— Oo, hoş geldiniz, buyrun, dedi. Biz de balığa yeni başladık daha.
Ağzı dolu, Missi'nin yanındaki boş servisi iri yarı, şişman büfeciye göstererek:
— Stepan, diye ekledi.
Gerçi uzun zamandan beri tanırdı yaşlı Korçagin'i Nehlü-dof, akşam yemeklerinde de bir çok kereler
görmüştü onu, ama bu kırmızı yüzü, yeleğin yakasına sıkıştırılmış peçetenin, üzerindeki iştahla parlayan
dudakları, kalın enseyi, en çok da bu besili general bedenini nedense pek yadırgamıştı o anda. Nehlüdof
bu adamın bölge komutanıyken —oysa varlıklı, tanınmış bir kimseydi, çalışmaya hiç de ihtiyacı yoktu—
Tanrı bilir niçin insanları kırbaçlattığını, hattâ astırdığını hatırladı elinde atmadan.
Stepan gümüş vazolar dizili büfeden kepçeyi alırken:
— Hemen yapıyorlar servisi, efendim, dedi.
— 113 —
Missi'nin yanındaki, kolalı peçetesi aile adı işli köşesi üste gelecek biçimde ustalıkla katlanmış servisle
hemen ilgilenen, favorili, yakışıklı garsona başıyla işaret etti.
Nehlüdof herkesin elini sıkarak dolandı masayı. Yaşlı Kor-çagin'ie kadınlardan başka herkes ayağa
kalkmıştı onunla toka-laşırken. Bu masayı dolanış, herkesin elini sıkış —çoğuyla hiç konuşmadığı halde—
pek çirkin, gülünç gelmişti ona şimdi. Geç kaldığı için özür diledikten sonra Missi'yle Katerina Alekseyevna
arasındaki boş yere oturmaya hazırlanıyordu ki, yaşlı Korçagin, votka içmese bile masanın ortalarında bir
yere, yengeçlere, havyara, peynirlere, balığa yakın oturmasını söyledi. Nehlüdof pek aç olduğunu
sanmıyordu, ama ağzına bir lokma ekmekle peynir atınca tutamadı kendini artık, çabuk çabuk yemeye
başladı.
Kolosof, jürili mahkemelere karşı duran gerici bir gazetenin deyimini olduğu gibi kullanarak şakacı:
— Ne o, gerçeği ortaya çıkardınız mı bakalım? dedi. Suçluyu suçsuzu ayırdınız mı?
Özgür düşünceli arkadaşının zekâsına da, bilgisine de sınırsız bir güveni olan Prens gülümseyerek:
— Gerçeği ortaya çıkardınız... gerçeği ortaya çıkardınız... diye tekrar etti.
Nehlüdof kabalığı bile göze alarak cevap vermedi. Kolosof-un sorusuna, önüne konan sıcak çorbaya
çalakaşık girişti. Missi gülümseyerek:
— Rahat bırakın onu da yemeğini yesin, dedi.
Onu demekle Nehlüdof'a olan yakınlığını hatırlatmak istiyordu sanki.
Kolosof jürili mahkemeleri kötüleyen gazete yazısından söz etmeye başlamıştı heyecanlı heyecanlı. Çok
canını sıkmıştı bu yazı. Mihail Sergeyeviç de doğruluyordu onu. O da aynı gazetenin bir başka yazısını
anlattı.
Missi her zamanki gibi çok distisıguee '] hoş, giyimliydi.
)
Gözkamaştırıcı (Fransızca).
Diriliş — F: 8— 114 —
Missi, Nehlüdof'un ağzındakini çiğneyip yutmasını bekiedik-ten sonra:
- Çok yoruldunuz galiba, dedi, acıkmışsınız da.
- Pek o kadar değil. Ya siz? Tablolara bakmaya gittiniz mi?
— Gitmedik, başka zaman gideceğiz. Salamatof larda lawn tennis (') teydik. Mister Kruks gerçekten de
çok güzel oynuyor.
Nehlüdof buraya kafasının içindekileri unutmak için gelmişti. Bu evde her zaman daha bir rahat hissederdi
kendini; duygularına iyi etki eden zengin döşenişi değildi bunun nedeni yalnızca, çevresini hiç belli
etmeden kuşatan o yakın ilgi de pek hoşuna gidiyordu. Oysa, şaşılası durumdu, bu evdeki her şeyden
—kapıcıdan geniş merdivene, çiçeklerden garsonlara, masanın hazırlanışına kadar her
şeyden—tiksiniyordu şimdi. Missf yi bile güzel, içten bulmuyordu. Kolosof'un o kibirli konuşmasından da,
yaşlı Korçagin'in kalın, her halinden kendine aşırı güven okunan, duyarlı bedeninden de, slavyanist
Katerina Alekse-yevna'mn Fransızca söylediği cümlelerden de, mürebbiyeyle, üniversite öğrencisi
öğretmenin mahcup yüzlerinden de, hele hele kendisi için söylenen onu zamirinden nefret ediyordu...
Nehlüdof, Missi'ye karşı iki çeşit davranış arasında bocalardı daima: Bazan sanki gözlerini kısarak ya da
ay ışığında gibi her şeyin en iyisini görürdü onda; hem gencecik, hem güzel, hem zeki, hem de içten
bulurdu onu... Kimi zamansa parlak güneş ışığı altında eksik yanları batardı gözüne. Şimdi gene parlak
güneş vardı. Yüzündeki bütün kırışıklıkları görüyordu şimdi, saçlarını nasıl kabarttığını biliyordu,
dirseklerinin sivriliği, en önemlisi de, babasınınkini andıran başparmağının tırnağının yassılığr kaçmıyordu
gözünden.
Kolosof tenis üzerine:
— Son derece can sıkıcı bir oyun, dedi, çocukluğumuzda oynadığımız çelik çomak bile bundan çok
daha eğlenceliydi.
Missi itiraz etti:
— Hayır, oynamamışsınız hiç. Son derece güzel bir oyundur tenis.
(1) Tenis oyunu (İngilizce).
— 115 —
Missi'nin son derece deyişi pek bir yapmacık gelmişti Nehlüdof'a.
Mihail Sergeyeviç'le Katerina Alekseyevna'nın da katıldığı bir tartışma başladı. Yalnız mürebbiye,
öğretmen, bir de çocuklar susuyordu; sıkıldıkları belliydi.
Yaşlı Korçagin peçeteyi yakasından çıkarıp, sandalyesini gürültüyle geri itti —garson hemen kapmıştı
onu— ayağa kalkarken kahkahalarla gülerek:
— Durmadan tartışırsınız siz de! dedi.
Onun arkasından ötekiler de kalktılar; misk gibi kokulu ılık su dolu ibriklerin bulunduğu alçak masaya
gittiler, ellerini yıkar, ağızlarını çalkalarlarken bir yandan da hiç kimsenin önemsemediği, ilgilenmediği
tartışmaya devam ediyorlardı.
Missi, insanların kişiliklerinin en iyi oyunda belli olduğu üzerine söylediğini onaylaması isteğiyle Nehlüdof'a
döndü:
— Öyle değil mi?
Genç adamı pek durgun, canı sıkkın görüyordu bu akşam, ne düşündüğünü merak ediyordu.
— Doğrusu bilmiyorum, dedi Nehlüdof, hiç düşünmedim bunu.
Missi:
—; Annemin yanına gidelim mi? diye sordu.
Nehlüdof bir sigara çıkararak:
— Gidelim, dedi.
Oysa ses tonundan oraya gitmeyi istemediği belliydi.
Missi bir şey söylemeden, soru dolu bakışlarını gözlerinin içine dikti. Nehlüdof'a dokundu onun bu bakışı.
Amma da can sıkıcı bir insan oldum ben de diye geçirdi içinden; elinden geldiğince, gülümsemeye
çalışarak, Prenses kabul ederse seve seve gideceğini söyledi.
— Elbette, elbette, çok sevinecek annem sizi gördüğüne. Orada da içebilirsiniz sigaranızı, îvan İvanoviç
de orada.
Prenses Sofiya V.asilyevna yatalaktı. Sekiz yıldır hiç dışarı çıkmaz; yalnız —kendi deyimiyle— dostlarını
yani bir şeyle-riyle toplumdan ayrı olan tanıdıklarını kabul eder; onlarla dan-116
tellerin, kordelâların, kadifelerin, altın kaplama, fildişi, tunç, cilâlı eşyalar, çiçekler arasında görüşür,
konuşurdu. Nehlüdof da bu dostlardan biri olmuştu, çünkü kafası çalışan bir genç sayılıyordu, annesi de
ailenin yakın dostuydu, sonra Missi'yle evlen-se çok iyi olurdu.
Sofiya Vasilyevna'nın odası büyük ve küçük konuk salonlarının ötesindeydi. Büyük konuk salonundan
geçerlerken önde giden Missi birden durdu, altın kaplı bir sandalyenin arkalığına tutunarak Nehlüdof'un
yüzüne baktı.
Evlenmeyi çok istiyordu Missi. Nehlüdof da bulunmaz bir kısmetti onun için. Üstelik hoşlanıyordu genç
adamdan; Nehlü-dof'un onun olacağı düşüncesine iyice alıştırmıştı kendini (o Nehlüdof'un değil de,
Nehlüdof onun olacaktı.) Ruhsal bakımdan tam sağlıklı olmayan insanlarda görülen o bilinçsiz, ama inatçı
kurnazlıkla amacına adım adım yaklaşıyordu. Şimdi de Nehlüdof'u duygularını açığa vurmak zorunda
bırakmak için konuşmaya başlamıştı onunla.
- Farkındayım, bir şey geçmiş başınızdan, dedi. Neyiniz var?
Nehlüdof mahkemedeki rastlantıyı hatırladı, yüzünü buruşturdu, kızardı. İçten olmaya çalışarak:
— Evet, geçti, dedi, hem de tuhaf, olağanüstü, çok önemli bir şey.
— Ne oldu? Anlatamaz mısınız?
— Şimdi anlatamam, elimde değil. İzninizle anlatmayayım. Hâlâ kendimi toparlayabilmiş değilim.
Böyle söylerken daha da kızarmıştı Nehlüdof.
— Bana da söylemeyecek misiniz?
Missi'nin yüzünde bir kas çekildi, arkalığını tuttuğu sandalyeyi hafifçe oynattı yerinden. Nehlüdof:
— Hayır, dedi, söylemeyeceğim.
Bu cevabi verirken kendi kendine de başından geçen olayın gerçekten çok önemli olduğunu itiraf ettiğini
hissetmişti.
— Öyleyse gidelim.
Missi, gereksiz düşünceleri içinden atmak istiyormuş gibi
- 117 —
salladı başını, her zamankinden daha bir çabuk adımlarla yürüdü. Genç kızın ağlamamak için dudaklarını
ısırdığı kaçmamıştı Nehlüdof'un gözünden. Onu üzdüğü için kendi kendinden utandı, yüreği sızladı; ama
en küçük bir zayıflığın onu mahvedeceğini, yani onu bağlayacağını biliyordu. Oysa en çok korktuğu buydu
şimdi; hiç bir şey söylemeden Prensesin odasına kadar arkasından yürüdü.
XXVII
Prenses Sofiya Vasilyevna çok hafif, ama besleyici yemeğini yeni bitirmişti. Daima yalnız yerdi yemeğini, o
durumda kimsenin onu görmesini istemezdi. Yatar koltuğunun yanıbaşın-da, üzerinde kahve olan küçük
bir masa vardı; sigarasını içiyordu. Prenses Sofiya Vasiyevna zayıf, uzun boylu, esmer bir kadındı, hâlâ
genç sanırdı kendini; .uzun dişleri, siyah iri gözleri vardı.
Doktoruyla arasında olan ilişkiler üzerine kötü söylentiler çıkmıştı. Nehlüdof eskiden önemsemezdi bunu,
bir an aklına gelse bile hemen unuturdu; ama şimdi yalnızca hatırlamakla kalmamış, doktoru, pırıl pırıl
parlayan enli sakalıyla koltuğunun yanında ayakta görünce tiksinmişti bile.
Sofiya Vasilyevna'nın yanında alçak, yumuşak bir koltukta Kolosof oturuyor, kahveyi karıştırıyordu. Küçük
masanın üzerinde bir kadeh de likör vardı.
Missi, Nehlüdof'la girdi annesinin yanma, ama kalmadı orada.
Aralarında hiç bir şey geçmemiş gibi neşeyle gülümseyerek Kolosof'ia Nehlüdof'a:
— Annem yorulup da sizleri kovunca benim odama gelin, dedi.
Kalın halı üzerinde sessizce yürüyerek çıktı odadan.
Sofiya Vasilyevna, takma oldukları hiç belli olmayan güze!, uzun dişlerini gösteren, içtene pek
benzemeyen o yapmacık gülümsemeyle:118
— Hoş geldiniz dostum, dedi, oturun da anlatın bakalım. Mahkemeden canınız pek sıkkın döndüğünüzü
söylüyorlar.
Fransızca ekledi:
— Duygulu bir insan için çok ağır bir görevdir bu bence,
— Evet, dedi Nehlüdof, ikide bir insanın aklına kendi... başkalarını yargılamaya hakkınız
olmadığını
hissediyorsunuz sık sık...
Sofiya Vasilyevna, Nehlüdof'un sözlerinin doğruluğu onu şaşırtmış gibi:
— Comme c'est vrai! O diye haykırdı.
Karşısındakini pohpohlamayı her zaman çok iyi becerirdi.
— Tablonuzdan ne haber? diye ekledi, inanın öyle merak ediyorum ki onu. Hasta olmasam çoktan
gelmiştim size.
Nehlüdof soğukça:
— Tamamen bıraktım onu artık, dedi.
Kadının genç gözükme çabası gibi ilgisinin yapmacıklığı da pek açık seçikti onun için bu akşam. Kibar
olmaya çalışıyordu, ama beceremiyordu bunu bir türlü, her şeyden iğreniyordu.
Sofiya Vasilyevna, Kolosof'a döndü:
— Yazık! dedi. Biliyor musunuz, Repin onda büyük bir resim yeteneğinin olduğunu söylemişti bana.
Nehlüdof yüzünü buruşturarak, Nasıl da yalan söylüyor, diye geçirdi içinden, yüzü de kızarmıyor.
Sofiya Vasilyevna, Nehlüdof'un keyifsiz olduğunu, onunla güzel güzel konuşamayacağını anlayınca
Kolosof'a yeni sahneye konan dram üzerine ne düşündüğünü sordu. Öyle bir soruştu ki bu, Kolosof'un
cevabı her türlü kuşkuyu ortadan kaldıracaktı sanki, ağzından çıkacak her sözcük bir daha
unutulmayacaktı. Kolosof kötüledi dramı, bu fırsattan yararlanarak sanat üzerine düşüncelerini de söyledi.
Sofiya Vasilyevna'yı şaşırtmıştı düşüncelerinin doğruluğu, dramın yazarını savunmak istedi birkaç kere,
ama bir türlü başaramadı bunu. Nehlüdof onlara bakıyor, dinliyordu, ama gördüğü, duyduğu şeyler
başkaydı.
{')
Ne kadar da doğru! (Fransîzca).
— 119 —
Kâh Sofiya Vasilyevna'yı, kâh Kolosof'u dinlerken Nehlüdof, Sofiya Vasilyevna'nın da Kolosof'un da
dramla hiç mi hiç ilgi lenmediklerini, birbirlerinin düşüncesini de umursamadıklarını, konuşmalarının tek
nedeninin, yemekten sonra dil ve gırtlak kaslarının hareketine duyulan bedensel gereksinmeyi gidermek
olduğunu düşünüyordu. Sonra Kolosof'un, içtiği şarabın, likörün etkisiyle hafif sarhoş olduğu inanandaydı
— ama seyrek içen köylülerinki gibi değil de, içkiyi alışkanlık haline getiren insanlarınki gibi bir sarhoşluktu
bu. — Sallanmıyordu, saçmalamıyordu da, ama çok keyifliydi. Sofiya Vasilyevna'nın konuşurken arada bir
endişeyle pencereye, batmak üzere olan güneşin ona kadar uzanan, yaşlılığını gereğinden çok ortaya
çıkarabilecek yatay ışınlarının odaya dolduğu pencereye baktığı da kaçmiyordu Nehlüdof'un gözünden.
Sofiya Vasilyevna Kolosof'un bir sözüne,
— Çok doğru, dedi.
Sonra yatar koltuğunun kenarındaki düğmeye bastı.
O arada doktor kalktı, aileden bir kimseymiş gibi hiç bir şey söylemeden çıktı odadan. Sofiya Vasilyevna
kapıdan çıkıncaya kadar gözlerini ayırmamıştı ondan, bir yandan da konuşmasına devam ediyordu. Zil
sesine gelen yakışıklı uşağa baki-şsyla pencereyi göstererek,
— Şu perdeyi kapar mısın Flipp, dedi.
Perdeyi indiren uşağın hareketlerini siyah gözlerinin tekiy-le öfkeli öfkeli izlerken,
— Hayır, diyordu, ne derseniz deyin, mistisizm vardır onda, mistisizmsiz şiir olmaz zaten.
Acı acı gülümsedi, perdeyi düzelten uşaktan gözünü ayırmadan:
— Şiirsiz mistisizm kör inançtır, diye devam etti, mistisizmsiz şiir de düz yazı... Flipp, onu değil, şunu
büyük pencereninki-ni indirecektin.
Uşağa seslenmek için harcamak zorunda kaldığı güce açıyormuş gibi bir öfke vardı Sofiya Vasilyevna'nın
sesinde; bu öfkesini yatıştırmak amacıyla, kokulu sigarasını yüzük dolu eliyle ağzına götürdü hemen,
— 120 —
Geniş omuzlu, atletik bedenli, yakışıklı Flipp özür diler gibi öne eğildi; sonra güçlü, adaleli bacaklarıyla
halının üzerinde yavaşça yürüyerek saygıyla, sessizce öteki pencereye gitti; sık sık dönüp Prensese
bakarak perdeyi, ona bir ışık düşmeyecek biçimde kapamaya koyuldu. Ama isteneni gene yapmadığı için
sabn tükenen Sofiya Vasilyevna mistisizm üzerine konuşmasını keserek anlayışsız, onu acımasızca üzen
Flipp'i uyarmak zorunda kalmıştı. Flipp'in gözlerinde bir an bir ışık parladı.
Bu oyunu izleyen Nehlüdof Adam, hay Allah belânı versin emi? Ne istediğini kendin de bilmiyorsun, diye
geçirdi içinden, besbelli diye düşündü. Ama yakışıklı, güçlü kuvvetli Flipp can sıkıntısını hemen gizlemiş;
hastalıklı, bitkin, her şeyi yapmacık prenses Sofiya Vasİlyevna'nın söylediğini sakin sakin yapmaya
başlamıştı.
Kolosof alçak koltuğa iyice yayılıp, uykulu gözlerle prenses Sofiya Vasilyevna'ya bakarak,
- Darvin'in söylediklerinde de büyük ölçüde gerçek payı vardır elbette, diyordu, ama fazla ileri gitmiyor da
değil hani. Öyle.
Prenses Sofiya Vasilyevna Nehlüdof'a,
— İrsiyete siz de inanıyor musunuz? diye sordu.
Genç adamın sessizliği canını sıkmaya başlamıştı artık. Nehlüdof:
— İrsiyete mi? dedi. Hayır, inanmıyorum.
Nedense aklına gelen tuhaf hayallerle uğraşıyordu o anda. Bir model olarak düşündüğü enine boyuna,
yakışıklı Flipp'in yanına Kolosof'u çırılçıplak koyuyordu hayalinde; karpuzu andıran göbeğiyle, cascavlak
kafasıyla, çıta gibi ince kollarıyla pek garip duruyordu Flipp'in yanında. Sofiya Vasilyevna'nın ipeklerle,
kadifelerle örtülü omuzlarının gerçekte nasıl olabilecekleri de belli belirsiz canlanıyordu hayalinde, ama bu
çok korkunç bir hayaldi, hemen kovmuştu onu.
Sofîya Vasilyevna yukardan aşağı şöyle bir süzdü Nehlü-dof'u.
— Sahi, Missi bekliyor sizi, dedi. Gitsenize. Şurnan'dan ye— 121 —
ni bir parça çalmak istiyordu size... Çok hoş bir parçaydı.
Nehlüdof kalktı, Sofiya Vasİlyevna'nın yüzüklerle kaplı ince, kemikli elini sıkarken, Her zamanki gibi yalan
söylüyor, diye geçirdi içinden.
Konuk salonunda Katerina Alekseyevna çıktı karşısına, hemen konuşmaya başladı:
- Görüyorum ki jüri üyeliği görevi canınızı sıkıyor, dedi. Her zaman olduğu gibi Fransızca konuşuyordu
gene.
- Bağışlayın beni, dedi Nehlüdof, bu akşam pek keyifsizim, başkalarını da üzmeye hakkım yok.
— Sebep ne keyifsiz olmanıza? Nehlüdof şapkasını ararken,
— İzninizle söylemeyeyim, dedi.
— Hatırlıyor musunuz, bir zamanlar gerçeği daima ortaya koymanın gerektiğini söylerdiniz bize; öylesine
yaman gerçekleri anlatırdınız ki! Şimdi niçin anlatmak istemiyorsunuz?
Katerina Alekseyevna, yanlarına gelen Missi'ye döndü:
— Hatırlıyor musun Missi? Nehlüdof ciddi:
— Çünkü oyundu o zaman yaptığımız, diye cevap verdi. Oyunda olabilir. Gerçekteyse biz, yani ben
öylesine iğrenç bir yaratığım ki, gerçeği dünyada söylemem.
Katerina Alekseyevna Nehlüdof'un son derece ciddî olduğunu farketmemiş gibi, sözcüklerin üzerinde
durarak:
— Hadi düzeltmeye çalışmayın ağzınızdan ilk çıkanı da, niçin iğrenç yaratıklarmışız, onu söyleyin, dedi.
Missi:
— İnsanın kendi kendine keyifsiz olduğunu söylemesinden daha kötü bir şey yoktur, diye karıştı söze.
Ben hiç bir zaman söylemem, onun için de daima keyfîm yerindedir, neşeliyimdir. Hadi benim odama
gidelim. Sizin mauvaise humeur (1) dağıtmaya çalışacağız.
Bir atın, ona gem vuracakları, arabaya koşmaya götürecekleri zaman okşanınca duyması gereken
duyguya benzer bir duy(')
Can sıkıntısı (Fransızca)— 120 —
Geniş omuzlu, atletik bedenli, yakışıklı Fiipp özür diler gibi öne eğildi; sonra güçlü, adaleli bacaklarıyla
halının üzerinde yavaşça yürüyerek saygıyla, sessizce öteki pencereye gitti; sık sık dönüp Prensese
bakarak perdeyi, ona bir ışık düşmeyecek biçimde kapamaya koyuldu. Ama isteneni gene yapmadığı için
sabn tükenen Sofiya Vasilyevna mistisizm üzerine konuşmasını keserek anlayışsız, onu acımasızca üzen
Fiipp'i uyarmak zorunda kalmıştı. Flipp'in gözlerinde bir an bir ışık parladı.
Bu oyunu izleyen Nehlüdof Adam, hay Allah belânı versin erni? Ne istediğini kendin de bilmiyorsun, diye
geçirdi içinden, besbelli diye düşündü. Ama yakışıklı, güçlü kuvvetli Flipp can sıkıntısını hemen gizlemiş;
hastalıklı, bitkin, her şeyi yapmacık prenses Sofiya Vasilyevna'nın söylediğini sakin sakin yapmaya
başlamıştı.
Kolosof alçak koltuğa iyice yayılıp, uykulu gözlerle prenses Sofiya Vasilyevna'ya bakarak,
— Darvin'in söylediklerinde de büyük ölçüde gerçek payı vardır elbette, diyordu, ama fazla ileri gitmiyor
da değil hani. Öyle.
Prenses Sofiya Vasilyevna Nehlüdof'a,
— İrsiyete siz de inanıyor musunuz? diye sordu.
Genç adamın sessizliği canını sıkmaya başlamıştı artık. Nehlüdof:
— İrsiyete mi? dedi. Hayır, inanmıyorum.
Nedense aklına gelen tuhaf hayallerle uğraşıyordu o anda. Bir model olarak düşündüğü enine boyuna,
yakışıklı Flipp'in yanma Kolosof'u çırılçıplak koyuyordu hayalinde; karpuzu andıran göbeğiyle, cascavlak
kafasıyla, çıta gibi ince kollarıyla pek garip duruyordu Flipp'in yanında. Sofiya Vasilyevna'nın ipeklerle,
kadifelerle örtülü omuzlarının gerçekte nasıl olabilecekleri de belli belirsiz canlanıyordu hayalinde, ama bu
çok korkunç bîr hayaldi, hemen kovmuştu onu.
Sofiya Vasilyevna yukardan aşağı şöyle bir süzdü Nehlü-dof'u.
— Sahi, Missi bekliyor sizi, dedi. Gitsenize. Şuman'dan ye— 121 —
ni bir parça çalmak istiyordu size... Çok hoş bir parçaydı.
Nehlüdof kalktı, Sofiya Vasilyevna'nın yüzüklerle kaplı ince, kemikli elini sıkarken, Her zamanki gibi yalan
söylüyor, diye geçirdi içinden.
Konuk salonunda Katerina Alekseyevna çıktı karşısına, hemen konuşmaya başladı:
- Görüyorum ki jüri üyeliği görevi canınızı sıkıyor, dedi. Her zaman olduğu gibi Fransızca konuşuyordu
gene.
- Bağışlayın beni, dedi Nehlüdof, bu akşam pek keyifsizim, başkalarını da üzmeye hakkım yok.
— Sebep ne keyifsiz olmanıza? Nehlüdof şapkasını ararken,
— İzninizle söylemeyeyim, dedi.
- Hatırlıyor musunuz, bir zamanlar gerçeği daima ortaya koymanın gerektiğini söylerdiniz bize; öylesine
yaman gerçekleri anlatırdınız ki! Şimdi niçin anlatmak istemiyorsunuz?
Katerina Alekseyevna, yanlarına gelen Missi'ye döndü:
— Hatırlıyor musun Missi? Nehlüdof ciddi:
— Çünkü oyundu o zaman yaptığımız, diye cevap verdi. Oyunda olabilir. Gerçekteyse biz, yani ben
öylesine iğrenç bir yaratığım ki, gerçeği dünyada söylemem.
Katerina Alekseyevna Nehlüdofun son derece ciddî olduğunu farketmemiş gibi, sözcüklerin üzerinde
durarak:
— Hadi düzeltmeye çalışmayın ağzınızdan ilk çıkanı da, niçin iğrenç yaratıklarmışız, onu söyleyin, dedi.
Missi:
— İnsanın kendi kendine keyifsiz olduğunu söylemesinden daha kötü bir şey yoktur, diye karıştı söze.
Ben hiç bir zaman söylemem, onun için de daima keyfim yerindedir, neşeliyimdir. Hadi benim odama
gidelim. Sizin mauvaise humeur (1) dağıtmaya çalışacağız.
Bir atın, ona gem vuracakları, arabaya koşmaya götürecekleri zaman okşanınca duyması gereken
duyguya benzer bir duy(')
Can sıkıntısı (Fransızca)— 124 —
sü açık bir giysi vardı üstünde. Göğsü, iki göğüs arasındaki çukuru, gözkamaştırıcı güzel omuzları, boynu
yaparken ressamın büyük bir titizlikle çalıştığı belliydi. Utanç verici, çirkin bir şeydi bu. Annesinin resimde
yarı çıplak bir dilber olarak gözükmesinde insana tiksinti verici, saygısızca bir şey vardı. Üç ay önce aynı
kadının gene bu odada mumya gibi kupkuru yattığını, ölüm döşeğindeyken bile odanın, evin her köşesine
sinmiş, hâlâ çıkmayan o ağır kokuyu süründüğünü hatırlayınca daha da tiksindi. O kokuyu duyar gibi oldu
gene. Ölümünden bir gün önce annesinin kemikli, kararmaya yüz tutmuş eliyle onun beyaz, güçlü elini
tuttuğunu, gözlerinin içine bakarak Sana karşi görevlerimi tam olarak yapamadıysam bağışla benî Mitya
dediğini hatırladı. Bembeyaz omuzlarıyla, kollarıyla, mağrur gü-lümsemesiyle göz kamaştıran yarı çıplak
kadın bir kere daha bakıp, Ne iğrenç! diye geçirdi içinden. Bu göğüslerin çıplaklığı, o günlerde gördüğü
gene çıplak, genç bir kadını hatırlatmıştı ona. Missi'ydi bu. Ona baloya gittiği giysiyle görünmek için bir
bahane bulup odasına çağırmıştı onu. Genç kızın güzei omuzlarını, kollarını tiksintiyle hatırladı. Geçmişte
bel esprit' iyle ('} anne... İğrenç, utanç verici şeylerdi bunlar. Çirkin ve yüz kızartıcı...
Hayır, hayır, diye düşünüyordu, kurtulmalıyım; Korçagin' lerle de, Mariya Vasilyevna'yla da, irsiyetle de,
her şeyle olan bu yalancı ilişkilerimin tümünden kurtulmalıyım... Evet, daha bir özgür soluk almalı. Yurt
dışına, Roma'ya gidip resim yapsam... —Resim yeteneğinden yoksun olduğu kuşkusunu hatırladı—.
Olsun varsın, biraz hava alırım hiç olmazsa. Önce İstanbul'a, sonra Roma'ya giderim; yeter ki bir an önce
uzaklaşayım jüri üyeliğinden. O işi de avukatla yoluna koyarım.
O anda ansızın olağanüstü bir canlılıkla siyah, şehlâ gözlü bir cezalı kadın canlandı hayalinde. Suçsuzum
ben, suçsuzum!' diyerek ağlıyordu. Bu hayali kovmaya çalışarak, bitmek üzere olan sigarasını küllüğe
bastırdı, yenisini yakıp odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Maslova'yla arasında ge(')
İnce zekâ (Fransızca)
— 125 —çenler birbiri ardından canlanıyordu hayalinde. Onunla son görüşmelerini, o anda bütün benliğini saran o
bedensel tutkuyu, istediğini elde ettikten sonra uğradığı hayal kırıklığını hatırladı. Beyaz giysi, mavi
kordelâ, sabah ayini geldi gözlerinin önüne. Gerçekten seviyordum onu o gece, içten, temiz bir sevgiyle
seviyordum, daha önce de, halalarımın yanına ilk gittiğimde, yapıtım üzerinde çalışırken de seviyordum!
Kendini o zamanki haliyle düşündü. Hayat dolu o gençliğin, çocukluğun kokusunu duydu, bir hüzün çöktü
içine.
O zamanki Nehlüdof'la şimdiki arasında çok fark vardı: Bu fark, kilisedeki Katyuşa'yla bugün yargıladıkları,
tüccarla içki âlemi yapan sokak kadını arasındaki farktan çok değilse, az da değildi. O zamanlar önünde
sınırsız olanaklar açık, özgür, gözü-pek bir gençti; oysa şimdi boş, gayesiz, anlamsız bir hayatın ağına
dolaşmış hissediyordu kendini; kurtuluş umudu yoktu bu ağdan, kurtulmak da istemiyordu zaten. Bir
zamanlar dürüstlüğüyle nasıl gurur duyduğunu, daima doğruyu söylemeyi kendine bir ilke seçtiğini,
gerçekten de hiç yalan söylemediğini hatırladı. Şimdi yalan sarmıştı her yanını; çevresindekilerin gerçek
saydığı, en korkunç bir yalan. Bu yalandan bir kurtuluş yolu da yoktu, hiç değilse o görmüyordu böyle bir
olanak. İyice batmıştı içine, alışmıştı da ona, rahattı.
Mariya Vasilyevna'yla, kocasıyla ilişkisini sonra adamcağızın, çocuklarının yüzüne bakmaktan
utanmayacak biçimde nasıl koparabilecekti? Yalan söylemeden nasıl ayrılacak Missi' den? Bir yandan
toprak mülkiyetinin haksızlık olduğuna inanırken, öte yandan, annesinden ona kalan mülkün üzerine
oturmakla içine düştüğü çelişmeden nasıl sıyrılacaktı? Katyuşa'ya karşı işlediği günahı nasıl
bağışlatacaktı? Böyle bırakamazdı bunu. Bir zamanlar sevdiğim kadını silkip atamam; avukata para verip
onu haketmediği kürek cezasından kurtarmakla yetinemem; o zaman yaptığım gibi, suçumu parayla
bağışlatma yolunu tuta-raam.
Koridorda Katyuşa'nın arkasından koşup, koynuna parayı soktuktan sonra kaçışını hatırladı. O zaman
duyduğu dehşeti, tiksintiyi gene duyarak Ah o para! diye geçirdi içinden, Ah, ah!
— 126 —
127 —
ne iğrenç bir şey! — o zamanki gibi sesini yükselterek mınldan-mıştı bunu gene — Rezil, aşağılık bir insan
yapabilirdi bunu ancak! — Yüksek sesle konuşmaya başlamıştı. — O rezil aşağılık adam benim işte! —
Birden durdu. — Acaba gerçekten aşağılık bir insan mıyım ben? — Kendi kendine cevap verdi, — Elbette
aşağılık bir insanım. Yalnız o kadar olsa iyi. Mariya Vasilyev-na'yla kocasına karşı davranışların alçaklık
değil de nedir? Ya rna! konusundaki tutumun? Para annenden kaldı bahanesiyle, yasa dışı saydığın bir
zenginlikten yararlanmak... Bu başıboş, iğrenç yaşayışın... Katyuşa'ya yaptığın da hepsinin tuzu biberi.
Aşağılık herif, rezil! Başkaları varsın istediklerini düşünsünler benim için, aldatabilirim onları, ama kendimi
aldatamam.
Son günlerde insanlara, özellikle bu akşam Prense, Sofiya Vasilyevna'ya Missi'ye, Korney'e duyduğu
tiksintinin, aslında kendi kendine duyduğu tiksinti olduğunu sezinledi ansızın. Şaşılacak şeydi: kendi
alçaklığını kabul edişten doğan bir duyguda insana acıyla beraber haz da rahatlık da veren bir şey vardı.
Nehlüdof'un ruh temizleme dediği şey ilk kez gelmiyordu başına. Ruh temizleme diye, uzun bir aradan
sonra iç yaşayışının yavaşladığını, hatta bazan durduğunu sezinleyerek .ruhunda birikip bu duraklamaya
sebep olan tortuyu, pisliği atma işlemine, bu ruhsal duruma derdi.
Bu çeşit uyanmalardan sonra yaşayışına bir daha hiç ayrılmamaya kararlı olduğu bir yön verirdi Nehlüdof;
günlük tutmaya başlardı. Ömrünün sonuna kadar süreceğini umduğu yepyeni bir hayat olurdu bu. Ama
dünya nimetleri her keresinde avlardı onu, kendi de farkında olmadan, gene düşerdi, hem bir öncekinden
daha kötü bir düşüş olurdu bu.
Birkaç kere temizlemişti ruhunu böyle. İlk kez, yaz tatiline köye, halalarının yanma geldiği zaman olmuştu.
.Heyecanlı, coşkun bir uyanıştı bu. Etkisi de hayli uzun sürdü. Sivil görevi bırakıp, savaş zamanı askerliğe
girmesinin nedeni de gene böyle bir uyanıştı; ölmek istemişti. Ne var ki askerlikte tortulanma çok çabuk
oldu. Bunu bir başka uyanış izledi, istifasını verip Avrupa'ya gitti, resim yapmaya başladı orada.
O günden bu yana geçen uzun zamanda hiç ruh temizlemesi
yapmamıştı; bu yüzden, böylesine çirkefe düşmemişti hiç; vicdanının istediğiyle sürdürmekte olduğu
yaşayış arasında öylesine bir uçurum var ki, bunu görünce dehşete kapılıyordu.
Uçurum öylesine dipsiz, çirkef öylesine korkunçtu ki, te-mizlenemeyeceğîni sandı ilk anda, umutsuzluğa
düştü. Ruhundaki şeytan Kaç kere denedin iyi olmayı, dürüst olmayı? Olmuyor, görüyorsun. Bir kere daha
denesen ne çıkacak sanki? Yalnız sen değilsin ki böyle olan, herkes böyle, hayat bunu gerektiriyor. Ama
Nehlüdof'un ruhunda tek gerçek, güçlü, ölümsüz olan G özgür ruhsal yaratık uyanmıştı bir kere. Ona
inanmamak elinde değildi Nehlüdof'un. O andaki durumuyla olmak istediği Nehlüdof arasındaki uçurum ne
denli dipsiz olursa olsun, uyanan ruhsal varlık için hiç önemi yoktu bunun.
Nehlüdof kendi kendine kararlı, yüksek sesle, Her yanıma dolanan bu yalan ağını ne pahasına olursa
olsun parçalayıp atacak, her şeyi itiraf edecek, gerçeği herkese söyleyeceğim, dedi. Missi'ye
söyleyeceğim gerçeği, ben bir rezilim, diyeceğim, ev-lenemem seninle, boşu boşuna umutlandırdım seni.
Mariya Vasilyevna'ya (yöneticinin karısı) da söyleyeceğim. Yo yo, ona değil de kocasına söylerim, ben bir
alçağım, seni aldattım, derim. Annemin malını gerçeğin buyurduğu biçimde kullanacağım. Ona,
Katyuşa'ya da bir alçak olduğumu, ona her şeyi yapacağımı söyleyeceğim. Evet, gidip göreceğim onu,
beni bağışlamasını dileyeceğim. Çocuklar gibi yalvaracağım ona beni affetmesi için. —Dolaşırken birden
durdu olduğu yerde—. Gerekirse evleneceğim onunla.
Küçükken yaptığı gibi kollarını göğsünün üzerinde kavuşturup gözlerini yukarı dikti, biriyle konuşuyormuş
gibi mırıldandı:
— Tanrım, yardım et bana, yol göster, gel içime yerleş, bütün pisliklerden arıt beni!
Tanrıya, ona yardım etmesi, içine yerleşmesi, ruhunu temizlemesi için yakarıyordu ya, aslında olmuştu
bile istediği. İçinde var olan kutsai duygu uyanmıştı. Kendi de hissetti bunu; yalnız özgürlüğü, dinçliği değil,
hayatın sevincini de tatlı o anda. Kişioğlunun elinden gelebilecek iyi, en iyi yapacak güçte hissediyordu
kendini.— 128 —
Bunu kendi kendine söylerken dolu dolu olmuştu gözleri; hem iyi gözyaşıydı bunlar, hem kötü. İyiydiler,
çünkü içinde yıllardır uyuyan o ruhsal varlığın uyanmasından duyulan sevinç gözyaşlarıydı; kötüydüler,
çünkü kendi kendine, erdemine acımanın gözyaşlarıydı...
Sıcaktan bunaldı. Gidip pencereyi açtı. Bahçeye bakıyordu pencere. Aydınlık, durgun bir geceydi; pırıl
pırıldı gökyüzü. Sokaktan bir araba geçti gürültüyle, sonra sessizlik kapladı gene her yanı. Biraz ötedeki
yapraklan dökülmüş büyük kavak ağacının çıplak dallarının gölgesi pencerenin dibindeki temizlenmiş
kuma düşmüştü, tane tane seçiliyordu her biri. Solda ambarın, parlak ay ışığı altında beyaz beyaz
parlayan damı gözüküyordu. İlerde, ağaçların kuru dallan birbirine karışıyor, aralarından bahçe duvarının
simsiyah gölgesi görünüyordu. Nehlüdof ay ışığı altındaki bahçeye, ambarın damına, kavak ağacının
gölgesine baktıktan sonra tertemiz havayı ciğerlerine çekti. Ne güzel! Ah ne güzel, Tanrım! Ne güzel! dedi
kendi kendine. Ruhundaki değişiklikten söz ediyordu.
XXIX
Maslova ancak akşamın altısında dönebilmişti hücresine. Yorgundu, uzun zamandır yürümediği için taşlar
üzerinde on beş, on altı kilometre yol tepmek hasta etmişti onu, hiç beklemediği sert karar yıkmıştı, üstelik
açtı.
Bir ara da, yanındaki nöbetçiler haşlanmış yumurtayla ekmek yerlerken ağzı çok sulanmıştı, aç olduğunu
daha o zaman hissetmişti ya, erlerden ekmek istemeyi yakıştıramamıştı kendine. Aradan üç saat geçtikten
sonra yemek istemiyordu artık canı, yalnızca bitkinlik hissediyordu. Yargıçların, beklemediği kararını da
böyle bitkinken dinledi. Önce yanlış işittiğini sandı, duyduğu şeye inanamadı ilk anda, kürek cezasıyla
kendi arasında bir ilişki kuramadı. Ama bu haberi son derece olağan bir şeymiş gibi karşılayan yargıçların,
jüri üyelerinin heyecansız, resmi yüzlerini görünce şaşırdı, suçsuz olduğunu haykırdı. Ama bu
— 129 —
.
haykırışının da olağan, beklenen, durumu değiştiremeyecek bir şey olarak karşılanması üzerine, kendisine
yapılan bu şaşırtıcı haksızlığa boyun eğmesi gerektiğini anlayarak ağlamaya başladı. Ona öylesine ilgiyle
bakan bu genç —yaşlı değildiler— erkeklerin onu böylesine acımadan cezaya çarptırmalarıydı onu en çok
şaşırtan. Yalnız bir tanesi —savcı yardımcısı— öyle bakmıyordu ona. Sanıklar odasında otururken —
duruşmanın başlamamasını beklerken de, aralarda da — bu erkeklerin başka bir iş peşindeymişler gibi
yaparak, sırf ona bakmak için kapının önünden geçtiklerini, hatta odaya girdiklerini görmüştü. Bu erkekler
sonra birdenbire, hiç suçu yokken kürek cezasına çarptırmışlar-dı onu nedense. Önce ağlamıştı, ama
susmuştu sonra, sanıklar odasında cezaevine götürülmesini bekliyordu. Bir şey istiyordu canı o anda;
sigara içmek. Kararın okunmasından sonra aynı odaya alınan Kartinkin'le Boçkova yanma geldiklerinde
böyle ruhsal durum içindeydi. Boçkova ağzına geleni söylemeye başladı hemen İVlaslova'ya, kürek
mahkûmu diyordu ona.
— Gördün mü? Alçak seni gidi! Sokak süprüntüsü aşifte! Hakettiğin cezayı aldın işte. Sibirya'da kime
çalım satacaksın bakalım?
Maslova ellerini giysisinin yenlerine sokmuş, başını iyice önüne eğmiş oturuyor, hiç kıpırdamadan iki adım
önüne, çamurlu yere bakıyordu.
— Bir şey dediğim yok size, ilişmeyin bana diye mırıldandı.
Sonra birkaç kere daha Bir şey dediğim yok sîze diye mırıldanıp sustu. Bir de, Kartinkin'le Boçkova
götürüldükten sonra nöbetçi yanına gelip ona üç ruble uzatınca geldi kendine biraz.
— Maslova sen misin? diye sordu nöbetçi. A! bakalım, hanımefendi yolladı sana.
— Hangi hanımefendi?
— Hangisiyse hangisi, al şu parayı da kes sesini.
Üç rubleyi genel evin patronu Kitayeva yollamıştı. Salondan çıkarken mahkeme yöneticisine, Maslova'ya
biraz para yollayıp yollamayacağını sormuş, olumlu cevap alınca tombul, beyaz elinden üç düğmeli güderi
eldivenini çıkarmış, ipek etekliğinin
Diriliş — F: 9katları arasındaki cebinden son moda para çantasını çıkarmış-, bir sürü kâğıt para arasından
bir iki buçuk rublelik iki yirmi köpeklik bir de on köpeklik alıp mahkeme yöneticisine vermişti. Yönetici
hemen nöbetçiyi çağırmış, Kitayevna'mn yanında parayı ona vermişti. Karolin Albertovna nöbetçiye,
— Lütfen tam verin parayı, demişti.
Nöbetçi kendisine gösterilen bu güvensizliğe kızdığı için böyle sert davranmıştı Maslova'ya.
Bu para çok sevindirmişti Maslova'yi, o anda tek istediği şeyi ancak para verirdi ona.
Bir sigara bulup yakabilsem diye geçirdi içinden. Düşündüğü tek şey sigaraydı o anda. Öylesine sigara
içmek istiyordu ki canı, koridora açılan kapı açılıp da içeri sigara dumanı kokan hava girince hırsla
ciğerlerine çekiyordu bu havayı. Uzun-süre daha beklemesi gerekti orada; onu ceza evine yollayacak
sekreter sanıkları unutmuş, bir avukatla yasaklanan bir yazı üzerine konuşmaya, hatta tartışmaya dalmıştı.
Duruşma bittikten' sonra da birkaç genç, yaşlı erkek gelip baktılar ona, aralarında fis-kos bir şeyler
konuşarak gittiler. Ama şimdi farketmemiştî bile onları Maslova.
Nihayet beşten sonra bıraktılar onu, erlerin —Nijegorod' luyla Çuvaş'ın— arasında çıktı adliyeden. Ceza
evine geri götürüyorlardı onu. Maslova daha koridorda yirmi köpek vermişti onlara, on iki fırancalayla bir
paket sigara almaları için yalvarmıştı. Çavuş gülümseyerek:
Pekâlâ, alalım bakalım, demişti.
Gerçekten de dürüstçe aldı ona istediklerini, paranın üstünü de geri verdi.
Yolda sigara içmesi olmazdı Maslova'nın, ceza evine kadar aklı hep sigarada yürüdü. Ana kapıya
geldiklerinde, trenden inmis yüz kişilik bir cezalı grubu giriyordu içeri. Yan yana geldi onlarla Maslova.
İçlerinde yaşlısı da vardı genci de, sakallısı da sakalların? kesmişti de, Rus'u da yabancısı da. Bazılarının
başlarının, yarısı usturaya vurulmuştu. Yürürlerken ayaklarındaki zincirler gürültü çıkarıyordu. Bir toz
bulutu, ayak sesi, bağırma, çağırma, aç bir ter kokusu doldurmuştu avluyu. Cezalılar, Maslova'nın ya— 131 —
fundan geçerlerken istekli gözlerle yukardan aşağı süzüyorlardı onu; bazıları da şehvet duygusunun
değiştirdiği yüzleriyle yanına yaklaşıyor, sürtünerek geçiyorlardı ona. Biri:
— Of, şu kıza bakın, hele, dedi. Bir başkası göz kırptı ona:
— Yavruma saygılarımı sunarım.
Usturaya vurulmuş ensesi mosmor, sakalsız, bıyıklı, esmer tiri ayakları zincire dolaşarak gürültüyle geldi
yanma, kucakladı onu. Maslova itti adamı. Beriki gözlerini parlatarak sırıttı.
— Ay, dostunu tanımadın mı yoksa canım? diye bağırdı, numara yapma hadi!
Arkadan yetişen ceza evi müdürünün yardımcısı bağırdı ona:
— Ne yapıyorsun be herif?
Adam sindi, geri çekildi hemen, arkadaşlarına katıldı. Müdür yardımcısı Maslova'ya döndü bu kez:
— Burada ne işin var senin?
Maslova, Mahkemeden şimdi getirdiler beni demek isledi, ama öylesine bitkindi ki ağzını açmaya üşendi.
Kalabalığın arasından öne çıkan er elini şapkasının siperine götürerek:
— Mahkemeden getiriyoruz onu komutanım, dedi.
— Hadi çabuk götürüp baş gardiyana teslim edin. Bu ne rezalettir:
— Başüstüne efendim. Müdür yardımcısı:
—• Şokolof! diye seslendi. Şunu alın.
Baş gardiyan geldi, Maslova'yı omuzundan öfkeyle iterek, başıyla yürümesini işaret etti, alıp kadın
bölümüne götürdü. Kadınlar bölümünün koridorunda her yanını güzelce aradılar, bir şey bulamayınca
(sigara paketini francalanın içine sokmuştu) .sabah aldıkları hücreye koydular onu gene.
XXX
Maslova'nın yatırıldığı hücre yedi metre uzunluğunda, beş metre eninde bir odaydı. İki penceresi, sıvaları
dökülmüş bir robası vardı. Tahtaları kuruluktan çatlamış ranzalar üçte ikisini— 132 —
kaplıyordu. Kapının tam karşısında, odanın ortasında aydınlatılmamış bir ikon dolabı vardı. İkon dolabının
önünde bir mum, mumun altında da tozlanmış bir demet ölümsüz çiçeği duruyordu. Kapının hemen
solunda, simsiyah olmuş yerde içi pis pis kokan su dolu bir fıçı vardı. Yoklama yeni bitmiş, kapı
kilitlenmişti.
Bu odada on beş kişi vardı; on ikisi kadın, üç çocuk.
Hava kararmamışti henüz; yalnız iki kadın yatıyordu ranzalarında; biri, önlüğünü başına çekmiş
olanı hep yatardı zaten. Kimlik kâğıdı olmadığı için buraya atılmış yan deli bir kadındı; öteki de hırsızlık
suçuyla yatan veremli bir kadın. Bu ikincisi uyumuyordu, önlüğünü katlayıp yastık gibi başının altına
koymuş, gözleri alabildiğine açık, boğazını gıcıklayan öksürüğü tutmaya çalışarak, odanın içindeki
korkunç rutubetli havayı
güçlükle soluyarak tavana bakıyordu. Öteki kadınların—hepsinin de
üzerinde kaba kumaştan önlükler vardı— bazıları ranzalarında oturmuşlar bir şeyler dikiyor, bazıları
pencerenin önünde durmuş avludaki erkek cezalılara bakıyorlardı. Dikiş diken üç kadından biri,
Maslova'yı mahkemeye giderken yolcu eden yaşlı kadındı. Korableva'ydı adı. Koyu kahverengi, kısa
saçlarına ak düşmüş, buruş buruş yüzü kıllı, çatık kaşlı, sarkık gerdanı pörsük, uzun boylu, dinç bir
kadındı bu. Kocasını baltayla öldürmek suçundan kürek cezası yemişti. Kızına sarkıntılık ettiği için
öldürmüştü onu. Hücrenin kıdemisiydi, içki satışını da o yönetiyordu. Gözlükle dikiyor, iğneyi köylüler gibi
üç parmağıyla, ucu kendine doğru tutuyordu. Hemen yanında kalkık burunlu, geveze, temiz yürekli, gözleri
küçük küçük, ufak tefek bir kadın oturuyor, o da çadır bezinden torba dikiyordu. Demiryolu kavşağı
kulübesinde görevliydi; tren geçerken elinde flamayla dışarı çıkmadığı, bu yüzden trenin kaza geçirmesine
sebep olduğu
için üç ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Dikiş diken üçüncü kadın Fedosya'ydı.
Feniçka
—arkadaşları
Feniçka
diyorlardı
ona— masmavi gözlerindeki çocuksu içtenlikle,
küçücük başının çevresine doladığı iki uzun, koyu kahverengi saç örgüsüyle, pembe beyaz yanaklanyla
genç, sevimli bir kadındı. Kocasını zehirlemeye kalkıştığı için yatıyordu ceza evinde. On altı yaşında bir
kızken evlendirildikten hemen sonra zehirlemek istemişti kocasını. Göz altına alındıktan sonra
yargılanmasını beklerken ara— 133 —
dan geçen sekiz ay içinde kocasıyla barışmakla kalmayıp, onu çok sevmişti de; mahkeme başladığı
zaman onunla can ciğer olmuştu. Kocası, kocasının babası, anası —özellikle yaşlı kadın çok sevmişti
onu— mahkemede onu kurtarmak için ellerinden gelen her şeyi yaptıkları, bütün güçleriyle çalıştıkları
halde Sibirya'da kürek cezasına çarptırılmıştı. Neşeli, iyi yürekli, yüzü çoğunlukla gülen bir kadın olan
Fedosyanın ranzası Maslova'-nınkinin yanındaydı. Maslova'yı yalnızca sevmekle kalmamış, ona yardım
etmeyi, hizmetine koşmayı kendine bir görev bellemişti. İki kadın da boş oturuyordu ranzasında.
Bunlardan biri kırk yaşlarında, soluk, zayıf yüzlü, bir zamanlar çok güzel olduğu belli, ama şimdi çökmüş,
yüzünde renk kalmamış bir kadındı. Kucağında bir çocuk vardı; beyaz, uzun memesini ağzına vermiş,
emziriyordu onu. Suçu, onların köyünden —köylülerin düşüncesine göre haksız olarak— bir genci askere
götürürlerken, köylülerin bölge polis komiserine karşı koyup haksız yere askere götürülmek istenen genci
geri almalarına sebep olmaktı. Gencin teyzesi olan bu kadın yapışmıştı önce yeğenini bindirdikleri atın
yularına. Ranzasında boş oturan öteki kadın yüzü buruş buruş, saçları bembeyaz, içten bakışlı, kısa
boylu, kambur, yaşlı bir kadındı. Bu yaşlı kadın sobanın yanındaki ranzasında oturuyor, önünden
kahkahalarla koşarak bir o yana, bir bu yana geçen, saçları kısacık kesilmiş, şiş karınlı, dört yaşındaki
çocuğu yakalayacakmış gibi yaparak onunla oynuyordu. Üzerinde bir faniladan başka hiç bir şey olmayan
çocuk yaşlı kadının önünden koşarak geçtikten sonra her keresinde aynı şeyi söylüyordu; Oh,
yakalayamadın ya! Oğluyla birlikte bilerek yan-gm çıkarmaktan suçlu bu yaşlı kadın hiç mi hiç
üzülmüyordu ceza evine düştüğüne. Aynı ceza evinde yatan oğlunu düşünüyordu yalnızca, bir de evde
bıraktığı ihtiyarını. Yaşlı adamın, onu yıkayacak kimse kalmadığı için bitleneceğinden korkuyordu.
Bu yedi kadının dışında dört kadın da pencerelerden açık
Maninin önünde ayakta duruyor, demir parmaklıklara tutunarak
şaretle ya da bağırarak avludan geçen, biraz önce Maslova'nın
fişte karşılaştığı erkek cezalılarla konuşuyorlardı. Bunlardan, hırsızlık suçundan yatanı, iri yarı, şişko bir
kadındı; yüzü açık
san sivilcelerle kaplıydı, saçları koyu kahverengi, boynu, kolları— 134 —
kalındi. Önlüğünün yakasını açmıştı. Kısık sesiyle bağırıyor, çirkin sözler söylüyordu avludakilere.
Yanında, on yaşında bir kız çocuğu boyunda, belden aşağısı çok kısa, esmer bir kadın duruyordu. Yüzü
kırmızı, çilliydi; siyah gözlerini iyice açmıştı. Kısa, kalın dudakları uzun, beyaz dişlerini örtmüyordu. Avluda
olanlara cırlak sesiyle kesik kesik kahkahalarla gülüyordu. Gösterişe pek önem verdiği için çalımlı diye ad
takılan bu kadının sucu hırsızlıkla, bilerek yangın çıkarmaktı; yargılanması devam ediyordu. Onların
arkasında, hırsızı saklamaktan sanık, cılız, damarları çıkmış, üstü başı pislik içinde, kül rengi önlük
giyinen, karnı burnunda gebe bir kadın duruyordu. Bir şey dediği yoktu, ama avluda olanlara
gülümsüyordu. Pencerenin önünde duran dördüncü kadın sevimli yüzlü, gözleri şiş, kısa boylu, köylü bir
kadındı. Yasak içki yapıp satmaktı suçu. Bu kadın —yaşlı kadının oynadığı çocukla yedi yaşındaki kız
çocuğunun annesiydi; çocuklara bakacak kimsesi olmadığı için ceza evinde onun yanında kalıyorlardı—
evet, bu kadın da ötekiler gibi pencereden dışarı bakıyor, ama bir yandan da elindeki çorabı örüyor,
avludan geçen cezalıların söylediklerine kızarak yüzünü buruşturuyor, gözlerini kapıyordu. Yedi yaşındaki,
açık sarı saçları omuzlarına dökülen kız çocuğuysa bir gömlekle esmer kadının yanında —küçücük eliyle
eteğinden tutmuş— duruyor; kadınlarla avludan geçen cezalıların birbirlerine söyledikleri çirkin sözleri
gözleri dalmış, dikkatle dinliyor; duyduklarını, ezberlemeye çalışıyormuş gibi, kendi kendine fısıltıyla tekrar
ediyordu. On ikinci kadın, yasa dışı çocuğunu kuyuya atıp boğmuştu; bir köy papazının kızıydı. Kısa, kalın
saç örgüsünden kurtulmuş açık kahverengi saçları karmakarışık, uzun boylu, iri gözleri dalgın bakan bir
kızdı bu. Çevresinde olanlarla hiç ilgilenmiyor, yalın ayak, bir önlükle, hücrenin boş yerinde bir aşağı, bîr
yukarı dolaşıyor, duvar dibine gelince birden hızla geri dönüyordu.
XXXI
Kapının kilidi içinde anahtar gürültüyle dönüp kapı açıldıktan sonra Maslova'yı hücreye soktuklarında
herkes ona döndü. Köy papazının kızı bile bir an durmuş, kaşlarını kaldırarak yeni
— 135
gelen Maslova'ya bakmış, ama bir şey söylemeden geniş, kararlı adımlarıyla odayı arşınlamaya
başlamıştı gene. Korableva iğneyi elindeki sert, kalın beze batırdı, gözlüklerinin arkasından soru dolu
bakışlarını Maslova'ya dikti. Erkek sesini andıran kalın, kısık sesiyle:
— Eyvahlar olsun! dedi. Döndün demek. Oysa temize çıkacağını sanıyordum ben. Tıktılar seni buraya
ha?
Gözlüğünü çıkardı, elindeki işi yanma, ranzanın üzerine koydu. Demiryolu bekçisi:
— Biz de teyzeyle, belki hemen serbest bırakırlar onu, diyorduk, dedi. Oluyor çünkü bazan böyle şeyler.
Duruşma bitip de suçsuz olduğuna karar verilince salıveriyorlar insanı. Üstelik para da alıyorsun. Şans
işte... Vah ne yazık, ne yazık! Çok talihsizmişsin kızım. Tanrı yardım etmedi sana demek?..
Kadın soluk almadan habire konuşuyordu. Fedosya, çocuksu içtenlikle parlayan mavi gözlerinde derin
bir acı, sevgi, Maslova'ya bakarak:
— Sahi ceza mı verdiler? dedi.
Her zaman neşe okunan yüzü değişmişti, ha ağladı ha ağlayacaktı.
Maslova cevap vermedi, hiç bir şey söylemeden yürüdü, baştan ikinci olan ranzasına —Karobleva'nınkinin
yanındaydı— gitti, oturdu.
Fedosya ayağa kalkıp Maslova'nın yanına gitti. - Meraktan ağzıma sabahtan beri bir şey koymadım, dedi.
Maslova gene cevap vermeden yastığının altına koydu francalaları, soyunmaya başladı: tozlu entarisini
çıkardı, siyah , kıvırcık saçlarından başörtüsünü aldı.
Ranzaların ötesinde çocukla oynayan kambur, yaşlı kadın da geldi, Maslova'nın karşısında durdu. Başını
üzgün üzgün iki yana sallayarak:
— Çıh, çıh, çın! diyordu.
Yaşlı kadının peşinden çocuk da geldi, üst dudağını dişleri arasına alıp, gözlerini Maslova'nın getirdiği
francalalara dikti. O gün olanlardan sonra karşısında bu içten, müşfik yüzleri görünce ağlamak gelmişti
Maslova'nın içinden, dudakları tit-— 136 —
remeye başlamıştı. Ama tutmaya çalışıyordu kendini, yaşlı kadınla çocuk yanına gelinceye kadar da
tutabilmişti. Ama yaşlı kadının acıma, sevgi dolu çıh, çıklarını duyunca, hele hele ciddi bakışlarını
francalalardan ona kaldıran çocukla göz göze gelince tutamadı artık kendini. Yüzü allak bullak oldu bir
anda, hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Korableva:
—• İyi bir avukat bul kendine demiştim sana, dedi. Ne o,
sürgün mü?
Maslova cevap vermek istiyordu ama, veremiyordu; hıçkırarak francalanın içindeki sigara paketini aldı
—paketin üzerinde saçları çok kabartılarak yapılmış, giysisinin önü üçgen biçiminde açık, al yanaklı bir
kadın resmi vardı— Korableva'ya verdi. Korableva resrne baktı, başını iki yana salladı —daha çok
Maslova'nın parayı böyle kötü şeylere verdiğine canı sıkıldığı için sallamıştı başını— bir sigara aldı
paketten, lâmbada yaktı onu, birkaç soluk çektikten sonra Maslova'ya verdi. Maslova sigara dumanını
ciğerlerine hırsla çekerken bir yandan da ağlıyordu. Hıçkırıkların arasından:
— Kürek, diye mırıldandı.
— Allahtan da korkmaz bu gözü dönmüş canavarlar, dedi Korableva, kan emici yamyamlar! Yoktan yere
mahvettiler kızcağızı.
Tam o anda, pencerenin yanında kalan kadınlar kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Kız çocuğu da
gülüyordu: ince, çocuksu sesi öteki üç kadının kısık, cırlak sesine karışıyordu. Avludaki cezalılardan biri
çok tuhaf, gülünç bir şey yapmış olmalıydı.
Esrner kadın:
— Ah şeytanın piçi! Şuna bak ne yapıyor, dedi.
Yağlı bedenini hoplata hoplata gülerek yüzünü parmaklığa dayadı, korkunç küfürler savurmaya başladı.
Korableva esmer kadına bakarak salladı başını.
— Ne oluyor bu rezile de? dedi. Kah kah gülüyor bir de! Sonra Maslova'ya döndü gene.
— Kaç yıl bari?
— Dört yıl, dedi Maslova.
Gözyaşları öyle bir boşaldı ki, bir damlası sigaraya geldi.
— 137 —
Maslova öfkeyle tahtaya bastırdı onu, yenisini aldı.
Demiryolu bekçisi kadın, sigara içmediği halde aldı Mas-lova'nın attığı yarım sigarayı, sönmesin diye sık
sık çekmeye başladı, bir yandan da konuşuyordu:
— Yapacaklarını yaptılar pis domuzlar. Canlan nasıl isterse öyle karar veriyor köpekler. Matveyevna
kurtulacak, serbest bırakacaklar onu, diyordu; ben yok canımın içi, yok, diyordum, içimde tuhaf bir duygu
var, mahvedecekler zavallıcığı o canavarlar, içime doğduğu gibi de oldu işte...
Ses tonu kendinin de hoşuna gidiyordu.
Bu arada cezahların hepsi geçmişti avludan; onlarla konuşan kadınlar da çekildiler pencereden,
Maslova'nın yanına geldiler. Önce patlak gözlü, yasak içki satıcısı geldi kızıyla.
Maslova'nın yanına otururken —elindeki çorabı çabuk çabuk örmeye devam ediyordu bir yandan.
— Ne o, çok mu verdiler? diye sordu. Korableva:
— Para olmadığı için çok verirler tabiî, dedi.
Paracığı olsaydı iyi bir avukat tutar, belki hiç ceza
almadan bile kurtulurdu. Bir tane tanıyorum, adını unuttum şimdi, saçı sakalı birbirine karışmış, koca
burunlu bir şeydir, ama suyun içinden kupkuru çıkarır adamı. Onu tutacaksın ki...
Gelip yanlarına oturan çalımlı, dişlerini göstererek:
— Nasıl tutacaksın ama, dedi, bin rubleden aşağısına para demiyor ki adam.
Bilerek yangın çıkarmaktan yatan yaşlı kadm karıştı söze:
— Demesi kolay, be kardeşim... Düşün bir kere: Zavallı adamın karısını a! tık içeri, —belki yüzüncü
kere anlatmaya başlamıştı öyküsünü— onu bitler yesin orada, beni de bu yaşımda boş oturt burada... Biz
köylüler bilmeyiz kentlilerin bu katakullilerini, nerden bilelim...
Yasak içki yapıp satan kadın:
— Öyle, dedi, bilmeyiz...
Sonra kızına baktı, elindeki işi yanma koyup kızı kolundan tutarak bacaklarının arasına çekti, çabuk ellerle
saçlarının arasında aranmaya başladı; bir yandan da konuşmasına devam ediyordu:— 138 —
— Niçin yasak içki satıyorsun? diyorlar. Peki ne yapayım başka? Çocuklarımın ekmek parasını nasıl
çıkarayım?
Vaşak içki satan kadının bu sözleri Maslova'ya şarabı hatırlattı. Gömleğinin koluyla gözyaşlarını sildi,
Korableva'ya:
— Biraz şarap olsa, dedi. Hıçkırıkları biraz dinmişti. Korableva:
— Ya gardiyanlar? diye fısıldadı. Ama boş ver, nerden in-ceyse ordan kopsun.
XXXII
Maslova, francalanın içinden çıkardı bütün parasını, kâğıt parayı Korableva'ya verdi. Yaşlı kadın aldı
parayı; okuma yazması olmadığı halde, her şeyi bilen çalımlının, paranın iki buçuk ruble olduğunu
söylemesine inandı. Şarap şişesini sakladığı bacanın yanına gitti. Bunu gören öteki kadınlar —ranza
komşusu olmayanlar— dağıldılar, herkes kendi yerine gitti. Bu arada Maslova önlüğüyle başörtüsünün
tozunu silkelemiş, ranzasına çıkıp francaladan yemeye başlamıştı.
Fedosya, bir çuval parçasına sarılı teneke çaydanlıkla fincanı yerden alırken:
— Sana çay saklamıştım, dedi, ama soğumuştur.
Buz gibi olmuştu çay, üstelik çaydan çok teneke kokuyordu, ama Maslova doldurdu fincanı, francaladan
ısırarak içmeye başladı.
Francaladan bir parça koparıp, bakışını ağzından ayırmayan çocuğa seslendi:
—• Al bakalım Minaşka.
Bu arada Korableva şarap şişesiyle maşrapayı getirdi. Maslova, Korableva'y'a Çalımlı'ya da verdi. Bu üç
kadın hücrenin yüksek tabakasını oluşturuyorlardı; paralıydılar çünkü. Her şeylerini de ortaklaşa
kullanırlardı.
Birkaç dakika sonra açılmıştı Maslova, mahkemede olanları heyecanlı heyecanlı anlatmaya başlamıştı.
Savcı yardımcısına kızıyordu.
— Herkes bana bakıyordu, bizim odaya bile geliyorlardı beni görmek için. Asker, Hep sana geliyor
bunlar, dedi. Ba— 139 —
kıyorsun biri dalıyor odaya, sözde bir evrağı falan arıyor... —Gülümseyerek, akıl erdiremiyormuş gibi
başını sallayarak anlatıyordu Maslova.— Ama asıl niyetinin beni görmek olduğu belli adamın, yiyecek
gibi bakıyor bana. Hücre kıdemlisi yaşlı kadın:
— Öyledir bu reziller, dedi. Sineklerin şekere saldırdıkları gibi saldırırlar insana. Allah ocaklarına
düşürmesin. Elimden gelse bir kaşık suda boğarım hepsini...
Maslova kesti sözünü:
— Buradakiler de öyle. Yapmadıklarını bırakmıyorlar insana. Trenden indirmişlerdi bir grup cezalıyı,
getiriyorlardı. Elim ayağım tutuldu vallahi, neler neler söylemediler bana. Neyse ki müdür yardımcısı
yetişti de kurtardı beni ellerinden. Hele bir tanesi öyle bir yapışış yapıştı ki sorma...
— Nasıl bir adamdı? diye sordu Çalımlı.
— Esmer, bıyıklı.
— Yüzde yüz odur.
— Kim?
— Kim olacak, Şçeglof. Demin geçti pencerenin önünden.
— Kimin nesiymiş?
- Şuna bak, Şçeglof'u tanımıyor daha! Kürekten iki kere kaçmıştır. Yeni yakaladılar onu, ama gene
kaçacak. Gardiyanlar bile korkuyorlar ondan. Durmaz o, gene kaçacak, göreceksiniz. Çalımlı, ceza evi
müdürünün cezalılarla olan yazışmalarında yardımcı olduğu için her şeyi biliyordu. Korableva:
— Kaçacak kaçmasına ama bizi burada bırakacak ya ona bak sen. —Maslova'ya döndü.— Söylesene,
dilekçe konusunda ne dedi sana avukat? Hemen vermelisin dilekçeni.
Maslova avukatın bu konuda hiç bir şey söylemediği cevabını verdi.
O sırada esmer kadın, çilli ellerini karmakarışık, gür, koyu kahverengi saçlarının arasına sokmuş, başını
kaşıyarak, içen soyluların yanma geldi.
— Ne yapacağını söyleyeyim ben sana Katerina, diye başladı. Önce, mahkemenin verdiği karara itiraz
etmelisin dilekçende, sonra da savcıdan yakınırsın.
Korableva sert bir sesle çıkıştı ona:— 140 —
141
— Sana ne oluyor be? Şarabın kokusunu aldın bakıyorum, hadi çek arabanı. Ne yapacağımızı senden
iyi biliriz biz.
— Ben Katerina'yla konuşuyorum, sen ne karışıyorsun?
— Şarap istiyorsun, değil mi? Sokuldun hemen.
Eline geçeni daima hücre arkadaşlarına dağıtan Maslova:
— Kavga etmeyin canım, ona da koyuver bir yudum.
— Ona öyle bir...
Esmer kadın Korableva'nın üzerine yürüyerek: - Hadi bakalım! dedi. Kuru gürültüye pabuç bırakmam ben.
— Maymun suratlı!
— Şensin.
— Kokmuş!
— Ben mi kokmuşum? Rezil seni gidi, ben ha!
Bağırıp çağırmaya başlamıştı esmer kadın. Korableva canı sıkkın:
— Hadi işine git, dedi.
Ama beriki hâlâ üzerine üzerine geliyordu. Korableva açık göğsünden itti onu. Esmer kadın bunu
bekıyormuş gibi kaşla göz arasında bir eliyle saçlarına yapıştı Korableva'nın, öteki kolunu da yüzüne
olanca gücüyle bir tokat indirmek için havaya kaldırdı, ama Korableva yakaladı bu kolu. Maslova'yla
Çalımis esmer kadının kollarından yakaladılar, geri çekmeye çalışıyorlardı onu, ama Korableva'nın
saçlarını kavramış, elini açamıyor-lardı bir türlü. Esmer kadın bir an bıraktı Korableva'nın saçını, ama
avucuna iyice sarmak için yapmıştı bunu. Korableva başmı öne eğip, bir eliyle esmer kadının neresine
gelirse yumruk sallıyor, ötekisiyle de düşmanının koluna dişlerini geçirmeye çalışıyordu. Kadınlar
toplanmıştı kavgacıların başına, ayırmaya ça Iışarak hep bir ağızdan bağmyorlardı. Veremli kadın bile
gelmiş, bakıyor, bir yandan da öksürüyordu. Çocuklar birbirine sokulmuş, ağlıyorlardı. Gürültüyle biri kadın
biri erkek iki gardiyan geldi. Ayırdılar onları. Korableva ak saçları arasından kopmuşları ayıklamaya
çalışırken, esmer kadınsa önü paramparça olmuş gömleğiyle renksiz göğsünü örtmeye çalışırken, bağırıp
çağırıyor, birbirinden yakınıyorlardı.
Kadın gardiyan:
- Biliyorum, dedi, şarap yüzünden girdiniz birbirinize. Yarın sabah baş gardiyana söyleyeceğim,
görürsünüz gününüzü o zaman. Basbayağı şarap kokusu var burada. Hadi herkes yerine, yoksa
karışmam, sizinle uğraşamam ben. Yatın zıbarın, kesin sesinizi.
Ama daha uzun süre kesilmedi ses. Kadınlar ağızlarına geleni söylüyorlardı birbirlerine; kavganın nasıl
başladığını, suçun kimde olduğunu konuşuyorlardı. En sonunda gitti gardiyanlar, kadınlar da yavaş yavaş
kestiler seslerini, yattılar. Yaşlı kadın ikon dolabının önünde yere diz çökmüş dua ediyordu.
Birden ranzaların öte ucundan esmer kadının kısık sesi duyuldu:
- Kürek cezalısı iki hanım kafa kafaya vermiş... Yakası açılmadık küfürler geldi peşinden. Korableva
cevap verdi hemen:
—• Yat da geber be...
O da ağza alınmadık bir sürü küfür sıraladı peşinden. Sonra sustular. Biraz sonra esmer kadın:
- Bıraksalardı gözlerini oyacaktım... diye başladı gene. Gene Korableva'nın cevabı. Arkasından biraz
daha uzun bir
sessizlik, gene küfürler. Sessizlikler giderek daha uzun sürüyordu, en sonunda her şey sustu.
Herkes horlamaya başlamıştı bile, yalnız yaşlı kadın ikon dolabının önünde dua ediyordu hâlâ; her zaman
böyle uzun uzun dua ederdi. Köy papazının kızıysa, gardiyan gider gitmez kalkmış, odanın içinde bir aşağı
bir yukarı dolaşmaya başlamıştı gene.
Maslova uyumuyordu, bir kürek cezalısı olduğunu düşünüyordu hep. İki kere öyle demişlerdi ona. Önce
Boçkova, sonra da esmer kadın. Buna alışamıyorlardı bir türlü. Arkası ona dönük yatan Korabieva döndü.
Maslova alçak sesle:
— Hiç düşünmemiştim. Başkaları neler yapıyorlar, bir şey olmuyor, oysa ben hiç suçum yokken acı
çekmek zorundayım.
Korableva avutmaya çalıştı onu:
— Üzülme yavrum. Sibirya'dakiler de insandır. Ölmezsin orada.— 142 —
— Biliyorum ölmeyeceğimi, ama elimde değil, üzülüyorum işte. İyi yaşamaya alıştım, kötü bir şey de
yapmadım.
Korableva göğüs geçirdi.
— Tanrı ne derse o olur...
— Biliyorum teyzeciğim, ama elimde değil. Sustular bir an.
Korableva öte uçtaki ranzalardan gelen tuhaf sese çekti Maslova'nın dikkatini.
— Duyuyor musun? Senin şişko...
Esmer kadının tutmaya çalıştığı hıçkırıklarıydı bunlar. Ona hakaret ettiler, vurdular, canı o kadar çektiği
halde şarap vermediler diye ağlıyordu. Hıçkırıklarının bir nedeni de hayatında küfürden, alaydan, hor
görülmekten, sopadan başka bir şey görmediği için içlenmesiydi. Kendini biraz olsun avutmak amacıyla ilk
aşkını, fabrika işçisi Fedka Molodyonkof'u düşünmek istedi, düşününce bu aşkın sonunu hatırladı. Şöyle
bitmişti bu aşk: Molodyonkof arkadaşlarıyla içerken onu yanlarına çağırmış, sonra en duyarlı yerine zorla
şap sürmüş, o acıdan kırım kırım kıvranırken de hep beraber kahkahalarla gülmüşlerdi. Bunları
hatırlayınca kendi kendine acıdı esmer kadın, kimsenin duymadığını sanarak çocuk gibi sesli sesli
ağlamaya başladı. Burnunu çekiyor, tuzlu gözyaşlarını yutuyordu.
— Yazık, dedi Maslova.
— Yazık ama, fazla acımaya da gelmez.
XXXIII
Devrisi sabah uyandığında Nehlüdof'un ilk duygusu, başından bir şeyin geçtiğini hissetmek olmuştu; daha
kendini toparlayıp bunun ne olduğunu anlayamadan, başından geçenin çok önemli, iyi bir şey olduğunu
biliyordu bile. Katyuşa, mahkeme. Evet, yalan dolanı bırakmak gerekiyordu artık. Garip bir raslantıyla,
Nehlüdof'un soylular başkanının karısı Mariya Va-silyevna'dan uzun zamandır beklediği mektup da o
sabah gelmişti. Genç adam için şimdi çok önemli olan, tam istediği gibi bir mektuptu bu. Kadın serbest
olduğunu yazıyordu ona, evlen— 143 —
meyi düşündüğü kızla mutlu olmasını diliyordu. Nehlüdof acı acı gülümseyerek:
— Evlenmek! diye mırıldandı kendi kendine. Ne kadar uzağım şimdi bundan!
Dünkü niyetini hatırladı o anda, kadının kocasına anlatacaktı her şeyi, özür dileyecek, kendini bağışlatmak
için ne isterse yapmaya hazır olduğunu söyleyecekti. Ama bu o kadar kolay görünmüyordu ona şimdi.
Hem durup dururken ne diye mutsuz edeyim adamcağızı, nasıl olsa bir şeyden haberi yok. Sorarsa bana,
söylerim. Damdan düşer gibi olmaz. Gereği yok.
Gerçeği Missi'ye söylemek de pek o kadar kolay gelmiyordu ona şimdi. Sonra bir daha hiç konuşamazdı
onunla, gururuna dokunurdu kızın bu. Toplum içindeki bir çok ilişkilerinde olduğu gibi burada da gizli,
ancak sezinlenebilen bir şey kalmalıydı. O sabah vermişti kararını: Bir daha gülmeyecekti onlara,
sorarlarsa da gerçeği söyleyecekti.
Öte yandan, Katyuşa'yla arasında gizli, açıklığa kavuşturulmamış bir şey kalmamalıydı.
Ceza evine gidip göreceğim onu, diye düşünüyordu, beni bağışlaması için yalvaracağım. Gerekirse, evet
gerekirse evleneceğim onunla.
Ruhunu huzura kavuşturmak için her şeyini feda edip Katyuşa'yla evlenebileceği düşüncesi bu sabah pek
bir duygulandırıyordu onu. Çoktandır bir günü böylesine canlı, heyecanla karşılamamıştı. Odasına gelen
Agrafena Petrovna'ya kararlı bir sesle —bu kararlılığı, kendi de beklemiyordu kendinden— bundan böyle
bu eve de, yaşlı kadının hizmetine de ihtiyacı olmadığını söyledi. Kimseye bir şey söylemediği halde,
Nehlüdof'un bu büyük pahalı evde evlenmek niyetinde olduğu için oturduğu inanandaydı herkes. Bu evden
çıkmasının özel, önemli bir anlamı olmalıydı. Agrafena Petrovna şaşkın bakıyordu ona.
— Bana yaptığınız her şey için çok çok teşekkür ederim size Agrafena Petrovna; ama artık böyle büyük
bir eve de, hizmetçiye de ihtiyacım yok. Bana bir iyilik yapmak isterseniz, eşyaların şimdilik annemin
zamanında olduğu gibi toplanmasını sağlayın, yeter. Nataşa gelince gerekeni yapar. (Nataşa,
Nehlüdof'un ablasıydı.)_ 144 —
Agrafena Petrovna başını iki yana salladı.
— Eşyaları nasıl toplarız? dedi. Lâzım olacaklar. Nehlüdof, yaşlı kadının baş sallamakla söylemek
istediğine
cevap vermek amacıyla:
— Hayır, Agrafena Petrovna, dedi, olmayacaklar. Lütfen, Korney'e de söyleyin, iki aylığını peşin
vereceğim, o da serbesttir.
Yaşlı kadın güçlükle konuşarak:
— Doğru yapmıyorsunuz bunu Dmitri İvanoviç, diye mırıldandı. Avrupa'ya gidiyorsunuz gerçi, ama eviniz
barkınız olmalıdır gene de.
— Yanılıyorsunuz Agrafena
Petrovna. Avrupa'ya
gitmiyorum; gitsem bile sizin sandığınızdan
bambaşka bir yere gideceğim.
Birden kıpkırmızı oldu yüzü Nehlüdof'un. Söylemeliyim ona, diye geçiriyordu içinden, niçin susuyorum,
önüme gelene anlatmalıyım her şeyi.
— Dün çok tuhaf, çok önemli bir olay geçti başımdan. Ma-riya İvanovna halanın yanındaki Katyuşa'yı
hatırlıyor musunuz?
— Hatırlamaz olur muyum hiç, dikiş dikmesini ben öğretmiştim ona.
— Dün mahkemede o Katyuşa'nın duruşması vardı işte, ben de jüri üyesiydim.
— Aman Allahım, dedi, Agrafena Petrovna, çok yazık! Suçu neymiş?
— Cinayet. Ben işlettim ona bu cinayeti.
Agrafena Petrovna:
— Siz mi? dedi. Neler söylüyorsunuz öyle?
Yaşlı kadının gözlerinde kurnaz bir parıltı belirmişti. Kat-yuşa olayını biliyordu.
— Onu ben sürükledim buna, dedi Nehlüdof. Bu yüzden de bütün plânlarımı değiştirdim.
Agrafena Petrovna gülümsemesini tutmaya çalışarak:
— Bu sizin için neyi değiştirmiş olabilir? diye sordu.
—• Onun bu yola düşmesine ben sebep olduğuma göre, onu kurtarmak için elimden geleni yapmak
zorundayım şimdi de.
— 145 —
— Siz bilirsiniz ama, bunda en küçük bir suçunuz yok sizin bence. Herkesin başından geçer böyle
ufak tefek şeyler, aklı başında olan insan doğru yoldan çıkmaz, unutur olanları, yaşamasına bakar.
(Agrafena Petrovna sert, ciddi bir tavırla konuşuyordu.) Bunda kendinizi suçlu görmeniz için bir sebep
yoktur ortada. Onun kötü yola düştüğünü eskiden de duymuştum, size ne bundan?
— Suçu benimdir. Bunun için de doğru yola sokmak istiyorum onu.
— Ama öyle kolay değildir bu.
— Bu benim bileceğim iştir. Ama siz kendinizi düşünüyorsanız, annemin isteği...
— Böyle bir düşüncem yok. Rahmetli annenize o kadar minnettarım ki, hiç bir şey istemiyorum.
Lizanka çağırıyor beni (Agrafena Petrovna'nın kocaya varmış yeğeniydi bu) bana ihtiyacınız kalmazsa
onun yanma giderim. Ama inanın ki boşubo-şuna önemsiyorsunuz bunu bu kadar, herkesin başından
geçer böyle şeyler.
— Bence hiç de öyle değil. Ama gene de eşyaların toplanmasına, evi satmama yardım etmenizi
dileyeceğim sizden. Kızmayın da bana. Her şey için, bütün iyilikleriniz için minnettarım size.
Şaşılacak bir durumdu: Nehlüdof kötü olduğunu, kendi kendinden iğrendiğini anladığı andan bu yana
başkalarından iğreniyordu artık; tam tersine, Agrafena Petrovna'ya da Korney'e de açılmak istiyordu;
gelgelelim ağırbaşlıydı ki yapamadı bunu, kararını veremedi.
Aynı sokaklardan, aynı arabayla adliyeye giderken kendi kendine şaşıyordu Nehlüdof. Bambaşka bir insan
hissediyordu kendini.
Dün ona öylesine yakın görünen Missi'yie evlenmesini şimdi kesinlikle imkânsız bir şey olarak
düşünüyordu. Dün Missi'nin onunla seve seve evleneceğinden kuşkusu yoktu; oysa şimdi değil Missi'yie
evlenmeye, ona yakın olmaya bile lâyık görmüyordu kendini. Nasıl bir insan olduğumu bilse dünyada
konuşDiriliş — F: 10
— 146 —
mazdı benimle, evine sokmazdı beni. Bu yetmiyormuş gibi, o adamla ilişkisi yüzünden sitem de ettim ona.
Evet, benimle evlenmeye razı olsa bile, Katyuşa'nın ceza evinde yattığını, yarın ya da öbür gün cezalılar
kafilesiyle Sibirya'ya gideceğini bilerek değil mutlu, birazcık olsun huzur içinde olabilir miyim? Felâkete
sürüklediğim bir zavalı Sibirya'ya yollanırken, ben genç karımla beni kutlamaya gelen konuklarımı kabul
edecek, onunla eş dost ziyaretine gideceğim... Ya da karısıyla gizli ilişki kurarak alçakça aldattığım
soylular başkanıyla beraber, toplarstıda bölge okulları konusunda verilen oyların ayırımını yapacağım,
arkadan da karısına ne zaman nerede buluşacağımızı fısıldayacağım (ne pis, iğrenç şeyi; ya da, böyle
değersiz şeylerle uğraşmamam gerektiğini, artık elimden hiç bir şey gelmeyeceği için bir zaman
bitmeyeceği besbelli olan tabloma devam edeceğim... Böyle düşünüyor, ruhunda hissettiği değişikliğe
seviniyordu.
Önce avukatı görüp kararını öğrenmeli, diye geçirdi içinden, sonra da... sonra da ceza evinde onu, dünkü
kürek cezalısını görüp, her şeyi anlatmalı.
Katyuşa'yla nasıl görüşeceğini, ona her şeyi nasıl anlatacağını, nasıl af dileyeceğini, onun için elinden
gelen her şeyi yapacağını, suçunu affettirmek için onunla evleneceğini nasıl söyleyeceğini düşündükçe
duygulandı. Nehlüdof, heyecanlandı, gözleri dolu dolu oldu.
XXXIV
Adliyeye gelince daha koridorda karşılaştı Nehlüdof dünkü mahkeme yöneticisiyle. Hükümlülerin nerede
bulunduğunu, bir hükümlüyle görüşmek için kimden izin almasının gerektiğini sordu ona. Mahkeme
yöneticisi hükümlülerin çeşitli yerlerde olduklarını, mahkeme kararları kesin biçimleriyle açıklanana kadar
görüşme izinlerini savcının verdiğini söyledi.
— Duruşmadan sonra ben götürürüm sizi. Şimdi yerinde yok savcı, gelmedi daha. Duruşmadan sonra
olur. Duruşmaya buyrun şimdi. Hemen başlıyoruz.
Kibarlığı yüzünden ona bugün pek zavallı görünen mahkeme yöneticisine teşekkür edip, jüri odasına
yürüdü Nehlüdof.
— 147 —
Odanın kapısına yaklaşırken, jüri üyelerinin duruşma salonuna gitmek üzere odadan çıktıklarını gördü.
Tüccar gene neşeliydi, dünkü gibi çakır-keyifti gene, Nehlüdof'u eski bir dost gibi karşıladı. Piyotr
Gerasimoviç'in küstahlığı, kahkahaları da sinirlendirmiyordu bugün Nehlüdof'u.
Nehlüdof, dünkü sanıkla arasındaki geçmişi bütün jüri üyelerine anlatmak istiyordu. Aslında, diye
geçiriyordu içinden, dün duruşmada ayağa kalkıp suçumu itiraf etmeliydim. Ama jüri üyeleriyle duruşma
salonuna girip de her şeyin gene dünkü gibi olduğunu görünce değiştirdi düşüncesini. Ortadaki masada
kalkık yakalarıyla üç yargıç vardı gene, yöneticinin, duruşma başlamıştır, demesinden sonra gene bir
sessizlik olmuş, jüri üyeleri yüksek arkalıklı sandalyelerine oturmuştu gene, gene jandarmalar, portre,
papaz... Dün duruşmada kalkıp gerçeği söylemesi gerektiğine inanıyordu hâlâ, ama bu resmî havayı
bozmaya cesaret edemeyeceğini de hissediyordu bir yandan.
Duruşmaya başlama hazırlıkları dünkünün aynıydı (yalnız, jüri üyelerine yemin ettirilmemiş, başkan da
onlara yaptığı açıklayıcı konuşmayı yapmamıştı).
Dâva konusu hırsızlıktı. İki jandarmanın yalın kılıç beklediği sanık, boz giysili, soluk benizli, dar omuzlu,
zayıf, yirmi yaşlarında bir çocuktu. Sanık yerinde yalnız oturuyor, kaşlarının altından, salona girenlere
bakıyordu. Bu çocuk, bir arkadaşıyla beraber asma kilidini kırarak bir ambara girmekten, hepsinin toplam
değeri üç ruble altmış yedi köpek olan birkaç eski yolluk kilim çalmaktan sanıktı. İddianameden
anlaşıldığına göre, bek-Çi yakalamış onları yolda, kilimler arkadaşının omuzundaymış. Çocukla arkadaşı
hemen itiraf etmişler suçlarını, kişini de ceza evine atmışlar. Çilingir olan arkadaşı ceza evinde öldüğü için
yalnız çocuğu yargılıyorlarmış şimdi. Eski yolluk kilimler maddî deliller masasının üzerindeydiler.
Duruşmanın dünkünden ayrı bir yanı yoktu. Gene aynı ko-nuşma!ar, tanıkların yemin ettirilişi, sorgular,
bilirkişi raporunun okunması, savcıyla savunma avukatlarının tanıklara sorduk-ları sorular. Tanık bekçi
başkanın, savcı yardımcısının, savunma avukatınm sorularına isteksiz, kısa cevaplar veriyordu: Evet
Bendim, Bilmiyorum... sonra gene, Evet efendim..., ama— 148 ~asker düşüncesizliğine, kalıplaşmsşlığma karşın, çocuğa acıdığı belliydi; onları
nasıl yakaladığını
isteksiz isteksiz anlattı.
Öteki tanık, evin, kilimlerin sahibiydi. Hastalıklı, üstelik çok sinirli olduğu belli bir ihtiyardı bu. Yolluk
kilimlerinin onun olup olmadığı sorulduğunda canı son derece sıkkın bir tavırla, evet cevabını verdi. Savcı
yardımcısı bu yolluk kilimleri ne yapmak niyetiyle sakladığını, onun için çok mu gerekli olduklarını sorunca
ihtiyar kızdı.
— Hay olmaz olaydılar da kurtulaydım, dedi, hiç de gerekli değiller benim için. Onların yüzünden bu kadar
eziyet çekeceğimi bilseydim değil aramak, üste bir yüzlük bile verirdim, hatta iki yüzlük verirdim... yeter ki
sorguydu morguydu diye buralarda sürünmeseydim. Git gel arabalara da beş ruble verdim zaten.
Hastalıklı bir adamım ben. Hem fıtığım, hem de romatizmalarım var.
Tanıklar böyle söylüyor, sanık da suçunu itiraf ediyor; tuzağa düşmüş bir yabani hayvan gibi anlamsız
bakışlarını salon-dakilerin üzerinde dolaştırarak, çatlak bir sesle her şeyi olduğu gibi anlatıyordu.
Olay apaçık ortadaydı, ama savcı yardımcısı dünkü gibi, kurnaz sanığı (!) avlamak amacıyla ustalıkla
hazırlanmış sorular
sordu gene.
Konuşmasında hırsızlığın, kapı kırılıp eve girilerek yapıldığını, bu yüzden çocuğun en ağır cezaya
çarptırılması gerektiğini
savundu.
Mahkemenin görevlendirdiği savunma avukatı, hırsızlığın eve değil, ambara girilerek yapıldığını; sanığın,
suçlu olduğu kesin olsa bile, savcı yardımcısının iddia ettiği gibi, toplum için zararlı bir insan olmadığını
savundu.
Başkan, hakkın savunucusu gibi davranıyordu gene; jüri üyelerinin bildiği, bilmemelerine imkân olmayan
şeyleri ayrıntılarıyla anlattı onlara gene, akıl verdi. Dünkü gibi aralar oldu gene, sigara içildi bu aralarda.
Mahkeme yöneticisi, duruşma başlamıştır, diye bağırdı, iki jandarma yalın kılıç, sanığa gözdağı vererek
uyumamak için kendilerini zorladılar gene.
Konuşmalardan, bu çocuğu daha küçükken babasının tütün fabrikasına verdiği, çocuğun orada altı yıl
çalıştığı anlaşılmıştı.
— 149 —
Patron, işçilerle arasında geçen tatsız bir olay yüzünden bu yıl işine son vermiş, o da işsiz, yersiz yurtsuz
kalınca kentte başıboş dolaşmaya, elindeki son birkaç rublesiyle, içmeye başlamış. Meyhanede, kendisi
gibi işinden atılmış, ayyaş bir çilingirle tanışmış, bir gece sarhoşken asma kilidi kırıp, ellerine ilk geçen şeyi
çalmışlar. Yakayı ele vermişler tabiî. Suçlarını itiraf etmişler. Ceza evine koymuşlar onları, duruşma
gününü beklerken ölmüş çilingir. Şimdi de çocuğu, toplumdan uzaklaştırılması gereken tehlikeli bir yaratık
gibi yargılıyorlardı.
Nehlüdof çevresinde olup bitenleri izlerken düşünüyordu: Dünkü sanık gibi tehlikeli... Onlar tehlikeli de biz
değil miyiz sanki?.. Rezil, yalancı, alçak bir insanım ben, hepimiz öyleyiz. Beni olduğum gibi tanıyanlar,
küçük görmedikleri gibi, sevip sayanlar da benim gibi değil midirler? Bu çocuk toplum için şu salonda
bulunan insanların en zararlısı olsa bile, şöyle bir düşünecek olsak, düştüğü durumda elinden başka ne
gelirdi zavallının, ne yapabilirdi?
Bu çocuğun hiç de öyle tehlikeli bir suçlu olmadığı, —herkes farkında bunun— kişiyi suç işlemeye iten
koşulların içine düştüğü için suçlu olduğu apaçık ortada aslında. Sonra şu da apaçık ortada:
Toplumumuzda bu çeşit çocukların görülmesini istemiyorsak, böyle zavallı yaratıkları oluşturan koşulları
ortadan kaldırmalıyız önce.
Oysa biz ne yapıyoruz? Elimize rastlantıyla geçen böyle bir çocuğu yakalıyor —yakalayamadığımız böyle
binlerce çocuğun daha olduğunu bile bile— ceza evine tıkıyoruz. Onun gibi zavallı, hayatta yolunu
şaşırmış bir sürü insanla bomboş oturtuyoruz onu da, ya da sağlığa zararlı, anlamsız işler yaptırıyoruz;
sonra da en ahlâksız, tehlikeli insanların arasına katıp, devlet parasıyla Moskova'dan İrkuts iline
yolluyoruz.
Bu çeşit insanların ortaya çıkmasına yardım eden koşulları yok etmeye çalışacak yerde, boş durmaktan,
hiç bir şey yapmamaktan da öte, bu koşulların doğduğu kuruluşları destekliyoruz. Bu kuruluşlar bellidir:
Fabrikalar, atelyeler, meyhaneler, içkili yerler, genelevler. Bunları ortadan kaldırmadığımız gibi gerekli
olduklarına inanıyor, daha iyi işlemeleri için elimizden geleni yapıyoruz.
— 150 —
Böyle milyonlarca insan yetişiyor, sonra bunların bir tanesini yakalıyor; bir şey yaptığımızı, tehlikeyi
uzaklaştırdığımızı, onu Moskova'dan İrkuts iline sürmekle görevimizi tam olarak yerine getirdiğimizi
sanıyoruz... (Nehlüdof, albayın yanında, sandalyesinde oturuyor, savunma avukatını, savcı yardımcısını,
başkanı dinler, onların kendine güven dolu tavırlarına bakarken büyük bir açıklıkla düşünüyordu bunları.
Bu kocaman salona, duvardaki portrelere, lâmbalara, koltuklara, resmî giysilere, kalın duvarlara,
pencerelere baktı şöyle bir: içinde bulunduğu yapının büyüklüğünü, adlî örgütün çok daha büyük
olduğunu; yalnız burada değil, bütün Rusya'da, bu, hiç kimseye bir yararı dokunmayan komedi için aylık
alan memur, yazıcı, bekçi, hademe ordusunu düşündü). Bu göz boyama ne çok çaba gerektiriyor böyle...
Bu çabanın hiç değilse yüzde birini, huzurumuz için birer araç gibi gördüğümüz, toplumdan atılmış şu
zavallılara yardım etmeye harcasaydık ne olurdu acaba? (Nehlüdof, çocuğun ürkek, soluk yüzüne baktı).
Yoksulluğun zorlamasıyla köyden kente gönderildiğinde ona acıyan, yardım elini uzatan biri çıksaydı
karşısına... kente geldikten sonra bile, on iki saat çalıştıktan sonra gece fabrikadan çıkıp, kötü
arkadaşlarıyla meyhaneye gittiği zamanlar ona, Gitme öyle kötü yerlere Vanya, diyecek birine rastlasaydı
gitmezdi çocuk, serseri olmazdı, düşmezdi bu duruma...
Ama acıyan çıkmadı ona; bitlenmesin diye saçlarını sıfır numaraya vurdurtmuş, ustaların ayak işlerine
koşar, kentte küçük bir yabani hayvan gibi yaşarken bir iyi yürekli insanla karşılaşmadı; tam tersine, kente
indikten sonra ustalarından, arkadaşlarından hep aynı şeyi işitti: Yaman delikanlı olmak için iyi dolap
çevirmesini bilmenin, çok içmenin, iyi küfür etmenin, iyi doğuşmenin, rezalet çıkarmanın gerektiğini.
Ağır çalışma koşullarının hasta ettiği, bozduğu, sarhoşluğun, ahlâksızlığın, serseriliğe sürüklediği,
sersemleştirdiği bu çocuğu, işsiz güçsüz sokaklarda dolaşırken, akılsızlığından, bir ambara girdi, hiç
kimsenin işine yaramayacak iki üç yolluk kilim aşırdı diye bizler, bütün bu okumuş, zengin, geleceklerine
güvenle bakan insanlar yakalamışız; onu bu duruma düşüren
— 151 —
nedenleri ortadan kaldırmaya çalışacağımıza, bu çocuğu cezalandırmakla her şeyi düzeltmek istiyoruz.
Korkunç bir şey bu! Bu canavarlık mıdır yoksa aptallık mı, anlamak güç doğrusu. Sanırım ikisinin de en
aşırısı.
Nehlüdof önünde konuşulanları duymuyordu artık, hep düşünüyordu. Bu gerçek onu bile dehşete
düşürmüştü. Bunu şimdiye kadar nasıl sezinleyemediğine, başkalarının bu gerçeği na-sıi göremediğine
şaşıyordu.
XXXV
Birinci ara verilir verilmez Nehlüdof kalkıp koridora çıktı; duruşma salonuna bir daha dönmemeye
kararlıydı. Varsın nasıl bilirlerse öyle yapsınlardı çocuğu; bu korkunç, iğrenç budalalığa katılamazdı artık.
Savcının odasını öğrenip, oraya gitti. Hademe, savcının meşgul olduğunu söyleyerek içeri bırakmamak
istedi onu. Ama Nehlüdof aldırmadan geçti, karşısına çıkan memura, jüri üyesi olduğunu, çok önemli bir
konuda görüşmek istediğini savcıya bildirmesini söyledi. Prensliği, kibar giyimi nedeniyle yardım ettiler
Nehlüdof'a. Memur gidip haber verdi savcıya, içeri aldılar onu. Savcı ayakta karşıladı onu; Nehlüdof'un
görüşmek için böylesine diretmesinden hoşlanmadığı belliydi. Soğukça:
— Nedir dileğiniz? diye sordu.
— Jüri üyesiyim, soyadım Nehlüdof, sanık Maslova'yı görmeliyim.
Nehlüdof, çabuk çabuk, kararlı konuşuyordu. Hayatında büyük değişikliklere neden olacak bir adım attığını
hissediyor, kı-zanyordu.
Savcı, parlak gözleri fıldır fıldır, saçlarına ak düşmüş, top sakallı, kısa boylu, esmer bir adamdı. Sakin
sakin:
— Maslova'yı mı? diye sordu. Tanıyorum onu. Bir tüccarı zehirlemekten sanıktı. Niçin görmek
istiyorsunuz onu?
Biraz yumuşak davranmak istiyor gibi ekledi: —. Onu niçin görmek istediğinizi bilmeden veremem size
bu izini.
Nehlüdof, kulaklarına kadar kızararak:— 152 —•
—• Benim için son derece önemli bir iş için, diye mırıldandı.
Savcı:
—• Öyle mi? dedi.
Başını kaldırıp dikkatli dikkatli baktı Nehlüdof'un yüzüne.
— Dâvasına bakıldı mı? diye sordu.
— Dün bakıldı, tamamen haksız olarak dört yıl kürek cezasına çarptırıldı. Suçsuzdur.
Savcı, Nehlüdof'un Suçsuzdur demesiyle hiç ilgilenmeden:
— Ya... dedi. Duruşması dün olduğuna göre, cezası kesin biçimiyle açıklanana kadar tutuklular ceza
evinde kalacak demektir. Orada görüşme belirli günlerde olur. Ceza evi müdürüne başvurunuz.
Kesin ânın yaklaşmakta olduğunu hisseden Nehiüdof, alt
çenesi titreyerek:
— Ama bir an önce görmek zorundayım onu, dedi. Savcı, kaşların! huzursuzca kaldırarak:
— Niçin görmek istiyorsunuz onu bu kadar? diye sordu. Nehlüdof, sesi titreyerek:
— Suçsuz olduğu, kürek cezasına çarptırıldığı için, dedi.
Asıl suçlu benim.
Bir yandan da, söylenmemesi gereken şeyi söylediğini hissediyordu.
—• Nasıl olur? diye sordu savcı.
— Çünkü tertemiz bir kızken ben aldattım onu, şimdiki durumuna düşmesine ben sebep oldum. Ona bu
kötülüğü yapma-saydım o eve düşmez, böyle bir şeyle de suçlanmazdı.
— Bunun, onunla görüşmenizi neden gerektirdiğini gene de anlayamadım.
Nehlüdof kekeleyerek:
— Çünkü onun peşinden gitmek... onunla evlenmek istiyorum, dedi.
Bundan her söz etmeye başladığında olduğu gibi, gözleri
dolmuştu gene.
— Öyle mi? dedi savcr. Bakın hele! Gerçekten de pek sık görülmeyen bir olay bu. Krasnapenski bölgesi
yöneticilerindensiniz galiba siz?
Savcı, Nehlüdof soyadını daha önce de duyduğunu hatırlar
— 153 —
gibi olmuştu. Doğrusu çok tuhaf şeylerden söz ediyordu genç adam.
Nehlüdof, kızararak, öfkeli:
— Kusura bakmayın ama, bunun isteğimle bir ilişkisi olduğunu sanmıyorum, dedi.
Savcı belli belirsiz gülümsedi. Hiç bozulmadan karşılık verdi:
— İlişiği yok tabiî... ama isteğiniz öylesine şaşırtıcı, öylesine...
— Söyler misiniz, verecek misiniz izin?
— İzin mi? Elbette, elbette, hemen bir kâğıt vereyim size. Buyrun oturun lütfen.
Savcı, masasına gitti, oturup bir şeyler yazmaya koyuldu.
— Otunuz lütfen.
Nehlüdof ayakta duruyordu.
Savcı, izin kâğıdını yazdıktan sonra, yüzüne merakla bakarak Nehlüdof'a verdi onu.
— Şunu da bildirmek zorundayım size, dedi Nehlüdof, jüri üyeliği görevime devam edemeyeceğim.
— Ama, bildiğiniz gibi, bunun için mahkeme hayetine kabul edilebilecek sebepler göstermelisiniz.
— Her çeşit mahkemeyi yalnızca yararsız değil, ahlâk kurallarına da aykırı bulduğumdur sebep.
Savcı:
— Eveet, dedi. (O belli belirsiz gülümsemesi hâlâ dudak-larmdaydı. Bu gülümseyişle, böyle sözlere
alışık olduğunu, bunları eğlendirici bulduğunu anlatmak istiyordu sanki). Evet efendim, ama savcı olarak
benim bu konuda elimden bir şey gelmeyeceğini sanırım biliyorsunuzdur. Bu bakımdan, mahkemeye
durumu açıklamanızı salık vereceğim size; mahkeme gösterdiğiniz mazereti inceler, kabul eder ya da
etmez; etmezse para cezası verir size. Mahkeme heyetine vaşvurunuz lütfen.
Nehlüdof, öfkeli:
— Size söyledim işte, başka bir yere de başvurmam, diye söylendi.
Savcı, bu garip konuktan bir an önce kurtulmak istediğini gizlemeden, başını öne eğerek:154
— Güle güle efendim, dedi.
*
Nehlüdof çıktıktan hemen sonra savcının odasına giren bir mahkeme üyesi:
— Kimdi o yanınızdaki? diye sordu.
— Nehlüdof. Hatırlıyor musunuz, Krasnoperski bölgesi yönetim kurulunda acayip konuşmalar yapmıştı.
Düşünün bir kere, jüride görevli; sanıklar arasında, kürek cezasına çarptırılmış, eskiden aldattığı bir kadın
mı kız mı ne varmış, evlenmek istiyor onunla...
—• Olamaz.
— Vallahi öyle söylüyor... tuhaf bir heyecan içindeydi.
— Günümüzün gençlerinde bîr acayiplik var ya, nedir bilmiyorum.
—• Pek o kadar genç de sayılmaz hem.
— Şu sizin ünlü İvanşenkof'unuz da kabak tadı verdi yani. Öldürüyor insanı, konuşuyor da konuşuyor...
— Düpedüz susturmalıdır böylelerini, kendiliklerinden susmazlar çünkü...
XXXVI
Savcının yanından çıkınca doğru tutukluların bulunduğu ceza evine gitti Nehlüdof. Ama aradılar taradılar,
Maslova diye biri yoktu orada; başgardiyan, Nehlüdof'a bir de eski sürgünler ceza evine bakmasını
söyledi. Nehlüdof oraya da gitti.
Gerçekten de oradaydı. Yekaterina Maslova. Altı ay önce jandarmaların açtığı çok önemli, dallı budaklı
politik bir dâva sonucu tutuklular ceza evine üniversite öğrencilerinin, doktorların, işçilerin, hemşire
kızların, yüksek okullarda kurslara katılan kadınların doldurduğunu unutmuştu savcı.
Tutuklular ceza evi, kentin bir ucunda, sürgünler ceza evi öte uçundaydı; Nehlüdof oraya vardığında
akşam olmak üzereydi. Soğuk görünümlü, kocaman yapının kapısına yaklaşıyordu ki, nöbetçi bırakmadı
onu, çıngırağın ipine asıldı birkaç kere. Çıngırak sesine gardiyan çıktı. Nehlüdof izin kâğıdını gösterdi;
gardiyan, ceza evi müdürü izin vermeden onu içeri alamayacağını söyledi. Nehlüdof, ceza evi müdürünün
evine yürüdü. Daha mer— 155 —
divenleri çıkarken, piyanoda gürültülü, canlı bir parça çalındığını duymuştu. İçerden geliyordu bu ses. Bir
gözü bağlı, öfkeli olduğu yüzünden belli oda hizmetçisi kapıyı açınca sesler dışarı boşaldı sanki birden.
Nehlüdof'un kulaklarını tırmaladı. List'in bir rapsodisiydi bu, hani güzel de çalıyordu çalan, ama bir yerine
kadar. Oraya gelince gene baştan başlıyordu. Nehlüdof, gözü bağlı oda hizmetçisi kıza ceza evi
müdürünün evde olup olmadığını sordu.
Oda hizmetçisi:
— Hayır, dedi.
— Ne zaman gelir acaba?
Rapsodi gene sustu, sonra gürültüyle, heyecanla başladı, o büyülü yere kadar tekrar edildi.
— Gidip bir sorayım efendim.
Oda hizmetçisi kız gitti.
Rapsodi yeni baştan başlamıştı gene, ama bu kez büyülü yere kadar devam etmedi, yarıda kesildi. Bir kız
sesi duyuldu:
— Evde olmadığını, bugün gelmeyeceğini söyle. Bir yere gitti, anlamıyorlar mı?
Gene Rapsodi başladı, ama başlamasıyla kesilmesi bir oldu, bir sandalyenin itildiği duyuldu. Anlaşılan
piyanist bayan kızmış, zamansız gelen bu inatçı ziyaretçiye haddini bildirmek istemişti.
Uçuk benizli, elemli bakan gözlerinin altı mor, saçı başı karmakarışık bir kız kapıdan çıkarken, sinirli,
— Babam evde yok, diyordu.
Ama karşısında iyi giyimli, genç bir adam görünce yumuşadı hemen,
— Buyrun lütfen, girin... Bir arzunuz mu vardı?
— Ceza evinde bir tutukluyu görmek istiyordum da.
— Siyasî suçlulardan mı?
— Hayır, siyasî suçlu değil. Savcıdan izin aldım.
— Bilmem ki, babam yok evde. Buyursanıza, girin lütfen... Siz bilirsiniz, öyleyse babamın yardımcısına
gidin, odasmdadır şimdi, onunla konuşun. Soyadınız neydi?
Nehlüdof kızın sorusuna cevap vermeden,
— Teşekkür ederim, dedi.— 156 —
Dönüp yürüdü. Arkasından kapı yeni kapanmıştı ki, aynı coşkun, neşeli parça çalmaya başladı gene.
Oysa ne yeriydi bu müziğin, ne de onu büyük bir dikkatle öğrenmeye çalışan kızın za-valiı görünüşüne
gidiyordu. Avluda bıyığının uçları kalkık genç bir subayla karşılaştı Nehlüdof, müdür yardımcısının nerede
olduğunu sordu ona. Genç subay, müdür yardımcısının kendi olduğunu söyledi. İzin kâğıdını a!dı, inceledi,
tutuklular ceza evi için verilmiş bir izin kağıdıyla onu görüştüremeyeceğini söyledi.
— Hem geç oldu zaten... Yarın buyrun. Saat dokuzda herkes istediğiyle görüşebilir yarın. Müdür de
gelecek, onu da görürsünüz. Görüşme odasında görüşebileceğiniz gibi, izin verirse müdürün odasında da
görüşebilirsiniz.
Nehlüdof böylece, Maslova'yla görüşmeden eve döndü. Sokakta yürüyor, mahkemeyi değil, savcıyla,
müdür yardımcısıyla arasında geçen konuşmaları düşünüyordu. Maslova'yı göreceği düşüncesi
heyecanlandırıyordu onu. Onunla konuşabilmek için uğraşması, niyetini savcıya açması, onu görmek için
iki ceza evine gitmesi öylesine coşturmuştu onu ki, uzun süre geçmedi heyecanı. Eve gelir gelmez, hanidir
elini sürmediği günlüğünü aldı, birkaç yerine şöyle bir göz gezdirdikten sonra yazmaya başladı: İki yıldır
tutmuyorum günlük, bu çocukluğa bir daha hiç dönmeyeceğim kanısındayım. Oysa çocukluk değildir bu;
kendi kendimle, her insanın içinde yaşayan o gerçek, kutsal kendimle söyleşmektir. O zamandan beri
uyuyordu bu ben, söyleşebileceğim kimsem yoktu. Yirmi sekiz nisan günü, jüri üyesi bulunduğum
duruşmada az görülür bir rastlantı uyandırdı onu. Sanık sandalyesinde onu, bir zamanlar aldattığım
Katyuşa'yı ceza evi giysisiyle gördüm. Tuhaf bir yanlış anlama, benim de bir anlık dalgınlığım sonucu
kürek cezasına çarptırıldı. Bugün savcıya gittim, ceza evine gittim. Görüştürmediler beni onunla; ama
kararlıyım, onu görmek, ondan özür dilemek — evlenerek bile olsa •— suçumu bağışlatmak için her şeyi
yapacağım. Tanrım, yardım et banal Öyle hafif hissediyorum kendimi, öyle mutluyum ki.
XXXVII
O gece daha uzun süre uyuyamadı Maslova. Gözleri açık, kapıya bakıyor, esmer kadının burnunu
çekmesini dinliyordu. Hâlâ bir aşağı bir yukarı dolaşıp duran köy papazının kızı geçiyordu önünden ikide
bir.
Sahalin'de ne olursa olsun, bir kürek cezalısıyla evlenmeyeceğini düşünüyordu. Ama yöneticilerden
biriyle, bir yazıcıyla, hiç değilse bir baş gardiyan ya da gardiyanla evlenebilirdi belki. Benden iyisini mi
bulacaklar. Yeter ki zayıflamayayım. Yoksa mahvolurum. Savunma avukatının ona nasıl baktığını
hatırladı; başkan da, karşılaştığı ya da mahsus yanından geçen erkekler de öyle süzüyorlardı onu tepeden
tırnağa. Ceza evinde onu görmeye gelen Berta'nın getirdiği haberi hatırladı: Kitayev-na'nın evindeyken
aşık olduğu üniversite öğrencisi gelip aramıştı onu; ceza evine düştüğünü öğrenince de çok üzülmüştü.
Esmer kadının kavgasını hatırladı, acıdı ona; ona bir francala da fazladan yollayan fırıncı geldi aklına. Çok
şey düşündü ama Neh-lüdof'u hatırlamadı hiç. Çocukluğunu, genç kızlığını, özellikle, Nehlüdof'a olan
âşkını hatırlamak istemezdi hiç bir zaman. Çok acı verirdi ona bu- Bu anılar ruhunun derinlikleriyie bir
yerde hiç dokunulmadan dururlardı. Düşünde bile gördüğü olmazdı Nehlü-dof'u. Duruşma {salonunda onu
tanımaması, onu son kez gördüğünde resmî giygili, sakalsız küçücük bıyıklı, kısa da olsa gür, kıvırcık saçlı
bir genç; şimdiyse kelli felli, sakallı bir adam olmasından olduğu kadar, onu hiç düşünmemesindendi.
Onunla ilgili geçmişini o zifiri karanlık gece, Nehlüdof savaş dönüşü halalarına uğramadığı o korkunç gece
çıkarıp atmıştı belleğinden.
Maslova o geceye kadar, yani Nehlüdof'un dönüşte uğrayacağını umduğu sürece, karnında taşıdığı
çocuktan sıkılmak şöyle dursun, onun yumuşak, bazan da sert hareketlerinden büyük haz duyuyor,
duygulanıyordu bile. Ama o geceden sonra her şey değişti. Doğuracağı çocuk da bir yük olmaya
başlamıştı ona artık.
Halaları uğraması için mektup üzerine mektup yazmışlardı ona, yalvarmışlardı; ama o bir telgraf çekti
onlara, zamanında Petersburg'da bulunması gerektiği için uğrayamayacağını bildirdi. Bunu öğrenince, onu
görebilmek için tren istasyonuna gitmeye karar verdi Katyuşa Tren gece saat ikide geçecekti. Katyuşa
.hanımlarını yatırdı- eski bir çift potin geçirdi ayağına, atkıyı ba-_ 158 —
sına örttü, yanına ahçmın kızı Maşka'yı alıp sessizce çıktı evden, istasyona koştu.
Yağmurlu, rüzgârlı, zifirî karanlık bir sonbahar gecesiydi. Ilık, iri yağmur taneleri kamçılıyordu yüzünü;
arada bir yağmur kesiliyordu. Ayaklarının altında yol belli değildi, orman ise kuyu gibi kapkaranlıktı.
Katyuşa oraları çok iyi bildiği halde gene de kaybetti yolu; öyle ki, trenin üç dakika kalacağı küçük
istasyona, umduğu gibi trenden önce değil, ikinci zilden sonra varabildiler. Koşarak trenin yanına
geldiklerinde Katyuşa birinci mevki vagonun penceresinde ODU gördü hemen. Çok aydınlıktı içersi. İki
subay kadife kaplı koltuklarda karşılıklı oturmuş, kâğıt oynuyorlardı. Pencerenin önündeki küçük masada
kalın mumlar yanıyordu; üstten eridikçe kenarlarından akarken ip ip donmuş mumlar. O, koltuklardan
birinin kenarına, kolunu arkalığına dayayarak oturmuş, bir şeye gülüyordu. Bacaklarına iyice yapışmış
subay pantolonu vardı ayağında. Onu tanır tanımaz, soğuktan donmuş eliyle cama vurdu Katyuşa. Ama
tam o anda da üçüncü zil çaldı, tren önce geri kaydı, biraz sonra vagonlar, sırayla sarsılarak yavaş yavaş
hareket ettiler. Oyun oynayan subaylardan biri elinde kâğıtlarla ayağa kalktı, pencereden dışarı baktı.
Katyuşa bir kere daha vurdu, yüzünü cama dayadı. O anda Kat-yuşa'nın yanında durduğu vagon da
sarsıldı, hareket etti. Katyuşa içeri bakarak yürüyordu vagonla beraber. Subay pencereyi indirmek istiyor,
ama indiremiyordu bir türlü. Nehlüdof kalktı yerinden, subayı yana itti, pencereyi indirmek için uzandı. Tren
hızlanmıştı. Katyuşa geri kalmamak için çabuk çabuk yürüyordu, ama tren de hızlandıkça hızlanıyordu.
Nehlüdof tam pencereyi indirdiği anda kondüktör itti Katyuşa'yı, trene atladı. Geri kalmıştı Katyuşa, ama
hâlâ koşuyordu istasyonun ıslak tahtaları üzerinde. Sonra tahtalar bitti, merdivenleri koşarak inerken
düşmemek için zor tuttu kendini. Koşuyordu Katyuşa, ama birinci mevki vagonu uzaklaşmıştı ondan,
gitmişti. Şimdi ikinci mevki vagonları koşarak geçiyordu yanından, sonra üçüncü mevki vagonları daha
hızla geçmeye başladılar, ama hâlâ durmadan koşuyordu Katyuşa. Yanında arkasından fenerle son vagon
geçtiğinde su tulumbasının yanındaydı. Yapayalnızdı karanlığın ortasında, birden rüzgâr saldırdı üzerine,
basından atkısını çekti aldı.
- 159 ıslak eteklerini estiği yöndeki bacağına yapıştırdı. Atkısının bayından uçtuğuna aldırmadan koşuyordu
Katyuşa hâlâ. Arkasından ona yetişmeye çalışan kız,
— Mihaylovna teyze! diye bağırıyordu. Atkınızı düşürdünüz!
O apaydınlık bir kompartımanda, kadife koltuklarda oturuyor, gülüp eğleniyor, içiyor, bense burada
çamurların, karanlığın içindeyim; yağmurun, rüzgârın altında ağlıyorum. Böylece geçirdi içinden Katyuşa.
durdu, başını geri atıp ellerinin arasına .aldı, hüngür hüngür ağlamaya başladı.
—' Gitti! diye bağırıyordu.
Kız korkmuştu, sırılsıklam entarisiyle sarıldı ona.
— Eve gidelim teyzeciğim.
Katyuşa kıza cevap vermeden, Bir tren geçerken altına ata-•yım kendimi, her şey bitsin, diye geçiriyordu
içinden.
Öyle yapmaya da kararlıydı. Ama her zaman olduğu gibi, heyecan anı geçtikten sonra karnındaki çocuk,
onun çocuğu birden tekme atmaya başladı, yumuşak kıpırdanmalar duydu için-de Katyuşa, duygulandı.
Bir dakika önce onu öylesine perişan den artık yaşayamıyacağı düşüncesi, sevdiği erkeğe olan öfkeli,
ondan hiç değilse kendini öldürerek öcünü almak isteği çok uzaklardaydı şimdi. Sakinleşmişti, atkısını alıp
sarındı ona, aceleyle eve yollandı.
Perişan bir durumda, iliklerine kadar ıslanmış, üstü başı çamur içinde eve döndü; onu şimdiki durumuna
getiren ruhsal değişiklik de o gün başladı işte. İyiliğe o korkunç geceden sonra inanmamaya başladı. O
zamana kadar iyiliğe de inanırdı, insanların iyiliğine inandıklarına da; ama o gece hiç kimsenin böyle ;bir
şeye inanmadığı, insanların, Tanrıdan, iyilikten söz etmelerimin tek nedeninin birbirlerini aldatmak olduğu
inancı yer etti 'içinde. Onu seven — kuşkusu yoktu Katyuşa'nın Nehlüdof'un onu sevdiğinden — evet onu
seven, onun da sevdiği erkek istediğini elde ettikten sonra, duygularıyla alay ederek silkip atmıştı onu.
Tanıdığı en iyi insan oydu. Hiç kimse onun kadar iyi değildi. Her gün biraz daha inanıyordu buna. Halalar,
dine sıkı sıkıya bağlı o yaşlı kadınlar bile, onlara artık eskisi gibi hizmet edemeyince kovmuşlardı onu.
Tanıdığı bütün insanlar bir çıkar peşindeydiler hep; Kadınlar, ondan yararlanarak para kazanma-— 160 —
ya çalışıyorlardı; erkeklerse, yaşlı bölge konserinden gardiyanlara kadar hepsi bir zevk aracı gibi
bakıyorlardı ona. İnsanlar için dünyada varsa yoksa zevkti önemli olan, gerisini görmüyordu gözleri.
Özgürlüğüne kavuşmasının ikinci yılında tanıştığı yaşlı yazar daha da inandırmıştı onu buna. Kişinin
mutluluğunun bunda —şiir ve estetik diyordu buna— olduğunu söylüyordu.
Herkes kendi için, kişisel zevki, çıkarı için yaşıyordu; Tanrı üzerine, iyilik üzerine söylenenler aldatmacaydı
hep. Dünyada her şeyin niçin bu kadar kötü olduğu, insanların niçin birbirine durmadan kötülük yaptıkları,
birbirinin kuyusunu kazdıkları, niçin hepsinin ıstırap çektikleri konusuna gelince, bunları hiç düşünmemek
gerekiyordu. Canı sıkılmaya başladı mı; bir sigara yakınca, birkaç kadeh devirince ya da —en iyisi de
buydu— bir erkekle sevişince geçiyordu her şey.
XXXVIII
Devrisi 'gün —pazardı— sabahın beşinde kadınlar koğuşunun koridorunda her sabahki düdük çalınca,
hâlâ uyumayan Ko-rabîeva uyandırdı Maslova'yı.
Kürek mahkûmu diye geçirdi içinden dehşetle Maslova. Gözlerini oğuşturdu, gece iyice ağırlaşmış, çok pis
kokan havayı güçlükle çekti ciğerlerine; dönüp gene uyumak, her şeyin unutulduğu ülkeye gitmek istedi,
ama artık bir alışkanlık olarak içine yerleşmiş korku kaçırdı uykusunu, doğruldu, ayaklarını toplayıp oturdu,
çevresine bakınmaya başladı. Kadınlar kalkmıştı, çocuklar uyuyordu yalnız. Patlak gözlü yasak içkici
kadın, çocukları uyandırmamak için yavaş yavaş çekiyordu altlarından önlüğünü. Bozguncu kadın, kundak
yerine kullandığı eski püskü bez parçalarını asıyordu sobanın yanına; mavi gözlü Fedosya'nın kucağında
tuttuğu, pışpışladığı, onunla beraber sallandığı bebeğiy-se yırtınırcasına ağlıyordu. Veremli göğsünü
tutmuş öksürüyor, aralarda güçlükle, hırlayarak soluyordu. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Esmer kadın
uyanmış, göbeği havada, kalın bacaklarını kıvırmış, sırtüstü yatıyor, gördüğü bir düşü yüksek sesle,
neşeyle anlatıyordu. Bilerek yangın çıkarmaktan yatan yaslı kadın gene
— 161 —
ikon dolabının önündeydi; durmadan haç çıkarıyor, secdeye varıyor, hep aynı sözcükleri fısıltıyla
tekrarlayarak dua ediyordu. Köy papazının kızı ranzasında kıpırdamadan oturuyor, uykulu gözlerle önüne
bakıyordu. Çalımlı, siyah, sert, yağlı 'saçlarını parmağına doluyordu.
Koridorda ayak sesleri duyuldu, anahtar gürültüyle döndü kilidin içinde, iki erkek cezalı girdi içeri.
Temizleyicilerdi bunlar. Ceketleri uzun, boz pantolonları kısa mı kısaydı. Ağırbaşlı, sinirliydiler; pis su dolu
tekneyi kaldırıp götürdüler. Kadınlar ellerini yüzlerini yıkamak için koridordaki musluklara gittiler. Esmer
kadın orada da komşu hücreden çıkmış bir kadınla kapıştı. Gene bağnşmalar, küfürler, yakınmalar...
Gardiyan,
— Zindana tıkılmak mı istiyor canınız galiba! diye bağırdı. Esmer kadının yağlı sırtına öyle bir şaplak
indirdi ki, koridor çın çın öttü.
— Sesini duymayayım bir daha.
Bu davranışı, okşama olarak kabul eden esmer kadın,
— Amma da vuruyorsun be moruk, dedi.
— Hadi çabuk olun, hadi! Sabah ayinine yürüyün. Maslova saçlarını daha taramamıştı ki, ceza evi
müdürü
geldi yardımcılarıyla. Gardiyan.
— Yoklama! diye bağırdı.
Öteki hücreden de kadınlar çıktı, koridorda ikili sıra oldular; arka sıradakiler ellerini ön sıradakilerin
omuzlarına koydular. Hepsini saydılar.
Yoklamadan sonra bir kadın gardiyan geldi, kadınları alıp kiliseye götürdü. Bütün hücrelerden çıkmış yüz
kadar kadın sırayla yürüyordu arkasından. Maslova'yla Fedosya sıranın ortala-nndaydı. Hepsi beyaz
başörtülü, blûzlu, etekliliydi; renkli giysisi olan tek tüktü. Kocalarından ayrılmayan, onlarla beraber ceza
evine giren çocuklu kadınlardı bunlar. Sıranın bir ucu merdivenin başında, öteki ucu dibindeydi. Kalın
tabanlı terliklerin taşlarda çıkardığı tok sesten başka bir ses duyulmuyordu; arada konuşanlar, gülenler de
vardı. Bir köşeyi dönerken düşmanının,
Diriliş — F: 11
— 162 —
Boçkova'nın kötülük okunan yüzünü gördü Maslova, önde yürüyordu, Fedosya'ya gösterdi onu. Alt kata
inirnce kestiler seslerini kadınlar; içini, altınlarda yansıyan ışığın pırıl pırıl aydınlattığı kilisenin açık
kapısından haç çıkararak girdiler. Bomboştu henüz kilise. Onlara ayrılan yer sağ yandaydı; sıkışarak,
birbirini iterek yerleştiler. Kadınların arkasından boz giysileriyle erkek cezalılar geldiler; yüksek sesle
öksürerek sol yandaki ve ortadaki yerlerini aldılar. Yukarda, koro yerinin bir yanında, başlarının yarısı traş
edilmiş, orada oldukları ayakiarındaki zincirlerin şakırdamasından belli olan kürek cezalıları, öteki yanında
saçları kesilmemiş, ayakları zincire vurulmamış tutuklular vardı.
Ceza evi kilisesini zengin bir tüccar otuz: kırk bin ruble vererek yeni baştan yaptırmıştı. Pırıl pırıl renklerle,
altınla parlıyordu her yanı.
Bir süre sessizlik vardı kilisenin içinde; yalnız sümkürme-ler, öksürük, çocukların ağlaması, arada bir de
zincir şakırtıcı duyuluyordu. Ortadaki cezalılar arasında bir kaynaşma oldu birden, birbirlerini iterek
açıldılar, ortada bir yol açtılar; bu yoldan, ceza evi müdürü yürüyerek en öne geçti, tam orta yerde durdu.
XXXIX
Ayin başladı.
Simli, kalın bir kumaştan acayip, son derece rahatsız bir giysisi olan papaz ekmeği bıçakla ufak ufak kesip
bir tabağa yerleştirdi, sonra birtakım dualar okuyarak, adlar söyleyerek içinde şarap olan bir kaba da attı
birkaç tane. Bu arada Zangoç durmadan bir şeyler okuyordu; sonra cezalılardan kurulu koro eşliğinde,
anlaşılmaz, çabuk ve şarkı gibi söylendiği için daha da anlaşılmaz olan, eski Slav duaları okudu. Dualarım
çoğunda Tanrıya Çarın, Çar ailesinin mutluluğu için yakarılıyordu. Yere diz çökü-lerek bir kaç kere okundu
bu çeşit dualar, arada başkaları da okunuyordu. Ondan başka, zangoç Havarilerim Kutsal işlerinden birkaç
şiir okudu, ama öylesine tuhaf bir seslle, kendini zorlayarak okuyordu ki, bir sözcüğü anlaşılamadı
okuduğunun. Sonra papaz Mark'ın İncil'ini açtı, tane tane okumaya başladı. İsa'nın dirildikten sonra göğe
uçup babasının sağ yanına oturmadan ön— 163 —
ce, ilkin, içinden yedi şeytanı kovduğu Mariya Magdalena'ya, sonra da onbir öğrencilerine İncil'i tüm
canlılara tanıtmasını buyurduğu, inanmayanların mahvolacaklarını, inananların, vaftiz ola-caklarmsa
kurtulacağını, içindeki şeytanları kovacağını, elinin dokunuşuyla hastaları iyi edeceğini, yeni yeni dillerle
konuşacağını, yılanları buyruğu altına alacağını, zehir içse ölmeyeceğini, sağlıklı kalacağını söylediği
yerdi.
Papazın doğrayıp şarabın içine koyduğu ekmek parçalarının, bilinen hareketlerden, dualardan sonra
Tanrının bedenine, kanına dönüşeceğine inanılıyordu. Bu hareketler şunlardı: Papaz, — simli kalın
kumaştan cüppesiyle çok güç olduğuna aldırmadan— ellerini yavaşça yukarı kaldırıyor, öyle bir süre
durduktan sonra yere diz çöküyor, masayı, masanın üzerindekileri öpüyordu. En önemli hareket, papazın,
peçeteyi iki eliyle tutup, tabaka altın kap üzerinde düzenli olarak yavaş yavaş sallamasıydı. Ekmekle
şarabın tam o anda Tanrının bedeniyle kanına dönüşeceğine inanıldığı için, ayinin bu yeri pek heyecanlı
olmuştu. Bundan sonra, bölmenin arkasından bağırmaya başladı papaz:
— Ey en temiz, en bakir Tanrı anası, kutsalların en kutsalı!
Koro coşkun bir övgüyle başladı arkasından, İsa'yı, bakireliğine hiç zarar gelmeden doğuran bakire
Meryem'in meleklerden üstün olduğunu dile getiriyordu bu övgü. Dönüşümün bundan sonra artık
tamamlandığına inanıldığı için, papaz tabağın üzerindeki peçeteyi kaldırdı, tam ortadaki parçayı alıp dörde
böldü, şaraba batırıp ağzına attı. Onun Tanrının etinden bir parça yediğine, kanından bir yudum içtiğine
inanılıyordu. Sonra perdeyi çekti papaz, ara kapıyı açtı, altın kaplı kabı eline alıp, orta yere çıktı,
isteyenlerin kaptaki Tanrının etinden yiyebileceğini kanından içebileceğini söyledi yüksek sesle.
Birkaç çocuktan başka isteyen çıkmadı.
Papaz önce adlarını sordu çocukların; sonra elindeki kaşığı kaba daldırıp, her keresinde bir parça ekmekle
biraz şarap alarak kaşığı sapına kadar çocukların ağzına sokmaya başladı. Bu arada zangoç çocukların
ağzını siliyor, bir yandan da neşeyle şarkı söylüyordu. Çocukların Tanrının etinden yedikleri, kanından
içtikleri üzerineydi bu şarkı. Sonra kabı alıp bölmenin arkasına gitti papaz, kaptaki kanın hepsini içti,
Tanrının bedeninin parça-— 164 —
larını yedi, bıyıklarını birkaç kere yaladıktan, ağzını da kabı da güzelce kuruladıktan sonra, ince tabanlı,
cilâlı potinlerini gıcır-data gıcırdata, çabuk adımlarla çıktı bölmenin arkasından. Çakırkeyif olduğu
gözlerinin parlamasından belliydi.
Hıristiyanlığın en önemli ayini böylece bitmiş oluyordu. Ama papaz, zavallı, mutsuz cezalıları avutmak
amacıyla, alışılagelmiş ayine öze! bir ayin daha eklemeyi uygun bulmuştu. Bu özel ayin şöyleydi: Papaz,
altın çerçeveli, yirmi otuz mumun aydınlattığı bir tasvirin önünde yere diz çöktü (biraz önce etini yediği
Tanrının resmi diye bellenmişti bu; yüzü, elleri simsiyah bir insan resmiydi) acayip, soğuk bir sesle şarkı
söylemekle konuşmak arası bir tonda okumaya başladı:
— Ey en tatlı olan İsa, havarilerin göz bebeği, Rabbim benim, acı çekenlerin tek avuntusu, evrenin
sahibi, İsa, kurtar beni, kurtar beni Rabbim, güzel İsa, bütün dualarım sanadır, kurtar beni İsa'm benim, acı
bana, sana iman etmişler, seni kutsal bilenleri kurtar ey bütün varlıkların Peygamberleri, İsa, cennetin
kapılarını açtı bana ey insan sever İsa'm!
Burada sustu papaz, soluk aldı, haç çıkarıp secdeye vardı, herkes yaptı onun yaptığını. Ceza evi müdürü
de, gardiyanlar da, cezalılar da secdeye varmışlardı; yukarda zinzin şakırtıları duyuldu. Papaz devam etti
sonra:
— Melekleri yaratan, güçlerin en büyüğü İsa, tüm kutsal varlıkların en kutsalı, atalarımızın sığmağı, çok
tatlı İsa, büyük İsa, çarların koruyucusu, mutluluk kaynağı İsa, Peygamberler Peygamberi, mucizeler
yaratan,
düşmüşlerin dayanağı,
mutlu Rabbim, rahiplere yaşama gücü veren ey en iyi, ey en
bağışlayan İsa, zavallıların sevinci, dindarların armağanı, oruç tutanların gücü İsa, ey, en temiz, en soylu,
en kutsal, ölümsüz, günahkârların kurtuluşu İsa ey, Tanrının oğlu, acı bana!
Papaz giderek yükseltiyordu sesini; tasvirin ipek örtüsüne dokundurdu elini sonunda, bir dizini yere koyup
secdeye vardı; bu arada koro büyük bir coşkunlukla duanın son sözlerini tekrar ediyordu: İsa ey, Tanrının
oğlu, acı bana! Cezalılar, yarısı traş edilmiş başlarını sallayarak, zayıf bacaklarının derilerini soymuş,
zincirleri şakırdatarak secdeye varıp varıp doğruluyorlardı.
Uzun süre devam etti bu böyle. Önce övgüler söylendi —her
— 165 —
övgü acı bana diye bitiriliyordu— arkasından amin diye biten yeni övgüler okundu. Mahkûmlar haç
çıkarıyor, secdeye varıyorlardı. Başlangıçta her aralıkta secdeye varıyorlardı cezalılar, sonra bir atlayarak,
giderek iki, üç atlayarak varmaya başladılar; bütün övgüler bitip de papaz derin bir soluk alarak elindeki
küçük kitabı kapayıp bölmenin arkasına gidince hepsi çok sevindiler buna. Son bir şey daha kalmıştı.
Papaz büyük masanın üzerindeki uçlarında mine pullar olan altın kaplamalı haçı alıp, onunla kilisenin orta
yerine çıktı. Önce ceza evi müdürü geldi papazın yanma, elini haça değdirdi, sonra yardımcısı, daha sonra
da gardiyanlar yaptılar aynı şeyi. Arkasından cezalılar birbirini iterek, alçak sesle küfrederek sırayla
gelmeye başladılar. Papaz, müdürle konuşurken bir yandan da, ona yaklaşan cezalıların ağzına, bazan da
burnuna sokuyordu elini, haçı. Cezalılar papazın elini de haçı da öpmeye çalışıyorlardı. Yolunu kaybetmiş
kardeşlerin huzura kavuşması, doğru yolu bulması için yapılan hıristiyan ayini de böylece bitmiş oluyordu.
XL
Papazdan, müdürden tutun da Maslova'ya kadar hiç kimse, papazın, tuhaf tuhaf sözcüklerle övdüğü, adını
bir çok kereler tekrarladığı İsa'nın burada yapılanları yasakladığını aklının ucundan biİe geçirmemişti.
Böylesine anlamsız, saçma sapan duaları, öğretmen papazların ekmekle şaraba yaptıkları bu çirkin
okus-fokusu yasaklamakla kalmamış, insanların başka insanlara öğretmen demelerini, tapınaklarda dua
etmelerini de kesinlikle yasaklamıştı. Herkesin yalnız, bir basınayken dua etmesini buyurmuş; kendisinin
tapmakları yıkmak için geldiğini, tapmaklarda değil, gerçekte, ruhta dua etmenin gerektiğini söyleyerek
tapınakları da yasaklamıştır. En önemlisi, insanları yargılamayı, onları burada olduğu gibi, zindanlarda
çürütmeyi, horlamayı, ezmeyi, öldürmeyi yasaklamamıştır yalnızca; köleleri özgürlüğe kavuşturmaya
geldiğini söyleyerek, insanlara karşı her çeşit eziyeti de yasaklamıştır.
Hiç kimsenin aklına, burada İsa adına yapılanların aslında
J— 166 —
İsa'ya en büyük küfür olduğunu, onunla alay etmek olduğu gelmiyordu. Papazın ortaya çıkarıp herkese
öptürdüğü altın kaplama, uçlarında mine pullar olan haçın aslında, İsa'yı, şimdi onun adına burada
yapılanı yasakladı diye astıkları darağacınn örneğinden başka bir şey olmadığını düşünen yoktu.
Ekmeğin, İsa'nın etine, şarabın da kanına dönüştüğünü söyleyen papazların gerçekten de O'nun etini
yediklerini, kanını içtiklerini, ama bunu, ekmekleri yiyerek, şarabı içerek değil de; İsa'nın, kendini onlardan
biri saydığı küçükleri yoldan çıkardıktan başka, İsa'nın oğluna getirdiği mutluluğu onlardan saklayarak,
onları en yüce mutluluktan yoksun ederek, en dayanılmaz acıları çekmek zorunda bırakarak yaptıklarını
düşünmüyordu kimse.
Papaz büyük bir rahatlıkla, iç huzuruyla yapıyordu görevini, çünkü çocukluktan beri bu öğretilmişti ona
hep, şimdiye kadar yaşamış kutsal insanların da, şimdiki din büyüklerinin de inandıkları tek gerçek inancın
bu olduğu sokulmuştu kafasına. Ekmeğin et olduğuna inanmıyordu inanmasına, çok dua etmenin ruha bîr
yararı olacağına, yediğinin gerçekten de Tanrının eti olduğuna inanmıyordu —inanılmaz böyle şeylere—
ama bu dine inanmanın gerektiğine inanıyordu. Bu inancın içinde yer etmesinin en önemli sebebi de, bu
dinin gereklerini yerine getirmekle onsekiz yıldır para kazanmasıydı. Ailesine bakıyor, oğlunu lisede, kızını
da din okulunda okutuyordu bu parayla.'Zangoç da inanıyordu, hem papazınkinden sağlamdı onun inancı,
çünkü bu dinin aslını hepten unutmuştu, bildiği bir şey varsa o da, mum yakmanın, ölüye dua okutmanın,
çan çaldırmanın, azizlerin ruhlarına âyin yaptırmanın ayrı ayrı fiyatları olduğuydu; gerçek Hıristiyanlar da
seve seve ödüyorlardı bunların ücretini. Bu yüzden, yalvarırım, yalvarırım, diye bağırırken, ilâhi söylerken,
gerekli duaları okurken odun, un, ya da patates satan birisinin bağırmasının gerekliliğine inandığı kadar
inanıyordu buna, içi de rahattı. Ceza evi müdürüyle gardiyanlar, bu dinin esaslarını hiçbir zaman
öğrenemedikleri, kilisede olup bitenlerin ne anlama geldiğini bilmedikleri halde, bu dine inanmaları
gerektiği inanandaydılar; çünkü büyükleri de, Çar da bu dine inanıyorlardı. Dahası var, bu dinin onların
acımasız görevlerini doğruladığını sezinler gibi oluyorlardı (bu duygularını açıklamak istese— 167 —
ler açıklayamazlardı). Bu din olmasaydı —şimdi büyük bir gönül rahatlığıyla yaptıkları gibi— insanlara
ıstırap çektirmeleri daha bir çok, belki de imkânâsız olacaktı. Ceza evi müdürü öylesine iyi bir insandı ki,
bu dinde kendine dayanarak bulmasaydı yaşayamazdı. Yedi kanatlı melek duası okunurken bunun için
kıpırdamadan, dimdik durmuştu olduğu yerde, heyecanla secdeye varmış, haç çıkarmış, duygulanmaya
çalışmıştı; çocuklara kutsal ekmekle şarap verirlerken de aynı nedenle öne çıkmış, şaraptan içen çocuğu
kucağına alıp kaldırmıştı.
Cezalıların çoğu —bir bölümü bu dinden yararlanılarak insanların nasıl aldatıldığını açık seçik görüyor, için
için gülüyorlardı ona— evet, cezalıların çoğu bu altın kaplama çerçevelere konmuş tasvirlerde, bu
mumlarda, şarap içilen kapta, tasvir örtülerinde, haçlarda, durmadan tekrarlanan anlaşılmaz En kut-sa!
İsa, yalvarırım, diye bağrışlarda insanı bu dünyada da öteki dünyada da rahata kavuşturacak esrarlı gücün
saklandığına inanıyordu. Gerçi çoğu duayla, ayinle, mumla bu dünyada rahata erişmeyi denemişlerdi
birçok kereler de bir şey elde edememişlerdi —duaları boşuna gitmişti hep— ama bu başarısızlıklarının
geçici olduğuna inanıyordu her biri: bilginlerin, büyük din adamlarının salık verdiği bu yolun gene de çok
önemli olduğuna, bu dünya için olmasa bile öteki dünya için gerekliliğine kesin inançları vardı.
Maslova da inanıyordu buna. Ayin sırasında derin saygıyla can sıkıntısının beraberce bulunduğu o
duyguyu o da duymuştu. Başlangıçta orta orta yerlerdeydi, önünü bir direk kapadığı için arkadaşlarından
başka bir şey göremiyordu. Ama kutsal şarapla ekmekten alınırken Fedosya'yla beraber öne sokulmuş,
ceza evi müdürünü görmüştü, yöneticinin arkasındaki gardiyanların arasından da sarı saçlı, açık sarı
sakallı, ufak tefek bir köylü gördü; Fedosya'nın kocasıydı bu, gözlerini ayırmıyordu karısından. Dualar
okunurken Maslova ona bakıyordu hep, bir yandan da Fedosya'yla alçak sesle konuşuyordu. Herkes haç
çıkarınca o da haç çıkarıyor, herkesle beraber secdeye varıyordu.XLI
Nehlüdof sabah erken çıktı evden. Ara sokakta arabasına binmiş, bir köylüyle karşılaştı, adam tuhaf bir
sesle:
— Süt, süt, süt! diye bağırıyordu.
İlkbaharın ilk ılık yağmuru dün yağmıştı. Kaldırım olmayan her yerde yeşil otlar fışkırmıştı bir günde
toprağın altından. Bahçelerde kayın ağaçları yeşil tomurcuklar vermiş, kavaklar, ıhlamurlar kokulu, uzun
yapraklarını dikleştirmişti; evlerde, dük-kânlardaysa pancurlan çıkarmışlar, camları Biliyorlardı. Nehlüdof
un, arabasıyla yanından geçmesi gereken bit pazarında sıra sıra dizilmiş sergilerin önündeyse büyük bir
kalabalık kaynaşmaktaydı; çizmelerini koltuğunun altına almış, üstü başı yırtık insanlar vardı; bazıları da
güzelce ütülenmiş pantolonlar, ceketler asmışlardı omuzlarına, öyle dolaşıyorlardı.
Çalıştıkları fabrikalardan kurtulan temiz giyimli, pırıl pırıl çizmeli erkekler; başlarında parlak ipek kumaştan
atkılarıyla, cam düğmelerle süslü mantolanyla kadınlar meyhaneleri doldurmuşlardı bile. Tabancaları sarı
kordonlara bağlı polis memurları, uyuşukluklarını dağıtabilecek bir olayın çıkmasını bekliyorlar-mışcasma
kıpırdamadan duruyorlardı yerlerinde. Bulvarların yaya kaldırımlarında, yeşilliklerde çocuklar, köpekler
koşup oynuyorlar; neşeli dadılar banklarda oturmuş konuşuyorlardı.
Gölgede kalan sol yanlan hâlâ ıslak, orta yerleri kurumuş sokaklardan tekerlekleri kaldırım taşlarında
büyük gürültü çıkaran ağır yük arabaları geçiyordu peşpeşe; paytonlann yay gıcırtıları, atların çıngırak
sesleri duyuluyordu. Halkı, ceza evinin kilisesinde yapılmakta olan ayinin aynısına kiliselere çağıran
çanların her yandan gelen gürültüsü, uğultusu havayı titretiyordu. Herkes giyinmiş kuşanmış, kilisesine
gidiyordu.
Nehlüdof ceza evinin kapısına kadar gitmedi arabayla, köşe
başında indi.
Çoğunluğunun elinde bohçalar olan kadınlı erkekli birkaç kişi daha vardı orada. Ceza evinin kapısı yüz
adım ötedeydi. Sağda alçak, ahşap evler, solda iki katlı, tabelâlı bir ev vardı. Kocaman bir taş yapı olan
ceza evîyse ilerdeydi, ziyaretçileri yaklaştırmıyorlardı ona. Silâhlı nöbetçi er önünde bir aşağı bir yukarı
dolaşıyor, yanından geçmek isteyenlere bağırıyordu.
Sağ yandaki demir kapının önünde, nöbetçinin tam karşı— 169 —
sındaki peykede sırmalı giysisiyle bir gardiyan oturuyordu, bir defter vardı elinde. Ziyaretçiler yanma
geliyor, görmek istediklerinin adlarını söylüyorlardı, o da deftere yazıyordu. Nehlüdof da yaklaştı ona,
Katerina Masiova'yla görüşmek istediğini söyledi. Sırmalı gardiyan yazdı.
— Hâlâ ne diye bırakmıyorlar? diye sordu Nehlüdof.
— Ayin var içerde. Ayin biter bitmez alacağız.
Nehiüdof bekleyenlerin yanına gitti. Gruptan üstü başı yırtık, şapkası şapkadan başka her şeye benzeyen,
altı delik deşik potinlerini çıplak ayağına giymiş, yüzü kırmızı çiziklerle kaplı bir baldırı çıplak ayrılıp ceza
evine doğru yürüdü.
Tüfekli er bağırdı ona:
— Hey; nereye gidiyorsun ahbap?
Beriki, nöbetçinin bağırmasından hiç bozulmadı, geri döndü hemen:
— Ne bağırıp duruyorsun be? dedi. Bırakmazsan bırakma, ben de beklerim. Generalmiş gibi bağırıyor
beyefendi.
Gruptakiler gülümsediler onun bu sözlerine. Bekleyenlerin çoğunluğunun üstünde başında yoktu, ama
erkekler de kadınlar da temiz giyimliydi. Nehlüdof'un yanında akça pakça, sakalsız, al yanaklı, şişmanca
bir adam duruyordu; içinde, besbelli, çamaşır olan bir bohça vardı elinde. Nehlüdof, buraya ilk kez mi
geldiğini sordu ona. Elinde bohça olan adam her pazar geldiğini söyledi, konuşmaya başladılar. Bir
bankanın kapıcısıydı bu; sahtekârlıktan yatan kardeşine gelmişti. Bu temiz yürekli adam her şeyini anlattı
Nehlüdof'a; bitirdikten sonra tam Nehlüdof'u sorguya çekmeye hazırlanıyordu ki, besili, safkan, doru bir ata
koşulu lâstik tekerlekli bir yaylı geldi durdu yanlarında. İçinde üniversite öğrencisi bir gençle, peçeli bir
bayan vardı. Üniversite öğrencisinin elinde büyük bir bohça vardı. Nehlüdof'un yanına geldi, getirdiğj
francalan sadaka olarak dağıtıp dağıtamayaca-ğını, dağıtabilecekse bunun için ne yapması gerektiğini
sordu.
— Nişanlımın dileğini yerine getirmek istiyorum da efendim. Nişanlımdır. Annesiyle babası cezalıları
götürmemizi salık verdiler.
Nehlüdof, elinde defterle sağda oturan sırmalı gardiyanı göstererek,
170 —
171
— Galiba ona soracaksınız, dedi, ben de ilk kez geliyorum buraya, iyi bilmiyorum.
Nehlüdof öğrenciyle konuşurken ceza evinin, ortasında küçük bir penceresi olan, büyük demir kapısı
açılmış, resmi giysili bir subay, yanında bir gardiyanla dışan çıkmıştı. Elinde defter olan gardiyan
ziyaretçilerin içeri alınmaya başlanacağını bildirdi. Nöbetçi kenara çekildi, bekleyenler, geç kalmaktan
korkuyor-larmış gibi çabuk adımlarla —bazıları koşuyordu bile— ceza evinin kapısına yaklaştılar. Kapıda
bir gardiyan duruyor, içeri giren ziyaretçileri yüksek sesle sayıyordu: On altı, on yedi... İçerde başka bir
gardiyan da demir kapıdan girerken sayılanları, bir kere de ikinci kapıdan girerken, her birine eliyle
dokunarak sayıyordu. Böylece, görüşmenin sonunda bir görüşçünün içerde kalmaması, bir cezalının da
kaçırılmaması için, girenlerin kaç kişi olduğu kesinlikle öğrenilmiş oluyordu. Bu gardiyan, yanından
geçenin kim olduğuna bakmadan Nehlüdof un sırtına da vurdu, gardiyanın ona dokunuşu ilk anda
gururuna dokundu Nehlüdof un; ama buraya niçin geldiğini hatırladı hemen; gardiyana kızdı diye kendi
kendinden utandı.
İkinci kapıdan da girince tavanı kemerli, küçük pencereleri demir parmaklıklı, büyük bir odaya girdiler.
Toplama yeri denen bu odanın duvarlarındaki bir oyukta Nehlüdof büyük bir İsa Çarmıhta tasviri görünce
şaşırdı.
Burada ne işi var bunun? diye geçirdi içinden; İsa yalnızca özgür insanlarınmış gibi bir duyguya kapılmıştı.
Nehlüdof, acele eden ziyaretçilerin onu geride bırakmalarına ses çıkarmadan, yavaş yavaş yürüyordu.
Karmakarışık duygular vardı içinde. Buraya kapatılmış canavar ruhlu insanları düşünmenin verdiği korku;
dünkü çocuk gibi, Katyuşa gibi zorla buraya atılan günahsızlara duyulan acıma, biraz sonra Katyuşa'yı
göreceğini düşünmenin verdiği tatlı heyecan... Odanın öteki kapısından çıkarlarken, orada duran gardiyan
bir şeyler söylüyordu geçenlere. Ama düşüncelerine iyice dalmış olan Nehlüdof ilgilenmedi gardiyanın ne
dediğiyle, ziyaretçinin çoğunluğunun gittiği yöne, yani kadınlar bölümüne değil de erkekler bölümüne
doğru yürüdü.
Herkes acele ettiği, onu geride bıraktığı için, görüşme odasına en son girdi. Kapıyı açınca onu ilk şaşırtan, yüzlerce kişinin hep bir ağızdan bağırmasının
oluşturduğu kulakları sağır eden gürültü olmuştu. Odayı ikiye bölen demir parmaklığa sineklesin bala
yapıştığı gibi yapışmış insanlara yaklaşınca anladı durumu Nehlüdof. Pencereleri arka duvarında olan
odayı tavandan döşemeye kadar uzanan bir değil, iki demir parmaklık bölüyordu. İki demir parmaklık
arasında gardiyanlar dolaşıyordu. Kafeslerin öte yanında cezalılar, bu yanında ziyaretçiler vardı.
Parmaklıkların arası 2 metreden çoktu; öyle ki, elden ele bir şey vermek şöyle dursun, miyop bir insanın,
görmeye geldiği kimsenin yüzünü görmesi bile imkânsızdı. Konuşmak da çok güçtü, sesini karşısındakine
duyurabilmesi için avazı çıktığınca bağırması gerekiyordu insanın. İki yanda da parmaklıklara yapışmış
yüzler vardı; birbirlerini görmeye, en gerekli olanı söylemeye çalışan babaların, annelerin, karıların,
kocaların, çocukların yüzleriydi bunlar. Herkes kendi sesini duyurmak istediği için, yanıridakiler-den daha
çok bağırmaya çalışıyordu. Buraya girdiğinde Nehlü-dofu şaşırtan o uğultulu gürültü de bundan çıkıyordu.
Kimin ne dediğini anlamaya imkân yoktu. Bağırıp duranların ne demek istedikleri, anlaşmaya çalıştıkları,
parmaklığın ötesindeki adamın neyi oldukları yüzlerinden belliydi ancak. Nehlüdofun yanında başörtülü
yaşlı bir kadın vardı; yüzünü parmaklığa dayamış, saçının yarısı traşlı, soluk yüzlü,, genç bir adama sesini
duyurmaya çalışıyordu. Alt çenesi titriyordu bağırırken. Öteki, kaşlarını kaldırmış, alnını buruşturmuş,
dikkatle dinliyordu onu. Yaşlı kadının yanında redingotlu genç bir adam vardı; daha iyi duyması için ellerini
kulaklarına koymuş, başını sallayarak; ona benzeyen, acı çektiği yüzünden belli, sakallarına ak düşmüş bir
cezalının dediklerini dinliyordu. Daha ötede baldırı çıplak duruyor, elini kolunu sallayarak bağırıyor,
gülüyordu. Onun yanında ipek başörtülü, temiz bir kadın çocuğuyla beraber yere oturmuş, hıçkıra hıçkıra
ağlıyordu. Telin ötesindeki başının yarısı kabak edilmiş, ayakları zincirli, yaşlı adam ilk kez böyle gördüğü
belliydi. Kadının yanında Nehlüdofun dışarda konuştuğu banka kapıcısı ayakta duruyor, öte yandaki
gözleri parlayan, saçları dökülmüş cezalıya, avazı çıktığınca bağırarak bir şeyler söylemeye çalışıyordu.
Nehlüdof, onun da Maslova'yla bu koşullar altında konuş-— 172 —
— 173
ması gerektiğini düşününce bunun böyle olmasına karar verenler de, bu kararı uygulayanlara da bir nefret
doğdu içinde. Bu korkunç durumun, insan duygularıyla böylesine alay edilmesinin hiç kimseyi
gücendirmemesi tuhafına gitti. Erler de, gardiyanlar da, ziyaretçiler de, cezalılar da hiç yadırgamıyorlardı
bu durumu, böylesi gereliymiş, olağanmış gibi davranıyorlardı.
Nehlüdof beş dakika kaldı bu odada; tuhaf bir can sıkıntısı sarmıştı içini; güçsüzlüğünü, insanlardan
uzaklaştığını hissediyordu. Vapur tutmasını andıran, midesini bulandıran bir duyguydu bu.
XLII
Düştüğü umutsuzluktan kurtulmaya çalışırken, Verdiğim karardan dönmemeliyim ama, ne için geldiysem
buraya, yapmalıyım, diye geçiriyordu içinden. Ama nasıl?
Yöneticilerden birini görebilir mi diye bakındı, ziyaretçilerin arkasında üç aşağı beş yukarı dolaşan kısa
boylu, zayıf bıyıklı bir subay gördü. Yanına gitti, kendini zorlayarak, son derece kibar,
— Affedersiniz efendim, dedi, kadınlar bölümünün nerede olduğunu, onlarla nerede görüşüldüğünü
söyleyebilir miydiniz bana acaba,
— Kadınlar bölümüne mi gitmek istiyorsunuz?
— Evet efendim, cezalı bir kadın görecektim de. Nehlüdof gene o zoraki kibarlığıyla cevap vermişti:
Subay,
— Toplantı yerindeyken niçin söylemediniz? dedi. Kiminle görüşmek istiyorsunuz?
— Yekaterina Maslova'yla. Müdür yardımcısı,
— Siyasilerden midir? diye sordu.
— Hayır, şey...
— Ceza giydi mi?
Nehlüdof, onunla ilgilenmiş gibi görünen müdür yardımcısının canını sıkmaktan korkuyormuş gibi
çekingen,
— Evet, dedi, önceki gün.
Subay, dış görünüşünden Nehlüdof'un ilgi göstermeye değer bir kimse olduğuna karar verdiğini belli eden
bir tavırla,
— Kadınlar bölümüne gidecekseniz şöyle buyrun, dedi. Göğsünde madalyaları olan pala bıyıklı çavuşa
seslendi:
— Sidorof... Beyi kadınlar bölümüne götür.
— Başüstüne efendim.
Tam o anda parmaklığın önünde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı bir kadın.
Bütün bunlar pek garibine gidiyordu Nehlüdof'un. Onu en çok şaşırtan da, müdür yardımcısına, baş
gardiyan —burada yapılan insanlık dışı işleri yürüten bu insanlara— minnettarlık duymasının gerektiğini
hissetmesi olmuştu.
Gardiyan erkeklerle görüş odasından koridora çıkardı onu, tam karşıdaki kapıyı açıp, kadınlarla görüş
odasına götürdü.
Bu oda da iki demir parmaklıkla üçe bölünmüştü, ama çok daha küçüktü. Ziyaretçi de cezalı da azdı
burada, ama bağrışma, gürültü daha az değildi. Parmaklıklar arasında gardiyanlar dolaşıyordu burada da.
Kol ağızları sırmalı, erkek gardiyanlar gibi mavi kuşaklı kadın bir gardiyandı buranın sorumlusu. Öteki
odada olduğu gibi burada da parmaklıklara yapışıktı yüzler. Bu yanda çeşitli tabakalardan kentliler, öte
yanda bir bölümü ceza evinin verdiği beyaz giysili, bir bölümü de kendi giysileriyle cezalı kadınlar.
Parmaklıkta boş yer kalmamıştı. Bazıları parmak uçlarında yükselerek öndeki başların üzerinden seslerini
duyurmaya çalışıyorlardı; bazıları da yere oturmuş, öyle konuşuyorlardı.
Kadın cezalılar arasında dikkati en çok çeken, kıvırcık saçlarından başörtüsü kaymış, kaba görünüşlü,
sıska bir çingene kadındı. Ortadaki direğin yanında ayakta duruyor, elini kolunu çabuk çabuk sallayarak
bar bar bağırıyor, bu yandaki kuşağı düşük, mavi ceketli bir çingeneye bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Çingenenin yanında bir er oturuyordu, yerde karşısındaki cezalı kadınla konuşuyordu. Onun yanında sarı
sakallı, köylü bir genç parmaklığa yapıştırmış, kıpkırmızı olmuş yüzünü; ağlamamak için kendini zor
tuttuğu belliydi. Ayaklarında sandallar vardı. Sarışın, masmavi gözlerinde içtenlik okunan, sevimli, genç bir
kadınla konuşuyordu. Gözlerini ayırmıyordu ondan kadın. Fe-— 174 —
dosyaydı bu; köylü de kocası. Ondan sonra üstü başı yırtık bir adam karşısındaki ablak yüzlü, kir pas
içinde bir kadınla konuşuyordu. Sonra iki kadın, bir erkek, bir kadın daha vardı. Hepsinin karşısında cezalı
bir kadın vardı. Maslova yoktu aralarında. Öte yandaki kadınların arkasında bir kadın duruyordu ayakta.
Kim olduğunu hemen anlamıştı Nehlüdof; yüreği duracakmış gibi çarpmaya başladı, güçlükle soluk
alıyordu. Beklenen an yaklaşmaktaydı. Parmaklığa yaklaştı, tanıdı onu. Mavi gözlü Fedosya'nın arkasında
duruyor, kocasına söylediklerini gülümseyerek dinliyordu. Önceki günkü gibi önlük giymiyordu, beli
kuşakla, iyice sıkılmış, beyaz bir bluz vardı üzerinde. Duruşma salonunda olduğu gibi siyah, kıvırcık
saçları görünüyordu gene başörtüsünün kenarından. Göğüsleri dolgundu.
Dananın kuyruğu kopacak şimdi, diye geçiriyordu içinden Nehlüdof. Nasıl seslensem ona acaba? Yoksa
kendi yaklaşır mı?
Ama yaklaşmadı parmaklığa Maslova. Klara'yı bekliyordu; bu kibar giyimli adamın ona gelmiş olabileceğini
bilemezdi.
Parmaklıklar arasında dolaşan kadın gardiyan Nehlüdof'a yaklaştı,
— Kimle görüşeceksiniz? Nehlüdof kendini zorlayarak,
— Yekaterina Maslova'yla, diyebildi.
— Maslova, ziyaretçin var! diye bağırdı kadın gardiyan.
XLIII
Maslova bakındı; başını kaldırıp, göğsünü çıkararak, Nehlü-dof'un çok iyi tanıdığı o uysal tavrıyla
parmaklığa yaklaştı, iki kadın cezalının arasına sıkışıp dikkatli, soru dolu başmı Nehlüdof'a doğrulttu,
tanıyamamıştı onu.
Ama giyinişinden zengin bir adam olduğunu görünce gülümsedi.
Gülümseyen yüzünü parmaklığa yaklaştırıp şehlâ gözleriyle Nehlüdof'a bakarak,
— Bana mı geldiniz? dedi.
— Evet..,
Nehlüdof sizin mi seni mi diyeceğini bilemiyor, bir karar veremiyordu. Sonunda verdi kararını:
— Evet, sizi görmek istemiştim... ben...
— Bırak numarayı şimdi! (Yandaki baldırı çıplak bağırıyordu.) Aldın mı almadın mı, onu söyle.
Öteden başka biri sesini duyurmaya çalışıyordu karşıya:
— Duymuyor musun, ölüm döşeğinde diyorum sana, daha nedir istediğin?
Maslova Nehlüdof'un ne dediğini anlayamıyordu, ama genç adamın yüzündeki ifade birden hatırlattı ona
her şeyi. Ama ina-namıyordu buna. Dudaklarındaki gülümseme kaybolmuş, alnı kı-rışmıştı.
Gözlerini kısarak,
—- Duymuyorum ne dediğinizi, diye bağırdı.
Alnı giderek daha çok kırışıyordu.
— Buraya...
Evet, gerekeni yapacağım, beni affetmesi için yalvaracağım, diye geçirdi içinden Nehlüdof. Gözleri doldu,
bir hıçkırık gelip boğazına düğümlendi, demir parmaklığı sıkarak sustu, hüngür hüngür ağlamamak için zor
tutuyordu kendini.
Öte yandan bağırıyordu biri:
— Niçin gereksiz yerlere başvuruyorsun? diyorum. Cezalı bir kadın,
—
Vallahi bilmiyorum, diye bağırıyordu, inan bana. Maslova, heyecanını
görünce tanımıştı
Nehlüdof'u. Ona
bakmadan:
— Benzetiyorum sizi ama bilmem ki... diye bağırdı. Yüzü kıpkırmızı oldu birden, bulutlandı.
Nehlüdof, ne söyleyeceğini önceden ezberlemiş gibi soluk almadan, yüksek sesle,
— Buraya senden beni affetmeni dilemeye geldim, dedi. Bunu söyleyince utandı, çevresine bakındı. Ama
o anda da,
utanmasının daha iyi olduğunu düşündü. Istırap çekmesi gerekiyordu çünkü. Daha da yükseltti sesini:
— Bağışla beni, sana karşı çok suçluyum...
Maslova kıpırdamadan duruyor, şehlâ bakışını ayırmıyordu ondan.
176 —
_ 177 —
Ama devam edemedi Nehlüdof, boşalmak üzere olan hıçkırıklarını tutmaya çalışarak parmaklıktan geri
çekildi.
Nehlüdof'u kadınlar bölümüne yollayan ceza evi müdürünün yardımcısı —besbelli onu merak ettiği için—
arkasından gelmişti. Nehlüdof'u parmaklığın yanında görmeyince; görmeye geldiği kimseyle niçin
konuşmadığını sordu. Nehlüdof burnunu sildi, sakin görünmeye çalışırken, başını sallayarak cevap verdi:
— Konuşulmuyor bu kadar uzaktan, birbirimizin sesini duymuyoruz.
Müdür yardımcısı bir an düşündü.
— Pekâlâ, buraya çıkarabiliriz onu, dedi. Gardiyan kadına seslendi:
— Mariya Karlovna! Maslova'yı bu yana geçirin.
Parmaklıktaki kapıdan bu yana geçirdiler Maslova'yi- Yumuşak adımlarla yaklaştı, Nehlüdof'un önünde
durup aşağıdan yukarı yüzüne baktı. Siyah saçları önceki gün olduğu gibi başörtüsünün altından
gözüküyordu gene; sağlıklı bir insanınkine hiç benzemeyen renksiz şiş yüzü sevimli, son derece sakindi.
Yalnız, parlak siyah, şehlâ gözleri şiş gözkapaklarının arasından parlıyordu.
Müdür yardımcısı,
— Burada konuşabilirsiniz, dedi. Uzaklaştı yanlarından.
Duvarın dibindeki tahta sıraya yürüdü Nehlüdof.
Maslova soru dolu bakışlarıyla baktı müdür yardımcısına; sonra, akıl erdirememiş gibi omuz silkti,
Nehlüdof'un arkasından tehta sıraya yürüdü, genç adamın yanına oturup eteklerini düzeltti.
— Beni bağışlamanızın kolay bir şey olmadığını biliyorum, diye başladı Nehlüdof.
Ama hıçkırığını tutmak için bir an susmak zorunda kaldı gene, sonra devam etti:
— Geçmişte olanları düzeltemeyecek olsam bile, elimden gelen her şeyi yapacağım şimdi. Söyleyiniz
bana...
Maslova, şehlâ gözleriyle Nehlüdof'a bakarak, ama onu görmeden:
— Nasıl buldunuz beni? diye sordu.
Nehlüdof, Maslova'nın öylesine değişmiş bozulmuş yüzüne bakarken Tanrım! diye geçiriyordu içinden.
Yardım et bana. Ne yapayım, yol göster bana.
— Önceki gün duruşmanızda jüri üyesiydim, dedi. Tanımadınız mı beni orada?
— Tanımadım. Tanıyacak durumum mu vardı zaten. Hem bakmadım.
— Çocuk olmuş muydu?
Bunu sorarken kulaklarına kadar kızardığını hissetti Nehlü-dof.
Maslova bakışlarını kaçırarak, canı sıkkın, kısaca,
— Şansı varmış ki öldü o zaman, dedi.
— Neden öldü?
Maslova önüne bakarak cevap verdi:
— Ben de hastaydım, zor kurtuldum ölümden.
— Halalarım nasıl bıraktılar sizi?
— Karnında bebekle oda hizmetçisini kirn saklar evinde? Farkeder etmez kovdular beni. Hem ne gereği
var bunların artık, hatırlamıyorum bile, unuttum hepsini. O defter çoktan kapandı.
— Hayır, kapanmadı. Böyle bırakamam sizi. Geç kalmış bile olsam, günahımı bağışlatmak istiyorum.
Maslova:
— Bağışlatacak bir şey yok, dedi; olan oldu, geçti. Başını kaldırıp Neflüdof'a bakt! —genç adamın hiç
beklemediği bir soğukluk, cilve vardı bu bakışta— sonra gülümsedi.
Maslova onu görmeyi hiç beklemiyordu, özellikle şimdi, burada onunla karşılaşabileceğini aklının ucundan
geçirmiyordu. Bu nedenle onu birden karşısında görünce şaşırmış, unuttuğu şeyleri hatırlamıştı. Önce onu
seven, onun da sevdiği pırlanta gibi bir gencin ona düşündürdüklerinin, tattırdığı duyguların o yepyeni,
gözkamaştırıcı dünyasını hatırladı —hayal meyâl—; sonra bu gencin anlaşılmaz kalpsizliğini, yaşadığı o
büyülü mutluluğu izleyen, uğradığı bir sürü hakareti, çektiği acıları... Yüreğine bîr şey saplandı sanki.
Duygularını iyice anlayacak güçte olmadığı için şimdi de her zaman yaptığını yaptı: Bu anıları kovar,
Diriliş — F: 12— 178 —
çirkin yaşantının koyu dumanıyla örtmeye çalışırdı onları; şimdi de aynı şeyi yapmıştı. Yanında oturan
genç adamı, bir zamanlar sevdiği delikanlı olarak görmüş, ama bunun çok acı bir şey olduğunu görünce
vazgeçmişti. Güzel giyimli, sağlıklı, sakalına lavanta sürmüş bu beyefendi onun için, bir zamanlar sevdiği
Neh-lüdof değildi şimdi; onun gibi kadınlardan canları istediği zaman yararlanan,lan gereken adamlardan
biriydi. Bunun için cilveli gü-lümsemişti ona. Nehlüdof'tan nasıl yararlanabileceğini düşünüyordu.
— Her şey bitti artık, dedi. Kürek cezasına çarptırıldım. Bu korkunç sözcüğü söylerken dudakları
titriyordu. Nehlüdof,
— Suçsuz olduğunuzu biliyordum, dedi, inanıyordum suçsuz olduğunuza.
— Elbette suçsuzum. Hırsız ya da soyguncu değilim tabiî İyi bir avukatım olsa kurtulurmuşum, öyle
diyorlar. (Bir an sustuktan sonra devam etti.) Dilekçe vermek gerekirmiş. Ama çok para istermiş bunun
için...
—• Evet, dedi Nehlüdof. Avukatla görüştüm.
— Paraya acımamak gerek bu iş için.
— Yapılabilecek her şeyi yapacağım. Bir sessizlik oldu.
Maslova gene öyle gülümsedi. Sonra birden:
— Bir dileğim olacaktı... dedi, acaba biraz para verebilir misiniz bana? Çok değil... on ruble yeter.
Nehlüdof bozuldu, para cüzdanına davrandı hemen,
— Evet, evet...
Maslova, odanın içinde dolaşıp duran müdür yardımcısına
baktı.
— O görmeden verin, dedi, yoksa alırlar elimden.
Subay arkasını döner dönmez çıkardı cüzdanını Nehlüdof, ama on rublelik kâğıt parayı tam uzatıyordu ki,
subay onlardan yana döndü gene. Nehlüdof parayı avucunda sıktı.
Bir zamanlar sevimli olan bu soğuk, şiş yüze bakrak Ölü bir kadın sayılır artık diye geçirdi içinden. Bir
subaya, bir Neh-lüdof'un avucunda sıktığı kâğıt parçasına kayan, şehlâ siyah gözlerinde tuhaf bir parıltı
vardı. Bir an duraksadı Nehlüdof.
— 179 —
Dün gece ruhunda konuşan o şeytan konuşmaya başlamıştı gene. Her zaman olduğu gibi, Nehlüdof'u ne
yapması gerektiğini değil de, davranışının sonucunu, çıkarının nerede olduğunu düşünmeye zorluyordu.
Bu kadınla hiç bir şey yapamazsın, diyordu ses; sana suyun dibini boylatacak, başkalarına yararlı olmanı
engelleyecek bir taş bağlıyorsun boynuna, Ver ona parayı, ne istersen ver, hoşça kal deyip çek git, bitsin
her şey.
Nehlüdof, ruhunda çok önemli bir oluşumun gerçekleşmekte olduğunu, ruh dünyasının dengede
sallandığını, en küçük bir çabayla iki yandan birinin ağır basacağını hissediyordu. Gösterdi bu çabayı
Nehlüdof, dün ruhunda varlığını hissetti o, Tanrıyı yardıma çağırdı, geldi yardımına Tanrı Maslova'ya her
şeyi anlatmaya, hemen şimdi anlatmaya karar verdi.
— Katyuşa! dedi. Senden af dilemeye geldim buraya, ama hâlâ söylemedin affedip etmediğini, bir gün
edip etmeyeceğini.
Birden sen demeye başlamıştı ona.
Maslova dinlemiyordu onu, bir avucunun içindeki paraya, bir subaya bakıyordu. Subay arkasını dönünce
birden uzattı elini, parayı alıp kuşağının arasına soktu.
Küçümser bir tavırla —Nehlüdof'a öyle gelmişti— gülümseyerek:
— Çok tuhaf konuşuyorsunuz, dedi.
Nehlüdof, Maslova'da ona karşı düşmanca bir şeyin bulunduğunu sezinlemişti. Genç kadını öyle, olduğu
gibi savunuyordu bu, kalbine kadar varmasına engel oluyordu Nehlüdof'un.
Ama şaşılacak bir durumdu, Nehlüdof'u geriletmiyordu bu, çok daha büyük bir güçle çekiyordu onu.
Maslova'nın ruhsal kişiliğini uyandırması gerektiğini, bunun çok güç bir iş olduğunu biliyordu; bu güçlüktü
zaten onu çeken. Şimdiye kadar Maslova' ya karşı da başka bir kimseye karşı da beslemediği bir duygu
besliyordu ona şimdi. Kendi için bir şey beklemiyordu Maslova' dan; onun şimdiki Maslova olmaktan çıkıp,
uyanmasını, eski Katyuşa olmasını istiyordu.
— Niçin böyle konuşuyorsun Katyuşa? İyi tanırım seni ben hatırlıyorum Panovo'da...
Maslova soğuk,— 180 —
— Eskiyi ne diye karıştırıyorsunuz? dedi.
— Günahımı affettirmek için, Katyuşa.
Onunla evleneceğini söyleyecekti, ama göz göze geldiler bir an, genç kadının bakışında öylesine korkunç,
kaba, soğuk bir şey vardı ki söyleyemedi.
Bu arada ziyaretçiler odadan çıkmaya başlamışlardı. Subay, Nehlüdof'un yanına geldi, görüşmenin sona
erdiğini söyledi. Maslova ayağa kalktı; başı önünde, gitmesine izin verilmesini bekliyordu.
Nehlüdof,
— Hoşça kalın, dedi, size daha çok şeyler söyleyecektim, ama görüyorsunuz ki zaman yok. Gene
geleceğim.
Elini uzattı.
— Hepsini söylediniz galiba... Maslova da uzattı elini, ama sıkmadı.
— Hayır, söylemedim, daha
rahat konuşabileceğimiz
bir yerde görüşmeye çalışacağım sizinle. O
zaman çok önemli bir şey, söylemem gereken şeyi söyleyeceğim size.
Maslova, hoşuna gitmek istediği erkeklere gülümsediği gibi gülümsedi.
— Nasıl isterseniz...
— Kız kardeşimden daha yakınsınız bana, dedi Nehlüdof. Maslova:
— Tuhaf, diye mırıldandı.
Başını sallayarak parmaklığın öte yanına geçti.
XLIV
Nehlüdof, onu görünce, kendisine yardım etmek istediğini, yaptığına pişman olduğunu öğrenince
Katyuşa'nın sevineceğini, duygulanacağını, gene eski Katyuşa olacağını umuyordu; oysa Katyuşa'nın artık
var olmadığını, yalnızca Maslova'nın yaşadığını dehşetle görmüştü. Bu hem şaşırtıyordu onu, hem
dehşete
düşürüyordu.
Onu en çok şaşırtan da, Maslova'nın, içinde bulunduğu durumdan utanmadığı gibi —cezalı olmasından
değil (bundan utanıyordu bir genel kadın olmasından— evet, içinde bulunduğu du— 181 —
rumdan utanmadığı gibi, bu durumunu seviyor, hatta ondan gurur duyuyormuşcasına davranmasıydı. Öte
yandan, başka türlü de olamazdı. Kişioğlu, bir şeyler yapabilmek için önce işini önemli, iyi bellemek
zorundadır. Bu nedenle kişi, durumu ne olursa olsun, işini ona önemli, iyi gösterecek bir dünya görüşü
yaratır kendi kendine daima.
Bir hırsız, katilin, çaşıtın, genel kadının, yaptığı işin çirkinliğini görüp de utanacağı düşünülür genellikle.
Oysa tam tersi olur bunun. Kötü talihinin ya da günahlarının, yanlışlıklarının sonucu düşen, kötü yola
sapan insanlar —ne denli yanlış, olursa olsun— durumlarım iyi, saygıdeğer görecekleri bir dünya görüşü
edinirler kendilerine. Bu görüşü sürdürebilmek için de, aynı görüşün paylaşıldığı bir çevrede yaşamaya
başlar insan bilinçsiz olarak. Çalmaktaki becerikliliğiyle övünen bir hırsız, rezilliğiyle övünen bir genel
kadın, canavarlığıyla övünen bir katil görünce şaşırıyoruz. Bu şaşkınlığımızın tek nedeni, bu insanların
kendilerine özgü bir çevreleri olması, en önemlisi de, bizim onların bu çevresinin dışında bulunmamızdır.
Zenginlikleriyle, yani soygunculukla övünen zenginler; tutkularıyla, yani başkalarını öldürmekle övünen
komutanlar; güçleriyle, yani güçsüzleri ezmekle övünen hükümdarlar da aynı şeyi yapmıyorlar mı aslında?
Bu insanların, durumlarını haklı göstermek için benimsedikleri dünya görüşünü, iyilikle kötülük üzerine
düşüncelerini çirkin görmememizin tek nedeni, böyle kötü düşünen insanların çoğunlukta olmaları, bizim
de onlardan olmamızdır.
Maslova da kendine göre bir dünya görüşü edinmişti. Bir genel kadındı, kürek cezasına çarptırılmış bir
genel kadın; ama gene de, kendini haklı görmesine, hatta insanlar önünde durumuyla övünmesine yardım
edecek bir dünya görüşü vardı.
Şöyleydi bu dünya görüşü: Bütün erkeklerin —yaşlıyla, genciyle, okullusuyla, generaliyle, aydınıyla, kara
cahiliyle bütün erkeklerin— en büyük zevki, güzel bir kadınla yatmaktır; bu yüzden, başka şeylerle
ilgileniyorlarmış gibi davransalar bile, aslında istedikleri tek şey budur. Güzel kadın bu hazzı tattırabilir ya
da tattıramaz onlara; öyleyse önemli, gereksinme duyulan bir insandır o. Maslova'nın geçmişi de, şimdiki
yaşayışı da doğruluyordu bu dünya görüşünü.— 182
XLV
On yıldır her yerde, Nehlüdoftan, yaşlı polis konserinden gardiyanlara kadar bütün erkeklerin ona
gereksinme duyduklarını görmüştü. Ona gereksinme duymayan erkeklerin farkında değildi. Bu nedenle,
insanları tutkudan gözleri dönmüş, ellerindeki bütün imkânlar! —yalanı, zorlamayı .parayı, kurnazlığı—ona
sahip olmak için kullanan yaratıklar olarak görüyordu.
Hayat buydu Maslova için; böyle bir dünya görüşü onu sonuncu değil, çok önemli bir insan yapıyordu. Bu
düşünce Mas-lova için en değerli şeydi dünyada; öyle olmak da zorunluydu zaten, çünkü bu dünya
görüşünü değiştirseydi, bu düşüncenin insanlar arasında ona sağladığı önemini yitirirdi. Dünyadaki
önemini yitirmemek için, onunla aynı dünya görüşünü paylaşan insanlar arasında yaşıyordu bilinçsiz
olarak. Nehlüdof'un onu başka bir dünyaya çekmek istediğini sezinleyerek, insanlar arasındaki ona
kendine güven, kendine saygı veren yerini bu yeni dünyada yitireceği korkusuyla karşı koyuyordu buna,
dünyasından çıkmamak için diretiyordu. İlk gençlik yıllarının, Nehlüdof'Ia olan ilişkilerinin anılarını da bu
yüzden kovuyordu. Bu anılar onun şimdiki dünya görüşüyle uzlaşmıyorlardı hiç, bu yüzden, belleğinden
tamamen silip atmıştı onları; daha doğrusu, belleğinin bir yerinde dokunulmadan saklıyordu. Ama hiç bir
şey bu anılara ulaşamasm diye, —arıların kendileri, uğraşmaları için zararlı böcekleri yaptıkları gibi—
güzelce kapamıştı üzerlerini. Bu nedenle, şimdiki Nehlüdof, bir zamanlar tertemiz bir sevgiyle bağlandığı
insan değil de, yararlanabileceği, yararlanması gereken zengin biriydi onun için. Aralarında, her erkekle
olan ilişkiler olabilirdi ancak.
Nehlüdof kalabalıkla beraber ana kapıya doğru yürürken, Hayır, önemli, en önemli olanı söyleyemedim,
diye düşünüyordu. Onunla evleneceğimi söylemedim. Söylemedim ama evleneceğim.
Fazladan biri çıkmasın, ya da içerde kalmasın diye kapılarda teker teker saydılar onları gene gardiyanlar.
Nehlüdof, şimdi sırtına vurulmasından alınmadığı gibi, bunu farketmedi bile.
Yaşayışını değiştirmek istiyordu Nehlüdof, ona büyük gelen evini satacak, hizmetçilere yol verecek, otele
yerleşecekti. Ama Agrafena Petrovna kışa kadar böyle bir şey yapmanın gereği olmadığına inandırdı onu;
yazın satın alan çıkmazdı evi, hem bunca eşyayı orada burada tutmak da olmazdı. Öyle ki, yaşayışını
değiştirmek için Nehlüdof'un gösterdiği bütün çabalar (sade, üniversitelerinki gibi bir yaşayışı olsun
istiyordu) bir sonuç vermedi. Her şey eskisi gibi kaldıktan başka, evin içinde bir telâştır da başlamıştı:
Odalar havalandırılıyor, kürklüyle ipekliyle bütün giysiler güneşe asılıyor, temizleniyordu. Kapıcıyla
yardımcısından tutun da ahçı kadına, hattâ Korney'e kadar herkes harıl harı! çalışıyordu. Önce, birtakım
resmî giysiler, tuhaf kürkler —hiç bir zaman kullanılmamış şeylerdi bunlar— çıkarıp astılar iplere; sonra
halıları, masa, sandalye ne varsa hepsini çıkardılar. Kapıcıyla yardımcısı adaleli kollarını sıvayıp dikkatle
temizlediler hepsini. Daha sonra odaları bir naftalin kokusudur sardı. Bahçeden geçerken, pencereden
dışarı bakarken, ne çok gereksiz eşyasının olduğunu düşünüyordu Nehlüdof, şaşıyordu. Bütün bunların
kullanılmasının tek nedeni, Agrafena Petrovna'-ya, Korney'e, kapıcıyla yardımcısına iş bulmaktır...
Maslova sorunu yoluna konulmadığı sürece böyle yaşayıp gitmeli. Ama hiç de kolay olmayacak bu. Neyse
canım, onu serbest bıraktıklarında, ya da Sibirya'ya yollarlarsa ben de peşinden gittiğimde değişecek naşı!
olsa her şey.
Avukat Fanarin'in söylediği gün ona gitti Nehlüdof. Kocaman kocaman ağaçlarla çevrili, pencerelerinde
gözkamaştırıcı perdeleri olan, ancak birdenbire zenginleşen insanlarda bulunan havadan gelmiş parayla
döşendiği belli güzel evine girince, doktor bekleme odalarında olduğu gibi, bir sürü bekleyenle karşılaştı
Nehlüdof. Canları sıkılmasın diye resimli dergiler serili masaların çevresinde düşünceli düşünceli
oturuyorlardı. Avukatın, yüksek bir bölmenin arkasında oturan yardımcısı, Nehlüdof'u tanıyıp yanma geldi,
selâm verdi, geldiğini içeri hemen bildireceğini söyledi. Döndü, avukatın çalışma odasına doğru yürüdü.
Tam o anda kapı açıldı, kısa boylu, yepyeni giysili, kırmızı yüzlü, gür bıyıklı, orta yaşlı bir adamla avukat
yüksek sesle, heyecanlı heyecanlı konuşarak çıktılar dışarı. İkisinin de yüzünde, çok kâr— 184 —
h, ama hiç de iyi olmayan bir işi yeni bitirmiş insanlarınkinde görülen ifade vardı.
Fanarin gülümseyerek:
— Sizde suç, anam babam, diyordu.
— Cennete gitmeyi kim istemez, ah şu günahlarım olmasa..,
— Biliyoruz, biliyoruz. Kahkahalarla gülmeye başladı ikisi de.
Fanarin, Nehlüdofu görünce, uzaklaşmakta olan tüccara başını sallayarak:
— O, buyrun Prens, dedi.
Nehlüdof'u ağır döşeli çalışma odasına alıp karşısına oturduktan sonra, bundan önceki dâvada kazandığı
başarının gülümsemesini tutarak:
— Bir sigara buyurmaz mısınız? dedi.
— Teşekkür ederim, Maslova dâvası için gelmiştim.
— Evet, evet, şimdi bakarız. Ah şu para babaları ne anasının gözü oluyorlar! Demin çıkanı gördünüz
değil mi? On iki milyonu vardır. Hâlâ konuşmasını bilmez. Bir köpek için de adam öldürür sırasında.
Nehlüdof O bilmiyor konuşmasını da sen biliyor musun sanki? diye geçirdi içinden.
Tavırlarıyla Nehlüdofa öteki müşterilerini umursamadığını belli etmeye çalışan bu ukalâ adamdan
iğreniyordu.
Avukat, başka şeylerden söz ettiği için kendini temize çıkarmaya çalışmak istiyormuş gibi:
— Amma da sıktı canımı, dedi, böyle rezil herif gelmemiştir yeryüzüne. Efendime söyleyeyim, canı...
Neyse, gelelim sizin işe... Dosyayı dikkatle okudum, —Turgenyef'in deyimiyle— bir şeyi beğenmedim, yani
avukatın pısırığın teki olmasını, karara itiraz etmek için eline geçen fırsatları kaçırmasını.
— Peki siz neye karar verdiniz? —• Bir dakika.
Odaya giren yardımcısına döndü:
— Söyleyin ona, benim dediğim gibi olacak; işine gelirse.
— Kabul etmiyor efendim.
— Pekâlâ, kalsın öyleyse.
Gülümseyen yüzü bulutlandı bir anda, öfke kapladı onu.
185
Sonra gülümsedi gene.
— Avukatlar beleşten para kazanır derler bir de, diye devam etti. Parasız bir borçluya haklı olduğu bir
dâvayı kazandırdım; şimdi nerede bir parasız varsa buraya geliyor. Oysa bu çeşit işler çok uğraştırır
insanı. Bir yazarın dediği gibi, biz de etimizden bir parça koyarız mürekkebe. Neyse, gelelim sizin
davanıza, ya da sizi ilgilendiren dâvaya; avukat berbatmış, itiraz için elle tutulur bir delil yok, ama itiraz
edilebilir gene de; şöyle bir şey yazdım.
Karalanmış bir kâğıt aldi eline, her resmî yazıda olan basmakalıp yerleri okumadan, önemli sözcüklerin
üzerine basarak okumaya başladı:
—
Yargıtay başkanlığına, falan
mahkemenin falan günkü duruşmasında, tüccar Smelkof'u
zehirlemekten sanık Maslova, ceza yasasının 1454. maddesi uyarınca kürek cezasına çarptırılmıştır,
falan, falan.
Bir an durdu. Bu çeşit yazıları her zaman okuduğu halde, ses tonunu büyük bir hazla dinlediği belliydi.
Sözcüklerin üzerine basa basa okumaya devam etti:
— Bu kararın, duruşmada yapılan çok önemli usulsüzlükler nedeniyle bozulması gerekmektedir. Bir kere,
Smelkof'un iç organlarıyla ilgili rapor duruşmada okutulmamış, başkan daha başındayken kesmiştir bu
raporun okunmasını.
Nehlüdof şaşırmıştı.
— Savcı istemişti zaten bu raporun okunmasını.
— Önemli değildir bu, savunma da bazı nedenlerle isteyebilirdi aynı şeyi.
— Saçma sapan bir şeydi zaten.
— Olsun varsın, bizim için bir nedendir gene de. Devam ediyorum: İki, Maslova'nın savunma avukatı,
sanığın kişiliğini tam olarak belirtmek amacıyla onun düşüşünün ruhsal nedenlerinden söz etmeye
başlayınca, başkan, bunların dâvayla ilişiği olmadığı gerekçesiyle susturulmuştur. Oysa yargıtayın da
bir çok kereler açıklığa kavuşturduğu gibi, ceza mahkemelerinde sanığın kişiliğinin, ruh dünyasının
bilinmesi sorunun doğru karara bağlanması bakımından çok önemlidir.
Avukat, Nehlüdofa bakarak:— 186 —
— Bu etti iki, dedi. Nehlüdof daha da şaşırmıştı.
— Ama öyle kötü konuşuyordu ki, kimse bir şey anlaya-mıyordu.
Fanarin gülümsedi.
— Sevimli bir aptaldır, dedi, aklı ermez böyle şeylere zavallının, saçmalayıp durduğu belli; ama gene de
bir nedendir bu. Neyse, devam edelim. Üç, son konuşmasında başkan, ceza mahkemeleri yasasının
801'nci maddesinin 1'nci şıkkında kesinlikle belirtildiği halde, jüri üyelerine hukukta nelerin suç sayıldığını
açıklamamış; Maslova'nın Smelkof'a zehir verdiğinin gerçek olduğunu kabul etseler bile, bunu tüccarı
öldürmek amacıyla yapmadığı gerekçesiyle sanığı cinayette suçsuz saymaya yetkili olduklarını
hatırlatmamıştır. Maslova'da dikkatsizlik —hiç aklında olmayan bir ölüme yol açan bir dikkatsizlik— suçu
görebilecekleri üzerinde durmamıştır. En önemli olan nokta da burasıdır işte.
— Biz de anlayabilirdik bunu ama. Bizde kabahat.
— Son olarak da —avukat devam ediyordu,— jürinin, mah kemece Maslova'nın suçluluğu üzerine
sorulan soruya verdiği cevapta açık seçik bir çelişki vardır. Maslova ortada hiç bir sebep yokken Smelkof'u
öldürmekle suçlanmıştır; çünkü jüri, Maslova'nm hırsızlık olayıyla ilgisi bulunmadığını belirtmiştir
cevabında. Kuşkusuz, bununla sanığın, tüccarı öldürmek amacıyla ona zehiri verdiği iddiası da
kabul etmediklerini sanıyorlardı üye ler; başkanın, konuşmasında her şeyi yeterince açıklamamasından
doğan bir yanlış anlama sonucu cevapta açık olarak belirtilmemiştir bu. Ceza mahkemeleri yasasının 816
ve 808'nci maddelerinden yararlanılması; yani başkanın, jüriden bu karışıklığın açıklığa kavuşturulmasını,
tekrar toplanıp, sanığın suçluluğu üzerine yeni bir cevap vermesini istemesi gerekirdi bu durumda.
— Niçin yapmadı bunu başkan acaba? Fanarin gülümsedi.
— Ben de bilmek isterdim bunu doğrusu.
— Yargıtay bozar mı kararı dersiniz?
— Dosyanın inceleneceği
oturuma katılacak
düşkünlere bağlıdır bu.
— 187 —
— Düşkünlere mi dediniz?
— Evet. Düşkünler evine
yatması gereken
zavallılardır çünkü hepsi. Böyle işte efendim. Sonra
şöyle diyorum: Bu durumlar göz önüne alınırsa, Mahkemenin Maslova'yı cezalandırmasının, 771'e 3'ün
uygulanmasının usulsüz olduğu kesindir. Yukarda saydığım önemli usulsüzlükler nedeniyle falan filân,
909, 910, 912'ye 2 ve 928 maddeler uyarınca bu kararın bozulmasını falan filân, dâvanın başka bir
mahkemede yeniden incelenmesine emirlerinizi yüksek kurulunuzdan en derin saygılarımla falan filân.
Gördüğünüz gibi, yapılabilecek her şey yapılmıştır. Ama açık konuşacağım. Başarı elde edeceğimizden
pek umut var değilim. Bununla beraber, dosyayı inceleyecek olan kurulun üyelerine bağlıdır her şey.
Yargıtayda tanıdıklarınız varsa konuşun onlarla.
— Birkaç kişi tanıyorum.
— Elinizi çabuk tutun ama; hemorotilerinin tedavisi için yakında her biri bir yana gider, üç ay
beklemek zorunda kalırız o zaman... Olumlu sonuç alamazsak Çara başvurmak kalıyor bir de. Bu da
perde arkası çalışmaları gerektirir. O durumda da elimden geleni yaparım; perde arkası çalışmada
değil tabiî, dilekçenin yazılmasında.
— Çok teşekkür ederim, ücreti, acaba...
— Yardımcım dilekçeyi temize çekilmiş olarak sunarken söyleycek efendim.
— Bir şey daha sormak istiyordum size. Savcı, sözü geçen Kimseyle görüşebilmem için bir izin kâğıdı
verdi bana; ceza evine gittim, belirli günlerin ve yerlerin dışında görüşmek için valilikten de izin alınmasının
gerektiğini söylediler. Öyle midir?
— Galiba. Ama vali yok şimdi, yardımcısı bakıyor yerine. Gelgelelim, salağın tekidir o da, sanmam ki bir
şey elde edebi-lesiniz.
—• Maslennikof mu?
— Evet. Nehlüdof:
— Tanıyorum onu, dedi.
Kalktı. O anda son derece çirkin, kalkık burunlu, elmacık kemikleri çıkık, sarı yüzlü bir kadın daldı odaya.
Çinkinliğini hiç
— 188 —
XLVI
umursamadığı belliydi. Avukatın karısıydı bu. Acayip bir giyinişi olduktan başka — açık sarıyla yeşil
karışımı, yarısı kadifeli yarısı ipekli, alacalı bulacalı bir şey vardı üzerinde — evet, acayip bir giyinişi
olduktan başka, parlak saçları da hafifçe kıvırcık yapılmıştı. Büyük bir komutan tavrıyla rüzgâr gibi girdi
odaya. Redingotlu, ipek yakalıklı, beyaz kravatlı, toprak rengi yüzü gülümseyen, uzun boylu bir adam vardı
yanında. Yazardı bu, Nehlüdof tanıyordu onu.
Kadın kapıyı açar açmaz,
— • Anatol, dedi, benim odama gel
çabuk. Semyon
İvano-viç bir şiirini okuyacak bize; sen de
Garşina üzerine yazdığını okuyacaksın ama.
Nehlüdof tam gitmeye hazırlanıyordu ki, avukatın karısı kocasıyla kısa bir fis-koştan sonra ona döndü:
— Buyrunuz Prens, tanıyorum sizi, bu yüzden, tanıştırılmamıza gerek yok. Edebiyat toplantımıza onur
veriniz. Çok seveceksiniz. Anatol çok güzel şiir okur.
Anatol kollarını iki yana açıp, gülümseyerek karısını gösterdi — bu gülümseyişiyle böyle güzel bir kadına
itiraz edilemeyeceğini anlatmak istiyordu,
— Görüyorsunuz ya ne kadar çeşitli işim var, dedi. Nehlüdof, onu da toplantılarına çağırdığı için son
derece kibar, resmi bir tavırla teşekkür etti avukatın karısına; zamanı olmadığını söyleyerek çıktı odadan. Avukatın
karısı arkasından:
— Amma da kendini beğenmiş! dedi.
Bekleme odasında avukatın yardımcısı temize çekilmiş hazır dilekçeyi verdi Nehlüdof'a; ücret konusunda
da, Anatoli Pet-roviç'in bin ruble uygun gördüğünü söyledi; Anatoli Petroviç'in bu çeşit dâvalarla
ilgilenmediğini, bunu onun, Nehlüdof'un hatırı için aldığını da ekledi.
— Dilekçeyi kim imzalayacak? dedi Nehlüdof.
— Sanık kendi de imzalayabilir, bu güçse, Anatoli Petroviç ondan izin alıp imzalayabilir.
— Yo, ben gider imzalatırım ona.
Nehlüdof, Maslova'yı bir an önce görmek fırsatı çıktığı için sevinmişti.
Her zamanki saatte gardiyanların düdükleri çınlattı gene ceza evinin koridorlarını. Hücrelerin, koridorların
kapıları demir gürültüsütle açıldı; çıplak ayakların, takunyaların sesi duyuldu; temizleyiciler, havayı iğrenç
bir kokuyla doldurarak geçtiler koridorlardan. Cezalılar ellerini yüzlerini yıkadılar, giyinip yoklamaya
koridorlara çıktılar, yoklamadan sonra çay için kaynar su almaya gittiler.
Çaydan sonra ceza evinin her hücresinde aynı konu konuşuluyordu heyecanlı heyecanlı: O gün iki cezalı
kırbaçlanacaktı. Bunlardan biri, sevgilisini kıskançlık yüzünden öldürmüş, Vasil-yef adında, öğrenim
görmüş bir gençti. Hücre arkadaşları, eli açık, neşeli bir insan olduğu, ceza evi yöneticilerine sırasında
diretmesini bildiği için severlerdi onu. Yasaları iyi biliyor, çiğ-nenmelerine göz yummuyordu. Yöneticiler bu
yüzden diş biliyorlardı ona. Üç hafta önce gardiyanın biri, resmi giysisine çorba döktü diye bir temizleyiciyi
dövmüştü. Vasilyef hemen karışmıştı işe, yasaların cezalıları dövmeyi yasakladığını söyleyerek
temizleyiciyi savunmuştu. Gardiyan Sana yasaları gösteririm ben diye başlayarak ağzına geleni sayıp
dökmeye başlamıştı. Vasilyef de aşağı kalmamıştı ondan. Gardiyan vurmak istemişti Vasilyef'e, ama beriki
ellerini yakalamış, üç dakika öyle tuttuktan sonra çevirip kapıdan dışarı fırlatmıştı onu. Gardiyan müdüre
yakınmış, müdür de Vasilyef'in zindana kapatılması emrini vermişti.
Bodrum katta kapıları dışardan sürgüyle kapanan, karanlık, küçük küçük odalar vardı, onlara zindan
diyorlardı. Bu soğuk, karanlık odalarda ne bir sedir, ne masa ne de sandalye vardı; buraya atılan cezalı
çamurun üzerinde yatar ya da otururdu. Bacaklarının arasından, yatarken üzerinden kocaman kocaman
fareler geçerdi. Hem çoktu burada bu fareler, hem de son derece gözü pektiler, öyle ki karanlıkta ekmeği
onlardan kurtarmak imkânsız bir şeydi. Buraya atılan cezalıların elinin altından yerlerdi ekmeği, biraz
kıpırdamadan dursa cezalıya bile saldırırlardı. Vasilyef, suçlu olmadığını öne sürerek gitmek istememişti
zindana. Zorla götürmek istemişlerdi onu. Karşı koymuştu. İki cezalı gardiyanların elinden kurtulmasına
yardım etmişti. Gardiyanlar toplanmış, bu arada acı kuvvetiyle ün salmış Petrof da
^190 —
gelmişti. Sindirmişlerdi cezalıları, zindanlara tıkmışlardı. Cezaevinde başkaldırmaya benzer bir olayın
olduğu hemen iletilmişti valiye. Baş suçlulara —Vasilyef'le, serserilikten yatan Ne-pomnyaşçiy'e— otuzar
kırbaç vurulması buyruğu gelmişti yazılı olarak.
Kadınların görüşme odasında kırbaçlanacaktı suçlular...
Daha akşamdan herkes öğrenmişti durumu ceza evinde; hücrelerde bütün cezalılar heyecanlı heyecanlı
bundan söz ediyorlardı.
Korableva, çalımlı, Fedosya, Maslova köşelerinde oturmuş —hepsinin de yüzü kırmızıydı, votka içmişlerdi
çünkü; Maslo-va'nm parası çoktu bu kez, içkiyle ağırlamıştı arkadaşlarını—• çay içiyor, aynı şeyden söz
ediyorlardı.
Korableva, hiç eksiği olmayan sağlam dişleriyle şekeri kırarken:
— Vasilyef'in bu yaptığı başkaldırmak mıdır ki? diyordu. Arkadaşını savundu yalnızca. Artık kavga da
etmemeli.
Uzun saçları omuzlarına dökülmüş Fedosya:
— İyi bir çocukmuş, dedi, öyle diyorlar.
Çaydanlığın bulunduğu ranzanın karşısında, bir odunun üzerinde oturuyordu.
Korableva Maslova'ya döndü.
— Ona söylemişti bu durumu Miyahlovna. Nehlüdof'tan söz ediyordu. Maslova gülümseyerek salladı
başını.
— Söylerim, dedi. Benim için her şeyi yapar. Fedosya karıştı söze:
—
Ne zaman gelir seninki? Gardiyanlar zavallıları almaya gitmişlerd bile. —Göğüs geçirdi—
Canavarlıktır bu.
— Bizim orda bir köylüyü nasıl dövdüklerini görmüştüm bir keresinde. Kaynatam muhtara yollamıştı beni.
Kapıdan girince bir de ne göreyim...
Demir yolu bekçisi kadın uzun uzun anlatmaya başladı gene. Üst koridorda ayak sesleri, gürültüler
duyulunca sustu ancak.
Kadınların hepsi kulak kesilmişti.
— Kırbaçlamaya başladılar, dedi Çalımlr. Öldüresiye vurur— 191 —
lar ona şimdi reziller. Soluk aldırmıyordu onlara çünkü.
Yukarda kesildi gürültü, demir yolu bekçisi kadın anlatmasına devam etti. Muhtarın ahırında bir köylüyü
nasıl kırbaçlandıklarını, bakarken içinin nasıl paramparça olduğunu anlattı. Çalımlı, Sçeglof'un
kırbaçlanırken gık demediğini söyledi. Sonra Fedosya çayı kaldırdı, Korableva'yla demir yolu bekçisi kadın
dikiş dikmeye başladılar, Maslova da ranzasına oturdu, dizlerini kollarının arasına alıp düşüncelere daldı,
canı sıkılıyordu. Yatmaya hazırlanıyordu ki, kadın gardiyan seslendi ona, müdürün odasına gideceğini,
ziyaretçisi olduğunu söyledi.
Maslova, cıvasının yarısı dökülmüş aynanın karşısında başörtüsünü düzeltirken Menşova:
— Bizi de söylemeyi unutma ona, diyordu. Biz yakmadık, kendi, o haydut yaktı, işçi de gördü. Gidecek
yeri yok hayinin. Mitri'yi çağırıp sorsun, öyle söyle ona. Her şeyi olduğu gibi anlatır ona Mitri. Ne olduğunu
anlamadan buraya soktular bizi, o haydut da başkasının karısıyla keyif çatıyor dışarda, meyhanelerde kafa
çekiyor.
Korableva doğruladı:
— Yasaya da hiç bir şeye de sığmaz bu.
— Söyleyeceğim, dedi Maslova. Göz kırparak ekledi:
— İyice cesaretlenmek için biraz daha içeyim.
Korableva yarım maşraba daha koydu ona. Maslova bir dikişte içti hepsini, ağzını sildi, kendi kendine iyice
cesaretlenmek için diye tekrar ederek başını salladı, çakırkeyif, gülümseyerek yürüdü gardiyan kadının
peşi sıra.
XLVII
Nehlüdof çoktan beri bekliyordu.
Ceza evine gelince dış kapının zilini çalmış, nöbetçi gardiyana savcının verdiği izin kâğıdını göstermişti.
— Kimi istiyorsunuz?
—• Cezalı Maslova'yla görüşeceğim.
— Şimdi olmaz: Müdürün işi var.
—• Odasında mı? diye sordu Nehlüdof./
192 —
Gardiyan, ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi kararsız Neh-lüdofun gözünden kaçmamıştı bu:
— Hayır, dedi, odasında değil, burada, ziyaretçi odasında.
— Şimdi görüşemez miyim acaba kendisiyle?
— Hayır, önemli işi var.
— Ne zaman görebileceğim?
— Çıkıyorlar işte, söylersiniz şimdi. Bekleyin biraz.
O anda yan kapıdan parlak sırmalarıyla, yüzünün cildi pırıl pırıl, bıyıkları sigara dumanından sararmış bir
assubay çıktı, sert bir sesle gardiyana:
— Buraya niçin adam alıyorsunuz?... diye bağırdı. Odaya.. Nehlüdof kesti sözünü:
— Müdürün burada olduğunu söylemişlerdi de. Assubayın da telâşlı olması şaşırtmıştı onu.
Tam o anda iç kapı açıldı, Petrof çıktı. Terlemişti, öfkeliydi. Assubay dönerek:
— Dersini aldı, dedi.
Assubay gözleriyle Nehlüdof'u gösterdi, Petrof sustu hemen, yüzünü buruşturup arka kapıdan çıktı gitti.
Nehlüdof Dersini alan kim? diye geçirdi içinden. Niçin bu kadar telâşlı hepsi? Assubay niçin beni gösterdi
ona?
Assubay gene Nehlüdof'a döndü.
— Burda durulmaz efendim, müdürün odasına buyrunuz. Nehlüdof tam dönüp yürüyecekti ki, arka
kapıdan müdür
çıktı. Astlarından daha telâşlıydı. Sık sık soluyordu. Nehlüdof'u görünce gardiyana:
— Fedorof, beşinci kadın hücresinden Maslova'yı odama getirsinler, dedi.
Nehlüdof'a döndü:
— Buyrun.
Dik bir merdivenden çıkıp, tek pencereli, orta yerinde bir yazı masası, birkaç sandalye olan, küçük bir
odaya girdiler. Ceza evi müdürü oturdu. Kutudan kalın bir sigara alırken Nehlüdof'a:
— Çok ağır bir görevimiz var, çok, dedi.
— Yorulmuşsunuz.
— Aslında çalışmaktan yoruldum; çok yorucu bir görev bu
— 193 —
bizimki. Biraz yumuşak davranayım diyorsun, daha kötü oluyor. Bir kurtulabilsem şuradan. Çok ağır bir
sorumluluk bu.
Nehlüdof, müdür için neyin ağır, zor olduğunu bilmiyordu. Adamın o anda üzgün, duygulu, umutsuz
olduğunu görüyordu yalnızca.
— Evet, haklısınız, dedi, göreviniz çok ağır. Ayrılın öyleyse, ne bekliyorsunuz?
— Başka yapacak işim yok, ailem...
— Ama göreviniz ağırsa sizin için...
— Ne yaparsınız, doğrusunu isterseniz, elimizden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Buraya
düşmüş zavallıların daha az acı çekmeleri için uğraşıyorum. Benim yerimde başka biri olsaydı,
analarından emdikleri sütü burunlarından getirirdi. Dile kolay, iki bini aşkın cezalı var burada. Katili, hırsızı,
dolandırıcısı... Bunlara karşı nasıl davranılması gerektiğini iyi bilmelidir bir yönetici. Öte yandan, onlar da
insan, ister istemez acıyorsun. Yumuşak davranmak da olmuyor.
Müdür, daha geçenlerde cezalılar arasında patlak veren, cinayetle sonuçlanan bir kavgayı anlatmaya
başladı.
Odaya gardiyanın arkasından Maslova'nın girmesiyle yarıda kesildi anlatması.
Nehlüdof kapıda, Maslova müdürü görmeden görmüştü onu. Yüzü kırmızıydı. Gardiyanın arkasında çabuk
adımlarla yürüyor, başını sallayarak gülümsüyordu. Müdürü görünce korku okunan gözlerini ona dikti, ama
hemen toparladı kendini, neşeli bir tavırla Nehlüdof'a döndü. Elini o zamankinden çok değişik, hareketle
sıkıp sallayarak gülümsedi.
— Hoş geldiniz.
Ondaki bu canlılığa, neşeye şaşan Nehlüdof:
— Dilekçeyi imzalatmaya geldim size, dedi. Avukat bir dilekçe yazdı, imzalamanız gerek altını, sonra
Petersburg'a yollayacağız.
Maslova bir gözünü kırparak gülümsedi.
— İmzalayalım bakalım. Olur.
Nehlüdof dörde katlanmış bir kâğıt çıkardı cebinden, masaya yaklaştı. Müdüre:
Diriliş — F: 13— 194 —
— Burada imzalayabilir mi? diye sordu. Müdür:
— Gel otur bakayım, dedi, al şu kalemi. Okuma yazman var mı?
Maslova gülümseyerek:
— Bir zamanlar vardı, dedi.
Eteğini, bluzunun kollarını düzelterek oturdu; küçük hareketli eliyle beceriksizce aldı mürekkep kalemini,
gülerek Neh-lüdof'a baktı.
Nehlüdof nereye imza atacağını gösterdi ona.
Maslova, kalemi mürekkep hokkasına dikkatle batırdıktan sonra hafifçe salladı, Nehlüdof'un gösterdiği
yere adını yazdı. Bir Nehlüdof'a, bir müdüre bakarak:
— Hepsi bu kadar mı? dedi.
Kalemi yerine koyacakmış gibi yapmış, sonra geri çekmişti. Nehlüdof aldı elinden kalemi:
— Size başı şeyler söyleyeceğim, dedi.
Maslova, aklına bir şey gelmiş ya da birden uyku bastırmış gibi ciddileşti birden:
— Söyleyin bakalım.
Müdür kalkıp dışarı çıktı. Nehlüdof'Ia Maslova karşı karşıya kaldılar.
XLVIİI
Maslova'yi getiren gardiyan onlardan uzağa, pencerenin içine oturdu. Nehlüdof için karar anı gelip
çatmıştı. İlk görüşmelerinde en önemli olanı —yani onunla evlenmek niyetinde olduğunu— Maslova'ya
söylemedi diye kendi kendine kızmıştı hep. Şimdi söylemeye kararlıydı. Masanın biri bir yanında, biri öbür
yanında, karşılıklı oturuyorlardı. Odanın içi aydınlıktı. Mas-lova'nın yüzünü ilk kez aydınlıkta yakından
görüyordu Nehlüdof —gözlerinin, dudaklarının çevresindeki kırışıklıkları, gözlerinin şişliğini. Eskisinden de
çok acıyordu şimdi ona.
Nehlüdof, pencerenin içinde oturan yahudi suratlı, şakaklarına ak düşmüş gardiyan, sesini duymasın diye,
dirseklerini masaya dayayarak Maslova'ya doğru eğildi.
— 195 —
— Bu dilekçeden olumlu bir sonuç alamazsak Çar'a başvuracağız. Yapılabilecek her şey yapılacaktır...
Maslova sözünü kesti:
— Duruşmadaki avukatım doğru dürüst bir avukat olsaydı... Aptalın biriydi. Hep cilve yaptı durdu
bana. —Gülümsedi Maslova—. Beni o zaman bulmuş olsaydınız, böyle olmazdı durum. Elden ne gelir?
Herkes hırsız sanıyor beni.
Nehlüdof, Ne tuhaf bir hali var bugün diye geçirdi içinden. Tam söylemek istediğini söylemeye
hazırlanıyordu ki, gene konuşmaya başladı Maslova.
— Bakın ne diyeceğim. Bizim hücrede yaşlı bir kadın var. Çok iyi bir kadıncağız, inanın herkes şaşıyor
onun buraya nasıl düştüğüne. Oğlu da kendi de hiç suçları yokken yatıyorlar burada, herkes biliyor bunu.
Bilerek yangın çıkardıkları iftirasına uğramışlar. —Maslova başını çevirip Nehlüdof'un yüzüne baktı—.
Size söylemem için yalvardı: Oğlumla görüşsün bir, o her şeyi anlatır ona diyor. Soyadı Menşof. Ne
diyorsunuz, yapar mısınız bunu? Melek gibi bir yüzü var kadıncağızın, bir bakışta anlaşılıyor zaten suçsuz
olduğu. Bir şeyler yaparsınız artık.
Gene baktı Nehlüdof'un yüzüne, gülümseyerek başını önüne eğdi. Onun bu serbestliğine, açıklığına
giderek daha çok şaşan Nehlüdof:
— Pekâlâ, dedi, elimden geleni yaparım, öğrenirim durumu. Ama ben sizinle kendi işimizi
konuşmak isterdim. O gün ne dedim size, hatırlıyor musunuz?
Maslova hâlâ gülümsüyordu, başını bir o yana, bir bu yana çevirerek:
— Çok şey söylediniz o gün, dedi. Hangisini soruyorsunuz?
— Beni affetmeniz için yalvarmaya geldiğimi söylemiştim.
— Önemi yok ki bunun, ha affetmiştim, ha affetmemişim, neyi değiştirir, siz iyisi mi...
Nehlüdof devam ediyordu:
— Size karşı işlediğim
günahı bağışlatmak
istediğimi... bunu sözde bırakmayacağım. Sizinle
evlenmeye karar verdim.
Maslova'nın yüzünü bir korku kapladı birden. Şehlâ gözleri Nehlüdof'un üzerinde durmuştu, ama
görmüyorlardı onu. Yüzünü duygusuzca buruşturdu.
196
— Bu da nereden çıktı? diye mırıldandı.
— Tanrıya karşı bunu yapmak zorunda olduğumu hissediyorum.
— Tanrı mı dediniz?
Neden söz ettiğinizi
anlamıyorum. Tanrı ha? Hangi Tanrı? O zaman
düşünseydiniz Tanrıyı.
Bir şey daha söylemek istiyormuş gibi açtı ağzını, ama söylemedi, sustu.
Ağzının içki koktuğunu ancak şimdi farkedip, bu halinin nedenini anlayan Nehlüdof:
— Sakin olun, dedi.
— Ne demek sakin ol? Sarhoş mu sandın beni yoksa? Evet, gerçi sarhoşum ama ağzımdan çıkanı
kulağım duyuyor, aklım başımda. Kürek mahkûmuyum ben, b..., ah bayım diyordum az kalsın, Prens,
fiyatım bir yüzlüktür.
Birden çabuk çabuk konuşmaya başlamıştı, yüzü mosmordu. Nehlüdof, zangır zangır titreyerek, alçak
sesle:
— Ne denli ağır konuşursan konuş, hissettiklerim kadar acı söyleyemezsin bana gene de, dedi.
Sana yaptığım kötülüğün içimi nasıl yaktığını bilemezsin!...
Maslova acı acı gülümsedi.
— Öyle mi?... O zaman yoktu böyle bir şey ama, yüz ruble vermiştin bana. Al, bu kadar edersin sen, der
gibilerden...
— Biliyorum, hepsini biliyorum, dedi Nehlüdof, ama elden ne gelir şimdi? Artık bırakmamaya kararlıyım
seni, dönmeyeceğim bu kararımdan.
Maslova:
— Ben de döneceksin diyorum! diye mırıldandı. Yüksek sesle gülmeye başladı. Nehlüdof Maslova'nın
eline
dokunarak:
— Katyuşa! dedi.
Maslova elini öfkeyle çekerek:
— Uzaklaş benden! diye haykırdı. Bir kürek mahkûmuyum ben, sende bir prens, işin yok burada.
İçinde biriken bütün hıncını boşaltmak istiyormuş gibi çabuk çabuk konuşarak devam etti:
— Benden yararlanarak kendini
kurtarmaya çalışıyorsun.
— 197 —
Bu dünyada bedensel hazzın için kullandın beni, öteki dünyada da kurtulman için kullanmak istiyorsun!
Senden de, gözlüğünden de, o iğrenç, yağlı yüzünden de nefret ediyorum. Birden ayağa kalkarak:
— Defol, defol git buradan! diye bağırdı. Gardiyan geldi yanlarına.
— Ne bağırıyorsun be? Nerede olduğunun farkında değilsin galiba...
— Bırakın lütfen, dedi Nehlüdof.
— Öyleyse bağırmasın.
- Pekâlâ, olur, yerinize gidin siz lütfen. Gardiyan pencereye gitti gene.
Maslova oturdu, başını önüne eğdi; küçük ellerini yumruk yapmış, olanca gücüyle sıkıyordu.
Nehlüdof yanında ayakta duruyor, ne söyleceğini bilemiyordu.
— İnanmıyorsun bana, dedi.
— Hiç bir zaman
evlenemeyeceksiniz benimle.
Asarım kendimi de razı olmam böyle bir şeye!
Bunu bilesiniz.
— Gene de elimden gelen yardımı yapacağım sana.
— Sizin bileceğiniz iş bu. Ama şunu söyleyeyim ki, hiç bir şey istemiyorum sizden. Doğru söylüyorum.
Niçin ölmedim o zaman?
Birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı Maslova. Nehlüdof bir şey söyleyemiyordu, o da ha ağladı ha
ağlayacaktı.
Maslova başını kaldırıp genç adamın yüzüne baktı, gördüğü şeye şaştı sanki, yanaklarından akan
gözyaşlarını başörtüsünün ucuyla silmeye koyuldu.
O sırada gardiyan geldi yanlarına gene, zamanın bitmek üzere olduğunu hatırlattı. Maslova kalktı.
Nehlüdof,
— Kendinizde değilsiniz şimdi, dedi. Gelebilirsem, yarın gene geleceğim. Siz de düşünün biraz.
Maslova cevap vermedi, dönüp Nehlüdof'a bakmadan gardiyanın arkasından çıktı.
Maslova hücreye dönünce Korableva:
— Kurtulmuş say artık kendini kızım, dedi. Besbelli abayı— 198 —
yaktı sana herif; kaçırma bu fırsatı. Kurtulursun buradan. Zenginlerin yapamayacağı şey yoktur, her kapıyı
açar para. Demir yolu bekçisi kadın ince sesiyle:
— Vallahi de öyle, dedi. Bizde, fakir evlenmeye kalkışsa geceler kısalır, derler. Oysa bir zenginin
aklından geçirdiği, birazcık istediği şey olur hemen. Aslan gibi bir delikanlı vardı köyde...
Yaşlı kadın:
— Benim işi anlattın mı? diye sordu.
Ama Maslova arkadaşlarının sorularına cevap vermiyor, şehlâ gözlerini köşeye dikmiş, ranzasında
yatıyordu. Akşama kadar yattı öyle. Ona ıstırap veren duygular vardı içinde. Neh-iüdof'un sözleri, acı
çektiği, genç adamı unutarak, ondan nefret ederek çıktığı dünyaya döndürmüştü onu gene. Yaşayabilmek
için unuttuğu şeyleri hatırlatmıştı ona; olanların açık seçik anı-sıyla yaşamaksa dayanılamayacak kadar
ıstırap veren bir şeydi. Akşam gene votka aldı, arkadaşlarıyla beraber doyasıya içti.
XLIX
Nehlüdof ceza evinde çıkarken Ya, böyle işte. Böyle, diye düşünüyordu. Suçunun büyüklüğünü ancak
şimdi görüyordu bütün çıplaklığıyla. Yaptığını düzeltmeye kalkışmasaydı, ne büyük bir günah işlediğini
bilmeyecekti hiç bir zaman; üstelik, Maslova da kendisine yapılan kötülüğün büyüklüğünden habersiz
olacaktı. Bütün korkunçluklarıyla ancak şimdi çıkmışlardı bunlar su yüzüne. Nehlüdof'un aklında bu
kadının ruhuna indirdiği darbe vardı şimdi yalnız; Maslova da genç kızlığında ona ne yapıldığının
farkındaydı artık. Eskiden kendi kendine kızardı Nehlüdof, pişmanlık duyardı; oysa şimdi dehşet içindeydi.
Artık bırakamazdı Maslova'yı —bunu hissediyordu— öte yandan, bu ilişkinin sonunun neye varacağını da
bilmiyordu.
Dış kapıda, göğsünde madalyalarıyla, nişanlarıyla bir gardiyan yaklaştı Nehlüdof'a; hiç de hoş olmayan,
yapmacık, yılışık bir ifade vardı yüzünde. Nehlüdof'a bir zarf uzatarak, esrarlı bir tavırla:
— Bir bayan yolladı'bunu size... dedi.
— 199 —
— Hangi bayan?
— Okuyunca anlarsınız. Siyasî suçlulardan biri. Onların bö lümüne bakıyorum ben. Rica etti. Gerçi
yasaktır böyle şeyler, ama insanlık...
Pek yapmacık bir konuşması vardı adamın, içten olmadığı belliydi.
Bir gardiyanın, hem de siyasî suçlulara bakan bir gardiyanın mektup taşıması, ceza evinde, herkesin gözü
önünde mektubu getirip ona vermesi pek şaşırmıştı Nehlüdof'u. Bunun gardiyan, aynı zamanda da ispiyon
olduğunu henüz bilmiyordu. Gene de aldı zarfı, dışarı çıkınca, açtı. Kurşun kalemle çabuk çabuk yazılmış
bir puslaydı bu:
Cezalı bir kadınla ilgilendiğinizi, buraya gelip gittiğinizi öğrendim. Sîzinle görüşmek istiyorum.
Görüşebilmemiz için gerekli yerlere başvurun. Alabilirsiniz bu izni. Koruduğunuz kadın için de, hepimiz için
de çok önemli söyleyeceklerim
var size Minnettarınız Vera Bogoduhovskaya
var size.
Minnettarınız Vera Bogoduhovskaya.
Vera Bogoduhovskaya, Nehlüdof'un bir zamanlar arkadaşlarıyla ayı avına gittiğinde uğradığı, Novogorod
ilinin ücra köylerinden birinde öğretmendi. Üniversitede açılan kursa gidebilmek için para istemişti
Nehlüdof'tan. İstediği parayı vermişti Nehlüdof, sonra bu olayı da, Vera Bogoduhovskaya'yı da unutmuş
gitmişti. Şimdi siyasî suçlu olarak cezaevinde yattığı anlaşılıyordu bu kadının. Maslova'yla olan ilişkisini
öğrenmişti; yardım etmek istiyordu ona. Ne rahattı o zamanlar, her şey basit, kolaydı. Oysa şimdi ne
yapacağını, neye karar vereceğini bilemiyordu. O günleri, Bogoduhovskaya'yla tanışmasını hatırlayınca bir
sevinç, heyecan duydu içinde Nehlüdof. Yortu yakındı. Demiryolundan altmış verst içerde, ıssız bir
köydeydiler. İyi bir avdı. İki ayı vurmuşlardı. Yol hazırlıklarını tamamlamışlar, yemek yiyorlardı. Kaldıkları
köy evinin sahibi sokuldu yanlarına, papazın kızının geldiğini, prens Nehlüdof'la görüşmek istediğini,
söyledi.
Arkadaşlarından biri:
— Güzel mi bari? diye sordu.
— Bırakın çocukluğu! dedi Nehlüdof.
Yüzü cidileşti, ağzını silerek kalktı masadan. Papazın kızı-— 200 —
nın onunla görüşmek istemesi şaşırtmıştı onu. Ev sahibinin odasına gitti.
Yün şapkalı, koyun postundan manto giymiş, damarları çıkık, sıska, çirkin bir kız vardı odada. Kaslarıyla
gözleriyle güzel olan yalnız Ev sahibinin yaşlı karısı:
— İşte Prens, Vera Tefremovna, konuş kendisiyle. Ben çıkıyorum.
— Ne gibi bir yardımım dokunabilir size? dedi Nehlüdof.
— Şey... ben... Nasıl söyleyeyim, zenginsiniz siz, su gibi para harcıyorsunuz; avaydı, şuna bunaydı
dünyanın parasını veriyorsunuz, biliyorum. —Kız utancından kekeleyerek konuşuyordu.— Bense bir şey,
yalnız bir şey istiyorum, insanlara yararlı olmak bütün amacım; oysa yapamıyorum, hiç bir şey
bilmiyorum çünkü.
Gözlerinde içtenlik, temizlik vardı; yüz anlatımı, kararlığı, ürkekliği öylesine dokunmuştu Nehlüdof'a ki,
birden genç kızın yerine koydu kendini —çoğunlukla olurdu ona bu— anladı onu, acıdı.
— Ne yapabilirim sizin için?
— İlkokul öğretmeniyim, kurslara katılmak istiyorum, ama izin vermiyorlar bana. Daha doğrusu, izin
vermiyorlar değil de, izin veriyorlar vermesine, ama para gerek bunun için. Siz verebilir misiniz bana bu
parayı, kursu bitirince ödeyim size borcumu. Zenginleri kötülük yaparken; ayıları öldürür, köylüleri
içi-rip onlarla eğlenirken gördüm hep. Ara sıra iyilik niçin yapmasınlar? Topu topu seksen rubleye ihtiyacım
var. İstemiyorsanız vermeyin, vız gelir.
Kız öfkeyle söylemişti! vız gelir diye. Nehlüdof:
— Yo, dedi, bana bir iyilik yapmak fırsatı verdiğiniz için minettarım size... Şimdi getiriyorum.
Kapıyı açıp hole çıkınca, kapıyı dinleyen bir arkadaşıyla burun buruna geldi. Arkadaşlarının takılmalarına
aldırmadan çantasından parayı alıp kıza götürdü.
— Lütfen teşekkür etmeyin lütfen. Asıl ben teşekkür etmeliyim size.
Şimdi bunları hatırlamak çok hoş bir şeydi Nehlüdof için. Bu davranışını alaya alan bir subayla neredeyse
yumruk yum— 201 —
ruğa geldiğini, bir arkadaşının ondan yana çıktığını, ona daha bir yakınlık göstermeye başladığını, avın
pek neşeli, iyi geçtiğini, geçe tren istasyonuna dönerlerken kendini pek bir mutlu hissettiğini hatırlamak da
hoştu. Kızaklar dar yolda peşpeşe tırısla sessizce kayıyorlardı. Kalın kar tabakasının altında dalları eğilmiş
alçaklı yüksekli çam ağaçlarının arasından geçiyorlardı. Karanlıkta kızıl bir sigara ateşi parlıyordu, nefis
kokusu Nehlü-dof'un burnuna kadar gelmişti. Yardımcıları Yosif dizlerine kadar kara bata çıka bir kızaktan
öbürüne koşuyor, şimdi ormanın derinliklerinde dolaşan, ağaçların kabuklarını kemiren sığınlardan; sıcak
soluklarıyla ısıttıkları karanlık inlerinde keyif çatan ayılardan söz ediyorlardı.
Bütün bunları, o andaki dinçliğini, iç huzurunu düşünüyordu şimdi Nehlüdof. Buz gibi havayı ciğerlerine
çekerken yarım kürkü kalkıp iniyor; kızağın çarptığı dallardan dökülen karlar yüzüne düşüyordu. Bedeni
sımsıcak, yüzü soğuktu. Ruhunda ne bir endişe, ne bir korku, ne de bir tutku vardı. Ne mutluydu! Ya
şimdi? Tanrım, ne güç, acı şeylerdi bütün bunlar!...
Besbelli devrimciydi. Vera Yefremovna, devrimci çalışmaları yüzünden de cezaevine düşmüştü. Görmek
gerekti onu, M asIova'nın durumunu düzeltebilecek şeyler bildiğini söylüyordu çünkü.
Devrisi sabah uyandığında bir gün önce olanları hatırladı Nehlüdof, dehşete kapıldı.
Ama duyduğu korkuya rağmen, başladığı işi sonuna kadar yürüteceğine her zamankinden daha bir
kararlıydı şimdi.
Bu duyguyla çıktı evden, Maslennikof'a gitti. Maslova'dan başka, Maslova'nın dediği yaşlı kadının oğluyla,
bir de Maslo-va'ya yardımı dokunacağını umduğu Bogoduhovskaya'yla görüşmesine izin vermesini
isteyecekti ondan.
Nehlüdof eskiden beri, alaydan tanırdı Maslennikof'u. O zamanlar alayın kasadarıydı Maslennikof.
Dünyadan haberi olmayan alayından, Çar ailesinden başka hiç bir şeyle ilgilenmeyen, son derece temiz
yürekli, görevine bağlı bir subaydı. Askerlik-— 202 —
ten ayrılmış, il yönetiminde görev almıştı şimdi de. Zengin, hareketli bir kadın olan karısı zorlamıştı onu
buna biraz da.
Kadın alay ederdi onunla, bir ev hayvanı gibi okşardı onu. Nehlüdof geçen kış bir kere gitmişti onlara, ama
bu çifti öylesine basit bulmuştu ki, bir daha hiç uğramamıştı evlerine.
Nehlüdof'u görünce yüzü sevinçle aydınlandı Maslennikof un. Gene kırmızı, yağlıydı yüzü, gene şişmandı,
askerlikte olduğu gibi gene son derece güzel giyimliydi. Eskiden, omuzlarını, bedenini saran, son modaya
göre dikilmiş, daima tertemiz üniforma giyerdi; şimdiyse, gürbüz bedenini saran, geniş göğsünü ortaya
çıkaran, son moda, sivil bir elbise vardı üzerinde. Vali yardımcısı resmî elbisesiydi bu. Aralarındaki yaş
farkına rağmen (Maslennikof kırkma merdiven dayamıştı) senli-ben-liydiler.
Maslennikof, gizleyemediği bir sevinçle:
— Oh, oh, geldiğin için çok teşekkür ederim sana, dedi. Hadi karımın yanına gidelim: On dakika sonra
toplantım var, o zamana kadar boşum. Biliyorsun, Printsipal yok, ben yönetiyorum ili.
— Bir iş için geldim sana.
Maslennikof birden dikkat kesildi, ürkmüş gibi, biraz sert:
— Neymiş bakalım? dedi.
— Cezaevinde, beni yakından ilgilendiren biri var. (Cezaevi deyince, Maslenikof'un yüzü daha da
sertleşmişti.) Herkesle bir arada değil, müdürün odasında görüşmek istiyorum onunla. Hem de belirli
günler dışında, daha sık. Buna ancak senin izin verebileceğini söylediler.
Maslennikof, büyüklüğünü yumuşatmak istiyor gibi, iki eliyle Nehlüdof'u kollarından tutarak:
— Olur tabiî, mon cher (') dedi senin için yapamayacağım şey yoktur, olmasına olur, ama, biliyorsun,
kısa sürecek bir beylik bizimki.
— Kadın mıdır bu?
— Evet.
— Neymiş suçu acaba?
— 203 —
- Adam zehirleme. Ama suçsuzdur aslında. Yok yere hüküm giydi.
— İşte sana suçluyu, suçsuzu ayıran mahkemelerimiz; ı'en font point d'autres. (') (Nedense Fransızca
söylemişti bu-ıu.) Benimle aynı düşüncede olmadığını biliyorum, ama ne yaparsın ki, c'est mon epinion
bien arrete (2).
Gerici bir gazetede son bir yıldır bu konuyu işleyen çeşitli yazılar okumuştu.
— Senin ilerici olduğunu biliyorum, diye ekledi. Nehlüdof gülümsedi:
— İlerici mi, gerici mi olduğumu bilmiyorum, dedi.
Bir insanı yargılarken, önce onu dinlemenin gerektiğini, mahkeme önünde herkesin eşit olduğunu,
insanlara, özellikle suçlu oldukları kesinlikle bilinmeyen insanlara acı çektirmenin, dayak atmanın yanlış bîr
tutum olduğunu söylediği için ona ilerici denmesine aklı ermezdi.
— İlerici olup olmadığımı bilmiyorum, bildiğim bir şey varsa, o da, şimdiki mahkemelerin, ne kadar kötü
olurlarsa olsunlar, eskilerden daha iyi olduğudur.
— Hangi avukatı tuttun?
— Fanarin'i.
Maslenikof yüzünü buruşturarak:
— Ah o Fanarin! dedi.
Fanarin denen o adamın, geçen yıl bir duruşmada tanık olarak onu nasıl sorguya çektiğini, tam yarım saat
son derece kibarca onu yerden yere nasıl vurduğunu, dinleyicileri kahkahalarla güldürdüğünü hatırlatmıştı.
— Onunla iş yapmanı salık vermezdim sana, diye devam etti Fanarin, est un homme taree. (3)
Nehiüdof:
— Bir isteğim daha olacak senden, dedi. Çok eskiden bir
O
Başka işe yaradıkları yok zaten. (Fransızca) P)
Değişmez düşüncemdir bu benim. (Fransızca) (3)
Kötü isim yapmış bir insandır. (Fransızca)
f) Sevgili dostum. (Fransızca)204
kız, bir öğretmen kız tanımıştım. Zavallı bir insandır, o da ceza evinde şirndi, benimle görüşmek istiyor.
Onunla görüşmeme de izin verebilir misin?
Maslennikof başını hafifçe yana eğip düşündü:
— Siyasî suçlu mu?
— Evet, öyle söylediler bana.
— Bak ne diyeceğim, siyasî suçlularla görüşme izni yalnız akrabalarına veriliyor, ama ben sana ikisine
bir izin kâğıdı vereceğim. Je saîs que vous n'abuserez pas... ('} Senin pretegee'nin adı neydi?
Bogoduhovskaya mı? Elle est jolie? (2)
- Hideuse. (3)
Maslennikof başını iki yana salladı, masaya gitti, resmî bir kâğıda çabuk çabuk yazmaya başladı: Prens
Dmitri İvanoviç Nehlüdof'un cezalı Maslova'yla, gene cezalı ebe Bogoduhovskaya 'yla cezaevi
yöneticisinin odasında görüşmesine izin veriyorum. Kocaman bir imza attı altına.
— Ne güzel yönetiyoruz orayı, göreceksin. Oysa hiç de kolay değildir bu düzeni sağlamak;
çünkü
çeşitli illerden cezalı vardır burada, cezalı sayısı da çoktur. Son derece titiz davranıyorum bu konuda.
Göreceksin, hepsi rahattır, yakındıkları bir şey yoktur. Cezalılara karşı nasıl davranacağını bildin mi
gerisi kolay. Geçenlerde tatsız bir olay oldu... söz dinlemedi birkaç cezalı. Benim yerimde başka biri
olsaydı ayaklanma sayardı bunu, bir çok cezalının canını yakardı. Oysa tatlıya bağladım işi ben. Hem
yumuşak yürekli olmalı insan, hem de kendini saydırmasını bilmeli.
Beyaz gömleğinin altın düğmeli kolundan çıkan etli, beyaz yumruğunu sıkarak -- firuze bir yüzük vardı
parmağında:
— Hem yumuşak yürekli olmalı insan, hem de kendini saydırmasını bilmeli, diye tekrar etti.
— Bilmiyorum, dedi
Nehlüdof, iki kere gittim oraya, çok üzüldüm.
__Bak ne diyeceğim? Kontes Passek'i görmelisin, bu işle(1) Bunu kötüye kullanmayacağını bilirim. (Fransızca) (2)
Güzel bir şey mi bari? (Fransızca) (3)
Bicimsiz. (Fransızca)
— 205 —
re adadı kendini. (Çenesi düşmüştü Maslennikof'un). Elle faît beaucoup de bien. (') Açık söyleyeyim, onun
uyarmalarıyla bir çok şeyi değiştirmek fırsatını buldum. Öyle ki, eskiden olan sertlikler yok artık orada,
cezalılar huzura kavuştular. Kendin de göreceksin zaten gidince. Fanarin'e gelince, yakından tanımıyorum
onu, toplumsal yerim de onunkinden uzak zaten, ama iyi bir insan olmadığı su götürmez bir gerçektir.
Sonra duruşmalarda öyle şeyler söylüyor ki...
Nehlüdof kâğıdı alıp, sözünün sonunu beklemeden teşekkür etti eski arkadaşına.
— Neyse, çok sağol. Ben gideyim artık.
— Kanma uğramayacak mısın?
— Kusura bakma, hiç zamanım yok şimdi.
Maslennikof eski arkadaşını merdivenin ilk sahanlığına kadar geçirirken — birinci derecede saygıdeğer
bulmadığı kimseleri oraya kadar geçirirdi; Nehlüdof da onlardandı:
—• Vallahi çok kızacak bana, diyordu. Hiç olmazsa bir dakikalığına uğra.
Ama kararından dönmedi Nehlüdof. Bir uşak koşarak palto-suyla bastonunu getirdi; kapıcı, dışında bîr
polis memurunun beklediği kapıyı açtı. Nehlüdof kapıya yürürken, şimdi hiç zamanı olmadığını söyledi bir
kere daha. Maslennikof seslendi ona merdivenden:
- Öyleyse perşembeye bekleriz, buyur gel. Karımın konuk günüdür. Söyleyeceğim ona geleceğini!
LI
Nehlüdof, Maslennikof'dan doğru cezaevine gitti; müdürün evini biliyordu, o yana yürüdü. Gene kulakları
tırmalayan bir piyano sesi geliyordu evden; ama rapsodi değildi şimdi çalman, Clementi'nin bir etüdüydü.
Ses gene olağanüstü yüksek, vuruşlar belirgin, çabuktu. Bir sözü bağlı oda hizmetçisi açtı kapıyı gene,
yüzbaşının evde olduğunu söyleyip, Nehlüdof'u konuk odasına aldı. Küçük bir odaydı burası. Eşya olarak
bir kanepeyle bîr
C)
Çok iyilikleri dokunuyor. (Fransızca)— 206 —
masa vardı burada. Yün örme bir örtü örtülü masanın üzerinde abajurunun bir yanı pembe kâğıtla
kaplanmış büyük bir lâmba yanıyordu. Müdür yorgun, keyifsiz bir yüzle geldi. Resmî giysisinin orta
düğmesini iliklerken:
— Buyrunuz, bir dileğiniz mi vardı? dedi. Nehlüdof kâğıdı ona verirken:
— Vali yardımcısından bu izni aldım, dedi. Maslova'yı görmek istiyordum.
Piyano gürültüsünden Nehlüdof'un ne dediğini anlayamayan müdür:
— Markova'yı mı? diye sordu.
— Maslova'yı.
— Ha... evet! Ha... evet!
Müdür kalktı, Clementi müziğinin hareketli vuruşları duyulan kapıya gitti.
— Marusya, diye seslendi, birazcık durur musun yavrum, duyamıyoruz birbirimizi.
Ses tonundan dünyada en çok sevdiği şeyin müzik olduğu belliydi.
Piyano sustu, ayak sesi duyuldu —yürüyenin canının sıkıldığı belliydi— bir baş uzandı kapıdan.
Müdür, müziğe verilen bu ara hoşuna gitmiş gibi hafif tütünden kalın bir sigara yaktı, Nehlüdof'a da uzattı.
Nehlüdof almadı.
— Evet efendim, Maslova'yı görmek istiyordum da.
— Şimdi görmezseniz iyi olur onu.
— Neden? Müdür gülümsedi:
— Kabahat sizde, Prens. Bir daha eline para vermezseniz iyi olur. Vermek istiyorsanız bana verin. Son
köpeğine kadar eline geçer verdiğiniz para. Dün vermişsiniz, o da içmiş verdiğiniz parayla —bu işin
kökünü ne yaparsanız kazıyamazsınız cezaevlerinde— bugün de içmiş, öyle ki taşkınlık yapmaya başladı.
— Sahi mi?
— O kadar ki, sert davranmak zorunda kaldım, başka bir hücreye aldım onu. Aslında uslu, kendi halinde
bir kadındır; bir daha eline para vermeyin. Buradakiler...
— 207 —
Nehlüdof dün olanları hatırladı, dehşete kapıldı gene. Bir an sustuktan sonra:
— Peki, Bogoduhovskaya'yı görebilir miyim acaba? Siyasî suçludur.
—Görebilirsiniz tabiî.
Müdür, odaya giren beş, altı yaşlarındaki bir kız çocuğuna döndü:
— Ne istiyorsun?
Kız gözlerini Nehlüdof'tan ayırmadan babasına doğdu yürüyordu. Ayağı halıya takılıp sendeleyerek
babasına koşunca müdür gülümsedi:
— Önüne baksana yavrum, düşeceksin.
— Öyleyse gideyim ben, dedi Nehlüdof.
Müdür, gözlerini hâlâ Nehlüdof'dan ayırmayan kızı kucakladıktan sonra şefkatle kenara çekti, kalkıp dışarı
çıkarken:
— Nasıl isterseniz, dedi.
Müdür bir gözü bağlı kızın verdiği paltoyu giyip dışarı çıkmamıştı ki, Clementi'nin etüdü duyulmaya başladı
gene. Müdür merdivenden inerken:
— Konservatuardaydı, dedi, orası da başka bir âlem... Oysa müziğe çok kabiliyetli kızım. Konserlere
çıkmak istiyor.
Müdürle Nehlüdof cezaevine yaklaştılar. Müdürün geldiğini görünce hemen açtılar kapıyı. Gardiyanlar
selâma durarak gözleriyle izliyorlardı müdürü. Girişte başlarının yarısı kabak dört cezalıyla karşılaştılar.
Dolu fıçılar taşıyorlardı, onları görünce kenara çekildiler. Bir tanesi ezilip büzüldü, yüzünü buruşturdu. Kara
gözleri parlıyordu.
Müdür, bu cezalılarla hiç ilgilenmeden, yanında Nehlüdof, yorgun adımlarla geçerken devam ediyordu:
— Gerçi bu gibi kabiliyetleri işlemek gerekir ya, küçük bir evde de çekilmiyor doğrusu.
— Kiminle görüşmeyi istiyordunuz? diye sordu.
— Bogoduhovskaya'yla.v.
— Kulededir o. Biraz bekleyeceksiniz.
— Bilerek yangın çıkarmaktan sanık ana oğul Menşof'ları görebilir miyim acaba?
— Yirmi birinci hücrededirler. Çağıralım, görün.
J— 208 —
— Menşof'u hücresinde görebilir miyim?
— Burada daha rahat olur sizin için.
— Canım öyle istiyordu da.
— Tam da buldunuz isteyecek şeyi.
O anda yan kapıdan çakı gibi bir subay girdi odaya. Müdür yardımcılarındandı.
Müdür, yardımcısına:
— Prensi, Menşof'un hücresine götürün, dedi. Yirmi birinci hücre. Sonra benim odama gelin. Bu arada
ben de şeyi çağırayım... Adı neydi?
— Vera Bogoduhovskaya, dedi Nehlüdof.
Müdür yardımcısı, bıyıklarını siyaha boyamış, lavanta kokan, genç, sarışın bir subaydı. İçtenlikle
gülümsedi Nehlüdof a.
— Buyrunuz. Cezaevimîzle ilgileniyorsunuz demek.
— Evet. Bana söylediklerine göre, tamamen suçsuz olduğu halde burada yatan bu adamla da
ilgileniyorum.
Yardımcı omuz silkti. Konuğa kibarca yo! verip geniş, pis kokan koridora sokarken:
— Evet, dedi, oluyor bazan böyle şeyler. Oluyor da, yalan da söylüyorlar. Buyurun.
Hücrelerin kapıları açıktı, birkaç cezalı koridordaydı. Subay, gardiyanları başıyla hafifçe selâmlayarak;
bazıları duvar dibine çekilip hücrelerine süzülen, bazılarıyla ellerini pantalon yan dikişlerine yapıştırarak
subayı hazırolda gözleriyle izleyen cezalılara göz ucuyla bakarak birinci koridordan geçirdi Nehlüdof'u;
sola döndüler, demir bir kapının önünde durdular.
Bu koridor birinciden daha karanlıktı, daha da pis kokuyordu. İki yanda asma kilitli kapılar sıralanıyordu.
Kapılarda iki santim çapında, göz denilen küçük delikler vardı. Koridorda kırış kırış üzgün, yaşlı
gardiyandan başka kimsecikler yoktu. Müdür yardımcısı gardiyana:
— Menşof hangi hücrede? diye sordu.
— Soldan sekizincide.
Lll
Nehlüdof:
— Bakabilir miyim? diye sordu.
— 209 —
Müdür yardımcısı kibarca gülümseyerek:
— B.uyrun, dedi.
Sonra gardiyana bir şeyler sormaya başladı. Gardiyan bir kapının deliğinden baktı: İçerde fanilâlı, uzun
boylu, küçük, siyah sakallı genç bir adam bir aşağı, bir yukarı dolaşıyordu. Kapıda hışırtıyı duyunca durup
baktı, yüzünü buruşturdu, dolaşmaya başladı gene.
Nehlüdof başka bir delikten baktı, gözü delikten bakan ürkek, iri bir gözle karşılaştı; hemen geri çekildi
Nehlüdof. Üçüncü delikten bakınca tahta bir sedirde pijamasının üstünü başına çekmiş uyuyan, çok kısa
boylu bir adam gördü. Dördüncü hücrede ablak yüzlü, uçuk benizli bir adam başı önünde, ellerini dizlerine
dayamış, oturuyordu. Ayak sesini duyunca başını kaldırıp baktı. Yüzünde, özellikle iri gözlerinde umutsuz
bir keder ifadesi vardı. Hücresine kimin baktığını merak bile etmediği belliydi. Bakan kim olursa olsun, ona
bir yardımda bulunmayacağını bildiği bakışından anlaşılıyordu. Nehlüdof fena oldu; deliklerden bakmayı
bırakıp, yirmi birinci hücreye, Menşof'a gitti. Gardiyan anahtarı çıkarıp kapıyı açtı. Uzun boyunlu, içten
bakışlı, sağlam yapılı bir genç, yatağının yanında aceleyle gömleğini giymeye çalışıyor, korkulu gözlerle
gelenlere bakıyordu. Nehlüdof'u en çok, genç adamın soru dolu, ürkek bakışları şaşırtmıştı. Bir ona, bir
gardiyana, bir müdür yardımcısına bakıyordu.
— Beyefendi, senin dâvanla ilgili bazı şeyler sormak istiyor sana.
— Buyursunlar.
Nehlüdof yürüdü, demir parmaklıkla, pis pencerenin yanında durdu:
— Biri sizin dâvadan söz etti bana, dedi, bir de sizden dinlemek istedim bunu.
Menşof da pencerenin yanına gitti, hemen anlatmaya koyui-du. Önceleri sık sık dönüp korkuyla müdür
yardımcısına bakıyordu, sonra giderek daha bir açıldı; müdür yardımcısı bir takım emirler vererek koridora
çıktığında iyice cesaretlendi. Son derece temiz yürekli, iyi bir köy delikanlısının öyküsüydü bu:
Diriliş
F: 14— 210 —
anlatısında da, anlatırken el, kol hareketlerinde de içtenlik vardı. Bu öyküyü yüz kızartıcı giysisiyle bir
cezalıdan, cezaevinde dinlemek çok şaşırtmıştı Nehlüdof'u. Dinliyor, bir yandan da saman döşekli alçak
sedire, kalın demir parmaklıklı pencereye, rutubetten vıcık vıcık, pis duvarlara, ayağında takunyalarla bu
zavallı, feleğin sillesini yemiş, ezik köylünün bitkin yüzüne bakıyordu. Giderek bir hüzün çöküyordu içine.
İyi yürekli olduğu yüzünden belli bu gencin anlattıklarının gerçek olduğuna inanmak gelmiyordu içinden.
Bir insanı hiç suçu yokken, sırf hakarete uğradı diye yakalayıp ceza evi giysisini sırtına geçirerek bu
korkunç yere attıklarını, atabildiklerini düşünmek korkunç bir şeydi. Öte yandan, böylesine bir öykünün,
içtenlik okunan bu yüzün sahibince başkalarını aldatmak için uydurulduğunu düşünmek daha korkunçtu.
Delikanlının anlattığına göre şöyle olmuştu olay: Evlendikten kısa bir zaman sonra, köylerindeki
meyhanenin sahibi, karısını almış elinden. Delikanlı gerekli yerlere başvurmuş, yasalardan medet ummuş,
ama meyhaneci para ye-direrek, çaldığı bütün kapıları yüzüne kapattırmış. Bir keresinde zorla alıp evine
götürmüş karısını, ama devrisi gün kaçmış kadın. O zaman gidip düpedüz istemiş karısını meyhaneciden.
Adam, karın yok burada demiş (oysa eve girerken görmüş onu delikanlı), kovmuş onu. Beriki gitmemiş.
Meyhaneci de bir işçisiyle beraber ağzından, burnundan kan gelene kadar dövmüş onu. Devrisi gün evi
yanmış meyhanecinin. Annesiyle delikanlıyı yakalamışlar suçlu diye; oysa o yakmamışmış, bir arkadaşının
evindeymiş o anda.
— Gerçekten sen yakmadın değil mi?
— Aklımdan bile geçirmedim bunu efendim. O hain kendi yakmıştır belki de. Birkaç gün önce sigorta
ettirmişmiş, öyle dediler bana. Sözde bizden korkmuş, annemle benden. Gerçi ağzıma geleni söyledim
ona o gün, tutamadım kendimi çünkü, ama evini ateşe vermeyi aklımdan geçirmedim. Yangın
başladığında orada değildim zaten. Mahsus, tam annemle ben ona gittiğimiz gün yaktı evini. Sigortadan
para almak için yaptı bunu, suçu da bize yükledi.
— Acaba?
— Yemin ederim ki böyle efendim. İnanın bana!
— 211 —
Nehlüdof'un ayaklarına kapanmak istedi, zor engel oldu ona Nehlüdof:
— Boşuna, boşuna attılar beni buraya, diye devam etti, suçsuzum.
Birden yüzünde kaslar çekildi, ağlamaya başladı, gömleğinin kirli koluyla silmeye koyuldu gözyaşlarını.
— Bitti mi görüşmeniz? diye sordu müdür yardımcısı.
Nehlüdof:
— Evet, dedi. Delikanlıya döndü:
— Üzülmeyin, elimden geleni yapacağım sizin için.
Koridora çıktı. Menşof tam kapıda duruyordu; öyle ki, gardiyan kapıyı kaparken ona çarptı. Gardiyan asma
kilidi takıp kilitlerken Menşof kapıdaki delikten dışarı bakıyordu.
Llll
Geniş koridordan geri dönerlerken (yemek zamanıydı, hücrelerin kapısı açıktı) parlak sarı gömlekler, kısa
bol pantalonlar giymiş, takunyalı cezalılar arasında tuhaf bir duygu doldurdu Nehlüdof'un içini. Gözlerini
kırpmadan bakıyorlardı ona. Burda günlerini geçirmek zorunda bırakılan insanlara acıyor, onları buraya
sokanları anlayamıyor, korkunç buluyordu. Bu duruma tüyleri ürpermeden bakabildiği için nedense
utanıyordu kendi kendinden.
Koridorlardan birinde bir cezalı takunyalarını taşlara vura vura koşup geçti yanlarından, bir hücreye girdi;
birkaç cezalı çıktı oradan, Nehlüdof'un yolunda durdular. Hepsi de öne eğilerek selâm veriyorlardı ona.
— Yalvarırız efendim, söyleyin de duruşmaya çıkarsınlar bizi artık, bir karar versinler.
— Vali değilim ben, ilgim yok sizinle.
Öfkeli bir ses:
— Olsun varsın, dedi, gidip valiye söyleyin siz de. Hiç bir suçumuz yok, iki aydır yatıyoruz burada.
— Nasıl? dedi Nehlüdof. Sebep?
— 212 —
— Alıp attılar buraya işte. İki ay oldu, sebebini biz de bilmiyoruz.
Müdür yardımcısı karıştı söze:
— Doğru söylüyorlar, kimlik kâğıtları olmadığı için getirildiler buraya; bağlı oldukları kente yollamamız
gerekiyordu onları, ama il cezevi yandı orada, valilik oraya gidecekleri yolla-mamamızı yazdı bize. Öteki
illere gidecekleri yolladık hep, bir bunlar kaldı.
Nehlüdof kapının yanında kaldı.
— Yalnız bu mu sebep?
Kırk, elli cezalı toplandı Nehlüdof'la müdür yardımcısının çevresine. Her kafadan bir ses çıkıyordu.
Yardımcı susturdu onları.
— Bir kişi anlatsın.
İçlerinden elli yaşlarında, uzun boylu, temiz görünüşlü bir köylü çıktı öne. Buraya kimlik cüzdanları
olmadığı için tıkıldıkla-rmı anlattı Nehlüdof a. Bazılarının cüzdanları varmış da, vizesi iki hafta geçmiş. Her
yıl geçermiş vize zamanı, ama hiç bir şey olmazmış, bu yıl tutup cezaevine atmışlar onları, iki aydır katiller
gibi yatıyorlarmış burada.
— Hepimiz taş işçisiyiz, aynı
yerde çalışıyorduk.
Bizim orada cezaevi yanmış, öyle diyorlar.
Bizim günahımız ne bunda? Bir babalık edin bize.
Nehlüdof temiz görünüşlü, yaşlı adamı dinliyor, ama ne dediğini anlarmyordu; ağırbaşlı taşçının sakal!
arasındaki koyu gri,, kocaman bite takılmıştı gözü. Cezaevi müdürünün yardımcısına dönüp:
— Nasıl olur? dedi. Bütün sebep bu mu yani? Yardımcı:
— Evet efendim, diye cevap verdi. Valilik yanlış bir yol tutmuştur burada. Yollamamız gerekirdi bunları
da. Kimlikleri öğre-nilinceye kadar bir yerde tutulabilirlerdi orada.
Yardımcı sözünü bitirince ufak tefek bir cezalı çıktı öne, ağzını tuhaf bir biçimde oynatarak, burada onları
çok ezdiklerini söyledi.
— Köpekten bile kötü... Yardımcı kesti sözünü:
— 213 —
— Hadi, hadi, bırak gevezeliği şimdi, kes sesini, yoksa bilirsin...
Ufak tefek adam, korkusuz:
— Neyi bilecek misim? dedi. Suçumuz ne ki? Müdür yardımcısı:
— Sus! diye bağırdı.
Ufak tefek adam kesti sesini.
Nehlüdof, kapılardan bakan, koridorda karşılaştığı yüzlerce cezalının ondan ayırmadığı bakışları arasında
yürürken, Nedir bu böyle? diye soruyordu kendi kendine.
Dışarı çıktıklarında:
— Sahi hiç suçu olmayan insanları da tutuyorlar mı burada? diye mırıldandı.
Müdür yardımcısı:
— Başka ne yapabiliriz? dedi. Ama bunların çok yalan söylediklerini de unutmamak gerekir. Sorarsanız
hepsi masumum der.
— Öyle ama, şimdi konuştuklarımızın hiç bir suçu yok.
— Bunlar öyle olabilirler. Ama ne var ki, sert davranmazsanız yola getiremezsiniz onları. Öyle gözü
dönmüşleri vardır kî, fırsat bulsalar bir kaşık suda boğarlar bizi. Bu yüzden dün ikisini cezalandırmak
zorunda kaldık zaten.
— Nasıl?
— Gelen emir uyarınca kırbaçladık...
— Bu çeşit cezalar kaldırılmıştı hani,
— Toplumsal haklan
elinden alınmışlar için
kaldırılmadı. Burada uyguluyoruz.
Dün kapıda beklerken gördüklerini hatırladı Nehlüdof. Cezalılar o zaman kırbaçlanıyor olmalıydı; kuşkusu
yoktu bundan. Gene o mide bulantısını andıran duygu sardı içini. Merak da, keder de, şaşkınlık da vardı
bu duyguda.
Müdür yardımcısını dinlemiyor, çevresine bakınmıyordu artık; çabuk adımlarla cezaevi müdürünün
odasına yürüdü. Müdür koridordaydı, başka bir işle uğraştığı için Bogoduhovskaya'yı çağırtmayı
unutmuştu. Nehlüdof'u görünce hatırladı ancak Bogoduhovskaya'yı getirteceğini.214
— Şimdi adam yollar getirtirim onu, dedi, siz oturun bir dakika.
L1V
İki oda vardı burada. İki penceresi de kir pas içinde, orta yerinde sıvaları dökülmüş kocaman bir soba olan
birinci odanın bir kösesinde, cezalıların boylarını ölçmek için bir ölçü tahtası vardı. Öteki köşede insanlara
işkence edilen yerlerde bulundurulan bir İsa tasviri asılıydı. Birkaç gardiyan vardı içerde. Öteki odada
duvar diplerine ayrı ayrı ya da ikişer ikişer oturmuş, kendi aralarında alçak sesle konuşan, kadınlı, erkekli
yirmi kişi vardı.
Müdür geçip pencerenin önündeki masasına oturdu, hemen yanındaki sandalyeye buyur etti. Nehlüdof,
oturdu, odadakileri incelemeye koyuldu.
Dikkatini önce kısa ceketli, güzel yüzlü, gençten bir adam çekti. Orta yaşlı, kara kaşlı bir kadının
karşısında ayakta duruyor, elini kolunu sallayarak heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu ona. Onların
hemen yanında açık mavi gözlü, yaşlı bir adam oturuyor, yanında oturan, elinden tuttuğu, ona bir şeyler
anlatan, cezaevi giysili genç bir kadını kıpırdamadan dinliyordu. Fen ortaokulu öğrencisi bir çocuk, korku
okunan gözlerini kırpmadan yaşlı adama bakıyordu. Onlardan biraz ötede sevdalı bir çift vardı: Kızın sarı
saçları kısacık kesilmişti; sevimli yüzünde bir canlılık vardı. Son modaya göre giyinmiş, gencecik bir kızdı.
Erkekse, yüz çizgileri zarif, saçları dalgalı, deri ceketli, yakışıklı bir delikanlıydı. Bir köşeye çekilmişler,
alçak sesle konuşuyorlardı. Masaya en yakın oturan siyah elbiseli, saçları ağarmış bir kadındı. Anne
olduğu belliydi. Veremliye benzeyen, siyah ceketli genç bîr adamın gözlerinin içine bakıyor, bir şey
söylemek istiyor, ama gözyaşlarından söyleyemiyordu; başlamasıyla susması bir oluyordu. Genç adamın
elinde bir kâğıt vardı, besbelli ne yapacağını bilmediğinden, öfkeli bir yüzle sıkıyordu onu avu-cunda.
Yanlarında şişmanca, yanakları kıpkırmızı, gözleri şişmiş, kül rengi elbiseli, pelerinli, güze! bir kız
oturuyordu. Ağlayan annesinin omuzunu okşuyordu sevgiyle. Her şeyi pek güzeldi bu
— 215 —
kızın: Geniş, beyaz elleri de, dalgalı, kısa kesilmiş saçları da, burnu da, kırmızı dudakları da; ama yüzünün
en güzel, en hoş yeri içtenlikle parlayan, iri kahverengi gözleriydi. Nehlüdof odaya girince bu güzel gözler
annesinden ayrılıp Nehlüdof'a bakmıştı bir an; gözgöze gelmişlerdi. Ama kız hemen başını çevirmiş,
annesine bir şey anlatmaya başlamıştı. Sevdalı çiftin yanında canı sıkkın olduğu yüzünden belli, simsiyah
saçları, sakalı karmakarışık bir adam oturuyor; onu görmeye gelen, sakalsız, iğdişe benzeyen bir adama
öfkeli öfkeli bir şeyler anlatıyordu. Nehlüdof müdürün yanında oturuyor, büyük bir merakla odadakileri
süzüyordu. Saçı kısacık kesilmiş bir çocuk yanına sokulup ince sesiyle, Siz kimi bekliyorsunuz? diye
sorunca geldi kendine. Bu soru şaşırtmıştı Nehlüdof'u, ama çocuğa bakıp ciddî yüzünü, dikkatli, fıldır fıldır
gözlerini görünce, tanıdık bir kadını beklediğini söyledi. Çocuk:
— Kızkardeşiniz mi oluyor? diye sordu. Nehlüdof şaşırmıştı:
— Hayır, kızkardeşîm değildir. Senin ne işin var burada peki? Kimin yanmdasın?
Çocuk mağrur:
— Annemin, dedi. Siyasidir. Müdür:
— Mariya Pavlovna, diye seslendi, Kolya'yı yanınıza alın. Nehlüdof'un çocukla konuşmasını yasalara
uygun
bulmamıştı anlaşılan.
Mariya Pavlovna — Nehlüdof'un dikkatini çeken iri gözlü, güzel kızdı bu — ayağa kalktı, —uzun boyluydu
da— erkek gibi geniş adımlarla Nehlüdof'la çocuğun yanına geldi.
Nehlüdof'urî gözlerinin içine bakarak — bu, onun herkese karşı kardeşçe davrandığını gösteren içten,
güven dolu bir bakıştı — hafifçe gülümsedi:
— Kim olduğunuzu soruyor, değil mi? dedi. Her şeyi öğrenmek ister.
Çocuğun yüzüne bakarak öylesine tatlı, öylesine içten gülümsedi ki, çocuk da Nehlüdof da tutamadılar
kendilerini, onlar da gülümsediler.
— Evet, kime geldiğimi soruyordu.
— 216 —
Müdür:
— Mariya Pavlovna, dedi, yabancılarla konuşmak yasaktır. Biliyorsunuz.
Mariya Pavlovna:
— Peki, peki efendim, dedi.
Kalın, beyaz eliyle, gözlerini
ondan ayırmayan
Kolya'nın elinden tuttu, veremlinin annesinin yanına
döndü. Nehlüdof müdüre döndü:
— Kimindir bu çocuk?
— Siyasî bir cezalının cezaevinde doğdu.
Müdür, yönettiği kurumun üstünlüğünü göstermek istiyormuş gibi, üstüne basa basa söylemişti bunu.
— Sahi mi? dedi Nehlüdof.
— Evet. Şimdi de annesiyle beraber Sibirya'ya gidecek.
— Ya bu kız kim? Müdür omuz sükerek:
— Bu sorunuza cevap veremiyeceğim, dedi. İşte Bogodu-hovskaya da geldi zaten.
LV
Kısa kesilmiş saçlarıyla, zayıf, uçuk benizli, ufak tefek Vera Yefremovna girmisti o anda arka kapıdan. İri
gözlerinde içtenlik vardı gene. Çabuk çabuk yürüyerek Nehlüdof'un yanma geldi, elini sıkarken:
— Geldiğiniz için çok teşekkür ederim size, dedi. Hatırladınız mı beni? Oturalım şöyle.
— Sizi bu durumda bulacağımı hiç ummuyordum.
Vera Yefremovna iri, gözleriyle gene ürkek ürkek Nehlüdof'a bakarak:
— Oh, çok iyiyim! dedi. O kadar iyiyim, o kadar iyiyim ki, daha iyisi olamaz.
Bluzunun buruşuk, kirli yakası içinde incecik, renksiz boynunu döndürüyordu konuşurken.
Buraya nasıl düştüğünü sordu ona Nehlüdof. Vera Yefremovna heyecanla anlatmaya başladı.
Propagandayla, toplumsal çözüşle, gruplarla, bölümlerle, alt kuruluşlarla ilgili bir sürü yaban_ 217 __
cı sözcük kullanıyordu konuşurken. Bu sözcükleri herkesin bildiğinden kuşkusu olmadığı belliydi; oysa
Nehlüdof hiç duymamıştı bunları.
Devrim hareketinin sırlarını Nehlüdof'un öğrenmeyi çok istediğine inanarak anlatıyordu. Nehlüdof onun
ince boynuna, seyrek, karmakarışık saçlarına bakıyor, bunları ona niçin anlattığını düşünüyordu. Acıyordu
ona, ama hiç suçu yokken yatan Men-şof'a duyduğu, acımadan başka bir duyguydu bu. Daha çok,
kafasının içinde olduğu görülen düşünce karışıklığıydı onu acınır duruma düşüren. Kendini, davanın
başarıya ulaşması uğruna canını vermeye hazır bir kahraman gördüğü belliydi; öte yandan, sorsalar bu
dâvanın, başarıya ulaşmasının ne olduğunu söyleyemezdi.
Vera Yefremovna'nın Nehlüdof'la konuşmak istediği konu şuydu: Onların grubundan olmayan, Şustova
adında bir arkadaşı —onun deyimiyle— beş ay önce yakalanmış, onunla beraber Petropavlovski kalesine
atılmıştı. Oysa Şustova'nın en küçük bir suçu yokmuş, Vera Yefremovna'nın, onda dursun diye verdiği
kitapları evinde bulundurmakmış bütün suçu. Vera Yefremovna, Şustova'nın cezaevine atılmasında
kendini suçlu görüyor, tanıdıkları olan Nehİüdof'a, arkadaşının kurtulması için elinden geleni yapsın diye
yalvarıyordu. Bogoduhovskaya'nın Nehlüdof'tan ikinci dileği, Petropavlovski kalesinde yatan Gurkeviç'e
anne babasıyla görüşme, bir de bilimsel çalışmalarında ona gerekli olan bilim kitaplarını cezaevine
sokabilme izni almasıydı.
Nehlüdof, Petersburg'a gidince elinden geleni yapacağına söz verdi.
Vera Yefremovna kendi öyküsünü şöyle anlattı: Ebe okulunu bitirdikten sonra bir devrimci grubuna
katılmış, onlarla beraber çalışmaya başlamış. Önceleri iyi gidiyormuş işler, bildiriler basıyorlar, fabrikalarda
propaganda yapıyorlarmış. Ama bir gün grubun ileri gelenlerinden biri yakalanmış, polis bütün kâğıtları ele
geçirmiş, sonra da teker teker avlamış onları.
— Beni de aldılar içeri, diye bitirdi sözünü, şimdi de sürüyorlar... Ama hiç önemi yok bunun. Çok iyi
hissediyorum kendimi, moralim yerinde.
Acıklı bir gülümseme dolaştı dudaklarında.
— 218 —
Nehlüdof iri gözlü, güzel kızı sordu. Vera Yefremovna bir generalin kızı olduğunu devrimciler arasına çok
eskiden katıldığını, bir jandarma erine ateş etme suçunu üzerine aldığı için yattığını söyledi. Baskı
makinelerinin bulunduğu gizli evde kalıyormuş. Bir gece evi aramaya geldiklerinde, evdekiler savunmaya
karar vermişler, ışığı söndürüp, önce delilleri yok etmeye koyulmuşlar. Polisler içeri dalmışlar o ara,
gruptakilerden biri ateş edip bir jandarma erini ağır yaralamış. Kimin ateş ettiğinin anlaşılması için yapılan
soruşturmada kız, ömründe eline silâh almadığı, bir sineği öldüremeyecek kadar yufka yürekli olduğu
halde, kendisinin ateş ettiğini söylemiş. Öyle içeri atmışlar onu işte. Şimdi de Sibirya'ya gidiyormuş.
Vera Yefremovna:
— Çok iyi bir kızdır, diyordu, kendinden önce başkalarını düşünür...
Vera Yefremovna'nın, Nehlüdof'la konuşmak istediği üçüncü konu Maslova'yla ilgiliydi. Cezaevinde herkes
gibi o da öğrenmişti Maslova'nın öyküsünü, Nehlüdof'un onunla ilgilendiğini Maslova'yı siyasî cezalılar
bölümüne, bu olmazsa cezaevi revirine hastabakıcı olarak aldırtma yollarını aramasını salık veriyordu ona.
Revirde ,çok hasta varmış, hastabakıcı arıyorlarmış. Nehlüdof teşekkür etti ona, bunun için uğraşacağını
söyledi.
LVl
Konuşmaları, müdürün ayağa kalkıp, görüşme zamanının sona erdiğini bildirmesiyle yarıda kesildi.
Nehlüdof kalktı, Vera Yefremovna'ya allahaısmarladık dedi, kapıya yürüdü, tam çıkarken durdu, odada
olanlara bakmaya başladı. Müdür bir oturup bir kalkarak:
— Baylar, bayanlar, tamam artık, tamam, diyordu.
Müdürün bu uyarısı cezalıları da, ziyaretçileri de pek heyecanlandırıyordu, ama ayrılmayı düşünen yoktu.
Bazıları kalkmış, ayakta konuşuyorlardı. Bazılarıysa oturarak konuşmalarına devam ediyorlardı. Bazıları
vedalaşmaya, ağlamaya başlamıştı. En dokunaklı, veremli oğluyla annesinin görünümüydü. Genç adam
elindeki kâğıt parçasını avucunda çevirip duruyordu, giderek daha
bir ıstırap ifadesi kaplamaktaydı yüzünü... annesinin duygululuğunun ona geçmemesi için öylesine
zorluyordu kendini. Anne-siyse, ayrılık saatinin geldiğini duyunca başını oğlunun omuzuna dayamış
hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. İri gözlü kızsa —elinde olmadan onu izliyordu Nehlüdof— ağlayan
annesinin önünde duruyor, bir şeyler söyleyerek avutmaya çalışıyordu onu. Açık mavi gözlüklü ihtiyar,
kızının elinden tutmuş, ayakta duruyor, onun söylediği bir şeye başını sallıyordu. Genç sevdalılar ayakta,
eleleydiler, bir şey söylemeden birbirinin gözünün içine bakıyorlardı.
Nehlüdof'un yanında durmuş, onun gibi, odada vedalaşanlara bakan kısa ceketli genç adam sevdalı çifti
göstererek:
— Yalnız onlar mutlu olan, dedi.
Nehlüdof'la genç adamın onlara baktığını sezinleyen sevdalılar —deri ceketli delikanlıyla, sevimli, sarışın
kız— ellerini bırakmadan geri attılar kendilerini, gülümseyerek dönmeye başladılar.
— Bu akşam evleniyorlar cezaevinde, dedi genç adam, kız sevgilisiyle Sibirya'ya gidiyor.
— Çocuğun cezası ne?
— Kürek.
Veremlinin annesinin hıçkırıklarına kulak veren kısa ceketli genç adam:
— Onlar mutlu ama, bir de şuraya bakın, diye ekledi, yüreği parçalanıyor.insanın.
Aynı şeyi birkaç kere tekrarlayan müdür:
— Baylar, bayanlar! diyordu. Lütfen! Lütfen! Zor kullandırt-maym bana lütfen! (Güçsüz kararsız çıkıyordu
sesi.) Haydi baylar, lütfen! Ne yaptığınızın farkında mısınız canım? Çoktan geçti zaman. Olmaz ki böyle.
Son kez söylüyorum...
Kalın sigarasını bir söndürüp bir yakarak bağırıp duruyordu. İnsanların insanlara acı çektirmesini haklı
gösterecek deliller ne denli eski, ne denli alışılmış, ne denli ustalıkla uydurulmuş olursa olsun, müdür, bu
odada gördüğü ıstırabın suçlularından birinin de kendi olduğunu hissetmemiş olamazdı, apaçık ortadaydı
bu duyguya kapıldığı; onun da acı çektiği belliydi.
En sonunda ayrılmaya başladılar görüşçülerle cezalılar: Ba-— 220 —
zıları iç kapıda, bazıları dış kapıda ayrılıyordu. Önce erkekler geçti —veremli, siyah sakallı— arkasından,
cezaevinde doğmuş çocukla Mariya Pavlovna.
Görüşçüler de çıkmaya başladılar. Açık mavi gözlüklü ihtiyar ağır ağır yürüyerek geçti, Nehlüdof da çıktı.
Konuşmayı pek seven genç adam merdivenleri Nehlüdof'un yanı sıra inerken, yarıda kalmış
konuşmalarına devam ediyormuş gibi:
— Evet, diyordu, insanın aklı almıyor bu durumu... Neyse ki yüzbaşı çok iyi bir insan da göz yumuyor.
Herkes bol bol konuşuyor, içini döküyor.
— Öteki cezaevlerinde böyle görüşmeler olmuyor mu yoksa?
— Ne gezer! Başbaşa oturmayı bırakın, parmaklıklar arkasından konuşturuyorlar insanı.
Nehlüdof, Medintseviy'ia —konuşkan genç adam tanıtmıştı kendini ona— konuşa konuşa merdiveni
indiğinde, yorgun bir yüzle müdür geldi yanlarına.
— Maslova'yı görmek istiyorsanız yarın buyrunuz, dedi. Nehlüdof'a karşı kibar davranmak istediği
belliydi.
— Teşekkür ederim, dedi Nehlüdof.
Çabuk adımlarla dış kapıya yürüdü.
Menşof'un hiç günahı yokken çektiği acılar korkunçtu elbette; ama asıl korkunç olan bedeninin çektiği
acılar değil, ona ortada hiç bir neden yokken ıstırap çektiren insanların hayînliğini göstererek duymak
zorunda olduğu şaşkınlık, Tanrıya, iyiliğe, inançsızlıktı. Bu suçsuz yüzlerce insanı, sırf kâğıtta öyle
yazmıyor diye acı çekmek zorunda bırakmak, ezmekti korkunç olan. Meslekleri kardeşlerine eziyet etmek
olan, bunu yaparken de işlerinin iyi, yararlı olduğuna inanan bu akılsız gardiyanlardı korkunç. Ama ona en
korkunç, anneyi oğlundan, babayı kızından ayırmak zorunda olan, artık yaşlanmaya yüz tutmuş, sağlığı
bozulmuş iyi yürekli müdür görünmüştü. Onun da çocukları vardı, o da babaydı...
Nehlüdof, cezaevine her gelişinde duyduğu mide bulantısını andıran duyguyu duydu gene. Nedir bütün
bunların sebebi? diye düşündü.
LVII
Devrisi gün avukata gitti Nehlüdof, Menşof'ların durumunu anlattı, onların savunmasını üzerine almasını
istedi. Avukat sonuna kadar dinledi onu, dâva dosyasını inceleyeceğini, Nehlüdof'un anlattikları doğruysa,
işin çok kolay olduğunu, onların savunmasını, herhangi bir ücret istemeden üzerine alacağını söyledi.
Nehlüdof ayrıca, bir yanlış anlama yüzünden ceza evinde tutulan yüz otuz kişiden söz etti; bunu kimin
yaptığını, suçlunun kim olduğunu sordu. Avukat, kesin cevap verebilmek için bir an düşündü, kararlı;
— Suçlu mu kim? Hiç kimse, dedi. Savcıya sorun, validir suçlu, diyecektir; valiye sorun, savcıya
yükleyecektir suçu. Hiç kimsenin suçu yoktur.
— Şimdi Maslennikof'a gidip anlatacağım durumu. Avukat gülümsedi.
— Boşuna zahmet etmiş olursunuz. Bu öyle bir - akrabanız,
I dostunuz falan değildir ya? İzninizle söyleyeyim, bu öyle bir odun kafalı, aynı zamanda kurnaz bir
tilkidir ki...
Nehlüdof, Maslennikof'un avukat için söylediklerini hatırladı, hiç bir şey söylemeden allahaısmarladık
deyip çıktı.
Maslennikof'a gidiyordu. İki şey dileyecekti ondan; Mas-'Şova'ya revirde görev verilmesini, bir de kimlik
kâğıtları yok diye boşu boşuna cezaevinde tutulan yüz otuz kişiyi serbest bırakmasını. Saygı duymadığı
bir insandan bir şey dilemek onun ,îçin ne denli ağır olursa olsun, amacına başka bir yoldan varamayacağı
için yapmak zorundaydı bunu.
Payton, Maslennikof'un evine yaklaştığında kapıda bir kaç kupa arabasıyla yaylı gördü Nehlüdof.
Maslennikof'un karısının konuk gününün o gün olduğunu hatırladı hemen. Maslennikof bu toplantıya
çağırmıştı onu. Nehlüdof'un paytonu eve yaklaştığında bir kupa arabası tam merdivenin dibinde
duruyordu; şapkasında kokardı olan, pelerinli bir uşak, elbisesinin kuyruğunu kaldırmış bir bayanın
—siyah, zarif ayakkabısı gözüküyordu— arabaya binmesine yardım ediyordu. Duran arabalar içinde
Kor-çagin'lerin kapalı landosunu tanımıştı Nehlüdof. Ak saçlı, kırmızı yanaklı arabacı içtenlikle
gülümseyerek, saygıyla şapkasını çıkardı ona. Nehlüdof kapıyıca Mihail İvanoviç'in (Maslennikof) nerede
olduğunu sormaya hazırlanıyordu ki, halı döşeli merdi-222
vende onu gördü. Çok önemli —sahanlığa kadar değil de, ta merdivenin dibine kadar geçirdiği— bir
konuğu yolcu ediyordu. Bir subay olan bu çok önemli konuk merdivenlerden inerken, kentte kurulan yoksul
evleri yararına düzenlenen eğlenceden söz ediyordu. Fransızca konuşuyor, bunun kadınlar için iyi bir
uğraş olduğunu söylüyordu: Gülüp eğleniyorlar, para da topluyorlar.
— Qu'elles s'amusent et que le bon Dieu les benîsse... (') O, merhaba Nehlüdof! Çoktan beridir
görünmüyordunuz, nerelerdeydiniz? Allez presenter vos devoirs â madame (2) Korçagin'-ler de burada. Et
Nadide Burkshevden. Toutes les joilies femmes de la ville. (3)
Altın sırmalı, yakışıklı uşağının tuttuğu paltosunu giymek için kolunu uzatırken söylemişti bunu.
Maslennikof'un elini sıkarken:
— Au revoîr. ımon cher! (4) dedi.
Maslennikof, Neflüdof'un koluna girip, onu kalın bedeninden beklenmeyen bir çabuklukla yukarı
götürürken heyecanlı heyecanlı:
— Hadi yukarı gidelim, diyordu, geldiğine çok sevindim!
Önemli-konuk ona ilgi gösterdiği için pek sevinçliydi Maslennikof. Çar ailesine yakın muhafız alayında
subaylık yaptığına göre, bu aileden kimselere alışmış olması gerekirdi oysa bu gibi ilgiler Maslennikofa
sahibi kulaklarının arkasını okşadığı, tüy-leriyle oynadığı zaman sevimli bir köpeğin duyduğu coşkun
sevinci duyururdu. Köpekcik kuyruğunu kaldırır, ezilip büzülür, kulaklarını havaya diker, odanın içinde fır
dönmeye başlar. Maslennikof da aynı şeyi yapmaya hazırdı o anda. Nehlüdof'un yüzündeki ciddi ifadeyi
farketmiyor, ne dediğini dinlemeden habire konuk salonuna doğru çekeliyordu onu. Öylesine heyecanlıydı
ki, karşı koymak olmazdı ona. Nehlüdof da koymadı, onunla beraber konuk salonuna yürüdü.
Koridordan geçerlerken Maslennikof:
O
Varsın eğlensinler, Tanrı günahlarını affetsin... (Fransızca)
(2)
Gidin, sayın ev sahibesine saygılarımızı sunun. (Fransızca)
(3)
Nadine Bukshevden de. Kentin bütün dilberleri. (Fransızca) (4)
Hoşça kalın dostum! (Fransızca)
— 223 —
— İş sonra, diyordu, ne istersen yapacağım. Arkalarından gelen uşağa, yürürken:
— Hanıma Prens Nehlüdof'un geldiğini bildirin, dedi. Uşak hızlanarak geçti yanlarından.
— Vous n'avez qu â ordonner f1). Ama karımı görmelisin. Seni o gün yanına götürmedim diye az mı
sitem etti bana.
Nehlüdof'la Maslennikof salona girdiklerinde uşak, prens Nehlüdof'un geldiğini haber vermişti bile. Vali
yardımcısının eşi Anna İgnatyevna kanepede çevresini kuşatmış konukların başları, şapkaları arasından
neşeli bir gülümsemeyle selâmladı Neh-lüdof'u. Salonun öte ucundaki çay masasının çevresinde bayanlar
oturuyor, asker, sivil erkekler ayakta duruyordu. Her yandan kadın, erkek sesi duyuluyordu.
— Enfin! (2) Ne o, niçin hiç uğramıyorsunuz bize allahaş-kınıza? Gücendirdik mi sizi yoksa?
Anna îgnatyevna konuğunu, aralarında senli benlilik olduğunu gösteren bu sözlerle karşıladı —oysa yoktu
böyle bir şey.—
-— Tanışıyor musunuz? Madam Belyavskaya, Mihail İvano-viç Çerhof. Şuraya,, yakma oturun lütfen.
— Missi, venez dons â nötre table. Ou vous apportera votre the... (3)
Missi'y'e konuşan subaya döndü.
— Siz de... —adını unutmuştu subayın anlaşılan— bu yana buyrun. Çay mı istiyorsunuz Prens?
Bir kadın sesi duyuldu:
— Dünyada razı olmam; düpedüz sevmiyordu kadıncağız.
— Ama çörek severdi.
İpekler, altınlar, değerli taşlar içinde, kocaman şapkalı bir kadın gülerek karıştı söze:
— Hep böyle garip şakalar yaparsınız siz de.
— Bu kâğıt helvası c'est excelient (4) hafif de. Biraz daha getirin.
(1)
(2)
(3)
(4)
Sen söyle bana, yeter. (Fransızca)
Nihayet! (Fransızca)
Bizim masaya gelin. Burada çay verecekler size..
Çok hoş. (Fransızca)
(Fr.)— 224
— Yolculuk yakın mı?
—Evet, bugün son gün. Kalmaya gelmemiştik zaten.
— Ne hoş bir ilkbahar, köy ne güzeldir şimdi kimbilir Missi yalan söylediğini, bunu Nehlüdof'un da
anladığım sezinleyince daha da kızardı.
Missi, ince beline yapışmış, koyu çizgili elbisesiyle, şapkasıyla pek hoştu. Nehlüdof'u görünce yüzü
kıpkırmızı oldu.
— Sizi gittiniz sanıyordum, dedi. Nehlüdof:
— Gideceğim ama işler alıkoyuyor, diye cevap verdi. Bu-caya da bir iş geldim.
— Anneme uğrayın bir ara. Sizi görmeyi çok istiyor. Nehlüdof, onun kızardığını farketmemiş gibi üzgün:
— Uğrayabileceğimi pek sanmıyorum, dedi.
Missi öfkeyle buruşturdu yüzünü, omuz sîlkti; elinden boş çay fincanını alan yakışıklı subaya döndü.
Dönerken koltuğun kenarına çarptı subayın kılıcı, kendine güven dolu bir tavırla alıp öteki masaya götürdü
Missi'yi— Yoksullar evi için sizin de bir bağışta bulunmanız gerekir.
— Bulunacağım elbette, ama eğlence gününe kadar saklamak istiyorum ne kadar vereceğimi. Orada
göstereceğim kendimi.
Biri zoraki gülümseyerek:
— Bakın hele! dedi.
Toplantı güzel geçiyordu, Anna İgnatyevna'nın keyfine diyecek yoktu. Nehlüdof'a:
— Ceza evlerinde birtakım işlerle ilgilendiğinizi söyledi Minka, diyordu. Minka'nın (şişman
kocası Maslennikof'du bu) birtakım kusurları olabilir, ama ne denli iyi yürekli olduğunu da bilirsiniz.
Bütün bu zavallı cezalılar çocuklarıdır onun. Bu gözle bakar onlara. I! est d'una bonte... (')
Kocasının —insanların kırbaçlanması için emirler veren kocasının— ne denli bonte olduğunu
anlatabilecek sözcük bulamadığı için sustu; o anda salona giren pembe kordelâlı, yüzü buruş buruş yaşlı
kadına döndü gülümseyerek.
Gerektiği kadar konuştuktan sonra —gerektiği kadar anlam(')
Çok iyi yüreklidir... (Fransızca)
— 225 —
sız şeyler söylemeye de dikkat etmişti; böylece kibar davranmış oluyordu— Nehlüdof kalktı,
Maslennikof'un yanına gitti.
— Biraz dinleyebilir misin beni?
— Ah, evet! Söyle bakalım. Şuraya geçelim. Küçük bir odaya girip pencerenin önüne oturdular.
LVIII
— Hadi, je souis â vous (.'). Sigara ister misin? Dur ama, pisletmeyelim buraları. (Bir kül tablası getirdi.)
Evet?
— İki isteğim var senden.
— Ya...
Maslennikof'un yüzü bulutlandı. Sahibince kulağının arkası okşanan küçük köpeğin duyduğu o
coşkunluğun izleri bir anda yitip gitmişti. Konuk salonundan sesler geliyordu. Jamais, ja-mais je me
croirais (2) diyordu bir kadın, öte uçta, bir erkek sık sık La comtesse Voronzoff, Vîctor Apraksine adlarını
kullanarak bir şeyler anlatıyordu. Maslennikof hem salonu, hem de Nehlüdof'u dinliyordu.
— Gene aynı kadın için geldim, dedi Nehlüdof.
— Evet, hani şu suçsuzken cezaya çarptırılan. Biliyorum, biliyorum.
— Revire hastabakıcı almanı isteyecektim senden onu. Ya-pılabilirmiş bu, öyle söylediler bana.
Maslennikof dudaklarını büzüp bir an düşündü.
— Olur elbette, olur. Durumu bildiririm ben sana.
— Lütfen, dedi Nehlüdof.
Salonda herkes kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Maslennikof gülümseyerek:
— Viktordur gene, dedi, coştuğu zaman çok nükteci oluyor. Nehlüdof:
— Bir şey daha var, diye devam etti, sırf kimlik cüzdanla(')
Emrindeyim. (Fransızca)
(2)
İnanmam, dünyada inanmam. (Fransızca)
Dirilis — F: 15— 226 —
nnın vizesi geçti diye yatan yüz otuz kişi var şu anda ceza evinde. İki aydır boşuna tutuyorlar onları orada.
Niçin tutuklandıklarını da anlattı.
Maslennikof:
— Nerden biliyorsun bunu, dedi.
Yüzünü bir huzursuzluk, can sıkıntısı ifadesi kapladı.
— Göreceğim tutuklunun yanına gidiyordum, koridorda çevirdiler benî, yalvardılar...
— Hangi tutuklunun yanına gidiyordun?
— Hiç suçu yokken yakalanıp ceza evine atılmış bir köylünün. Avukat tuttum ona. Ama önemli olan bu
değil şimdi. Söyler misin, hiç bir suçu olmayan bu insanla'rın ceza evinde tutulmalarının tek nedeni, kimlik
cüzdanlarının vize zamanının geçmiş olması, bir de...
Maslennikof canı sıkkın, kesti Nehlüdof'un sözünü:
— Savcının görevidir bu. Görüyor musun çabuk sonuç alan âdil dediğiniz mahkemeleri? Savcı
yardımcısının görevi ceza evlerine gidip, oradakilerin haklı olarak mı, yoksa haksız yere mi içeri
atıldıklarını öğrenmektir. Oysa umurlarında mı adamla-rın, briç oynamaktan başka bir şey yaptıkları yok.
Nehlüdof, valinin suçu savcıya yükleyeceği üzerine avukatın söylediklerini hatırlayarak yüzünü buruşturdu.
- Elinden bir şey gelmez mi yani bu durumda? dedi.
— Gelmesine gelir tabiî. Hemen düzelteceğim bu yanlışlığı.
Salondan bir kadın sesi duyuldu:
— Bu daha da kötü olacaktır onun için. C'est un souffre-douleur. (')
Kadının bunu pek umursamadığı söyleyişinden belliydi. Öte köşede bir erkekle bir kadın gülüşüyorlardı.
Erkek:
— Öyleyse ben de bunu alırım, diyordu. Anlaşılan bir şeyi vermiyordu ona kadın.
— Hayır, hayır, olmaz, diyordu.
Maslennikof firuze yüzüklü beyaz eliyle sigarasını küllüğe; bastırarak söndürürken:
O Çok ıstırap çekmiş bir kadındır. (Fransızca)
227
— Gerekeni yapacağım, dedi, hadi şimdi kadınların yanına gidelim.
Nehlüdof, salona geçerlerken tam kapıda durdu.
— Bir şey daha var. Dün ceza evinde adam kırbaçlandığını söylediler bana. Doğru mudur bu?
Maslennikof kızardı.
— A, bunu da mı duydun? dedi. Evet, mon cher, seni bırakmamalı artık oraya, her şeyle ilgileniyorsun.
Yürü bakalım, Annette bizi çağırıyor.
Nehlüdof'un koluna girip salona soktu onu. Önemli kişinin gösterdiği ilgiden sonra heyecan ifadesi
kaplamıştı yüzünü gene, ama şimdi sevinç değil, endişe vardı bu ifadede.
Nehlüdof birden kolunu çekti, hiç kimseye selâm vermeden, hiç kimseyle konuşmadan çıktı salondan,
koridoru geçti, antrede yanına koşan uşaklara bakmadan sokağa çıktı.
Annette kocasına:
— Neyi var? diye sordu. Ne yaptın ona? Biri:
— Bu â la française, (') dedi.
— A la française değil, a la zoulou. (2) — Her zaman böyledir o zaten.
Biri kalktı, başka biri yaklaştı gruba, konuşmaya başladı ge-îrfe. Nehlüdof olayı, jour fîxe P) üzerine
konuşmak fırsatı vermişti onlara.
Maslennikof'u görmeğe gittiğinin devrisi günü vali yardımcısından, resmî, güzel bir kâğıda özenilerek
yazılmış bir mektup aldı Nehlüdof. Maslennikof, Maslova'nın revire alınmasını doktora yazdığını, bu
isteğinin yüzde yüz yerine getirileceğini yazıyordu. Mektubun altına şöyle yazılmıştı; seni seven eski
arkadaşın. Ayrıca Maslennikof adının altı da özenilerek çizilmişti.
Nehlüdof tutamadı kendini:
— Aptal! diye söylendi.
{')
Fransız davranışıdır. (Fransız) (2)
Zuluss davranışı. (Fransızca) (3)
Kararlaştırılan gün.
(Fransızca)228 —
Bu arkadaşın sözcüğüydü canını sıkan. Maslennikof'un alçak gönüllülük göstermek; yani, bayağı, iğrenç,
yüz kızartıcı bir görevi olduğu halde, kendini pek önemli bir kişi sandığını, onu arkadaşlığa kabul etmekle,
bu büyüklüğünden gururlandığını göstermek istediğini anlamıştı.
LIX
Çok yaygın bir kör inanç vardır, her insanın belirli özellikleri olduğu söylenir. Sözgelimi, biri için iyidir, kötü
huyludur, zekidir, aptaldır, çalışkandır, tembeldir v.b. denir. Oysa hiç de böyle değildir. Bir insanın
çoğunlukla iyi, çoğunlukla akıllı, çoğunlukla çalışkan olduğunu, ya da bunun tersini söyleyebiliriz. Ama bir
insan için iyidir ya da akıllıdır, bir başkası için de kötüdür ya da aptaldır dersek yanlış olur bu. Gelgelelim
hep böyle ayırırız in-sanlan. Çok yanlış bîr tutumdur bu aslında. İnsanlar nehirlere benzerler: Hepsinden
aynı su akar, ama her nehir kâh daralır kâh bulanık, kâh soğuktur kâh ılık. İnsanlar da böyledir. Her
insanda kîşioğlunun genel özelliklerinin özü vardır; bazen bunlar, bazen ötekiler çıkar üste; iyi ya da kötü
olur. Bazı insanlarda bu değişiklikler pek belirgindir; kesindir. Nehlüdof da bunlardandı. Bedensel
nedenleri de ruhsal nedenleri de vardı bu değişikliklerin. Şimdi de böyle bir değişiklik olmuştu onda.
Mahkemeden ve Katyuşa'yla ilk görüşmesinden sonra düşüncelerinin değişmesinden duyduğu o sevinç, o
gurur duygusu tamamen kaybolmuştu şimdi, son görüşmeden sonra korkuya, hattâ Maslova'dan tiksinme
duygusuna bırakmıştı yerini. Onu bırakmamaya, Maslova isterse onunla evlenmeye kararlıydı hâlâ, ama
ıstırap veriyordu ona bu, ağır geliyordu.
Maslennikof'u gördüğünün devrisi günü, Maslova'yı görmek için ceza evine gitti gene.
Müdür görüşmesine izin verdi, ama kendi odasında ya da avukat odasında değil, kadınlar bölümünün
görüşme yerinde. İyi yürekli bir insan olduğu halde, eskisinden daha bir soğuk davranıyordu Nehlüdof'a
karşı şimdi nedense. Besbelli Maslennikof o konuşmalarından sonra bu ziyaretçiye çok dikkat etmesi için
uyarmıştı onu.
— 229 —
— Görüşebilirsiniz, dedi; yalnız, önce de söylediğim gibi, para konusunda... Sayın valinin yazdıkları gibi,
onun revire alınması isine gelince, yapacağız bunu, doktor da razı. Ama o istemiyor. O kel kafalı
kocakarılara hizmet etmemdi bir eksik olan, diyor. Böyledir bunlar, Prens.
Nehlüdof cevap vermedi, onu Maslova'yla görüştürmesini istedi. Müdür, gardiyanı yolladı. Nehlüdof
kadınlar bölümünün boş ziyaretçi odasına müdürün arkasında girdi.
Maslova oradaydı. Parmaklığın bu yanına geçti. Durgun, ürkekti. Nehlüdof'a iyice yaklaşıp, yüzüne
bakmadan, alçak sesle:
— Bağışlayın beni Dmîtri İvanoviç, dedi, önceki gün kötü şeyler söyledim size.
Nehlüdof:
— Bağışlayacak biri varsa o da sizsiniz... diye başladı. Maslova kesti sözünü:
— Neyse, gene de bırakın beni siz.
Başını kaldırıp Nehlüdof'un yüzüne baktı. Korkunç bir biçimde yana kayan bu gözlerde gene inatçı, öfke
dolu bir ifade gördü Nehlüdof.
— Niçin bırakacakmışım sizi?
— İşte.
— Sebep ne ama?
Maslova başını kaldırıp, gene aynı öfkeyle baktı Nehlüdof'a.
— Ne bileyim, bırakın işte, dedi. Sahi söylüyorum, bırakın beni. Yapamıyorum. Hiç gelip görmeyin beni
bir daha, ilgilenmeyin benimle. —Dudakları titriyordu. Bir an sustu.— Sahi söylüyorum. Asayım kendimi
olsun bitsin; böylesi daha iyi.
Nehlüdof, Maslova'nın bu cevabında ona karşı bir nefretin, bağışlanmamış bir kötülüğün, aynı zamanda
da başka, iyi, önemli bir şeyin olduğunu sezinlemişti. Maslova'nın tamamen sakinken de önceki gün
söylediğini tekrar etmesi Nehlüdof'un içindeki kuşkuları bir anda yok etmiş, onu heyecanlı, duygulu, kararlı
Nehlüdof yapmıştı gene.
Son derece ciddi:
- Katyuşa, dedi, önceki gün söylediğimi gene söylüyorum. Benimle evlenmeni istiyorum. Razı olmazsan,
buna razı olmadı-ğın sürece, önce de söylediğim gibi, seni nereye götürürlerse ben de geleceğim
peşinden. Maslova:
— Sizin bileceğiniz iş bu, dedi, artık konuşmayacağım bu konuda.
Dudakları titremeye başladı gene.
Nehlüdof da —kendinde konuşacak gücü bulamadığı için—
susuyordu. Sonunda toparladı kendini.
— Şimdi köye gidiyorum, oradan Petersburg'a geçeceğim, dedi. İşimiz için elimden geleni yapacağım,
inşallah affedilirsiniz.
— Affetmezlerse de bir şeyi değiştirmez bu. Benim için asıl önemli olan...
Gözyaşlarını tutabilmek için ne denli çaba sarfettiğinin farkındaydı Nehlüdof. Heyecanını gizlemek için
birden sordu Maslova:
— Şey, Menşof'u gördünüz mü? Gerçekten suçlan yok muymuş?
— Gördüm. Galiba suçsuzlar.
— Çok iyidir zavallı kadın.
Nehlüdof, Menşof'tan öğrendiklerini anlattı; bir isteği, ihtiyacı olup olmadığını sordu. Maslova:
— Hayır, dedi.
Gene bir süre sustular. Maslova şehlâ gözlerini Nehlüdof'-un yüzüne kaldırarak birden:
- Revir işine gelince, dedi, siz istiyorsanız giderim oraya; bir daha içki de içmeyeceğim...
Nehlüdof, bir şey söylemeden gözlerine baktı. Gözlerinin içi gülüyordu Maslova'nın.
— Çok güzel, diyebildi ancak Nehlüdof. Vedalaşıp çıktı.
Evet, evet, bambaşka bir insan bu, diye düşünüyordu Nehlüdof. Tüm kuşkuları yok olmuştu; o güne kadar
hiç tatmadığı yepyeni bir duygu doldurmuştu içini; aşkın büyüklüğüne, yenilmezliğine inanıyordu artık.
*
aa
Maslova bu görüşünden sonra pis kokan hücresine dönünce önlüğünü çıkarıp, ranzasına çöktü. Hücrede
üç kadın kalmış— 231 —
ti: Vladimir'li, küçük çocuğu olan veremli kadın, Menşova, bir de iki çocuklu demiryolu bekçisi kadın. Köy
papazının kızını hasta olduğu için revire yatırmışlardı dün. Öteki kadınlar çamaşırdaydılar. Yaşlı kadın
ranzasında yatmış uyuyordu; çocuklar koridorda oynuyorlardı. Vladimir'li kadın kucağında bebeğiyle,
demiryolu bekçisi de elinde işiyle —çabuk parmaklarıyla örmeye devam ederek— Maslova'nın yanına
geldiler. — Görüştünüz mü? diye sordular.
Maslova cevap vermiyor, yüksek ranzasında oturmuş, yere değmeyen ayaklarını sallıyordu.
. Demiryolu bekçisi kadın, parmaklarını çabuk çabuk oynatarak:
— Neye üzülüyorsun? dedi. Üzülme. Ah Katyuşa! Hadi! Maslova cevap vermiyordu. Vladimir'li
kadın:
- Bizimkiler çamaşır yıkamaya gittiler, dedi. Bugün çok bağış gelmiş, öyle diyorlar.
Demiryolu bekçisi, kapıya doğru seslendi: - Finaşka! Nereye gittin be yaramaz?
Bîr şişi çıkarıp elindeki yumakla ördüğü çoraba batırdı, koridora çıktı.
Tam bu anda koridorda ayak sesleri duyuldu, kadınlar yüksek sesle konuşuyorlardı. Biraz sonra hücre
sakinleri çıplak ayaklarına giydikleri takunyalarıyla girdiler içeri. Her birinin elinde bir ya da iki francala
vardı. Fedosya hemen Maslova'nın yanına geldi. Yüzü sevgi dolu, mavi gözleriyle bakarak:
— Ne oldu, kötü haber mi yoksa? dedi. Francalaları rafa koyarken:
— Çay içeriz bunlarla, diye ekledi. Korableva:
— Evlenmekten vaz mı geçti yoksa? dedi.
— Hayır, vazgeçmedi, ama ben istemiyorum. Ona da söyledim bunu.
Korableva kalın sesiyle:
— Aptala bak! dedi. Fedosya:
— Beraber yaşamayacak olduktan sonra ben de olsam istemem evlenmeyi.— 232 —
Demiryolu bekçisi kadın:
— Senin kocan geliyor ya seninle, dedi.
— Biz resmen evliyiz, diye cevap verdi Fedosya, Beraber yaşamayacaklarsa ne diye evlensinler yani?
— Ne diye evlensinlermiş? Amma da kafasızsın be! Evlenirlerse paraya, altına boğar onu.
Maslova:
— Nereye yollarsa yollasınlar, peşinden geleceğim, diyor, dedi. İster gelir, ister gelmez. Yalvaracak
değilim ya. Şimdi Petersburg'a gidiyor, affedilmem için uğraşacak. Bütün bakanlar akrabasıdır. Gene de
yalvarmam.
Korableva torbasını karıştırırken birden:
— Öyle ya! dedi. (O anda aklında başka bir şeyin olduğu belliydi.) İçki içecek miyiz?
— Siz için, dedi Maslova, ben içmeyeceğim.
İKİNCİ
BÖLÜM
i
Dâva dosyası iki hafta sonra incelenebilirdi yargıtayda; Nehlüdof da o sıralar Petersburg'da olmak
niyetindeydi. Yargıtay kararı bozmazsa, dilekçeyi yazan avukatın salık verdiği gibi, Çara başvuracaktı.
Yargıtayın kararı bozmaması halinde —ki avukata göre hazır olmak gerekirmiş buna; dilekçede gösterilen
sebepler pek zayıfmış çünkü— Maslova'nın da bulunduğu kürek cezalıları kafilesi haziranın ilk günlerinde
yola çıkabileceğinden, Maslova'nın peşinden Sibirya'ya gidebilmesi için, köylerini dolaşıp işlerini yoluna
koyması gerekiyordu.
Nehlüdof önce, ona en çok geliri sağlayan Kuzminsk'e gitti. Toprağı verimli, büyük bir köydü burası, en
yakın köyüydü hem. Çocukluğunda da, delikanlılık çağında da bulunmuştu bu köyde. Büyüdükten sonra iki
kere gitmişti oraya. Bir keresinde de annesinin isteği üzerine Alman yöneticiyi götürmüştü oraya, beraber
denetlemişlerdi köyü. Buradaki mülkün durumunu, köylülerin yönetime, yani mal sahibine karşı tutumunu
biliyordu aslında, annesini kırmamak için denetlemeye razı olmuştu. Köylülerin mal sahibine karşı tutumu
şöyleydi: Köylüler —kibar bir deyimle— tamamen bağlıydılar mal sahibine; —açık söylemek gerekirse—
kölesiydiler. Bin sekiz yüz altmış bir yılında kaldırılan gözle görülür bir kölelik, belirli kişilerin mal sahibine
köleliği değildi bu. Topraksız, ya da az topraklı köylülerin büyük toprak sahiplerine olan köleliğiydi.
Nehlüdof biliyordu bunu, bilmemesi imkânsızdı zaten; çünkü sözü geçen köleliğin üzerine kurulmuştu bu
mülk, bu kuruluşa o da yardım etmişti. Üstelik, bunun haksızlık, insan yaradılışına aykırı bir şey olduğunu
da biliyordu. Hem daha üniversitedeyken; Henry George'un öğre-— 234 —
tisini benimsediği, bu öğretiye bağlı olarak, babasının malını —günümüzde toprak sahibi olmanın, bundan
elli yıl önce toprağa bağlı köle sahibi olmakla aynı olduğu inancıyla— köylülere dağıttığı zamandan beri
biliyordu. Yılda yirmi bin ruble harcamaya alıştığı askerlikten sonraysa bu öğreti onun yaşaması için
gerekli bir kaynak olmaktan çıktığı gibi, unutuldu da; artık toprakla ilişkisi üzerine sorular sormuyordu kendi
kendine, annesinin ona verdiği paranın nereden geldiğini düşünmüyordu, unutmaya çalışıyordu bütün
bunları. Ama annesinin ölümü, miras, malı mülküyle, yani toprağıyla ilgilenmesinin gerekmesi gene
hatırlatmıştı ona toprakla olan ilişkisini. Bir ay öncesine kadar, kurulu düzeni değiştirecek gücünün
olmadığını, mülkü onun yönetmediğini söyleyebilirdi kendi kendine Nehlüdof; böylece, sahibi olduğu
topraktan uzakta, onun getirdiği geliri alıp yerken az ya da çok huzur içinde olabilirdi. Oysa şimdi,
Sibirya'ya gideceği, orada binbir güçlükle karşılaşacağı —bütün bunlar için para çok gerekliydi ona—
halde, eski düzeni sürdüremeyeceğini, kendi zararına birtakım değişiklikler yapmak zorunda olduğuna
karar vermişti. Toprağı kendi işlemeyecek, onu ucuz fiyatla köylülere satıp toprak sahibine köle olmaktan
kurtulma olanağını verecekti onlara. Nehlüdof, toprak sahiplerinin durumuyla, köle sahibi eski beylerin
durumunu karşılaştırırken, günümüzün toprak sahiplerinin, toprağı işlettirmektense onu köylülere
satmasının, köle sahiplerinin köylüleri, kölelikten vergi veren köylü durumuna geçirmeleriyle aynı olduğunu
düşünmüştü bir çok kereler. Sorunun çözümü demek değildi bu, ama çözüme doğru atılmış bir adımdı:
Kaba bir zorlama biçiminden, daha az kaba bir biçime geçişti. Böyle yapmaya karar vermişti.
Kuzminsk'e öğle üzeri geldi. Artık hiç bir şeye önem vermediği, sade bir yaşayışa yöneldiği için telgraf
falan çekmemiş, tren istasyonundan kiralık bir yaylıya binmişti. Arabacı cana yakın bir gençti. Kalın keten
bezinden pardösüsünün kuşağını pek aşağıdan bağlamıştı. Arabacı yerinde şöyle yan oturuyor, beyle
konuşuyordu. Onlar çene çalarlarken —biri beyaz, topal, öteki sıska, susuzluktan ağzı kurumuş— atlar da
aheste aheste yürüyorlardı.
Arabacı —müşterisinin köyün sahibi olduğundan habersiz—
— 235 —
Kuzminsk'in yöneticisinden söz ediyordu. Nehlüdof, mahsus kim olduğunu söylemeden dinliyordu onu.
— Anasının gözü bir Alman. Bir troykası var ki görmeye değer! Hanımını da yanına alıp öyle dolaşıyor.
Kışın konakta yılbaşı eğlencesi düzenledi... ben de adam taşıdım; elektrikle aydınlattı bütün konağı.
Kentlerde bile göremezsiniz böylesini! Su gibi para harcadı. Karışanı edeni yok ki adamın, istediğini
yapıyor. İyi de bir çiftlik almış sözde kendine, öyle diyorlar.
Kentte bulunmuş, romanlar okumuş bir gençti bu. Arabacı yerinde yan oturmuş, uzun kırbacını bir
ucundan, bir ortasından tutarak anlatıyordu. Bilgisini, görgüsünü göstermek istediği belliydi.
Nehlüdof, Alman'ın ne yaptığını, ne ettiğini hiç umursamadığını sanırdı. Ama arabacının anlattıkları
hoşuna gitmemişti.
Çok hoş bir gündü. Ara sıra güneşin önünü kapayan koyu bulutlara bakıyordu. Üstlerinde çayır kuşlarının
uçuştuğu yemyeşil tarlaları sürüyorlardı köylüler harıl harıl. Taptaze bir yeşilliğin örttüğü ormanlara; atların,
koyun sürülerinin kümelendiği çayırlara dalınca Nehlüdof'un içindeki kötü duygu silinivermişti; arabacının
Kuzminsk yöneticisi Alman üzerine bazı şeyler anlattığını hatırlıyordu hayal meyâl.
Kuzminsk'e gelip işlerle ilgilenmeye başlayınca unuttu her şeyi.
Defterleri inceledikten; köylülerin az toprak sahibi olmasının, bey toprağıyla çevrili bulunmalarının
yararlarını büyük bir açıkyüreklilikle anlatan kâhyayı dinledikten sonra Nehlüdof'un, toprağını köylülere
dağıtma niyeti daha da kuvvetlenmişti. Defterlerin incelenmesinden, kâhyayla konuşmalarından, ekilir
toprağın üçte ikisinin eskiden olduğu gibi şimdi de, en iyi araçlarla donatılmış kendi işçilerince işlendiğini,
geri kalan üçte biriyse, hektar başına beş rubleye kiralanmış köylülerin işlediğini öğrenmişti. Bu şu
demekti: Bir köylü beş ruble kazanabilmek için bir hektar yeri üç kere sürecekti, çalısını çırpısını, taşını
temizleyecekti, üç kere, ekecekti, sonra biçecek, demet yapıp ambara taşıyacaktı. Oysa serbest bir işçi en
azından on ruble alırdı bu emeğine karşılık. Köylüler bey, malından aldıkları her şeyi çalışarak
ödüyorlardı.ı Hem son derece pahalı hesap ediyorlardı
J236 —
237
bunlar. Otlaklar için, odun için, yaprak için çalışıyorlardı. Hepsi de borçluydu beye. Böylece, köylülere
kiralanan yerler, yüzde beşten verilse getirilebileceğinin iki katı gelir sağlıyordu.
Nehlüdof eskiden de biliyordu bunu, ama şimdi yeni farkına varıyordu sanki; onun da, onun durumunda
olanların da bu ilişkilerin bozukluğunu görememelerine şaşıyordu. Köylülere toprak kiralamakla ne denli
zarara uğradığını köylülerin toprağı yozlaştırdığını tanıtlamak için yöneticinin öne sürdüğü deliller
Nehlü-dof'un, büyük bir gelirden kendini yoksun bırakarak toprağını, köylülere dağıtmakla iyi ettiği inancını
pekiştirmişti yalnızca. Hemen, bir dahaki gelişine bırakmadan, sonuçlandıracaktı bu işi, kararını vermişti.
Ekini toplayıp satma, eşyalarla gereksiz yapıları elden çıkarma işini yöneticiye bırakacaktı, o gittikten
sonra yapacaktı bunları. Yöneticiye, devrisi gün Kuzminsk sınırları içindeki üç köyün köylülerini
toplamasını söyledi. Verdiği karan bildirecekti onlara, satacağı toprağın fiyatı üzerinde bir anlaşmaya
varacaktı.
Yöneticinin öne sürdüğü delillere karşı gösterdiği kararlılığın, köylüler için kendini feda etmeye hazır
olmanın verdiği hoş duyguyla, iç huzuruyla dışarı çıktı. Yöneticinin evinin karşısına o yıl yapılmış çiçekliği,
çevresine hindibalar ekili Lawn-tennis'i dolaşırken, yapacaklarını düşünüyordu. Eskiden sigarasını içmek
için gittiği; üç yıl önce, onlara konuk gelen güzel Kirimova'nın onunla oynaştığı, iki yanında ıhlamur
ağaçlan olan yola saptı. Yarın köylülere söyleyeceklerini ana çizgileriyle hazırladıktan sonra yöneticinin
yanma gitti; çay içerken, bütün bu işleri nasıl yapacaklarını bir kere de onunla konuştuktan sonra kalktı,
konakta ona hazırlanan konuk odasına gitti. Her şeyin nasıl yapılacağını kararlaştırdığı için rahattı artık.
Duvarlarında Venedik görünüm tabloları, iki penceresi arasında büyük bir ayna asılı bu küçük, tertemiz
odaya yaylı, temiz karyola hazırlanmış; küçük bir masaya bir sürahi su, kibrit, kandili söndürmek için kepçe
konmuştu. Pencerenin önündeki büyük masanın üzerinde kapağı açık valizi duruyordu. Tuvalet çantasıyla,
yanma aldığı kitaplar gözüküyordu içinde. Kişiyi suç işlemeye iten nedenleri inceleyen biri Rusça, biri
Almanca, biri İngilizce üç kitaptı bunlar. Köyleri dolaşırken boş zamanlarında
okumak niyetindeydi onları. Ama zamanı yoktu şimdi. Yarın erken kalkıp, köylülerle yapacağı görüşmeye
hazırlanmak için erken yatması gerekiyordu.
Odanın bir köşesinde oymalı, çok eski, maun bir koltuk vardı. Annesinin odasından hatırladığı bu koltuğun
görünümü Neh-lüdof'un içini hiç beklenmedik bir duyguyla doldurdu ansızın. Dağılacak bu eve, bomboş
kalacak bahçeye, köylülerin baltayla girişecekleri koruluklara acımıştı birden. Onca emekle bu duruma
getirilen —başkalarının da olsa, çok emek verildiğini biliyordu Nehlüdof bütün bunlara— ahırlar, tavlalar,
ambarlar, makineler, atlar, sığırlar için üzülmeye başlamıştı birdenbire. Bütün bunlardan kolayca
vazgeçebileceğini sanıyordu o ana kadar, oysa şimdi, yalnızca bunlara değil, toprağa da, gelecekte ona
öylesine gerekli olabilecek gelirinin yansına da acıyordu. Bir düşünce hemen koştu yardımına; bu
yaptığının akılsızlık olduğu, toprağını köylülere dağıtmaması gerektiği düşüncesiydi bu.
Toprağın olmamalı, diyordu bir ses. Toprağın olmayınca da bu eve, bunca hayvana nasıl bakarsın. Hem
yakında, Sibirya'ya gideceksin evinde başka şeylerin ne gereği var sana. Başka bir ses de şöyle diyordu:
Öyle olmasına öyle ama, ömrünün sonuna kadar. Sibirya'da kalacak değilsin ya. Evlensen çocukların
olabilir. Bu malı aldığın gibi çocuklarına bırakmalısın. Toprağa karşı bir görevin vardır. Satmak,
darmadağın etmek çok kolay, ilerletmekse çok güçtür. Önce' külahı önüne koyup düşünmek, ne
yapacağına karar vermek zorundasın. Bu vereceğin karar uyarınca ne yapacaksan yaparsın sonra malını.
Verdiğini sandığın karar sağlam mıdır acaba? Sonra, içten misin, yoksa gösteriş olsun diye, insanlara
karşı öğünmek için mi yapıyorsun bunu? Nehlüdof kendi kendine bu soruyu soruyor, bu kararı
vermesinde, herkesin ondan söz edeceği düşüncesinin de etkisi olduğunu elinde olmadan itiraf ediyordu
kendi kendine. Düşündükçe daha çok soru çıkıyordu karşısına, sorular daha bir çetinleşiyor. Bu
düşüncelerden kurtulmak için yatağa girdi. Şimdi aklını karıştıran bu sorulan yarın salim kafayla
düşünebilmek için uyumak istiyordu. Ama uzun süre uyuyamadı. Açık pencereden temiz havayla, ay
ışığıyla birlikte kurbağa bağırtıları, uzakta, parkta öten bülbül sesleri —bir tanesi de pencerenin dibindeki,
çi-— 238 —
çek açmış leylâkta oturuyordu— doluyordu odaya. Kurbağaları, bülbülleri dinlerken ceza evi müdürünün
kızının müziğini hatırladı Nehlüdof; müdürü hatırlayınca Maslova'yı, Bırakın bu işi derken dudaklarının
nasıl titrediğini hatırladı. Sonra Alman yönetici karıştı kurbağa seslerine. Tutmak gerekiyordu onu, ama o
giderek daha bir kaybolmakla kalmadı, Maslova oldu sonunda, Nehlüdof'a sitem etmeye başladı: Ben
kürek mahkumuyum, sizse bir prens. Nehlüdof ayılıp, Hayır, dayanacağım, diye geçirdi içinden. Bu
yaptığım iyi midir acaba, kötü mü? Bilmiyorum. Vız gelir zaten. Boş ver. Uyumak en iyisi şimdi. Yönetici
Al-man'la Maslova'nın gittikleri yere o da daldı, her şey bitti orada.
II
Devrisi sabah saat dokuzda uyandı Nehlüdof. Beye hizmetle görevlendirilmiş genç uşak onun
kıpırdandığını duyunca potin-leriyle —hiç bir zaman böylesine parlamamıştı bu potinler— buz gibi,
tertemiz kaynak suyu getirdi ona; köylülerin yavaş yavaş toplandığını söyledi. Nehlüdof durumu
kavramaya çalışarak indi karyoladan. Toprağını köylülere vererek, malını mülkünü darmadağın edecek
diye dün duyduğu acıma içinde en küçük bir iz bırakmadan kaybolmuştu. Şimdi kendi kendine şaşıyordu
bunu düşünürken. Yapmak niyetinde olduğu şey sevinç veriyordu ona şimdi, göğsünü gururla
kabartıyordu. Odasının penceresinden hindibalarla çevrili !awn - tennis alanı görünüyordu; yöneticinin
buyruğuyla köylüler orada toplanıyorlardı. Kurbağalar boşuna bağırmışlardı bütün gece. Hava pusluydu.
Sabahtan beri ince bir yağmur çiseliyordu; yapraklar, dallar, otlar ıslak ıslaktı. Açık pencereden odaya
yeşillik kokusundan başka, ıslak toprak kokusu da doluyordu şimdi. Nehlüdof, giyinirken birkaç kere
pencereden uzanıp, aşağıdaki küçük alana toplanmakta olan köylülere bakmıştı. Birbiri ardından geliyor,
şapkalarını, kasketlerini çıkararak selâmlaşıyor, gruba katılıp bastonlarına dayanıyorlardı. Sağlam yapılı,
güçlü kuvvetli bir genç olan yönetici, Nehlü-dof'un odasına geldi. Yeşil yakası kalkık, kısa ceketinin
düğmeleri kocaman kocamandı. Nehlüdof'a, köylülerin toplandıklarını,
— 239 —
ama bekleyebileceklerini; önce çayını ya da kahvesini içmesini her ikisinin de hazır olduğunu söyledi.
— İstemez, dedi Nehlüdof, gidelim daha iyi.
Köylülerle konuşacağı için korkuyor, utanıyordu şimdi. Oysa böyle olacağını hiç mî hiç düşünmemişti.
Köylülerin, gerçekleşebileceğini hayal bile edemedikleri bir isteklerini yerine getirmeye, onlara az bir para
karşılığında toprak kiralamaya gidiyordu. Yani iyilik yapacaktı onlara, ama nedense utanıyordu gene de.
Şapkalarını çıkararak onu selâmlayan köylülerin yanına gelince —kimi koyu kahverengi, kimi kıvırcık saçlı,
kimi saçsız kimi ak saçlı başlar çıkmıştı ortaya— Nehlüdof öylesine şaşkın bir durumdaydı ki, uzun süre
hiç bir şey söyleyemedi. Yağmur çiselemeye devam ediyordu. Saçlarda, sakallarda, köylülerin paltolarının
tüyleri üzerinde küçük damlacıklar birikiyordu. Köylüler beyin yüzüne bakıyor, onlara ne söyleyeceğini
bekliyorlardı. Ama Nehlüdof öylesine şaşkın, öylesine heyecanlıydı ki, konuşamıyordu. Bu sıkıntılı
sessizliği, Rus köylüsünü iyi tanıdığını sanan, Rusçayı da çok iyi, düzgün konuşan Alman yönetici,
kendine güven dolu, sakin bir sesle bozdu. Neh-lüdof'unki gibi bu, sağlıklı, gürbüz adamın dış görünüşü
de sıska, yüzleri buruş buruş, paltolarının altından sivri kürek kemikleri belli olan köylülerin dış
görünüşüyle taban tabana zıttı. Yönetici:
— Prens iyilik etmek, toprak vermek istiyor size, diye başladı, ama değmezsiniz buna.
Koyu kahverengi saçlı, konuşkan bir köylü:
— Nasıl değmeyiz Vasili Karlıç, dedi, ne kadar çalıştık sana, biliyorsun... Rahmetli hanımımızı çok
severdik, Tanrı toprağını bol etsin. Genç Prense de, bizleri unutmadığı, düşündüğü için minnettarız.
Nehlüdof:
- Sizleri buraya .isterseniz, bütün arazimi size vermek niyetinde olduğum için çağırdım, diye mırıldandı.
Köylüler, kulaklarına inanamıyormuş ya da söyleneni anla-yarmyormuş gibi susuyorlardı.
Pardüsülü, orta yaşlı bir köylü:
— Nasıl vereceksiniz yani? dedi.— Az bir para karşılığında, kirayla.
— Güzel bir şey, dedi bir ihtiyar. Bir başkası:
— Yeter ki ödeyebileceğimiz bir para olsun, diye ekledi.
— Toprak bu, niçin istemeyelim!
— Bizim işimiz bu zaten, ekmeğimizi topraktan çıkarıyoruz! Sağdan soldan sesler yükseldi:
— Sizin için böylesi daha iyi zaten, paramızı almasını bilirsiniz yalnız, gerisine karışmazsınız. Sıkıntıdan
da kurtulmuş olursunuz!
Alman:
— Sıkıntı sizin yüzünüzden oluyor, dedi, doğru dürüst çalışsanız, aksilik yapmasanız...
Sivri burunlu bir ihtiyar atıldı:
— Olmaz Vasili Karlıç, olmaz. Atını ekine niye saldın, diyorsun; salan kim?.. Sabahtan aksama kadar
orak sallıyorum, evde uyuduğun geceler parmakla sayılacak kadar azdır, atı gördüğüm mü var ki, başımın
etini yersin?
— Bir yolunu bulsaydınız.
Saçı sakalına karışmış, uzun boylu, gençten bir köylü jtiraz etti:
— Bir yolunu bulsaydınız demek kolay, nasıl bulacaktık yolunu?
— Kaç kere söyledim çit çevirin diye. Ufak tefek bir köylü çıktı öne:
— Odun ver de çevirelim. Geçen yaz çevirmek istedim de üç ay hapsettin beni, bitlere yedirdin.
Çevirmeye kalkışınca da böyle oluyor işte.
— Nehlüdof yöneticiye döndü:
— Ne diyor bu adam? Yönetici Almanca:
— Der erst Dleb îm Dorfe, V) dedi. Koruluğa dadanmıştır, her yıl ağaç keser. Başkasının malına saygı
göstermesini öğren.
İhtiyar:
— Saygı göstermiyor muyuz Vasili Karlıç? dedi. Sana say— 241 —
jı göstermeden edemeyiz zaten, elindeyiz çünkü, pestilimizi çı-arırsm sonra.
— Rahat durursanız hiç kimse dokunmaz size.
— Sen dokunuyorsun! Geçen yaz suratımı çarşamba pazarına çevirdin, izi hâlâ gitmedi. Zenginsin,
seninle âşık atamayız biz.
— Yasaların gösterdiği yoldan akmazsanız bir şey olmaz.
Yarışmacıların niçin konuştuklarını, ne dediklerini bilmedikleri bir söz yarışmasıydı bu. Bir yanın, korkudan
öfkesini açığa vuramadığı, öteki yanınsa güçlü olduğunu bildiği, belliydi; Neh-lüdof'un canını sıkıyordu
bütün bunları dinlemek; asıl konuya gelmek, fiyatı, paranın nasıl ödeneceğini bir karara bağlamak
istiyordu.
— Ne diyorsunuz? Kabul mü? Arazinin bütününe ne veriyorsunuz?
— Ma! sizin, siz ne istiyorsunuz, onu söyleyin.
Nehlüdof bir fiyat söyledi. Söylediği fiyat onların beklediğinden çok aşağı olduğu halde; köylüler fiyatın
yüksek olduğunu söylediler, pazarlığa başladılar. Nehlüdof verdiği fiyatın sevinçle karşılanacağını
umuyordu, oysa köylülerin sevindiklerini gösteren hiç bir belirti yoktu. Fiyatı beğendiklerini de bundan
anlamıştı zaten. Malı kimin, köylülerin hep birlikte mi, yoksa içlerinden bazılarının mı olacağı sorununa
gelince sıkı tartışmalar başladı köylüler arasında. Bir bölümü, ödeme gücü zayıf olanları bu işe katmak
istemiyor, ötekiler diretiyordu. Yöneticinin yardımıyla en sonunda bir fiyat üzerinde anlaşmaya varıldı,
ödeme zamanları kararlaştırıldı. Köylüler, aralarında yüksek sesle konuşa konuşa, dağ dibindeki köylerine
doğru uzaklaştılar. Nehlüdof da, yöneticiyle birlikte anlaşmanın taslağını hazırlamak için çalışma odasına
gitti.
Her şey Nehlüdof'un istediği, beklediği gibi olmuştu: Köylüler, çevrede kiraya verildiğinden yüzde otuz
ucuzuna toprağa kavuşmuşlardı. Gerçi topraktan elde ettiği gelir yarı yarıya düşüyordu, ama kıtkanaat de
olsa yeterdi Nehlüdof'a. Hele koruluğun satışından eline geçen parayla, araç gereçler, hayvanlar
Diriliş — F: 16
O
Köyün bir numaralı hırsızıdır bu, (Almanca)242
satılınca alacağı para da buna eklenince hiç de kötü olmayacaktı durumu. Her şey iyiydi görünüşte, ama
nedense bir huzursuzluk vardı Nehlüdof'un içinde. Ona minnettarlıklarını bildiren birkaçının dışında,
köylülerin bu işe sevinmediklerini, daha büyük bir şey beklediklerini farketmişti. Kendini çok şeyden
yoksun ettiği halde, köylülerin beklediklerini verememişti onlara.
Anlaşma imzalanmıştı devrisi gün. Nehlüdof, —onu istasyondan köye getiren arabacının deyimiyle—
görmeye değer, üç at koşulu kupa arabasına bindi yöneticinin, içinde hiç de hoş olmayan bir eksiklik
duygusuyla; köylülerin, aralarından seçtikleri, başlarını isteksiz isteksiz sallayan ihtiyarlarla vedalaşıp
istasyona gitti. Keyifsizdi Nehlüdof. Bu keyifsizliğinin nereden geldiğini bilmiyordu, ama bir şeye sıkılıyordu
canı, bir şeyden utanıyordu.
III
Nehlüdof, Kuzminsk'ten, halalarından ona kalan —Katyu-şa'yı tanıdığı— köye geçti. Kuzminsk'de
yaptığını burada da yapmak istiyordu. Ayrıca Katyuşa'yla, çocuğuyla ilgili bilgi toplamaya çalışacaktı.
Çocuğun öldüğünün doğru olup olmadığını, nasıl öldüğünü araştıracaktı. Panovo'ya sabah erken geldi.
Araba avluya girdiğinde onu ilk şaşırtan, bütün yapıların, özellikle evin köhne, boş görünüşü oldu. Bir
zamanlar yeşil olan saç dam, uzun zamandan beri boyanmadığı için pastan kırmızıya dönmüş, —fırtınada
olsa gerek— birkaç tabakası kalkmıştı. Evin duvarlarına kaplanmış tahtaları köylüler, paslı çivileri
çıkararak yer yer sök-müşlerdi. Ön taşlığa da arka taşlığa da çıkan merdivenler —arka taşlığı çok iyi
hatırlıyordu— çürümüş, parçalanmış, yalnız kalasları kalmıştı. Cam yerine tahta çakılı pencerelerde de,
kâhyanın oturduğu bölümde de, mutfakta da, ahırda da derin bir sessizlik vardı. Bahçede alabildiğine dal
budak salmış ağaçlar çiçeklerle donanmıştı. Çitin ötesinde çiçek açmış vişne, elma, erik ağaçları beyaz
bulutları andırıyorlardı uzaktan. Leylâk tıpkı on dört yıl önce Nehlüdof, ebecilik oynarken on sekiz
yaşındaki Katyuşa'yla çalılığın arkasına koştuğu, orada düşüp ısırgan otu kollarını yaktığı zamanki gibi
açm.ıştı gene. Sofiya İvanovna'nın
— 243 —
evin yanına diktiği, o zamanlar küçücük bir fidan olan karaçam kocaman bir ağaç olmuştu şimdi. Sarı-yeşil
ince yapraklara bürünmüştü. Değirmene oluktan hızla inen derenin sesi geliyordu uzaktan. Derenin
ötesindeki çayırla köylülerin karışık sürüleri otluyordu. Din okulunu yarıda bırakmış kâhya gülümseyerek
karşıladı Nehlüdof'u avluda, gülümsemeye devam ederek çalışma odasına buyur etti onu, gene
gülümseyerek —çok değişik bir şey vaat ediyordu sanki gülümsemesi— bölmenin arkasına geçti.
Bölmenin arkasında fis-kos konuşmalar oldu bir süre, sonra ses kesildi. Bahşişini alan arabacı dönüp çıktı
avludan; çıngırakların sesi giderek uzaklaştı, kayboldu sonunda, derin bir sessizlik kapladı gene her yanı.
Yalınayak, işlemeli gömlek giyinen kulaklarında küpe yerine iplik olan bir kız koşarak geçti pencerenin
önünden; arkasından, kalın çizmelerinin altındaki kabaralar toprağa vurdukça ses çıkaran bir köylü geçti.
Nehlüdof pencerenin yanında oturmuş bahçeye bakıyor, her sese kulak kabartıyordu. İki kanatlı
pencereden giren taptaze ilkbahar yeli, sürülmüş toprak kokusu dolduruyordu odaya; Nehlüdof'un terli
alnında saçlarıyla oynuyor, pencerenin bıçakla yer yer oyulmuş altlığındaki kâğıtları hışırdatıyordu.
Dereden doğru, çamaşır yıkayan köylü kadınların ıslak çamaşırlara peşpeşe indirdikleri kalın sopaların
şap, şap, şap sesleri geliyor; bu sesler, güneşin altında pırıl pırıl parlayan çayırlara doğru uzanıyor, suyun
değirmen çarkında çıkardığı tekdüze gürültüye karışıyor; Nehlüdof'un kulağının dibinde bir sinek ürkek
ürkek vızıldayıp duruyordu.
Nehlüdof, burada bîr zamanlar gene aynı sesleri duyduğunu hatırladı birden: Tertemiz bir gençti;
kadınların ıslak çamaşırlara vurdukları kalın sopaların şap, şap sesleri değirmenin tekdüze gürültüsü
karışıyordu gene. Ilık ilkbahar yeli ıslak alnında saçlarıyla oynuyordu, bıçakla oyulmuş pencere altlığındaki
kâğıtları hışırdatıyordu, bir sinek ürkek ürkek vızıldıyordu kulağının dibinde. Nehlüdof, o zamanki gibi on
sekiz yaşında hissetmişti kendisini şimdi; ama öyle dinç, temiz, gelecekten çok şey bekleyen bir genç
olduğu duygusuna kapılmıştı bir an. Öte yandan, —düşte olduğu gibi— böyle bir şeyin artık olamayacağını
da biliyordu. Derin bir hüzün kapladı içini.
— 244 —
— 245 —
Kâhya gülümseyerek:
— Yemeği ne zaman istiyorsunuz? diye sordu.
— Ne zaman isterseniz o zaman verin, aç değilim. Çıkıp biraz dolaşacağım.
— Önce evi görseniz nasıl olurdu, her şey yerli yerindedir. Görünüz bir, gerçi dıştan...
— İstemez, sonra görürüm. Söyler misiniz, Matryona Ha-rina adında bir kadın var mı burada?
Katyuşa'nın teyzesiydi bu.
—• Var efendim, ama yola getiremiyorum onu bir îürlü. Kaçak içki satıyor. Kaçmıyor gözümden,
yakalıyorum onu, ağzıma geleni söylüyorum, bana mısın demiyor. Tutanak hazırlayacağım, acıyorum;
yaşlı kadın, torunları var.
Hep aynı gülümseme vardı kâhyanın dudaklarında. Nehiü-dof'un hoşuna gitmek, her şeyi onun da bildiğini
anlatmak istiyordu sanki bu gülümsemesiyle.
- Nerede oturuyor? Onu görmek istiyorum.
— Köyün öte ucunda, sondan üçüncü ev. Sol kolda kerpiç bir ev vardır, ondan sonraki kulübe onundur.
(Sevinçle gülümsedi kâhya.) Ben götürürsem sîzi daha iyi olur.
- Hayır, teşekkür ederim, ben bulurum, siz köylülere haber yollayın lütfen, toplansınlar, toprak konusunda
görüşeceğim onlarla.
Nehlüdof, burada da Kuzminsk'de yaptığını yapmak niyetindeydi. Yetiştirebilirse akşama kadar bitirecekti
işleri.
IV
Nehlüdof avludan çıkınca, çiçeklerin açtığı, otların diz boyu olduğu çayırın ortasından geçen, çok
çiğnenmiş patikada çıplak, tombul bacaklarıyla çabuk çabuk yürüyen, atkılı —alacalı bula-calıydı atkısı,—
kulaklarında küpe yerine iplik olan bir köylü kızı gördü. Sol kolunu önünde sallıyordu. Sağ koltuğunun
altında kırmızı bir horoz vardı, sıkı sıkı tutuyordu onu. Horoz, sallanan kırmızı ibiğiyie son derece
soğukkanlı görünüyordu. Yalnız arada bir gözlerini kaydırıyor, siyah bacaklarından birini kâh kaldırıyor,
kâh tırnağını kızın atkısına takarak geriyordu. Kız, Neh-lüdof'a yaklaşınca önce adımlarını yavaşlattı,
sonra tam yanından geçerken durdu, başını geri atıp öne eğilerek selâm verdi ona; ancak Nehlüdof geçince, koltuğunun
altında horozla, yoluna devam etti. Nehlüdof kuyuya doğru inerken, kaba bezden entarisi pislik içinde, dolu
iki kova taşıyan, iki büklüm yaşlı bir kadınla karşılaştı. Yaşlı kadın kovaları yavaşça yere bıraktı, o da
başını geri atıp öne eğilerek selâm verdi Nehlüdof'a,
Kuyudan sonra köy başlıyordu. Güneşli, pırıl pırıl bir gündü; saat on olmuştu, öğle sıcağı bastırmıştı.
Gökyüzünde toplanan bulutlar güneşin önünü kapıyordu arada bir. Acı, keskin bir hayvan gübresi kokusu
—ama hiç de kötü bir koku değildi bu— doldurmuştu her yanı. Yeşillikler arasında kıvrıla kıvnla dağa çıkan
yoldaki yük arabalarından; daha çok da, Nehlüdof'un açık kapılarının önünden geçtiği avlulardaki
karıştırılmış hayvan gübresi yığınlarından geliyordu bu koku. Arabaların arkası sıra yürüyen, pantolonları,
gömlekleri gübreden ıslak ıslak, yalınayak köylüler, gri şapkasının ipek kordelâsı güneşte parlayan, her
adım atışta sapı pırıl pırıl, güzelim bastonunu yere dokundurarak köyün içinde yürüyen bu gürbüz, uzun
boylu beyi tepeden tırnağa süzüyorlardı. Tarladan dönen köylüler, boş arabalarının sürücü yerinde
—tırısla gittikleri için sarsıla sarsıla— şapkalarını çıkarıp, köylerine gelen bu tuhaf adamı şaşkın bakışlarla
izliyorlardı. Kadınlar avlu kapısına ya da taşlığa çıkıyor, birbirlerine gösteriyorlardı onu.
Önünden geçtiği dördüncü avlunun kapısında, tekerlekleri gıcırdayarak dışarı çıkan bir araba durdurdu
Nehlüdof'u. Tıka-ba-sa gübre doluydu araba, gübrenin üzerine de oturmak için bir post seriliydi. Arabaya
bineceği için heyecanlı, altı yaşında bir çocuk, arabanın arkasından yürüyordu. Ayaklarında sandallar,
genç bir köylü geniş adımlarla yürüyerek atı dışarı çıkarıyordu. Uzun bacaklı tay, kapıdan birden çıkmış,
ama Nehlüdof'tan ürkerek arabaya sokulmamış, ayaklarını tekerleklere çarpa çarpa, huzursuzlanan,
hafiften kişneyen annesinin kapıdan çıkarmaya çalıştığı ağır arabanın önünden dışarı fırlamıştı. Arkadaki
atı yalınayak, çizgili pantolonlu, uzun gömleği pis, ince kürek kemikleri çıkık, zayıf, dinç bir ihtiyar
sürüyordu.
Atlar, kurumuş hayvan pisliği dolu, tekerlek izlerinin oyuk— 246 —
oyuk yaptığı yola çıkınca yaşlı adam dönüp Nehlüdof'a selâm verdi.
— Bizim hanımların yeğeni oluyorsun galiba?
— Evet,
Yaşlı adam konuşkan bir insana benziyordu.
— Hoş geldin, dedi. Ne yapıyoruz, ne ediyoruz onu görmeye mi geldin yoksa?
Nehlüdof ne söyleyeceğini bilemeden:
— Evet, evet, diye karşılık verdi. Nasılsınız bakalım? Konuşkan ihtiyar, kendisine sorulan bu soruya
sevinmiş gibi, çabuk çabuk konuşarak:
— Kötü! dedi. Çok kötü.
Nehlüdof sundurmanın altına girerken:
— Niçin kötü? diye sordu.
İhtiyar, Nehlüdof'un arkasından girdi sundurmanın altına. Temizlenmiş yere doğru yürüdü.
— Yaşayışımız kötü, dedi. Çok kötü hem.
Nehlüdof da arkasından gitti. Yaşlı adam, gübre yığının üstünde, ellerinde tırmıklar, baldırlarına kadar
vıcık vıcık gübrenin içine batmış, başörtüleri yana kaymış, terden sırılsıklam iki kadını göstererek devam
ediyordu:
- On iki can var evde. Ayda yüz okka buğday ister, nereden bulacaksın?
— Kendi ektiğin yetmiyor mu sana? İhtiyar manalı manalı gülümsedi.
— Kendi ektiğim mi?! Üç canı besleyebilir ancak benim yerim; geçen yıl topu topu sekiz yığın ekin
kaldırdık, yıl başına kadar yetmedi bize.
— Ne yapıyorsunuz öyleyse?
— Hiç ne yapacağız... bir oğlumu işçi yaptım, sayenizde birkaç köpek kazanıyor. Büyük orucun son
gününe kadar bulduğumuzu biriktirdik, vergiyi bile ödeyemedik hâlâ.
— Ne kadar vergi veriyorsunuz?
— Üçte bir üzerinden on yedi ruble. Çok zor,
inanın
ki efendim, çok zor; bunca yükün
altından nasıl kalktığımızı biz de anlayamıyoruz!
Nehlüdof:
— Evinize girebilir miyim? dedi.
Henüz temizlenmemiş, tırmıkla karıştırıldığı için kokan hayvan gübreleri arasından eve doğru yürüdü.
İhtiyar, çaplak ayaklarıyla vıcık vıcık gübrelere bata çıka, Nehlüdof'a yetişti, kapıyı açarken:
— Buyur, dedi.
Kadınlar başörtülerini düzeltip, evlerine giren bu temiz giyimli, altın kol düğmeli beye ürkek bir merakla
bakmaya başladılar.
Evden gömlekli iki kız çocuğu çıktı koşarak. Nehlüdof şapkasını çıkardı, eğlenerek geçti kapıdan; ekşimiş
yemek kokan, pis, dapdaracık eve girdi. İki dokuma tezgâhı vardı içerde. Sobanın yanında zayıf, damarlı,
yanmış kollarını sıvamış yaşlı bir kadın ayakta duruyordu.
Yaşlı adam:
— Bak, bey konuk geldi bize, dedi. Yaşlı kadın entarisinin kollarını indirirken:
— Buyurunuz efendim, diye mırıldandı. Nehlüdof:
— Nasıl yaşadığınızı şöyle bir görmek istedim de, dedi.
— Nasıl yaşayacağız, gördüğün gibi işte. Dam ha yıkıldı ha yıkılacak. Altında kimse kalmasa bari.
Bizimki, iyidir diyor hâlâ. Bey gibi yaşayıp gidiyoruz anlayacağın. Öğle yemeği hazırlıyordum. Sabah beri
çalışıyorlar, acıkmışlardır.
Yaşlı kadın çabuk çabuk, başını sallayarak konuşuyordu. Nehlüdof:
— Ne yemeğiniz var? diye sordu.
— Ne yemeğimiz mi? İyidir yemeğimiz. Önce ekmekle kvas, ('] peşinden kvasla ekmek.
Yaşlı kadın küçücük kalmış dişlerini göstererek gülümsedi.
— Şaka bir yana, bugün öğle yemeğinde yiyeceklerinizi gösterin bana.
Yaşlı adam gülümsedi.
— Yiyeceklerimizi mi? Öyle çok şeyler yemeyiz biz. Göster ona, hanım.
(') Çavdardan yapılan boza kıvamında koyu bir içkiye verilen ad.— 248 —
— Bizim köy yemeklerini mi görmek istedi canın? Bakıyorum da çok meraklısın bey. Her şeyi
öğrenmek, bilmek istiyorsun. Söyledim ya ekmekle kvas diye. Sonra pancar çorbası yeriz. Dün bezelye
getirdilerdi... Sonra patates...
Nehlüdof:
— Başka bîr şey yemez misiniz? Yaşlı kadın gülümseyerek kapıya baktı.
— Bir de süt içeriz işte.
Kapı açıktı. Çocuklar, kucaklarında bebekleriyle köylü kadınlar doldurmuştu holü; kapının önüne yığılmış,
köylü yemeğini inceleyen tuhaf beye bakıyorlardı. Yaşlı kadın —besbelli— bir beyle serbestçe
konuşabildiğini göstermek istiyordu onlara, bununla öğünüyordu.
Yaşlı adam:
— Ah bey, ah, dedi, hiç iyi değildir bizim yaşayışımız; daha ne diyeyim sana?
Dönüp, kapıda toplananlara bağırdı:
— Ne oluyorsunuz be? Nereye?
Nehlüdof, sebebini bilmediği bir sıkılganlık, utanç duyarak:
— Neyse, dedi, hadi hoşça kalın. Yaşlı adam:
.
— Gelip durumumuzla ilgilendiğin için çok çok teşekkür ederiz sana, dedi.
Nehlüdof, holde birbirini sıkıştırarak yana çekilen köylülerin arasından geçip dışarı çıktı. Arkasından
yalınayak iki çocuk fırladı avluya; biraz daha büyük olanının üstünde pis —bir zamanlar beyaz— bir
gömlek vardı; ötekinin gömleğiyse soluk pembeydi. Nehlüdof baktı onlara. Beyaz gömlekli çocuk:
— Şimdi nereye gidiyorsun? dedi.
— Matryona Harına'nın evine. Tanıyor musunuz onu? Pembe gömlekli çocuk nedense güldü, öteki
ağırbaşlı bir
tavırla:
— Hangi Matryona? diye sordu. Yaşlı olanı mı?
— Evet.
— O-o, diye uzattı çocuk, Semyon'un ninesini arıyorsun. Götürelim seni. Hadi Fedya, götürelim onu.
— Ya atlar?
— 249 —
— Boş ver!
Fedka boş verdi atlara, üçü beraber yürüdüler.
Nehlüdof çocukların yanında daha bir rahat hissetti kendini. Yolda konuşmaya daldı onlarla. Pembe
gömlekli olan küçüğü gülmeyi bırakmış, o da büyüğü gibi ağırbaşlı, akıllıca konuşmaya başlamıştı.
Nehlüdof:
— Sizin köyde en yoksul kimdir? diye sordu.
—• Kim mi? Mihayla yoksuldur, semyon Makarof, sonra Marfa. En yoksul Marfa'dır. Küçük
Fedka:
— Ya Anisya, dedi, o daha yoksuldur. Bir ineği bile yoktur, dileniyorlar.
Beyaz gömlekli büyüğü itiraz etti:
— İneği yok ama üç candırlar evde, Marfa beş candır. Küçüğü Anisya'yı savunuyordu:
— Üstelik kocası yok zavallının, öldü.
— Anisya'nın yok da Marfa'nın var mı sanki, o da dul sayılır, yok ki kocası.
Nehlüdof:
— Nerede? diye sordu.
Büyük çocuk, köylülerin hep kullandıkları deyimi kullanarak cevap verdi:
— İçerde bitleri besliyor. Pembeli küçük çocuk atıldı:
— Geçen yaz bey koruluğundan iki kayın ağacı kesti diye içeri attılar onu. Altı aydır yatıyor; kadıncağız
üç çocuğuyla yaşlı anasına bakabilmek için dileniyor.
Büyük adam gibi konuşuyordu.
— Evi nerede? diye sordu Nehlüdof.
Çocuk, hemen yandaki evi gösterdi. Evin önünde, tam yolun kenarında beyaz başlı, dışa doğru kıvrık
bacaklarının üzerinde güçlükle ayakta duran, sallanan, küçücük bir bebek vardı.
Evden koşarak çıkan kir pas içinde bir kadın —kül dökül-250 —
251 —
muştu sanki başından aşağı— Nehlüdof'un önünden korkuyla atlayıp, —yabancının, çocuğuna bir kötülük
yapacağından kor-kuyormuş gibi— kaptı çocuğu.
— Nereye gidiyordun be yavrum, Vaska'çığım... A!ıp içeri götürdü bebeği.
Kocası, Nehlüdof'un koruluğundan kayın ağacı kesti diye ceza evinde yatan kadındı bu.
Matryona'nın evine yaklaştıklarında Nehlüdof:
— Matryona da yoksul mu? diye sordu.
— Ne yoksulu, dedi, içki satıyor.
Matryona'nın evine gelince çocukları geri yolladı Nehlüdof, içeri girdi. Yaşlı kadının kulübesi pek küçüktü.
Sobanın arkasındaki karyola irice bir adamın ayaklarını uzatıp yatamayacağı kadar kısaydı. Katyuşa bu
karyolada doğurdu, hasta yattı diye düşündü Nehlüdof. Evin içini büyükçe bir dokuma tezgâhı kaplamıştı;
Nehlüdof başını alçak kapıya çarparak içeri girdiğinde yaşlı kadın en büyük kız torunuyla tezgâhı
hazırlıyordu. Nehiüdof'un arkasından koşarak iki torun daha geldi, kapıda durdular.
Tezgâhı bir türlü kuramadığı için canı sıkılan yaşlı kadın öfkeli:
— Kimi arıyorsunuz? dedi.
Ayrıca, yasak içki sattığı için tanımadığı her çeşit konuktan kuşku ederdi.
— Köyün sahibiyim, sizinle konuşmak istiyordum biraz. Yaşlı kadın bir an susup, Nehlüdof'un yüzüne
dikkatli dikkatli baktı, sonra birden değişti yüzü. Yapmacık bir sevgiyle:
— Ah aslanım benim, diye başladı, ne aptalım ben de, tanıyamadım seni, köyden geçen bir yabancı
sandım. Ah yiğidim benim...
Nehlüdof kapıya bakıp; çocukları, çocukların arkasındaki, kucağında eski püsküler içinde, soluk yüzlü,
ama gülümseyen bir bebek tutan sıska kadını göstererek:
— Yalnız konuşamaz mıyız? dedi. . Yaşlı kadın, kapıda duranlara bağırdı:
— Ne o, hiç adam görmediniz mi? Şimdi gösteririm size ben, bastonum nerede? Kapayın şu kapıyı!
Çocuklar gittiler, çocuklu kadın kapıyı kapadı. Yaşlı kadın:
— Kimdir bu gelen acaba diye düşünüyordum ben de, diyordu. Meğer kim gelmiş! Benim biricik
aslanım, güzelimmiş gelen! İğrenmedin de evime girdin demek. Ah ne pırlanta bir kalbin vardır senin!
Şuraya otur anam babam, şu iskemleye otur. —İskemleyi
başörtüsüyle
silerek uzattı ona.—
Hangi Allanın cezası geliyor gene diye düşünürken çıka çıka kim çiktı karşıma! Bizim iyi yürekli
velinimetimiz... Kusuruna bakma bu kocakarının, gözlerim uzağı seçmiyor artık.
Nehlüdof oturdu. Yaşlı kadın, sağ kolunun sivri dirseğine sol koluyla destek yaparak sağ elini yanağına
dayamış, Nehlüdof'un karşısında ayakta duruyor, ince sesiyle konuşmaya devam ediyordu:
— Sen de yaşlanmışsın efendim. Taptaze bir delikanlıydın, çökmüşsün! Çok sıkıntı çektiğin belli!
— Şunu sormaya geldim sana: Katyuşa Maslova'yi hatırlıyor musun?
— Katerina'yı mı? Hatırlamaz olur muyum? Yeğenim olur... Nasıl hatırlamam, az mı gözyaşı döktüm
onun için. Her şeyden haberim var. Size şunu söyleyeyim efendim, günahsız, hiç suç işlememiş insan olur
mu? Gençlikte olur böyle şeyler. Şeytan kandırdı demek, kandırır tabiî, onun kandıramayacağı insan çok
azdır. Elden ne gelir! Gerçi bıraktın onu, ama yüz ruble verdin de bıraktın. Ya o ne yaptı? Akıllı uslu
yaşayıp gitmesini bilemedi. Beni dinleseydi çok iyi olurdu onun için. Yeğenimdir gerçi ya, ne yalan
söyleyeyim, ruhu kötüdür. İyi bir yere koydum onu, boyun eğmek istemedi, ağzına geleni söyledi
beye. Biz beylere lâf söyleyebilir miyiz hiç? Hemen işine son verdiler. Sonra ormancının evinde de
kalabilirdi, orayı da istemedi.
— Çocuğu soracaktım. Burada, sizin yanınızda doğurdu, değil mi? Çocuk nerede?
— Çocuk işini o zaman çok iyi düşündüm ben, efendim. Anasının bir daha ayağa kalkacağından
umudum yoktu, çok fena olmuştu. Çocuğu gerektiği gibi vaftiz ettirdim, yuvaya yolladım. Anası ölürken
ne diye eziyet çektireydim Tanrının meleğine? Bazıları öyle yapıyor, annesi ölünce bakan olmuyor
yavruya, ölüp gidiyor zavallı. İyisi mi yuvaya yollayayım onu, dedim. Para vardı çünkü, anlayacağın,
yolladık onu.
J— 252 —
— 253 —
— Orada numara falan verdiler mi ona?
— Verdiler ya, pek yaşamadı zaten, hemen öldü. Kadın, götürür götürmez öldü, dedi.
— Hangi kadın?
— Skoroni'de oturuyordu. Bu gjbi işleri o yapardı. Adı Ma-lanya'ydı. Öldü. Çok akıllı bir kadındı. İyi
becerirdi böyle şeyleri! Bazan bir bebek getirirlerdi ona, alırdı çocuğu, evinde bakardı ona; üç dört çocuk
birikene kadar saklardı çocuğu evinde, sonra hepsini birden götürürdü. Her şeyi bir başkaydı canım
onun: karyola gibi kocaman bir beşiği vardı, onda yatırırdı çocukları. Eli de yatkındı bu işlere. Dört çocuğu
birden alırdı kucağına; birbirine vurmasınlar diye başlarını ayrı koyar, ayaklarını bir yere toplardı. Emzikleri
de ağızlarına verdi mi kesilive-rirdi sesleri yavruların.
— Sonra ne oldu?
— Hiç, ne olacak, Katerina'nın çocuğunu da götürdü. İki hafta kendi evinde baktı. Orada ne olduysa
oldu yavruya zaten, zayıfladı.
— Nasıl bir çocuktu?
— Nur topu gibiydi. Yaşlı kadın göz kırparak:
— Tıpkı sendin, diye ekledi.
— Niçin zayıfladı? Verdiğiniz kadın bakmamıştır ona, aç bırakmıştır.
— Tabiî! Bakar mı hiç! Kendi çocuğu değil ki baksın. Oraya canlı götürmekti onun işi. Moskova'ya kadar
götürmüş, öyle dedi, götürmüş ama, orada ölmüş çocuk. Götürdüğünü gösteren kâğıt da almış oradan.
Akıllı kadındı.
Nehlüdof'un, oğluyla ilgili elde edebildiği bilginin hepsi bu kadarla kaldı.
VI
Nehlüdof oda kapısında da dış kapıda da başını birer kere daha vurduktan sonra sokağa çıktı. Çocuklar
—beyazlı pembe-li— bekliyorlardı onu. Birkaç çocuk daha katılmıştı onlara. Kucaklarında bebeklerle
birkaç da kadın bekliyordu onu. Kucağında, eski püskülere sanlı, renksiz, kansız çocuğunu tutan sıska kadın da aralanndaydı. Kucağındaki
çocuğun ıstırap okunan küçük yüzünde tuhaf bir gülümseme vardı; uzun, ince parmaklarını durmadan
oynatıyordu. Bunun ıstırap gülümsemesi olduğunu biliyordu Nehlüdof. Bu kadının kim olduğunu sordu.
Büyük çocuk:
— Sana söylediğim Anisya işte, dedi. Nehlüdof, Anisya'ya döndü:
— Neyle geçinirsin sen? Ne yer içersin? Anisya:
— Neyle mi? dedi, onun bunun verdiği birkaç lokma ekmekle.
Ağlamaya başlamıştı. Kucağındaki çocuk kıkır kıkır gülüyor, solucanı andıran ince bacaklarını sallıyordu.
Nehlüdof para cüzdanını çıkarıp on ruble verdi kadına. Daha iki adım atmamıştı ki, kucağında çocukla bir
kadın koşup yetişti-arkasından, sonra yaşlı bir kadın, bir kadın daha... Hepsi yoksulluğundan söz ediyor,
yardım istiyordu. Nehlüdof, cüzdanındaki altmış rubleyi dağıttı onlara; içinde müthiş bir sıkıntıyla eve, yâni
kâhya'nın yanına döndü. Kâhya gülümseyerek karşıladı Nehlüdof'u, köylülerin akşama toplanacaklarını
söyledi. Nehlüdof teşekkür etti ona, eve girmeyip bahçeye çıktı; elma ağaçlarından dökülen beyaz beyaz
çiçek yapraklarının örttüğü, otlar bitmiş dar yollarda dolaşmaya başladı. Gördüklerini düşünüyordu.
Kâhyanın kaldığı bölüm sessizdi önce, sonra birbirinin sözünü keserek bağırıp çağıran iki kadın sesi
duydu Nehlüdof. Arada bir de kâhyanın keyifli, sakin sesi işitiliyordu. Nehlüdof kulak kabarttı.
Öfkeli bir kadın sesi:
— Gücüm yetmez benim, anlamıyor musun? Din iman yok mu sende? diyordu.
Öteki ses:
— Girmesiyle çıkması bir oldu inan ki. Ver şunu diyorum sana. Zavallı hayvana eziyet etme boşuna,
çocuklarımı sütsüz koma.
Kâhyanın sakin sesi duyuluyordu aradan:
y
— 254 —
— Ya cezanı ver, ya da söylediğim kadar çalış.
Nehlüdof bahçeden çıkıp kapıya geldi. Birinin karnı burnunda, üstleri başları perişan iki kadın vardı
merdivenin dibinde. Kâhya, ellerini pardösüsünün cebine sokmuş, merdivende duruyordu. Beyi görünce
kadınlar sustular, başörtülerini düzelttiler. Kâhya ceplerinden çıkardı ellerini, gülümsemeye başladı.
Kâhyanın anlattığına göre, köylüler buzağılarını, hattâ ineklerini mahsus bey tarlasına salmışlardı. Bu
kadınların iki ineği tarlada yakalanmış, ahıra alınmıştı. Kâhya inek başına otuz köpek istiyordu
kadınlardan, ya da iki gün çalışmalarını. Kadınlar, ineklerinin çayırda çok az kaldıklarını, para
veremeyeceklerini, meteliklerinin olmadığını söylüyorlardı. Çalışacaklardı, söz veriyor, yemin ediyorlardı.
Bir istekleri vardı yalnız; sabahtan bert ahırda aç susuz duran, acı acı bağıran, ineklerin geri verilmesini
istiyorlardı.
Kâhya —tanık olmasını istiyormuş gibi Nehlüdof'a bakarak— gülümsedi.
— Kaç kere söyledim size, dedi, yemeğe gittiğiniz zaman hayvanlarınızı başıboş bırakmayın diye.
— Çocuğa gittim bir koşu, kaçmışlar.
— Gitmeyeydin.
— Kim yemek verseydi çocuğa? Açlıktan mı ölsün zavallı?
Öteki kadın:
— Ekine bir zarar vermiş olsa gam yemezdim, girmesiyle çıkması bir oldu, diyordu.
Kâhya, Nehlüdof'a döndü:
— Hep tarlalara salıyorlar hayvanlarını, dedi. Biraz yumuşak davransak ekini hep yedirecekler.
Gebe kadın:
- Yalan söyleme, diye bağırdı. Benim hayvanlarım hiç girmediler tarlaya bugüne kadar.
— Bugün girdiler işte, ya parayı ver ya da çalış. Kadın öfkeyle:
— Söyledik ya,
çalışacağım! diye bağırdı, bırak hayvanı, açlıktan geberecek! Gece gündüz
çalışırız, gene yetmez, gene yetmez. Kaynanam hasta. Kocam yok burada. Her işe ben koşu-255yorum, durumumu da görüyorsunuz, dermansızım. Allah nasıl bilirse öyle etsin seni.
Nehlüdof inekleri salıvermesini söyledi kâhyaya; dönüp bahçeye gitti gene. Düşünmek istiyordu, oysa
düşünecek bir şey kalmamıştı artık onun için. Şimdi her şey apaçıktı; böylesine apaçık olanı insanların
nasıl oluyor da göremediklerine, onun da şimdiye kadar göremediğine şaşıyordu.
Halk can çekişiyor, alıştırmış kendini bu hayata, yadırgamıyor. Çocuklarının ölmesi, kadınların güçlerinin
yetmeyeceği işleri yapmak zorunda bırakılmaları, herkesin, özellikle yaşlıların eksik beslenmeleri olağan
geliyor onlara. Halk yavaş yavaş öylesine alışmış, benimsemiş ki bunu, yaşayışının korkunçluğunu
göremiyor, yakınamıyor hiç. Bu yüzden biz de bu durumun olağan olduğunu sanıyoruz. Halkın
—kendisinin de farkında olduğu— yoksulluğunun en önemli nedeninin, tek beslenme kaynağı toprağının,
toprak sahiplerince elinden alınması olduğunu açık seçik görüyordu şimdi. Öte yandan, çocukların,
yaşlıların süt içemedikleri için öldüğü de açıktı. Süt de, hayvanlarını otlatabilecekleri topraklarının
olmamasından yoktu. Halkın sürünmesi, onu besleyen toprağın onun elinde değil de başkalarının —toprak
üzerindeki bu hakkından yararlanarak onun emeğini sömüren insanların— elinde bulunmasındandı. Hiç
değilse, başlıca nedeni buydu halkın sürünmesinin. Ona öylesine gerekli olan, çocuklarını ölümden
kurtarabilecek bu toprak —verdiği buğday yurt dışına satılsın, sahipleri kendilerine şapkalar, güzel güzel
bastonlar, kupa arabaları, süs eşyaları v.b. alabilsinler diye— yoksulluğun son kertesine getirilmiş bu
insanlarca işleniyordu. Çitle çevrili bir yere kapatılmış atların, oradaki bütün otu yedikten sonra, karınlarını
doyurabilecekleri yere çıkmalarına izin verilmedikçe eriyip bitecekleri, ölecekleri açık olduğu kadar,
köylülerin bu durumu da açık seçikti şimdi onun için... Olmaması gereken, korkunç bir şeydi bu. Buna
engel olmak için bir yol bulmalı, hiç değilse kendi katılmamalıydı. Evin yakınındaki, iki yanında kayın
ağaçları uzanan yolda bir aşağı bir yukarı dolaşırken düşünüyordu kendi kendine Bulacağım bu yolları,
yüzde yüz bulacağım. Aydın çevrelerde, devlet kurumlarında; gazetelerde halkın yoksulluğunun
nedenlerinden, onu kalkındırabile-256 —
çek yollardan dem vurulur hep; ama halkı kesinlikle kurtaracak, kalkındıracak yolu es geçerler hep; hayat
kaynağı toprağı ona geri vermeyi bir yol saymazlar. (Henry George'un öğretisini, bir zamanlar bu öğretiye
nasıl bağlandığını hatırladı; bütün bunları unutabildiği için kendi kendine şaştı.) Toprak mülkiyeti diye bir
şey olamaz; alınıp satılamaz toprak, su gibi, hava gibi, güneş ışığı gibi herkesindir o. Toprak üzerinde de,
onun insanlara verdiği her şey üzerinde de herkesin eşit hakkı vardır. Kuzminsk'-de yaptıklarını
hatırladıkça niçin utanç duyduğunu şimdi anlıyordu. Kendi kendini kandırmıştı. Bir insanın toprak üzerinde
hakkı olamayacağını bile bile kendine tanımıştı bu hakkı, köylülere —ruhunun derinliklerinde onun
olmadığını bildiği— toprağının birazını armağan etmişti. Burada da aynı şeyi yapmayacaktı şimdi,
Kuzminsk'de olduğundan başka türlü davranacaktı. Ne yapacağını kararlaştırmıştı: Toprağı köylülere
kiraya verecek, kirayı da köylülerin kendi parası olarak kabul edecekti. Köylüler bu parayla vergilerini
ödeyecek, köyde yapılması gereken şeyleri yapacaklardı. Bir Sing!e-tax (') değildi bu, ama günün koşulları
içinde ona en yakın olan yoldu. Önemli olan, Nehlüdof'un toprak üzerindeki hakkından vazgeçmesiydi.
Eve gelince kâhya güleç bir yüzle karşıladı onu, yemeğe buyur etti. Karısının, kulakları iplikli kızla birlikte
hazırladığı yemeklerin fazla pişmiş, yanmış olduğundan korktuğunu söyledi.
Kalın bir örtü vardı masanın üzerinde. Peçete yerine elişi süslü havlular konmuştu. Sapı kırılmış, vieux-sax
P) bir kâsede, siyah bacaklarının bir birini, bir öbürünü uzatan horozun suyuna yapılmış patates çorbası
vardı. Çorbanın peşinden, kesilmiş, hattâ parça parça edilmiş, kıllarının çoğu hâlâ üzerinde olan,
kızartılmış horozu getirdiler. Sonra yağlı, bol şekerli süt tatlısı verdiler. Bütün bunlar son derece lezzetsiz
oldukları halde, Neh-lüdof, ne yediğini farketmeden yiyordu hepsinden; köyden dönüşte içini saran o can
sıkıntısını birdenbire çözümleyen düşüncelerine öylesine dalmıştı.
Kulaklarında küpe yerine iplik olan ürkek kız yemekleri ve(') Tek vergi (İngilizce).
(")
Eski Saksonya işi porselen (Fransızca).
— 257 —
rirken kâhyanın karısı başını uzatıp bakıyordu kapıdan; kâhya, karısının yemek pişirmekteki ustalığından
göğsü kabararak, giderek daha bir sevinçle gülümsüyordu.
Yemekten sonra Nehlüdof, kâhyayı zorla masaya oturttu; kendi kendini yoklamak, aynı zamanda da, bir
kimseye açılmak için, toprağını köylülere nasıl dağıtacağı üzerine düşüncelerini anlattı ona, bu niyetini
nasıl bulduğunu sordu. Kâhya, aynı şeyi kendisi de eskiden beri düşünürmüş, bunu duyduğuna çok
sevinmiş gibi gülümsedi; oysa hiç bir şey anlamıyordu Nehlüdof'un söylediklerinden. Anlamaması da
Nehlüdof'un anlatamamasın-dan değil; anlattıklarından Nehlüdof'un, başkalarının yararı için kendi
haklarından vazgeçtiği anlamı çıkmasındandı. Her insan başkalarının zararına, kendi çıkarı için çalışır,
ancak, düşüncesi kâhyanın içinde öylesine yer etmişti ki —Nehlüdof toprağın gelirinin köylülerin ortak
parasına katılacağını anlatırken— burada anlayamadığı bir şeyin olduğunu düşünüyordu. Gülümseyerek:
— Anladım, dedi. Bu ortak paradan yüzde olacaksınız galiba?
— Hayır. Şunu unutmayın ki, toprak kişisel mal olamaz hiç bir zaman.
— Haklısınız!
— Bu nedenle, toprağın verdikleri de herkesindir. Kâhyanın yüzündeki gülümseme kayboldu:
— Gelirinizden olmayacak mısınız ama o zaman? diye sordu.
— Olacağım.
Kâhya göğüs geçirdi, sonra gülümsemeye başladı gene. Şimdi anlamıştı. Nehlüdof'un birkaç tahtası eksik
olduğunu anlamış, malını köylülere dağıtmayı aklına koyan Nehlüdof'un bu düşüncesinden kendine bir
çıkar sağlama yollarını araştırmaya başlamıştı hemen.
Kendisi için bir çıkarın söz konusu olmadığını, böyle bir şeyin olamayacağını kesinlikle anlayınca da,
Nehlüdof'un düşüncesiyle ilgilenmemeye başladı; onun gönlünü hoş etmek için gülümsüyordu şimdi.
Kâhyanın onu anlamadığını görünce Nehlüdof bıraktı onu; kendi de, üzeri mürekkep lekesi dolu, bıçakla
oyuk oyuk yapılmış masaya oturdu, düşüncelerini kâğıda aktarmaya koyuldu.
Diriliş — F: 17— 258
Güneş, yeni yaprak açmış ıhlamur ağaçlarının arkasına inmişti bile. Sivrisinekler sürüyle içeri dolmuş.
Nehlüdof'u ısırı-yorlardı. Nehlüdof yazmayı bitirip kalktığında, köyden doğru otlaktan dönen hayvanların
bağırmaları, açılıp kapanan kapıların gıcırtıları, yavaş yavaş toplanan köylülerin konuşmaları duyuluyordu.
Nehlüdof kâhyaya, köylüleri eve çağırmamasını, kendisinin köye gidip onlarla konuşacağını söyledi.
Kâhyanın verdiği birkaç bardak çayı içtikten sonra köye yollandı,
VII
Muhtarın avlusunda toplanmış köylüler kendi aralarında konuşuyorlardı. Nehlüdof yaklaşınca ses kesildi,
Kuzminsk'de olduğu gibi, köylüler şapkalarını çıkardılar hemen: Buranın köylüsü Kuzminsk'inkinden çok
daha yoksuldu. Kızlar gibi kadınlar da küpe yerine iplik takmışlardı kulaklarına. Erkeklerin hemen hepsinin
ayağında sandal vardı, gömlekleri, ceketleri evde kendilerinin dokudukları bezden yapılmıştı. Bazıları
yalınayaktı, işten geldikleri gibi, bîr gömlekleydiler.
Nehlüdof kendini zorladı, konuşmasına, malını köylülere temelli vermek niyetinde olduğunu söyleyerek
başladı. Köylüler susuyorlardı, yüz ifadelerinden en küçük bir değişiklik olmamıştı.
Nehlüdof, yüzünün kızardığını hissediyordu.
— Çünkü, diye devam etti, bence toprak, onu işleyenin olmalıdır, başkasının değil. Her insanın hakkı
vardır toprakta.
Birkaç köylü:
— Elbette, dedi. Öyledir zaten.
Nehlüdof anlatmaya devam ediyordu. Topraktan elde edilenin köylüler arasında paylaşılacağını, malı
istedikleri fiyata alabileceklerini, ödeyecekleri parayı gene köyün işlerinde kullanacaklarını söyledi.
Köylüler arasında, bunu beğendiklerini belli eden sesler yükseldi. Ama erkeklerin ciddî yüzleri giderek
daha bir ciddileşiyordu. Başlangıçta beye bakan gözler —hinoğlu hinliği anlaşıldı, kimseyi kandıramayacak
diye onu utandırmamak için— yere inmişlerdi şimdi.
Nehlüdof son derece açık konuşuyordu, köylüler de anlayışlı, kafası çalışan insanlardı; ama kâhyanın onu
uzun süre
anlayamadığı nedenden ötürü onlar da anlamıyorlardı onu, anlayamıyorlardı. Her insanın önce kendi
çıkarını düşüneceğinden kuşkuları yoktu. Hele toprak sahiplerinin, köylülerin zararına daima kendi çıkarını
ön plânda tuttuklarını birkaç kuşaktan beri görüyorlardı hep. Bu yüzden, toprak sahibi gelip de onlara yeni
bir şey öneriyorsa bu işte bir bit yeniği vardı yüzde yüz. Nehlüdof:
— Ne kadar vermeyi düşünüyorsunuz? diye sordu. Kalabalıktan sesler yükseldi:
— Biz ne düşünelim? Bize kalmamış bu. Toprak sizin, İstediğiniz fiyatı isteyebilirsiniz.
— Anlatamadım galiba, vereceğiniz para da sizindir gene, köyün işlerinde kullanacaksınız bu parayı.
— Bizim aklımız ermez böyle şeylere. Köy işleri başka, bu iş başka.
Nehlüdofun arkasından gelen kâhya, durumu açıklamak isteğiyle gülümseyerek:
— Anlamıyorsunuz, dedi, Prens parayla satıyor size arazisini, sonra da bu parayı köy işlerinde
kullanılmak üzere ortak paranıza katıyor.
Ağzında tek diş kalmamış öfkeli bir ihtiyar, gözlerini yerden kaldırmadan:
— Anlamasına çok iyi anlıyoruz, dedi. Banka gibi olacak. Gelgelelim, belli zamanlarda ödemek zorunda
olacağız paramızı. Buna yoğuz biz; ağır gelir bize çünkü, iyice büker belimizi.
Sağdan, soldan hoşnutsuzluk bildiren, hattâ kaba sesler
yükseldi:
— İstemiyoruz. Eskisi gibi devam edelim daha iyi. Nehlüdof, bir anlaşma yapacaklarım, altına o da,
köylüler
de imza atacaklarını hatırlatınca, öfkeli itirazlar yükseldi kalabalıktan:
— Ne diye imza atacakmışız? Şimdiye kadar çalıştığımız gibi çalışıp gideceğiz gene. Niçin girişelim
böyle bir şeye? Cahil insanlarız biz.
Bazıları bağırıyordu:
— Kabul etmiyoruz, görülmüş, duyulmuş bir şey değildir bu çünkü! Şimdiye kadar nasıldıysa öyle
devam edelim daha
260 —
261 —
iyi. Şu tohum işini bir yoluna koyun, yeter.
O zamana kadar köylülerin tohumu ekiliyordu, bey tohumunun ekilmesini istiyorlardı.
Nehlüdof, yırtık, pırtık şapkasını hazırolda bir er gibi sol elinde dimdik tutan, yırtık ceketli, yalınayak,
gözlerinin içi gülen, genç bir köylüye döndü:
— Kabul etmiyorsunuz demek, toprak sahibi olmak istemiyorsunuz?
Askerliğin etkisinden hâlâ kurtulamadığı belli olan köylü:
— Evet efendim, dedi. Nehlüdof:
— Yeteri kadar toprağınız var öyleyse? diye sordu.
Askerliğini yeni bitirmiş genç köylü, eski şapkasını —isteyene onu hemen vermeye hazırmış gibi— önünde
tutarak neşeyle gülümsedi:
— Hiç yok efendim.
Bu duruma şaşan Nehlüdof:
- Size söylediğimi gene de bir düşünün, dedi. Dişleri dökülmüş, sinirli ihtiyar, ciddî:
— Düşünecek bir şey yok, diye mırıldandı.
— Yarın akşama kadar buradayım, düşüncenizi değiştirirseniz haber yollayın bana.
Köylüler cevap vermediler. Nehlüdof eli boş döndü eve. Kâhya:
—
Görürsünüz Prens, anlaşamayacaksınız onlarla; çok inatçıdırlar. Dedikleri dediktir,
vazgeçiremeyeceksiniz onları bir daha. Her şeyden korkarlar. Gerçi razı olmadılar ya, o ihtiyarın da,
esmer olanının da kafası çalışır aslında. Bana gelirler bazan, oturturum, çay içerler (gülümseyerek
anlatıyordu kâhya), konuşmaya dalarız, günün olaylarını gerektiği gibi değerlendirmesini bilirler. Kalabalık
arasındaysa bambaşka bir insan oluyorlar...
— Kafası en çok çalışanlardan birkaçını buraya çağırsak, dedi Nehlüdof. Onlara bir kere daha
anlatmaya çalışsam nasıl olur acaba?
Kâhya gülümsedi:
— Olur.
— Söyleyin yarın gelsinler öyleyse. Kâhya daha bir sevinçle gülümsedi:
- Olur, dedi, söylerim, yarın gelirler.
*
Besili kısrağının üstünde sarsıla sarsıla giden, tarak yüzü görmemiş saçı, sakalı birbirine karışmış esmer
köylü; zincirleri sakırdayan atıyla yanı sıra yürüyen, ceketi lime lime, sıska, yaşlı köylüye:
— Ne anasının gözü adam! diyordu.
Köylüler şosenin oradaki gece otlağında, kaçamak olarak da bey koruluğunda otlatmaya götürüyorlardı
atlarını.
— Bedava toprak vereceğim sana, hele şuraya imzanı atı-ver bir. Attıkları kazıklar yetmiyor bu zamana
kadar... Yok canım, yok, bizim de gözümüz açıldı artık. (Geride kalan taya baktı. Atını durdurdu.) Gel, gel!
Ama arkada yoktu tay.
— Çayıra daldı.
Arkada kalan tayın çayırda kişneyerek koştuğunu duyan saçı sakalı birbirine karışmış esmer köylü:
— Beyin çayırında aldı gene soluğu eşşoğlu essek, diye ekledi.
Yırtık ceketli ihtiyar:
- Otlar gene büyümüş, dedi, bayramdan sonra kadınları yarıcılığa yollamalı, dedi.
Saçı başı karışık köylü, beyin konuşması üzerine düşüncelerini söylemeye devam ediyordu:
— Bir imza atıver şuraya, sonra ben sana gününü gös-. teririm...
- Vallahi öyle, dedi ihtiyar.
Daha sonra sustular. Islak toprakta yalnız nal sesleri duyuluyordu.
VIII
Nehlüdof, ona hazırlanan odaya çıktı. Kuştüyü yatak serili, iki yastıklı, yüksek bir karyola vardı burada.
Koyu kırmızı ipek yorganın üzerine küçük küçük güller işlenmişti. Kâhyanın karı-— 262 —
sının çeyizindendi bu besbelli. Kâhya bir şeyler yemesini söyledi Nehlüdof'a: konuğundan olumsuz cevap
alınca, onu gereği gibi ağırlayamadıkları için özür dileyerek çekildi. Nehlüdof'u yalnız bıraktı.
Köylülerin bu tutumu hiç şaşırtmamıştı Nehlüdof'u. Tam tersine. Kuzminsk'de onun önerisini kabul ettiler,
minnettarlıklarını ona bir çok kereler bildirdikleri, buradaysa ona güvensizlik, hattâ düşmanlık gösterdikleri
halde sakindi, sevinçliydi. İçersi havasız, pisti. Nehlüdof dışarı çıktı, bahçeye gitmek istedi; ama o geceyi,
arka kapıyı, hizmetçilerin bölümünü hatırladı. Kötü anıların kirlettiği yerlerde dolaşmak istemedi canı.
Merdivene oturdu gene, kayın ağacının taze yapraklarının keskin kokusu dolu ılık havayı ciğerlerine
çekerek uzun süre baktı karanlık bahçeye, değirmenin sesini, bülbüllerin —tam merdivenin dibindeki
küçük ağaçta sesi ıslık gibi çıkan bir kuşun daha— ötüşünü dinledi. Kâhyanın odasında ışık söndü.
Doğuda, ambarın damı üzerinde ay kıpkızıl yükseliyordu. Donuk ışiğı yeşillenmiş bahçeyi, köhne evi daha
bir aydınlatmıştı şimdi. Uzaklardan gökgürültüleri geliyor, gökyüzünü kara bulutlar kaplıyordu. Bülbüller,
kuşlar susmuştu. Değirmenin gürültüsü arasından kazların bağırması duyuluyordu yalnız. Daha sonra
köyde, kâhyanın avlusunda erkenci horozlar —havanın bozacağı sıcak gecelerde her zaman yaptıkları
gibi— çok erken ötmeye başladılar. Horozların erken ötmesini iyiye yorarlar çoğunlukla, halk arasında
böyle bir inanç vardır. Nehlüdof için iyiden de çok öteydi bu gece. Neşe dolu, mutlu bir geceydi bu.
Tertemiz bir genç •iken burada geçirdiği o yazın anısı canlanmıştı içinde. Yalnız o zaman değil, hayatının
en iyi anlarında olduğu gibi hissediyordu kendini şimdi. On dört yaşında bir çocukken, gerçeği ona
göstersin diye. Tanrıya yakardığı; ayrılırlarken annesinin dizine yatıp hüngür hüngür ağlayarak, daima iyi,
dürüst olacağına, onu hiç üzmeyeceğine söz verdiği zamanlarda olduğu gibi hissediyordu kendini; Nikolay
ignatyef le iyi her şeyde birbirlerini ölünceye kadar desteklemeye, insanları mutlu etmek için var güçleriyle
çalışmaya karar verdikleri günlerdeki Nehlüdof olmuştu... Kuzminsk'de evine, koruluğuna, malına,
mülküne nasıl acıdığını hatırladı; şimdi de acıyıp acımadığını sordu kendi kendi— 263 —
• ne. Bir zaman acıyabilmiş olması bile tuhafına gidiyordu şimdi.
Bugün gördüklerini şöyle bir geçirdi aklından. Onurı korusundan ağaç kesti diye ceza evine atılan adamın,
çocuklarıyla bir başına kalmış kadını; onların durumundaki kadınların beylere metres olarak satılmak
zorunda olduklarına inanan —hiç değilse, böyle söyleyen— korkunç Matryona'yı hatırladı onun çocuklara
karşı tutumu, onların yuvaya götürülüşü, pılı pırtıya sarılı, beslenememekten bir deri bir kemik kalmış,
gülümseyen çocuk geldi gözlerinin önüne. Aç ineğine bakamadı diye Nehlüdof için çalışmak zorunda
bırakılan, bitkin, gebe kadını görür gibi oldu. Ceza evini, traşlı kafaları, hücreleri, o iğrenç kokuyu,
zincirleri, bütün bunların yanında da başkent sosyetesinin aşırı lüksünü hatırladı. Hepsi de son derece
canlı, açık seçikti bu anıların.
Parlak dolunay ambarın arkasından yükselmişti. Avluda siyah gölgeler uzuyor, yıkık dökük evin teneke
damı parlıyordu.
Susmuş bülbül, bu güzel ışığın boşa gitmesini istemiyormuş gibi, bahçede ötmeye başlamıştı gene.
Nehlüdof, Kuzminsk'de her şeyi enine boyuna düşündüğünü, neyi nasıl yapacağı sorularına birer cevap
bulmaya çalıştığını hatırladı. Nasıl da kafasını karıştırmıştı bu sorular, her soruya bir sürü cevap vardı,
bunlardan birini seçmek öylesine güçtü... Oysa şimdi de soruyordu kendi kendine aynı soruları,
cevaplarını kolayca veriyordu. Bu kolaylık şaşırtıyordu onu. Sonunun ne olacağını hiç umursamadığı,
yalnızca ne yapması gerektiğini düşündüğü için kolay geliyordu ona bu sorular şimdi. Şaşılası bir
durumdu, kendisiyle ilgili sorunları bir türlü çözümle-yemiyor, başkaları için yapması gereken şeyleri
kesinlikle biliyordu. Toprağı köylülere vermesinin gerektiğini, çünkü toprak sahibi olmanın kötü bir şey
olduğunu biliyordu şimdi. Katyuşa'-yı bırakmaması gerektiğini, ona yardım etmek, ona yaptığını ödemek
için her şeye hazır bulunmak zorunda olduğunu da biliyordu kesinlikle. Bu mahkemelerde, cezalar
başkalarının göremediği bir şeyleri gördüğünü hissediyor; onları incelemek, öğrenmek, kendi kendine
açıklamak zorunda olduğuna inanıyordu. Bütün bunların sonundan ne çıkacağını bilmiyordu, ama birinciyi
de, ikinciyi de, üçüncüyü de yapması gerektiğinden kuşkusu yoktu. Bu kararlılık hoşuna gidiyordu işte.—
264 —
Kara bulutlar iyice kaplamiştı gökyüzünü; ay ışığı yerini bütün avluyu, kırık dökük evi aydınlatan şimşek
ışığına bırakmıştı. Gök tam tepede gürlüyordu şimdi. Kuşlar susmuştu, yapraklar hışırdamaya başlamış bu
kez; rüzgâr, Nehlüdof'un oturduğu merdivene kadar geliyor, saçlarıyla oynuyordu. Bir damda tıkırdamaya
başladı yağmur, bir şimşek aydınlattı her yanı; Nehlüdof üçe kadar saymamıştı ki daha, korkunç bir
patlama oldu tepesinde, gürültü uzaklara doğru yayıldı.
İçeri girdi Nehlüdof; Evet, evet, diye düşünüyordu. Hayatımızı, hayatımızın anlamını anlayamıyorum,
anlayamam da: Halalarım niçin yaşadılar? Nikolay Ignatyef'çik niçin öldü? Katyu-şa niçin çıktı karşıma?
Niçin yaptım o deliliği? Niçin savaştık? Ya savaştan sonraki o çılgın yaşayışım niyeydi? Benim elimde
değildi bunların hiç biri, hepsi de yüce bir kuvvetin işiydi. Bu kuvvetin alnıma yazdığı şeyi yapıp
yapmamaksa benim elimdedir. Bunu yaptığım zamanlar mutlu oluyorum ancak.
Yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya başlamıştı; damdan gürültüyle akarak fıçıya doluyordu yağmur
suları. Şimşek daha bir seyrek aydınlatıyordu şimdi evle avluyu. Nehlüdof odasına çıktı, soyunup yatağa
girdi. Yırtık, pis duvar kâğıtlarının varlığını haber verdiği tahtakurularından korkmuyor da değildi.
Evet, beyliği bırakıp uşak olmalı, diye geçirdi içinden. Hoşuna gitmişti bu düşünce.
Korktuğu geldi başına. Işığı söndürür söndürmez, tahtaku-rularının saldırısına uğradı.
Malı, mülkü köylülere verip Sibirya'ya gitmek pislik, bite, tahtakurusuna yem olmak demektir... Elden ne
gelir, bunlara katlanmam gerekiyorsa katlanırım gene de, kalkıp açık pencerenin önüne oturdu; uzaklaşan
bulutları, gene gözüken dolunayı seyre daldı.
IX
Ancak sabaha karşı uyuyabildi Nehlüdof, bu yüzden de devrisi gün çok geç kalktı.
Kâhyanın çağırdığı seçilmiş yedi köylü gün ortasında elma bahçesine geldiler. Kâhya bir elma ağacının
altına, yere kazık
— 265 —
çaktırarak küçük bir masayla peykeler yaptırmıştı. Köylüler uzun konuşmalardan sonra şapkalarını giyip
peykelere oturmaya razı oldular ancak. Şimdi temiz sandallar giyen, askerden yeni gelmiş genç köylü,
şapka denecek yeri kalmamış şapkasını cenazelerde olduğu gibi önünde tutuyordu. Michel Angelo'nun
ya-pıtlarmdaki ihtiyarlan andıran; ak sakalı bukle bukle; güneşte yanmış kahverengi, geniş alnını gür,
kıvırcık, ak saçlar çevreleyen, ağırbaşlı, yaşlı bir köylü, şapkasını giyip, ev dokuması kumaştan, temiz
ceketinin önünü açıp oturunca öteki köylüler de oturdular..
Onlar yerleştikten sonra, Nehlüdof da karşılarına oturdu; dirseklerini masaya, düşüncelerini, plânlarını
yazdığı kâğıdın üzerine koydu.
Köylülerin azlığından mı, yoksa kendiyle değil de işle ilgilendiğinden mi nedendi bilinmez, bu keresinde
son derece serbestti Nehlüdof. Konuşurken, ak sakalı bukle bukle ihtiyara bakıyordu daha çok; onun itiraz
etmesini ya da söylediklerini onaylamasını bekliyordu. Ne var ki, Nehlüdof, ihtiyar üzerine düşüncelerinde
yanılmıştı. Gerçi temiz yüzlü ihtiyar, güzel başını arada bir evet anlamına, öteki köylüler itiraz ettiklerinde
de kaşlarını çatarak iki yana sallıyordu ya, Nehlüdof'un sözlerini güçlükle —o da, yanındakiler Nehlüdof'un
söylediklerini onların dilinde tekrar ettiklerinde— anlayabildiği belliydi. Bu ihtiyarın hemen yanında oturan,
bir gözü şaşı, kaba kumaştan yamalı bir pardösü giyinen, potinlerinin altı delik deşik, yok denilecek kadar
az sakallı, ufak tefek ihtiyar çok daha iyi anlıyordu Nehlüdof'un söylediklerini. Kaşlarını oynatarak olanca
dikkatiyle dinliyordu onu, Nehlüdof'un söylediklerini kendi dilleriyle tekrar ediyordu hemen. Gözlerinde
zekâ pırıltıları olan ak sakallı, kısa boylu ihtiyar da hemen anlıyordu. Nehlüdof'un sözlerine karşı her
fırsatta alaylı, şakacı karşılıklar veriyor, besbelli kendini göstermek istiyordu. Askerliğin etkisiyle
sersemlememiş, anlamsız asker söylevlerine alışmamış olsaydı, askerden yeni gelen genç de
kavrayabilirdi durumu. Nehlüdof'un anlattıklarıyla en ciddi ilgilenen kalın sesli, top sakallı, ev dokuması
kumaştan temiz bir elbise, yeni sandallar giymiş uzun burunlu adamdı. Hep dinliyor, ancak gerektiği
zaman konuşuyordu. Geri kalan— 266 —
iki ihtiyar —biri, dün Nehlüdof'un önerisine öylesine bağırarak olumsuz cevap veren, dişleri dökülmüş
ihtiyardı; öteki de saçı sakalı ağarmış, temiz yüzlü, ince bacaklarına yapışmış uzun çizmelerini sıkı sıkı
bağlamış, topal, uzun boylu bir ihtiyardı— ikisi de dikkatle dinledikleri halde, hemen hiç konuşmuyordu.
Nehlüdof önce toprak mülkiyeti üzerine düşüncelerini açıkladı:
— Bence toprak parayla alınıp satılamaz, dedi. Çünkü, satılırsa parası bol olan alır onu; sonra da,
toprağı olmayandan, ondan yararlanmasına karşılık istediğini alır. Toprağa basmasına bile para
almadan izin vermez.
Gözlerinin içi gülen, ak sakallı ihtiyar:
— O zaman kanat takıp uçmak kalır bize de, dedi. Uzun burunlu adam kalın sesiyle:
— Doğru, diye ekledi. Askerden gelmiş köylü onayladı:
- Öyle.
Temiz yüzlü, topal ihtiyar:
— Kadıncağız ineğe ot kesti diye yakalayıp kodese tıktılar onu, dedi.
Dişleri dökülmüş sinirli ihtiyar:
Beş verst ötede yer kiraya veriyorlar, ama öyle bir fiyat istiyorlar ki, yanına varılmıyor, diye ekledi.
Canımızı alacaklar ellerinden gelse.
Nehlüdof:
— Ben de sizinle aynı düşüncedeyim, dedi, toprak sahibi olmayı da günah sayıyorum. Bu yüzden size
vermek istiyorum toprağımı.
Sakalları kıvır kıvır ihtiyar:
— Doğrusu, çok iyi bir şey, dedi.
Nehlüdof'un toprağı onlara kiraya vermek istediğini sandığı belliydi.
— Ben de bunun için geldim buraya zaten. Toprağım olsun istemiyorum artık. Onu sizlere nasıl
verebilirim, bir yol bulmalıyız buna.
Dişleri dökülmüş, sinirli ihtiyar:
- Ver köylülere bitsin gitsin, dedi.
— 267 —
Nehlüdof, bu sözde onun içtenliğine duyulan bir kuşku hissederek bozuldu ilk anda. Ama çabuk toparladı
kendini; bu fırsattan yararlanarak, söylemek istediğini söyledi:
— Seve seve verirdim vermesine, dedi, ama, nasıl vereceğim? Hangi köylülere? Niçin size de,
Deminsk köylülerine değil? (Kurak topraklı komşu köydü bu.)
Hepsi susuyordu. Yalnız, askerden yeni gelmiş köylü:
— Doğru, dedi. Nehlüdof:
— Söyler misiniz, diye devam etti, Çar toprağın toprak sa-hipierinden alınıp köylülere dağıtılmasını
buyursa...
Aynı köylü kesti Nehlüdof'un sözünü:
— Böyle bir şey mi var yoksa?
— Yok, Çarın böyle bir şey buyurduğu yok. Ben söylüyorum: Çar toprak sahiplerinden toprağın alınıp
köylülere dağıtılmasın! söylese nasıl dağıtırsınız toprağı siz olsanız?
Sobacı köylü kaşlarını çabuk çabuk indirip kaldırarak:
— Nasıl mı? dedi. Adam basma eşit dağıtırdım toprağı; köylüye ne kadar verirsem beye de o
kadar verirdim.
Temiz yüzlü, topa! ihtiyar:
— Tamam işte, dedi. Adam basma eşit dağıtılır. Herkes bu düşünceden yana çıktı.
Nehlüdof:
— Nasıl adam başına? diye sordu. Hizmetçilere de mi?
Eski asker gülümsemeye çalışarak:
— Hayır, dedi.
Ama kafası çalışan, uzun boylu köylü ona karşı çıktı. Bir an düşündükten sonra, kalın sesiyle:
— Herkese eşit vermeli, dedi. Nehlüdof önceden hazırlamıştı itirazını:
— Olmaz. Toprağı işlemeyen —beylere, uşaklara, aşçılara, memurlara, yazarlara, kentte yaşayanlara—
insanlara toprak verirsen, kendi paylarını alır, gider zenginlere satarlar. Gene zenginlerin elinde toplanır
toprak. Herkese dağıtıldığı için, toprağın asıl sahiplerine yeterince toprak düşmemiştir; zenginler de,
toprağa ihtiyacı olmayanların toprağını satın aldığına göre, ge-— 268
269 —
ne onlara, elinde çok toprak olanlara hizmet etmek zorunda kalacaktır köylüler.
Asker hemen onayladı:
— Tabiî.
Sobacı, askerin sözünü öfkeyle keserek:
— Toprağın, onu kendi işleyenden başkasına satılmasını yasaklarsın olur biter, dedi.
Nehlüdof buna da itiraz etti; toprağı kimin kendi için, kimin başkaları için işlediğini anlamanın güç olduğunu
söyledi.
Kafası çalışan, uzun boylu köylü:
- Öyleyse ortak mal olur toprak, dedi, hep birlikte işler köylü. (Kalın sesiyle, kararlı devam etti.) Çalışanlar
payını alır, çalışmayanlara bir şey verilmez.
Komünistliğin öne sürdüğü bu düşünceye de itirazı hazırdı Nehlüdof'un. Bunun için herkesin pulluğunun,
atlarının olması gerektiğini söyledi. Hiç kimsenin ötekilerden geri kalmaması için herkeste bunların eşit
olması; ya da her şeyin —atların da, pullukların da, harman araç gereçlerinin de— ortak mal olması
gerektiğini, bunu yapabilmek içinse herkesin bu konuda aynı görüşte birleşmesinin zorunlu olduğunu
söyledi.
Sinirli ihtiyar:
— Bizim köylü milletini dünyada birleştiremezsin, dedi. Gözlerinin içi gülen ak sakallı ihtiyar:
— Birbirlerini yerler, diye karıştı söze. Kadınlar birbirinin gözünü oyarlar.
Nehlüdof:
— Sonra nasıl böleceksiniz toprağı? dedi. Birine verimli, öbürüne kıraç, kumluk yer düşerse?
Sobacı:
- Herkese her topraktan eşit ölçüde verilir, dedi. Nehlüdof, bu toprak dağıtma işinin bir köyde değil, bütün
illerde yapılacağını söyleyerek itiraz etti. Toprağı köylülere bedava dağıtacaklarına göre, niçin bazılarına
iyi, bazılarına kötü yerler verilsindi? Herkes iyi yeri kendine almak isterdi. Asker:
- Öyle ya, dedi. Ötekiler susuyordu.
Nehlüdof:
- Göründüğü gibi basit bir sorun değildir bu, diye devam etti. Hem yalnız bizler değil, bir çok insan
düşünüyor bunu, çözmeye uğraşıyor. George derler bir Amerikalı var, o bir yol bulmuş. Ben de onunla
aynı görüşteyim.
Sinirli ihtiyar:
— Mal sahibi sensin, dedi, istediğine verebilirsin. Kimseyi ilgilendirmez ki.
Sözünün kesilmesi canını sıkmıştı Nehlüdof'un. Ama buna canı sıkılanın yalnız kendisi olmadığını
farkedince sevindi. Kafası çalışan köylü, ağırbaşlı:
- Dur hele bir Semyon dayı, dedi, bırak da bitirsin söyleyeceklerini.
Bu hoşuna gitti Nehlüdof'un. Henry George'un savunduğu tek vergi usulünü anlatmaya koyuldu onlara:
- Toprak, hiç kimsenindir, diye başladı, Tanrınındır. Birkaç ses duyuldu:
— Elbette. Tabiî.
- İnsanların ortak malıdır toprak. Herkesin eşit hakkı vardır onda. Gelgelelim bazı toprak iyidir, bazısı
kötü. Herkes iyisi kendisinin olsun ister. Hakça bir dağıtım nasıl yapılabilir burada? (Nehlüdof kendi
sorusuna kendi cevap verdi):
İyi toprağı alan, toprağı olmayanlara aldığı toprağın ücretini öderse
tamam olur. Parayı kimin kime ödeyeceğini kesinlikle bilmek güç olduğundan, toprağı alanlar ücretini
topluma verebilirler, toplum da bu parayla çeşitli ihtiyaçlarını giderir. Bu durumda haksızlığa
, uğrayan da olmaz. Toprak sahibi mi olmak istiyorsun, iyi toprak için çok, kötü toprak için daha az para
ver, al toprağı. Toprağın olsun istemiyorsan para da vermeyeceksin, toplumsal ihtiyaçların için senin
yerine toprağı olanlar verecekler para. Sobacı kaşlarını oynatarak:
- Bu güzel, dedi. iyi toprağı alan daha çok para verir. Bukleli ihtiyar:
— Doğrusu kafalı adammış şu Corc, dedi.
Uzun boylu köylü, besbelli sözün nereye gelmekte olduğunu sezinleyerek:
- Yeter ki verilebilecek bir para olsun bu, dedi.— 270 —
271 —
— Ne çok, ne de az olacak... Pahalı olursa, ödeyemez toprağı alanlar, zarara uğrarlar, ucuz olursa bu
kez herkes birbirinden toprak almaya kalkışır, bir toprak alış verişidir başlar. Beni ası! düşündüren de bu
zaten.
Köylüler:
— Doğru, çok doğru, dediler. Bir yolu bulunur ama... Bukleli ihtiyar:
— Sahi, çok kafalı adammış şu Corc! dedi. Neler düşünmüş. Kâhya gülümsedi:
— Peki, ben de toprak almak istersem ne olacak? Nehlüdof:
— Fazla yer varsa alıp çalışın, dedi. Gözlerinin içi gülen ihtiyar:
— Sen ne yapacaksın toprağı? diye sordu. Karnın tok, sırtın pek...
Toplantı böylece sona erdi.
Nehlüdof önerisini tekrarladı gene, ama hemen cevap istemedi; öteki köylülerle konuştuktan sonra gelip
cevaplarını bildirmelerini söyledi.
Köylüler:
— Olur, dediler.
İzin isteyip kalktılar. Hepsi de heyecanlıydı. Yüksek sesle konuşmaları giderek zayıflayarak hayli zaman
duyuldu. Gece geç saatlere kadar köyde çetin tartışmaların olduğunu gösteren sesler geldi dereden
doğru.
Devrisi gün köylüler çalışmadılar, beyin önerisini görüştüler. İkiye ayrılmıştı köylü: Bir bölümü beyin
önerisinin onlann yararına, tehlikesiz olduğunu savunuyor; bir bölümü de bunun dümen olduğundan
kuşkulanıyor, işin aslını anlayamadıkları için korkuyordu. Ne var ki, öbürsü gün öneriyi kabul etmeye hepsi
razı oldu, aldıkları karan Nehlüdof'a bildirmeye geldiler. Bu kararın alınmasında özellikle yaşlı bir kadınm
sözleri etkili olmuştu, herkesin içindeki kuşkulan silip süpürmüştü söyledikleri. Beyin, kendini dine
verdiğini, ruhunun kurtuluşu için toprağını köylülere dağıtmak istediğini söylemişti. Bu açıklamayı,
Nehlüdof, Panovo'ya geldiğinde bol bol verdiği sadaka da doğruluyordu. Nehlüdof un burada böylesine çok para dağıtmasının başlıca nedeni, köylülerin ne denli yoksul
olduklarına, ne denli korkunç koşullar altında yaşadıklarına ilk kez tanık olmasıydı. Köylünün yoksul
olduğunu eskiden de biliyordu, ama bu kadar olduğunu sanmıyordu. Şaşırmıştı. Her isteyene çıkarıp
veriyordu. Çok parası vardı: Geçen yıl Kuzminsk'de sattığı korunun parasıyla, satacağı öte berinin
kaparosunu almıştı.
Beyin, isteyene para verdiği haberi duyulunca, yakın köylerden herkes —özellikle kadınlar— para
istemeye koşmuşlardı. Nehlüdof ne yapacağını, bu sorunu nasıl çözeceğini, kime ne kadar vereceğini
bilmiyordu. Bildiği bir şey varsa o da, dilenen insanlara —onda çok olan paradan— vermemenin elinde
olmadığıydı. Her gelene vermek de anlamsız bir şeydi. Bu durumda tek kurtuluş yolu alıp başını gitmek,
uzaklaşmaktı buradan. Bunun için acele ediyordu şimdi.
Panovo'da son gününü, evde kalan öte beriyi karıştırarak geçirdi Nehlüdof. Halasının, büyük, bronz
kulpunun topuzu aslan başlı, eski, maun komidininin en alt gözünde bir sürü mektupla bir resim buldu.
Dört kişi vardı resimde: Sofiya İvanovna, Ma-riya İvanovna, Nehlüdof —üniversite öğrencisiyken—, bir de
Katyuşa... Taptaze, tertemiz, güzel, hayat doluydu bu resimde Katyuşa. Evdeki eşyalar içinden yalnız
mektuplarla bu resmi aldı Nehlüdof. Geri kalan her şeyi, gülümseyen kâhyanın.isteğine uyarak, değerinin
onda biri kadar bir para karşılığında evi alan değirmenciye bıraktı.
Nehlüdof, elinden çıkardığı şeylere Kuzminsk'de duyduğu acımayı hatırlayınca kendi kendine şaşıyordu
şimdi. O zaman acıyordu, oysa şimdi üzerinden büyük bir ağırlık atmış gibi sevinçliydi. Yeni yeni eller
gören, geziye çıkmış bir insanın duyduğu yenilik duygusu vardı içinde.
X
Bu gelişinde kent pek bir tuhaf, değişik etki etmişti Nehlüdof'a. İstasyonda trenden indiğinde hava
kararmıştı, sokak fenerlerinin aydınlattığı sokaklardan geçerek geldi evine. Odalar naftalin kokuyordu hâlâ.
Agrafena Petrovna da, Korney de hayli— 272 —
yorulmuşlar; görevleri besbelli yalnız havalandırılmak, kurutulmak, sonra gene kaldırılmak olan eşyaları
toplarken kavga bile etmişlerdi. Nehlüdof'un odasının işi bitmişti, ama toplanmamıştı henüz. Koridorlar
sandık dolu olduğu için, Nehlüdof'un gelişi evin içindeki, tuhaf bir heyecanla sürdürülen çalışmayı
aksatmıştı. Bir zamanlar içinde yaşadığı bu anlamsız çaba, köyde gördüklerinden sonra onda öylesine
kötü bir etki uyandırmıştı ki, hemen devrisi gün otele taşınmaya karar verdi. Agrafena Pet-rovna'ya her
şeyi bildiği, gerekli, gördüğü gibi yapmak fırsatını verecek, evi toplamak için çağırdığı ablası gelene kadar
orada kalacaktı.
Nehlüdof sabah erken çıktı evden, cezaevinin yakınında karşısına ilk çıkan bir otelde iki odalı, çok kötü
döşenmiş,, pis, ucuz bir daire tuttu kendine; evde ayırdığı bazı eşyaların buraya getirilmesini söyledikten
sonra avukata gitti.
Hava soğuktu. Yağmurdan, fırtınadan sonra, ilkbaharda çoğunlukla görülen o soğuklar bastırmıştı.
Öylesine soğuktu, rüzgâr öylesine kamçılıyordu ki, pardesüsüyle donuyordu. Nehlüdof, ısınmak için
giderek çabuklaştırıyordu adımlarını.
Köylüleri düşünüyordu: Kadınları, çocukları, ihtiyarlan, ömründe ilk kez gördüğü o yoksulluğu, o ezilmişliği,
sarkan incecik bacaklarını durmadan oynatan, ıstırap gülümsemesi yüzünden hiç gitmeyen çocuğu...
Elinde olmadan, kentteki insanlarla karşılaştırıyordu onları. Kasap, balıkçı, hazır elbise dükkânlarının
önünden geçerken —onları daha önce hiç görmemiş gibi— dükkân sahiplerinin şişmanlığına şaşıyordu.
Köyde böyle şişman bir tek insan yoktu. Bu dükkân sahipleri, sattıkları mallardan anlamayanları
kazıklamak olan uğraşlarının çok yararlı, bir uğraş olduğundan kuşku etmedikleri belliydi. Sırtlarında
kocaman düğmeleri olan geniş omuzlu arabacılar da; sırmalarla donatılmış, resmî kasketli kapıcılar da;
önlüklü,, kıvırcık saçlı oda hizmetçisi kızlar da; hele hele, yaylılarına kurulmuş, yayalara küçümseyerek,
küstahça bakan, enseleri traş edilmiş bıçkın arabacılar da şişmandı hep. Bunların, topraktan yoksun
oldukları için kente göç etmiş köylüler olduğunu düşünüyordu Nehlüdof. Bu insanlardan bazıları kentteki
koşullardan yararlanmasını bilmiş,
— 273 —
beyler gibi yaşamaya başlamışlardı, mutluydular, bazılarısa, köyde olduğundan daha ağır koşullar altında
yaşamak zorunda kalmışlardı kentte, daha perişan olmuşlardı. Bir bodrumun penceresinde çalışan
ayakkabıcıların bunlardan olduğunu düşündü Nehlüdof; sabunlu buharın çıktığı açık pencerelerin önünde
ütü yapan, cılız kolları çıplak, soluk benizli, üstlerinde başlarında olmayan, sıska çamaşırcı kadınlar da
bunlardandı... Nehlüdof, karşılaştığı önlüklü, çıplak ayaklarında delik deşik ayakkabılar, tepeden tırnağa
kadar boya içinde iki boyacının da öyle olduğunu düşündü. Güneşten yanmış, damarlı, ince kollarını
dirseklerine kadar sıvamış, boya kovalarını taşıyor, bir yandan da atışıyorlardı. Istırap, bitkinlik okunan
yüzleri öfkeliydi. Arabacı yerlerinde sarsıla sarsıla giden yük arabacılarının tozlu, simsiyah yüzleri de
öyleydi. Sokak başlarında çocuklarıyla durmuş, dilenen kadınların, üstleri başları yırtık erkeklerin
yüzlerinde de vardı aynı öfke. Önünden geçtiği meyhanenin açık penceresinde de gördü aynı yüzleri
Nehlüdof. Üzerleri şişe, çay takımı dolu, pis mi pis masaların arasından beyaz önlüklü garsonlar sağa sola
yalpa vurarak gidip geliyor; terden sırılsıklam yüzleri kırmızı müşteriler bağırıp çağırıyor, şarkı
söylüyorlardı. Bir tanesi —bir şeyi hatırlamaya çalışıyormuş gibi— kaşlarını kaldırmış, dudaklarını uzatmış,
pencerenin yanında oturuyor, önüne bakıyordu.
Nehlüdof, soğuk rüzgârın kaldırdığı tozla birlikte, her yana dağılmış boya kokusunu da ciğerlerine çekerek,
Niçin toplanmışlar bunlar buraya? diye geçirdi içinden.
Bir sokakta, birtakım demirler taşıyan bir yük arabasıyla beraber yürüdü bir süre. Girintili çıkıntılı yollarda
demirler öylesine gürültü çıkarıyordu ki, kulakları çınlamaya başladı Nehlüdof'un, adımların! çabuklaştırdı.
Tam o sırada, gürültünün arasından, birinin onu adıyla çağırdığını duydu. Durdu. Biraz ilerdeki yaylıda,
bembeyaz dişlerini göstererek gülümseyen, ona el sallayan, sivri bıyıklarının uçları kalkık, güzel yüzlü bir
subay gördü.
— Nehlüdof? Sen misin?
Birden sevindi Nehlüdof. Sevinçle:
Diriliş — F: 18— 274 —
- Ah! Şenbık, dedi.
Ama ortada sevinecek bir şey olmadığını anlamakta gecikmedi.
Bir zamanlar halalara uğrayan Şenbık'dı bu. Çoktan beri kaybetmişti onu Nehlüdof; alaydan ayrıldığını,
süvarilikte kaldığını, borçlarına rağmen, bir şeyler yapıp zenginler arasında yaşamayı sürdürdüğünü
duymuştu. Arkadaşının neşeli, mutluluk okunan yüzü, duyduklarının doğru olduğunu gösteriyordu.
Şenbık, yaylıdan inip, omuzlarını düzeltirken:
— Seni ele geçirmem iyi oldu! dedi. Kimsecikler yok koca kentte. İhtiyarlamışsın be kardeşim.
Yürüyüşünden tanıdım seni. Ne dersin, yemeği beraber yer miyiz? Sizin burada nerenin yemekleri
güzeldir?
Arkadaşından, onu gücendirmeden nasıl ayrılabileceğini düşünen Nehlüdof:
— Bilmem ki, dedi, pek zamanım yok da... Senin ne işin var buralarda?
— Var işte bazı işlerim. Vesayet işleri. Vasiyim ben. Sa-manof'un işlerini yönetiyorum. Tanıyor
musun onu? Denizde kum, herifte para. Biraz aptaldır yalnız. Ama elli dört bin hektar arazisi var.
(Arazi kendininmiş gibi kurularak söylüyordu bunu.) İşleri berbattı. Arazisinin hepsi köylülerin elindeydi.
Para falan vermiyorlardı ona. En azından seksen bin zarar ediyordu yılda. Bir yıl içinde düzelttim işlerini,
yüzde yetmiş fazla gelir sağla-dsm ona.
Nehlüdof, Şenbık'ın varını yoğunu har vurup harman savurduktan, ayrıca —ödemek niyetinde olmadığı—
bir sürü de borç ettikten sonra, sözü geçen birinin yardımıyla, malını, mülkünü ona buna yediren para
babası bir ihtiyarın vasisi olduğunu, bu işten elde ettiği kazançla yaşadığını duyduğunu hatırladı.
Nehlüdof, arkadaşının krem sürülmüş, pırıl pırıl parlayan yüzüne, bıyıklarına bakar, onun içten
konuşmasını, vasilik işlerini nasıl yoluna koyduğuyla övünmesini dinlerken düşünüyordu kendi kendine:
Gücendirmeden nasıl ayrılabilirim ondan acaba?
— Ee, nerede yiyeceğiz yemeğimizi? Nehlüdof saatine bakarak:
— Benim zamanım yok ama, dedi.
— 275 —
— Peki öyleyse. Akşama at yarışı var. Gelecek misin?
— Hayır.
— Gel canım. Benim atım yok, ama Grişin'leri tutacağım. Hatırlıyor musun? Çok iyi bir atı var.
Bekleyeceğim seni, beraber yeriz akşam yemeğimizi.
Nehlüdof gülümsedi:
— Akşam yemeği de yiyemem seninle.
— Ne oluyor sana? Nereye gidiyorsun böyle? İstersen bırakayım seni.
— Avukata gidiyorum. Hemen şu sokağı dönünce, oradadır evi.
— Ceza evinde bir işler çevirîyormuşsun, öyle mi? Cezalılara yardım mı ediyorsun? Korçagîn'ler
söylediler bana. (Şenbık gülümsedi.) Gittiler. Anlatsana!
Nehlüdof:
— Duyduklarının hepsi doğrudur, dedi. Sokakta anlatılmaz!
— Eskiden beri tuhaf huyların vardır zaten. Evet, yarışlara gelecek misin?
— Hayır. Zamanım da yok, canım da istemiyor. Ne olursun gücenme bana.
— Tanı da buldun gücenecek adamı! Nerede kalıyorsun?
Birden ciddileşti Şenbık, gözleri daldı, kaşlarını çattı. Bir şeyi hatırlamaya çalıştığı belliydi. Nehlüdof,
meyhanenin penceresinde gördüğü, kaşları kalkık, dudaklarını uzatmış adamın yüzündeki aptalca ifadeyi
gördü bir an arkadaşının yüzünde.
— Amma da soğuk, değil mi?
— Evet.
Şenbık, Nehlüdof'un elini sıkarken:
— Neyse, hadi allahaısmarladık, dedi. Seni gördüğüme çok çok sevindim.
Yaylıya atladı, son derece beyaz dudaklarında her zamanki gülümsemesi, pırıl pırıl parlayan yüzünün
önünde yeni güderi eldivenli, geniş elini salladı.
Nehlüdof yoluna devam ederken, Ben de böyle miydim bir zamanlar? diye düşünüyordu. Tam böyle
olmasam bile, böyle olmayı istiyor, ömrümün sonuna kadar böyle yaşayabileceğimi sanıyordum.XI
— 277 —
Avukat, sırada bekleyenleri atlatarak hemen içeri aldı Neh-lüdof'u. Önce Menşof'ların işini anlattı. Ama
oğulu haksız yere tutuklamaları şaşırtmıştı onu.
- Korkunç bir şey bu, diyordu. Yangını mal sahibinin, sigortadan para almak amacıyla çıkarmış olduğu
yüzde yüzdür. Ama asıl önemli olan, Menşof'ların suçlu olduklarının ispat edilemediğidir. Hiç bir delil yok.
Sorgu yargıcının işgüzarlığı, savcının da adam-sendeciliği işte. Yeter ki kasabada değil, burada bakılsın
dâvaya. Kazanacağımdan kuşkunuz olmasın, para falan da istemiyorum. Gelelim öteki işe, Çar'a dilekçe
hazır. Peters-burg'a gideceksiniz alın kendiniz götürün, tanıdıklarınızdan da yardım isteyin. Yoksa adalet
bakanlığından bilgi isterler, onlar da başlarından savar, yani olumsuz cevap verirler, boşuna uğraşmış
oluruz. Elinizden gelirse büyük kimselerle görüşmeye çalışın.
— Çar'la mı? diye sordu Nehlüdof. Avukat gülümsedi.
— Çar en büyüktür, dedi. Büyük dediğim, dilekçe komisyonu başkanı falandır. Başka bir isteğiniz?
Nehlüdof cebinden bir mektup çıkararak:
— Var, dedi. İncil okudukları için ceza evine atılan birkaç kişi bir mektup yazmış bana. Yazdıkları
doğruysa gerçekten çok tuhaf bir şey bu. Bugün görüşmeye çalışacağım onlarla, durumu öğreneceğim.
Avukat gülümsedi.
— Bakıyorum da ceza evindekilerin koruyucusu oldunuz. Yakınmalarıyla ilgileniyorsunuz. Ama o
kadar çoktur ki orada yakınma, korkarım hepsinin üstesinden gelemeyeceksiniz.
Nehlüdof:
— Hayır, dedi, gerçekten çok tuhaf bir şey bu. Köyde İncil okumak için toplanmış köylüler. Jandarmalar
gelip dağıtmışlar. Devrisi pazar gene toplanmışlar, o zaman komiseri çağırmışlar, tutanak, düzenlenmiş,
mahkemeye vermişler köylüleri. Sorgu yargıcı soruşturma yapmış, savcı iddianameyi hazırlamış,
yargıcın karşısına çıkarmışlar köylüleri. Savcı
iddianamesini okumuş, deliller —İnci!— masanın
üzerindeymiş. Sürgün cezasına çarptırmışlar adamları. Korkunç bir şey bu. Doğru mudur acaba?
— Şaşırtıyor mu sizi bu?
— Hem de çok. Emir kulu olan komiseri anlıyorum, ama savcının yaptığına ne buyrulur? Mektep
medrese görmüş bir insandan beklenir mi bu?
— Savcıların, mahkeme görevlilerinin ilerici insanlar olduğunu düşünmeye alıştığımız için yanılıyoruz
zaten. Bir zamanlar öyleydiler, ama değiştiler şimdi. Ayın sonunu getirmekten başka bir düşünceleri
olmayan memurlardır bunlar. Aylığın! alıyor, ama yetmiyor ona bu para, prensipleri burada bitiyor. Kimi
isterseniz suçlamaya, cezalandırmaya hazırdır.
- Topluca İncil okudular diye insanları sürgüne yollayacak yasalar var mıdır?
— Sürgüne değil, küreğe yollayacaklar bile vardır. Yeter ki, İncil'i okurken birbirlerine, yasak olduğu
biçimde anlatmış olsunlar onu, yani kiliseye hakaret yüz doksanıncı maddeye göre sürgünü gerektirir.
— Olamaz böyle bir şey.
- Bal gibi olur. Kendilerine minnettar olduğumu her fırsatta söylerim sayın mahkeme görevlilerine.
Çünkü ben de siz de, hepimiz ceza evinde değilsek, onların iyi yürekliliğindendir bu. İnsanları tüm
haklarından yoksun etmek, sürgüne yollamak son derece kolaydır onlar için.
- Peki ama, her şey savcının, yasaları uygulayıp uygulamamak ellerinde olan insanların keyfine bağlıysa
mahkemeler neye yarıyor?
Avukat kahkahayla gülmeye başladı.
- Neler soruyorsunuz! dedi. Felsefeye girer sizin bu dediğiniz. Konuşuruz bunu. Cumartesi günü bize
gelin. Bilginler, edebiyatçılar, sanatçılar gelecek. Bu genel sorunlar üzerinde konuşuruz. Karımla
tanışıyorsunuz. Bekleyeceğim, gelin.
Avukat genel sorunlar derken manalı manalı yükseltmişti sesini.
Nehlüdof:
— Gelmeye çalışırım, dedi.
Yalan söylediğinin farkındaydı. Çalışacaktı ama gelmeye değil, avukatın evinde toplanacak bilginlerin,
edebiyatçıların, sanatçıların araşma katılmamaya çalışacaktı.278 —
— 279 —
Nehlüdof'un, yasaları uygulamak ya da uygulamamak görevlilerin keyfine bağlıysa mahkemelerin neye
yaradığını söylemesi üzerine avukatın gülmesi, felsefe, genel sorunlar der-kenki ses tonu, onun avukattan
ne denli uzak olduğunu göstermişti Nehlüdof'a. Avukatın arkadaşları da onun gibi düşüneceklerdi yüzde
yüz. Nehlüdof eski arkadaşlarından —Şenbık gibi— olduğu kadar avukattan da, onun çevresinden de
daha bir uzak hissediyordu kendini şimdi.
XII
Ceza evi uzaktı, vakit de geç olmuştu; Nehlüdof ceza evine gitmek için bir arabaya bindi. Orta yaşlı, zeki
bakişlı, temiz yüzlü arabacı bir sokaktan geçerken Nehlüdof'a döndü, yapılmakta olan büyük bir evi
göstererek:
— Şu eve bakın, dedi, ne kadar büyük!
Evi kendi yapıyormuş da, bununla övünmek istiyormuş gibi bir hali vardi,
Gerçekten de büyük, acayip bir yapıydı bu. Demir çivilerle çakılı kalın çam kalasları yükselen yapıyı
çepeçevre sarıyor, onu sokaktan ayırıyordu. Kalas köprüler üzerinde, üstleri başları kireç, işçiler karınca
gibi çalışıyordu. Bazıları duvar örüyor, bazıları taş kırıyor, bazıları da ağır tekneleri yukarı çıkarıyor,
başlarını indiriyordu.
Temiz giyimli, şişman bir bey —mühendis olsa gerekti— merdivende duruyor, onu saygıyla dinleyen
Vladimir'Ii kalfaya yukarıyı göstererek bir şeyler söylüyordu. Mühendisle kalfanın yanındaki kapıdan boş
tekneler çıkıyor, doluları giriyordu.
Nehlüdof, bu eve bakarak düşünüyordu kendi kendine: Hepsi —çalışanlar da çalıştıranlar da— bunun
gerekli bir uğraş olduğuna nasıl da inanıyorlar! Evlerinde gebe karıları, güçlerini aşan işlerin altından
kalkmaya çalışırken, pılı pırtıya sarılı çocukları ince bacaklarını sallayarak, açlıktan ölmek üzere, acı acı
gülümserlerken onların burada, gereksiz bir insana, onları döven, soyup soğana çeviren bir aptala bu
konağı yapmak zorunda olduklarına inanıyorlar.
Düşüncesini yüksek sesle söyledi:
— Kafasızlık bu evi yapmak. Arabacı bozulmuştu.
— Kafasızlık mı dediniz? diye itiraz
etti. Kafasızlık olur mu hiç? Halk iş buluyor, daha ne
istiyorsunuz!
— Hiç bir şeye yaramayacak bir ev yapıyorlar.
— Yaptıklarına göre yarayacak demektir. Halk ekmek parası kazanıyor hem.
Nehlüdof —daha çok tekerlek gürültüsünden sesini duyu-ramayacağı için— cevap vermedi. Ceza evine
yaklaştıklarında arabacı parkeden toprak yola indi. Şimdi gürültü kesildiği, rahat konuşabileceği için,
arabacı yerinde yarım dönerek Nehiüdof'a baktı. Karşıdan gelen, omuzlarında hızarları, baltaları, çuvalları,
yarım kürekleriyle köylüleri göstererek:
— Bunları kente sürükleyen nedir? dedi. Para, para kazanmak tutkusu.
Nehlüdof:
— Önceki yıllardan daha mı çok geliyorlar şimdi? diye sordu.
— Oho! Bu yıl duldular da doldular. B.eyler birini atıp birini alıyorlar. Çok bol çünkü.
— Niçin böyle oldu bu yıl?
— Oldu işte. Ne yapsınlar zavallılar?
— Sebep ne ama? Köyde niçin kalmıyorlar?
— Ne yapsınlar böyle? Toprak yok ki.
İnsan, bir yerini incittiğinde nasıl ki inadınaymış gibi hep orasını çarpar, acıtırsa, Nehlüdof'un karşısına da
her yerde hep aynı şey çıkıyordu.
Bundan başka konu yok mu? diye geçirdi içinden. Sonra arabacıya, köylerinde ne kadar toprak olduğunu,
arabacının ne kadar toprağı olduğunu, niçin kentte oturduğunu sormaya başladı.
Arabacı seve seve cevaplar veriyordu:
— Can başına bir hektar düşer bizim orada, efendim. Üç canlık toprağımız var bizim. Babamla bir
kardeşim evdedir, öteki askerde. Aslında ekip biçecek bir şey de yok ya. Kardeşim de Moskova'da bir iş
tutmak istiyordu...
— Toprak kiralayamaz mısınız?
— Veren kim? Beyler satıp savdılar mallarını. Tüccarlar aldı hepsini. Onlar da dünyada vermezler kiraya,
kendileri ekip bici— 280 —
yorlar. Bizim köy bir Fransızm, parasını verip o aldı köyü. Kiraya Vermiyor.
— Adı nedir bu Fransızm?
V Düfar. Tanıyorsunuzdur belki de. Büyük tiyatroda aktrist-lerin saçlarını yapıyor. İyi bir iş. Zengin oldu.
Bizim eski bayandan aldı köyü. Onundur şimdi bizim orası. Ara sıra uğrar. Allah razı olsun ondan, iyi
adamdır. Ama bir Rus karısı var, köpekten beterdir, düşmanımın başına vermesin öylesini Tanrım.
Köylünün kanını emiyor. Felâket bir şey. İşte geldik ceza evine. Nerede ineceksiniz? İçeri mi gireceksiniz?
Sanırım bırakmazlar.
Nehlüdof, yüreği küt küt vurarak, Maslova'yı nasıl bir durumda bulacağını bilmemenin verdiği korkuyla
ceza evinin kapısını çaldı. Çıkan gardiyana Maslova'yı sordu. Gardiyan deftere baktı, revirde olduğunu
söyledi. Nehlüdof revire gitti. İyi yürekli" bir ihtiyar olan revir bekçisi içeri aldı onu, kimi görmek istediğini
öğrenince çocuk bölümüne yürüdü.
Üstü başı fenol kokan genç doktor koridora, Nehlüdof'un yanına çıktı, sert bir tavırla ne istediğini sordu. Bu
doktor, cezalılara karşı çok yumuşak davranırdı. Bu yüzden ceza evi yöneticileriyle, hattâ baş hekimle sık
sık tatsız olaylar geçerdi arasında. Nehlüdof'un ondan yasa dışı bir şey isteyeceği korkusuyla, sonra hiç
kimseye ayrıcalık tanımayacağını göstermek için böyle sert davranmıştı.
— Burada kadın yok, dedi, çocuk bölümüdür burası.
— Biliyorum, ceza evinden buraya hastabakıcı olarak verilen bir kadın vardı da.
— Var, evet. İki tane var. Ne istiyorsunuz? Nehlüdof:
— Onlardan biri, Maslova yakınımdır. Görmek istiyordum onu. Cezasının kaldırılması için dilekçe
vermeye Petersburg'a gidiyorum da. Şunu verecektim ona. Bir fotoğraf.
Nehlüdof bir zarf çıkardı cebinden. Doktor yumuşamıştı.
— Olur, dedi.
_ 281 —
Beyaz önlüklü yaşlı bir kadına hastabakıcı Maslova'yı Çağırmasını söyledikten sonra Nehlüdof'a döndü
gene:
-— Oturmak istemez miydiniz acaba? Bekleme odasına geçiniz bari.
Nehlüdof:
— Teşekkür ederim, dedi.
Doktordaki iyi değişmeden yararlanarak, Maslova'dan memnun olup olmadıklarını sordu. Doktor:
— Çalışıyor işte, dedi, içinde bulunduğu koşulları göz önüne alırsak fena değil. Geldi işte.
Bir kapıdan yaşlı kadın çıktı. Maslova da arkasındaydı. Üzerinde çizgili bir entariyle beyaz önlük vardı. Bir
başörtü bağlamıştı başına. Nehlüdof'u görünce kızardı, kararsızlık içinde bir an duraladı, sonra kaşlarını
çattı, başını önüne eğip, koridorun yol halısı üzerinde çabuk adımlarla ona doğru yürüdü. Nehlüdof'un
yanına gelince önce elini uzatmak istemedi ona, sonra uzattı, daha da kızardı uzatınca. Taşkınlığı için
Nehlüdof'tan özür dilediği görüşmelerinden sonra hiç görmemişti onu Nehlüdof; şimdi de öyle bulacağını
sanıyordu onu. Ama çok değişmişti Maslova. Yüz ifadesinde yeni bir şey vardı: çekingen, tutuk bir şey,
—Nehlüdof'un sezinlediği gibi— ona karşı beslenen bir öfke. Nehlüdof, doktora söylediğini ona da söyledi
Petersburg'a gideceğini; içinde Panovo'dan aldığı fotoğraf bulunan zarfı verdi ona.
— Panovo'da buldum bunu, çok eski bir fotoğraf, hoşunuza gider belki. Alın.
Maslova siyah kaşlarını kaldırarak, şehlâ gözleriyle —bunu ona niçin verdiğini soruyormuş gibi— şaşkın
şaşkın baktı Nehlüdof'un yüzüne, sessizce aldı zarfı, önlüğünün içine soktu.
Nehlüdof:
— Teyzenizi gördüm orada, dedi. Maslova umursamaz bir tavırla:
— Öyle mi? diye mırıldandı.
— Burada iyi misiniz?
— Eh işte, iyiyim.
- Ağır değil ya göreviniz?
— Değil. Alışmadım daha.— 282 —
— 283 —
tur.
— Sizin adınıza sevindim. Oradan iyi burası. Maslova:
— Nereden? dedi.
Yüzü kızardı. Nehlüdof hemen cevap verdi:
— Ceza evinden.
— Niçin?
— Burada insanlar daha iyidir sanırım. Oradaki gibiler yok— Çok iyileri vardı orada. Nehlüdof:
— Menşof'lar için elimden geleni yaptım, umarım serbest bırakacaklar onları, dedi.
Maslova hafifçe gülümsedi.
— İnşallah. Çok iyidir zavallı kadın.
— Bugün Petersburg'a gidiyorum. Sizin dosyayı incelemeleri yakındır, kararı bozacaklarını sanıyorum.
Maslova:
— Bozsalar da bozmasalar da önemli değil artık benim için, dedi.
— Niçin artık?
Maslova, soru dolu bakışlarını Nehlüdof'un yüzüne kaldırarak:
— İşte, dedi.
Nehlüdof bu cevabı da bakışı da Maslova'nın, Nehlüdof'un kararından dönüp dönmediğini öğrenmek
istediği anlamına aldı.
— Sizin için niçin önemli olmadığını biliyorum, dedi. Ama benim için sizi serbest bıraksalar da
bırakmasalar da gerçekten önemsizdir bu. Her iki durumda da, size söylediğimi yapmaya hazırım.
Mâslova başmı kaldırdı, siyah, şehlâ gözlerini Nehlüdof'un yüzünde takılı kaldı; yüzü bir sevinçle
aydınlandı. Ama ağzından çikan, gözlerinin söylediğinden bambaşkaydı:
— Boşuna konuşuyorsunuz böyle.
— Bilesiniz diye söyledim.
Maslova gülümsememek için kendini zorlayarak:
— Bu konuda konuştuk her şeyi, dedi, söyleyecek başka bir şey yok.
İçerde bir gürültü oldu. Bir çocuk ağlamaya başladı'. Maslo-telâşlı, bakınarak:
— Beni çağırıyorlar galiba, dedi.
— Allahaısmarladık öyleyse, dedi Nehlüdof.
Maslova, kendine uzatılan eli farketmemiş gibi yapıp, Nehlüdof'un elini sıkmadan döndü, gururunu
gizlemeye çalışarak ça-auk adımlarla uzaklaştı yo! halısı üzerinde.
Ne olup bitiyor ruhunda? Neler düşünüyor? Neler hissedi-/or? Beni mi denemek istiyor, yoksa gerçekten
affedemiyor mu? Düşüncelerini, duygularını söyleyemiyor mu, söylemek mi iste-..niyor? Bana karşı
yumuşadı mı biraz, yoksa kızıyor mu? Neh-jlüdof bu soruları kendi kendine soruyor, hiç birine bir cevap
bulamıyordu. Bildiği bir şey vardı: Maslova'nın değiştiğini, ruhunda önemli bir değişikliğin olduğunu, bu
değişikliğin yalnızca Nehlüdof'u Maslova'ya bağlamakla kalmayıp, onu, adına bu değişiklik olan varlığa da
bağladığını biliyordu. Bu değişiklik onu heyecanlandırıyor, sevindiriyor, duygulandırıyordu.
Maslova, sekiz çocuk karyolasının bulunduğu odaya dönünce, hemşireden aldığı emir uyarınca yatak
takımlarını değiştirmeye koyuldu. Elinde çarşaf, fazla öne uzandığı için az kaldı düşüyordu. Hastalığı
geçmek üzere olan, boynu sanlı bir çocuk güldü ona, Maslova da tutamadı artık kendini, yatağa oturup
kahkahalarla gülmeye başladı; gülüşü öylesine tuhaftı ki, birkaç çocuk daha gülmeye başlamıştı; hemşire
öfkeyle bağırdı ona:
— Ne gülüyorsun be? Eskiden çalıştığın yerde sandın ken-jdini galiba! Koş yemeği getir.
Maslova sustu, kapları alıp tam çıkıyordu ki, gülmesi yasak olan boğazı sarılı çocukla gözgöze gelince
ağzını tutarak güldü
I gene. Akşama kadar, yalnız kaldığı zamanlar zarftan resmin ucu--nü birkaç kere çıkarıp uzun uzun baktı.
Ama gece nöbeti bitip de, bir hastabakıcıyla beraber kaldığı odada yalnız kalınca fotoğrafı tamamen çıkardı zarftan, gözlerini uzun süre ayırmadan, bakışlarıyla her şeyi — yüzleri de, giysileri
de, balkonun basamaklarını da, Nehlüdof'un onun, halaların yüzlerinin arasındaki ağaçlan da —
okşayarak sararmış karta uzun süre baktı. Özellikle kendine, taptaze, güzel yüzüne, alnını çevreleyen
bukle bukle— 284 —
saçlarına bakmaya doyamıyordu. O kadar dalmıştı ki, oda arkadaşı hastabakıcının odaya girdiğini bile
farketmedi.
İyi yürekli, şişman hastabakıcı fotoğrafın üzerine eğilerek:
— Nedir bu? dedi. O mu verdi sana? Şu sen misin yoksa? Maslova, arkadaşının yüzüne bakıp
gülümseyerek:
— Ya şu kim? diye mırıldandı.
— Kim mi? O mu? Bu da annesi mi?
— Halası. Tanıyamadın mı beni?
— Tanıyamadım tabiî. Söylemesen dünyada tanıyamazdım. Yüzün çok değişmiş. On yıl geçmiş aradan!
Maslova:
— Yıllar değil, bir ömür, dedi.
Canlılığı birden geçti. Derin bir keder kapladı yüzünü, kaşlarının arasında derin kırışıklar belirdi.
— Orada rahattın galiba.
Maslova gözlerini kapayıp başını salladı:
— Evet, çok rahattım, dedi. Kürekten beter.
— Sebep?
— Öyle işte. Akşamın sekizinden sabahın dördüne kadar rahat vermezlerdi. Her gün böyleydi bu.
— Niçin ayrılmazdın onlardan? Maslova:
— İsterdim ayrılmak, ama ayrılamazdım ki, dedi. Boş ver! Ayağa kalktı, fotoğrafı masanın gözüne attı;
gözyaşlarını güç
tutarak, kapıyı küt dîye vurup koridora çıktı. Fotoğrafa bakarken, orada olduğu gibi hayal etmişti kendini; o
zaman ne kadar mutlu olduğunu, şimdi de Nehlüdof'la ne çok mutlu olabileceğini düşünmüştü.
Arkadaşının sözleri, şimdiki durumuyla o zamanki durumunu hatırlatmıştı ona; hayatın, o zamanlar hayal
meyal hissettiği, ama kendi kendine itiraf etmekten çekindiği korkunçluğunu getirmişti gözlerinin önüne. O
korkunç geceleri — özellikle, parasını ödeyip onu kurtaracağına söz veren üniversite öğrencisini beklediği,
yortudan önceki geceyi — düşünüyordu. Kırmızı ipek kumaştan, sağına soluna şarap dökülmüş, açık
elbisesiyle, karmakarışık saçlarına kırmızı bir kordelâ bağlı, yorgunluktan bitkin bir durumda, sarhoş,
gecenin ikisinde konukları yolcu ettikten sonra, dansa ara verildiğinde gidip sıska, elmacık
— 285 —
kemikleri çıkık, yüzü sivilceli bir arkadaşının yanına oturduğunu —kemancıya eşlik ederdi bu arkadaşı—
ona çekilmez hayatından yakınmaya başladığını hatırladı. Arkadaşı da kendi yaşayışından yakınmıştı,
buradan ayrılmayı düşündüğünü söylemişti. Klara gelmişti yanlarına, üçü hemen karar vermişlerdi: Bu
hayattan ayrılacaklardı. O gecenin son olacağını söylüyorlardı, tam yatmak için kalkıyorlardı ki, dışarda
sarhoş konukların gürültüsü duyuldu. Kemancı neşeli bir Rus halk şarkıcı çalmaya başladı, Maslova'nın
arkadaşı, piyanonun tuşlarına olanca gücüyle indiriyordu parmaklarını. Beyaz gömlekli, fraklı, ufak tefek
bir adam —pis pis şarap kokuyor, konuşurken hıçkınyordu; terlemişti— Maslova'yı kaldırdı dansa; kısa
boylu, sakallı, gene Iraklı (bir balodan gelmişlerdi) arkadaşı da Klara'yi kaptı, uzun süre döndüler, dans
ettiler, bağırıp çağırdılar, içtiler... Böyle bir yıl, bir yıl daha geçti aradan, bir yıl daha. Kurtulamadı! Bütün
bunların sebebi Nehlüdof'du. Maslova'nın içine, eskiden ona duyduğu nefret doldu birden; ona sitem
etmek, bağırıp çağırmak istedi. Onu tanıdığını, ona teslim olmayacağını, bedensel yönden ondan
yararlandığı gibi ruhsal yönden de yararlanmasına izin vermeyeceğini, onu soylu uygunun bir aracı
yapmasına göz yummayacağını yüzüne haykırma fırsatını kaçırdığı için üzülüyordu şimdi. Bu üzüntüsünü
bastırmak için içki istedi canı. Hücrede olsaydı sözünü tutmaz, içerdi de. Buradaysa sağlık memurundan
başka kimseden alamazdı içki; oysa korkuyordu sağlık memurundan, asılıyordu ona çünkü. Erkeklerle
konuşmaktan bile iğreniyordu. Koridordaki tahta kanepede bir süre oturduktan sonra odaya döndü,
arkadaşının sorularına cevap vermeden, mahvolmuş hayatı için uzun süre acı acı ağladı.
XIV
Petersburg'da Nehlüdof'un üç işi vardı: Maslova'ya verilen cezanın yargıtayca kaldırılmasına çalışacak;
Fedosya Birükova' nın dilekçe komisyonundaki işini izleyecek; Vera Bogoduhovs-kaya'nm isteği üzerine,
jandarma başkomutanlığında ya da üçüncü şubede, Şustova'nın serbest birakılması bir de Vera
Bogodu-hovskaya'nın mektubunda anlattığı, kalede tutuklu gencin, anne-.— 286 —
siyle görüştürülmesi için uğraşacaktı. Bu üç işten başka, oldukça onemli dördüncü bir işi daha vardı: İncil
okudukları için ailelerinden uzaklaştırılıp Kafkasya'ya sürüleni köylülerin işiyle ilgilenecekti. Bu işin
aydınlanması için elimden geleni yapacağına köylülerden çok kendi kendine söz vermişti.
Maslennikof'la son görüşmesinden, özellikle, köye gitmesinden bu yana, o güne kadar içinde yaşadığı
çevreye, küçük bir azınlığın mutluluğu, rahatı için milyonlarca insanın çektiği ıstırabın öylesine titizlikle gizli
tutulduğu çevreye karşı sonsuz bir nefret duymaya başlamıştı. Bu çevrenin insanlarının, çekilen bu
ıstırapları görmedikleri için bu hayatın kötülüğünü, çirkinliğini de farkedemediklerini düşünüyordu. Bu
çevrenin insanlarıyla utanç duymadan, kendi kendine kızmadan konuşamıyordu artık. Öte yandan, geçmiş
günlerinin alışkanlıkları, akrabaları, dostları hep bu çevreye çekmekteydi onu. En önemlisi de, şimdi
istediği tek şeyi yapabilmek; Maslova'ya, öteki zavallılara yardım edebilmek için bu çevrenin, yalnız saygı
duymamakla kalmayıp, üstelik nefret de ettiği iğrenç insanlarından yardım dilemek zorundaydı.
Petersburg'da, eski bir bakanın karısı olan teyzesi kontes Çarskaya'nın evinde kalıyordu. Kendini, öylesine
yabancılaştığı, uzaklaştığı aristokrat çevrenin içinde bulmuştu birden. Hiç hoşlanmamıştı bundan, ama
yapabileceği başka bir şey de yoktu. Teyzesinin evinden ayrılıp otele yerleşmesi gücendirdi onu; ayrıca,
çok tanıdıkları vardı teyzesinin; işlerinde çok yardımı dokunabilirdi ona.
Yoldan yeni gelmişti daha, kontes Katerina İvanovna onu kahveyle ağırlarken:
- Söylesene, doğru mu duyduklarım? dedi. Tuhaf şeyler yapıyormuşsun. Vous posez un Howard! (1)
Suçlulara yardım ediyor, ceza evlerinde dolaşıyor, aksaklıkları gidermeye çalışı-yormuşsun.
— Yo, aklımın ucundan bile geçirmedim.
— Bu hoşuma gitti işte. Ufak bir aşk hikâyesi olsa gerek. Anlatsana.
(')
Hovvard rolü oynuyorsun! (Fransızca)
— 287 —
Nehlüdof, Maslova'yla olan ilişkisini baştan sona kadar olduğu gibi anlattı.
— Ha evet, sen o kocakarıların yanında kalırken Elen bir şeyler anlatmıştı bana: Oda hizmetçileriyle
evlendirmek mi ne istemişler seni (kontes Katerina İvanovna Nehlüdofun halalarını küçük görürdü)... O kız
demek? Elle est encore joilîe? (')
Katerina İvanovna altmış yaşlarında, şen yaradılışlı, hareketli, konuşkan bir kadındı. Uzun boylu, çok
şişmandı; ince, siyah kıllar vardı üst dudağında. Nehlüdof çok severdi onu. Çocukluğundan beri onun
yanında daha bir canlı, neşeli hissederdi kendini, alışmıştı buna.
— Hayır, ma tante, (2) aşk falan yok, her şey bitti. Ona yardım etmek istememin iki sebebi var: Bir kere,
haksız yere, hiç suçu yokken çarptırıldı cezaya; sonra, benim yüzümden düştü bu duruma, başına
gelenlerin suçlusu benim. Onun için elimden gelen her şeyi yapmak zorundayım.
— Onunla evlenmek niyetinde olduğunu duydum, doğru mu bu?
— Doğru, ama istemiyor.
Katerina İvanovna kaşlarını çatıp, gözlerini açarak baktı yeğenine. Yüzü birden değişmişti. Bu habere
sevindiği belliydi.
— O senden akıllı, dedi. Ah ne aptalsın sen! Sahi evlenecek miydin onunla?
— Evlenecektim tabiî.
— Yaptıklarını bile bile mi?
— Evet. Bütün suç bende çünkü. Kontes gülümsemesini tutarak:
— Vallahi delisin sen, deli. Hem de zırdeli. Ben de bunun için severim seni zaten, zırdeli olduğun için.
Yeğenine her yönden yakıştığına inandığı bu zırdeli sözcüğünü pek sevdiği için tekrarlamıştı.
— Sırası gelmişken söyleyeyim, diye devam etti, Aline'in Magdalena'lar için çok hoş bir evi var. Bir kere
ben de gittim oraya. İğrenç şeyler. Eve gelince tepeden tırnağa iyice yıkandım.
(1)
Hâlâ güzel mî? (Fransızca) (2)
Teyzeciğim (Fransızca)— 288 —
Ama Aline corps et âme (') ilgileniyor bu işle. Seninkini de ona veririz. Aline'den iyi hiç kimse düzeltemez
onu.
— Ama kürek cezasına çarptırıldı. Buraya, mahkeme kararının bozulması için çalışmaya geldim zaten.
Sizden yardım isteyeceğim ilk iş bu.
— Bak hele! Nerede bakılacak onun dâvasına?
— Yargıtayda.
— Yargıtayda mı? Sevgili cousin'im Levuşka yargıtaydadır ya.
Sahi,
aptallar dairesinde saray
sözcüsüydü. Yargıtay asil üyelerinden hiç birini tanımıyorum. Kim bilir ne biçim adamlardırlar: Ya tout
alphabet'leri Ge, Fe, De olan Almanlar ya da birtakım İvanof'lar, Semyonof'lar, Nikilin'ler ya da pour varier
(2) İvanenko'lar, simonenko'lar, Nikitenko'lar. Des gens de l'autre monde. (3) Ama gene de söylerim
kocama. O tanır onları. Herkesi tanır o. Söyleyeceğim ona. Ama sen de anlat ona, yoksa dünyada
anlamaz söylediklerimi. Ne söylersem söyleyeyim; hep, bir şey anlamadığını söyler. C'est un parti pris. (4)
Herkes anlıyor da bir o anlamıyor.
Bu arada sırmalı pantalonlu bir uşak elinde gümüş bir tepsinin içinde bir mektupla geldi.
— Aline'den geliyor. Kizeveter'i de dinleyeceksin.
— Kim bu Kizeveter?
— Kizeveter mi? Bu akşam gel, öğrenirsin kim olduğunu. Öyle bir konuşuyor ki, en azılı haydutlar bile
ayaklarına kapanıyor, hüngür hüngür ağlayarak pişmanlıklarını bildiriyorlar.
Kontes Katerina İvanovna —gerçi çok tuhaf bir şeydi bu, üstelik yaradılışına da hiç gitmiyordu ya—
hıristiyanlığın aslının, inanç ve günahların bedelinin ödenmesi olduğunu savunan öğretiye sıkıdan sıkıya
bağlıydı. O zamanlar moda olan bu öğretinin anlatıldığı, konuşulduğu toplantılara gider, buna inananları
evine toplardı. Bu öğreti yalnızca ayinleri, tasvirleri değil, günah çıkartma, vaftiz gibi şeyleri de reddettiği
halde, kontes Katerina
(')
Bedenen de, ruhen de (Fransızca)
(2)
Değişiklik olsun diye. (Fransızca)
(3)
Başka çevrenin insanları. (Fransızca)
(4)
Kararını vermiştir önceden. (Fransızca)
— 289 —
îvanovna'nın bütün odalarında, yatağının başucunda bile tasvirler vardı; kilisenin istediği her şeyi de
—bunda herhangi terslik görmeden— yerine getirirdi.
— Senin Magdalena da bir kere dinlese onu, hemen değişir, dedi. Bu akşam ne et et, gel eve.
Olağanüstü bir adam bu.
— Hoşlanmam böyle şeylerden ben, ma tante.
— Ben de hoşlanacaksın diyorum. Muhakkak gel. Başka bir isteğin varsa benden, söyle. Vîdez votre
sac. (')
— Bir işim de kalede.
— Kalede mi? Olur, baron Krigsrnut'a bir pusla yazar veririm sana. C'est un tres brave homme (2). Sen
de tanıyorsun onu zaten. Babanın arkadaşıydı. II donne dans le spirît'sme. (3) Neyse, önemli değil bu. İyi
temiz yürekli bir insandır. Ne yapacaksın kalede?
— Orada yatan bir gencin, annesiyle görüşmesine izin verilmesine çalışacağım. Ama bana bu izni
Krigsmut'un değil, Çerv-yanski'nin verebileceğini söylediler.
— Sevmem Çervyanski'yi, ama Mariette'nin kocasıdır, biliyorsun. Ona söyleyebiliriz. Benim için yapar
bu işi. Elle est tres gentille. (4)
— Bir işim daha var. Bir kadınla ilgili. Üç dört aydir ceza evinde yatıyor, ama sebebini bilen yok.
— Vardır, vardır, kendi bilir niçin yattığını. Çok iyi bilirler onlar. Kimse boş yere içeri tıkmaz o kel kafalıları.
— Boş yere mi, boş yere değil mi, bilmiyoruz bunu. Bildiğimiz bir şey varsa, ıstırap çektikleridir.
Hıristiyansınız, teyze, İncil'e inanırsınız, ama gene de bu kadar acımazsınız...
— Hiç bir şey engel değildir buna. İncil'in yeri başka, böyle şeylerin yeri başka. İğreniyorsam
iğreniyorum... İmansızlardan nefret ediyorken, tutup da onları sevdiğimi söylesem, numara yapsam daha
kötüdür bu.
(')
Hepsini açıkla, (Fransızca)
(2)
Çok değerli bîr insandır. (Fransızca)
(3)
İspritizmayla uğraşır. (Fransızca)
(4)
Çok candan bir kadındır (Fransızca)
Diriliş — F: 19— 290
291
— Niçin nefret ediyorsunuz onlardan?
— Bir mart olaylarından sonra mı soruyorsun bunu?
— Hepsi katılmadı ki bir mart olaylarına.
— Olsun varsın. Onları ilgilendirmeyen işlere ne diye sokarlar burunlarını? Kadın işi değildir bunlar.
Nehlüdof:
— Şey, dedi, Mariette'nin bu işlerle ilgileneceğini söylüyorsunuz ama...
— Mariette mi? Mariette başka, onlar başka. Ne idüğü belirsiz birtakım Haltüpkina'lar çıkıp ona buna
ders vermeye kalkıyor.
— Ders vermeye değil; halka yardım etmek istiyorlar.
— Onlar olmadan da bilinir, kime yardım edileceği, kime edilmeyeceği.
— Öyle ama, halk sürünüyor. Köyden yeni döndüm. Bizler yan gelip yatalım, lüks içinde yaşıyalım diye
köylülerin, aç susuz bütün güçleriyle çalışmaları doğru bir şey midir?
Nehlüdof, teyzesinin iyi yürekliliğine inandığı için, düşüncelerini ona olduğu gibi açmak istiyordu. Teyzesi:
— Ne diyorsun yani ?dedi, benim de çalışmamı, aç durmamı mı istiyorsun?
Nehlüdof, elinde olmadan gülümseyerek:
— Hayır, aç durmanızı istemiyorum, diye cevap verdi; herkesin yemesini istiyorum, hepsi o kadar.
Kontes, gene kaşlarını çatıp gözlerini açarak dik dik baktı yeğeninin yüzüne.
— Mon cher, vous finirez mal. C) dedi.
— Neden?
O anda uzun boylu, geniş omuzlu bir general girdi odaya. Kontes Çarskaya'nın, emekli bakan kocasıydı
bu. Yeni traş ettirdiği yüzünü Nehlüdof'a uzatarak:
— A, hoş geldin Dmitri, dedi. Ne zaman geldin?
Bir şey söylemeden karısının alnından öptü. Kontes Kateri-na İvanovna kocasına döndü:
O
Sonun kötü olacak senin, dostum, (Fransızca)
— Non, il est impayable. (') Dereye gidip çamaşır yıkamamı, bir patatesle karnimi doyurmamı buyuruyor
bana. Korkunç bir aptaldır, ama senden istediklerini gene de yap. Zırdelidir. Duydun mu, Kamenskaya çok
fenaymış, umudu kesmişler ondan; bir uğrayıversen.
— Uğrayacağım.
— Hadi gidin ne konuşacaksanız konuşun, ben birkaç mektup yazacağım.
Nehlüdof konuk salonunun yanındaki odaya geçiyordu ki, teyzesi seslendi ona:
— Mariette'ye de yazayım mı?
— Lütfen, ma tante.
— Öyleyse en blanc (2) bırakırım, senin kel kafalı için söyleyeceklerini kendin anlatırsın, oda kocasına
buyurur. Kocası da yapar. Gaddar sanma beni. Senin bahsettiklerin hepsi iğrenç yaratıklardır, ama Je ne
leur pas de mal. (3) Cehennemin dibine kadar yolları var! Hadi git artık. Ama akşama muhakkak evde ol.
Kizeveter'i dinleyeceksin. Dua edeceğiz. İtiraz etmeyecek olursan ça vous fera beaucoup de bien (4)
Biliyorum, Elen de siz de bu yönden çok geri kaldınız. Hadi güle güle.
XV
Emekli bakan kont İvon Mihayloviç, inançlarına sıkı sıkı bağlı bir insandı.
Gençliğinden beri inandığı bir şey vardı: Nasıl ki kuşlar solucan yiyerek doyururlardı karınlarını, giysileri
tüydendi, havada uçarlardı; o da en iyi aşçıların hazırladığı en pahalı, en değerli yemekleri yer; en rahat,
en pahalı giysileri giyer; en uysal, en hızlı atların çektiği arabalara binerdi. Bütün bunlar ayağına getirildi
hem. Kont İvan Mihayloviç ayrıca, aylığı ne denli yükselirse, altınlı-elmaslı ne denli çok nişan alırsa,
saraylı kadınlarla
(1)
Hayır, hiç kimseye benzemiyor o. (Fransızca)
(2)
Bîr boş yer. (Fransızca)
(3)
Kötülüklerini istemem. (Fransızca)
(")
Çok yararı dokunacak sana bunun. (Fransızca)
— 292 —
,
erkeklerle ne denli çok görüşürse onun için daha iyi vb inanırdı. Bundan gayrısına boş verirdi kont İvan
Mihayloviç, değersiz bulurdu. İlgilenmezdi nasıl olup bittikleriyle. Kırk yıldır bu inançla yaşamıştı
Petersburg'da bakanlığa kadar da yükselmişti.
Kont İvan Mihayloviç'in böylesine bir başarı sağlamasına yardım eden nitelikleri şunlardı: bir kere,
evrakların, yaşatana anlamın! iyi kavrar tutarlı olmasa bile, kolay anlaşılır, gramer yanlışı bulunmayan
evraklar düzenlerdi; sonra, son derece gösterişliydi, gerektiği yerde sadece gururlu değil, mağrur, çok
yüksek bir kişiliğe sahipmiş gibi davranmasını bilir, gerektiğinde de küçülürdü; son olarak da, kişisel ya da
toplumsal hiç bir prensibi yoktu, bu yüzden, istediği zaman her şeye razı olur, gerekli görmediği zaman da
hiç bir şeyi kabul etmezdi. Böyle davranır ken yalnızca gururundan bir şey yitirmemeye, bir de davranışları
arasında göze batan çelişkilerin olmamasına çalışırdı; öte yandan, davranışının dürüst bir davranış mı,
alçaklık mı olduğunu., yaptığının Rus imparatorluğuna ya da bütün dünyaya büyük bir iyiliği mi, zararı mı
dokunacağını düşünmezdi bile.
Bakan olduğunda yalnızca ona bağlı olanlarla —çok insan bağlıydı ona—yakınları değil, uzak yakın
herkes, kendi de, onun çok zeki bir devlet adamı olduğuna inanıyordu. Ama aradan bir zaman geçtikten
sonra hiç bir şey yapmayınca, bir şey gösteremeyince; gene onun gibi evrak yazmayı, anlamayı öğrenmiş,
gösterişli, prensipleri olmayan memurları —varoluş yasası gereğince— onu sıkıştırmalarına dayanamayıp
emekliye ayrılmak zorunda kalınca, onun zeki, anlayışlı olmak şöyle dursun, kafasız, bilgisiz bir insan
olduğunu herkes anlamıştı. Görüşlerinde en bayağı gerici gazetelerin baş yazılarının düzeyine kadar
yükselebilmiş, kendine pek güvenen bir kafasız... Onu zorlayan ötekî bilgisiz, kendilerine güvenen
memurlardan ayrı bir yanının olmadığı çıkmıştı ortaya, kendi de anlamıştı bunu, ama inançları hiç
sarsmamıştı bu, devletten her yıl yüklü bir para almasının, parlak tören giysisine yeni yeni süsler
eklemesinin gerektiğine hâlâ inanıyordu. Bu inancı öylesine güçlüydü kî, bu konuda ona karşı koymaya hiç
kimse cesaret edemiyordu. Her yıl bir bakıma emekli parası, bir bakıma, devletin yüksek bir organında
üye— 293 —
ligine, birtakım komisyonlara, komitelere başkanlık etmesine karşılık ödül diye otuz, kırk bin ruble alıyor;
aynca, gene her yıl omuzlarına ya da pantalonuna yeni yeni sırmalar eklemek, frağı-na şeritler, mine
yıldızlar takmak hakkı kazanıyordu. Bütün bunların sonucu önemli kişilerden hayli tanıdığı vardı kont îvan
Mihayloviç'in.
Kont İvan Mihayloviç, Nehlüdof'un anlattıklarını —bir zamanlar kâtibini dinlediği gibi— dinledikten sonra,
ona biri yargı-tay üyesi Volf'a olmak üzere iki pusla vereceğini söyledi.
— Çeşitli şeyler derler onun için, diye devam etti, ama dans trus fes cas c'est un homme trescomme i!
faut. (') Çok iyiliğim dokunmuştu ona, elinden geleni yapacaktır.
Öteki puslayı, dilekçe komisyonunda önemli bir kişiye yazdı kont İvan Mihayloviç. Nehlüdof'un anlattığı
Fedosya Birükova' nın hikâyesi çok ilgilendirmişti onu. Nehlüdof, bir ara bu konuda çariçeye bir mektup
yazmayı bile düşündüğünü söyleyince kont, hikâyenin gerçekten çok dokunaklı olduğunu, bunu orada
anlatabileceğini söyledi. Ama söz veremedi buna. Bir yandan dilekçe de yürüsün, diyordu. Bir fırsat çıkar,
onu perşembe günü petit comite'ye (2) çağırırlarsa belki de anlatabileceğini düşünüyordu.
Nehlüdof, konttan iki puslayı, teyzesinden de Mariette'ye yazdığı puslayı aldıktan sonra hemen çıktı
evden.
Önce Mariette'ye gitti. Genç kızlığından tanırdı onu. Zengin olmayan aristokrat bir ailenin kızıydı. Devlet
hizmetinde yükselmeye çalışan bir adamla evlendiğini biliyordu. Kocası üzerine hiç de iyi şeyler
duymamıştı Nehlüdof. Yüzlerce, binlerce siyasî suçluya gösterdiği gaddarlığı —asıl görevi onlara ıstırap
çektirmek, eziyet etmekti zaten— biliyordu. Ezilenlere yardım edebilmek için, ezenlerin yanında olmak,
onların yaptıklarının doğru olduğunu kabul ediyormuş gibi, onlardan alışılmış, kuşkusuz farkında
olmadıkları canavarlıklarını biraz —hiç olmazsa bazı kimselere karşı— yumuşatmalarını dilemek her
zamanki gibi ağır geliyordu Nehlüdof'a. Böyle durumlarda bir huzursuzluk,
V)
Ama kim ne derse desin, çok değerli bir insandır. (Fransızca) P)
Küçük, dostça toplantı.
(Fransızca)— 294 —
can sıkıntısı duyar, dilekte bulunsun mu bulunmasın mı diye uzun süre kararsızlık içinde bocalar, ama her
keresinde de verirdi kararını, gider dilerdi dileyeceğini. Şu Mariette'nin, kocasının yanında can
sıkıntısından patlayacağını, yüzünün, kızaracağını biliyordu; ama tek başına kapatıldığı hücrede kıvranan
zavallı bir kadını kurtarabilirdi belki böylece akrabalarının da, kadının da çektiği acılara son verebilirdi...
Dahası var, artık onlardan olmadığını bildiği insanların arasına katılıp —oysa onlar kendilerinden
sanıyorlardı onu hâlâ— onlardan bir şey istemenin yapma-cıklığını hissediyor; bu insanların arasında,
gene eski yola girdiğini sezinliyor, elinde olmadan, bu çevrede sürüp giden başıboşluğa, ahlâksızlığa
kaptırıyordu kendini. Teyzesi Katerina İvanov-na'nın yanında bile hissetmişti bunu. O sabah ciddi
düşüncelerini ona anlatırken şaka ediyormuş gibi bir tavır takınmıştı.
Uzun zamandan beri gelmediği Petersburg, herkesin üzerinde bıraktığı etkiyi onun üzerinde de bırakmıştı:
Her şey öylesine temiz öylesine iyi düzenlenmiş, öylesine rahattı, insanlar ahlâk konusunda öylesine
hoşgörürdüler ki, hayat pek bir rahattı sanki, Dinç ahlâk yönünden daha bir duyarsız hissediyordu kendini
şimdi.
Üstü başı tertemiz, kibar, yakışıklı arabacı pırıl pırıl yıkanmış, sokaklarda dolaşan saygılı, zarif boylu poslu
polislerin; güzel, tertemiz evlerin önünden geçirerek, kanal boyundaki, Ma-Hette'nin oturduğu eve götürdü
onu.
Kapıda, gözlerinde meşin gözlükler olan iki İngiliz atı koşulu bir araba duruyordu. Favorileri yanağının
yarısından, resmi giysili, İngilize benzeyen arabacı, elinde kırbacıyl.a, pek bir kibirli oturuyordu arabacı
yerinde.
Tertemiz üniformalı kapıcı kapıyı açtı. Antrede gözalıcı favorileri güzelce taranmış, pırıl pırıl resmi giysili
sırmalı bir uşakla, yepyeni üniformalı, kılıçlı bir emireri vardı.
— General kabul etmiyorlar. Hanımefendi de. Şimdi çıkacaklar.
Nehlüdof Katerina İvanovna'nın yazdığı mektubu verdi, kartını çıkarıp, ziyaretçilerin yazıldığı defterin
bulunduğu küçük masaya yürüdü; görüşemediği için çok üzüldüğünü yazıyordu ki, uşak merdivene koştu,
kapıcı dışarı çıkıp Arabayı getir! diye
— 295 —
bağırdı; emireriyse hazırola geçip, merdivenden mağrur görünüşüne hiç de gitmeyen bir biçimde çabuk
çabuk inen orta boylu hanımefendiye dikti gözlerini.
Mariette'nin başında tüylü, büyük bir şapka, üzerinde siyah bir giysi, omuzlarında siyah bir şal vardı. Yeni,
siyah eldivenler takmıştı. Yüzü tülle örtülüydü.
Nehlüdof'u görünce tülü kaldırarak, sevimli yüzünü açtı, aydınlık bakışlı gözlerini ona dikti. İçten, tatlı bir
sesle:
— A, prens Dmitri İvanoviç! Dedi. Az kaldı tanıyacak-tım...
— Nasıl olur? adımı bile hatırlıyorsunuz. Mariette Fransızca:
— Elbette, dedi, kızkardeşimle bir zamanlar aşıktık bile size. Ama ne çok değişmişsiniz. Ah, ne yazık ki
gidiyorum.
Kararsızlık içinde bir an durdu.
—
Neyse, gelin yukarı çıkalım.
(Duvar saatine baktı.)
Yo, olmaz. Kamenkaya'nın duasına
gidiyorum. Çok fena durumda zavallı.
— Ne oldu ona?
— Duymadınız mı?... düelloda oğlu öldürüldü. Pozen'le düello etti. Tek oğluydu. Korkunç bir şey. Perişan
oldu kadıncağız.
— Duydum. Mariette:
— Gideyim, gideyim, dedi. Yarın ya da bu akşam gelin daha iyi.
Hafif, çabuk adımlarla kapıya yürüdü. Nehlüdof, onunla beraber dışarı çıkarken:
— Bu akşam gelemem, diye cevap verdi.
Merdivenin dibine yaklaşan doru atlara bakarak ekledi:
— Bir işim vardı sizinle.
— Nedir?
Nehlüdof, sol üst köşesinde Katerina İvanovna'nın adı, soyadının baş harfleri büyük büyük yazılı, uzunca
bir zarf uzattı ona.
— Teyzem yazdı size ne olduğunu, dedi.
— Biliyorum, kontes Katerina İvanovna kocama sözümün geçtiğini sanıyor. Yanılıyor. Yok öyle bir
şey, olsun da istemi-— 296
yorum. Ama kontes için, sizin için bu prensibimden vazgeçebilirim tabiî.
Siyah eldivenli, küçük elini cebine sokup bir şey arayarak:
— Nedir işiniz? diye sordu.
— Hastalıklı, suçsuz bir kızı kaleye atmışlar. — Soyadı ne?
— Şustova, Lidiya Şustova. Mektupta yazıyor. Mariette:
— Pekâlâ, dedi, bir şeyler yapmaya çalışırım.
Yürüyüp, güneşte pırıl pırıl parlayan kupa arabasına bindi, şemsiyesini açtı. Uşak çıkıp arabacının yanına
oturdu, arabacıya sürmesini söyledi. Araba henüz hareket etmişti ki, Mariette şemsiyesiyle arabacının
sırtına dokundu. Besili, gösterişli kısraklar güzel başların! kaldırarak durdular.
Mariette:
— Bekliyorum, dedi, lütfen gelin, ama iş için değil, oturmaya gelin.
Gülümsedi —bu gülümseyişinin ne denli güçlü olduğunu bildirdi—; oyun bitmiş de perdeyi indiriyormuş
gibi, indirdi tülünü. Şemsiyesiyle dokundu arabacının sırtına gene:
— Gidelim artık.
Nehlüdof şapkasını çıkardı. Safkan, doru kısraklar kişnedi-ler, nallarıyla kaldırım taşlarını döve döve hızla
çekip götürdüler, çukurlara girince yeni lâstik tekerlekleri üzerinde hafifçe yaylanan arabayı.
XVI
Mariette'nin gülümseyişini hatırlayınca kendi kendine başsın salladı Nehlüdof:
Saygı duymadığı insanların yüzüne gülmek zorunluğunun onda uyandırdığı kuşku, kararsızlık duygusunu
hissederek, Ne olup bitiyor, anlamadan gene bu hayatın ortasında bulacaksın kendini, diye geçirdi
aklından. Boşuna zaman kaybetmemek için önce nereye, sonra nereye gitmesi gerektiğini düşündü,
yargrtaya yollandı. Son derece kibar, temiz giyimli memurların çalıştığı geniş, güze! döşeli kalem odasına
aldılar onu önce.
— 297 —
Memurlar Nehlüdof'a, Maslova'nın dilekçesinin geldiğini, incelemek üzere yargıtay üyelerine verildiğini,
dilekçe üzerine konuşmayı Volf'un —Nehlüdof'un, teyzesinin kocasından mektup getirdiği yargıtay
üyesiydi bu— yapacağını söylediler.
— Oturum bu hafta, dedi bir memur, ama Maslova'nın dosyasına bu oturumda bakılabileceğini sanmam.
Bir rica ederseniz, bu hafta çarşamba günü bakarlar belki.
Nehlüdof kalem odasında eksik kalmış birkaç işlemin tamamlanmasını beklerken, dinliyordu çevresinden
konuşulanları. Düellodan söz ediyorlardı. Genç Kamenski'nin nasıl öldürüldüğünü, Petersburg'da günün
konusu olan bu düelloyu ayrıntılarıyla orada öğrendi. Olay şuydu: Subaylar istridye yiyorlarmış gazinoda,
her zamanki gibi de çok içiyorlarmış. Biri Kamenski'nin alayı üzerine kötü bir söz etmiş; Kamenski yüzüne
karşı yalancı demiş arkadaşının. O da tutmuş bir yumruk atmış Kamenski' ye. Devrisi gün düello etmişler;
kurşun Kamenski'nin karnına gelmiş, iki saat sonra da ölmüş. Katille düello tanıklarını tutuk-lamışlar, ama
askerî ceza evine atıldıkları halde, iki hafta sonra serbest bırakılacaklarını söylüyorlardı.
Yargıtay kaleminden dilekçe komisyonuna, komisyonda söz sahibi baron Vorobyef'e gitti. Sarayı andıran
bir devlet evinde oturuyordu. Kapıcıyla uşak, kabul günleri dışında baronu kimsenin göremiyeceğini, o gün
çarın yanında olduğunu, devrisi gün de gene konferansa gideceğini söylediler. Nehlüdof mektubu uşağa
verip, yargıtay üyesi Volf'a gitti.
Volf sabah kahvaltısını yeni yapmış, her zamanki gibi, sindirim kolay olsun diye sigara içerek odanın
içinde dolaşırken kabul etti Nehlüdof'u. Vladimir Vasilyeviç Volf gerçekten de un homme tres comme il faut
(') idi. Bu özelliğini her şeyin üstünde tutar, onun doruğundan bakardı öteki insanlara. Bu özelliğine değer
vermemek elinde değildi zaten, onun yardımıyla yükselmişti buraya kadar. Evlilik, on sekiz bin ruble geliri
olan bir mülk sahibi olmayı, kendi çabası da yargıtay üyeliğine kadar yükselmeyi sağlamıştı ona. Yalnızca
un homme tres comme il faut saymazdı kendini; şövalye ruh!u, dürüst bir insan olduğuna da ina(')
Çok efendi bir adam.— 298 —
nırdı. Dürüstlük onun için kişilerden gizlice rüşvet almamaktı. Devletin ondan istediği her şeyi köle gibi
yaparken, kendisi için her çeşit yolluk, kira istemeyi kötü bir davranış saymıyordu. Polonya Çarlığı
illerinden birinde valiyken yaptığı gibi, ulusuna, babalarından kalan dine bağlılıkları yüzünden suçsuz
yüzlerce insanı perişan etmek, sürgüne yollamak onun için kötü bir şey olmadığı gibi soylu, yiğitçe bir
davranış, bir yurtseverlikti. Ona aşık karısıyla, baldızını soyup soğana çevirmek de alçaklık değildi onun
için.
Vladimir Vasilyeviç'in ailesinde ondan başka üç kişi daha vardı: Kişiliği zayıf karısı, baldızı —onun da
malını mülkünü satıp, parasını kendi adına yatırmıştı—; uysal, ürkek yaradılışlı, çirkin, yalnız başına, ağır
bir hayat süren, son zamanlarda tek eğlencesi Aline'nin, kontes Katerina İvanovna'nın toplantılarına
katılmak olan kızı.
Vladimir Vasilyeviç'in on beş yaşamda sakallan bitince içmeye, düzensiz bir hayat sürmeye başlayan,
yirmi yaşma kadar böyle devam eden temiz ruhlu oğlu, okuyamadığı, kötü insanlarla düşüp kalktığı, borç
ettiği, babasını küçük düşürdüğü için evden kovulmuştu. Babası bir keresinde iki yüz otuz ruble borcunu
ödemişti oğlunun, bir keresinde altı yüz ruble. Ama sonunda oğluna bunun son olduğunu, yaşayışına bir
çeki düzen vermezse onu evden kovacağını, tüm ilişkisini de keseceğini bildirmişti. Ama oğlu yaşayışına
çeki düzen vermediği gibi bin ruble daha borç yapmış, babasına da bu evde yaşamanın onun için bir
ıstırap olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiş; Vladimir Vasilyeviç de bunun üzerine oğluna, gönlünün
dilediği yere gidebileceğini, bundan böyle onun oğlu olmadığını söylemişti. O gün bu gündür Vladimir
Vasilyeviç oğlu yokmuş gibi davranır, evde hiç kimse de ona oğlundan söz etmek yürekliliğini
gösteremezdi. Aile yaşayışını en iyi biçimde düzene koyduğundan kuşkusu yoktu.
Volf, odasında dolaşmaya ara vererek, alçakgönüllü, biraz alaylı bir gülümsemeyle —her zaman böyle
gülümserdi; insanların çoğundan üstün olduğu düşüncesinin gülümsemesine verdiği bir ifadeydi bu—
karşıladı Nehlüdof'u, elini sıktı, mektubu okudu.
— 299 —
— Buyrun oturun lütfen. İzin verirseniz ben
oturmayacağım.
Ellerini ceketinin ceplerine sokup, eski usul döşenmiş, geniş odanın içinde uzunlamasına, yumuşak
adımlarla dolaşmaya başladı. Külünü düşürmemek için sigarayı ağzından dikkatlice alırken, mavimsi,, hoş
kokulu dumanını burnundan çıkararak devam etti:
— Sizinle tanıştığıma, ayrıca kont İvan Mihayioviç'e bir hizmette bulunabilmek fırsatı eline geçtiğine çok
sevindim.
Nehlüdof:
— Bir dileğim olacaktı, dedi, dosya biran önce incelenirse çok iyi olur, çünkü cezalının Sibirya'ya gitmesi
gerekecekse bir an önce gitsin.
Her zaman karşısındaki leb demeden leblebiyi anlayan Volf o alçakgönüllü gülümsemesiyle:
— Evet, evet, Nijiniy'den ilk vapurla, biliyorum, dedi. Soyadı ne cezalının?
— Maslova...
Volf masaya gitti, dosyaların üstündeki kâğıda baktı.
— Tamam, Maslova. Pekâlâ, söylerim arkadaşlara. Çarşamba günü bakarız dosyaya.
— Avukata telgraf çekebilir miyim?
— Avukatınız da mı var? Ne diye tuttunuz avukat? Ama siz bilirsiniz.
Nehlüdof:
—
Kararın bozulmasını gerektiren nedenler yeterli olmayabilir, dedi, ama sanırım dosyanın
incelenmesinden anlaşılacaktır kararın bir yanlış anlama yüzünden verildiği.
Vladimir Vasilyeviç, sigarasının külüne dik dik bakarak:
— Olabilir, dedi, ama yargıtay dâvanın gerçek yanıyla ilgi-lenemez. Yasaların doğru uygulanıp
uygulanmadığına bakar, o kadar.
— Ama bu başka olaylara hiç benzemiyor bence.
— Biliyorum, biliyorum. Hiç bir olay benzemez ötekilere. Böyle işte.
Sigaranın külü hâlâ dayanıyordu, ama bir yerinden çatlamıştı artik, tehlikedeydi. Volf. sigarasını, külü
düşmeyecek biçimde— 300
301
tutarak:
— Petersburg'a seyrek geliyorsunuz galiba? diye sordu. Kül ha düştü ha düşecekti. Volf yavaşça tablaya
götürdü sigarasını, tam o anda da kül düştü.
— Ne korkunç bir şey şu Kamenski'lerin başına gelen! dedi. Aslan gibi bir gençti. Hem de ailenin tek
oğlu. Özellikle annenin durumu kötü...
Viadimir Vasilyeviç, Petersburg'da Kamenski için anlatılanları noktası noktasına bir kere daha anlattı.
Kontes aterina İva-novna'dan, onun yeni din akımına kendini kaptırdığından söz etti. Bu akımı ne olumlu
buluyor, ne de yeriyordu. Onun gibi bir kişi için böyle şeylerin gereksiz olduğunu düşündüğü belliydi.
Sözünü bitirdikten sonra çıngırağın ipini çekti.
Nehlüdof başıyla selâm verdi,
Volf ona elini uzatarak:
— Zamanınız varsa akşam yemeğine buyrun, dedi, çarşamba günü gelin hiç olmazsa. Kesin cevabı da
verebilirim size o zaman.
Geç olmuştu, Nehlüdof teyzesinin evine döndü.
XVII
Kontes Katerina İvanovna'nın evinde akşam yemeği yedi buçukta yeniyordu. Yemek, Nehlüdof'un o
zamana kadar görmediği, değişik bir biçimde veriliyordu. Yemekler masanın üzerinde duruyordu; uşaklar
yemekleri getirip bıraktıktan sonra gidiyorlardı, konuklar kendileri alıyorlardı yemekleri. Erkekler, kadınların
rahatsız olmalarına fırsat vermiyor, yemek dağıtma, içki koyma işinin bütün ağırlığını kendi üzerlerine
alıyorlardı, Bir kap bitince kontes masanın kenarındaki düğmeye basıyor, dışar-da zil çalıyor, uşaklar
sessizce içeri giriyor, tabaklan çabucak toplayıp yenilerini koyuyorlardı. İçkiler gibi yemekler de pek nefisti.
Geniş, aydınlık mutfakta Fransız baş aşçı, beyaz önlüklü iki yardımcısıyla beraber hazırlıyordu bu
yemekleri. Altı kişi vardı yemekte: Kont, kontes, asık yüzlü bir muhafız subayı olan oğullan —dirseklerini
masaya dayıyordu,— Nehlüdof, bir de kontun köyden gelmiş baş kâhyası.
İ
Burada da düellodan konuşuluyordu. Çar'ın bu olayı nasıl karşıladığından söz ediyorlardı. Çar'ın anne
Kamenskaya için üzüldüğü biliniyordu. Herkes üzülüyordu bahtsız kadın için. Öte yandan, çok üzüldüğü
halde, üniformasının onurunu koruyan katile karşı Çar'ın pek sert davranmamak niyetinde olduğu da
biliniyordu. Üniformasının onurunu koruyan katili herkes hoşgö-rüyordu zaten. Yalnız kontes Katerina
İvanovna suçluyordu katili.
— Oh, ne âlâ dünya, diyordu, içsinler içsinler, aslan gibi gençleri öldürsünler... dünyada affetmem ben
olsam.
Kont:
— Bunu anlamıyorum ben işte, dedi.
— Benim söylediğim hiç birşeyi anlamazsın sen zaten. (Kontes Nehlüdof'a dönerek devam
etti.) Herkes anlıyor da bir kocam anlamıyor. Zavallı anneye, acıdığımı; gençlerin birbirini öldürmelerini,
öldürenin sevinmesini istemediğimi söylüyorum.
O âna kadar susan oğlu karıştı söze, katili savundu. Bir subayın başka türlü davranamayacağını,
davranırsa subaylar mahkemesinin onu alaydan kovacağını kaba bir biçimde anlatarak annesine saldırdı.
Nehlüdof, söze karışmadan dinliyordu. Öne sürdüğü delilleri kabul etmese bile, eski bir subay olarak
anlıyordu Çarski'yi. Ama elinde olmadan, bir başka subayı öldüren subayla; ceza evinde gördüğü,
kavgadan adam öldürdüğü için kürek cezasına çarptırılmış güzel yüzlü delikanlının durumlarını şöyle bir
düşündü. İkisi de sarhoşken katil olmuşlardı. Köylü öfkeli bîr anında öldürmüştü. Karısından, çoluğundan,
çocuğundan, akrabalarından ayırmışlardı onu, ayaklarına zincir vurup, saçlarını kesmiş, ceza evine
atmışlardı. Yakında Sibirya'ya gidecekti. Oysa beriki askerî ceza evinde rahat bir o,dada oturuyor, güzel
güzel yemekler yiyor, en âlâsından şarap içiyor, kitap okuyordu. Bugün yarın da serbest bırakılacak, eski
yaşayışına devam edecekti. Daha bir ilgi görecekti hem bundan böyle çevresinde.
Bu konuda düşüncelerini söyledi. Başlangıçta yeğeninden yana göründü kontes Katerina İvanovna, ama
sonra sustu. Anlattıklarının saygısızlık olduğunun ötekiler gibi Nehlüdof da farkındaydı.
Akşam yemeğinden sonra, Kizeveter'in konuşacağı konuk-— 302
lar toplanmaya başladı. Yüksek arkalıklı oymalı sıra sıra sandalyeler dizilmişti buraya; konuşmacı için bir
sürahi su konmuş masanın arkasında da bir koltuk vardı.
Avluda güzel güzel arabalar duruyordu. Zengin döşeli salonda ipekler, kadifeler, danteller içinde, takma
saçlı, ince belli şık bayanlar oturuyordu. Bayanların araşma erkekler serpilmişti: Subaylar, siviller. Beş
erkek de aşağı tabakadandı: İki kapıcı, bir dükkâncı, bir uşak, bir de arabacı.
Kizeveter İngilizce konuşuyor; pînce nez'li sıska bir kız çabuk ve güzel, Rusçaya çeviriyordu söylediklerini.
Kizeveter günahlarımızın çok büyük, cezalarınınsa korkunç, kaçınılmaz olduğunu, bu cezayı bekleyerek
yaşanamayacağını söylüyordu.
— Sevgili kardeşlerim, kendimize şöyle bir bakar; nasıl yaşadığımızı, neler yaptığımızı, yüce
bağışlanmak
Tanrıyı nasıl öfkelendirdiğimizi, İsa'yı nasıl üzdüğümüzü düşünürsek, bizim için
diye bir şeyin, kurtuluşun olmadığını, sonumuzun felâket olduğunu anlarız. (Titrek, ağlamaklı bir sesle
konuşuyordu.) Korkunç bir felâkettir bu, sonsuz ıztırap bekliyor bizi. Nasıl kurtulacağız? Kardeşlerim, nasıl
kurtulacağız bu korkunç yangından? Evimizin her yanını sardı, çıkış yolumuz yok.
Bir an sustu. Yanaklarından sahici gözyaşı damlaları yuvarlanıyordu. Sekiz yıldır, pek hoşlandığı
konuşmasının tam bu yerine gelince, boğazına bir şey düğümlenir, burnunun direği sızlar gözleri yaşarırdı.
Bu gözyaşları daha da duygulandırırdı onu. Salonda hıçkırıklar duyuluyordu. Kontes Katerina İvanovna
mozayik masaya dirseklerini dayayarak başını elleri arasına almıştı, etli omuzları titriyordu. Arabacı,
arabayla üzerine üzerine gidiyor da Alman kenara çekilmiyormuş gibi şaşkınlık, korku dolu gözlerle
bakıyordu Kizeveter'e. Dinleyicilerin çoğunluğu kontes Katerina İvanovna gibi oturuyordu. Volf'un, ona
benzeyen, son modaya göre giyinmiş kızı yere diz çökmüş, elleriyle yüzünü kapamıştı.
Konuşmacının yüzü aydınlandı birden, gerçek gülümsemeyi andıran bir ifade —artistlerin sevinç
bildirdikleri ifadeydi bu— kapalı yüzünü, tatlı bir sesle devam etti:
— Ama kurtuluş vardır. Bizi mutlu eden, sevindiren de bu— 303 —
dur işte. Bu kurtuluş. Tanrının bizler için kendini ıstıraplara vermiş oğlunun dökülen kanıdır. Onun
çektikleri, onun kanı kurtarıyor bizi. Kardeşlerim —gene ağlamaklı konuşmaya başlamıştı— tek evlâdını
insanoğlunun bağışlaması uğruna feda eden Tanrıya şükredelim... Kutsal kanı...
Nehlüdof duyduklarından öylesine iğrendirmişti ki, sessizce kalktı, yüzünü buruşturarak, utançtan renk
vermemeye çalışarak çıktı, odasına gitti.
XVIII
Devrisi sabah Nehİüdof kalkmış, giyinmiş, aşağı inmeye hazırlanıyordu ki, uşak Moskova'lı avukatın
kartını getirdi ona. Bazı işleri için gelmişti avukat. Ayrıca, çok uzak bir güne atılmaz-sa, yargıtayda
Maslova'nın dosyasının incelenmesinde de bulunacaktı. Nehİüdof un telgrafı Moskova'ya varmadan yola
çıkmıştı. Maslova dâvasının yargıtayda ne zaman dinleneceğini, yar-gıtay üyelerinin kimler olduğunu
Nehlüdof'tan öğrenince gülümsedi.
— Demek ki üç tip üye var, dedi. Vali tam bir Petersburg memurudur, Skovorodnikof daha gerçekçi. En
çok ona güvenebiliriz. Dilekçe komisyonundan ne haber?
— Bugün baron Vorobyef'e ('} gideceğim, dün gittim, görüşemedim.
Bu yabancı unvanı böyle bir Rusça sözcükle beraber kullanırken Nehlüdof'un ses tonuna biraz alaycı bir
hava vermesi üzerine avukat:
— Vorobyef'in nereden baron olduğunu biliyor musunuz? dedi. Pavel, galiba baş uşak olan dedesine
bir hizmetine karşılık vermiş bu unvanı. Nasıl bir hizmetse, pek hoşuna gitmiş Pa-vel'in. Baron yapıvermiş
onu bir çırpıda. O günden sonra baron Vorobyef olmuş işte. Gurur duyuyormuş da bununla. Ne
anasının gözüdür!
Nehlüdof:
— Bugün gideceğim ona, dedi.
(1) Vorobyef Rusça serçe kuşu anlamına gelir. (F.A.)— 304 —
— Neyse, beraber gidelim. Bırakayım sizi.
Antrede uşak gibi Nehlüdof'un yanına, Mariette'den bir mektup verdi:
Pour vous faire plaisir, j'ai agi tout â fait contre mes principes, et jai intercede aupres de mon mari pour
votre protegee. ll se trouve que cette personne peut etre relachee immediatement. Mon mana â ecrit au
commandant, Venez done. Je vous attend. C)
Nehlüdof avukata döndü:
— Ne korkunç bir şey bu! dedi. Yedi ay tek kişilik hücrede yatırdıkları Asanın hiç bir suçu olmuyor,
oradan kurtulması için de bir sözcük yetiyor.
— Her zeman böyledir bu. İstenen sonucu elde ettiniz ya, ona bakın siz
— Ama acı veriyor bana bu başarı.
— Ne diye yakalayıp oraya attılar bu zavallıyı? Ne diye yedi ay ıstırap çektirdiler ona?
— Düşünün ki beterin de beteri vardır.
Dışarı çıktılar. Avukatın tuttuğu güzel kiralık araba merdivenin dibine yaklaşırken avukat:
— Bırakayım sizi, diye devam etti. Baron Vorobyef'e gidiyorsunuz, değil mi?
Avukat gideceği yeri söylen; arabacıya, güçlü atların çektiği araba biraz sonra baren Vorobyef'in evinin
önündeydi. Baron evdeydi. Birinci odada resmî giysili, son derece uzun boyluydu, gırtlak kemiği çıkık,
parmaklarının ucuna basarak yürüyen, genç bir memurla iki bayan vardı.
Genç memur, bayanların yanından ayrılıp çıt-kırıldım bir yürüyüşle Nehlüdof'un yanma geldi:
— Soyadınız? Nehlüdof söyledi.
— Baron biliyor geleceğinizi. Bir dakika!
(') Sizi sevindirmek için prensiplerimi hiçe saydım, koruduğunuz kimse için kocama gerekeni söyledim.
Sanıyorum yakında serbest bırakacaklar dediğiniz kızı. Kocam kale komutanına yazdı. Gelin... Bekliyorum
sîzi. (Fransızca)
— 305 —
Genç memur kapalı bir kapıdan girdi. Matem elbisesi giymiş, ağlamaktan yüzü gözü şişmiş bir kadın
çıkıyordu oradan. Kadın, gözyaşlarını gizlemek için, karışan tülünü kemikli parmaklarıyla indirmeye
çalışıyordu.
Genç memur, yumuşak adımlarla çalışma odasının kapısına yaklaştı, kapıyı açıp Nehlüdof'a yol verdi:
Nehlüdof içeri girince büyük bir yazı masasının arkasındaki koltuğa gömülmüş, neşeyle önüne bakan kısa
boylu, saçları kısa kesilmiş redingotlu bir adamın karşısında buldu kendini. Beyaz bıyıklarının, sakalının
arasında daha bir göze çarpan sevimli yüzü, Nehlüdof'u görünce içten bir gülümsemeyle aydınlandı.
— Sizi gördüğüme çok sevindim, annenizle eski dosttuk. Çocukluğunuzu bilirim. Subayken de
görmüştüm sizi. Oturun bakalım, anlatın, ne yardımım dokunabilir size?
Nehlüdof, Fedosya olayını anlatırken baron ak saçları kısa kesilmiş başını sallayarak:
— Evet, evet, diyordu. Anlatın, anlatın, anladım. Evet, gerçekten de çok acı bir şey bu. Dilekçe verdiniz
mi bari?
Nehlüdof dilekçeyi cebinden çıkararak:
— Hazırladım, dedi.
Yalnız, dilekçeyi size sunmayı
daha uygun buldum, o zaman daha bir
ilgilenirler çünkü.
— İyi etmişsiniz. Kendim götürür elimle veririm. (Baronun neşeli yüzünde büyük bir acıma ifadesi vardı.)
Yazık, çok yazık. Çocuktu besbelli zavallı, kocası kaba davrandı ona, dövdü falan, aradan zaman geçince
de sevdiler birbirini... Evet, ben veririm dilekçeyi.
— Kont İvan Mihayloviç durumu Çariçeye açacağını söyledi. Nehlüdof daha sözünü bitirmemişti ki,
baronun yüzü birden değişti.
— Neyse, dedi, dilekçeyi siz kaleme bırakın gene de, elimden geleni yaparım ben.
Tam bu sırada çıt-kırıldım yürüyüşlü genç memur girdi odaya.
— Deminki bayan iki sözcük daha söylemek istiyor.
— Gelsin bakalım. Ah, mon cher, o kadar gözyaşı görüyor ki insan burada! Hepsini dindirmek gelse
elimizden! Gücümüzün yettiğince bir şeyler yapmaya çalışıyoruz işte.
Diriliş — F: 20306
Kadın girdi:
— Söylemeyi unuttum efendim, kızını bırakmasına izin verilmesin sakın, yoksa her şeye...
— Elimizden geleni yapacağım, dedim ya.
— Baron, yalvarırım kurtarın zavallı bir anneyi. Kadın, baronun elini yakalayıp öpmeye başladı:
— Yapılabilecek her şey yapılacaktır.
Kadın çıkınca, Nehlüdof da gitmeye hazırlandı.
— Elimizden geleni yapacağız. Adalet Bakanlığına sorarız, onların vereceği cevaba göre ne
yapılabilecekse yaparız.
Nehlüdof çıkıp kaleme gitti. Yargıtayda olduğu gibi burada da güzel döşeli, geniş bir odada temiz giyimli,
saygılı, ciddî bir sürü memur vardı.
Nehlüdof, elinde olmadan düşünüyordu gene: Ne kadar da çoklar, hepsi de tok, üstleri başları
tertemiz, hepsinin çizmeleri gıcır gıcır. Kim yapıyor bütün bunları? Değil ceza evle-1 rindekilerden, köyde
yaşayan insanlardan bile ne kadar rahatlar!
XIX
Petersburg'daki cezalıların kaderleri, bir sürü nişanı olan, ama bunlardan yalnız Beyaz Haç'ı takan,
devlete çok hizmeti dokunmuş, ama —söylendiğine göre— bunamış, Alman baronlarından yaşlı bir
generalin elindeydi. Bu çok sevdiği haçı, Kafkasya'da gösterdiği yararlıklara karşılık vermişlerdi ona.
Komutası altından resmî giysili, saçları kısa kesilmiş, süngülü tüfeklerle silâhlandırılmış Rus köylülerine,
özgürlüklerini, evlerini, ailelerini savunan bini aşkın insan öldürmüştü orada. Sonra Polonya'da hizmet
etmişti, yurduna; orada da Rus köylülerine bir çok cinayetler işletmiş, bunun için de nişanlar, üniformasına
bir takım süsler almıştı. Daha sonra başka bir yerde daha göstermiş bu çeşit kahramanlıklar. Artık
çökmüştü. Şimdi de, ona iyi bir evde oturmak olanağını, rahat yaşamasına yetecek kadar bir gelir, ayrıca
saygı sağlayacak bîr görevdeydi. Büyük bir titizlikle yapıyordu görevini. Yukardan gelen emirlere büyük
değer verir, dünyada her şeyin değişebileceğine, ama yukardan gelen emirlerin hiç bir türlü
değiştirilemeyeceğine inanırdı. Görevi, kadın erkek siyasî suçluları zindanlarda, tek kişilik hücrede, on
— 307 —
yılda bu suçluların yarısının, bazıları aklını yitirerek, bazıları veremden ölerek, bazıları kendi canına
kıyarak —kimi yemek yemeyerek, kimi cam parçasıyla bilek damarlarını keserek, kimi kendini asarak, kimi
de kendini yakarak— telef olacak biçimde saklamaktı.
Yaşlı general hepsini biliyordu bunların, gözlerinin önünde olup bitiyordu zaten her şey; ama fırtınaların, su
baskınlarının sebep oldukları felâketler yüreğini sızlatmadığı gibi, bu olaylar da sızlatmıyordu. Yukardan,
Çar'dan gelen emir gereği oluyordu bütün bunlar. Bu emirler ne olursa olsun yerine getirilmeliydi; bu
bakımdan, onların sonuçlarını düşünmek gereksizdi. Yaşlı general, çok önemli olduklarına inandığı
görevini aksatacağı korkusuyla, böyle şeyler üzerinde düşünmemeyi bir yurtseverlik, askerlik görevi
sayardı.
Görevi gereği haftada bir kere zindanları dolaşır, cezalılara bir istekleri olup olmadığını sorardı. Cezalılar
çeşitli şeyler isterlerdi ondan. İhtiyar yüzlerine bön bön bakarak, sessizce dinlerdi onları, hiç bir isteklerini
de yerine getirmezdi; istenilen şeyler yasalarla uyuşmazdı hiç bir zaman çünkü.
Nehlüdof'un bindiği payton yaşlı generalin oturduğu eve yaklaşırken kuledeki saat iyice sesli canlarıyla,
Tanrının kutsallığı nı çalıyordu; sonra saat ikiyi vurdu. Can sesini dinlerken Nehlüdof elinde olmadan,
aralık, devrimcilerinin bildirilerinde okuduklarını; her gün yenilenen bu tatlı müziğin, bir daha çıkmamak
üzere zindana girmiş insanların ruhunda ne gibi bir etki uyandırabileceğini düşündü. Nehlüdof yaşlı
generalin avlusuna girdiğinde, o, karanlık bir odada oyma süslemeli bir masanın başına oturmuş,
memurlarından birinin kardeşi olan genç bir ressamla bir kâğıt üzerindeki fincan tabağını çeviriyordu.
Ressamın ince, terli zayıf parmakları yaşlı generalin yağlı, buruş buruş, eklem yerlerinde kemikleri çıkmış
parmaklarıyla iç içey-di. Birleşmiş bu iki el, üzerinde alfabenin bütün harfleri yazılı kâğıdın üstündeki ters
çevrilmiş fincan tabağını öteye beriye çekiyordu. Tabak, generalin ölümden sonra ruhların birbirlerini nasıl
tanıyacakları üzerine sorduğu soruya cevap veriyordu.
Kapıcı görevini yapan emirerlerden biri elinde Nehlüdof'un kartıyla içeri girdiğinde tabağın aracılığıyla Jan
d'Ark'ın ruhu ko-— 308 —
pusuyordu. Jan d'Ark'ın ruhu o ana kadar harflerle Ruhlar birbirlerini tanıyacaklar, ama... demişti,
yazmışlardı da bunu. Emireri geldiğinde tabak önce p, sonra o harfleri üzerinde durup s harfine geçmiş, bir
o yana bir bu yana gidip geliyordu. Bu kararsızlığın sebebi şuydu: Generalin düşüncesine göre sonraki
harf l olmalıydı; Jan d'Ark'ın, ruhların birbirlerini, kendilerini dünyayla ilgili her şeyden andıktan sonra (')
tanıyacaklarını söylemek zorunda olduğuna inanıyordu çünkü; bu yüzden sonraki harf l olmak
gerekiyordu. Oysa ressam sonraki harfin v olması gerektiğini, Jan d'Ark'ın, ruhlardan çıkacak kutsal
ışıktan (2) birbirlerini tanıyacaklarını söyleyeceğini düşünüyordu. General gür, kır düşmüş kaşlarını çatmış,
tabağın kendiliğinden !ye doğru gittiğini sanarak dikkatle bakıyordu tabağın üzerindeki ellere. Soluk
benizli, yağlı saçları ensesinde top olmuş genç ressam da mavi gözlerinin donuk bakışlarını konuk
odasının karanlık köşesine dikmiş, dudaklarını sinirli sinirli oynatarak tabağı v harfine doğru çekiyordu.
General emirerini görünce yüzünü buruşturdu, bir anlık sessizlikten sonra kartı aldı, pirince nez'ini taktı,
bel ağrısından inleyerek kalktı —boyu uzundu— kemikli ellerini oğuşturdu.
— Çalışma odama gelsin. Ressam de kalktı:
— İzninizle yalnız başıma bitireyim, efendim, dedi. Ruhun burada varlığını hissediyorum.
General kararlı, sert bir tavırla:
— Pekâlâ, bitirin dedi.
Dizlerden bükülmeyen bacaklarının ölçülü, kararlı adımlarıyla çalışma odasına yürüdü. Nehlüdof'a yazı
masasının yanındaki koltuğu göstererek:
— Sizi gördüğüme sevindim, dedi. Çok mu oluyor Peters-burg'a geleli?
Sözlerinde sevgi, içtenlik vardı ama sesi pek kabaydı. Nehlüdof yeni geldiğini söyledi.
— Anneniz, Prenses nasıl?
(1)
Rusça posle den sonra anlamına gelir (E.A.) (2)
Rusça po svety ışıktan demektir, (E.A.)
— 309 —
— Annem öldü.
— Affedersiniz. Çok üzüldüm buna. Oğlum söyledi, sizi görmüş.
Generalin oğlu da babası gibi devlet hizmetindeydi; bilgi toplama dairesinde çalışıyordu. Orada ona verilen
görevlerle pek ovunurdu. Aslında çaşıtlıktı görevi.
— Babanızla aynı yerde çalışırdık. Yakın dosttuk. Siz de çalışıyor musunuz bakalım?
— Hayır, çalışmıyorum.
General bunu beğenmemiş gibi başını önüne eğdi. Nehlüdof:
— Bir dileğim olacak sizden, general, dedi.
— Ço-o-ok sevindim buna. Buyrun.
— İsteğim yersiz kaçarsa bağışlayın beni lütfen. Ama dilemek zorundayım bunu sizden.
— Nedir?
— Gurkeviç adında bir cezalınız var. Annesi onunla görüşmesine, hiç değilse ona kitaplar yollamasına
izin verilmesini istiyor.
General cevap vermedi; düşünüyormuş gibi başını eğdi, gözlerini kıstı. Aslında bir şey düşündüğü falan
yoktu, vereceği cevabı bildiği için Nehlüdof'un sözleriyle ilgilenmemişti bile. Yasaların çizgisinden
çıkamayacağını söyleyecekti. Hiç bir şey düşünmüyor, başını dinliyordu. Biraz sonra:
— Bakın, dedi, benim yetkilerimi aşar bu. Cezalıların görüşmelerini düzenleyen bir Çarlık emri vardır, bu
emirden dışarı çıkamayız. Kitap konusuna gelince, kocaman bir kitaplığımız var, okuması sakıncalı
görülmeyen kitaplar veriliyor onlara.
— Ama bilimsel, kitaplar gerek ona, çalışmak istiyor.
— İnanmayın buna. (Bir an sustu general.) Çalışmak için istemiyordur. İş olsun işte.
Nehlüdof:
— Ama nasıl olur? dedi. İçinde bulundukları ağır koşullar altında bir şeyler yapmalılar.
— Daima yakınırlar zaten. Bilirim onları.
General, cezalılardan, çok kötü insanlardan söz eder gibi söz ediyordu.— 310
— Ceza evlerinde pek az görülen bir rahatlık sağlamış durumdayız onlara burada, diye devam etti.
Sonra, kendini temize çıkarmaya çalışıyormuş gibi, cezalılara sağlanan rahatlıkları bir bir sayıp dökmeye
başladı. Öyle bir anlatışı vardı ki, bu kuruluşun asıl amacı cezalılara hoş rahat yaşanacak bir yer
sağlamaktı sanki.
— Evet, önceleri hiç de iyi değildi durumları, ama şimdi keyiflerine diyecek yok. Her öğün üç kap yemek
yiyorlar, hem biri de etli oluyor: Kuşbaşı et ya da köfte. Pazarları dördüncü bir kap daha veriliyor: Tatlı.
Yurdumuzda herkes bu kadar yemek bulup yiyebilse ne mutlu.
General, cezalılanın isteklerinin sonunun gelmeyeceğini, nankörlüklerini ispatlamak için bir çok kereler
tekrarladığı şeyleri sıralamaya başlamıştı.
— Kitap veriliyor onlara; din kitapları, eski dergiler veriyoruz. Oldukça zengin bir kitaplığımız var. Ama
çok az okuyorlar. Önce ilgileniyorlar sanki, ama hemen bırakıyorlar. Bakarsanız, yeni kitaplarımızın
sayfaları yarıya kadar bile açılmamıştır; es-kileriyse yıllarca el dokunmamıştır zaten. (Manâlı manâlı
gülümsedi general.) Bir deneme bile yaptık, kitapların arasına küçük kâğıtlar koyduk. Oldukları yerde
kaldılar, dokunan olmadı. Yazmak da yasak değildir onlara. Yazsınlar, eğlensinler diye karatahta, tebeşir
veririz. Silip gene yazabilirler. Ama yazmıyorlar. İçeri atıldıktan kısa bir zaman
sonra duruluyor,
rahatlıyorlar. Başlangıçta sıkılıyorlar ama, sonra şişmanlıyorlar bile, çok uysal oluyorlar.
General, sözlerinden çıkan o korkunç anlamı düşünmeden konuşuyordu.
Nehlüdof onun kısık, cansız sesini dinliyor; kemikli ellerine, kır kaşlarının altından gözüken ölgün
gözlerine, resmî giysisinin kalkık yakasının alttan destek olduğu çıplak, çıkık elmacık kemiklerine; bu
adamın, hunharca insan öldürmesine karşılık aldığı için pek değer verdiği, onunla öğündüğü beyaz haçına
bakıyor; ona itiraz etmenin, sözlerinin ne anlama geldiğini açıklamanın bir şeye yaramayacağım
düşünüyordu. Bununla beraber, başka bir şeyi, serbest bırakılmas; için emir verildiğini bugün öğrendiği
Şustova'yı sordu ona gene de.
— 311 —
— Şustova mı? Şustova... Hepsinin adım bilmiyorum ki. Bir sürü var, biliyorsunuz.
Bu kadar çok oldukları için kızıyordu onlara sanki. Zili çaldı, kâtibi çağırttı.
Kâtibin gelmesini beklerlerken anlatmaya devam ediyordu general:
— Dürüst, soylu
insanlar —kendini de onlardan
saydığı belliydi— çok gereklidir. Çara...
yurdumuza da.
Yudumuza da diye deyişine bir heyecan, parlaklık vermek için eklemişti.
— Gördüğünüz gibi ihtiyarladım artık, ama gücümün yettiğince hizmet ediyorum gene.
Kâtip geldi, —huzursuz bakışlarında zekâ kıvılcımları olan zayıf, sağlam yapılı bir adamdı— Şustova'nın
içerde olduğunu, onunla ilgili herhangi bir emrin de alınmadığını söyledi. General:
— Emri alır almaz bırakırız onu, dedi. Zorla tutmayız kimseyi burada, hevesli değiliz onlara.
Gene gülümsedi. Buruş buruş yüzünü kırıştırmıştı yalnızca bu gülümseme.
Nehlüdof, bu korkunç ihtiyara duyduğu tiksintiyle acıma karışık duygusunu belli etmemeye çalışarak kalktı.
İhtiyarlar da, eski bir arkadaşının yolunu şaşırmış, akılsız oğluna karşı pek sert davranmaması, ona biraz
öğüt vermesi gerektiği kanısındaydı.
— Gülegüle canım, gücenmeyin bana, sizi sevdiğim için söylüyorum. Burada yatan insanlardan
uzak durun. Suçsuz yoktur aralarında. Son derece kötü, ahlâksız insanlardır hepsi de. Biliriz ne mal
olduklarını.
Söylediklerinin doğruluğundan kuşku edilemezmiş gibi kesin konuşuyordu. Böyle kesin konuşmasının,
söylediklerinin doğruluğundan kuşku etmemesinin nedeni, bunun böyle olduğu değil de, böyle olmasa
kendini artık değerli, yararlı bir insan sayamayacağı korkusuydu sanki. İhtiyarlık yıllarını bile yurduna
hizmet ederek geçiren bir kahraman olduğuna inanamazdı o zaman, kendi gözünde de vicdanını satan bir
alçak olurdu.
— İyisi mi çalışın, diye devam etti. Car'a dürüst insanlar gerek... anayurdumuza da. Herkes sizin gibi
çalışmazsa ne olur?— 312 —
Kim yapardı bu işleri? Durumu beğenmeyiz, ama devlete yardım etmeye gelince de yokuzdur.
Nehlüdof iyice öne eğilerek selâm verdi, kendisine alçak gönüllülükle uzatılan geniş, kemikli eli sıktıktan
sonra çıktı.
General iki yana salladı başını, belini oğuşturarak konuk salonuna yürüdü gene. Jan d'Ark'm ruhundan
alınan cevabı yazıp bitiren ressam bekliyordu onu. General pince-nez'ini takıp okudu: Ruhlar birbirlerini
tanıyacaklar, ama ruhlardan çıkacak kutsal ışıktan. Gözlerini kapayıp, bunu pek beğendiğini göstermek
isteğiyle:
— O-o-o, dedi. Peki ama her ruhtan çıkacak ışık aynı olacağına göre
nasıl anlayacağız
karşımızdakinin kim olduğunu?
Gene masaya oturup parmaklarını ressamın parmaklarına geçirdi.
Nehlüdof'un arabacısı, avlu kapısından çıkarlarken gen dönüp:
— Çok sıkıcı bir yer burası beyim, dedi. Az kaldı sizi beklemeden gidiyordum.
Nehlüdof, gökyüzündeki küme küme bulutlara, Neva'nın —üzerine gidip gelen kayıkların, vapurların
oluşturduğu— pırıl pırıl dalgacıklara bakarak göğüs geçirdi.
— Haklısın, çok sıkıcı, dedi.
XX
Devrisi gün Maslova'nın dosyası incelenecekti. Nehlüdof doğru yargıtaya gitti. Avukatla yargıtayın büyük,
görkemli kapısında buluştu. Birkaç araba vardı yanda. Geniş merdivenden ikinci kata çıktıklarında,
nereden nereye gidileceğini iyi bilen avukat sola döndü, üzerinde mahkemelerin kuruluş tarihi rakamla
yazılı kapıya yöneldi. Uzun birinci odada paltosunu çıkarıp, yargıtay üyelerinin hepsinin toplandığını,
sonucunun da şimdi geldiğini öğrenince —beyaz gömleği, beyaz kravatı, frağıyla— neşeli bir kararlılık
içinde öteki odaya geçti. Bu odanın sağ yanında büyük bir kapı, kapının ötesinde de bir masa, sol
yanın-daysa dönerek çıkan bir merdiven vardı. Onlar odaya girdiklerinde, koltuğunun altında bir çantayla,
resmî giysili, kibar görünüşlü bir memur iniyordu bu merdivenden. Odada dikkati en çok
— 313 —
çeken, ceketli, gri pantolonlu, ak saçları uzun bir ihtiyardı. İki memur büyük bir saygıyla duruyordu
karşısında.
Ak saçlı ihtiyar kalkıp sağ yandaki kapıdan çıktı. Bu sırada Fanarin, beyaz kravatlı, fraklı bir arkadaşını
görmüş, onunla heyecanlı heyecanlı konuşmaya başlamıştı. Nehlüdof odada bulunanları inceliyordu. On
beş kişi vardı içerde; bunlardan ikisi —biri pince-nez'Ii, genç, öteki yaşlı— kadındı. İncelenen dosya bir
basın yoluyla iftira dâvasının dosyasıydı; bu yüzden her zamankinden daha bir kalabalıktı şimdi burası.
Gazeteciler, dergi-ciler toplanmıştı hep.
Pembe yanaklı, güzel resmî giysili, yakışıklı mahkeme yöneticisi elinde bir kâğıtla Fanarin'in yanma geldi,
hangi dâvayla ilgili olduğunu sorup, Maslova dâvası için geldiğini öğrenince kâğıda bir şeyler yazıp gitti.
Bu arada sağ yandaki kapı açıldı, ak saçlı ihtiyar girdi odaya. Ceketini çıkarmış, sırmalarla süslü,
göğsünde parlak madenî düğmeler olan cübbesini giymişti. Bir kuşa benziyordu şimdi.
Bu gülünç giysi, besbelli, ihtiyarı da sıkıyordu. Her zamankinden daha çabuk adımlarla girişin karşısındaki
kapıya yürüdü.
Fanarin, Nehlüdofa döndü:
— Be'dir bu, dedi, çok saygıdeğer bir insandır.
Sonra arkadaşıyla tanıştırdı Nehlüdof'u. Şimdi bakılacak dâvadan söz etmeye başladı ona. Nedense çok
önem veriyordu
bu dâvaya.
Oturum başlamak üzereydi. Nehlüdof kalabalıkla beraber sol yandaki kapıdan duruşma salonuna geçti.
Hepsi —Fanarin de— parmaklığın arkasına, dinleyicilere ayrılan yere geçtiler. Yalnız Petersburg'lu avukat
kaldı bu yanda.
Yargıtayın duruşma salonu bölge mahkemesininkinden küçüktü. Daha bir sade döşeliydi hem. Üyelerin
oturduğu masa yeşil çuha kaplı değildi yalnız; altın sırmalarla işlenmiş, koyu kırmızı, kadife bir örtü vardı
üstünde. Ama geri kalan her şey aynıydı: Tasvirler, Car'ın portresi. Mahkeme yöneticisi gene öyle yüksek
sesle: Duruşma başlıyor, diye bildirdi. Gene öyle herkes ayağa kalktı, cübbeli yargıtay üyeleri gene öyle
girdiler salona, arkalıkları yüksek koltuklarına oturdular, olağan gözükmeye çalışarak dirseklerini masaya
dayadılar gene.
— 314 —
Dört üye vardı: Uzun yüzlü, donuk bakışlı, sakalsız bir adam olan başkan Nikitin; gözlerini manâlı manâlı
kısmış, bembeyaz elleriyle dâva dosyasını karıştıran Volf, sonra bilim adamı hukukçu, şişman, hantal,
yüzü çiçek bozuğu Skovorodnikof; dördüncü üye, en son gelen, ak saçlı ihtiyar Be idi. Üyelerin arkasından
baş sekreterle, baş savcı yardımcısı girdi. Savcı yardımcısı kara kuru, sakalsız yüzü esmer, siyah
gözlerinin bakışı hüzünlü, orta boylu bir gençti. Acayip giysisine, on yıldır hiç görüşmemiş olmalarına
karşın, Nehlüdof hemen tanımıştı onu. Üniversitede en yakın arkadaşlarından biriydi bu. Nehlüdof avukata
dönüp:
— Baş savcı yardımcısının adı Selyenin midir? diye sordu.
— Evet, ne olacak?
— Tanıyorum onu, çok iyi bir insandır... Fanarin:
— Baş savcının da iyi bir yardımcısıdır, görevine bağlıdır. Ona söyleseydik çok iyi olurdu.
Nehlüdof, Selyenin'Ie olan yakın dostluğunu, onun temiz yürekliliğini, dürüstlüğünü, sözcüğün tam
anlamıyla, soyluluğunu hatırlamıştı.
— Ne olursa olsun, vicdanının sesini dinleyecektir, dedi. Fanarin, okunmaya başlanan dâva raporunu
dinlemeye hazırlanarak:
— İstesek de söyleyemeyiz artık, diye fısıldadı, geçti. Bölge mahkemesinin verdiği cezayı onaylayan il
mahkemesinin kararına edilen itiraz inceleniyordu.
Nehlüdof dinliyor, ne olup bitiyor anlamaya çalışıyordu; ama bölge mahkemesinde olduğu gibi burada da
anlayamıyordu bir şey. Anlayamamasının başlıca sebebi de, en önemli olması olağan görünen şeylerden
değil de, bambaşka, önemsiz şeylerden söz etmeleriydi. Bir gazetede çıkan, hisse senetleri işiyle ilgili bir
kurumun yöneticisinin yolsuzluk yaptığı iddia edilen bir yazıydı dâva konusu. Görünüşte bir tek şeydi
önemli olan: Yöneticinin yolsuzluk yaptığı, kurumun ortaklarını dolandırdığı iddiasının doğru olup olmadığı;
doğruysa bu gidişe nasıl bir son verileceği. Ama bundan hiç söz edilmiyordu. Yalnız, yazı işleri
sorumlusunun, yazarın bu yazısını basmaya yasalara göre yet— 315 —
kili olup olmadığı, bu yazıyı basmakla ne gibi bir suç işlediği üzerinde duruluyordu. Yazıdaki iftira
unsurlarından, hukukla ilgilenmemiş bir insanın anlayamayacağı bir sürü şeyden, yasalardan, falanca
kurulun verdiği filanca karardan uzun uzun söz edildi.
Nehlüdof bir şeyi anlayabilmişti ancak; dün ona yargıtayın davanın gerçek yanıyla ilgilenmeyeceğini
öylesine kesin bir dille söyleyen Volf, bu dâvada il mahkemesinin kararının bozulması için çaba gösteriyor;
Selyenin de, soğukkanlılığından, ağırbaşlılığından hiç beklenmeyen bir heyecanla itiraz ediyordu.
Selye-nin'in, Nehlüdof'u şaşırtan bu heyecanının iki sebebi vardı: Hisse senetleriyle ilgili kurumun
yöneticisinin bir dolandırıcı, kötü bir insan olduğunu biliyordu; ayrıca, duruşmadan bir ya da birkaç gün
önce Volf'a bu iş adamının güzel bir akşam yemeği verdiğini öğrenmişti bir rastlantı sonucu. Volf —son
derece dikkatli olsa bile— açıktan açığa yan tutunca, Selyenin de buna Sinirlenmiş, olağan bir dâva için
aşırı heyecanlı, düşüncelerini söylemişti. Onun bu davranışının Volf'un gururuna dokunduğu belliydi:
Kızarıp bozarıyor, arada bir arkasına yaslanıyor, savcı yardımcısının sözlerine pek şaşmış gibi hareketler
yapıyordu. Kalkıp, öteki üyelerle beraber, bu duruma çok gücenmiş bir ta-ı/ırla, olanca ağırbaşlılığıyla
görüşme odasına yürüdü.
Üyeler çıkınca mahkeme yöneticisi Fanarin'in yanma geldi gene:
— Hangi dâva için geldiniz siz? Fanarin:
— Maslova dâvası için geldiğimi söyledim ya, dedi.
— Pekâlâ. Şimdi ona bakılacak. Yalnız...
— Bu dâvaya avukatsız bakılacaktı da, sanırım kararın açıklanmasından sonra çıkmayacaklar üyeler.
Ama bildireyim ben...
— Evet? diye sordu avukat.
— Ne demek istiyorsunuz?
— Söylerim ben efendim, söylerim.
Mahkeme yöneticisi elindeki kâğıda bir şeyler yazdı.
Gerçekten de, yargıtay üyeleri iftira dâvasının kararını açıkladıktan sonra geri kalan dosyaları —bu arada
Maslova'nınkini de— görüşme odasında çay, kahve içerek, sigara tüttürerek incelemek niyetindeydiler.XXI
Yargıtay üyeleri görüşme odasında masaya oturduklarından Volf hemen kararın bozulmasını gerektiren
durumları sayıp dökmeye başladı.
Genellikle kötümser bir insan olan başkan bugün her zamankinden daha bir huysuzdu. Duruşmada
raporları dinlerken vermişti kararını, şimdi de Volf'u dinlemiyordu, kendi düşüncelerine dalmıştı.
Düşünceleri, çoktan beri kendisinin atanmasını istediği önemli bir yere Vilyanof'un atanması üzerine dün
anı defterine yazdıklarıyla ilgiliydi. Başkan Nikitin, görevi süresince tanıdığı birinci, ikinci derece memurlar
üzerine düşüncelerinin çok değerli tarihî birer belge olduğuna tam bir içtenlikle inanırdı. Dünkü
yazdıklarında, —kendi deyimiyle— Rusya'yı, şimdiki yöneticilerin onu sürükledikleri felâketten
kurtarmasına engel oldular diye ilk iki derecedeki birkaç memura hayli atıp tutmuştu. Aslında bunun tek
sebebi, aylığının yükselmesine engel olmalarıydı. Bu olayın, onun yazdıklarının yardımıyla, gelecek
kuşaklarca ne denli iyi, doğru anlaşılacağını düşünüyordu şimdi.
Konuşulanları dinlemediği halde, ona bir soru soran Volf'a:
— Evet, tabiî, diye cevap verdi.
Be, önündeki kâğıda çiçek resimleri çizerek, kederli bir yüzle dinliyordu Volf'u. Son derece özgür düşünceli
bir insandı Be. Bin sekiz yüz altmış yıllarının geleneklerine saygıyla bağlıydı hâlâ; o zamandan bu yana
görüşlerinde bir değişiklik olduysa, özgür düşünceye daha da yaklaşan bir değişiklikti bu. Dolayısıyla,
iftiraya uğradığından yakınan hisse senetleri işiyle uğraşan kurum yöneticisinin güvenilir bir insan
olmamasından başka bir sebebi daha vardı Be'nin kararın bozulmamasından yana olmasının. Gazetecinin
iftira etmekle suçlanmasının basın özgürlüğüne baskı olacağı görüşündeydi. Volf sözünü bitirince Be, bir
çiçeği yarım bırakarak, canı sıkkın —böylesine gereksiz şeylerle uğraşıyorlar diye canı sıkılıyordu—
yumuşak, tatlı bir sesle dilekçenin yersizliğini anlatmaya çalıştı kısaca, sonra ak saçlı başını önüne eğip
çiçeğini tamamlamaya koyuldu.
Volf'un karşısında oturan, iri parmaklarıyla durmadan sakalını, bıyığını ağzına tıkan Skovorodnikof, Be
konuşmasını bitirince sakalını çiğnemeyi kesip, ince, kulakları tırmalayan sesiyle,
— 317 —
hisse senetleri işiyle uğraşan kurumun yöneticisinin büyük bir dalavereci olduğu halde, yasalara uygun
nedenler bulunsa kararın bozulmasından yana olabileceğini, ama böyle bir şey olmadığı için İvan
Semyonoviç'in (Be'nin) görüşüne katıldığını söyledi. Eline Volf'u iğnelemek fırsatı geçtiğine sevinmişti
Başkan da Skovorodnikof'un görüşüne katılınca karar olumsuz oldu.
Volf'un keyfi kaçmıştı. Yan tuttuğu anlaşılmıştı sanki. Umursamaz görünmeye çalışarak, ondan sonra
bakılacak dosyayı, Mas-lova'nın dosyasını açtı. Yargıtay üyeleri bu arada zili çalıp çay stediler. O günlerde
Kamenski'nin düellosu yanında Petersburg' Oda herkesin dilinde olan başka bir olaydan söz etmeye
başladılar.
Bir bakanlık danışmanının 995 inci maddede belirtilen suişlerken yakalanmış olmasıydı bu olay.
Be, tiksintiyle:
— Ne iğrenç bir şey! dedi.
Skovorodnikof, kalın parmaklarının tam dibinde, avucunun 5çinde tuttuğu buruşuk sigarasından derin bir
soluk çektikten sonra kahkahayla gülerek:
— Bunun kötülük neresinde? dedi. Edebiyatımızdan, bir Alman yazarını örnek alarak, bu gibi
şeylerin suç sayılmamasını salık veren, iki erkek arasında da nikâh kıyılabileceğini -savu-ınan parçalar
gösterebilirim size.
Be:
— Olamaz, dedi.
Skovorodnikof, birkaç romanın adını, basıldığı yeri, yılı
söyleyip:
— İstiyorsanız, bu kitaplarda sözünü ettiğimiz görüşün savunulduğu yerleri gösterebilirim size, dedi.
Nikitin karıştı söze:
— Dolaşan söylentilere bakılırsa, Sibirya'da bir ilin valiliğine atayacaklarmış onu.
Skovorodnikof:
— Bu güzel işte, dedi. Piskopos haçla karşılayacaktır onu orada. Böyle bir piskopos gerek artık o kente.
Ben olsam, öylesini yollamalarını söylerdim oraya.
Sigarasını kül tablasına atıp, sakalıyla bıyığını toplayıp ağzına soktu gene, çiğnemeye başladı.— 318 —
Bu arada mahkeme yöneticisi girdi odaya, avukatla Nehlü-dof'un, Maslova dosyasının incelenmesinde
hazır bulunmak istediklerini bildirdi.
Volf:
— Ha şu dâva mı? dedi. Doğrusu tam bir aşk hikâyesi bu.
Maslova'yla Nehlüdof'un ilişkisi üzerine bildiklerini anlattı.
Yargıtay üyeleri, bu konuda konuştuktan, çaylarını, sigaralarını içtikten sonra duruşma salonuna geçtiler,
bir önceki dosya için verilen kararı açıkladıktan sonra Maslova dâvasına geçtiler.
Volf ince sesiyle çok güzel okudu Maslova'nın dilekçesini. Okuyuşundan, mahkeme kararının bozulmasını
istediği belliydi gene.
Başkan, Fanarin'e döndü:
— Ekleyecek başka bir şeyiniz var mı?
Fanarin ayağa kalktı, beyaz gömleğinin içinde geniş göğsünü gererek, son derece inandırıcı, açık seçik
konuşarak, mahkemenin bu kararı verirken altı noktada yasaların gösterdiği yoldan ayrıldığını ispat etti;
ayrıca, dâvanın gerçek yanına, kararın tüyler ürpertici yanlışlığına, kısaca da olsa, dokundu. Fa-narin'în
konuşmasında, sayın yargıtay üyelerinin yüksek anlayışları, hukuk bilgileri durumu ondan daha iyi
kavramalarına yardım edeceğini, ama üzerine aldığı görev bunları burada bir kere de onun söylemesini
gerektirdiği için özür dilediğini gösteren bir hava vardı. Fanarin'in konuşmasından sonra yargıtayın kararı
bozacağından kuşku edilemezdi artık. Konuşmasını bitirdikten sonra gururla gülümsedi. Avukatından
gözlerini ayırmayan Nehlüdof onun bu gülümsemesini görünce dâvayı kazandıklarına iyice inandı. Ama
gözü yargıtay üyelerine kayınca, gülümseyenin, gurur duyanın yalnız Fanarin olduğunu gördü. Üyeler de
baş savcı yardımcısı da gülümsemiyorlardı. Yüzlerinde, Böyle palavralara karnımız toktur bizim, der gibi
bir ifade vardı. Avukat konuşmasını bitirip de onları artık boşuna oyalamayı kesince buna sevindikleri
belliydi. Avukat konuşmasını bitirir bitirmez başkan, savcı yardımcısına döndü. Selyenin, kararın
bozulması için öne sürülen delilleri yeterli bulmayarak, kısaca, kesin bir dille mahkeme kararının
onaylanmasından yana oldu— 319 —
ğunu söyledi. Sonra üyeler kalkıp, görüşmek için çekildiler. Görüşme odasında oylama yapıldı. Volf
kararın bozulması için verdi oyunu. Be de, durumu kavradığından, jüri üyelerinin düştükleri şaşkınlığı,
duruşmanın gidişini arkadaşlarına heyecanla anlatmaya çalışarak, kararın bozulmasını savundu. Daima
yasaların noktası noktasına uygulanmasından yana olan Nikitin olumsuz oy verdi. Her şey
Skovorodnikof'un oyuna bağlıydı. O da, sırf Nehlüdof'un bu kızla evlenmek niyetinde olmasından hiç
hoşlanmadığı için, kararın bozulmamasından yana çıktı.
Bir materyalist, Darvinistti Skovorodnikof. Soyun her çeşit ahlâk kuralını, hatta dini akılsızlık hatta küçüklük
sayardı. Bu sokak kadınıyla uğraşmaları, ünlü bir avukatın buraya, yargıtaya kadar gelip onu savunması,
duruşmada Nehlüdof'un bile hazır bulunması iğrendiriyordu onu. Sakalını ağzına sokarak, yüzünü
buruşturup, bu dâva konusunda, kararın bozulmasını gerektirecek delillerin yetersiz olduğundan başka hiç
bir şey bilmiyormuş gibi bir tavır takındı, bu sebeple başkanın görüşüne katıldığını bildirdi.
Böylece olumsuz cevap verilmiş oldu dilekçeye.
XXII
Nehlüdof, salondan çıkarlarken, çantasını düzeltmekte olan avukata:
— Korkunç bir şey bu! dedi. Gerçek apaçık ortadayken, biçime önem verip bozmuyorlar karan.
Korkunç bir şey!
—- Dâva mahkemede kaybedilmiş, dedi avukat.
— Selyenin de kararın bozulmamasından yana çıktı. Korkunç, korkunç bir şey! Şimdi ne yapacağız?
— Çar'a dilekçe verelim. Hazır buradayken kendiniz verin. Ben yazarım size.
Bu sırada ufak tefek Volf, resmî giysisinde yıldızlarıyla, bekleme odasına girdi, Nehlüdof'un yanına gelip,
gözlerini kıstı, dar omuzlarını kaldırarak:
— Elden ne gelir, sevgili prens? dedi. Deliller yeterli değildi. Yürüyüp gitti. Volf'un arkasından, yargıtay
üyelerinden eski dostu Nehlüdof'un burada olduğunu duyan Selyenin çıktı. Gülümseyerek —ama yalnız
dudaklarıydı gülümseyen, gözlerinde— 320 —
bir can sıkıntısı vardı— Nehlüdof un yanma geldi.
— Seni burada göreceğimi düşümde görsem inanmazdım, dedi. Petersburg'da olduğunu bilmiyordum.
— Ben de senin baş savcı olduğunu... Selyenin:
— Yardımcısı, diye düzeltti.
Arkadaşının yüzüne üzgün, kederli bakarak devam etti:
— Yargıtayda ne işin var senin? Hadi anladık, Petersburg' dasın; peki ama yargıtayda ne arıyorsun?
—
Ne mi
arıyorum? Adaleti bulacağım,
hiç suçu yokken mahvedilen
bir
kadını
kurtarabileceğimi umuyordum burada, onun için gelmiştim.
— Hangi kadını?
— Demin dosyasına baktığınızı. Selyenin hatırlayarak:
— Ha, Maslova dâvasını diyorsun. Hiç de iyi hazırlanmamış bir dilekçeydi.
— Önemli olan dilekçe değil, boşu boşuna cezaya çarptırr-lan kadındır.
Selyenin derin bir soluk aldı:
— Belki de...
— Hayır, belki de değil, yüzde yüz suçsuzdu.
— Nereden biliyorsun bunu?
— Jüri üyesiydim çünkü. Nerede yanlışlık yaptığımızı biliyorum.
Selyenin bir an düşündü:
— O zaman açıklamalıydın bunu öyleyse, dedi.
— Açıkladım.
— Tutanağa geçirtmeliydin. Dilekçede böyle bir açıklama olsaydı...
Boş zamanı olmadığı için akşam toplantılarına pek katılamayan Selyenin'in Nehlüdof olayını duymadığı
belliydi. Nehlüdof da bunu farketmiş, Maslova'yla arasındaki ilişkiyi ona anlatmamaya karar vermişti.
— Ama mahkeme kararının yanlış olduğu besbelliydi, dedi.
— Yargıtayın böyle bir şey söylemeye yetkisi yoktur. Yargıtay, mahkeme kararlarını dâva üzerine
düşüncesine göre bo— 321 —
zacak ya da onaylayacak olursa, yargıtayın anlamını yitirmesini, adaleti sağlayacağına yıkmasını bir yana
bırak (Selyenin bir önceki dâvayı hatırlamıştı) jüri üyelerinin kararları da anlamını kaybeder.
— Bildiğim bir şey var benim: Hiç bir suçu yoktur bu kadının; haketmediği cezadan kurtulması için son
umut da suya düşmüştür. En yüksek adalet organı büyük bir haksızlığı onayladı.
Selyenin gözlerini kısarak:
— Onaylamadı, çünkü olayın derinliklerine inmedi, inemezdi de, dedi.
Konuyu değiştirmek isteyerek:
— Teyzende kalıyorsun tabiî, diye ekledi. Senin burada olduğunu söylemişti dün. (Yalnız dudaklarıyla
gülümsedi Selyenin.) Yeni gelen bir din konuşmacısını seninle beraber dinlememi istiyordu.
Selyenin'in sözü başka yana çekmesine canı sıkılan Nehlüdof öfkeli:
Ben gittim toplantıya, dedi, ama dayanamayıp yarısında çıktım.
— Niçin dayanamadın? Bir din görüşü bu da, tek yanlı da
olsa bir inanç. Nehlüdof:
— Acayip bir delilik bu, dedi.
Selyenin, eski arkadaşına yeni düşüncelerini anlatmak için sabırsızlanıyormuş gibi çabuk çabuk
konuşarak:
— Yo, dedi. Burada acayip olan bir şey varsa o da bizlerin kilise öğretisinden habersiz olmamız,
dinimizin teme! düşüncelerini bile, bize anlatılmak istendiğinde, yeni düşünceler, görüşler olarak
karşılamamızdır.
Nehlüdof şaşkınlıkla, dikkatle bakıyordu Selyenin'e. Baş savcı yardımcısı yalnızca hüzün değil, can
sıkıntısı da okunan gözlerini önüne eğmemişti. Nehlüdof:
— Kiliseye inanıyor musun? diye sordu.
Selyenin Nehlüdof'un gözlerinin içine dalgın dalgın bakarak:
— İnanıyorum tabiî, dedi. Nehlüdof göğüs geçirdi:
Diriliş — F: 21— 322 —
— Hayret, diye mırıldandı. Selyenin:
— Neyse, sonra görüşürüz, dedi.
Saygıyla ona yaklaşan mahkeme yöneticisine döndü:
— Gidiyorum.
Derin bir soluk alarak Nehlüdof'a:
— Görüşelim, dedi. Bulabilecek miyim seni evde ama? Ben her gün saat yedide akşam yemeğini evde
yerim. Nadejdinskaya sokağında oturuyorum.
Numarayı söyledi. Çıkarken, gene yalnız dudaklarıyla gülümseyerek:
— O zamandan bu yana çok su geçti köprülerin altından, diye ekledi.
— Zamanım olursa gelirim, dedi Nehlüdof.
Bir zamanlar sevdiği, kendine yakın bulduğu Selyenin'den, bu kısa konuşma sonunda ne denli
uzaklaştığını düşünüyordu. Düşman olmasa bile yabancı, anlaşılmaz bir insandı onun için Selyenin artık.
XXIII
Nehlüdof, Selyenin'i üniversite öğrencisiyken tanımıştı. İyi bir çocuk, güvenilir bir arkadaş, yaşına göre çok
okumuş, daima kibar, yakışıklı, ayrıca son derece dürüst bir gençti. Kendini hiç zorlamadan, rahatlıkla
geliyordu derslerinin üstesinden; bununla beraber, gösterdiği başarıya karşılık her yıl altın madalyalar
alırken kibirlenmiyordu da hiç.
Yalnızca lâfta değil, gerçekte de tek emeli insanlara hizmet etmekti. Bu hizmetin devlet memurluğunda
çalışmaktan başka bir yolla gerçekleşebileceğine inanmadığı için, üniversiteyi bitirir bitirmez, kendini
verebileceği görevleri bir bir inceledikten sonra, en çok ikinci yasadairesinde yararlı olabileceğine karar
verdi, oraya girdi. Ne var ki, görevini harfi harfine, büyük bir dürüstlükle yerine getirdiği halde, yararlı
olduğuna, burada gerekeni yaptığına bir türlü inandıramadı kendini. Huzursuzluğu, kişiliği zayıf, yükselmek
için her küçüklüğü yapmaya hazır bir insan olan en yakın amiriyle çatışması sonucu öylesine arttı ki, ikinci
daireden ayrılıp yargıtaya girdi. Yargıtayda daha iyiydi du— 323 —
rumu, ama istediğince yararlı olamamanın verdiği huzursuzluk burada da bırakmıyordu peşini.
Hayattan beklediğini bulamadığı, gereksiz şeylerle zaman öldürdüğü duygusu vardı içinde hep. Yargıtayda
çalışırken, akrabaları saraya mabeyinci olarak atanmasını sağladılar; sırmalı üniformasını giyip kupa
arabasına bindi zorunlu olarak; kapı kapı dolaşıp, onun uşaklık görevine atanmasını sağladılar diye bir çok
kimseye minnettarlıklarını bildirdi. Durmadan düşünüyordu ama, bu görevine akla yatkın bir anlam
yakıştıramıyordu. İstediğinin bu da olmadığını hissediyor, gelgelelim, bununla ona büyük bir iyilik
yaptıklarına inanan insanları kırmamak için hayır da diyemiyordu. Öte yandan, bu atama ruhunu bazı
bakımlardan okşamıyor da değildi; ayrıca, aynalarda kendini sırmalı üniformayla görmek, bu görevin bazı
insanlarda uyandırdığı saygıdan yararlanmak fırsatını verecekti ona.
Evlilik konusunda da aynı durum gelmişti başına. Sosyetenin görüşüne göre, son derece iyi bir eş buldular
ona. Evlendi, ama daha çok, evlenmeyi reddederse, bu evliliği isteyen gelin adayını, sonra bu iş için
uğraşanları çok üzeceği için evlenmeye razı olmuştu; ayrıca, tanınmış bir ailenin sevimli kızıyla evlenmek
gururunu da okşamıştı..Ne var ki, evliliğin de devlet hizmeti gibi, saraydaki görevi gibi aradığı şey
olmadığını anlamakta gecikmedi. İlk çocuklarından sonra başka çocuk istemedi karısı, sosyete hayatına
daldı, balodan baloya dolaşmaya başladı; ister istemez Selyenin de girmişti bu hayata. Karısı pek güzel
sayılmazdı, sadık bir eşti; öte yandan, böyle yaşamakta diretmekle kocasının hayatını zehir etmekten,
büyük eziyetlere katlanmaktan, bitkin düşmekten başka bir şey elde etmediği halde, gene de bırakmıyordu
bu hayatı. Onu bu hayattan vazgeçirmek için Sel-yenin'in bütün çabaları taş bir duvara çarpmış gibi
parçalanmıştı. Karısının, bunun böyle olması gerektiğini söyleyen akrabala-rmca, tanıdıklarımca
desteklenen kararlılığıydı bu duvar.
Sapsarı saçları omuzlarına dökülen, ince bacaklı kızı babasına yabancıydı. Selyenin'in istediği gibi
yetiştirilmiyordu çünkü. Karı koca anlamıyorlardı birbirlerini, anlamak da istemiyorlardı. Başkalarından
gizlenen, sessiz, soğuk, ahlâk kurallarının •frenlediği bir savaş sürüp gitmekteydi aralarında; aile hayatını
,— 324 —
çekilmez yapıyordu bu durum Selyenin için. Öyle ki, ev devlet hizmetinden de saray görevinden de daha
büyük bir umutsuzluğa düşürdü onu.
Onu en çok umutsuzluğa düşüren de dinle olan ilişkisiydi. Onunla aynı çevrede, aynı çağda yetişen herkes
gibi o da, çocukluğundan beri ona verilen din bilgisinin saçmalığını kendi yetenekleriyle kolayca anlamıştı;
bu kör inançtan ne zaman kurtulduğunu kendi de hatırlamıyordu. Kişilik sahibi, dürüst bir inşan olarak, ilk
gençlik çağlarında, üniversitedeyken, Nehlüdof la arkadaşken saklamıyordu resmi
dinin kör
inançlarından kendini kurtardığını. Ne var ki zamanla, yükseldikçe, özellikle, o zamanlar toplumda iyice
yer eden gericiliğin etkisiyle bu ruhsal özgürlüğü canını sıkmaya başlamıştı. Evdeki durumlar, özellikle
babasının ölümü, babası için okutulan dualar, annesinin ille de oruç tutmasını istemesi, çevresinin de
bunu ondan beklemesi bir yana; görevde de hemen her gün ayinlere, dualara katılması gerekiyordu.
Devamlı olarak dış yönüyle ilgileniyordu dinin. BU ayinlere katılırken ya inanmadığı şeye inamyormuş gibi
numara yapacaktı (dürüstlüğü engel olurdu buna) ya da dinin derinliğine inmeyen bu göstermeliklerin
yalan olduğunu kabul edecek, yalan olduklarına inandığı şeylere katılmayacaktı bir daha. Oysa böylesine
basit görünen bu işi yapabilmek için çok şey gerekliydi: Çevresindekilerle, yakınlarıyla devamlı bir cenge
girmekten başka; toplumsal durumunu değiştirmesi, görevinden ayrılması, bu görevde insanlara yaptığı,
gelecekte daha da çok yapacağını umduğu yardımdan vazgeçmesi gerekiyordu. Sonra, bunu yapabilmesi
için, haklı olduğuna da kesinlikle inanmalıydı. İnanıyordu; biraz tarih bilen, dinin doğuşundan, hıristiyan
kilisesinin parçalanmasından haberi olan çağımızın aydın bir insanı sağduyunun doğruluğundan kuşku
edemez. Kilise öğretisinin yanlış olduğuna inanmakla doğru yolda olduğuna inanmamak elinde değildi.
Ama hayat koşullarının baskısıyla, dürüst bir insan olduğu halde, küçük bir yalana göz yumdu. Yalanın
yalan olduğunu kesinlikle anlamak için, önce bu yalanı incelemenin gerektiğine karar verdi kendi kendine.
Küçücük bir yalandı bu, ama bu kükücük yalan, şimdi içinde bulunduğu büyük yalanın içine gömdü jnu.
Bebekliğinden beri ona öğretilen, çevresindekilerin ondan beklediği, inanmazsa insanlar için yararlı olan
görevine devam ederneyeceği Ortodoksluğun doğru mu yanlış mı olduğunu düşünüyordu hep. Bu
bilinmezi çözmek için Voltaire'yi, Shophen-jauer'ı, Spencer'i, Cont'u değil de, Hegelin felsefe kitaplarını,
Emet'in, Homyakofun din kitaplarını aldı eline; gerçekten de, ona gerekli olanı buldu onlarda. Huzura
kavuşmasına; ona öğretilen, ama uzun zamandan beri inanmadığı, bu yüzden de bir sü-fü aksilikle
karşılaşmasına sebep olan; inanmaya başlayınca da bU aksiliklerin hepsini birden ortadan kaldıran dinin
doğruluğu-la inanmasına yardım ettiler bu kitaplar. Sonunda o da herkes gibi, tek insan zekâsının bir
başına gerçeğe yaramayacağına, gerçeğin yalnız elbirliğiyle ortaya çıkarılabileceğine, bunun tek yolunun
da kilise olduğuna o da inanmaya başladı. Artık huzur içinde, kendi kendini aldattığı duygusuna
kapılmadan ayinlere, dualara gidebiliyor; oruç tutabiliyor, tasvirlerin önünde haç çı-orabiliyor; insanlara
yararlı olmasına yardım ettiğine, aile haya-tımn huzursuzluğunda onu avutan görevine devam
edebiliyordu. İnandığını sanıyor, ama bu inandığı şeyin, ası! inanmak istediği şey olmadığını da
hissediyordu.
Bu yüzden bir hüzün vardı bakışlarında daima. Bütün bu yalanlar içinde henüz yer etmediği zamanlardan
tanıdığı Nehlü-Jof'u görünce, bir an kendini o zamanki Selyenin sanmasının se-jebi de buydu. Arkadaşına
şimdiki din görüşünü açıklamak için acele ederken, inandığı şeyin istediği şey olmadığını her
zaman-<inden daha bir açık seçik hissetmiş, yüreğine bir acı gelip sap-Janmıştı. Eski bir arkadaşı
görmenin verdiği sevinci izleyen bu acıyı Nehlüdof da hissetmişti.
Bu yüzden, ayrılırken görüşeceklerine birbirine söz verdikleri halde, aramadılar birbirlerini; Nehlüdof'un
Petersburg'a bu gelisinde görüşmediler.
XXIV
Yargıtaydan çıkınca Nehlüdof'la avukat yürüdüler. Avukat, arabasına arkadan gelmesini söyledikten
sonra; yargıtay üyele-— 326 —
rinin sözünü ettikleri, yasaya göre kürek cezasına çarptırılmasını gerektiren bir suçtan yakalanan, ama
küreğe gideceğine Sibirya'da bir ile vali olarak atanacak bakanlık danışmanından söz etmeye başladı
Nehlüdof'a. Bu olayı bütün iğrençliğiyle anlattıktan sonra, o sabah önünden geçtikleri hâlâ
tamamlanmamış anıt için toplanan paralan yüksek dereceli birkaç memurun nasıl cebe indirdiğini;
falancanın sevgilisinin borsada nasıl milyonlar kazandığını; falancanın, kârısını filancaya sattığını büyük
bir haz duyarak anlattı; sonra, cezaevinde yatacağına çeşitli kuruluşların başkanlık koltuklarında oturan en
yüksek devlet memurlarının yaptıkları rezillikleri, işledikleri suçları saydı. Sürüyle oldukları besbelli bu
hikâyeler avukata —para kazanmakta tuttuğu yolun ay nı amaçla Petersburg yüksek memurlarının tuttuğu
yoldan çok daha dürüst, iyi olduğunu kesinlikle gösterdikleri için— büyük haz veriyorlardı. İşte bu yüzden,
yüksek bir memurun dalavereleri üzerine anlattıklarını Nehlüdof sonuna kadar dinlemeden
Allahaısmarladık, deyip, bir arabaya atlayarak rıhtım caddesine çekmesini söylediğinde pek şaşırdı.
Nehlüdofun canı çok sıkılıyordu. İki sebebi vardı can sıkıntısının: Yargıtayın verdiği kararın, hiç bir günahı
olmayan Mas-lova'ya çektirilen manâsız ıstırabı onaylamasıyla; aynı kararın, Nehlüdofun, Maslova'yla
hayatını birleştirmek üzerine verdiği kararı gerçekleştirmesini güçleştirmesi. Avukatın öylesine haz
duyarak anlattığı o korkunç hikâyeleri hatırladıkça can sıkıntısı daha da artıyordu. Öte yandan, bir
zamanlar sevimli, açık yürekli, dürüst bir insan olan Selyenin'in içten pazarlıklı, soğuk, kötülük okunan
bakışı da gitmiyordu gözünün önünden.
Eve döndüğünde, kapıcı küçümser bir tavırla —adamın deyimiyle— bir kadının kapıcı odasında yazdığı bir
puslayı verdi Nehlüdof'a. Şustova'nın annesindendi pusla. Kadın velinimetine, kızının kurtarıcısına
teşekkür etmeye geldiğini yazıyor; ayrıca onu evlerine, Vasilyevski'de beşinci sokak falan numaradaki
dairelerine davet ediyordu. Vera Yefremovna'nın da bunu çok isteyeceğini, minnet gözyaşları dökerek
onun canını sıkacaklarından korkmamasını yazıyordu. Minnet duygularımızdan söz etmeyeceğiz size,
diyordu, sizi görelim, yeter bize. Bir engeliniz olmazsa yarın sabah gelebilir miydiniz acaba?
— 327 —
Öteki pusla Çarın emir subaylarından olan, Nehlüdofun es-Iki arkadaşı Bogatıryefdendi. Nehlüdof, İncil
okudukları için ya-|kalananlar adına yazdığı dilekçeyi elyazısıyla, söz verdiği gibi, dilekçeyi Çara kendi
eliyle vereceğini ama aklına yeni bir şey geldiğini yazıyordu: Nehlüdof önce, bu işlerle ilgilenen kimseyi
gidîp görse, ondan yardım dilese daha iyi olmaz mıydı acaba?
Nehlüdof, Petersburg'da son birkaç gündür başından geçen olayların etkisi altında, bir şey elde
edebileceğinden umudu ta-lamen kesmişti. Moskova'da kurduğu plânlarını, insan hayata atıldığında boşa
çıkması yüzde yüz olan gençlik hayallerine benzetiyordu şimdi. Ama hazır Petersburg'a gelmişken,
Moskova'da aklına koyduğu her şeyi yapmayı bir borç sayıyordu kendi için. farın Bogatıryef le görüştükten
sonra, onun öğüdünü tutup, din suçlularıyla ilgilenen kimseye gitmeye karar verdi.
Çantasından dilekçeyi çıkarmış, yeni baştan bir kere daha okuyordu ki, kontes Katerina ivanovna'nın
uşağı kapıyı çalıp giril, onu yukarda çaya beklediklerini bildirdi.
Nehlüdof, hemen geleceğini söyledi, kâğıtları katlayıp çantasına koydu, teyzesinin yanma gitmek üzere
kalktı. Merdivenleri çıkarken pencereden dışarı kaydı gözü bir ara, Mariette'nin doku atlarını gördü. Birden
neşelendiğini hissetti, gülümsemek geldi içinden.
Mariette, başında şapkayla —ama siyah değildi bu, açık renk bir şapkaydı— rengarenk elbisesiyle,
kontesin koltuğunun yanında oturuyor, elinde çay fincanı, güzel gözlerinin içi gülerek heyecanlı heyecanlı
bir şeyler anlatıyordu. Nehlüdof odaya girdiğinde Mariette son derece gülünç, gülünç olduğu kadar da ayıp
bir hikâyeyi —gülüşmelerinden anlamıştı bunu Nehlüdof— yeni bitirmişti; yüzü kıllı, temiz yürekli kontes
Katerina İvanov-na iri bedeniyle sarsıla sarsıla katılırcasına gülüyordu; Mariette ise pek mischievous (') Lir
tavırla gülümseyen dudaklarını büzmüş, neşeli, canlılık okunan yüzünü hafif yana yatırmış, sessizce
kontese bakıyordu.
Nehlüdof bazı sözcüklerden, kadınların Petersburg'da günün Sibirya'lı validen söz ettiklerini anlamıştı.
Kontes uzun süre ka(')
Yaramaz (Fransızca).— 328 —
tıla katıla güldüğüne göre, Mariette bu konuda çok gülünç bir şeyler anlatmış olmalıydı. Kontes öksürerek:
— Oh, bayılacağım, diyordu.
Nehlüdof selâm verip, yanlarına oturdu. Tam Mariette'ye aşırı neşesi için sitem etmeye hazırlanıyordu ki,
onun yüzündeki ciddi, can sıkıntısını andıran ifadeyi farkeden genç kadın, onun hoşuna gitmek için
—Nehlüdof'u ilk gördüğü andan beri hoşuna gitmek istiyordu aslında— hemen yalnızca yüz ifadesini değil,
ruhsal durumunu da değiştirdi. Birden ciddileşmiş, hayatından yakınan, bir şeyler arayan, bir şeyler
isteyen bir insan olmuştu. Yapmacık değildi bu, gerçekten de, o anda Nehlüdof'un içinde bulunduğu ruhsal
duruma—gerçi sorsalardı bu ruhsal durumun nasıl bir şey olduğunu anlatamazdı ya— girmişti.
Nehlüdof'a, işlerini halledip halletmediğini sordu. Nehlüdof, yargıtayda uğradığı başarısızlığı, Selyenin'le
karşılaşmasın! anlattı.
.— Ah! Ne temiz ruhlu bir insandır o! Tam bir chevalier sans peur et şans reproche. (2) Çok dürüsttür!
İki kadın da, Selyenin'in sosyetede dillerde dolaşan özelliklerini sayıp dökmeye başlamışlardı.
Nehlüdof:
— Karısı nasıl bir insan? diye sordu. Mariette:
— Karısı mı? dedi. Suçlamayacağım onu. Ama anlamıyor kocasını. O da mı dilekçenin reddini istedi
yoksa?
Dilekçenin reddedilmesine gerçekten çok üzüldüğü belliydi. İç geçirerek devam etti:
— Çok kötü oldu bu! Yazık zavallıya!
Nehlüdof yüzünü buruşturdu, konuyu değiştirmek isteyerek, genç kadının yardımıyla kaleden kurtulan
Sustova'dan söz açtı. Kocasına söylediği için teşekkür etti: zavallı kadının, ailesinin sırf onları hatırlayacak
kimse çıkmadığı için ıstırap çektiklerini düşünmenin ne korkunç bir şey olduğunu anlatmaya başlamıştı ki,
beriki sözünü kesti, sinirli bir sesle:
P)
Korkusuz, kusursuz şövalye. (Fransızca)
— 329 —
— Bunu bana anlatmayın, dedi, biliyorum. Kocam, onu serbest bırakılabileceğini söyler söylemez ben de
düşündüm aynı şeyi. Suçu yoktuysa ne diye tutuyorlardı onu orada? (Nehlüdof un söylemek istediğini
söylemişti.) Akıl almaz bir şey bu!
Kontes Katerina İvanovna, Mariette'nin yeğenine kur yaptığının farkındaydı, hoşuna gidiyordu bu. Bir anlık
sessizlikten yararlanarak:
— Bak ne diyeceğim sana, dedi, yarın akşam Aline'ye gel. Kızeveter konuşacak orada. (Mariette'ye
döndü.) Sen de. (Sonra gene yeğenine döndü.) li vous a remarque. (') Sözlerinin iyiye işaret olduğunu
—anlattım ona konuştuklarımızı— İsa'nın yolundan yürüyeceğini söylüyor. Yarın muhakkak gelmelisin.
Söyle ona da gelsin, Mariette. Sen de gel.
Mariette Nehlüdof'a bakarak:
— Bir kere, prense akıl vermeye hiç hakkım yoktur benim kontes, dedi; ikinci olarak, biliyorsunuz,
sevmem ben...
Bakışından, ses tonundan kontesin sözleri üzerine, bu din konuşmaları üzerine Nehlüdof'la aynı
düşüncede olduğunu anlatmak istediği belliydi.
Kontes:
— Her zaman aksisindir sen zaten, hep kendi bildiğini okursun, dedi.
Mariette gülümsedi:
— Ben mi kendi bildiğimi okurum? Aslında bir köylü kadını kadar kuvvetlidir inancım.
(Önceki
konuşmasına devam etti.) Üçüncü olarak da, yarın Fransız tiyatrosuna gidiyorum...
Kontes Katerina İvanovna:
— Ah! dedi Gördün mü sen şu... neydi adı canım kadının? Mariette ünlü Fransız aktristinin adını söyledi.
— Muhakkak git gör onu, görmeye değer. Nehlüdof gülümsedi.
— Önce hangisini göreyim ma tante, aktrisi mi, din konuşmacısını mı?
— Söz oyunu yapma bana lütfen. Nehlüdof:
(')
Seni farketmîş. (Fransızca)— 330 —
— Önce din konuşmacısını, sonra aktristi görmeliyim bence, dedi, yoksa din konuşmasından hiç tad
alamam bakarsınız.
Marlette:
— Hayır, diye itiraz etti,
Fransız tiyatrosundan başlayıp, sonra tövbekar olsanız daha iyi edersiniz.
—
Beni alaya alıyorsunuz bakıyorum da. Din başka, tiyatro başkadır. İnsanın günahlarından
temizlenmesi için oturup somurtması, habire ağlaması gerekmez hiç de. İnansın yeter. Neşeli de olur o
zaman.
— Siz bütün din konuşmacılarından daha iyi din dersi veriyorsunuz ma tante.
Mariette bir an düşündükten sonra:
— Yarın tiyatroda benim locama gelin, dedi.
— Korkarım ki gelemeyeceğim...
Konuşma, konuk geldiğini haber vermek için uşağın odaya girmesiyle yarıda kesildi. Kontesin başkanı
olduğu hayır kurumunun sekreteriydi gelen.
Kontes:
— Çok can sıkıcı bir adamdır bu, dedi. İyisi mi salonda görüşeyim onunla. (Her zamanki gibi çabuk
adımlarla kapıya yürürken devam ediyordu.) Onu savınca gelirim. Çay koyun ona Mariette.
Genç kadın eldivenini çıkardı, alyans parmağında birkaç yüzük olan, oldukça enli, hareketli eli gözüktü.
İspirto ocağının üzerindeki gümüş çaydanlığı —küçük parmağını tuhaf bir biçimde dimdik tutarak—
alırken:
— İstiyor musunuz? diye sordu.
Yüzünü ciddi, hüzün dolu bir ifade kaplamıştı.
—
Düşüncelerine değer verdiğim insanların, içinde bulunduğum koşullara bakarak beni yanlış
anlamalarına çok, hem de pek çok üzülürüm.
Ha ağladı ha ağlayacaktı Mariette. Şöyle bir düşünülürse, bu söylediğinin hiç bir anlamı olmayabilirdi, pek
soyut bir anlamı da olabilirdi. Nehlüdof büyük bir içtenlik, duygululuk hissetmişti bu sözlerde. Şık, güzel,
genç kadının bunları söylerken pırıl pırıl gözleriyle yüzüne bakması öylesine etkilemişti onu.
Nehlüdof gözlerini ayıramıyordu bu güzel gözlerden, sessiz— 331 —
ce bakıyordu ona.
— Sizi, ruhunuzda olup biteni anlamadığımı sanıyorsunuz. Yaptıklarınızı herkes biliyor. C'est le cetret de
poiichinelle (')
Duygulandırıyor da beni bu, hak veriyorum size.
— Duygulanacak bir şey yok aslında, henüz bir şey yapmış değilim.
— Olsun varsın. Duygularınızı anlıyorum, onu da anlıyorum.. (Nehlüdof'un yüzünün buruştuğunu
farkedince konuyu kapamak istedi.) Pekâlâ, pekâlâ, ondan söz etmeyeceğim. Anladığım bir şey daha
var, ceza evlerinde insanların çektiği ıstırapları gördükten sonra, bu zavallılara, böylesine ezilen, horlanan,
bu insanlara yardım etmek istiyorsunuz... Bunu, insanın uğruna canını bile verebileceği yüce bir görev
olduğunu biliyorum, ben de verebilirdim canımı. Ama herkesin bir kaderi vardır.
Marîette'nin o anda tek istediği, Nehlüdof'un ilgisini çekmekti. Genç adamın ruhunda olanları, değer verdiği
şeyleri kadın duyarlılığıyla sezinlemiş, onların üzerinde duruyordu. Herkesin bir kaderi var, diye pek bir içli
mırıldanmıştı.
— Kaderinizden yakmıyor musunuz yoksa?
Genç kadın, böylesine basit bir şeyi Nehlüdof'un nasıl so-rabildiğine şaşmış gibi:
— Ben mi? dedi. Yakınmamak zorundayım, yakınmıyorum da. Ama içimde bir şey var, arada uyanıyor...
— Uyumasına fırsat vermemelisiniz, daima inanmalısınız bu sese.
Genç kadının yalanma iyice kaptırmıştı kendini Nehlüdof.
Sonraları, Nehlüdof onunla olan bu konuşmasını utanç duyarak hatırladı hep. Yalnızca yalan sözlerini
değil, düzme bir içtenlik takındığı yüzünü de unutamadı uzun süre. Ceza evinde gördüğü korkunç olayları,
köy izlenimlerini anlatırken bütün bunlara büyük bir ilgi duyuyormuş gibi dinliyordu onu.
Kontes odaya döndüğünde, iki eski arkadaştan da öte, onları anlamayan insanların arasında birbirlerini
anlayan iki yakın dost gibi konuşuyorlardı.
(')
Polichinelle'nm (Fransız halk kukla tiyatrosunun soytarısı) sırrıdır bu. (Fransızca)— 332 —
XXV
Yönetim organlarının haksızlıklarından, insanlara çektirilen acılardan, halkın yoksulluğundan söz
ediyorlardı; oysa aslında, birbirlerinden ayırmadıkları gözleri konuşmanın arasında durmadan Sevebilir
misin beni? diye soruyor, öteki cevap veriyor-du: Sevebilirim. Kadının erkeğe, erkeğin kadına duyduğu o
duygu giderek daha bir yaklaştırıyordu onları.
Mariette giderken ona elinden gelen yardımı yapmaya her zaman hazır olduğunu, yarın akşam tiyatroda,
bir dakikalığına bile olsa, yanına uğramasını, onunla çok önemli bir konuda konuşacağını söyledi. Derin bir
göğüs geçirdikten sonra, yüzük dolu eline eldivenini dikkatle geçirirken:
— Bir daha ne zaman göreceğim sizi? dedi. Söz verin geleceğinize.
Nehlüdof söz verdi.
O gece odasına çekilince mumu söndürüp yatağa uzandı Nehlüdof, ama uzun süre uyuyamadı.
Maslova'yı, yargılayın verdiği kararı, Maslova'nın arkasından Sibirya'ya gitmeye kararlı olduğunu,
toprağını başkalarına verdiğini düşünüyordu; bütün bu sorulara cevapmış gibi, Mariette'nin yüzü geldi
gözlerinin önüne ansızın: Bir daha ne zaman göreceğim sizi? derkenki bakışını, göğüs geçirişini hatırladı.
Gülümseyişini görür gibi oldu, o da gülümsedi. Sibirya'ya gitmekle iyi mi ediyorum acaba? diye sordu
kendi kendine. Varımı yoğumu başkalarına vermek akıllıca bir iş mi?
İyice kapatılmamış perdenin arasından gözüken bu aydınlık Petersburg gecesinde kesin cevaplar bulmak
pek güçtü bu sorulara. Kafasının içi karmakarışıktı. Eskisi gibi düşünmeye zorluyordu kendini; ama eski
güçlerini yitirmişti bu düşünceler şimdi.
Neler düşünüyorum ben de, diye geçirdi içinden, yaptığım iyi şeylere bile pişman oluyorum. Bu sorulara
birer cevap bulamamak, çoktan beri duymadığı bir pişmanlığa, umutsuzluğa salmıştı onu. Sorulara cevap
bulamayınca, kumarda büyük para kaybettiği zamanlar olduğu gibi, derin bir uykuya daldı.
Devrisi sabah uyanır uyanmaz, dün iğrenç bir şey yaptığını hissetti Nehlüdof.
Düşünmeye başladı: Öyle kötü, iğrenç bir davranışı olmamıştı; ama düşünceler; şimdiki niyetlerinin
—Katyuşa'yla evlenmek, toprağını köylülere dağıtmak gibi— gerçekleşemeyecek birer hayal oldukları,
kararlılığını sonuna kadar sürdüremeyeceği bütün bunların yapmacık, gerçekdışı olduğu, şimdiye dek
nasıl yaşıyorduysa öyle yaşamaya devam etmesi gerektiği üzerine çirkin düşünceler vardı.
Kötü davranış yoktu ama, ondan çok daha kötü şeyler vardı: Bütün kötü davranışların kaynağı kötü
düşünceler. Kötü bir davranışı tekrarlamayabilir kişi, pişman olabilir yaptığına, kötü düşünceler öyle midir
ya, bütün kötü davranışlar onlardan doğar.
Kötü bir davranış, arkasından gelen kötü davranışlara kapar yolu; kötü düşüncelerse açar.
Nehlüdof, bir an için bile olsa, dün bu düşüncelere kendini nasıl kaptırabildiğine şaşıyordu şimdi. Yapmak
niyetinde olduğu şey ne denli güç, alışılmamış olursa olsun, bunu yapmadan yaşamayacağını; eski hayata
dönmesi ne denli kolay olursa olsun, bunun onun için ölüm olduğunu biliyordu artık. Dünkü bu kanısını,
sıcak yatağında uyanmış, daha uyumak isteyen, ama önemli bir işi için kalkma zamanının da geldiğini
düşünerek, biraz daha uyumak isteğiyle yatağın içinde sağa sola dönen bir insanın o anda duyduklarına
benzetiyordu.
Petersburg'da son günüydü bu, o sabah Vasilyevski'ye, Şus-tova'ya gitti.
İkinci katta bir dairede oturuyordu Şustova. Nehlüdof, kapıcının yol göstermesiyle arka kapıdan girip, dik
merdivenden çıktı, yemek kokan, sıcak mutfağa girdi doğru. Kollarını sıvamış yaşlı bir kadın, ocağın
başında ayakta duruyor, tüten bir tencerede bir şey karıştırıyordu. Gözlüklerinin üstünden Nehlüdof'a dik
dik bakarak:
— Kimi arıyorsunuz? diye sordu.
Nehlüdof daha kim olduğunu söyleyip bitirmemişti ki, kadının yüzü değişti birden, korkuyla sevinç karışık
bir ifadeyle kaplandı. Ellerini önlüğüne kurulayarak:
— 334 —
— Ah, prens! diye haykırdı. Peki ama niçin arka merdivenden geldiniz? Velinimetimiz bizim! Onun
annesiyîm ben. Mahvedeceklerdi yavrumu. Kurtarıcımızsız bizim. (Kadın Nehlüdof' un elini yakalamış,
öpmeye çalışıyordu.) Dün geldim size. Kız-kardeşim çok yalvardı git diye. O da burada.
Anne Şustova, Nehlüdof'u mutfağın dar kapısından, karanlık koridordan geçirirken —hem yürüyor, hem de
eteklerini, saçlarını düzeltiyordu— durmadan konuşuyordu.
— Şu, yandan efendim, şöyle.
Bir kapının önünde durup alçak sesle devam etti:
— Kornilova'dır
kızkardeşimin adı, duymuşsunuzdur belki de. Politikaya karışmıştı. Kafası çok
çalışan bir kadındır.
Anne Şustova kapıyı açtı, Nehlüdof'u, ortasında bir masa olan küçük bir odaya aldı. Masanın arkasındaki
küçük divanda çizgili basmadan bluzlu, orta boylu, şişmanca bir kız oturuyordu. Bukleli, san saçlarının
çevrelediği yuvarlak, renksiz yüzü annesininkine benziyordu. Tam karşısındaki koltukta, yakası işlemeli
Rus gömleği giyen, siyah bıyıklı, siyah sakallı genç bir adam iki büklüm oturuyordu. Besbelli konuşmaya
dalmışlardı. Nehlüdof odanın ortasına geldikten sonra dönüp baktılar ancak.
— Lida, prens Nehlüdof, seni...
Uçuk benizli kız, kulağının arkasından kurtulan bir tutam saçı düzelterek birden ayağa fırladı; iri, gri
gözlerini korkuyla Nehlüdof'a dikti.
Nehlüdof gülümseyerek elini uzattı ona.
— Serbest bırakılması için Vera Yefremovna'nın söylediği tehlikeli kadın siz miydiniz? dedi.
— Evet, benim.
İçten, çocukça bir gülümsemeyle aralandı genç kızın dudakları, güzel dişleri gözüktü.
— Teyzem çok görmek istedi sizi.
Yan kapıya doğru sevgi dolu bir sesle seslendi:
— Teyze! Nehlüdof:
— Sizin tutuklanmanız çok üzmüştü Vera Yefremovna'y'.
dedi.
Lidiya, genç adamın kalktığı yumuşak, kırık dökük koltuğu
göstererek:
— Şöyle oturun daha iyi, dedi.
Nehlüdof'un genç adamı yukardan aşağıya şöyle bir süzdüğünü farkedince:
— Teyzemin oğlu Zaharof, diye ekledi.
Genç adam da Lidiya gibi içtenlikle gülümseyerek elini sıktı konuğun; Nehlüdof onun yerine oturunca da
gidip pencerenin dibindeki sandalyeyi aldı, konuğun yanına oturdu. Öteki kapıdan, saçları daha bir açık
sarı, on altı yaşlarında bir lise öğrencisi çocuk çıktı, geçip sessizce pencerenin içine oturdu. Lidiya:
— Vera Yefremovna teyzemin çok yakın arkadaşıdır, dedi, ama ben tanımıyorum onu.
Bu sırada yan kapıdan beyaz bluzlu, beline deri kemer bağlamış, son derece temiz yüzlü, zeki bakışlı bir
kadın girdi odaya. Divana, Lidiya'nın yanına otururken:
— Hoş geldiniz, diye başladı, geldiğiniz için çok çok teşekkürler. Vera'cığımdan ne haber? Gördünüz mü
onu? Üzülüyor mu?
Nehlüdof:
— Üzülmüyor, dedi. Kendini çok iyi hissediyormuş, öyle diyor.
Kadın gülümseyerek başını salladı.
— Ah Vera'cık, ah! Bilirim onu. Ancak bilen bir insan anlayabilir onu. Üstün bir kişiliği vardır. Hep
başkaları için çalışır, kendi için bir şey istemez.
— Evet, kendi için hiç bir istekte bulunmadı benden, yalnız yeğeninizi düşünüyordu. Suçsuz yere
yakalandı diye —öyle söyledi bana— çok üzülüyordu.
Teyze:
— Evet, dedi, korkunç bir şeydi bu! Hiç bir günahı yokken, boşu boşuna acı çekti.
Lidiya karıştı söze:
— Hayır Teyze! Siz olmasaydınız da alırdım o kâğıtları. Teyzesi:
— İzninle ben daha iyi bilirim bu işleri, dedi. Nehlüdof'a dönerek devam etti:
— Olay şu, biri bazı kâğıtları bir zaman için saklamamı istedi benden; evim olmadığından, ben de getirip
ona verdim. O336 —
gece arama yapmışlar evinde, kâğıtları da onu da alıp götürmüşler; bugüne kadar tuttular, kâğıtları kimden
aldığını söylemesini istiyorlarmış.
Lidiya, aslında ona bir zararı olmayan saçını öfkeyle geri
atarak:
— Söylemedim de, diye atıldı.
Teyzesi:
— Söyledin demedim ben de zaten, dedi.
Lidiya kızararak, huzursuz bakışlarını odanın içinde gezdirdi.
— Martin'i benden öğrendikleri bir şeye karşılık tutukla-madilar, dedi.
Annesi karıştı söze: — Kapat bu konuyu Lidiya'cığım. — Niçin kapatacakmışım? Anlatmak istiyorum.
Artık gülümsemiyordu Lidiya, yüzü kıpkırmızı olmuştu, saçını da geri atmıyor, parmağına dolayarak
bakmıyordu. Annesi: — Anlatınca dün akşam ne oldu biliyorsun, dedi.
— Hiç de... Bırakın da anlatayım anneciğim. Söylemedim, sustum hep. İki kere sorguya çekti beni o
adam; teyzemle Mitin'i sordu. Ona cevap veremeyeceğimi söyleyip sustum. O zaman... Petrof...
Teyzesi yeğeninin neden söz ettiğini açıkladı Nehlüdof'a:
— Petrof dediği hafiyedir, jandarma, alçağın biri. Lidiya çabuk çabuk konuşarak devam ediyordu:
— O zaman o kandırmaya çalıştı beni. Bana anlatacaklarınızın hiç kimseye bir zararı dokunmayacaktır,
dedi, tersine... Konuşursanız, burada boşu boşuna ıstırap çektirdiğimiz insanları da kurtarmış olursunuz.
Gene
de konuşmayacağımı
söyledim. O zaman şöyle söyledi:
Pekâlâ, konuşmayın, ama
söyleyeceklerime de itiraz etmeyin. İsimleri saymaya başladı, bu arada Mitin'in adını da söyledi.
Teyzesi:
— Yeter artık, dedi.
— Of, bırakın da anlatayım teyze... Durmadan saçını çekeliyor, bakmıyordu.
— Düşünün, devrisi gün Mitin'in tutuklandığını öğreniyorum, duvarı tıklatarak bildirdiler bana bunu.
Benim yüzümden
__ 007 __
-137yakalandığını sandım tabiî. O" kadar acı vermeye başladı bana bu, o kadar ki, az kaldı çıldırıyordum.
Teyzesi:
— Senin yüzünden yakalanmadığı da anlaşıldı sonunda, dedi.
— Bilmiyorum ki. Ben onu ele verdim sanıyordum. Hücrenin içinde dolaşıp duruyor, düşünüyordum hep.
Ben ele verdim sanıyordum onu. Yatağa yatıp da gözlerimi kapayınca bir ses çınlamaya başlıyordu
kulağımda: Sen ele verdin onu, Mitin'i sen yakalattın, ele verdin Mitin'i. Bunun hayal olduğunu, gerçekten
böyle bir sesin olmadığını biliyor, uyumak istiyordum ama uyku girmiyordu gözüme; düşünmemek
istiyordum, yapamıyordum. Bu acı veriyordu bana işte!
Lidiya parmağına saçını dolayıp çözerek, durmadan çevresine bakınarak konuşuyordu. Giderek
heyecanlanıyordu. Annesi omzuna dokunarak:
— Lidiya'cığım, dedi, sakin ol.
Ama sakin olmak elinde değildi artık Lidiya'nın.
— Öyle bir acıydı ki bu... diye başladı.
Sözünün sonunu getiremedi, divandan atlayıp, koltuğa çarparak koşup çıktı odadan. Annesi de
arkasından gitti. Pencerenin içinde oturan lise öğrencisi:
— Hepsini aşmalı alçakların, diye söylendi. Annesi:
— Sana ne oluyor? dedi. Lise öğrencisi:
— Hiç... diye cevap verdi.
Masanın üzerindeki paketten bir sigara alıp yaktı. Teyze de bir sigara yaktı, başını sallayarak:
— Evet, dedi, tek kişilik hücreye kapatılmak gençler için çok kötü oluyor.
Nehlüdof:
— Herkes için kötüdür, dedi.
— Hayır, herkes için değil. Gerçek devrimciler için bunun bir dinlenme, rahata erme olduğunu duydum.
Devamlı bir kuşku, tehlike, maddî sıkıntı içinde yaşar devrimci; kendi için, arkadaşları için, yoluna baş
koyduğu dâva için korkar hep; en sonunda
Diriliş — F: 22— 338 —
yakalarlar onu, her şey bitmiştir artık, omuzlarındaki sorumluluk alınmıştır: Otur rahatına bak. Düpedüz
söylemişlerdir bana yakalanınca sevindiklerini. Gelgelelim genç suçsuzlar için —daima önce Lidiya gibi
suçsuzları atarlar içeri— bunlar için ilk şok korkunç oluyor işte. Özgürlüğünüzün elinizden alınması, itilip
kakılmanız, aç bırakılmanız, içersinin havasının kötü olması, çekilen her çeşit eziyet vız gelir. Bütün bunlar
iki kat daha kötü olsa gene kolaylıkla katlanır insan, yeter ki oraya ilk girdiğinde o şok sarsmasın benliğini.
— Siz nereden biliyorsunuz bunları? Lidiya'nın teyzesi içtenlikle acı acı gülümsedi.
— Ben mi? İki kere yattım hücrede. Beni oraya ilk atıldığımda —hiç suçum yokken yakalamışlardı beni—
yirmi iki yaşındaydım, çocuğum vardı kucağımda, ayrıca gebeydim de. Özgürlüğümden yoksun olmanın,
çocuğumdan, kocamdan ayrılmanın ağırlığı, artık insan olmaktan çıkıp bir eşya olduğumu anladığım
zaman hissettiklerimin yanında hiçti. Kızıma bir Allahaısmarladık demek istedim, yürümemi söylediler,
arabaya
bindirdiler beni. Beni
nereye götürdüklerini
soruyordum, götürdüklerinde göreceğimi
söylüyorlardı. Sorgu sualden sonra üstümdekileri çıkarıp numaralı ceza evi giysileri giydirdiler bana,
kemerlerin altından geçirdiler, bir kapıyı açıp içeri attılar beni, kapıyı kilitleyip gittiler. Koridorda bir aşağı bir
yukarı dolaşan, geçerken arada bir de kapımdaki delikten içeri bakan tüfekli nöbetçi kaldı yalnız. O anda
çok fena oldum. Hatırlıyorum, beni en çok şaşırtan, sorguya çekerken jandarma subayının bana sigara
uzatma-sıydı. Demek biliyordu insanların bazı anlarda sigara içmeyi nasıl istediklerini; insanların
özgürlüğü, ışığı nasıl sevdiklerini, annelerin çocuklarını, çocukların annelerini nasıl sevdiklerini biliyordu.
Evet, dünyada değer verdiğim her şeyden böylesine acımadan koparıp almışlardı beni, yabanî bir hayvan
gibi kilitli kapıların ardına atmışlardı. Öyle kolay kolay katlanılabilecek bir şey değildi bu. Tanrıya,
insanlara, insanların birbirini sevdiklerine inanan bir kimse başına böyle bir şey geldikten sonra hiç birine
inanmaz artık bunların. O günden sonra ben de inanmıyorum insanlara, nefret ediyorum onlardan.
Kadın gülümseyerek bitirdi sözünü.
— 339 —
Lidiya'nın biraz önce çıktığı kapıdan annesi girdi, Lidiya'nın sinirlerinin bozuk olduğunu, konuğun yanına
çıkamayacağını bildirdi.
Teyzesi:
— Niçin mahvediyorlar körpecik bir ruhu? dedi. Beni asıl üzen, istemeyerek böyle bir şeye sebep
olmamdır.
Annesi:
— İnşallah köy havası iyi gelir ona, dedi, babasının yanına yollayacağız onu.
Teyze, Nehlüdof'a döndü:
— Siz olmasaydınız tamamen mahvolacaktı. Minnettarız si--ze. Sizi görmek istememin bir sebebi daha
vardı; şu mektubu Vera Yefremovna'ya vermenizi isteyecektim, (cebinden bir mektup çıkardı.) Zarf kapalı
değildir, okuyun; ister yırtıp atın, ister verin, hangisini daha uygun bulursanız onu yapın. Gizli bir şey yok
içinde.
Nehlüdof mektubu aldı, onu Vera Yefremovna'ya ileteceğine söz verdi, vedalaşıp çıktı.
Okumadan ağzını kapadı mektubun, sahibine iletmeye kararlıydı onu.
XXVI
Nehlüdof'u Petersburg'da tutan son işi, din suçluları işiydi. Onlar için dilekçeyi Çar'a, alaydan eski
arkadaşı, Çar'ın yaveri Bogatıryef aracılığıyla verecekti. Erkenden gitti Bogatıryef'e, evdeydi arkadaşı,
kahvaltısını yapıyordu, biraz sonra çıkacaktı. Kısa boylu, tıknaz bir adamdı Bogatıryef; çok kuvvetlî —nalı
tuttu mu eğebiliyordu— temiz yürekli, dürüst, yalanı dolanı olmayan, hattâ özgür düşünceliydi. Bu
niteliklerine rağmen saraya yakındı, Çar'ı da ailesini de sever, —şaşılası bir durumdu— içinde bulunduğu
bu çevrenin yalnız iyi yanlarını görür, kötülüklerine, alçaklıklarına karışmazdı. Ne insanları ne de alınan
tedbirleri suçlar; ya susar, hiç bir şey söylemez, ya da gözüpek, gümbür gümbür öten bir sesle, bağırır
gibi, söylemesi gerekeni söyler, konuşurken gene öyle yüksek sesle gülerdi. Hem kendini zorlayarak,
gösteriş olsun diye yapmazdı bunu, yaradılışı öyleydi.
— Geldiğin çok iyi oldu. Kahvaltı eder misin? Otur. Biftek— 340 —
nefis. Elimin altındakinden başlarım ben daima, onunla da bitiririm. Ha, ha, ha!
Kırmızı şarap olan sürahiyi göstererek:
— Şarap iç bari, diye bağırdı. Ben de seni düşünüyordum. Dilekçeyi vereceğim. Hem de eline... buna
inan; yalnız, önce Toporof'a bir gitsen daha iyi olmazmıydı diye düşündüm.
Toporof adını duyunca Nehlüdof yüzünü buruşturdu.
— Her şey onun elindedir. Zaten sen gitmesen de ona soracaklar. Belki bir yardımı dokunurdu sana.
— Sen git dersen giderim. Bogatıryef:
— Çok güzel, diye bağırdı. Ee, söyle bakalım,
Piter (Pe-tersburg) nasıl bir etki bıraktı sende?
Konuşsana canım.
Nehlüdof:
— Hipnotize etti beni sanki, dedi. Bogatıryef:
— Hipnotize mi? diye sordu.
Kahkahayı bastı. Peçeteyle ağzını, bıyıklarını sildi.
— Gideceksin demek? Ha? Seninle gerektiği gibi ilgilenmezse bana getir, yarın ben veririm.
Bağıra bağıra konuşuyordu gene. Masadan kalkıp haç çıkardı —bunu da ağzını sildiği gibi bilinçsiz olarak
yaptığı belliydi— kılıcını kuşanırken:
— Şimdilik allahaısmarladık, dedi, acele işim var. Nehlüdof:
— Beraber çıkalım, dedi.
Dış kapıda Bogatıryef'in geniş, güçlü elini —her zamanki gibi bir dinçlik, canlılık, hafiflik duyarak— sıktı,
ayrıldılar.
Nehlüdof, hiç bir fayda beklemediği halde, Bogatıryef'in dediğini yaptı, din suçlularıyla ilgilenen Toporof'a
gitti.
Toporof'un bulunduğu görev ancak kör, ahlâk duygusundan yoksun bir insanın göremeyeceği bir çelişki
içindeydi. Toporof bu çelişkiyi göremeyecek kadar hem kördü, hem de ahlâk duygusundan yoksundu. Bu
çelişki Toporof'un görevinin amacıydı: Tanrının kurduğu, cehennem kapılarının da, hiç bir insan gücünün
de sarsamayacağı kiliseyi dış olanaklarla —bu arada kuvvetle de— korumaktı görevi. Tanrının bu kutsal,
güçlü kurumu, ba— 341 —
şında Toporof'la arkadaşlarının bulunduğu dünyasal kurumu desteklemek zorunda bırakılıyordu. Toporof
görmüyordu bu tezadı, ya da görmek istemiyordu; cehennem kapılarının bile yeneme-ceği kiliseye
herhangi bir din düşmanının zarar vermemesi için canla başla çalışmaktaydı. Asıl din duygusundan,
insanların eşitliği, kardeşliği bilincinden yoksun bütün insanlar gibi Toporof da, halkın, ondan tamamen
başka yaratıklardan oluştuğuna, onun için gerekli olmayan şeylerin halk için zorunlu olduğuna inanırdı.
Ruhunun derinliklerinde hiç bir şeye inanmaz, bu durumu da çok rahat bulurdu; ama halkın da bu duruma
gelmesinden korkar, —kendi deyimiyle— halkı bu tehlikeden korumayı en kutsal görev sayardı kendine.
Bir yemek kitabında, İstakozların canlı canlı kaynar suya atılarak haşlanmayı sevdikleri yazılı olduğu gibi,
Toporof da —yemek kitabındaki bu açık seçik ifade gibi kesin— halkın batıl inancı sevdiğini düşünür, bunu
söylerdi.
Koruduğu din onun için, bir tavukçu için tavuklarını beslediği solucan neydiyse oydu. Ölmüş solucan, pisti,
iğrençti, ama tavuklar seviyorlardı onu, yiyorlardı, öyleyse vermek gerekirdi onlara solucan.
Elbette kaba anlamıyla puta tapmaktı şu İversk'lilerin, Ka-zan'lılarm, Smolensk'lilerin yaptıkları; ama halk
seviyordu bunu, inanıyordu, öyleyse desteklemek gerekirdi bu batıl inançları. Böyle düşünüyordu Toporof,
halkın batıl inancı sevdiğini sanıyordu. Oysa halkın batıl inancı sevmesinin suçu Toporof'un, onun gibi
aydınlığa kavuşmuş, ama ellerindeki ışığı, bilgisizliğin karanlığından kurtulmaya çalışan halka yardım için
değil, onu bu karanlığa iyice gömmek için kullanan insanlarında.
Nehlüdof bekleme odasına geldiğinde Toporof, çalışma odasında, ülkenin batısında zorla ortadoks edilen
halk arasında Ortodoksluğu yayan, yaşatan soylu bir rahibeyle sohbet ediyordu.
Bekleme odasında görevli memur ne istediğini sordu Neh-lüdof'a; onun, bazı din suçlularının dilekçesini
Çar'a iletme işini üzerine aldığını öğrenince, dilekçeyi görüp görmeyeceğini sordu. Nehlüdof dilekçeyi
verdi, memur dilekçeyle çalışma odasına girdi. Şapkasının kenarlarından tülü omuzlarına kadar uzanan,
etekleri yerlerde sürünen rahibe, topaz bir teşbih tuttuğu, tırnak— 342 —
lan temizlenmiş, beyaz ellerini göğsünün üzerinde kavuşturmuş, çalışma odasından çıktı, gitti. Hâlâ
çağırmıyorlardı Nehlüdof'u. Toporof dilekçeyi okuyor, başını sallıyordu. Dilekçenin güçlü anlatımı
şaşırtmıştı onu, canını sıkmıştı.
Dilekçeyi sonuna kadar okuduktan sonra Çar'ın eline geçerse birtakım hiç de hoş olmayan yanlış
anlamalara yo! açabilir bu, diye geçirdi içinden. Dilekçeyi masanın üzerine koyduktan sonra zile bastı,
Nehlüdof'u içeri almalarını söyledi.
Bu din suçlularını hatırlıyordu, daha önce de bir dilekçeleri vardı. Durum şuydu: Hıristiyanlıktan
uzaklaşmış oldukları ihbar edilmişti, yakalanıp mahkemeye vermişlerdi onları, ama mahkeme suçsuz
olduklarına karar vermişti. O zaman piskoposla vali nikâhlarının yasa dışı olduğu gerekçesiyle, aileleri
dağıtmış, kocalarını bir yana, karılarını bir yana, çocukları da başka bir yana sürgün etmişti. İşte bu
babalar, karılar ailelerinin dağıtılmamasını diliyorlardı. Toporof, bu olay kendisine aksettiği zamanki
düşüncelerini hatırlıyordu. Dilekçeyi kabul etse mi diye karar verememişti bir türlü. Ama bu köylü ailelerinin
her bir üyesini başka bir yana sürülmesi üzerine verilen kararı onaylamanın sakıncalı herhangi bir yanı
olamazdı; oysa ailelerin yerli yerinde bırakılmaları dinden kopma yolunda öteki köylüler üzerinde kötü
örnek olabilirdi; sonra, piskoposun görevine ne denli bağlı olduğunu gösteriyordu bu olay. Bütün bunları
göz önüne alarak, işlemin yürütülmesine karar vermişti.
Şimdi de, Petersburg'da çok tanıdığı olan Nehlüdof gibi bir koruyucunun yardımıyla durum Çar'a haksız
verilmiş bir karar olarak anlatılabileceği, ya da Avrupa gazetelerine aksedebileceği korkusuyla bir anda
verdi kararını. Beklenmeyen bir karardı bu.
Nehlüdof'u ayakta, başı pek kalabalık bir insan tavrıyla karşılayarak:
— Hoş geldiniz, dedi.
Hemen konuya girdi, dilekçeyi eline alıp Nehlüdof'a göstererek:
— Haberim vardı bu durumdan, diye devam etti. İsimleri okur okumaz hatırladım. Gerçekten de haksız
bir işti. İnanın ki bunu bana hatırlattığınız için minnettarım size. İl yöneticilerinin işgüzarlığı işte...
(Nehlüdof, karşısındakinin soluk yüzündeki ha— 343 —
reketsiz maskeye tiksintiyle bakıyor, susuyordu.) İşlemin durdurulması, köylülerin ailelerine dönmesi için
gerekeni yapacağım. Nehlüdof:
— Öyleyse bu dilekçeyi vermeyeyim mi? diye sordu.
— Vermeyin. Ben söz veriyorum size.
Ben sözcüğünü —onun dürüstlüğüne, onun sözüne her şeyden çok güvenebileceğinden emin olduğu
besbelli— üzerine basa basa söylemişti.
— İyisi mi hemen şimdi yazıvereyim, diye ekledi. Buyrun oturun bir dakika.
Masaya gidip yazmaya başladı. Nehlüdof ayakta duruyor, yukardan aşağı bu dar, uzun, dazlak kafaya, uç
kalemi kâğıt üzerinde çabuk çabuk dolaştıran, koyu mavi iri damarları çıkık bu ele bakıyor; hiç bir şeyi
umursamadığı besbelli bu adamın bunu niçin yaptığına, bu işle niçin böylesine ilgilendiğine akıl
erdire-miyordu. Niçin?..
Toporof zarfı kaparken:
— Tamam işte, dedi. (Dudaklarında gülümsemeye benzer bir şey belirdi.) Koruduğunuz köylülere
söyleyin bunu.
Nehlüdof zarfı alırken:
— Niçin onca ıstırabı çekti bu insanlar? diye sordu. Toporof, Nehlüdof'un sorusu pek hoşuna gitmiş gibi
başını
kaldırıp gülümsedi.
— Bunu söyleyemem size. Yalnız şu kadarını söyleyebilirim, koruduğumuz halkın çıkarları öylesine
önemlidir ki, din sorunları konusunda gösterilen her türlü aşırı titizlik, son zamanlarda yaygınlaşan dine
karşı aşırı umursamazlıktan daha korkunç, daha zararlı değildir.
— Peki ama, iyilik kavramının ilk koşulu olan aile, din adına nasıl dağıtılabiliyor...
Toporof, besbelli Nehlüdof'un sözlerinden hoşlandığı için, alçak gönüllülükle gülümsemeye devam
ediyordu. O anda Nehlüdof ne söylerse söylesindi; Toporof, devletin yüksek organlarından birinin
doruğunda bulunmanın verdiği büyüklük duygusuyla, onun her söylediğini hoş, tek yanlı bulurdu.
— Kişi böyle düşünebilir bu konuda, dedi, ama devlet başka türlü düşünüyor.— 344 —
Başıyla selâm verip elini uzatarak:
— Neyse, saygılarımla, diye ekledi.
Nehlüdof uzatılan eli sıktı, aceleyle çıktı. Bu eli sıktığına pişman olmuştu.
Sokağa çıktığında düşünüyordu: Halkın çıkarları ha! Halkın değil senin çıkarların aslında. Yalnız
senin çıkarların.
Nehlüdof, görevi, hakkı hukuku, dini korumak, halkı eğitmek olan kuruluşlarda çalışan memurları gözünün
önünden şöyle bir geçirdikten sonra, izinsiz içki sattı diye cezaya çarptırılan köylü kadını, hırsızlıktan yatan
ufaklığı, boş gezdiği için yakalanan aylağı, yangın çıkardı diye yargılanan köylüyü, para çaldı gerekçesiyle
deliğe tıkılan bankacıyı, sırf gerekli bilgileri ağzından alabilmek umuduyla karanlık hücrede yatırılan zavallı
Lidiya'yı, Ortodoksluğa kötülükleri dokundu iddiasıyla içeri atılan köylüleri, anayasa istiyor diye tutuklanan
Gurkeviç'i düşündü. Nehlüdof bütün bu insanların yakalanmalarının, ceza evine atılmalarının, ya da
sürgüne yollanmalarının sebebinin hiç de başkalarına zararları dokunduğu, ya da yasalara aykırı iş
yaptıkları olmadığını; memurların, zenginlerin, halktan topladıklarından diledikleri gibi yararlanmalarını
engelledikleri için ezildiklerini kesinlikle biliyordu artık.
İzinsiz içki satan köylü kadın da, kentte başıboş dolaşan hırsız da, bâtıl inancı yıkmaya çalışan din
suçluları da, elinde bildirilerle Lidiya da, anayasa üzerine düşünceleriyle Gurkeviç de ayak bağıydılar onlar
için. Bu yüzden Nehlüdof, teyzesinin kocasından, yargıtay üyelerinden, Toporof'tan tutun da, bakanlık
kalemlerinde oturan ötemiz giyimli, çıt-kırıldım küçük memurlara kadar bütün devlet memurlarının, suçsuz
insanların ıstırap çektiklerini hiç mi hiç umursamadıklarına, yalnızca bütün bu tehlikeli insanlardan nasıl
kurtulacaklarını düşündüklerine inanıyordu.
Öyle ki, bir suçsuzu cezalandırmamak için on suçluyu/salı-vermeli kuralı kulak arkası edilmiş; tersine,
yaşla beraber kuru da yanar hesabı, gerçek bir tehlikeyi ortadan kaldırmak için on gerçek tehlikesiz
gözden çıkarılıyordu.
Çevresinde olup bitenleri böyle açıklamak Nehlüdof'a pek kolay, açık seçik geliyordu, onu bu görüşü
benimsemekte kuşkuya düşüren de bu açık seçiklikle kolaylıktı zaten. Böylesine
— 345 —çapraşık, karmakarışık bir oluşun böylesine basit, korkunç açıklamasının olması akıl almaz bir şeydi; hak,
hukuk üzerine, iyilik, yasa, din, Tanrı v.b. üzerine söylenen bunca sözün kuru lâf kalabalığı olduğuna, en
kaba bir cencilliği, civdansızlığı gizlediğine inanmak güçtü.
XXVII
O akşam istese gidebilirdi Nehlüdof, ama Mariette'ye tiyatroda ona uğramaya söz vermişti; ne var ki,
oraya gitmemesi gerektiğini bildiği halde, kendi kendini aldatarak, verdiği sözü tutmak zorunda, olduğunu
düşünerek gitti.
Beni yolumdan çevirmeye çalışan bu çekici şeylere karşı koyabilecek miyim? diye düşünüyordu. —Hiç de
içten değildi düşünürken.— Son bir kere daha bakalım ne var ne yok.
Frak giyinip tiyatroya geldiğinde ikinci perde başlamıştı. Konuk Fransız aktristinin, veremli kadınların nasıl
öldüklerini yepyeni bir biçimde sunduğu şu Dame aux camelîas (1) oynuyordu.
Tiyatro doluydu. Mariette'nin locasını —orayı ayırtan kimseye saygıyla— hemen gösterdiler Nehlüdof'a.
Koridorda resmi giysili bir uşak duruyordu, Nehlüdof'u görünce tanıdı, öne eğilip selâm vererek açtı kapıyı.
Karşı sıradaki localarda oturanların da, oturanların arkasında ayakta duranların da, önde yalnız sırtları
görünenleri de, parterde oturan ak saçlıların, saçlarına ak düşmüşlerin, saçları dökülmüşlerin, dazlak
kafalıların da, saçları briyantinlilerin, ondü-lelilerin de bütün dikkati sahnedeki ipeklilere, dantellere
bürünmüş, kendini paralayan, hiç de olağan olmayan bir sesle durmadan konuşan sıska, kemikleri fırlamış
aktris üzerinde toplanmıştı. Kapı açılınca biri şişşt dedi; sıcak hava akımıyla koridordan gelen soğuk hava
akımı çarptı Nehlüdof'un yüzüne.
Locada Mriette'yle, omuzunda kırmızı şalı, kocaman saç tu-valetiyle orta boylu bir kadından başka iki
erkek vardı: Mariette' nîn kocası, kemerli burnu yüzü sert, resmî giysisinin geniş göğsü nişanlarla dolu,
yakışıklı, uzun boylu general; bir uzun fa-vorili, top sakallı, saçları dökülmüş sarışın bir adam. Zarif, ince
C)
Kamelyah kadınlar. (Fransızca)— 346 —
yapılı, dekolte giyimli Mariette —yuvarlak omuzlarında bir canlılık, iki omuzunun tam ortasında sırtında da
bir ben vardı— dönüp de Nehlüdof'u görünce yelpazesiyle hemen arkasındaki sandalyeyi ona göstererek
içtenlikle, —Nehlüdof'un anladığı kadarıyla— pek manalı gülümsedi. Kocası, her zamanki tavrıyla
ağırbaşlı, baktı Nehlüdof'a, başıyla selâm verdi. Her halinden —oturuşundan da, karısıyla gözgöze
gelişinden de— güzel karısının her yönden tek sahibi olduğu belliydi.
Aktrisin konuşması bitince alkıştan çınladı tiyatronun içi. Mariette kalktı, locanın arka bölümüne çekilip,
kocasıyla Nehlüdof'u tanıştırdı. Generalin gözlerinin içi gülüyordu. Nehlüdof la tanıştığına çok sevindiğini
söyleyerek sakin, sustu.
Nehlüdof, Mariette'ye dönerek:
—
Bugün gitmem gerekiyordu, ama söz vermiştim size, dedi. Marietie, Nehlüdof'un sözünün
anlamına karşılık vermek
amacıyla:
— Beni görmek istemiyorsanız, üstün bir aktris görün bari, dedi.
Kocasına döndü:
— Son sahnede ne başarılıydı değil mi? Kocası başını salladı.
Nehlüdof:
— Bunlar etkilemem beni, dedi. Bugün öylesine gerçek zavallılar gördüm ki...
— Oturun da anlatın.
General dinliyor, gözlerinin içindeki alaylı gülümseme giderek daha bir belirginleşiyordu.
— Hiç suçu yokken onca zaman hücrede yatırılan, serbest bıraktıkları kızı gördüm. Mahvolmuş bir
zavallı.
Mariette kocasına:
— Sana söylediğim kız bu, dedi. General, başını öne eğerek:
— Evet, diye cevap verdi, onu kurtarabildiğinize çok sevindim. Ben sigara içmeye çıkıyorum.
Nehlüdof, adamın bıyığının altından alaylı alaylı gülümsedi-ğini farketmişti. Yalnız kaldıklarında
Mariette'nin ona bir şeyler söylemesini bekliyordu; ama genç kadın hiç oralı değildi, şaka
— 347 —
ediyor, Nehlüdof'u duygulanması gerektirdiğine inandığı oyundan söz ediyordu.
Nehlüdof, Mariette'nin ona bir şey söylemek niyetinde olmadığını anlamıştı. Akşam tuvaleti içinde bütün
çekiciliğiyle, omuzlarının güzelliğiyle, beniyle görünmek istemişti ona, hepsi o kadar, Nehlüdof hem
hoşlanıyordu bu durumdan, hem iğreniyordu.
Dün bu güzellik üzerinde bulunan örtü Nehlüdof için tamamen kalkmış değildi şimdi, ama örtünün altında
ne olduğunu görüyordu. Bakarken haz duyuyordu Mariette'ye, ama onun bir yalancı olduğunu, yüzlerce
insanın hayatı, gözyaşı üzerinde yükselen kocasını sevdiğini, bütün bunları umursamadığını, dün ona
söylediklerinin hepsinin yalan olduğunu, yalnız Nehlüdof'un onu sevmesini istediğini —ama bunun
sebebini ne Nehlüdof ne de Mariette biliyordu— anlamıştı. Hem hoşlanıyor, hem de iğreniyordu bu
durumdan. Birkaç kere kalkıp gitmek istemiş, şapkasını eline almış, ama kalkmamıştı. En sonunda, kocası
bıyıklarında tütün kokusuyla locaya dönüp, tanımamış gibi küçümser bir tavırla Nehlüdof'u yukardan aşağı
süzünce, Nehlüdof, kapı kapanmadan koridora çıktı, paltosunu buldu orada, tiyatrodan çıkıp gitti.
Nehlüdof Nevski caddesinden eve doğru yürürken birden uzun boylu, düzgün bedenli, giyinişi albenili bir
kadın gördü. Geniş, asfalt tratuarda yavaş yavaş yürüyordu. İğrenç etkisinin farkında olduğu yüzünden de,
hallerinden de belliydi. Karşıdan gelenler de, arkadan gelip onu geçenler de tepeden tırnağa süzüyorlardı
kadını. Nehlüdof ondan hızlı yürüyordu, geçerken o da .baktı yüzüne. Boyalı yüzü güzeldi; kadın, gözlerini
parlatarak gülümsedi. Nehlüdof'a. Tuhaftır, o anda Marîette'yi hatırladı Nehlüdof. Tiyatroda duyduğu
istekle tiksintiyi beraberce duymuştu çünkü gene. Adımlarını çabuklaştırıp uzaklaştı —kendi kendine
kızmıştı— Morskaya'ya saptı, rıhtıma çıkıp —oradaki bekçiyi şaşırtarak— bir aşağı, bir yukarı dolaşmaya
başladı.
Tiyatrodaki de, locaya girdiğim zaman aynı öyle gülümse-mişti. diye düşünüyordu, iki gülümsemede de
aynı mâna vardı. Yalnız tek ayrılık var ikisinin arasında, bu açık, Bana ihtiyacın varsa al beni. Yoksa çek
arabanı, diyor. Ötekiyse, bunları dü-— 348 —
şünmüyormuş, bir takım soylu duyguları varmış gibi göz boyamaya çalışıyor, numara yapıyor, oysa ikisinin
de hamuru aynı. Hiç değilse yapmacık değil bu, öteki yalancı. Dahası var, bunu yoksulluk düşürdü bu
duruma; oysa öteki bu hoş, iğrenç korkunç tutkuyla oynuyor, eğleniyor. Bu sokak kadını, susuzluğu
iğrenme duygusundan kuvvetli olanlara sunulan pis kokulu, çamurlu bir sudur; ötekîsiyse, tiyatrodaki,
üzerine damladığı her şeyi hiç belli etmeden zehirleyen bir zehir. (Nehlüdof, soylular başkanının karısıyla
olan ilişkisini hatırladı, yüz kızartıcı anılar geldi aklına.) İnsan içinde hayvanî duyguların bulunması iğrenç
bir şey. Ama bu yalınsa insan ruhsal dünyasının yüksekliğinden görüyor bunu, iğreniyor; ama düşünce ya
da yorulunca gerçek kişiliği çıkıyor ortaya; ama bu duygu yalancı üstelik, şiirsel örtünün altına gizlenip de
kendisine değer verilmesini istediği zaman, insan onu zenginleştiriyor, artık iyiyle kötüyü ayırdetmek-ten
yoksun, tamamen tutsağı oluyor bu duygunun. O zaman müthiş bir şey oluyor işte bu.
Nehlüdof bunu, sarayları, nöbetçileri, kaleyi, nehri, kayıkları, kiralık araba durağını gördüğü gibi açık seçik
görüyordu şimdi.
Kişiye rahatlık veren karanlığın yerine o gece kaynağı belirsiz, soluk, küskün, tuhaf bir aydınlık olduğu gibi,
Nehlüdof'un ruhunda da, bilinmezliğin ona huzur veren karanlığı yoktu artık. Her şey apaydınlıktı, nemli, iyi
sayılan her şeyin değersiz, iğrenç olduğunu açık seçik görüyordu şimdi. Bu parlak ışıkların, bu lüksün,
eskiden beri alışılagelmiş, yalnızca cezalandırılmakla kalmayıp, üstelik yüceltilen, kişioğlunun
düşünebildiği tüm güzellikle bezenmiş suçları saklamaktan başka bir işe yaramadığını biliyordu.
Nehlüdof unutmak, görmemek istiyordu bunu, ama görmemek elinde değildi artık. Petersburg'un
üzerindeki ışığın kaynağını göremediği gibi bu ışığın kaynağını da göremediği, bu ışık ona ölgün, kasvetli,
gerçekten uzak geldiği halde, bu ışığın aydınlattığı şeyleri görmemek elinde değildi, aynı anda hem
neşeliydi, hem telâşlı.
XXVIII
Nehlüdof Moskova'ya iner inmez, kötü haberi Maslova'ya
— 349 —
bildirmek, yargıtayın mahkeme kararını onayladığını, Sibirya yolculuğuna hazırlanmak gerektiğini
söylemek için doğru cezaevi revirine gitti.
Avukatın Çara yazdığı dilekçeyi de getirmişti beraberinde. Maslova'ya imzalatacaktı onu. Ama pek umut
var değildi bu dilekçeden. Tuhaftır, başarıya ulaşmak da istemiyordu artık. Sibir-lya'ya yolculuğu,
sürgünlerin kürek cezalılarının arasındaki hayat [düşüncelerine iyice alıştırmıştı kendini; Maslova'yı
affetseler jne yapacağını, kendi hayatını, Maslova'nın hayatını nasıl düzen-jleyeceğini düşünemiyordu bile.
Amerika'lı yazar Toro'nun sözle-Jrini hatırlıyordu; Amerika'da kölelik olduğu zamanlar şöyle delmişti Toro:
Köleliğin yasalarda öngörüldüğü, savunulduğu bir [ülkede dürüst insanlara en yakışan yer cezaevidir.
Petersburg'a [gidip geldikten sonra, orada öğrendiklerinden sonra Nehlüdof da [böyle düşünüyordu şimdi.
Evet, diye geçiriyordu içinden, bu devirde Rusya'da dürüst bir insana en yakışan yer cezaevidir.
Cezaevine yaklaşırken, ka-jpısmdan girerken açık seçik hissediyordu da bunu.
Nehlüdof'u tanıyan revir kapıcısı, Maslovanın oradan ayrıl jdığını söyledi.
— Nerede şimdi?
— Gene içerde.
— Niçin geri yolladılar onu?
Kapıcı, küçümser bir tavırla gülümseyerek:
— Bunlar hep böyledir efendim, dedi. Sağlık memuruyla mercimeği fırına verdi, başhekim de kovdu
onu.
Nehlüdof, Maslova'nın, onun ruhsal durumunun onu böyle-Jsine etkileyebileceğini hiç düşünmemişti. Bu
haber şaşkına çe-Jvirmişti onu. Kişinin, beklenmedik büyük bir haber aldığında duy-Iduklarını duydu bir
anda. Bir acı saplanmıştı yüreğine. Bu haber Ikarşısında duyduğu ilk duygu utançtı. Maslova'nın ruh
dünyasını değiştireceğini sandığı için gülüyordu şimdi kendi kendine. Yardımımı istememesi, o sitemler,
gözyaşları, benden elden geldiğince yararlanmak isteyen aşağılık bir kadının .kurnazlıklarıydı hep. Son
görüşmelerinde Maslova'nın düzelemeyeceğini sezinler gibi olduğunu hatırladı. Şimdi doğru çıkmıştı her
şey. Şapkasını başına koyup, uyur gezer gibi revirden çıkarken geçmişti— 350 —
bütün bunlar aklından,
Ama ne yapmalıyım şimdi? diye soruyordu kendi kendine. Ona bağlı mıyım? Özellikle bu davranışından
sonra özgür değil miyim artık?
Ne var ki, bu soruyu kendine sorar sormaz, kendini özgür sayarak Maslova'yı bırakmakla, istediği gibi,
Maslova'yı değil, kendi kendini cezalandıracağını anladı, dehşete kapıldı.
Hayır! dedi. Bu olan, verdiğim kararı değiştiremeyeceği gibi, onu daha bir güçlendirmişti de. Varsın, ruhsal
durumunun gerektirdiği her şeyi yapsın. Sağlık memuruyla fırına mı verdi mercimeği, varsın versin, bu onu
ilgilendiren bir iş. Benim isimse, vicdanımın benden istediğini yapmaktır. Vicdanım, işlediğim günahı
ödemem için özgürlüğümden vazgeçmemi, —kâğıt üzerinde de olsa— onunla evlenmemi, onu nereye
yollarlarsa arkasından gitmemi istiyor; yapacağım bunu. Öfkeli bir inatla söylemişti, yapacağım bunu diye.
Revirden çıkıp, kararlı adımlarla cezaevinin büyük kapısına doğru yürüdü.
Kapıya yaklaşınca nöbetçiye, geldiğini müdüre haber vermesini, Maslova'yla görüşmek istediğini söyledi.
Nöbetçi, Nehlü-dof'u tanıyordu. Nehlüdof'u kendine yakın bularak, cezaevindeki büyük değişikliği haber
verdi ona: Yüzbaşıyı görevinden almışlar, yerine yeni, çok sert bir müdür vermişlerdi. Nöbetçi:
— Anasını ağlatıyor herkesin, diyordu. Kendisi burada, hemen bildirirler ona geldiğinizi.
Gerçekten de içerdeydi müdür, biraz sonra çıktı Nehlüdof'un yanına. Yeni müdür elmacık kemikleri çıkık,
hareketleri pek ağır, asık suratlı, uzun boylu bir adamdı.
Başım çevirip Nehlüdof'un yüzüne bakmadan:
— Görüşmeler belirli günlerde görüşme yerinde olur, dedi.
— Ama Çara yandığımız bir dilekçeyi imzalatmam gerek.
— Bana verin, ben imzalatayım.
— Cezalıyı görmem gerek. Eskiden her zaman izin veriyorlardı bana.
Müdür, Nehlüdof'a göz ucuyla bakarak:
— O eskidendi, dedi.
Nehlüdof, cebinden kâğıdı çıkarırken:
— Valilikten iznim var benim, diye diretiyordu.
— 351 —
Müdür, hâlâ Nehlüdof'un yüzüne bakmadan:
— Veriniz, dedi.
Kuru, uzun parmaklarıyla —işaret parmağında altın bir yüzük vardı— Nehlüdof'un uzattığı kâğıdı aldı, ağır
ağır okudu:
— Odama buyrun, dedi.
Müdür odasında bu keresinde hiç kimsecikler yoktu. Müdür, masasına oturup, üzerindeki kâğıtları
karıştırmaya başladı. Görüşme sırasında dışarı çıkmak niyetinde olmadığı belliydi. Neh-Jüdof, siyasî
suçlulardan Bogaduhovskaya'yı görüp göremeyeceğini sorunca müdür, bunun imkânsız olduğunu söyledi.
— Siyasî suçlularla hiç kimseyi görüştürmüyoruz, dedi. Sonra kâğıtlara daldı gene. Nehlüdof, cebinde
Bogoduhoskaya'ya mektupla, gizli niyetleri anlaşılmış bir suçlu gibi hissetti kendini.
Maslova odaya girince müdür başını kaldırdı, ne Nehlüdof'a ne de Maslova'ya bakarak:
— Görüşebilirsiniz! dedi.
Önündeki kâğıtları karıştırmaya devam etti.
Maslova gene eskisi gibi giyinmişti: Beyaz bluz, eteklik, başörtüsü. Nehlüdof'a yaklaşıp onun soğuk, öfkeli
yüzünü görünce kulaklarına kadar kızardı birden; bluzunun eteğiyle oynayarak gözlerini yere indirdi. Onun
bu bozulması revir kapıcısının sözlerini doğruluyordu.
Nehlüdof son görüşmelerinde olduğu gibi davranmak istiyordu ona, ama elini uzatamıyordu. Öylesine
iğreniyordu şimdi ondan.
Elini uzatmadan, yüzüne de bakmadan, buz gibi bir sesle:
— Kötü haber getirdim size, dedi, yargıtayda reddettiler dilekçenizi.
Maslova, tıkanıyormuş gibi tuhaf bir sesle:
— Biliyordum zaten, dedi.
Eskiden olsaydı, Nehlüdof nereden bildiğini sorardı ona; oysa şimdi öyle yüzüne bakıyordu. Gözleri dolu
doluydu Maslo-va'nm. Ama bu Nehlüdof'u yumuşatmamış, daha da sinirlendirmişti.
Müdür kalktı, odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı.
— 352 —
Nehlüdof, o anda Maslova'ya karşı duyduğu tiksintiye rağmen, yargıtayın kararına üzüldüğünü söylemesi
gerektiğini düşündü.
— Umutsuzluğa kapılmayın, dedi. Çara yazdığımız dilekçeden bir sonuç alabiliriz belki, sonra öyle
sanıyorum ki...
Maslova ağlamaklı, nemli gözlerle Nehlüdof'a bakarak:
— Benim dediğim bu değil... diye mırıldandı.
— Ya ne?
— Revire uğradınız, yüzde yüz benden söz ettiler size... Nehlüdof kaşlarını çatarak, soğuk:
— Sizi ilgilendiren bir şey bu, dedi.
Maslova revirden söz edince, Nehlüdof'un unutur gibi oî-duğu öfkesi gene, bu kez daha bir güçlü, sarmıştı
içini. Maslova' nın yüzüne nefretle bakarak, Yüksek çevreden her kızın seve seve evleneceği, bunu kendi
için bir mutluluk sayacağı bir insan, karısı olmasını istiyor ondan da, o bekleyemiyor, sağlık memuruyla
işler beceriyor diye geçiriyordu içinden.
— İmzalayın şu dilekçeyi, dedi.
Cebinden büyük bir zarf çıkarıp masaya koydu. Maslova başörtüsünün ucuyla gözyaşını sildi, masanın
önündeki sandalyeye oturup nereyi, nasıl imzalayacağını sordu.
Nehlüdof gösterdi ona. Maslova sol eliyle bluzunun sağ kolunu yukarı çekti. Nehlüdof yanında ayakta
duruyor, sessizce Maslova'nın masaya eğilmiş sırtına bakıyordu. Genç kadının bedeni, tutmaya çalıştığı
hıçkırıklarla sarsılıyordu arada bir. İki duygu çarpışıyordu Nehlüdof'un ruhunda: Gururunun incinmesinden
doğan öfkeyle, acı çeken bir insana duyulan acıma. İkinci duygu daha baskın çıktı. Eskiden de yürekten
acıyor muydu ona, yoksa günahlarını, bayağılığını Maslova'yı suçladığı şeylerde mi görmüştü,
hatırlamıyordu. Nedense, ansızın suçlu hissetmişti kendini, acımıştı ona.
Maslova dilekçeyi imzalayıp, mürekkeplenen parmağını eteğine sildikten sonra kalktı, Nehlüdof'a baktı.
Nehlüdof:
— Ne olursa olsun, kararım hiç bir zaman değişmeyecektir, dedi.
Genç kadını bağışladığı düşüncesi acıma duygusunu daha da güçlendirdi, avutmak istedi onu.
353
— Söylediğim bir şeyi yaparım ben. Nereye yollarlarsa yoî-iasmlar sizi, ben de geleceğim.
Maslova'nın gözlerinin içinde sevince benzer bir ışık belirdi, aceleyle kesti Nehlüdof'un sözünü: — Boşuna
uğraşıyorsunuz.
— Yolda nelere ihtiyacınız olacağını biliyor musunuz?
— Hiç bir şeye. Sağolun.
Müdür yanlarına geldi, Nehlüdof onun uyarmasını beklemeden, Allahaısmarladık, deyip ayrıldı
Maslova'dan, çîktı. O güne kadar hiç tatmadığı, huzur verici bir duygu vardı içinde; sevinçliydi, insanları
seviyordu. Maslova ne yaparsa yapsın, ona karşı olan sevgisini sarsamayacağı bilinci Nehlüdof'u
mutluluğun doruğuna çıkarmıştı. Varsın sağlık memuruyla istediğini yapsındı Maslova, bu onu ilgilendiren
bir şeydi: Kendi için sevmiyordu onu, onun için, Tanrı için seviyordu.
Öte yandan, Maslova'nın revirden kovulmasına yol açan, Nehlüdof'un da inandığı, sağlık memuruyla gizli
ilişkisinin aslı şöyleydi: Maslova, hemşirenin istediği ıhlamuru getirmek için koridorun sonundaki eczaneye
gitmişti. Onu durmadan rahatsız eden, yüzü sivilceli, uzun boylu sağlık memuru Ustinof yalnızdı içerde.
Adam hemen sarılmak istemişti ona gene, o da ondan kurtulmaya çalışırken öyle itmişti ki onu, sağlık
memurunun başı rafa çarpmış, birkaç şişe yere düşüp kırılmıştı.
Tam o sırada koridordan geçmekte olan başhekim şangırtıyı duyup, koşarak eczaneden çıkan yüzü
kıpkırmızı Maslova'yı görünce öfkeyle bağırmıştı ona:
— Burada namusunla çalışmayacaksan yollarım seni geldiğin yere.
Koridora çıkan sağlık memuruna gözlüklerinin üstünden sert sert bakarak:
— Ne oluyoruz? diye sormuştu.
Sağlık memuru gülümseyerek temize çıkarmaya çalışmıştı kendini. Doktor onu dinlemeden, gözlüğüyle
bakmak için başını kaldırıp odasına gitmiş, hemen o gün müdüre Maslova'nın yerine daha ağırbaşlı bir
yardımcının gönderilmesini söylemişti. Maslova'yla sağlık memuru arasındaki olayın hepsi buydu işte.
Dirilis — F: 23
— 354 —
Erkeklerle oynaştı gerekçesiyle revirden kovulması, özellikle Nehlüdof'la görüşmesinden sonra çok ağır
gelmişti Maslova'ya-Erkeklerden tiksiniyordu. Geçmişini, şimdiki durumunu gözönün-de bulundurarak bazı
kimseler, bu arada sivilceli yüzlü sağlık memuru da onu horlama hakkını buluyordu kendilerinde, onun
direndiğini görünce de şaşıyorlardı. Bu çok dokunuyordu ona, kendi kendine acıyor, ağlamak istiyordu.
Şimdi de, Nehlüdof'la görüşmeye gelirken, onun sonunda yüzde yüz duyacağı bu haksız suçlamayı ona
anlatmak, kendini temize çıkarmak niyetindeydi. Konuşmaya başlayınca, Nehlüdof'un inanmadığını, ne
söylerse söylesin, bunun onun kuşkularını doğrulamaktan başka bir şeye yaramayacağını hissederek
susmuş, gözleri yaşarmış, gırtlağına bir hıçkınk düğümlenmişti.
Maslova hâlâ —ikinci görüşmelerinde Nehlüdof'a söylediği gibi— onu affetmediğine, ondan nefret ettiğine
inandırmaya çalışıyordu kendini; oysa çoktan tekrar sevmeye başlamıştı onu. Hem öyle seviyordu ki,
elinde olmadan Nehlüdof'un ondan istediklerini yapıyordu. İçkiyi, sigarayı bırakmıştı, şuna buna cilve
yapmıyordu artık, revire girmeyi kabul etmişti. Bütün bunları, Nehlüdof'un böyle istediğini bildiği için
yapıyordu. Evlenmeyi her keresinde öylesine kesinlikle reddetmesinin asıl nedeni, ona bir zamanlar
söylediği o gurur dolu sözleri gene söyleyebilmek isteğiydi; sonra, evlenirlerse Nehlüdof'un mutsuz
olacağını biliyordu. Nehlüdof'un kendini feda edişini kabul etmemeye kararlıydı; öte yandan, Nehlüdof'un
onu küçümsediğini, eskisi gibi bir sokak kadını olarak kalacağını düşündüğünü, onda olan büyük
değişikliği göremediğini düşünmek de çok acı veriyordu ona. Nehlüdof'un, revirde onun kötü bir şey
yaptığını düşünebileceği, küreğe gitmesinin artık kesinleştiği haberinden daha çok ıstırap veriyordu ona
şimdi.
XXIX
İlk kafileyle yollayabilirlerdi Maslova'yi, onun için yol hazırlıklarına hemen başlamıştı Nehlüdof. Ama işi o
kadar çoktu ki, kendini ne kadar zorlarsa zorlasın, onları bitiremeyeceğini biliyordu. Eskisinden çok
değişikti şimdi durum. Eskiden ne yapması gerektiğini önceden düşünerek yapardı, her işinde tek dü— 355 —
sunduğu şey de Dmitri İvanoviç Nehlüdof'un çıkarıydı. Ne var ki, şimdiye kadar her şey Dmitri İvanoviç
Nehlüdof içindi ama, gene de sıkıcıydı hayat. Oysa şimdi işleri başkalarıyla ilgiliydi, Dmitri İvanoviç
Nehlüdof'la değil; ama gene de ilginç, çekiciydi bu işler, hem çoktular.
Dahası var, eskiden Dmitri İvanoviç Nehlüdof'un işleriyle uğraşmak pek sıkıcı bir şeydi; başkalarının
işleriyle uğraşmaksa haz veriyordu ona.
O sırada üç çeşit işi vardı Nehlüdof'un; her zamanki titizliğiyle kendi yapmıştı bu ayırımı, her biri için ayrı
bir çanta taşıyordu yanında.
Birinci iş Maslova ve ona yardım işiydi. Çar'a verilen dilekçenin izlenmesi, desteklenmesiyle, Sibirya
yolculuğu için hazırlıkları içine alıyordu bu.
İkinci iş: mal, mülk sorunuydu. Panovo'da toprak köylülere verilmişti; köylüler, köyün ortak parasına
yatıracaklardı paralarını. Gelgelelim bunu resmî bir anlaşmayla kesinleştirmek gerekiyordu.
Kuzminsk'deyse onun bıraktığı gibi kalmıştı iş; yani toprağın parasını o alacaktı, ama ödemenin nasıl
olacağını, bu paranın ne kadarını kendine alacağını, ne kadarını köylülere bırakacağını bir karara
bağlamak gerekiyordu. Sibirya yolculuğunda ne gibi harcamalarda bulunması gerektiğini bilmediği için,
zaten yarıya indirdiği bu gelirinden tamamen yoksun olmak istemiyordu.
Üçüncü iş de, durmadan ona başvuran cezalılara yardım işiydi. Önceleri, ondan yardım isteyen cezalılar
için bir şeyler yapmaya koşuyordu hemen; ama yardım isteyenler o kadar çoktu ki, herkese yardım
edemeyeceğini anladı bir zaman sonra, kendiliğinden dördüncü bir iş çıktı ortaya.
Son zamanlarda öteki işlerinden çok zamanını alan bu dördüncü iş, ceza mahkemesi denilen garip
kuruluşun nereden geldiğini, ne olduğunu araştırmaktı. İçindeki cezalıların bir bölümünü tanıdığı cezaevi
de, Petropavlovski kalesi de, Sahalin de bu mahkemenin marifetleriydi. Bir türlü akıl erdiremediği şu ceza
yasası böyle buyururdu diye yüz binlerce insan ıstırap çekiyordu oralarda.
Cezalılarla görüşmelerinden, sorunlarına avukatın, ceza evipapazının, müdürünün verdikleri cevaplardan,
notlarından Nehlü-dof, suçlu denilen cezalıların beş grup altında toplandığı sonucuna vardı.
Birinci gruptakiler Menşof gibi, Maslova gibi, ötekiler gibi tamamen suçsuz insanlardı, adlî yanlışlıklar
sonucu düşmüşlerdi buraya. Papazın gözlemlerine göre, çok değildi böyleleri, cezalıların yüzde yedisi
kadar bîr şey. Ama bunların durumu pek bir ilgi çekici oluyordu.
İkinci gruba öfke, kıskançlık, sarhoşluk gibi olağan olmayan anlarda yaptıkları yüzünden cezalandırılanlar
giriyordu. Aslında yaptıkları, onları yargılayanların, cezalandıranların aynı koşullar altında yapacakları
yüzde yüz olan şeylerden başka bir şey değildi. Nehİüdof'a göre bu gruptakiler cezalıların hemen hemen
yarısından fazlasını oluşturuyordu.
Üçüncü gruptakiler, kendi anlayışlarına göre son derece olağan, hattâ iyi; ama yasaları yapan, ona
yabancı insanların anlayışına göre de kötü sayılan şeyler yaptıkları için cezalanan insanlardı. Bunlar gizli
şarap satanlar, kaçakçılık yapanlar, bey yerinden ya da devlet ormanlarından ot, odun kesenlerdi. Hırsızlık
eden dağlılar, kilise soyan dinimize henüz girmemişler de bu gruptandı.
Dördüncü gruba, sırf toplumun genel düzeyinden yukarda oldukları için suçlu sayılan insanlar giriyordu.
Din suçluları da, özgürlükleri için savaşan Lehler de, Çerkesler de, —devlet kuvvetlerine karşı koymakla
suçlanan— siyasî suçlular da bu gruptandı. Nehlüdof'un gözlemlerine göre, toplumun bu en gözde
insanları hayli çoktu cezaevlerinde.
Beşinci gruptaysa, onların topluma olduğundan çok, toplumun onlara karşı suçlu olduğu insanlar giriyordu.
Bunlar, yol kilimi çalan çocuk gibi, Nehlüdof'un cezaevinde de, dışarda da gördüğü, koşulların suç sayılan
o davranışa adım adım yaklaştırdığı insanlar gibi, devamlı yoksulluğun, ezilmenin yoldan çıkardığı
zavallılardı. Nehlüdof'un gözlemleri, son zamanlarda bazılarıyla ilişki kurduğu hırsızların, katillerin
çoğunun bu gruba girdiği sonucunu vermişti. Yeni okulun suç işler diye adlandırdığı, toplumda bulunmaları
ceza yasası için, ceza için en güçlü delil olarak öne sürülen insanları da —onları yakından tanıdıktan
sonra—
— 357 —
bu gruba sokmuştu Nehlüdof. Bozulmuş, suç işler, kötü diye adlar takılan bu insanlar Nehİüdof'a göre,
onların topluma olduğundan çok toplumun onlara karşı suçlu olduğu insanlarla aynıydılar, yalnız toplum
doğrudan doğruya onlara karşı değil de, babalarına, dedelerine karşı suçluydu.
Bu gibiler arasında Nehlüdofu en çok şaşırtan, hırsızlıktan bir çok kereler yakayı ele vermiş Ohotin adında
bir suçlu olmuştu. Babası belli değildi Ohotin'in, bir genel kadından doğmuş, çocuk yuvasında büyümüştü.
Otuz yaşma kadar bekçiden yukarı insan görmediği belliydi. Genç yaşta bir hırsızlar çetesine girmişti.
Olağanüstü bir güldürü yeteneği vardı, insanları kendine bağlıyordu bu yönüyle. Nehlüdof'dan yardım
istemiş, o arada kendi kendiyle de, yargıçlarla da, cezaeviyle de, yalnızca ceza yasalarıyla değil, din
yasalarıyla da alay etmekten geri kalmamıştı. Öteki, başında bulunduğu çeteyle yaşlı bir memuru
öldürdükten sonra soyan yakışıklı Fyodorof'du. Bir köylüydü bu. Babasının elinden, yasalara hiç de
uymayan bir biçimde evini almışlardı. Sonra askere gitmişti Fyodorof, subayının sevgilisine tutulduğu için
çok ıstırap çekmişti orada. Coşkun yaradılışlı, heyecanlı, hayatta ne olursa olsun her şeyden zevk almak
isteyen bir insandı. Ömründe herhangi bir şey için eğlencesinden, zevkinden vazgeçebilecek bir insanla
karşılaşmamış, hayatta zevkten başka şeylerin de olabileceği üzerine bir tek sözcük duymamıştı.
Nehlüdof, bunların ikisinin de ruhsal yönden değerli insanlar olduğuna, ama ilgilenilmeyen, bir kenarda
bırakılan bitkiler gibi onların da bozulduğuna, soysuzlaştığına inanıyordu. Kaba anla-yışsızlıklarıyla her
şeyi reddeden bir aylakla bir kadın da gördü. Ama İtalyan okulunun suç işler, dediği yaradılışı bir türlü
bulamadı onlarda. İkisinden de —fraklı, apoletli, danteller içindeki bir çok tanıdığından olduğu gibi—
iğrendi yalnızca.
İşte, bu denli değişik yaradılışta insanların niçin ceza evlerine atıldığı, oysa onlardan hiç bir ayrılığı
olmayan başka insanların dışarda dolaştıkları, hattâ onları cezalandırdıkları sorununun çözümüydü
Nehlüdof'un dördüncü işi.
Başlangıçta bu sorunun cevabını kitaplarda bulabileceğini sanıyordu; bu konuyu inceleyen bütün kitapları
almıştı. Lomb-ro'nun Garofalo'nun, Ferri'nin, List'in, Maudsleyin. Tardın'ın ki-papazının, müdürünün
verdikleri cevaplardan, notlarından Nehlü-dof, suçlu denilen cezalıların beş grup altında toplandığı
sonucuna vardı.
Birinci gruptakiler Menşof gibi, Maslova gibi, ötekiler gibi tamamen suçsuz insanlardı, adlî yanlışlıklar
sonucu düşmüşlerdi buraya. Papazın gözlemlerine göre, çok değildi böyleleri, cezalıların yüzde yedisi
kadar bîr şey. Ama bunların durumu pek bir ilgi çekici oluyordu.
İkinci gruba öfke, kıskançlık, sarhoşluk gibi olağan olmayan anlarda yaptıkları yüzünden cezalandırılanlar
giriyordu. Aslında yaptıkları, onları yargılayanların, cezalandıranların aynı koşullar altında yapacakları
yüzde yüz olan şeylerden başka bir şey değildi. Nehİüdof'a göre bu gruptakiler cezalıların hemen hemen
yarısından fazlasını oluşturuyordu.
Üçüncü gruptakiler, kendi anlayışlarına göre son derece olağan, hattâ iyi; ama yasaları yapan, ona
yabancı insanların anlayışına göre de kötü sayılan şeyler yaptıkları için cezalanan insanlardı. Bunlar gizli
şarap satanlar, kaçakçılık yapanlar, bey yerinden ya da devlet ormanlarından ot, odun kesenlerdi. Hırsızlık
eden dağlılar, kilise soyan dinimize henüz girmemişler de bu gruptandı.
Dördüncü gruba, sırf toplumun genel düzeyinden yukarda oldukları için suçlu sayılan insanlar giriyordu.
Din suçluları da, özgürlükleri için savaşan Lehler de, Çerkesler de, —devlet kuvvetlerine karşı koymakla
suçlanan— siyasî suçlular da bu gruptandı. Nehlüdof'un gözlemlerine göre, toplumun bu en gözde
insanları hayli çoktu cezaevlerinde.
Beşinci gruptaysa, onların topluma olduğundan çok, toplumun onlara karşı suçlu olduğu insanlar giriyordu.
Bunlar, yol kilimi çalan çocuk gibi, Nehlüdof'un cezaevinde de, dışarda da gördüğü, koşulların suç sayılan
o davranışa adım adım yaklaştırdığı insanlar gibi, devamlı yoksulluğun, ezilmenin yoldan çıkardığı
zavallılardı. Nehlüdof'un gözlemleri, son zamanlarda bazılarıyla ilişki kurduğu hırsızların, katillerin
çoğunun bu gruba girdiği sonucunu vermişti. Yeni okulun suç işler diye adlandırdığı, toplumda bulunmaları
ceza yasası için, ceza için en güçlü delil olarak öne sürülen insanları da —onları yakından tanıdıktan
sonra—
— 357 —
bu gruba sokmuştu Nehlüdof. Bozulmuş, suç işler, kötü diye adlar takılan bu insanlar Nehİüdof'a göre,
onların topluma olduğundan çok toplumun onlara karşı suçlu olduğu insanlarla aynıydılar, yalnız toplum
doğrudan doğruya onlara karşı değil de, babalarına, dedelerine karşı suçluydu.
Bu gibiler arasında Nehlüdofu en çok şaşırtan, hırsızlıktan bir çok kereler yakayı ele vermiş Ohotin adında
bir suçlu olmuştu. Babası belli değildi Ohotin'in, bir genel kadından doğmuş, çocuk yuvasında büyümüştü.
Otuz yaşma kadar bekçiden yukarı insan görmediği belliydi. Genç yaşta bir hırsızlar çetesine girmişti.
Olağanüstü bir güldürü yeteneği vardı, insanları kendine bağlıyordu bu yönüyle. Nehlüdof'dan yardım
istemiş, o arada kendi kendiyle de, yargıçlarla da, cezaeviyle de, yalnızca ceza yasalarıyla değil, din
yasalarıyla da alay etmekten geri kalmamıştı. Öteki, başında bulunduğu çeteyle yaşlı bir memuru
öldürdükten sonra soyan yakışıklı Fyodorof'du. Bir köylüydü bu. Babasının elinden, yasalara hiç de
uymayan bir biçimde evini almışlardı. Sonra askere gitmişti Fyodorof, subayının sevgilisine tutulduğu için
çok ıstırap çekmişti orada. Coşkun yaradılışlı, heyecanlı, hayatta ne olursa olsun her şeyden zevk almak
isteyen bir insandı. Ömründe herhangi bir şey için eğlencesinden, zevkinden vazgeçebilecek bir insanla
karşılaşmamış, hayatta zevkten başka şeylerin de olabileceği üzerine bir tek sözcük duymamıştı.
Nehlüdof, bunların ikisinin de ruhsal yönden değerli insanlar olduğuna, ama ilgilenilmeyen, bir kenarda
bırakılan bitkiler gibi onların da bozulduğuna, soysuzlaştığına inanıyordu. Kaba anla-yışsızlıklarıyla her
şeyi reddeden bir aylakla bir kadın da gördü. Ama İtalyan okulunun suç işler, dediği yaradılışı bir türlü
bulamadı onlarda. İkisinden de —fraklı, apoletli, danteller içindeki bir çok tanıdığından olduğu gibi—
iğrendi yalnızca.
İşte, bu denli değişik yaradılışta insanların niçin ceza evlerine atıldığı, oysa onlardan hiç bir ayrılığı
olmayan başka insanların dışarda dolaştıkları, hattâ onları cezalandırdıkları sorununun çözümüydü
Nehlüdof'un dördüncü işi.
Başlangıçta bu sorunun cevabını kitaplarda bulabileceğini sanıyordu; bu konuyu inceleyen bütün kitapları
almıştı. Lomb-ro'nun Garofalo'nun, Ferri'nin, List'in, Maudsleyin. Tardın'ın ki-— 358 —
taplarını büyük bir dikkatle okuyordu. Ama okudukça daha bir umutsuzluğa düşüyordu. Bilime, bilimsel
alanda bir şeyler yapmak —yazmak, tartışmalara girmek, öğrenim yapmak— için değil de basit, hayatla
ilgili sorulara cevap bulmak için başvuran kimselerin karşılaştığı durumla o da karşılaşmıştı. Bilim, ceza
yasasıyla ilgili kurnaz, güç binlerce soruya cevap verdiği halde, yalnızca onun cevap aradığı soruyu es
geçiyordu. Çok basit bir şeydi öğrenmek istediği: Bir bölük insanın, kendilerinden hiç bir ayrılığı olmayan
insanların özgürlüğünü ne hakla ellerinden aldığım; ne hakla onları kırbaçladığını, sürgüne yolladığını,
öldürdüğünü, onlara acı çektirdiğini öğrenmek istiyordu. Oysa insanda irade özgürlüğü olup olmadığı
üzerine bir takım düşüncelerle cevap veriyorlardı ona. Kafatası ölçülerinden, insanın suç işleyebilecek bir
tip olup olmadığı anlaşılabilir miymiş? Suç işlemede irsiyetin rolü neymiş? Kişi doğuştan kötü, ahlâksız
olabilir miymiş? Ahlâk neye denirmiş? Delilik neymiş? Soysuzlaşmak neymiş? Kendini kaybederek nasıl
suç işlermiş insan? İklimin, beslenmenin, bilgisizliğin, görgünün, hipnotizmanın, tutkunun suç işlemedeki
etkileri neymiş? Toplum neymiş? Toplumun görevleri neymiş? v.b., v.b.
Bunlar Nehlüdof'a bir keresinde okuldan dönen küçük bir çocuktan aldığı cevabı hatırlatıyordu. Nehlüdof
yazı yazmasını öğrenip öğrenmediğini sormuştu çocuğa. Öğrendim. demişti çocuk. Pençe yaz bakayım
öyleyse. Çocuk bir an duralamış, kurnazca Ne pençesi? demişti. Köpek pençesi mi? Sorusuna bilimsel
kitaplarda bulduğu cevaplar da bu çeşitti işte.
İlginç, bilimsel, derin anlamlı çok şey vardı içlerinde, ama asıl soruya, insanların birbirini ne hakla
cezalandırdıkları sorusuna cevap yoktu. Yalnızca bu soruya cevap vermemekle kalınmıyor, bütün
düşünceler de, gerekliliği aksiyon olarak alınan cezayı doğrulamak, açıklamak yönünde yürütülüyordu.
Nehlüdof çok, ama aralıklı okuyor, sorusuna cevap bulamamasını da incelemelerinin böyle yüzeyde
kalmasından sanıyor, sonunda cevabı bulacağını umuyordu. Bu yüzden, son zamanlarda giderek daha bir
sık karşısına çıkan o cevabın doğruluğuna inanmamakta diretiyordu.
XXX
Maslova'nın da içinde olduğu kafile beş temmuzda yola çı-Ikacaktı. Nehlüdof da tamamlamıştı
hazırlıklarını. Yola çıkmadan Ibir gün önce, onunla vedalaşmak üzere Nehlüdof'un ablası koca-Jsıyla geldi
kente.
Ablası Natalya İvanovna Ragojinsya on yaş büyüktü Nehlü-Idof'tan. Bir bakıma ablasının etkisi altında
büyümüştü Nehlüdof. (Çocukken çok severdi onu ablası, evlenmeden önce de iki arka-Idaş gibiydiler.
Ablası yirmi beş yaşında genç bir kız. Nehlüdof on beş yaşında bir çocuktu. Ablası o zamanlar,
Nehlüdof'un -sonra ölen— arkadaşı Nikolenka İrtenyef'e aşıktı. Nikolenka' yi, ondaki ve kendilerindeki iyi,
insanları birbirine bağlayan şey-jleri seviyorlardı.
O zamandan bu yana ikisi de çok değişmişlerdi: Nehlüdof'u askerlik, kötü yaşayışı;
anlamıysa,
duygu yönünden sevdiği, lama onun Dmitri'yle bir zamanlar en değerli saydığı şeyleri sevmemekten
başka, onları anlamayan, ruhsal üstünlüğe erişme çabalarını, insanlara hizmeti kendini göstermek isteğine
veren bir ] insanla evlilik değiştirmişti.
Ragojinski'nin malı mülkü yoktu, ama becerikli bir memur-Idu. İlericilikle tutuculuk arasında ustalıkla gidip
gelerek —gü-] nün koşullarına ya da olayın durumuna göre bazan bu yanda, ba-Izan öte yanda olurdu—
özellikle, kadınların hoşuna gitmesiyle hukuk alanında hayli yükselmişti. Pek genç sayılmayacak bir
yaşta Avrupa'da Nehlüdoflarla tanışmış,
gene pek genç
sa-jyılamayacak Nataşa'yı kendine
âşık etmiş, bu evlilikte mesalli* ance V) gören annesinin itirazlarına aldırmadan
evlenmişti
onunla. Nehlüdof —gerçi kendi kendinden saklardı bu duygusunu, cenkleşirdi onunla ya— nefret ederdi
eniştesinden. Duygularının basitliğinden, kendine güven dolu akılsızlığından hazet-mezdi. Ablasının da
etkisi vardı bunda. Onun, içindeki tüm iyi, soylu duyguları bir yana iterek bu duygusuz, zavallı insanı
böylesine tutkuyla nasıl sevebildiğin! aklı almıyordu. Nataşa'nın bu dazlak kafalı, uzun sakallı, kendini bir
şey sanan adamın karısı olduğu aklına gelince yüreği sızlıyordu. Bütün çabasına rağmen, çocuklarından
iğrenmesine bile engel olamıyordu. Ablasının co(1)
Denk olmayan evlilik. (Fransızca)
— 360 —
cuğu olacağını duyduğu her keresinde, onun, bu her şeyini yabancı bulduğu insandan gene kötü bir
hastalık kaptığını duymuş gibi olmuştu.
Ragojinski'ler çocuklarım getirmemişler —biri erkek, biri kız iki çocukları vardı,— en iyi otelin en iyi
dairesine yerleşmişlerdi. Natalya İvanovna, annesinin eski evine gitti hemen, ama kardeşini bulamadı
orada. Agrafena Petrovna'dan onun mobilyalı bir odaya taşındığını öğrenince oraya gitti. Üstü başı pis
erkek bir hizmetçi gündüz gaz lâmbasıyla aydınlatılan, karanlık, ağır kokulu koridorda karşıladı onu,
prensin evde olmadığını söyledi. Natalya İvanovna, bir pusula bırakmak için kardeşinin odasına girmek
istedi. Hizmetçi yol gösterdi ona.
İki küçük odası vardı Nehlüdof'un. Natalya İvanovna her yanı dikkatle gözden geçirdi. Ona hiç de yabancı
olmayan temizlik, düzen vardı bu odalarda; ama burada karşılaştığı alçakgönüllülük de şaşırtmıştı onu.
Çalışma masasının üzerinde, köpek başlı bronz, tanıdık kâğıt baskısını gördü. Çantalar, yazılı kâğıtlar,
yazı takımları, hukuk kitapları, Henry George'nin İngilizce, —sayfalarının arasında fildişinden, iğri, tanıdık
kâğıt bıçağıyla— Tard'ın Fransızca kitapları da ona hiç yabancı olmayan bir özenle yerleştirilmişti.
Masaya oturup kardeşine kısa bir mektup yazdı, hemen o gün ona gelmesini istiyordu; sonra, gördüklerini
anlayamamış gibi başını sallayarak otele döndü.
Natalya îvanovna'yı kardeşiyle ilgili iki sorun düşündürüyordu şimdi; Katyuşa'yla evlenmesi —oturdukları
kentte duymuştu bunu, herkes bundan söz ediyordu çünkü; —bir de onun malını köylülere dağıtması— bu
da herkesin dilindeydi; çoğunluk kötüye yorumluyordu bunu, politik, tehlikeli bir takım düşünceleri
olduğundan söz ediyorlardı. —Katyuşa'yla evlenmesi bir bakıma hoşuna gidiyordu Natalya İvanovna'nın.
Onun bu kararlılığı, gururunu okşuyor, ona evlenmeden önceki o mutlu günleri, Nataşa'yla Nehlüdof'u
hatırlatıyor; öte yandan kardeşinin böylesine korkunç bir kadınla evleneceğini düşündükçe de dehşete
kapılıyordu. Bu sonuncu duygu daha bir güçlüydü, ne yapıp yapıp kardeşini kararından döndürmeye
—bunun ne denli güç bir şey olduğunu bilmiyor da değildi— karar vermişti.
— 361 —
Toprağını köylülere verme işi o kadar ilgilendirmiyordu onu. Ama kocası çok kızıyordu buna, kardeşine
etki etmesi için sıkıştırıyordu onu. İgnatiy Nikiforoviç bu davranışın düşüncesizlikten, akılsızlıktan, aşın
gururdan da öte bir şey olduğunu, böyle bir davranışı açıklamak gerekirse —açıklanabilecek bir
dav-ranışsa bu tabiî— bunun, kendini göstermek, övünmek, kendisinden söz ettirmek isteğinden başka bir
şeyden doğmadığını söylüyordu.
— Toprağı, ücretini kendi kendilerine ödemek üzere köylülere vermenin anlamı nedir? diyordu. Böyle bir
şey istiyorduysa köy bankası aracılığıyla satabilirdi onlara malını. Bir anlamı olurdu bunun. Akim sınırlarını
aşan bir davranıştır bu.
İgnatiy Nikiforoviç'in asıl düşündüğü, Nehlüdof'un, malının mülkünün yönetimini ona bırakmasıydı; bu
nedenle kardeşiyle konuşmasını, bu garip kararından onu vazgeçirmesini istiyordu karısından..
XXXI
Odasına dönüp de masasının üzerinde ablasının puslasını bulunca hemen ona gitti Nehlüdof. Akşamdı.
İgnatiy Nikiforoviç öteki odada uzanmıştı; Natalya İvanovna yalnız karşıladı onu. Beli dar siyah ipek bir
elbise vardı üzerinde, göğsüne kırmızı bir kordelâ takmış, siyah saçlarını genç işi taramıştı. Kendisiyle
hemen hemen aynı yaşta olan kocası için fazla süslenip püslendiği, genç görünmek istediği belliydi.
Kardeşini görünce birden fırladı oturduğu kanepeden, ipek etekliğini hışırdata hışırdata, çabuk adımlarla
yürüdü ona doğru. Öpüştüler, birbirinin yüzüne bakarak gülümsediler. Sözle anlatılamayan, içinde her
şeyin gerçek olduğu bu esrarlı bakışmadan sonra konuşmaya —pek o kadar gerçek yoktu artık bunda—
başladılar. Annelerinin ölümünden bu yana görüşmemişlerdi.
Nehlüdof:
— Şişmanlamışsın, dedi, gençleşmişsin de. Sevinçten ağzı kulaklarına varmıştı Natalya İvanovna'nın.
— Sen de zayıflamışsın.
— İgnatiy Nikiforoviç nerede?
— Yatıyor. Dün gece hiç uyumadı.— 362 —
Bu konuda söylenecek çok şey vardı, ama sözle değil bakışlarıyla söylediler birbirlerine söylenmesi
gerekeni.
— Sana geldim.
— Biliyorum. Evden ayrıldım. Büyük geliyordu bana, yalnız başıma sıkılıyordum. Hiç bir şey istemiyorum
ben oradan, hepsini sen al, eşyaları, mobilyaları, hepsini.
— Agrafena Petrovna söyledi bana. Oradaydım. Çok teşekkür ederim. Ama...
Tam bu sırada garson gümüş bir çay takımı getirdi.
Garson çay takımını yerleştirirken sustular. Natalya İvanov-na masanın yanındaki koltuğa geçti;
konuşmadan çay koyuyordu. Nehlüdof da susuyordu.
.Nataşa kardeşinin yüzüne bakarak kararlı:
— Her şeyi biliyorum Dmitri, dedi.
— Buna çok sevindim işte.
— Böylesine bir hayattan sonra onu düzeltebileceğini gerçekten düşünebiliyor musun?
Nehlüdof ablasının karşısındaki sandalyede, dirseğini masaya dayamadan oturuyor, sözlerini iyi anlamak,
iyi cevaplar verebilmek için dikkatle dinliyordu onu. Maslova'yla son görüşmesinin verdiği ruhsal durumun
mutluluk dolu sevinci, insanlara sevgisi içindeydi hâlâ.
— Onu değil, kendimi düzeltmek istiyorum ben, dedi. Natalya İvanovna göğüs geçirdi:
— Evlenmekten başka yollar da vardır.
Ben en iyi yolun bu olduğu kanısındayım. Hem bu beni, insanlara daha yararlı olacağım bir çevreye
sokacaktır. Natalya İvanovna:
— Mutlu olabileceğini hiç sanmıyorum, dedi.
— Önemli-olan benim mutluluğum değildir.
— Öyle tabiî, ama onda kalp diye bir şey varsa o da mutlu olamaz, isteyemez senden böyle bir şeyi.
— İstemiyor zaten.
— Anlıyorum, ama hayat...
— Ne olmuş hayata?
— Başka şeyler ister hayat.
Nehlüdof, ablasının —gözlerinin, ağzının çevresinde küçük
— 363 —
kırışıklar olsa da— güzel yüzüne bakarak:
— Yapmamız gerekenden başka bir şey istemez bizden hayat, dedi.
Natalya İvanovna göğüs geçirdi:
— Anlaşmıyorum seni.
Nehlüdof, Nataşa'yı evlenmeden önceki durumuyla hatırlayarak, Zavallı ablacığım! diye geçirdi içinden.
Nasıl bu kadar değişebildim? Sayısız çocukluk anılarından örülmüş bir sevgi besliyordu ona.
Bu sırada her zamanki başı kalkık, geniş göğüslü dimdik, yumuşak adımlı yürüyüşüyle İgnatiy Nikiforoviç
girdi odaya. Gözlükleri, saçsız başı, siyah sakalları parlıyordu. Gülümseyerek:
—
Merhabalar, merhabalar, hoşgeldiniz! dedi. Sözcüklerin üzerine tuhaf bir biçimde basarak
konuşuyordu.
(İgnatiy Nikiiforociç, Natalya İvanovna'y'a evlendikten sonra Nehlüdof da, o da senli-benli olmak için hayli
uğraşmışlardı ama başaramamıışlardı bunu, siz diyorlardı birbirine.) Tokalaştılar, İgnatiy Nîkiforoviç
yavaşça çöktü koltuğa:
— Konuşmamıza engel olmuyorum ya?
— Hayır. Söylediklerimi de, yaptıklarımı da hiç kimseden
saklamam ben.
Nehlüdof bu yüzü, bu kıllı elleri görüp, bu kendine güven dolu, karşısımdakini küçümseyen sesi duyunca
iyi ruhsal durumu bir anda kaybolmuştu.
Natalya İvanovna:
— Onum kararından konuşuyorduk, dedi. Çaydanılığa uzanarak ekledi:
— Sama da koyayım mı?
— Lütfen. Ne kararı bu? Nehlüdof açıkladı:
— Kendimi ona
karşı
suçlu bulduğum
kadını yolladıkları kafileyle beraber Sibirya'ya gitmek
kararım.
— Duyduğuma göre yalnızca gitmek değilmiş kararınız, başka kararlarınız da varmış.
— Evet, kabul ederse evleneceğim de onunla.
— Öyle mi? Sizce bir sakıncası yoksa durumu anlatır mısınız bana? Anlayamadım pek de.
364 —
— Durum şudur, bu kadın... onun kötü yola düşmesinin... (Söyleyecek söz bulamadığı için kendi kendine
kızıyordu Neh-lüdof.) Durum şu, suçlu olan benim, cezalandırılansa o.
— Cezalandırıldığına göre o da masum değil demektir.
— Tamamen masumdur.
— Nehlüdof, gereksiz bir heyecanla her şeyi baştan sona anlattı:
—
Evet, dedi İgnatiy Nikiforoviç, mahkeme başkanının dalgınlığı, jürinin de cevabını tam
hazırlayamaması sebep olmuş buna. Ama bu durumlarda başvurulacak yer, yargıtay vardır.
— Yargıtay reddetti.
— Reddettiğine göre dilekçede gösterilen deliller yeterli değildi demek. (İgnatiy Nikiforoviç mahkeme
kararının gerçeği yansıttığı inancında olduğu belliydi.) Yargıtay olayın nasıl olduğuyla ilgilenemez.
Mahkeme kararında gerçekten bir yanlışlık varsa, o zaman Çara başvurmak gerekir.
— Dilekçe verdik, ama hiç bir umut yok bundan da. Bakanlıktan soracaklar, bakanlık yargıtaya soracak,
yargıtay verdiği kararı tekrarlayacak, her zamanki gibi bir suçsuzu cezalandıracaklar gene.
İgnatiy Nikiforoviç alçakgönüllülükle gülümsedi:
— Bir kere, bakanlık yargıtaya sormayacak, mahkemeden dâva dosyasını isteyecek, kararda bir yanlışlık
görürse bozacak. Sonra, suçsuzlar hiç bir zaman cezalandırılmazlar, cezalandırıl-salar bile çok ender olur
bu. Suçlulardır cezalandırılanlar.
İgnatiy Nikiforoviç gururla gülümseyerek çabuk çabuk konuşuyordu.
Nehlüdof, eniştesinden nefretle:
— Bense bunun tam tersine inanıyorum, dedi; olaylar, gördüklerim, mahkemelerin cezalandırdığı
insanların yarısından çoğunun suçsuz olduğuna inandırdı beni.
— Nasıl olur?
— Evet, bu kadının zehirleme olayında suçsuz olduğu gibi sözcüğün tam anlamıyla suçsuzdurlar;
işlemediği bir cinayet suçundan cezaya çarptırılan tanıdığım bir köylü gibi; ev sahibinin çıkardığı bir
yangın yüzünden az kaldı ceza yiyecek ana-oğul gibi suçsuzdur yarısından çoğu cezalıların.
— 365 —
— Adlî yanlışlıklar her zaman olmuştur, olacaktır da. Kişioğlu kusursuz olamaz.
— Sonra, büyük bir çoğunluk da, belirli bir çevrede yetişmenin sonucu, yaptıklarının suç olduğunu
bilmedikleri için suçsuzdur.
— İzninizle burada haksızsınız. Her hırsız bilir hırsızlığın kötülüğünü, hırsızlık yapmaması gerektiğini,
ahlâksızlık olduğunu.
İgnatiy Nikiforoviç kendine güven dolu bir tavırla, dudaklarında hep o —Nehlüdof'un canını sıkan—
küçümser güiümseme-siyle konuşuyordu.
— Hayır, dedi Nehlüdof, her hırsız bilmez bunları. Çalma diyorlar ona, ama fabrikatörlerin, onun
parasını, emeğini çaldıklarının; devletin vergi adı altında onu durmadan soyduğunun farkındadır.
İgnatiy Nikiforoviç sakin, niteledi kayınının sözlerini:
— Bu da anarşizm oluyor artık. Nehlüdof:
— Ne olduğunu bilmiyorum ben, dedi. Gerçeği söylüyorum. Halk, devletin onu soyduğunu biliyor. Biz
toprak sahiplerinin, çok eskiden soyup elinden herkesin ortak malı olan toprağı aldığımızı, ondan
çaldığımız bu topraktan, sobasını yakmak için çalı çırpı toplarken yakalayınca da onu deliğe tıktığımızı,
onu hırsız olduğuna inandırmaya çalıştığımızı da biliyor. Evet, hırsızın kendisi değil, toprağını çalan
olduğunu; elinden alınan şeyin her çeşit restitutlon'un (') ailesine karşı bir görev olduğunu biliyor.
İgnatiy Nikiforoviç, Nehlüdof'un bir sosyalist olduğundan, —sosyalizmin toprağı yurttaşlar arasında eşit
paylaştırılmayı öngördüğünü, bunun budalaca bir düşünce olduğunu bildiği için— Nehlüdof'un iddialarını
kolay çürüteceğinden eminim:
— Anlamıyorum, diye başladı, anlıyorsam da kabul etmiyorum. Toprak belirli kişilerin malı olmak
zorundadır. Bugün herkese eşit olmak zorundadır. Bugün herkese eşit ölçüde bölüş-türseniz onu, yarın
daha çalışkan, daha yetenekli insanların elinde toplanacaktır gene.
(1) Telâfi. (Fransızca)— 366 —
— Toprağın eşit olarak pay edilmesini isteyen yok. Toprak herhangi bir insanın malı olmamalıdır; alınıp
satılmamalı, kiraya verilmemelidir.
— Mülkiyet
hakkı
yaradılışında
vardır
insanın.
Mülkiyet hakkı olmazsa toprağın işlenmesi
önemini yitirir. Mülkiyet hakkını ortadan kaldırırsanız, yabanî hayvanlardan hiç bir ayrılığımız kalmaz.
İgnatiy Nikiforoviç, toprak mülkiyetinden yana düşünceler içinde en sağlam, en sarsılmazı olarak kabul
edilen bu düşünceyi öne sürerken pek mağrurdu. Nehlüdof itiraz etti:
— Tam tersine, ancak o zaman boş boş durmaz toprak şimdiki gibi. Toprak sahipleri, köpeğin kuru ot
üzerine çöreklendiği gibi
çöreklenmişler
toprağın
üzerine,
kendileri
işleyemiyorlar onu,
işleyebilecekleri de bırakmıyorlar işlesinler.
— Bakın Dmitri İvanoviç, deli saçması sizin bu dedikleriniz! Günümüzde toprak mülkiyeti kaldırılabilir mi
hiç? Biliyorum, sizin eski dada'nızdır (') bu. Ama izninizle açık açık söyleyeyim... (İgnatiy Nikiforoviç'in
yüzü kireç gibi olmuştu, sesi titriyordu: bu sorunun onu çok ilgilendirdiği belliydi.) İş işten geçmeden iyice
düşünüp taşınmanızı salık veririm size.
— Kişisel işlerimden mi söz ediyorsunuz?
— Evet. Toplumda belirli yeri olan bizlerin, bu yerin bizlere yüklediği sorumlulukları taşımamız gerektiği
inancındayım ben.
— Bence benim sorumluluklarım...
İgnatiy Nikiforoviç, sözünün kesilmesine izin vermeden devam etti:
— Bir dakika, kendim için değil, çocuklarım için konuşuyorum. Çocuklarımın gelecekleri güven altındadır;
oldukça iyi bir para geçiyor elime, çocuklarımın ilerde sıkıntı çekmeyeceklerini sanıyorum, biz de
çekmiyoruz. Bu nedenle —izninizle, biraz düşünmeden verilmiş, diyeceğim— kararınıza karşı durmam
kişisel çıkarlarımdan değildir. Verdiğiniz karar yanlış. Biraz daha okumanızı, düşünmenizi salık veririm
size...
Nehlüdof un yüzü bembeyaz olmuştu.
— İzin verin de kendi işlerime, neyi okuyup neyi okumaya(')
En sevilen konu. (Fransızca).
— 367 —
cağıma kendim karar vereyim, dedi. Öfkeden ellerinin soğuduğunu, kendine hâkim olamadığını hissedince
sustu.
XXXII
Nehlüdof, biraz kendine geldikten sonra ablasına döndü:
— Çocuklardan ne haber?
Natalya İvanovna, çocukları babaannelerine bıraktıklarını söyledi. Kocasıyla kardeşi arasındaki
tartışmanın bittiğine çok sevinmiş; çocuklarının, bir zamanlar Nehlüdof'un, iki bebeğiyle —birinin adı Arap,
öbürünün Fransız matmazeldi— oynadığı gibi seyahatçilik oynadıklarını anlatmaya başladı.
Nehlüdof gülümseyerek:
— Hatırlıyor musun o bebeklerimi? dedi.
— Düşün bir kere, tıpkı senin gibi oynuyerlar.
Can sıkıcı konuşmalar bitmişti artık. Nataşa rahatlamıştı, ama yalnız kardeşinin anlayabileceği şeylerden
kocasının yanında söz etmek istemiyordu. Bir şeyler söylemiş olmak için, Pe-tersburg'dan buralara kadar
ulaşan haberden, tek oğlunu düelloda kaybeden anne Kamenskaya'nın acısından açtı.
İgnatiy Nikiforoviç, düelloda öldürme olaylarının cinayet sayılmamasını kınadı.
Onun bu sözlerine itiraz etti Nehlüdof, gene aynı konuda tartışmaya başladılar. Bu tartışma da bir sonuca
varmadı; herkes İçendi düşüncesinin doğru, karşısındakinin de yanlış olduğuna inanmakta devam etti.
İgnatiy Nikiforoviç, Nehlüdof'un onu suçladığını, görevini küçümsediğini hissediyor, böyle düşünmekle
yanıldığını göstermek istiyordu ona. Nehlüdof da, eniştesinin onun toprak işlerine burnunu sokmasından
duyduğu can sıkıntısı bir yana (ruhunun derinliklerinde, mirasçıları olarak ablasının da, eniştesinin de,
onların çocuklarının da buna hakları olduğunu hissediyordu) bu kafasız insanın kendine güvenle, büyük
bir gönül rahatlığıyla, Nehlüdof'un kesin olarak anlamsız, kötü olduğuna inandığı şeyi doğru, yasalara
uygun saymakta diretmesinden de nefret ediyordu. Bu kendine güven, sinirini bozuyordu.
— Mahkeme ne yapabilirdi? diye sordu. İgnatiy Nikiforoviç:— 368 —
— Düello edenlerden birini herhangi bir katil gibi kürek cezasına çarptırabilirdi pekâlâ, dedi.
Nehlüdof'un elleri söğüdü gene, heyecanlı heyecanlı konuşmaya başlamıştı.
— Ne olurdu o zaman?
— Hak yerini bulurdu.
— Mahkemelerin asıl amacı hakkın yerini bulmasıymış gibi konuşuyorsunuz.
— Nedir ya?
— Sınıf çıkarlarının korunması. Bence mahkemeler, bizim sınıf çıkarına olan yürürlükteki düzenin
devamını sağlamak için kurulmuş bir yönetim silâhıdır.
İgnatiy Nikiforoviç sakin, gülümsedi.
— Yeni ortaya atilmış bir görüş bu galiba, dedi, ilk kez duyuyorum çünkü. Mahkemeler üzerine daha bir
başka düşünülür genellikle.
— Kitaplarda evet, ama gördüğüm kadarıyla pratikte hiç de öyle değildir. Mahkemelerin tek amacı
toplumun bugünkü durumunun sürdürülmesini sağlamaktır; bunun için, toplum düzeyinden yukarda olup,
onu kaldırmak isteyen siyasî suçlular dediğiniz insanları olduğu gibi, ondan aşağıda olan, suç işleyebilir
diye adlandırılan insanları da cezalandırır.
— Bu görüşünüzü kabul edemeyeceğim. Siyasi suçluların toplum düzeyinden yukarda oldukları
için cezalandırıldıklarını sanmakla yanılıyorsunuz. Bu gibiler çoğunlukla, toplum düzeyinden aşağıda
olduğunu söylediğiniz insanlardan çok daha bayağı, iğrençtirler.
— Oysa onları yargılayanlardan çok çok üstün insanlar tanıyorum ben. Sözgelimi, din suçluları diye ceza
evlerine atılan insanların hepsi üstün ahlâklı, kişilik sahibi kimselerdir...
Ne var ki, İgnatiy Nikiforoviç, konuşurken sözünün kesil-memesine alışmış bir insan alışkanlığıyla,
Nehlüdof'u dinlemeden —bu daha da bozmuştu sinirini Nehlüdof'un— devam ediyordu:
—Mahkemelerin amacının yürürlükteki düzenin sürdürülmesi olduğu düşüncesini kabul edemem ben.
Mahkemelerin amacı, düzeltmek...
— 369 —
Nehlüdof araya girdi:
— Ceza evlerinde düzeltmeye de lâf yok doğrusu. İgnatiy Nikiforoviç inatla devarn ediyordu:
— ... ya da uzaklaştırmaktır, toplumun varlığını tehdit eden canavar ruhlu insanları.
— Önemli olan da bu zaten, ne onu ne ötekini yapıyor. Bunu yapacak olanakları yok toplumun.
İgnatiy Nikiforoviç zoraki gülümseyerek:
— Nasıl yani? diye sordu. Anlamıyorum... Nehlüdof:
— Şunu söylemek istiyorum, dedi; sağduyunun kabul edebileceği, olumlu ceza çeşidi ikidir yalnızca,
eskiden kullanılıyordu bunla: Dayak, bir de ölüm cezası. Ama insan yaradılışının yumuşaması nedeniyle
giderek kaldırılıyor bunlar.
— Sizden böyle bir şeyi duymak da çok şaşırtıcı doğrusu.
— Evet, aynı şeyi bir daha yapmaması için insanın canını yakmak iyi bir yoldur. Toplum için zararlı,
tehlikeli bir yaratığın kafasını kesmek de son derece akıllıca bir tutumdur. Bu iki çeşit cezanın da akla
yatkın bir anlamı vardır. Peki ama kötü örneklerin, işsiz güçsüzlüğün boğduğu, zararlı bir duruma getirdiği
bir insanı ceza evine, zoraki bir işsiz güçsüzlüğün içine, en tehlikeli, kötü insanların arasına atmanın ya da
herhangi bir nedenle Tulsk'dan İrkuts iline davet parasıyla —her biri beş yüz rubleden pahalıya mal
oluyor— yollamanın ne anlamı var sizce?
— Ama devlet parasıyla yapılan bu yolculuktan korkuyor insanlar; bu çeşit yolculuklarla cezaevleri
olmasaydı şu anda oturduğumuz gibi oturamazdık burada sizinle.
— Cezaevleri
güvenliğimizi
sağlayamaz, oradakiler ömürlerinin sonuna kadar yatmıyorlar çünkü
içerde. Tam tersine, bu gibi kuruluşlarda insanları bozulmuşluğun, ahlâksızlığın son kertesine getiriyorlar
zorla, yani tehlikeyi büyütüyorlar.
— Günümüzün ceza usulünün düzeltilmesi gerektiğini söylemek istiyorsunuz.
— Hayır, imkânsızdır böyle bir şey. Cezaevlerinin düzeltilmesi, halk eğitimine harcanan paradan daha
çok bir parayı gerektirir ki, bu da halkın sırtına yeni yeni ağırlıklar yükler.
Diriliş — F: 24— 370 —
İgnatiy Nikiforoviç, kaynını dinlemeden devam etti gene:
— Ama cezaevlerinin durumunda aksaklıklar varsa, bu mahkemeleri ilgilendirmez.
Nehlüdof sesini yükselterek:
— Bu, aksaklıklar hiç bir zaman, giderilemeyecek çeşittendir, dedi.
İgnatiy Nikiforoviç karşısındakini küçümser bir tavırla gülümsedi.
— Ne olacak yani? Öldürmek mi gerek bunu niçin? Ya da, bir devlet büyüğünün önerdiği gibi, gözleri
dağlamak?
— Evet, gerçi biraz sert olurdu bu, ama akla da yatkın olurdu. Şimdi yapılan da zorbalıktır, ayrıca,
sağduyuyla uzlaşmaması bir yana, öylesine budalacadır ki, ruhsal yönden sağlıklı insanların, ceza
mahkemeleri denilen bu anlamsız, insan yaradılışına aykırı düşen dalda çalışanları anlamak çok güçtür.
îgnatiy Nigiforoviç'in yüzü bembeyaz olmuştu.
— Ben de bu dalda çalışıyorum, dedi.
— Sizin işiniz bu, beni ilgilendirmez. Ama ben anlamıyorum.
İgnatiy Nikiforoviç sesi titreyerek:
— Öyle sanıyorum ki çok şeyi anlamıyorsunuz siz, dedi.
— Her duygulu insanın gördüğünde acıyacağı zavallı bir çocuğu suçlamak için bir savcının nasıl
çırpındığına tanık oldum mahkemede. Başka bir savcının İncil okudular diye
köylüleri mahkemeye
verdiğini biliyorum. Mahkemelerin bütün işi gücü bu çeşit, incir çekirdeğini doldurmaz, haince işlerdir işte.
İgnatiy Nikiforoviç:
— Sizin gibi düşünsem çalışmazdım, dedi.
Kalktı. Nehlüdof, eniştesinin gözlüklerinin arkasından gözlerinin parladığını farketti. Gözyaşı mı onlar
yoksa? diye geçirdi içinden. Gerçekten de gözyaşıydı bunlar; gururu çok incinmişti, îgnatiy Nikiforoviç
pencereye gitti, mendilini çıkardı, ök-sürerek gözlüğünün camlarını sildi, sonra gözlüğünü çıkarıp gözlerini
sildi. Kanepeye dönünce bir daha karışmadı söze. Enişte-siyle ablasını bu kadar üzdüğü için kendi
kendinden utanıyordu şimdi Nehlüdof; yarın gideceğini, bir daha onlarla görüşmeyeceğini düşündükçe içi
sızlıyordu. Üzgün, allahaısmarladık deyip
— 371 —
ayrıldı onlardan, eve gitti.
Söylediklerim pekâlâ gerçek olabilir, diye düşünüyordu, hiç değilse itiraz etmedi bana. Ama öyle
konuşmamalıydım. Öfkeye kapılıp ona öylesine hakeret ettiğime, zavallı Nataşa'ys da üzdüğüme göre
henüz pek az değişmişim demektir.
XXXIII
Maslova'nın da içinde bulunduğu kafile gardan saat üçte yola çıkacaktı; bu yüzden, kafilenin ceza evinde
olmak niyetindeydi.
Eşyalarını yerleştirirken günlüğünü eline aldı Nehlüdof, birkaç yerine şöyle bir göz gezdirdi, son sayfaları
okudu. Peters-burg'a gitmeden önce şöyle yazmıştı: Katyuşa benim kendimi feda etmemi istemiyor,
kendini feda etmek istiyor. O kazandı, ben de kazandım. Onun ruhun da olduğunu gördüğüm değişiklik
—inanamıyorum böyle bir şeye— sevindiriyor beni. İnanamıyorum, ama farkındayım, değişiyor. Bundan
hemen sonra da şöyle yazıyordu: Çok acı çektim, çok da sevindim. Katyuşa'nın revirde birtakım kötü
davranışları olduğunu öğrendim. Birden dayanılmaz bir acı hissettim yüreğimde. Korkunç bir acı. Nefretle,
iğrenerek konuştum onunla, sonra birden kendimi hatırladım; ondan nefret etmeme sebep olan suçu
kendimin kaç kereler işlediğim, —düşüncede bile olsa— şimdi de işlediğim geldi aklıma; kendimden nefret
etmeye, ona acımaya başladım, bir sevinç doldurdu içimi. Kişi gözündeki merteği zamanında görebilse
daima, ne iyi olur. O gün şöyle yazmıştı: Nataşa'ya gittim, sevincimden kabalık ettim, tatsızlık çıktı. Elden
ne gelir? Yarın yepyeni bir hayata başlıyorum. Geçmişim, elvdeâ! Sürüyle anım var, topar-layamıyorum
onları şöyle bir.
Devrisi sabah uyanınca Nehlüdof'un ilk duygusu dün eniş-tesiyle arasında geçen olaydan duyduğu
pişmanlık oldu.
Böyle gitmek olmaz, diye düşündüm, gidip ablamla onun gönlünü almalıyım.
Ama saate bakınca zamanı olmadığını kafilenin cezaevinden ayrılışına geç kalmamak için acele etmesi
gerektiğini gördü. Çabucak hazırlanıp kapıcıyla Taras'ı—Fedosya'nın kocasıydı bu, beraber gidiyorlardı—
eşyalarla doğru gara yolladıktan sonra kendi de önüne çıkan ilk kiralık arabaya atlayıp cezaevine
yollan-372
di. Cezalılar treni Nehlüdof'un bineceği posta treninden iki saat önce kalkacaktı; bu yüzden, bir daha
uğrayamayacağı için kaldığı evin sahibiyle hesabını kesmişti.
Temmuz sıcağı bastırmıştı. Sokakların, evlerin bunaltıcı gecede bile soğumamış, taşlan, damların
tenekeleri serinliklerini durgun, kavurucu sıcak havaya dağıtıyorlardı. Rüzgâr yoktu; yal-nız arada bir
hafiften esiyor, yağlıboya kokusuyla toz yüklü, pis kokan, sıcak havayı bir yerden bir yere taşıyordu.
Sokaklar pek tenhaydı, birkaç kişi varsa, onlar da evlerin gölgelerinden yürümeye çalışıyorlardı. Yalnızca,
ayaklarında sandallar, güneşte yanmış, simsiyah olmuş kaldırım işçisi köylüler sokakların ortasında
oturmuş, kızgın kuma yerleştirdikleri kaldırım taşlarına ellerindeki çekiçlerle vuruyorlardı. Kalkık yakalı
beyaz ceketlerinin beyazlığı, kalmamış, tabancalarının kemerleri san, asık yüzlü polis memurları can
sıkıntısından bir bu bir öbür ayağına yaslanarak dikiliyorlardı sokak başlarında; delik kulakları dimdik
duran beyaz atlar koşulu, güneş içeri vurmasın diye bir yanlarına bez asılı tramvaylar çıngırak çala çala
gidip geliyorlardı.
Nehlüdof'un bindiği araba ceza evine yaklaştığında kafile çıkmamıştı henüz; sabah dörtte başlayan
cezalıların sayılıp teslim alınma işi hâlâ devam ediyordu. Kafilede altı yüz yirmi üç erkek, altmış kadın
vardı: Her birinin kâğıtlarına teker teker bakılması, hastalarla güçsüzleri ayırmak, kafileyi götürecek
görevlilere teslim etmek gerekiyordu. Yeni müdür, iki yardımcısı, doktor, sağlık memuru, kafile komutanı,
bir de yazıcı avluda, duvarın dibine gölgeye konulmuş, üzerinde kâğıtlar, yazı takımları olan masada
oturmuşlar, yanlarına peşpeşe gelen cezalılara sorular soruyorlar, onları tepeden tırnağa inceliyorlar,
sonra listeye geçiyorlardı.
Masanın yarısına kadar gelmişti güneş. Rüzgâr olmadığı için boğucu bir sıcak vardı; biriken cezalıların
solukları daha bir çekilmez sıcak yapıyordu orayı .
Uzun boylu, şişman, kalkık omuzlu, kolları kısa, kırmızı yüzlü, bıyıklı kafile komutanı sigarasından bir soluk
çekerek:
— Bunun sonu geleceğe benzemiyor hiç! dedi. Amma da yorulduk. Nerede bulmuşsunuz bunları? Daha
çok var mı?
Yazıcı listeye baktı.
— 373 —
— Yirmi dört kişi var, bir de kadınlar, efendim.
Henüz kontrolden geçmeyen cezalılar birbirlerinin arkasına sıkışarak durunca komutan:
— Ne bekliyorsunuz —hem de gölgede değil, güneşin altında— sıralarını bekliyorlardı cezalılar.
İçerde oluyordu bunlar, dışardaysa yapıda her zamanki gibi silâhlı bir nöbetçi bekliyordu. Cezalıların
eşyalarıyla hastaları gara götürmek için yirmi kadar yük arabası vardı kapının önünde; köşede de
akrabaları, dostları cezalıları çıkarken görmek, olursa onlara bir şeyler söylemek, vermek için küçük bir
kalabalık toplanmıştı. Nehlüdof da bu kalabalığa katıldı.
Bîr saat kadar bekledi burada. Sonra içerden zincir şakırtıları, ayak sesleri, emirler, öksürmeler, büyük bir
kalabalığın alçak sesle konuşmasından çıkan uğultu duyuldu. Beş dakika devam etti bu böyle; arada
gardiyanlar girip çıkıyorlardı yan kapıdan. En sonunda yüksek sesle bir emir duyuldu.
Büyük kapı gürültüyle açıldı. Zincir şakırtıları yaklaştı, beyaz ceketli erler ellerinde silâhlarla dışarı çıktılar,
—besbelli, alışık oldukları bir manevrayla— kapının önünde düzgün, geniş bir yarım daire yaptılar. Sonra
yeni bir emir duyuldu. Usturaya vurulmuş başlarında yamuk yumuk şapkalarıyla, omuzlarında tor-balarıyla
cezalılar ikişer ikişer çıkmaya başladılar. Zincirli ayaklarını yere sürtüyor, bir eliyle omuzlarındaki torbayı
tutarken boşta kalan öbürünü sallıyorlardı. Önde erkeklerdi. Hepsinin üzerinde aynı gri pantalon, sırtları
numaralı, gömlekler vardı. Hepsi de —genci, yaşlısı, zayıfı, şişmanı, uçuk benizli, al yanaklısı, esmer
yüzlüsü, bıyıklısı, sakallısı, sakalsızı, Rus'u, Tatar'ı, Yahudisi— zincirlerini şakîrdata şakırdata, çok uzak
bir yere gidiyormuş gibi kollarını sallaya sallaya çıkıyordu kapıdan, ama birkaç adım sonra duruyor, uysal
uysal dörder sıra oluyorlardı. Onların hemen arkasından, gene saçları kesilmiş, ayakları zin-cirsiz,
bileklerinden birbirine kelepçeli, öndekiler gibi gri pantalon gömlekli cezalılar çıktı. Sürgünlerdi bunlar...
Onlar da öndekiler gibi canlı adımlarla çıkıyorlardı kapıdan, sonra duruyor, dörder dörder sıraya
giriyorlardı. Onların arkasından eşlik edenler, daha arkadan da kadınlar da aynı sırayla çıkıyorlardı; önce
kürek cezalılar —gene gri etek blûzlu, başörtülüydüler— sonra— 374 —
sürgünler, daha sonra da sivil giysileriyle, kafileye kendi istekleriyle katılanlar. Bazı kadınların kucağında
bebek vardı.
Kadınlarla beraber kızlı erkekli çocuklar yürüyordu. Bu çocuklar, at sürüsünde küçük taylar gibi, kadınlara
sokuluyorlardı. Erkekler sessiz duruyorlardı; yalnızca arada bir öksürenler ya da yüksek sesle bir şey
söyleyenler oluyordu. Kadınlarsa durmadan konuşuyorlardı. Nehlüdof, kapıdan çıkarken görür gibi oldu
Mas-lova'yı; ama kalabalık arasında kaybetti onu sonra. Erkeklerin arkasında gri giysileriyle, kucaklarında
bebekler, aralarında çocuklarla insanlık, özellikle kadınlık niteliklerini yitirmiş gibi duran büyük kalabalıktan
başka bir şey görmüyordu şimdi.
Cezalıları içerde teker teker saydıkları halde, erler bir kere daha saymaya başladılar onları. Bu sayma işi
oldukça uzun sürdü: Bazı cezalılar yer değiştiriyor, erlerin hesabını karıştırıyorlardı çünkü. Erler,
dediklerini uysal, ama kötü kötü bakarak yapan cezalılar küfrediyor, itip kakıyorlardı onları, yeniden
saymaya başlıyorlardı. Hepsi bir kere daha teker teker sayıldıktan sonra subay bir emir verdi, kalabalıkta
bir çalkalanma oldu. Yürü-yemeyecek kadar güçsüz erkekler, kadınlar, çocuklar birbirleriyle yarış ederek
arabalara koştular, önce torbalarını atıp, sonra kendileri çıktılar. Kucaklarında viyaklayan bebekleriye
kadınlar, yer için birbirleriyle kavga eden neşeli çocuklar, asık yüzlü, kederli erkekler yerleştiler sonunda.
Birkaç cezalı erkek şapkalarını çıkararak subayın yanına —besbelli bir şey dilemek için— gittiler. Onların
da arabalara binmek istediklerini sonra öğrendi Nehlüdof. Subay başka yana bakarak sigarasını içiyor,
cezalıyı dinlemiyordu bile; sonra bir şey söylemeden, kısa kolunu vuracakmış gibi kaldırıyor; beriki, saçsız
başını tokattan korumak için omuzlarının arasına çekerek geri sıçrıyordu.
— Araba yaparım seni şimdi ben! diye bağırıyordu subay. Yürüyeceksin!
Yalpa vura vura yürüyen, ayakları zincirli, uzun boylu bir ihtiyarın arabaya binmesine izin verdi yalnızca.
Bu ihtiyarın, şapkasını çıkarıp nasıl haç çıkardığını, sallana saliana arabaların yanına yürüdüğünü gördü
Nehlüdof. Güçsüz, zayıf bacağını kaldırmasına engel olan zincirlerden, uzun süre çıkamadı arabaya,
sonra arabadaki bir köylü kadın kolundan tutarak yardım etti ona.
Arabalar torbalarla dolup, torbaların üzerine de arabaya binmesine izin verilenler oturunca subay
şapkasını çıkardı, mendiliyle alnını, saçsız başını, kırmızı, kalın boynunu sildikten sonra haç çıkardı.
— Kafile, marş! diye emir verdi.
Askerlerin silâhları sakırdadı; cezalılar şapkalarını çıkarıp —bazıları sol elleriyle— haç çıkarmaya
başladılar. Akrabalarını, dostlarını yolcu etmeye gelenler bağırarak bir şeyler söylüyor-cezalilar onlara
cevap veriyorlardı. Kadınlar ağlaşıyordu. Beyaz ceketli askerlerin kuşattığı kafile, bacaklarına bağlı
zincirler toz kaldırarak yürüdü. En önde askerler, onların arkasında, dörderli sıra olmuş, ayaklarında
zincirler sakırdayan kürek cezalıları, sonra elleri birbirine kelepçeli sürgünler, daha arkada gönüllüler, en
arkada da kadınlar vardı. Kafilenin arkasından, torbalarla zayıf cezalılarla yüklü arabalar yola çıktı.
Arabalardan birinde torbaların en yüksek yerine oturmuş, sıkı sıkı sarınmış bir kadın durmadan hüngür
hüngür ağlıyordu.
XXXIV
Kafile o kadar uzundu ki, son araba hareket ettiğinde en ön-dekiler gözden kaybolmuştu. Nehlüdof, onu
bekleyen paytona bindi, kafileyi geçmesini söyledi sürücüye. Erkek cezalılar arasında tanıdık kimse olup
olmadığına bakacak, sonra kadınlar arasında Maslova'yı bulacak, gerekli her şeyi alıp almadığını
soracaktı ona. Hava çok sıcaktı. Binden çok ayağın kaldırdığı toz, sokağın ortasından yürüyen cezalıların
üzerinde duruyordu. Kafile çabuk adımlarla yürüyor, Nehlüdof'un bindiği payton yavaş yavaş geçiyordu
yanından. Tuhaf, korkunç görünüşlü yüzler sıra sıra geride kalıyorlardı. Aynı renk pantalonlu, potinli
ayaklarını güçlükle öne atıyor, boşta kalan kollarını, kendilerine cesaret vermek istiyormuşcasma,
sallıyorlardı. Sayıları o denli çoktu, birbirlerine öylesine benziyorlardı, özellikle öylesine tuhaf koşullar
altında bulunuyorlardı ki, Nehlüdof insan değil de, acayip, korkunç yaratıklar sandı onları bir an. Ama
kürek cezalıları arasında katil Fyodorof'u, sürgünler arasında da komik Ohotin'le, bir keresinde ona gelip
yalvaran bir aylağı görünce bu izlenimi kaybol-— 376 —
du. Cezalıların hemen hepsi, yanlarından geçen paytona, içindeki beye yan gözle bakıyorlardı. Fyodorof,
onu tanıdı anlamına başını yukarı doğru salladı: Ohotin göz kırptı. Yasak olduğu için ne biri, ne öteki
selâm vermişlerdi ona. Kadınların yanından geçerken hemen tanıdı Maslova'yı Nehlüdof. İkinci sıradaydı.
Kenarda yüzü sıcaktan kıpkırmızı olmuş, eteğini kuşağının arasına sıkıştırmış, kısa bacaklı, siyah gözlü,
biçimsiz bir kadın vardı; Çalımlıydı bu. Onun yanında, güçlükle adım atan gebe bir kadın yürüyordu.
Üçüncü kadın Maslova'ydı. Omuzunda bir torba vardı, önüne bakarak yürüyordu. Yüzü sakin, kararlıydı.
Onun yanındaki dördüncü kadın, dinç adımlarla yürüyen, etekleri kısa, başörtüsünü köylü işi bağlamış,
genç, güzel kadın, Fedosya'ydı. Nehlüdof paytondan indi, Maslova'ya her şeyi alıp almadığını, kendini
nasıl hissettiğini sormak amacıyla kadınlara yaklaşınca, kafilenin bu yanında yürüyen assubay gördü onu,
koşarak yanına gelirken:
— Kafileye yaklaşmak yasaktır efendim, diye bağırıyordu.
İyice yakına gelip de Nehlüdof'u tanıyınca (ceza evinde herkes tanıyordu artık Nehlüdof'u) elini kasketine
götürerek selâm verdi, Nehlüdof'un yanında durup:
— Şimdi olmaz, dedi. Garda konuşabilirsiniz, burada yasak. Cezalılara dönüp bağırdı:
— Hadi durmayın, yürüyün, yürüyün!
Sonra yeni çizmelerini gıcırdata gıcırdata —sıcağa aldırmadan— koşarak yerine gitti.
Nehlüdof kaldırıma döndü, paytoncuya peşinden gelmesini söyleyip, kafileyle beraber yürümeye başladı.
Geçtiği her yerde acımayla dehşet karışık bir dikkat gösteriliyordu kafileye. Arabayla geçenler, başlarını
pencereden çıkarıp, gözden kaybolunca-ya kadar bakıyorlardı kafilenin arkasından. Yayalar duruyor,
şaşkınlıkla, korkuyla bakıyorlardı bu dehşet verici gidişe. Bazıları yaklaşıp sadaka veriyordu. Askerler
alıyordu sadakaları. Bazı, fazla etkilenenler kafilenin peşi sıra bir süre yürüyor, sonra durup, başlarını
sallayarak arkasından bakıyorlardı. Kapılardan birbirini çağırarak çıkıyorlar, pencerelerden sarkıyorlar;
kıpırdamadan, sessizce bakıyorlardı geçenlere. Bir yol ağzında kafile zengin bir kupa arabasının yolunu
kesti. Arabacı yerinde, yüzü güneşte parlayan, şişman sırtında iki sıra düğmesiyle resmi giysili
— 377 —
bir arabacı vardı. Arabada arka koltukta bir karı koca oturuyordu: Kadın zayıf, soluk benizliydi; şapkası
beyaz, şemsiyesi parlaktı. Kocası silindir şapkalı, şık, açık renk pardösülüydü. Onların karşısında, ön
koltuktaysa çocukları vardı: Sarı saçları omuzlarına dökülen, taptaze, cici bir kız —onun da şemsiyesi
parlaktı—; bir de, ince uzun boyunlu, omuz kemikleri çıkık, kordelâlar-la süslü denizci şapkalı, sekiz
yaşlarında bir erkek çocuk. Baba, kafileyi zamanında geçemedi diye öfkeyle söyleniyordu arabacıya;
anneye, iğrenerek gözlerini kısmış, yüzünü buruşturmuş; güneşten, tozdan korunmak için ipek şemsiyesini
iyice indirmişti. Şişko arabacı, bu yoldan gelmesini kendi emreden efendisinin haksız sitemlerine sinirli
sinirli kaşlarını çatıyor, yürümek isteyen, terlemiş bedenleri güneşte parlayan doru atları tutmaya
çalışıyordu.
Polis memuru, bu güzel kupa arabasının sahibine elinden hizmeti yapmak için çırpınıyor, kafileyi durdurup
ona yo! vermek istiyor —ama bu gidişte, böylesine zengin bir bey için bile bojzulamayacak elemli bir görkem olduğunu hissettiğinden olsa gerek— durdurmuyordu. Yalnızca,
zenginliğe saygılarını belirtiyorjmuşcasma elini kasketine götürmüş; cezalılara —herhangi bir durumda kupa arabasındakileri onlardan
korumaya hazır olduğu'nu göster istiyormuş gibi— sert sert bakıyordu. Kupa arabası bütün kafile geçinceye kadar bekledi. Ancak
torbalar yüklü, cezalı kadınların bindiği son yük arabası da geçtikten sonra hareket edebildi. Ceza evinden
yola çıkıldığında hüngür hüngür ağlayan
j kadında bu son geçen arabadaydı. Sakinleşmişti biraz, ama zenjgin kupa arabasını görünce gene sarsıla sarsıla ağlamaya başla-
jmıştı.
Yerlerinde duramayan, besili, doru atlar arabacı yuları hafifçe
[oynatınca, nallarıyla taşlan döve döve, lâstik tekerlekleri üzerin]de yumuşak yaylanan kupa arabasını, karı kocayla kızın, ince bojyunlu, omuz kemikleri çıkık çocuğun eğlenmeye gittikleri yazlık
[eve doğru hızla uzaklaştıfmışlardı.
Ne anne baba gördükleri şeyi anlatmışlardı çocuklara. Öyjle ki, çocuklar gördükleri şeye kendilerince birer anlam vermek
[zorunda kalmışlardı.
Kız, annesiyle babasının yüzüne bakarak, bu insanların on-— 378 —
lardan, onların tanıdıklarından bambaşka insanlar olduklarına, bu nedenle de onlara böyle
davranmadığına karar verdi. Böyle düşündüğü için korkmuştu kız, bu insanlar uzaklaşınca da sevinmişti.
Ama cezalıların geçişine gözlerini kırpmadan bakan ince, uzun boyunlu çocuk başka türlü çözmüştü
sorunu. İçgüdüsüyle, bu insanların da onun gibi bütün insanlar gibi birer insan olduklarını kesinlikle bildiği
için, onlara birisinin kötülük, yapılmaması gereken bir şey yaptığını hissetmişti. Acımıştı onlara; ayakları
zincire vurulmuş, saçları kesilmiş bu insandan da, onları zincire vuran, saçlarını kesen insanlardan da
korkmuştu. Bu yüzden giderek şişiyordu çocuğun dudakları, ağlamamak için güç tutuyordu kendini; bu gibi
durumlarda ağlamanın ayıp olduğunu biliyordu çünkü.
XXXV
Nehlüdof cezalıların adımlarına uydurmuştu adımlarını, çabuk çabuk yürüyordu; ama üzerinde ince bir
ceketle ince bir par-dösü olduğu halde, gene de bunalıyordu sıcaktan. Sokakların üzerinde asılı duran toz
bulutundan durgun yakıcı sıcak havadan boğulacak gibi oluyordu. İki yüz elli, üç metre yürüyemedi,
pay-tona bindi gene, kafilenin önüne geçti, ama sokağın ortasında paytonun içi daha sıcak geldi ona.
Eniştesiyle dünkü konuşmasını düşünmeyi denedi, ama sabahki gibi heyecanlandırmıyordu onu şimdi bu.
Kafilenin ceza evinden çıkışı, sokaklardan geçişi bir kenara itmişti bu düşünceleri.
Dayanılacak gibi değildi sıcak. Duvarın dibinde, ağaçların gölgesinde, şapkalarını çıkarmış okullu iki
çocuk, yere diz çökmüş dondurmacının başında dikiliyorlardı. Çocuklardan biri kaşıklamaya başlamıştı bile
dondurmasını; öteki, dondurmacının tepeleme doldurduğu bardağı sabırsızlıkla bekliyordu.
Nehlüdof, biraz serinlemek isteğini yenemeyerek payton-cuya sordu:
— Bir şeyler içecek bir yer var mıdır buralarda?
— Hemen şurada temiz bir meyhane vardır efendim. Faytoncu köşeyi döndü, büyük bir tabelânın altında
durdu. Bölmenin arkasındaki gömlekli, şişko, barmen de müşteri
— 379 —
yok diye masalarda oturan bir zamanlar beyaz gömlekli garsonlar da bu değişik konuğu merakla süzdüler,
hizmetine koştular hemen. Nehlüdof bir maden suyu istedi, pencereden uzak, pis örtülü küçük bir masaya
oturdu.
Biraz ötede, üzerinde çay takımıyla bir şişe olan masada iki kişi oturuyordu. Alınlarından terlerini siliyor,
dostça bir şeyi bölüşüyorlardı. Biri esmerdi, İgnatiy Nikiforoviç gibi dökülmüştü saçları, ensesinde bir tutam
siyah saç vardı yalnızca. Onu görünce gene eniştesiyle dünkü konuşmasını, gitmeden önce ablasıy-la onu
bir kere daha görmek istediğini hatırladı Nehlüdof. Trenin kalkmasına az kaldı, yetişemem, diye geçirdi
içinden. İyisi mi mektup yazayım. Zarf, kâğıt, pul istedikten sonra, soğuk maden suyunu yudumlarken, ne
yapacağını düşünmeye koyuldu. Ama düşünceler karmakarışıktı kafasının içinde, bir türlü karar
veremiyordu ne yazacağına.
Sevgili Nataşa, îgnatiy Nikiforoviç'le dünkü konuşmamın verdiği üzüntü içimdeyken gidemiyorum... diye
başladı. Ne yapabilirim? Dün söylediklerim için özür mü dilesem? Ama düşündüğümü söylemiştim
yalnızca. Düşüncelerimin değiştiğini sanır sonra. Hem işlerime karışması... Hayır, yapamam. Nehlüdof bu
yabancı, kendini pek beğenen, onu anlamayan adama karşı gene aynı nefreti duyarak, yarım kalan
mektubu cebine koydu, hesabı ödeyip çıktı, paytona bindi, kafilenin arkasından gitti.
Sıcak daha da artmıştı şimdi. Duvarlar, taşlar sıcaklık kusuyorlardı sanki. Kızgın kaldırım taşları ayaklarını
yakıyormuş gibi bir tuhaf yürüyordu herkes. Nehlüdof, paytonun tavanına dokununca, elinin yandığını
sandı bir an.
At, tozlu kaldırım taşlarında nallarıyla düzenli bir ses çıkararak tembel bir tırısla gidiyor; arabacı arada bir
hafiften kestiriyor; Nehlüdof da hiç bir şey düşünmeden, dalgın dalgın önüne bakıyordu. İnişte büyük bir
evin önünde bir kalabalıkla silâhlı bir er gördüler. Nehlüdof paytonu durdurdu. Evin kapıcısına:
— Ne oluyor burada? diye sordu.
— Cezalının biri fenalaştı.
Nehlüdof paytondan İndi, kalabalığa yaklaştı. Meyilli yaya kaldırımın tümsek taşları üzerinde, başı aşağı
doğru, iri yarı, sarı sakallı kırmızı yüzlü, genç sayılamayacak bir cezalı sırtüstü— 380 —
upuzun yatıyordu. Burnu yamyassıydı. Gri pantalon, gri gömlek vardı üzerinde. Çilli ellerini açıp avuçlarını
yere yapıştırmış; hırlıyor, uzun aralıklarla, geniş göğsünü düzenli olarak indirip kaldırarak soluk alıyor, kan
çanağına dönmüş gözleriyle donuk donuk gökyüzüne bakıyordu. Asık yüzlü bir polis memuru, bir postacı,
bir tezgâhtar, bir hizmetçi, elinde şemsiyesiyle yaşlı bir kadın, bir de başı kabak, elinde boş bir sepet olan
bir çocuk dikiliyordu başında.
Tezgâhtar, yaklaşan Nehlüdof'a birilerinden yakınmaya başladı hemen:
— İçerde canlarını çıkarmışlar zavallıların, iyice bitkin düşürmüşler, sonra da böyle sıcak bir günde
yürütüyorlar...
Şemsiyeü kadın ağlamaklı:
— Ölecek galiba, diyordu. Postacı:
— Gömleğinin önünü açmak gerek, dedi.
Polis memuru titreyen kalın parmaklarıyla beceriksizce, cezalının damarlı boynunu saran bağı çözmeye
çalışıyordu. Heyecanlı, şaşkın olduğu belliydi, ama gene de kalabalığa çıkışmayı gerekli gördü:
— Ne toplandınız canım? Zaten sıcak. Çekilin de hava alsın adam.
Tezgâhtar:
— Yola çıkarmadan önce doktora göstermeliydiler bunları, dedi. (Bu konudaki bilgisiyle övünmek istediği
belliydi.) Dayanamayacaklar götürülmez. Yoksa yolda ölürler böyle.
Polis memuru bağı çözdükten sonra doğruldu, bakındı.
— Açılın diyorum, duymuyor musunuz? dedi. Hadi işinize gidin, hasta adam görmediniz mi hiç?
Konuşurken, onu desteklesin diye Nehlüdof'a bakıyordu. Ama onun ilgisiz bakışı karşısında ere döndü. Er
bir kenarda duruyor, kopmuş topuğuna bakıyordu; polis memurunun karşılaştığı güçlüğü umursadığı
yoktu.
Toplananlar söyleniyorlardı:
— Kimsenin baktığı yok ki. Göz göre göre öldürülür mü bir insan?
— Çezalıysa cezalı, o da insan.
— 381 —
Nehlüdof:
— Başını yukarı alın, su getirin, dedi. Polis:
— Getirmeye gittiler, dedi.
Yerde yatan cezalıyı koltuk altlarından tutup, güçlükle başını yukarı aldı. Birden sert bir ses duyuldu:
— Nedir bu kalabalık burada?
Bembeyaz ceketiyle, pırıl pırıl çizmeleriyle mahalle komiseriydi bu. Daha niçin toplanıldığmı anlamadan:
— Dağılın! diye bağırıyordu. Toplanmayın!
Çabuk adımlarla yaklaşıp, can çekişen cezalıyı görünce- — zaten bunu bekliyormuş gibi— başını evet
anlamına sallayarak polis memuruna döndü.
— Nedir?
Polis memuru, kafile geçerken bu cezalının yere yuvarlan-diğını, subayın onu düştüğü yerde bırakılmasını
emrettiğini anlattı.
— Demek öyle? Karakola götürülmesi gerekiyor. Bir araba çağırın.
Polis memuru elini kasketine götürerek:
— Kapıcıyı yolladım efendim, dedi. Tezgâhtar sıcaktan söz edecek oldu. Komiser:
— Sana ne be? Hadi? Hadi çek arabanı, diye bağırdı. Adamın yüzüne öyle sert baktı ki, tezgâhtar kesti
sesini.
Nehlüdof:
— Su vermeli ona biraz, dedi.
Komser Nehlüdof'a da sert sert baktı, ama hiç bir şey söylemedi. Kapıcı tasla su getirince komiser polis
memuruna cezalıya su içirmesini emretti. Polis memuru cezalının düşen başını kaldırdı, ağzına su
dökmeye çalıştı, ama belliki içmiyordu; su sakallarından göğsüne, tozlu gömleğine akıyordu.
Komiser:
— Başına dök! diye emir verdi.
Polis cezalının bez şapkasını çıkardı, sarı kıvırcık, çıplak tepesine döktü suyu.
Cezalının gözleri, korkmuş gibi daha da açıldı, ama durumunda en küçük bir değişiklik olmadı. Yüzünden
çamurlu sularakıyor, gene hırlıyor, göğsü düzenli olarak inip kalkıyordu.
Komiser polis memuruna Nehlüdof'un paytonunu göstererek:
— Şu araba kimindir? diye sordu. Getirin onu buraya. Hey, arabacı!
Faytoncu başını kaldırmadan, üzgün:
— Boş değilim, dedi.
— Benimdir, dedi. Ama olsun, alın onu. Faytoncuya dönerek ekledi:
— Ben vereceğim ücretini. Komiser:
— Hâlâ ne bekliyorsunuz? diye bağırdı. Tutun!
Polis memuru, kapıcılar, bir de er, ölmek üzere olan cezalıyı kaldırıp paytonun koltuğuna oturttular. Ama
oturamadı cezalı, başı geri düştü, koltuktan aşağı kaydı. Komiser, sert:
— Yatırın onu! diye bağırdı.
Polis, ölmek üzere olan cezalının yanma oturup, onu güçlü sağ koluyla belinden kavrayarak:
— Olsun efendim, dedi, böyle de götürürüm.
Er, cezalının sandallı, çorapsız ayaklarını kaldırıp arabacı yerinin altına uzattı.
Komiser şöyle bir bakındı yerde cezalının yamru yumru şapkasını gördü, alıp geriye düşmüş, ıslak başına
geçirdi onu. Sonra,
— Marş! diye komut verdi.
Arabacı canı sıkkın, sağına soluna baktı, başını salladı, geri dönüp yavaş yavaş karakola doğru yürüdü. Er
de yanısıra yürüyordu. Cezalının yanında oturan polis memuru, payton sallandıkça bir o yana bir bu yana
düşen bedeni, başı tutmaya çalışıyordu. Er arada bir eğilip ayakkabısını düzeltiyor, Nehlüdof arkalarından
yürüdü.
XXXVI
Payton, yangın nöbetçisinin yanından geçip avluya girdi, kapılardan birinin önünde durdu.
Avluda itfaiye erleri kollarını sıvamışlar, yüksek sesle konuşarak, kahkahalarla gülerek arabalarını
yıkıyorlardı.
Payton durur durmaz birkaç polis memuru koşup geldiler,
— 383 —
yarı canlı cezalıyı koltuk altlarından, bacaklarından tutarak, atlarında gıcırdayan paytondan indirdiler.
Cezalıyı getiren polis paytondan indi, uyuşmuş kolunu salladı, şapkasını eline alıp haç çıkardı. Ölüyü
kapıdan sokup merdivenden çıkardılar. Nehlüdof da peşlerinden gitti. Ölüyü getirdikleri küçük, pis odada
dört kerevet vardı. İkisi de pijamalı iki hasta oturuyordu. Birinin ağzı çarpık, boynu sargılıydı. Öteki
veremliydi. İki kerevet boştu. Birine cezalıyı uzattılar. Gözleri parlayan kaşlarını durmadan oynatan,
üzerinde bir gömlekten, ayaklarında çoraptan başka bir şey olmayan ufak tefek bir adam çabuk, yumuşak
adımlarla cezalıya yaklaştı, yüzüne baktı sonra Nehlüdof'a döndü, kahkahayla gülmeye başladı. Burada
yatan bir deliydi bu.
— Beni korkutmak istiyorlar sözde, dedi. Ama avuçlarını yalasınlar.
Biraz sonra komiserle sağlık memuru geldiler.
Sağlık memuru ölüye yaklaştı; henüz yumuşak, ama ölüm beyazlığının yavaş yavaş sardığı, çilli elini tutup
kolunu kaldırdı, bir an havada tutup bıraktı. Kol taş gibi düştü ölünün karnının üzerine. Sağlık memuru
başını sallayarak:
— Tamamdır, dedi.
Ama —besbelli adet yerini bulsun diye— ölünün kaba kumaştan ıslak gömleğinin önünü açtı, kıvırcık
saçlarını kulağının arkasına atıp, cezalının hareketsiz, sarı, geniş göğsüne koydu kulağını. Herkes
susmuştu odanın içinde. Sağlık memuru doğruldu, bir kere daha salladı başını; ölünün açık duran mavi
gözlerinin önce birine, sonra öbürüne dokundu parmağıyla.
Deli durmadan sağlık memuruna doğru tükürerek:
— Korkutamazsınız beni, boşuna uğraşmayın, diyordu. Komiser.
— Evet? diye sordu. Sağlık memuru:
— Evet, dedi. Ölü odasına almak gerek onu.
— İyi baktınız mı, gerçekten ölmüş mü? diye sordu komiser. Sağlık memuru, nedense ölünün göğsünü
öreterek:
— Ortada, dedi. Matvey İvanıç'ı çağırtayım, bir de o baksın. Petrof, koş Matvey İvanıç'ı çağır.— 384 —
;
Sağlık memuru çıkıp gitti. Komiser:
— Ölü odasına götürün, dedi.
Ölünün yanından bir an ayrılmayan ere döndü:
— Sonra odama gel sen, imza atacaksın. Er:
— Başüstüne efendim, dedi.
Polisler ölüyü kaldırdılar, merdivenden geri indirdiler. Nehlüdof peşlerinden gitmek istiyordu, deli durdurdu
onu.
— Siz onlarla birlik değilsiniz anlaşılan, dedi, öyleyse bir sigara verin.
Nehlüdof sigara paketini çıkarıp verdi ona. Deli, kaşlarını oynatarak, burada ona telkin yoluyla nasıl eziyet
ettiklerini çabuk çabuk anlatmaya koyuldu.
— Hepsi düşman bana, medyumları aracılığıyla durmadan kötülük ediyorlar, acı...
Nehlüdof:
— Kusura bakmayın, diye kesti sözünü.
Onu dinlemeden avluya çıktı. Ölüyü nereye götüreceklerini görmek istiyordu.
Polisler yükleriyle avluyu geçmiş, bodrum kapısından giriyorlardı. Nehlüdof arkalarından yürüdü, ama
komiser durdurdu onu,
— Bir isteğiniz mi vardı?
— Hayır, dedi Nehlüdof.
— Öyleyse gidin buradan.
Nehlüdof ses çıkarmadı, paytonunun yanına gitti. Paytoncu uyuyordu. Nehlüdof uyandırdı onu, gara
çekmesini söyledi.
Daha yüz adım gitmemişlerdi, bir yük arabasıyla karşılaştılar. Arabanın.yanmda gene silâhlı bir er
yürüyordu. Besbelli ölmüş, bir başka cezalı vardı arabada. Cezalı sırtüstü yatıyordu yük arabasının içinde;
bez şapkası burnunun üzerine kaymıştı; siyah sakallı, saçları kesilmiş başı arabanın her sarsılışında
sallanıyordu. Kalın çizmeli arabacı atın yularından tutmuş, yanısıra yürüyordu. Arkada bir polis vardı.
Nehlüdof paytoncunun sırtına dokundu. Paytoncu, atı durdurarak:
— Ne yapıyor bunlar? dedi.
Nehlüdof indi paytondan, yangın nöbetçisinin yanından ge. — 385 —
cip, yük arabasının arkasından avluya girdi gene. İtfaiye erleri arabaları yıkamış, götürmüşlerdi; şimdi
onların yerinde açık mavi sırmalarıyla uzun boylu, elmacık kemikleri çıkık itfaiye komutanı duruyor, elleri
cebinde, bir itfaiye erinin, önünden geçirdiği, boynu incelmiş, kula ata sert sert bakıyordu. At ön
ayaklarından birine basarken hafiften aksıyordu. İtfaiye komutanı, yanındaki veterinere öfkeli öfkeli bir
şeyler söylüyordu.
Komiser de oradaydı. Yeni gelen ölüyü görünce arabanın yanına geldi. Başını iki yana sallayarak:
— Nerede buldunuz bunu? dedi. Polis memuru:
— Staraya Gorbatovskaya'da, diye cevap verdi. İtfaiye komutanı:
— Gazali mı? dedi.
— Evet efendim. Komiser:
— Bugün ikinci bu, dedi.
— Ne yaparsınız! diye mırıldandı. Hava da çok sıcak olunca. Sonra aksak kula atı götüren itfaiye erine
dönüp bağırdı:
— Köşedeki ahıra götür onu! Eşşoğlu essek seni, senden on kat değerli olan atları topal etmeyi
gösetereceğim ben sana!
Ölüyü, birincisini olduğu gibi kaldırdı polisler, yukarı odaya götürdüler. Nehlüdof, hipnotize olmuş gibi
peşlerinden gidiyordu. Bir polis memuru:
— Siz ne istiyorsunuz? diye sordu ona.
Nehlüdof cevap veremeden gidiyordu ölünün arkasından. Deli yatağına oturmuş, Neflüdof'un verdiği
sigarayı hırsla içiyordu.
— A, siz! dedi
Kahkahayla gülmeye başladı gene. Ölüyü görünce yüzünü buruşturdu.
— Gene mi? Kabak tadı verdiniz artık, çocuk mu sanıyorsunuz beni? (Nehlüdof'a dönüp gülümsedi.)
Öyle değil mi?
Nehlüdof ölüye bakıyordu. Polisler çekilmişti önünden, yüzünü örten şapkasını da kaldırmışlardı. Öteki
ölünün tersine, yüzü son derece güzeldi bunun, bedeni de biçimliydi. Gücü kuvDiriliş — F: 25— 386 —
vetli olduğu belliydi. Yarısını traş ederek çirkinleştirdikleri başına; siyah, şimdi hayat ışığı kaybolmuş
gözlerinin üstünde yükselen dar alnına rağmen çok yakışıklıydı. İnce, siyah bıyıkların üstündeki kemerli,
küçük burnu da pek güzeldi. Yavaş yavaş morarmaya yüz tutmuş dudaklarında bir gülümseme vardı
sanki. Küçük sakalı yüzünün altını çevreliyordu yalnızca; başının traş edilmiş yanında, küçük, sağlam,
güzel bir kulak çarpıyordu göze. Yüz ifadesi hem sakin, hem sert, hem içtendi. Bu insanın ruhsal
yaşayıştan- nasıl yoksun bırakıldığı belliydi yüzünden; ellerinin, zincire vurulmuş ayaklarının ince
kemiklerinden, ölçülü, biçimli bedeninin her şeyinden onun bir zamanlar ne denli güzel, güçlü, becerikli bir
insan, itfaiye komutanının ayağı inciltildi diye öylesine kızdığı o kula attan ne denli üstün bir yaratık olduğu
belliydi. Oysa öldürmüşlerdi onu; bir insan olarak ölümüne hiç kimse acımadığı gibi, insanlığın
boşuboşuna bîr güç kaynağını yitirdiğine de üzülmüyordu kimse. Ölümü herkeste, yakında kokacak bu
cesedi ortadan kaldırmak zorunda olmanın verdiği telâşın can sıkıntısından başka bir duygu
uyandırmamıştı.
Odaya doktor, sağlık memuru, baş komiser girdiler. Doktor kısa boylu, şişman bir adamdı; açık gri ipek bir
ceket, aynı kumaştan, adaİeİi baldırlarına yapışmış dar bir pantalon giyiyordu. Başkomiser ufak-tefek,
şişmandı. Havayı ağzında tutmak alışkanlığı kırmızı, yuvarlak yüzünü daha da yuvarlak gösteriyordu.
Doktor ölünün yattığı kerevete oturdu, tıpkı sağlık memuru gibi, kolunu kaldırıp bıraktı, kalbini dinledi,
pantalonunu çekeleyerek kalktı sonra.
— Ölmüş, dedi.
Başkomiser, ağzını tıka-basa hava doldurup, yavaşça bıraktıktan sonra ere döndü.
— Hangi ceza evinden?
Er cevap verdi, ölünün üzerindeki zincileri hatırlatı.
' Başkomiser:
— Söylerim çıkarırlar, dedi; neyse ki demircimiz var. Gene ağzını hava doldurup yanaklarını şişirdi, sonra
yavaş
yavaş bırakarak kapıya yürüdü. Nehlüdof doktora:
— Niçin ölüyor bunlar böyle? diye sordu.
— 387 —
Doktor gözlüklerinin arkasından baktı ona.
— Niçin olacak? dedi. Güneş çarpmasından. Güneş ışığının girmediği hücrede bütün bîr kış hareketsiz
oturduktan sonra birden güneşe, hem de bugünkü gibi bir güneşe çıkarsa insan böyle olur işte. Hem
kalabalık gidiyorlar, hava akımı yok. Çarpıyor güneş.
— Neden böyle götürüyorlar onları öyleyse?
— Bana ne soruyorsunuz bunu, gidin götürene sorun. Hem siz kimsiniz?
— Bir yurttaş.
— Ya!.. Kusura bakmayın, hiç zamanım yok.
Doktor pantalonunu can sıkıntısıyla aşağı doğru çekerek hastaların yanına gitti.
Boynu sargılı, ağzı çarpık, soluk yüzlü hastaya:
— İşler nasıl bakalım? dedi.
Bu arada deli sigara içmeyi bırakmış, yatağında oturuyor, doktora doğru tükürüyordu.
Nehlüdof aşağı indi, avluya çıktı, itfaiye atlarının, tavukların, bakır miğferli nöbetçinin yanından geçip
sokağa çıktı, gene uykuya dalmış paytoncuyu uyandırıp gara yollandı.
XXXVI!
Nehlüdof gara geldiğinde cezalılar, pencereleri parmaklıklı vagonlara binmişlerdi bile. Tanıdıklarını yolcu
etmeye gelen birkaç kişi vardı peronda; vagonlara yaklaştırmıyorlardı onları. Erler pek bir telâşlıydılar
şimdi. Ceza evinden gara gelinceye kadar, Nehlüdof'un gördüğü ikisinden başka üç cezalı daha ölmüştü
güneş çarpmasından: Birini, öncekiler gibi, en yakın karakola götürmüşlerdi, öbür ikisi burada, garda
ölmüşlerdi ('). Erlerin telâşı, götürdükleri kafilede sapasağlam beş kişinin ölmesinden değildi. Bunu
umursadıkları bile yoktu; bütün düşündükleri, bu gibi durumlarda yasada öngörülen şeyi noktası noktasına
yapmaktı: Ölüleri kâğıtlarıyla birlikte gerekli yere teslim etmek, Nij(') 1880 yıllarında Butirski cezaevinde Nijegorodsk garına götürülürken güneş çarpmasından bir günde
beş cezalı ölmüştü. (L. N. Tolstoy'un notu.)— 388 —
niy'e götürülmesi gereken cezalılar sayısından bunu düşmek. Özellikle böyle bir sıcakta oldukça büyük bir
işti bu.
Görevlilerin hepsi bu işle uğraştığı için Nehlüdof'u da öteki bekleyenleri de vagonların yanma
bırakmıyorlardı. Ama Nehlüdof'u bıraktılar gene de: Assubaya para vererek almıştı bu izni. Assubay,
komutanın görmemesi için çabuk konuşup hemen geri gelmesini söyleyerek bırakmıştı onu. Bütün tren on
sekiz vagondu. Komutanlık vagonu dışında geri kalanların hepsi tıka basa cezalı doluydu. Vagonların
pencerelerinin önünden geçerken içerde olanlara kulak kabartıyordu Nehlüdof. Her vagondan zincir
şakırtısı, gürültü patırtı, yakası açılmadık küfürlerle karışık konuşmalar duyuluyordu. Ama Nehlüdof'un
beklediği şeyden, yolda düşüp ölen cezalılardan söz eden yoktu. Daha çok torbalardan, içecek sudan,
oturacak yerden söz ediliyordu. Bir pencereden içeri baktı Nehlüdof, ortadaki yolda birkaç er, cezalıların
kelepçelerini çıkarıyorlardı. Cezalı ellerini uzatıyor, er anahtarla kelepçenin kilidini açıp çıkarıyordu onu.
Bir başka er de kelepçeleri topluyordu. Erkek vagonlarını geçtikten sonra kadın vagonlarına geldi
Nehlüdof. İkinci vagondan bir kadın iniltisi duyuluyordu: O-o-of! anam, babam o-o-of!
Nehlüdof yürüyüp geçti, bir erin yol göstermesiyle, üçüncü vagonun penceresine yaklaştı. Nehlüdof
yüzünü parmaklığa yaklaştırınca, acı ter kokusuyla yüklü sıcak bir hava çarptı yüzüne; ince kadın sesleri
daha bir açık seçik duyulmaya başladı. Tahta sıralarda terli yüzleri kıpkırmızı olmuş, önlüklü, blûzlu
kadınlar oturuyor, yüksek sesle konuşuyorlardı. Nehlüdof'un parmaklığa dayanan yüzü dikkatlerini çekti.
Pencere dibinde oturanlar susup ona doğru uzandılar. Maslova —üzerinde bir tek bluz vardı, başörtüsünü
bile çıkarmamıştı— karşı pencerenin dibinde oturuyordu. Beyaz yüzünde bir gülümseme olan Fedosya bu
yandaydı. Nehlüdof'u tanıyınca Maslova'yi dürttü, pencereyi gösterdi ona. Maslova aceleyle kalktı, siyah
saçlarını başörtüsüyle örttü; birden aydınlanan kırmızı, terli yüzünü bir gülümseme kapladı, pencerenin
yanına gelip parmaklığı tuttu. Sevinçle gülümseyerek:
— Çok da sıcak, dedi.
— Eşyaları aldınız mı?
— Aldım, teşekkür ederim.
— 389 —
Güneşte kızdıkça kızmış vagonun penceresinden soba borusu gibi sıcak hava püskürüyordu Nehlüdof'un
yüzüne.
— Başka bir şey lâzım mı? dîye sordu. — Değil, sağolun.
Fedosya karıştı söze:
— İçecek bir şey olsaydı...
— Evet, dedi Maslova, içecek bir şey olsa...
— Suyunuz yok mu?
— Hepsini içtiler, getirecekler. Nehlüdof:
— Hemen, dedi, ere söylerim, getirir. Niyniy'e kadar gö-rüşemeyeceğiz bir daha.
Maslova sevinçle, Nehlüdof'un gözlerinin içine bakarak, bundan haberi yokmuş gibi:
— Siz de geliyor musunuz? diye sordu.
— Arkadaki trendeyim.
Maslova hiç bir şey söylemedi, birkaç saniye sonra derin bir göğüs geçirdi yalnızca. Kaba sesli, yaşlı bir
kadın:
— Bey, dedi, yolda on iki kişiyi öldürdükleri doğru mu? Korableva'ydı bu. Nehlüdof:
— On iki kişi olduğunu duymadım, diye cevap verdi. Ben iki tanesini gördüm.
— On iki kişi ölmüş, öyle diyorlar. Bunun için ceza vermezler mi onlara acaba? Şeytanın
doğurduklarına?
Nehlüdof:
— Kadınlardan kimse fenalaşmadı mı? diye sordu. Kısa boylu bir kadın gülümsedi:
— Kadınlar daha sağlamdır. Yalnız birinin aklına doğurmak esmiş. Bakın, bağırıp duruyor orada.
Hep aynı iniltinin geldiği yandaki vagonu gösterdi. Sevinç gülümsemesini tutmaya çalışan Maslova:
— Başka bir şey lâzım olup olmadığını soruyorsunuz, dedi, bu kadını bırakamazlar mı acaba burada?
Çok acı çekiyor zavallı. Komutana bir söyleseydiniz.
— Söylerim.
Maslova, gülümseyen Fedosya'yı bakışıyla göstererek:— 390 —
— Bir de Taras'ı, kocasını göremez mi acaba? Sizinle aynı trene binecek.
Bir assubayın sesi duyuldu yakında:
— Beyefendi, cezalılarla konuşmak yasaktır. Nehlüdof'u bırakan assubay değildi bu.
Nehlüdof çekildi pencereden, doğum yapmak üzere olan kadınla Taraş işini söylemek için komutanı
aramaya gitti, ama uzun süre bulamadı onu, askerlerden de bir cevap alamadı. Hepsi de pek telâşlıydılar.
Bazıları cezalıları bir yerden bir yere götürüyor, bazıları kendilerine yemeklik bir şeyler almaya koşuyor,
eşyalarını vagonlara yerleştiriyor, bazıları da komutanın, kafileyle beraber gelen karısına hizmet
ediyorlardı. Hepsi de isteksiz cevap veriyorlardı Nehlüdof'a.
Nehlüdof komutanı bulduğunda ikinci zil çalmıştı. Subay, ağzını örten bıyıklarını, kısa kolunu kaldırarak
sıvazlarken bir şey için haşlıyordu sağlık memurunu. Omuzlarını kaldırmıştı:
— Ne istiyorsunuz? diye sordu Nehlüdof'a.
— Bir kadın doğurmak üzere vagonda, düşündüm ki, acaba... Komutan ilgisiz:
— Doğursun varsın, dedi.
Kısa kollarını hızlı hızlı sallayarak vagonuna doğru yürüdü.
Bu arada elinde düdükle hareket memuru geçti; son zil duyuldu, düdük öttü, perondakiler arasında, kadın
vagonlarında ağlayanlar, yüksek sesle dua edenler vardı. Nehlüdof, Taras'la yan-yana duruyor, tıraşlı
erkek başlarının gözüktüğü pencereleri parmaklıklı vagonların, önünden peşpeşe geçişine bakıyordu.
Sonra birinci kadın vagonu geçti önlerinden; düz saçlı, başörtüsüz kadın başları vardı parmaklıkların
arkasında; arkasından, hâlâ aynı kadın inlemesinin duyulduğu ikinci vagon, daha sonra Mas-lova'mn
bulunduğu. Öteki kadınlarla beraber parmaklığa yapışmış, acı acı gülümseyerek Nehlüdof'a bakıyordu.
XXXVIII
Nehlüdof'un bineceği yolcu treninin kalkmasına iki saat kalmıştı. Nehlüdof bu arada ablasına bir kere daha
uğramayı düşünüyordu, ama sabahtan beri tanık olduğu olaylardan sonra şimdi kendini o denli heyecanlı,
bitkin hissediyordu ki, birinci
391
mevkiin küçük kanepesine oturunca birden bir uyku çöktü üzerine, döndü, elini yanağının altına koyup
hemen uyudu.
>
Elinde peçete, fraklı bir garson uyandırdı onu.
— Beyefendi, beyefendi, Nehlüdof, prens Nehlüdof siz milsiniz? Bir bayan sîzi arıyor.
Nehlüdof gözlerini oğuşturarak fırladı yerinden, nerede ol-jduğunu, o sabah olanları hatırladı.
Belleğinde şunlar vardı yalnızca: Cezalılar kafilesinin yürüyüşü, ölüler, pencereleri parmaklıklı vagonlar,
parmaklıkların arkasındaki kadınlar, kimsenin yardım elini uzatmadığı, doğum sancıları çeken kadınla, bir
de, demir parmaklıkların arkasından ona acı acı gülümseyen kadın. Gerçekteyse bambaşka şeyler vardı
önünde: Şişelerle, yemişliklerle, mumlarla, yemek takımlarıyla donatılmış bir masa; masanın çevresinde
dolaşan becerikli garsonlar. Şişelerin, yemişliklerin arasından görünen, salonun öte ucundaki büfenin
önündeki büfeci, büfede oturan yolcuların sırtları...
Nehlüdof doğrulup otururken biraz toparlayabilmişti de kendini; çevresindekilerin merakla kapıya
baktıklarını farketti birden. O da baktı o yana, iki kişinin, şemsiyeli koltuğunda oturan bir bayanı taşıdığını
gördü. Taşıyanlardan öndeki bir uşaktı, Nehlüdof'un gözü ısırmıştı onu. Arkadaki, kasketi sırmalı kapıcı da
yabancı değildi ona. Koltuğun peşinden önlüklü, saçları bukle bukle, zarif bir oda hizmetçisi yürüyordu.
Deri bir çantayla, şemsiyeler vardı elinde. Daha arkada kalın dudaklı, boynu tutuk, göğsünü öne çıkarmış,
yol şapkasını giymiş prens Korçagin yürüyordu. Sonra Missi, Mişa, Nehlüdof'un da tanıdığı, uzun boyunlu,
gırtlak kemiği çıkık, daima neşeli diplomat Osten. Gülümseyen Missi'ye —besbelli şakadan— heyecanlı
heyecanlı bir şey anlatıyordu yürürken. En arkada, öfkeyle sigara içe içe doktor yürüyordu.
Korçagin'ler, prensesin kızkardeşinin Nijegorod yolundaki malikânesine gidiyorlardı.
Koltuğu taşıyanların, oda hizmetçisinin, doktorun, kadınlar bölümünde son bulan bu geçişi yolcularda
büyük bir merak, bir saygı uyandırmıştı. Yaşlı prens masaya oturup garsonu çağırdı hemen, bir şeyler
istedi ondan. Missi'yle Osten de yemek salo-— 392 —
— 393 —
nunda kalmışlardı; tam oturuyorlardı ki, kapıda tanıdık bir bayan görüp yanına yürüdüler. Natalya
İvanovna'ydı bu tanıdık. Na-talya İvanovna, yanında Agrafena Petrovna, bakınarak yemek salonuna
giriyordu. Missi'yi de, kardeşini de hemen hemen aynı anda görmüştü. Nehlüdof'a başıyla selâm vererek
Missi'nin yanına gitti önce; ama onunla öpüştükten sonra hemen Nehlüdof'a döndü:
— En sonunda buldum seni.
Nehlüdof ayağa kalkıp Missi'yle, Mişa'yla, Osten'le tokalaş-tı; konuşmaya başladılar. Missi, köydeki
evlerinin yandığını, bu yüzden teyzesinin yanına gitmek zorunda kaldıklarını anlatıyordu Nehlüdof'a. Osten
fırsattan yararlanarak, yangınla ilgili gülünç bir fıkra anlatmaya başladı:
Nehlüdof, Osten'i dinlemeden ablasına döndü:
— Geldiğine sevindim, dedi.
— Geleli çok oluyor. Agrafena Petrovna'yla geldik. Natalya İvanovna, biraz ötede duran Agrafena
Petrovna'yı
gösterdi. Yaşlı kadının üzerinde ince bir pardesü, başında şapka vardı; uzaktan içten bir gülümsemeyle,
çekingen, başıyla selâm verdi Nehlüdof'a. Natalya İvanovna devam ediyordu:
— Aramadık yer bırakmadık seni.
— Uyuyakalmışım şurada. Geldiğine çok sevindim. Bir mektup yazıyordum sana.
Natalya İvanovna ürkek:
— Sahi mi? dedi. Niçin?
Abla-kardeş arasında kişisel bir konuşmanın başladığını far-keden Missi, yanındaki erkeklerle uzaklaştı
oradan. Nehlüdof, ab-lasıyla beraber pencerenin dibindeki kadife kanepeye, birinin eşyalarının, yol
battaniyesiyle bir takım kutularının yanına oturdu. Hemen başladı Nehlüdof:
— Dün sizden ayrıldığımda geri dönmeyi, özür dilemeyi çok istedim, ama nasıl karşılayacağını
bilmiyordum. Kocana karşı kabalık ettim, üzüldüm sonra.
Natalya İvanovna:
— İsteyerek yapmadığını biliyordum, dedi, inanıyordum buna. Biliyorsun ki...
Birden dolu dolu gözleri, kardeşinin elini tuttu. Açık seçik,
belirgin bir anlamı -yoktu bu cümlenin, ama Nehlüdof ablasının ne demek istediğini tam olarak anlamış,
duygulanmıştı. Natalya İvanovna, kocasına karşı olan büyük sevgisinin yanında ona, kardeşine olan
sevgisinin de önemli, değerli olduğunu, onların arasındaki her anlaşmazlığın ona çok ıstırap verdiğini
anlatmak istemişti bu cümlesiyle. Nehlüdof:
— Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim sana... dedi. Ah, bugün ne korkunç şeylere tanık oldum. (Ölen
ikinci cezalıyı hatırlamıştı birden.) İki cezalıyı öldürdüler.
— Öldürdüler mi? Nasıl?
— Basbayağı. Bu sıcakta çıkardılar onları dışarı. Güneş çarpmasından öldü ikisi de.
— Olamaz! Nasıl? Bugün mü? Şimdi...
— Evet, şimdi. Cesetlerini gördüm. Natalya İvanovna heyecanlanmıştı:
— Peki ama niçin öldürsünler? Öldüren kim?
Ablasının bu konuda da kocası gibi düşündüğünü fark eden Nehlüdof sinirli:
— Onları bu yolculuğa zorla çıkaranlar, diye cevap verdi. Yanlarına gelen Agrafena'Petrovna:
— Aman Allahım! dedi. Nehlüdof:
— Bu zavallılara yapılanlardan hiç haberimiz yok, dedi. Biraz ötede bir masada oturmuş, peçeteyi
boynuna bağlayıp
meyvalı içkisini içmeye hazırlanan yaşlı prense bakarak —bir an gözgöze gelmişlerdi— ekledi:
— Oysa olmalı. Prens seslendi ona:
— Nehlüdof! Serinlemek ister misiniz? Bu sıcakta iyi gider! Nehlüdof başını istemem anlamına sallayıp
ablasına döndü. Natalya İvanovna:
— Ne yapmak niyetindesin peki? dedi.
— Elimden gelen her şeyi... Bilmiyorum, ama bir şeyler yapmak zorunda olduğumu hissediyorum.
Elimden gelen her şeyi yapacağım.
— Evet, evet, anlıyorum seni. (Gülümseyerek gözüyle Kor— 394 —
çagin'i gösterdi Natalya İvanovna) Ya bunların işi ne olacak? Her şey bitti mi artık?
— Bitti. Hem sanıyorum, iki yan da hiç üzülmedi buna.
— Yazık. Ben üzüldüm. Severim onu. Natalya İvanovna kararsız, ürkek devam etti:
— Tutalım ki senin dediğin gibi olsun durum. Peki ama kendini bağlamak istemenin sebebi ne? Niçin
gidiyorsun Sibirya'ya?
Nehlüdof, bu konuyu kapamak istiyormuş gibi ciddî, soğuk:
— Öyle gerektiği için gidiyorum, dedi.
Ama ablasına karşı böyle soğuk davrandığı için kendi kendinden utandı. Düşüncelerimin hepsini niçin
anlatmayayım ona, diye geçirdi içinden. Yaşlı oda hizmetçisine bakarak kendi kendine, Varsın Agrafena
Petrovna da duysun dedi. Agrafena Pet-rovna'nın yanlarında bulunması, kararını ablasına açması için
daha bir kışkırtmıştı onu.
— Katyuşa'yla evlenmek niyetimden mi söz ediyorsun? dedi. Şunu bilesin ki, onunla evlenmeye kararlı
olduğumu kendisine söyleyince kesinlikle reddetti bunu. (Bundan söz etmeye başladığında her zaman
olduğu gibi titriyordu sesi.) Benim onun için böyle bir fedakârlıkta bulunmamı istemiyor, kendisi bir çok
şeyi feda ediyor buna karşılık. Bir anlıksa, ben de bu fedakârlığı kabul edemem. İşte bu yüzden onunla
beraber gidiyorum, her yerde yanında olacağım, elimden geldiğince yardım edeceğim ona, az acı çekmesi
için çalışacağım.
Natalya İvanovna susuyordu. Agrafena Petrovna soru dolu bakışlarını doğrulttu Natalya İvanovna'ya,
başını salladı. Tam bu sırada kadınlar bölümünden çıktı gene deminki grup. Aynı yakışıklı uşak Filipp'Ie
kapıcı taşıyorlardı prensesi. Prenses durdurdu onu taşıyanları, başını sallayarak Nehlüdof'u yanına
çağırdı; parmakları yüzük dolu beyaz elini güçlükle uzattı ona. Hemen sıcaktan söz etmeye başladı.
— Epouvantable! (') Dayanamıyorum. Ce climat me tue. (2) Rusya ikliminin kötülüklerini sayıp döktükten,
Nehlüdof'un
onlara gelmesini söyledikten sonra taşıyıcılarına işaret verdi.
(')
Korkunç! (Fransızca)
'
(2)
Bu iklim öldürecek beni. (Fransızca)
— 395 —
Uzaklaşırken uzun yüzünü Nehlüdof'a dönerek:
— Bekliyoruz, gelin, diye ekledi.
Nehlüdof perona indi. Prensesi sağa, birinci mevkiye doğru götürdüler. Nehlüdof, eşyalarını taşıyan gar
hamalının arkasından Taras'la beraber sola yürüdü. Taras'ı göstererek, ablasına:
— İşte yol arkadaşım, dedi.
Taras'tan, daha önce söz etmişti ona. Nehlüdof üçüncü mevkinin önünde durup da hamal eşyalarla,
peşinden de Taraş içeri girince Natalya İvanovna:
— Üçüncü mevkiyle mi gideceksin? diye sordu.
— Evet, dedi Nehlüdof. Burası daha rahat benim için, Taras'la beraber yolculuk edeceğim. (Birden
değişti ses tonu.) Aklıma gelmişken söyleyeyim. Kuzmînsk'de toprağı köylülere vermiş değilim
henüz. Ölürsem senin çocuklarına kalacak orası.
Natalya İvanovna:
— Kes artık Dmitri, dedi.
— Versem bile, geri kalan her şey onların olacak, çünkü evleneceğimi hiç sanmıyorum, evlensem bile
çocuğum olmayacak sonra...
Natalya İvanovna:
— Dmitri, kapat bu konuyu lütfen, diye kesti sözünü.
Öte yandan, sözlerinin ablasının hoşuna gittiği kaçmamıştı Nehlüdof'un gözünden.
Birinci mevkinin önünde küçük bir kalabalık vardı yalnızca; prenses Korçagina'yı götürdükleri vagona
bakıyorlardı. Geri kalan yolcular yerlerini almıştı. Geç kalan birkaç yolcu peronun tahtalarında topukları
ses çıkara çıkara yerlerine koşuyor, görevliler kapıları kapıyor, yolculara yerlerini almalarını, yolcu
olmayanlara da peronu boşaltmalarını söylüyorlardı.
Nehlüdof, güneşte kızdıkça kızmış vagona girdi, sahanlığa
çıktı hemen.
Natalya İvanovna şık şapkasıyla, salıyla Agrafena Petrovna' nın yanında duruyordu. Söyleyecek bir şey
aradığı, ama bulamadığı beliydi. Ecrivss (') bile diyemezdi; ayrılışlarda söylenmesi âdet olan bu sözcüğe
kardeşiyle çok gülmüşlerdi eskiden.
(')
Mektup yaz. (Fransızca)— 396 —
Para işleri, miras üzerine o kısacık konuşma ralarında yavaş yavaş kurulan kardeşçe ilişkiyi bir anda
darmadağın etmişti; şimdi yabancı hissediyorlardı kendilerini birbirine. Öyle ki, tren hareket edince Natalya
İvanovna sevinmişti bile buna; başını eğerek, Güle güle, demişti yalnızca, Hadi güle güle Dmitri, yolun
açık olsun! Tren uzaklaşınca da kardeşiyle konuşmasını kocasına nasıl ileteceğini düşünmeye başlamıştı;
ciddileşmişti yüzü, bir telâş ifadesiyle kaplanmıştı.
Ablasına karşı en içten duygulardan başka bir duygu beslemediği, ondan hiç bir şey gizlemediği halde,
Nehlüdof da aynı soğukluğu duymuştu ona karşı, bir an önce uzaklaşmak istemişti ablasından. Bir
zamanlar ona öylesine yakın olan Nataşa'nın artık var olmadığını; yalnızca, yabancı hiç hoşlanmadığı
kara sakallı bir adamın karısının, kölesinin var olduğunu hissetmişti. Kesinlikle biliyordu bunu şimdi;
ablasının yüzünün ancak, kocasını en çok ilgilendiren sorudan, toprağını köylülere verme, miras işinden
söz edince aydınlandığını görmüştü çünkü. Acı bir şeydi bu onun için.
XXXIX
Kızgın güneşin sabahtan beri kavurduğu, insan dolu, büyük üçüncü mevki vagonun içinde öylesine
boğucu bir hava vardı ki, Nehlüdof içeri girmemiş, sahanlıkta kalmıştı. Ama burada da yoktu hava; tren
evleri geçip de, hava akımı başlayınca derin bir soluk aldı ancak Nehlüdof. Ablasına söylediğini tekrarladı
kendi kendine: Evet, şimdi. Cesetlerini gördüm. O günün anılan içinde birden ikinci ölünün güzel yüzü,
gülümseyen dudakları, sert ifadeli alnı, başının morarmaya başlamış saçsız yanındaki küçük, sağlam
kulağı olağanüstü bir canlılıkla geldi gözlerinin önüne. İşin en kötü yanı da, öldürüldüğü halde, katilin kim
olduğunun bilinmemesiydi. Öldürdüler onu. Öteki cezalılar gibi onu da Maslennikof'un emri uyarınca
götürüyorlardı. Maslennikof her zaman yaptığı şeyi yapmıştır gene yüzde yüz; resmî kâğıdın altına o
budalaca imzasını atmıştır; suçlu da hissetmiyordur tabiî şimdi kendini. Cezalıları muayene eden cezaevi
doktoru daha az suçlu hissedebilir kendini; görevini titizlikle yerin getirdi çünkü, zayıfları ayırdı; ne
böylesine korkunç bir sıcağın olaca397
ğını bilebilirdi, ne de kafileyi bu kadar geç saatte yola çıkaracaklarını onları böyle kalabalık götüreceklerini.
Ya cezaevi müdürü?.. Ama müdür falan günde şu kadar kürek cezalısı, sürgün erkek, kadının trene
bindirilmesi üzerine verilen emrin gereğini yaptı yalnızca. Görevi, burada sayıyla aldığı cezalıları oraya
sayıyla teslim etmek olan kafile komutanı da suçlu olamaz. Kafileyi her zamanki gibi, yasanın buyurduğu
biçimde götürüyordu; Nehlüdof'un gördüğü iki cezalı gibi güçlü kuvvetli insanların dayanamayıp
öleceklerini nereden bilebilirdi? Hiç kimse değildi suçlu, ama öldürülmüştü insanlar, hem de onların
ölümünde suçsuz olan bu insanlarca.
Bütün bu valilerin, müdürlerin, komserlerin, polis memurlarının bazı durumlarda insana insan gibi
davranmanın zorunlu olmadığına inandıkları için oluyor böyle. Bunlar —Maslennikof da, müdür de, kafile
komutanı da— vali, müdür, ya da subay ol-masaydılar, insanları böylesine sıcak bir günde, böylesine
kalabalık, yola çıkarmadan önce yirmi kere düşünürlerdi; yolda yirmi kere mola verirlerdi; birisinin düşecek
gibi olduğunu, sık sık solumaya başladığını görünce sıradan çıkarırlardı onu, gölgeye götürür, su verir,
dinlendirirlerdi; üzücü bir olay olunca da içleri sızlardı. Ama onlar yapmadılar bunu, yapmak isteyenlere de
engel oldular; onlar için önemli olan insan, insanlara karşı görevleri değil, her şeyin üstünde gördükleri
görevlerdir çünkü. Asıl sebep bu işte. Bir saat için bile olsa, özel bir durumda da olsa, insan sevgisinden
daha önemli bir duygunun bulunmadığı kabul edilebilirse, kişi kendini suçlu saymadan hiç bir kötülük
edemez insanlara.
Nehlüdof düşüncelere dalmış, havanın değiştiğini fark etmemişti: Güneş öndeki alçak, dağınık bulutların
arkasına saklan-mışt!; batıdan doğru açık gri bir yağmur bulutu yaklaşıyordu. Uzaklarda tarlalara,
ormanlara yağmaya başlamıştı yağmur. Nemli bir yağmur kokusu kaplamıştı her yanı. Şimşekler
aydınlatıyordu arada bir yağmur bulutunu; trenin gürültüsüne giderek daha bir sık karışıyordu gök
gürültüsü. Bulut yaklaştıkça yaklaşıyordu; rüzgârın sürüklediği iri yağmur taneleri sahanlığa, Nehlüdof'un
pardesüsüne düşmeye başlamıştı. Öte yana geçti Nehiüdof, uzun zamandan beri yağmur bekleyen
toprağın ıslak se-— 398 —
rinliğini, kokusunu ciğerlerine çekerek; geriye doğru koşan bahçelere, ağaçlıklara, sararan çavdar
tarlalarına, henüz yeşil yulaflara, koyu koyu gözüken yeşil, çiçek açmış patates tarlalarına bakmaya
başladı. Her şey cilâlanmıştı sanki: Yeşil daha bir yeşil, sarı daha bir sarı, siyah daha bir siyahtı.
Nehlüdof, bereketli yağmur altında canlanan tarlalara, bahçelere, bağlara sevinçle bakarken:
— Yağ, daha çok yağ! diye mırıldanıyordu kendi kendine.
Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur kısa sürdü. Bulut geçti. Islak yere yağmurun son, küçük damlaları
düşüyordu şimdi. Gene güneş çıktı, her şeyi parlak bir aydınlığa boğdu. Doğuda, ufkun hemen üstünde,
pembe rengi daha bir belirgin, bir ucu boşlukta kaybolan bir gökkuşağı oluşmuştu.
Doğanın bütün bu değişiklikleri sona erip de tren yüksek kenarlı bir yarmaya girerken Nehlüdof sordu
kendi kendine: Ne düşünüyordum? Ha evet, bütün bu insanların —müdürün de. kafile komutanının da—
aslında çoğunlukla temiz yürekli, iyi insanlar olduklarını, devlet hizmetinde çalıştıkları için böyle
duygu-suzlaştıklarını düşünüyordum.
Cezaevinde olup bitenleri ona anlatırkenki ilgisizliğini hatırladı Maslennikof'un; müdürün sertliğini, kafile
komutanı subayın cezalıların arabalara binmesine izin vermemekle, trende doğurmak üzere bir kadının
bulunduğunu duyunca bunu hiç umursamamakla gösterdiği katı yürekliliği hatırladı. Bu insanların
böylesine hain, en olağan acıma duygusundan böylesine yoksun olmalarının tek nedeni devlet hizmetinde
çalışmalarıdır tabiî. —:Nehlüdof, yarmanın çeşitli renkte tas kaplı kenarlarından akan yağmur sularına
bakarak düşünmeye devam ediyordu—. Devlet memuru oldukları için, şu toprağın suya olduğu gibi onlar
da insan sevgisine karşı duyarsızdırlar. Yarmaların kenarlarının taşla kaplanması zorunludur belki, ama şu
yukardaki gibi buğday, ot, ağaç, yetişebilecek bu toprağın bitkiden böyle yoksun bırakılması dokunuyor
insana. İnsanlarda da aynı durum var; belki gereklidir valiler, müdürler, polisler, ama insanlara vergi en
önemli duygudan, birbirine acıma, birbirini sevme duygusundan yoksun insan görmek korkunç bir şey.
Bunun tek nedeni, bu insanların, yasa olmayan şeyi yasa
— 399 —
olarak kabul etmeleri, insanoğlunun kalbine Tanrının koyduğu değişmez, dünya kaldıkça kalacak şeyiyse
yasa diye kabul etmemeleridir. Onun için sıkılıyorum bu insanların yanında. Düpedüz korkuyorum
onlardan. Gerçekten de korkunçturlar. Haydutlardan bile korkunç. Acıyabilir haydut, ama bunlar
acıyamazlar: Şu taşlar bitkilere karşı olduğu gibi onlar da acıma duygusuna karşı sigortalıdırlar. Korkunç
olmaları da bu yüzden işte. Pugaçoflar, Razin'ler korkunçtur derler. Bunlar bin kat daha korkunçtur. Şöyle
bir psikoloji sorunu verilse: Günümüzde insanların, hıris-tiyanların, temiz ruhlu, iyi insanların, kendilerini
suçlu hissetmeden korkunç canavarlıklar yapabilmeleri için nasıl bir düzen olmalı? Bir tek çözüm yolu
olurdu bu sorunun: Şimdiki düzen. İnsanların vali, müdür, subay, polis olmaları, yani önce, insanlara eşya
gibi, kardeşçe bir sevgi duymadan davranılmasına izin veren devlet hizmeti diye bir şeyin olduğuna inanan
insanların bulunması; sonra, devlet hizmetindeki bu insanların, yaptıklarının sorumluluğu belirli olarak
birisinin üzerine düşmeyecek biçimde örgütlenmeleri gerekir. Bugün gördüğüm canavarlıklar başka hiç bir
koşul altında olamaz. İnsanlara sevgisiz davranıla-bilecek durumların olduğunu sanıyorlar, oysa yoktur
böyle bir durum. Eşyalara karşı sevgisiz davranabilir insan: Ağacı kesebilir, çamurdan tuğla yapabilir,
acımadan dövebilir demiri, ama arılara karşı dikkatsiz davranamayacağı gibi, insanlara karşı da sevgisiz
davranamaz. Arıların yanında bir dikkatsizlik edersen hem onlara, hem kendine zararı olur bunun.
Yaradılışı böyledir arıların. İnsanlar konusunda da aynıdır durum. Başka türlü de olamaz zaten, çünkü
insan hayatının temel yasası insanlar arasında karşılıklı sevgidir. Evet, kişioğlu çalışmaya zorladığı gibi
sevmeye de zorlayamaz kendini; ama bu demek değildir ki, insanlara karşı, özellikle onlardan bir şey
istediğin zaman, sevgisiz davranabilirsin. İnsanları sevmiyorsan otur oturduğun yerde —kendi kendine
söylüyordu bunu Nehlüdof—, kendi işinle, eşyalarla, neyle istersen onunla ilgilen, insanlarla ilgilenme de
ne yaparsan yap. Nasıl ki insanın canı yemek istediği zaman yediği yemek yarar ona, bir zararı
dokunmaz; insanlara karşı davranışlarının da ancak onlar sevdiğin zaman bir yarar olur, zararı dokunmaz.
Ama dün eniştene yaptığın gibi insanlara sevgisiz dav-— 400 —
ranırsan, bugün tanık olduğun canavarlıkların da sonu gelmez, ömrünce çektiğin acıların da. Evet, evet
böyle bu. Ne güzel de esiyor! Korkunç sıcaktan sonraki serinlik, çoktan beri aklından çıkmayan soruna
açık seçik bir cevap bulması tatlı bir haz veriyordu ona.
XL
Nehlüdof'un yerinin olduğu vagon yarım doluydu. Hizmetçiler, tamirciler, fabrika işçileri, boyacılar,
yahudiler, kâhyalar vardı burada; işçilerin karısı iki kadınla, bir er, biri genç, biri yaşlı, kibar görünüşlü iki
kadın —yaşlısının çıplak kolunda bilezikler parlıyordu—, bir de siyah kaskelti kokartlı, sert yüzlü bir bey
vardı. Hepsi de yer sorununu yoluna koyduktan sonra rahatlamış,-bazısı ay çiçeği çekirdeği çıtırdatıyor,
bazısı sigarasını tüttürüyordu; bazısı da yanındakilerle heyecanlı heyecanlı konuşmaya dalmıştı.
Taraş orta yolun sağında güleç bir yüzle oturuyor —yanında da Nehlüdof'a yer ayırmıştı— karşısında
oturan, kaba kumaştan ceketinin önü açık, sağlam yapılı adamla— iş yerine giden bir bahçıvan olduğunu
sonra öğrendi Nehlüdof heyecanlı heyecanlı konuşuyordu. Nehlüdof Taras'ın yanına gitmeden, yolun
hemen kenarında oturan, köylü bir genç kadınla konuşan, keten bezinden pardesülü, görünüşü insanda
saygı uyandıran, ak saçlı bir ihtiyarın önünde durdu. Kadının yanında, ayakları yere değmeyen, entarisinin
kollan kısa, saçları sapsarı, yedi yaşında bir kız çocuğu oturuyor, habire ay çiçeği çekirdeği çıtırdatıyordu.
Nehlüdof'u gören yaşlı adam, yalnız başına oturduğu, oturula kalkıla cilâlıymış gibi parlayan tahta sıradan
topladı pardesüsü-nün eteğini, babacan:
— Buyurun oturun., dedi.
Nehlüdof teşekkür ederek oturdu gösterilen yere. O oturur oturmaz, kadiri yarıda kesilen sözüne devam
etti. Kentte kocasının onu nasıl karşıladığını anlatıyordu.
— Yortuda gelmiştim, bir de şimdi geldim. Kısmet olursa yılbaşında gene görüşeceğiz.
İhtiyar, Nehlüdof'a bir göz atarak:
— İyi ediyorsun, dedi, boş bırakmaya gelmez, genç çünkü,
— 401 —
bakarsın birine kaptırıverir gönlünü kentte.
— Yok, dedeceğîm, öyle insan değildir benimki. Onu bırak, çiçeği burnunda bir kız gibi tertemizdir.
Kazandığı parayı son köpeğine kadar eve yollar. (Gülümsüyordu genç kadın.) Kızını gördüğüne öyle
sevindi, öyle sevindi ki anlatamam.
Durmadan ay çiçeği çekirdeği atıştıran, bir yandanda annesini dinleyen kız, annesinin sözlerini
doğrulamak istiyormuş gibi sakin, zeki bakışlarını önce ihtiyarın, sonra Nehlüdof'un yüzüne doğrulttu.
İhtiyar:
— Akıllı adam demek, dedi, aferin.
Karşı pencerenin dibinde oturan, giyinişlerinden fabrika işçisi oldukları belli karı kocayı bakışıyla işaret
ederek ekledi:
— Bir de şunlara bak!
Fabrika işçisi koca, votka şişesini dikmiş, içiyor, karısı da şişeyi çıkardıkları torba elinde, kocasına
bakıyordu.
Kocasını bir kere daha övmek fırsatını kaçırmak istemeyen köylü kadın:
— Hayır, dedi, benimki ne içki içer, ne de sigara. Böyle iyi insan az gelmiştir dünyaya dedeciğim.
Nehlüdof'a döndü sonra:
— Bulunmaz bir kocadır.
ihtiyar, içen fabrika işçisine bakarak:
— Ne mutlu sana, dedi.
Fabrika işçisi içeceği kadar içtikten sonra şişeyi karısına verdi. Kadın şişeyi aldı, başını sallayarak
gülümsedi, o da ağzına götürdü şişeyi. Nehlüdof'la ihtiyarın ona baktığını farkeden işçi:
— Bir şey mi oldu, bey? dedi. Garibinize mî gitti içmemiz? Çalışırken hiç kimse görmez bizi de, içerken
herkes görür. Çalıştım, şimdi de içiyorum, karımı da içiriyorum. Kimseyi ilgilen-dirrnez bu.
Nehlüdof ne cevap vereceğini bilemeden :
— Evet, doğru, dedi.
— Sahi mi, bey? Karım iyi bir kadındır! Seviyorum onu, o da beni seviyor. Öyle değil mi Mavra?
Kadın şişeyi kocasına uzatıp:
— Evet, evet, al, dedi. Ben içmeyeceğim daha. Kes sesini
Diriliş — F: 26— 402 —
de işine bak.
İşçi anlatmaya devam ediyordu:
— Gerçi iyidir iyi olmasına
ama, çenesi düşüktür
biraz, yağlanmamış öküz arabası gibi gıcırdar
durur hep. Öyle değil mi Mavra?
Mavra kolunu sarhoş sarhoş sallayarak gülümsedi:
— Amaan sen de...
— İyidir, iyidir ama tepesi atmaya görsün bir kere, o zaman anasından emdiği sütü burnundan getirir
adamın... İnanın ki yalanım yok. Bağışlayın beni beyim, kusuruma bakmayın. Çok içtim, şöyle biraz
kestireceğim...
İşçi, gülümseyerek ona bakan karısının dizine koydu başını, uyumay hazırlandı.
Nehlüdof bir süre daha oturdu ihtiyarın yanında, dinledi onu. İhtiyar, sobacı olduğunu, elli iki yıldır
çalıştığını, sayısız soba kurduğunu, şimdi de dinlenmek istediğini, ama, bir türlü dinle-nemediğini
anlatıyordu. Kentteymiş, çocukları işe yerleştirmiş, şimdi de evdekilerin yanına, köye gidiyormuş. İhtiyarın
anlattıklarını sonuna kadar dinledikten sonra kalktı yanından Nehlüdof, Taras'ın onun için ayırdığı yere
geçti.
Taras'ın karşısında oturan bahçıvan, aşağıdan yukarı Nehlüdof un yüzüne bakarak, babacan:
— Buyrun oturun beyim, dedi. Torbayı şu yana alalım. Taraş en azından otuz kilo gelen torbasını güçlü
kollarıyla
bir tüy gibi kaldırıp, pencerenin yanına koydu. Gülümseyerek, ince desiyle:
— Yer çok, dedi. Olmasa bile ne çıkar, ayakta da durabiliriz, kanepenin altına bile girerim. Siz rahat edin
yeter ki.
İçtenlikle, sevgiyle parlıyordu gözlerinin içi. İçmediği zamanlar söyleyecek söz bulamadığını, içince çok
güzel konuştuğunu söylüyordu Taraş. Gerçekten de, ayık olduğu zamanlar susardı hep. İçtiği zamanlarsa
—pek seyrek, özel durumlarda içerdi— tatlı tatlı konuşurdu. Susmak bilmezdi böyle zamanlarda; içten,
mavi gözlerinde, dudaklarından hiç eksik olmayan tatlı gülümsemesinde söylediklerinin doğru, içten, sevgi
dolu olduğunu açığa vuran bir şey vardı.
Bugün de içmişti. Nehlüdof'un gelmesi üzerine bir an ke— 403 —
silmişti sözü. Ama torbayı yerleştirdikten sonra, kalın, güçlü ellerini dizlerine koyarak eski yerine oturdu
gene, gözlerini bahçıvanın gözlerinin içine dikip anlatmaya devam etti. Yeni tanıştığı arkadaşına, en ince
ayrıntılarına varıncaya kadar karısının hikâyesini, niçin cezaya çarptırıldığını, onun da karısının peşinden
niçin Sibirya'ya gittiğini anlatıyordu.
Nehlüdof ayrıntılarıyla hiç dinlememişti bu hikâyeyi, dikkatle dinlemeye koyuldu. O geldiğinde Taraş,
zehirleme olayından sonra bunu yapanın Fedosya olduğunun ailede öğrenilmesi-nî anlatıyordu.
Nehlüdof'a dönerek dostça bir içtenlikle:
— Başıma gelen felâketi anlatıyorum, dedi. Böyle iyi bir arkadaş buldum, içimi döküyorum,
— Haklısın, dedi Nehlüdof.
— İş böyle anlaşıldı işte kardeşcağızım. Anam çöreği kaptığı gibi, Ben polise gidiyorum, dedi. Babam
aklı başında, doğrucu bir insandır. Dur bakalım kocakarı, dedi, daha çocuk bu, ne yaptığının farkında bile
değil, bağışlamalıyız onu. Belki aklı başına gelir. Anacığımın söz dinlediği yoktu. Onu bu evde saklarsak
tahtakurusu gibi gebertir hepimizi. Sözün kısası, kardeşim, gitti ipolise. Adam soluğu bizde aldı tabiî...
Tutanak, tanıklar.
Bahçıvan:
— Senin durumun nasıldı peki? diye sordu.
— Ben danalar gibi böğürüyordum bir yanda, kardeşim. İçim dışıma çıkıyordu, konuşamıyordum. Babam
arabayı hazırladı hemen, Fedosya'yı bindirdi, doğru karakola, oradan sorgu yargıcının karşısına. Her şeyi
bize olduğu gibi sorgu yargıcına da bir bir anlattı. Arseniği nereden aldığını, çöreği nasıl yaptığını. Sorgu
yargıcı Niçin zehirledin kocanı? diye sordu. İğreniyorum ondan çünki, dedi. Onun yanında yaşamaktansa
Sibirya'ya giderim daha iyi. (Taraş gülümsedi.) Benim yanımda yaşamak istiyordu. Anlayacağın, her şeyi
itiraf etti. Hemen dama attılar onu tabiî. Babam yalnız döndü. İş zamanı
yaklaşıyordu. Kadın olarak
bir anam vardı evde, onun elinden de bir şey geldiği yoktu. Kefaletle serbest bıraktırabilir miyiz acaba diye
düşündük. Babam bir âmire gitti, bir şey elde edemedi, bir başkasına gitti. Beş âmir dolaştı böyle. Artık
vazgeçecektik uğraşmaktan, bir memurla ta-— 404 —
nişti sonunda. Öyle bir anasının gözüydü ki adam, o kadar olur. Ver beş ruble, çıkarayım onu, dedi. Üç
rubleye pazarlık ettiler. Evde dokunan kumaşları satıp parasını verdim adama. Kâğıdı yazar yazmaz
(Taraş, tabanca atışından sözediyormuş gibi uzatmıştı yazmaz sözcüğünü.) çıktı emir. O arada ben de
iyileşmiştim, onu almaya ben gittim kente. Kente indim, kardeşcağızıma söyleyeyim, atı bana bırakıp,
kâğıt elimde, doğru cezaevinin yolunu tuttum. Ne istiyorsun? Böyleyken böyle efendim, dedim, karım
burada yatıyor. Emir var mı? Hemen çıkarıp uzattım kâğıdı. Baktı, Bekle, dedi. Oradaki peykeye çöktüm.
Öğle olmuş da geçmişti. Komutan geldi. Varguşof sen misin? dedi. Evet efendim. — Peki, al öyleyse.
Hemen açtılar kapıyı. Kendi elbisesiyle çıkardılar onu dışarı. Gidelim. — Yayan mısın yoksa? — Hayır,
atla geldim. Hana geldik, hesabı verdim, hayvanı koştum, kalan otu heybeye doldurdum. Bindirdim onu,
atkısına sarındı. Yola düzüldük Hiç konuşmuyordu, ben de susuyordum. Eve yaklaştığımızda sordu
ancak: Anan yaşıyor mu? — Yaşıyor. — Ya baban? — Yaşıyor. — Ettiğim aptallık için bağışla beni, Taraş,
dedi. Ne yaptığımın farkında değildim. — Korkma, dedim; çoktan bağışladım ben seni.
Daha bir şey
söylemedim.
Eve geldik, anamın ayaklarına
kapandı
hemen.-Anam Allah affetsin seni, dedi.
Babam: Geçmişi unutmaktır en iyisi, dedi. Bugüne bak. Hem eskiyle uğraşacak zaman değil şimdi, ekin
tarlada bekliyor. Başaklar yerlerde yatıyor. Biçmek gerek onları. Yarın Taras'la gidip çalışmaya başlayın.
Gelir gelmez işe girişti, kardeşcağazım. Öyle bir çalışıyordu ki, görsen şaşardın. O yıl üç hektarlık yer
almıştık kiralık. Çavdar, yulaf başakaları iri iriydi. Ben biçiyordum, o demet yapıyordu. İşte üstüme
yoktur benim, elimden her şey gelir, ama o her işte benden daha becerikliydi. Genç, akıllı, çalışkandı.
Durmadan dinlenmeden çalışmak istiyordu. Zorla eve getiriyordum onu ak--şamları. Sabahtan beri
çalıştığımız için parmaklarımız sızlıyordu, ama onun aldırdığı yoktu bir şeye, yemeğini bile yemeden
ambara koşuyor, sabah için bağ hazırlamaya koyuluyordu. Akıl alacak şey değildi! Bahçıvan: — Sana
karşı da iyi miydi? diye sordu.
— 405 —
— Hem de nasıl! Canciğer olmuştuk. Aklımdan geçeni an-layıveriyordu hemen. Ona o kadar kızan anam
bile: Bizim Fe-dosya'nın yerine başka bir kadın yolladılar sanki, diyordu. Bu kadar değişir bir insan. Bir gün
kestiğimiz ekini getirmeye gidiyorduk onunla. Nereden aklına esti böyle bir şey, Fedosya? diye sordum
ona. Senle yaşamak istemiyordum, dedi. Ölürüm daha iyi, diyordum kendi kendime. —"Ya şimdi? diye
sordum. Şimdi kalbimdesin, dedi. (Taraş bir an sustu, sevinçle gülümIseyerek başını salladı.)
O gün tarladan döndüğümüzde baktım bir kâğıt masanın üzerinde.
Mahkemeden çağırıyorlardı onu. Ni-çin çağırdıklarını bile unutmuştuk oysa. Bahçıvan:
— Şeytan kandırmış zavallıyı, dedi, yoksa bile bile cehennemlik olmak ister mi bir insan? Bizde bir adam
vardı...
Bahçıvan uzun bir hikâye anlatmaya hazırlanıyordu, ama tren yavaşlayınca sustu.
— İstasyona geldik, dedi, gidip bir şeyler içmeli. Nehlüdof da kalktı, bahçıvanın arkasından çıktı,
peronun
|ıslak tahtalarında yürüdü.
XL!
Nehlüdof daha vagondan çıkmadan istasyonun önünde, çıngıraklarının tok sesi duyulan, besili atlar koşulu
güzel kupa arabaları görmüştü. Bazı arabalara üç, bazılarınaysa dört at koşuluydu. Yağmurdan kararmış,
ıslak perona inince birinci mevkinin önünde küçük bir kalabalık gördü. Değerli tüylerle süslü şapkalı,
yağmurluklu, şişman, uzun boylu bir bayanla; ince bacaklı, spor giyimli, uzun boylu, genç bir adam dikkati
çekiyordu bu kalabalıkta. Genç adamın yanında güzel, taşımalı, iri bir köpek vardı. Onların arkasında
pardesülü, şemsiyeli uşaklar, bir de arabacı duruyordu. Bu kalabalıkta şişman bayandan, uzun kaftanının
eteklerini tutan arabacıya kadar herkesin duruşunda bir kendine güven, tokluk vardı. Bu kalabalığı,
zenginliğe hayran, meraklı insanlar kuşattı hemen: Kırmızı kasketiyle istasyon şefi, jandarma, yazın her
treni karşılayan, boynunda boncuğu, sırtında Rus laik giysisiyle zayıf bir kız, telgrafçı, kadınlı erkekli
yolcular.
Yanında köpek olan genç, Korçagin'lerin lisede okuyan oğ-— 406 —
luydu. Şişman kadın da prensesin, Korçagin'lerin konuk geldikleri kızkardeşiydi. Parlak sırmaları,
çizmeleriyle baş kondüktör vagonun kapısını açtı; Flipp'le beyaz önlüklü garson uzun yüzlü prensesin
koltuğunu dikkatle dışarı çıkarırlarken, saygılarını göstermek için tuttu kapıyı. Kızkardeşler kucaklaştılar;
prensesin hangi arabaya bineceği üzerine Fransızca cümleler duyuldu; kalabalık, istasyonun kapısına
doğru yürüdü.
Nehlüdof onlarla karşılaşmamak için kapıya kadar gitmeden durdu, alayın geçmesini bekledi. Prensesle
oğlu, Missi, doktor, oda hizmetçisi önden gidiyorlardı. Yaşlı prens, baldızıyla geride kalmıştı. Nehlüdof
uzaktan kopuk kopuk Fransızca cümleler duyuyordu konuşmalarından. Bu cümlelerden prensin söylediği
bir cümle nedense —çoğunlukla olduğu gibi— ses tonunun bütün kıvrımlarıyla Nehlüdof'un belleğinde
kalmıştı. Prens, kondüktörlerin, hamalların saygıyla yol gösterdikleri baldızıyla istasyon kapısına yürürken
kendine güven dolu o tavrıyla yüksek sesle birinden söz ediyordu:
— Oh! il est du vrai grand monde, du vrai grand monde. (') Tam bu sırada istasyon yapısının köşesinden
ayaklarında sandallarıyla, yarım kürkleriyle, sırtlarında torbalarıyla bir grup işçi çıkageldi. Kararlı adımlarla
birinci mevkiye gittiler, binmek istediler, ama kondüktörler hemen kovdular onları. İşçiler hiç
duraksamadan aceleyle, birbirinin ayağına basa basa, öteki vagona yürüdüler; torbalarını sağa sola
çarparak yukarı çıkmaya çalışıyorlardı, bu durumu gören, istasyon kapısında duran başka bir kondüktör
bağırdı onlara. İşçiler hemen indiler, gene aynı yumuşak, kararlı adımlarla ondan sonraki vagona,
Nehlüdof'un yolculuk ettiği vagona yürüdüler. Kondüktör gene durdurdu onları. İşçiler öteki vagona gitmek
için bir an duraladılar. Nehlüdof, vagonda boş yerin olduğunu, binmelerini söyledi onlara. Bindiler.
Nehlüdof, da arkalarından girdi. İşçiler kendilerine yer bulup oturmaya çalışıyorlardı. Kokartlı adamla iki
kadın, onların bu vagona binmelerini kendilerine hakaret sayarak öfkeyle karşı duruyorlardı buna,
kovuyorlardı onları. İşçiler —yirmi kişiydiler; gençler, ihtiyarlar vardı içlerinde; güneşte yanmış yüzlerinde
yor(')
Oh, gerçek bir sosyete insanıdır o, gerçek bîr sosyete insanı. (Fransızca).
— 407 —
günlük, bitkinlik okunuyordu— torbalarını duvarlara, kapılara, öteye beriye çarparak —kendilerini suçlu
hissettikleri belliydi— yürüdüler. Dünyanın öteki ucuna kadar gitmeye, nereye izin verirlerse oraya
—çivilerin üzerine bile olsa— oturmaya hazır bir halleri vardı. Karşılarına çıkan başka bir kondoktör:
— Nereye gidiyorsunuz be mendeburlar! diye bağırdı. Burada kalın. Kadınlardan biri:
— Voilâ eneore des nouvelles! (') diye mırıldandı.
Güzel Fransızcasıyla Nehlüdof'un dikkatini çekeceğine inanıyordu. Bilezikli kadın durmadan havayı
kokluyor, yüzünü buruşturup, pis kokan köylüler arasında bulunmanın hoşluğu üzerine bir şeyler
söylüyordu. İşçiler, büyük bir tehlikeyi atlatan, insanların gönül rahatlığı, sevinciyle durdular, bedenlerini
sallayarak omuzlarından indirdikleri ağır torbalarını, kanepelerin altına sokup yerleşmeye koyuldular.
Taras'la konuşan bahçıvan kendi yerine gitmişti; öyle ki Taras'ın yanında ve karşısında üç kişilik boş yer
vardı şimdi. Üç işçi oturdu bu yerlere; ama Nehlüdof gelince, onun efendi giyinişi ürküttü onları, kalkıp
gitmek istediler. Nehlüdof kalmalarını söyledi, kendi de kanepenin yol kenarındaki koluna oturdu.
Elli yaşlarındaki iki işçi şaşkın, hattâ korkuyla genç olanına baktılar. Nehlüdof'un her bey gibi
küfredeceğine, onları kovacağına; yerini onlara vermesi şaşırtmıştı onları, ürkütmüştü. Bu durumun
başlarına bir iş açmasından korkuyorlardı bile. Ama bunda bir bit yeniğinin falan olmadığını, Nehlüdof'un
Taras'la konuşmaya daldığını görünce rahatladılar: ufaklığa torbanın üzerine geçmesini söylediler,
Nehlüdof'un yerine oturmasını rica ettiler. Nehlüdof'un karşısında oturan yaşlı işçi, sandallı ayaklarını,
beye değmesinler diye dikkatle toplayıp büzülerek oturuyordu başlangıçta; ama sonraları Nehlüdof'la
Taras'la öylesine dostça konuşmaya başladı ki, konuşmasının Nehlüdof'un dikkatini çekmek istediği
—bazı yerlerinde elinin tersiyle dizine bile vuruyordu.— Hayatından, şimdi döndükleri bataklıktaki
işlerinden söz ediyordu. İki buçuk ay çalışmışlar bataklıkta, eve dönerken arkadaşlarının cebinde onar
ruble varmış şimdi; biraz da işe başlarken almışlar. Anlattığına göre, gün doğumundan batınıma kadar diz(')
Al bir yenilik daha sana! (Fransızca)— 408
lerine kadar suyun içinde çalışmışlar; yalnız öğlenleri iki saat dinleniyorlarmış.
— Alışık olmayanlar için çok ağır bir iştir bu elbette, diyordu, ama dişini sıkarsan alışırsın. Yemek iyi
olsun, gerisi kolay. Önceleri kötüydü yemek. Bizimkiler diretince iyi yemek vermeye başladılar, o zaman
kolayladı iş.
Sonra yirmi sekiz yıldır nasıl çalıştığını, bütün kazancını eve verdiğini anlattı. Önce babasına vermiş
parasını, sonra ağabeyine; şimdi de ev işlerine bakan yeğenine veriyormuş. Yılda kazandığı elli altmış
rublenin ancak iki üç rublesini kendi keyfine —tütüne, kibrite falan— harcıyormuş. Suçlu suçlu
gülümseyerek:
— Votka içmek iyi değildir zaten, diye ekledi.
Sonra onların yerine kadınların evleri nasıl yönettiklerini, işverenin bugün ayrılmadan önce onlara yarım
kova içki verdiğini, arkadaşlarından birinin nasıl öldüğünü, birini de geri hasta götürdüklerini anlattı.
Sözünü ettiği hasta köşede oturuyordu. Yüzü sapsarı, dudakları morarmış bir gençti bu. Sıtmaya
yakalandığı belliydi. Nehlüdof yanına gitti, ama çocuk öylesine sert, öylesine ıstırap dolu gözlerle
bakıyordu yüzüne ki, sorularıyla rahatsız etmek istemedi onu; yaşlı işçiye kinin almalarını söyledi. İlâcın
adını bir kâğıda yazıp verdi ona. Para vermek istedi, ama yaşlı işçi almadı, ilâcı kendi parasıyla alacağını
söyledi.
Taras'a döndü:
— Bunca yer gezdim, böyle bir bey görmedim ömrümde, dedi. Gırtlağımızı sıkmadığı bir yana, yerini bile
verdi bize. Beyler de çeşit çeşit oluyor demek.
Nehlüdof bu kuru, adaleli kollara, ev dokuması kaba kumaştan giysilere, güneşte yanmış, içtenlikle
ışıldayan yüzlere bakarken Evet, yepyeni, bambaşka bir dünya bu diye geçiriyordu içinden. O güne dek
tanımadığı insanlarla, onların ciddi ilgileriy-ie, sevinçleriyle, çalışan insanın ıstıraplanyla kuşatıldığını
hissediyordu.
Nehlüdof, Prens Korçagin'in söylediği cümleyi; Korçagin'le-rin zavallı, değersiz düşünceleriyle içinde
yaşadıkları o işsiz, lüks çevreyi hatırlayarak le vrai grand monde budur işte, diye düşündü. Önünde
yepyeni, o güne dek bilmediği, göz kamaştırıcı bir dünya açılan bir yolcunun duyduğu o sevinci duydu
içinde.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
I
Maslova'nın da içinde bulunduğu kafile hemen hemen beş bin verst yol gitmişti. Permi'ye kadar trende de
vapurda da ağır suçlular arasında yolculuk etti Maslova; Nehlüdof ancak orada, gene bu kafiledeki
Bogoduhovskaya'nın salık vermesi üzerine, siyasî suçlular arasına aldırabildi onu.
Permi'ye kadarki yolculuk Maslova için her yönden çok ağır geçmişti: Sıkışıklık, pislik, insana rahat
vermeyen iğrenç böcekler bir yandan; böcekler kadar iğrenç —her menzilde başka başka oldukları halde,
her yerde aynı derecede can sıkıcı, yapışkan olan, ona rahat vermeyen erkekler— bir yandan. Kadın
erkek cezalılar, gardiyanlar; erler arasında öylesine çirkin bir ahlâksızlık alıp yürümüştü ki, kadınlığından
yararlanmak istemeyen her kadının gözünü dört açması, her an tetikte olması gerekiyordu. Bu devamlı
korku, dikkat dayanılması güç bir şeydi. Güzelliği, herkesin bildiği geçmişi nedeniyle Maslova pek karşı
karşıya kalıyordu bu saldırılarla. Ona yaklaşmak isteyen erkeklere şimdi gösterdiği kesin direnç
gururlarına dokunuyordu erkeklerin; kin besliyorlardı ona. Fedosya'yla Taras'ın yakınlığı bu bakımdan
hayli yaramıştı ona. Taraş, karışma yapılan saldırıları öğrenince, onu savunabilmek için cezalılar arasına
atılmasını istemiş, Nijniy'den sonra, bir cezalı gibi, cezalılarla beraber yola devam ediyordu.
Siyasî suçlular arasına alınması Maslova'nın durumunu her bakımdan düzeltmişti. Siyasî suçluların
yerlerinin daha rahat olmaları, yemeklerinin daha iyi çıkması, onlara karşı daha az kaba davranılması bir
yana; Maslova siyasî suçlular arasına alınmakla, erkeklerin saldırılarından, unutmayı öylesine istediği
geçmişin ona her an hatırlatılmasından da kurtulmuş oluyordu. Bu yer değiştirmenin Maslova'ya en büyük
yararı da, orada, onun üzerinde büyük, son derece olumlu etkisi olan birkaç kişiyle tanış-— 410 —
maşıydı. Menzillerde siyasî suçlularla beraber kalmasına izin verilmişti Maslova'nın, ama sağlığı yerinde
bir kadın olarak, yürürken öteki suçluların yanımda olması gerekiyordu. Ta Tomsk'dan beri böyle
geliyordu. İki siyasî suçluyla beraber yürüyordu: Mari-ya Pavlovna çetinina —Bogoduhovskaya'yla
görüşmesinde Neh-lüdof'un dikkatini çeken iri gözlü, güzel kızdı bu— bir de. Yakut iline sürgün giden
Simonson adında biri —Nehlüdof'un aynı görüşmede gördüğü, gözleri çukura kaçmış, saçı sakalı birbirine
karışmış esmer adam— Mariya Pavlovna, arabadaki yerini gebe bir kadına verdiği için yürüyordu;
Simenson da sınıf ayrıcalığından yararlanmayı haksızlık saydığı için. Bu üçü arabalarla daha sonra yola
çıkan siyasî suçlulardan önce, öteki suçlularla sabah erken yola çıkıyorlardı. Kafile>yi yeni bir komutanın
aldığı, büyük bir kente varmadan son menzile kadar böyle gelmişlerdi.
Puslu bir eylül sabahıydı. Yağmur yağıyor, arada kar serpiştiriyordu. Soğuktu rüzgâr. Dört yüz erkek, elli
kadar da kadından oluşan kafile menzilin avlusuna çıkmıştı. Bazıları, iki günlük yemek parasını onbaşılara
dağıtan assubayım çevresine toplanmış; bazıları, menzilin avlusuna girmelerine izin verilmiş satıcılardan
yiyecek bir şeyler alıyorlardı. Para sayan, yiyecek alan cezalıların konuşmaları, satıcıların cırlak sesleri
duyuluyordu.
Katyuşa'yla Mariya Pavlovna —ikisi de çizmeli, yarım kürklüydü, başlarında atkı vardı— avluya çıkıp
satıcılara doğru yürüdüler. Rüzgârdan korunmak için kuzey duvarının dibine toplanmış satıcılar
birbirlerinin önüne konmuş sergilerindeki mallarını satmaya çalışıyorlardı: iTaze beyaz ekmek, börek,
balık, erişte, pilâv, çörek, haşlanmış dana eti, yumurta, süt; birinde kızarmış domuz yavrusu bile vardı.
Simonson da avludaydı, kafilenin yola çıkmasını bekliyordu. Çok düğmeli deri bir ceket vardı sırtında.
Lâstik çizmeler giymişti; yün çoraplarını üstten sicimle (veceteryan olduğu için öldürülmüş hayvan derisi
kulllanmazdı) sağlamlaştırmıştı. Kapıda duruyor, aklına gelen bir düşünceyi küçük defterine not ediyordu.
Şuydu bu düşünce: Bir mikrop insan tırnağını kendince in-celese, diye yazıyordu, omun organik olmadığı
sonucuna varır. Biz insanların, yeryüzü kabuğunu inceleyerek dünyamızın organik olmadığı sonucuna
vardığımıız gibi tıpkı. Yanlıştır bu.
— 411 —
Maslova aldığı yumurtaları, bir bağ simidi, balıkları, taze buğday ekmeğini torbasına yerleştirirken Mariya
Pavlovna satıcılara parayı veriyordu. O sırada cezalılar arasında bir hareket oldu. Herkes susmuş, sıraya
girmeye başlamıştı. Subay çıktı avluya, son emirlerini veriyordu.
Her şey her zamanki gibi oluyordu: Saydılar, ayak zincirlerini kontrol ettiler, kelepçeli gidecekleri ikişer
ikişer kelepçelediler. Ama subayın öfkeli sesi gürledi ansızın, tekme tokat sesleri duyuldu, bir çocuk
ağlamaya başladı. Bir anda kesildi sesler, kalabalık arasında boğuk bir mırıldanma dolaştı. Maslova'yla
Mariya Pavlovna seslerin geldiği yere yürüdüler.
Olay yerine gelince Mariya Pavlovna'y'a Katyuşa'nın gördükleri şuydu: Sarı bıyıklı, iri yarı subay, kaşlarını
çatmış, bir cezalının yüzüne vururken incittiği sol elini oğuşturuyor, durmadan yakası açılmadık küfürler
savuruyordu. Karşısında başının yarısı usturaya vurulmuş, ceketi pantolonu kısa, zayıf, uzun boylu bir
cezalı duruyordu. Bir eliyle kanayan yüzünü oğuyor, öbürüyle kucağındaki atkıya sarılı, yırtınırcasına
ağlayan çocuğu tutuyordu.
Subay:
— Seni (kaba küfür) seni, diye bağırıyordu, öğretirim ben sana fikir yürütmesini, (kaba küfür); kadınlara
vereceksin onu... Tak. Subay, sürgüne götürülen cezalıya kelepçe vurulmasını istiyordu. Cezalı, Tomsk'da
tifodan ölen karısının geride bıraktığı kızını buraya kadar kucağında taşımıştı. Kelepçeyle çocuğu
taşıyamayacağını söylemesi, canı daha önce bir şeye sıkılan subayı kızdırmıştı. Subay, emre hemen
boyun eğmeyen cezalıyı dövmüştü. (1)
Dayak yiyen cezalının karşısında bir erle, bir elinde kelepçe kaşlarının altından üzgün üzgün bir subaya bir
dayak yiyen cezalıya bakan siyah sakallı bir cezalı duruyordu. Subay ere, kızı almasını emretti bir kere
daha. Cezalılar arasında söylenmeler gi(')
D. A. Linyef'in Menzilde adlı kitabında anlatılan, olmuş bir olaydır bu. (L. N. Tolstoy'un notu.)derek
daha bir yüksek sesle oluyordu. Arka sıralardan kısık bir ses duyuldu:
— Tomsk'dan beri takılmıyor ona kelepçe.
— Köpek yavrusu değil ki bu, çocuk...
— Ne yapsın kızını adam? Biri daha da yükseltti sesini:
— İnsanlık değil bu.
Subay kalabalığa doğru saldırarak:
— Kimdir onu diyen? diye haykırdı. İnsanlığı gösteririm ben sana. Kim söyledi onu? Sen mi?
Sen mi?
Kısa boylu, ablak yüzlü bir cezalı:
— Herkes söylüyor, dedi. Çünkü... Adam sözünü bitiremedi. Subay iki eliyle tokatlamaya başlamıştı onu.
— Baş kaldırıyorsunuz demek! Nasıl baş kaldırılacağını öğretirim ben size. Köpekler gibi kurşunlarım
sizi! Bunu yaptığım için de teşekkür ederler bana yalnızca. Al kızı!
Kalabalık sustu. Bir er avazı çıktığınca bağırarak ağlayan kızı çekti aldı; öbürü, kolunu uysal uysal uzatan
cezalıya kelepçeyi takıyordu.
Subay, kılıcının kayışını düzeltirken: ,
— Kadınların yanma götür onu, diye bağırdı.
Kız çocuğu yüzü kıpkırmızı, küçük kollarını atkıdan çıkarıp uzatarak ağlıyordu. Mariya Pavlovna öne çıktı,
subaya yaklaştı.
— İzninizle ben götüreyim çocuğu. Kız kucağında olan er durdu.
— Sen kimsin? diye sordu subay.
— Siyasî bir suçlu.
Mariya Pavlovna'nın iri gözleri, güzel yüzü etkilemişti besbelli subayı. (Kafileyi teslim alırken dikkatini
çekmişti bu kız.) Tepeden tırnağa süzdü onu.
— Bana göre hava hoş, dedi. İstiyorsanız götürün. Acımasına acıyorsunuz onlara ama, ya kaçarsa kim
sorumlu olur?
Mariya Pavlovna:
— Çocuk kucağında nasıl kaçar? dedi.
— Sizinle çene yarıştıracak zamanım yok benim. İstiyorsanız alın çocuğu. Er:
— 413 —
— Vereyim mi komutanım? diye sordu.
— Ver.
Mariya Pavlovna çocuğu kucağına alırken:
— Gel bana, dedi.
Ama erin kucağından babasına doğru atılan kız çocuğu ağlamaya devam ediyor, Mariya Pavlovna'ya
gitmek istemiyordu. Maslova torbasından bir simit alarak:
— Durun Mariya Pavlovna, bana gelir, dedi. Kız tanıyordu Maslova'yi, onu ve elindeki simidi görünce ona
gitti.
Gürültü kesildi. Kapılar açıldı, kafile dışarı çıkıp sıra oldu. Erler bir kere daha saydılar cezalıları, torbaların
içine baktılar, zayıfları arabalara bindirdiler. Maslova, kucağında çocukla kadınların yanına gitti,
Fedosya'nın sırasında durdu. Olayı başından sonuna kadar izleyen Simonson, gerekli emirleri verdikten
sonra yaylısına binmeye hazırlanan subayın yanına geldi kararlı
adımlarla:
— İyi bir şey değildi yaptığınız bay subay, dedi.
— Yerinize gidin, sizi ilgilendirmez benim yaptığım. Simonson gür kaşlarının altından subayın
yüzüne dik dik
bakarak:
— Benim görevim size yaptığınızın kötü olduğunu söylemekti, söyledim ben de, dedi.
Subay başını yana çevirerek:
— Hazır mı? diye bağırdı. Kafile, marş!
Er, arabacının omuzuna tutunarak yaylıya bindi. Kafile hareket etti, uzayarak; iki yanında hendek olan,
orman içindeki çamurlu yola çıktı.
!!!
Son altı yıldır kentteki kötü, lüks, kibar yaşayışından, ceza evinde cezalılar arasında geçirdiği iki aydan
sonra, siyasî suçluların yanında —içinde bulundukları koşulların bütün ağırlığına karşın— çok rahat
hissediyordu kendini şimdi Katyuşa. İyi yemek yiyerek günde yirmi otuz verst yol gitmek, iki gün yol
yürüdükten sonra bir gün dinlenmek bedence güçlendirmişti onu; yeni arkadaşlar edinmesi, o güne kadar
bilmediği şeyleri tanıtmıştı ona. Şimdi yan yana yürüdüğü —kendi deyimiyle— böyle— 414 —
sine harika insanlar görmediği gibi, böyle insanların var olabileceğini düşünmemişti bile.
— Cezaya çarptırıldım diye ağlamıştım, diyordu. Oysa ömrümün sonuna kadar şükretmeliyim Tanrıya.
Buralara gelmesey-dim dünyada öğrenemeyecektim bu öğrendiklerimi.
Bu insanların düşüncelerini kolaylıkla en küçük ayrıntılarına varıncaya dek kavrıyor, halktan bir insan
olarak onlara yürekten hak veriyordu. Bu insanların halk için beylere karşı geldiklerini; onların da
beylerden olduklarını, ellerindeki her şeyi, özgürlüklerini, canlarını halk için verdiklerini anlamıştı; bu,
onlara büyük değer vermeye, hayran olmaya zorluyordu onu.
Yeni arkadaşlarının hepsine hayrandı; ama en çok beğendiği Mariya Pavlovna'ydı; yalnızca beğenmiyordu
onu, saygı dolu, hayranlık dolu bir sevgi de besliyordu ona. Üç dil bilen bu zengin, güzel general kızının en
basit bir işçi gibi yaşamasına, zengin ağabeynin yolladığı şeyleri başkalarına dağıtmasına, dış görünüşünü
hiç önemsemeden yalnızca sade değil, bir yoksul gibi giyinmesine şaşıyordu. Kendini gösterme,
başkalarının ilgisini çekme duygusundan bu tamamen arınmışlığı aklı almıyordu Mas-lova'nm. Mariya
Pavlovna'nın, güzel olduğunu bildiğinin, bundan hoşlandığının da farkındaydı Maslova. Ama dış
görünüşünün erkekler üzerindeki etkisini sevmediğini, bu etkiden nefret ettiğini, aşktan korktuğunu
görüyordu. Onun bu yönünü bilen erkek arkadaşları, ona tutkun olsalar bile belli etmiyorlardı bunu, bir
erkek arkadaşmış gibi davranıyorlardı ona karşı. Ama yabancılar sık sık yaklaşmak istiyorlardı ona, bu
saldırılardan, pek gurur duyduğu —onun deyimiyle— bilek kuvveti kurtarıyordu onu. Gülümseyerek şöyle
anlatıyordu: Bir keresinde bir bey takıldı peşime sokakta, ne yaptıysam kurtulamadım ondan, sonra
omuzlarından söyle bir sarstım onu, tabanları yağladı hemen.
Anlattığına göre, çocukluğundan beri zengin yaşayıştan nefret ettiği, halkın yaşayışını sevdiği için devrimci
olmuştu. Zamanını konuk salonunda değil de, hizmetçi kızların odasında, mutfakta, ahırda geçirdiği için
hep sitem ederlermiş ona.
— Ne yapayım, diyordu, ahçıların, seyislerin yanında neşeleniyor, bizimkilerin yanındaysa sıkılıyordum.
Yavaş yavaş aklım ermeye başlayınca, yaşayışımızın kötü olduğunu gördüm. Annem
— 415 —
yoktu, babamı sevmiyordum; on dokuz yaşındayken hizmetçi kızlardan bir arkadaşımla kaçtım evden, işçi
olarak fabrikaya girdim. Fabrikadan ayrılınca köye gidip orada yaşamış bir süre, sonra kente gelmiş, gizli
baskı makinasının bulunduğu dairede oturuyormuş, yakalanıp kürek cezasına çarptırılmış. Mariya
Pav-lovna kendi bu konuda hiçbir şey anlatmamıştı Katyuşa'ya. Ama Katyuşa, onun arama sırasında bir
devrimcinin karanlıkta ettiği ateşi üzerine aldığı için kürek cezasına çarptırıldığını başkalarından
öğrenmişti.
Katyuşa onu tanıyalı beri nerede, hangi koşullar altında olursa olsun, onun kendini hiç bir zaman
düşünmediğini, çevresindekilere küçük ya da büyük olsun, bir yardımda bulunabilmek için çırpındığını
görmüştü. Şimdiki arkadaşlarından biri olan No-vodvorof —şakayla— onun kendini iyilik sporuna adadığını
söylüyordu. Doğruydu da bu. Hayatının tek amacı —bir avcınınki av hayvanı bulmak olduğu gibi—
başkalarına yardım etmek için fırsat bulmaktı. Bu spor alışkanlıktı onda artık, hayatını doldurmuştu. Hem
bunu öylesine olağan bir şeymiş gibi yapıyordu ki, onu tanıyanlar onun bu yanına alışmışlardı artık,
bekliyorlardı bunu ondan.
Maslova onların yanına gelince önceleri Mariya Pavlovna tik-sinmişti ondan. Katyuşa farkındaydı bunun,
ama Mariya Paviov-na'nın, kendini zorlayarak ona yakınlık gösterdiği de kaçmamıştı gözünden. Böylesine
üstün bir insanın gösterdiği yakınlık Mas-lova'yı çok duygulandırmıştı; bütün ruhuyla bağlanmıştı ona;
elinde olmadan düşüncelerini benimsiyor, ona benzemeye çalışıyordu. Katyuşa'nın bu bağlılığı etkiledi
Mariya Pavlovna'yı, o da Katyuşa'yı sevdi. İkisinin de cinsel ilişkiye duydukları nefret de yakınlaşmalarına
yardım etmişti. Biri, korkunç yanlarını yaşadığı için nefret ediyordu bu ilişkiden; öbürü, onu tatmadan, onu
anlaşılmaz, insanı küçülten, iğrenç bir şey saydığı için.
IV
Maslova'yı etkileyenlerden biri Mariya Pavlovna'ydı. Mas-lova'nm Mariya Pavlovna'yı sevmesiydi bu
etkinin kaynağı. Öteki etki Simonson'un etkisiydi. Bu etkinin kaynağıysa Simonson' un Maslova'yı
sevmesiydi. Her insan bir ölçüde kendi düşünce— 414 —
sine harika insanlar görmediği gibi, böyle insanların var olabileceğini düşünmemişti bile.
— Cezaya çarptırıldım diye ağlamıştım, diyordu. Oysa ömrümün sonuna kadar şükretmeliyim Tanrıya.
Buralara gelmesey-dim dünyada öğrenemeyecektim bu öğrendiklerimi.
Bu insanların düşüncelerini kolaylıkla en küçük ayrıntılarına varıncaya dek kavrıyor, halktan bir insan
olarak onlara yürekten hak veriyordu. Bu insanların halk için beylere karşı geldiklerini; onların da
beylerden olduklarını, ellerindeki her şeyi, özgürlüklerini, canlarını halk için verdiklerini anlamıştı; bu,
onlara büyük değer vermeye, hayran olmaya zorluyordu onu.
Yeni arkadaşlarının hepsine hayrandı; ama en çok beğendiği Mariya Pavlovna'ydı; yalnızca beğenmiyordu
onu, saygı dolu, hayranlık dolu bir sevgi de besliyordu ona. Üç dil bilen bu zengin, güzel general kızının en
basit bir işçi gibi yaşamasına, zengin ağabeynin yolladığı şeyleri başkalarına dağıtmasına, dış görünüşünü
hiç önemsemeden yalnızca sade değil, bir yoksul gibi giyinmesine şaşıyordu. Kendini gösterme,
başkalarının ilgisini çekme duygusundan bu tamamen arınmışlığı aklı almıyordu Mas-lova'mn. Mariya
Pavlovnanın, güzel olduğunu bildiğinin, bundan hoşlandığının da farkındaydı Maslova. Ama dış
görünüşünün erkekler üzerindeki etkisini sevmediğini, bu etkiden nefret ettiğini, aşktan korktuğunu
görüyordu. Onun bu yönünü bilen erkek arkadaşları, ona tutkun olsalar bile belli etmiyorlardı bunu, bir
erkek arkadaşmış gibi davranıyorlardı ona karşı. Ama yabancılar sık sık yaklaşmak istiyorlardı ona, bu
saldırılardan, pek gurur duyduğu —onun deyimiyle— bilek kuvveti kurtarıyordu onu. Gülümseyerek şöyle
anlatıyordu: Bir keresinde bir bey takıldı peşime sokakta, ne yaptıysam kurtulamadım ondan, sonra
omuzlarından şöyle bir sarstım onu, tabanları yağladı hemen.
Anlattığına göre, çocukluğundan beri zengin yaşayıştan nefret ettiği, halkın yaşayışını sevdiği için devrimci
olmuştu. Zamanını konuk salonunda değil de, hizmetçi kızların odasında, mutfakta, ahırda geçirdiği için
hep sitem ederlermiş ona.
— Ne yapayım, diyordu, ahçıların, seyislerin yanında neşeleniyor,-bizimkilerin yanındaysa sıkılıyordum.
Yavaş yavaş aklım ermeye başlayınca, yaşayışımızın kötü olduğunu gördüm. Annem
— 415 —
yoktu, babamı sevmiyordum; on dokuz yaşındayken hizmetçi kızlardan bir arkadaşımla kaçtım evden, işçi
olarak fabrikaya girdim. Fabrikadan ayrılınca köye gidip orada yaşamış bir süre, sonra kente gelmiş, gizli
baskı makinasının bulunduğu dairede oturuyormuş, yakalanıp kürek cezasına çarptırılmış. Mariya
Pav-lovna kendi bu konuda hiçbir şey anlatmamıştı Katyuşa'ya. Ama Katyuşa, onun arama sırasında bir
devrimcinin karanlıkta ettiği ateşi üzerine aldığı için kürek cezasına çarptırıldığını başkalarından
öğrenmişti.
Katyuşa onu tanıyalı beri nerede, hangi koşullar altında olursa olsun, onun kendini hiç bir zaman
düşünmediğini, çevresindekilere küçük ya da büyük olsun, bir yardımda bulunabilmek için çırpındığını
görmüştü. Şimdiki arkadaşlarından biri olan No-vodvorof —şakayla— onun kendini iyilik sporuna adadığını
söylüyordu. Doğruydu da bu. Hayatının tek amacı —bir avcınınki av hayvanı bulmak olduğu gibi—
başkalarına yardım etmek için fırsat bulmaktı. Bu spor alışkanlıktı onda artık, hayatını doldurmuştu. Hem
bunu öylesine olağan bir şeymiş gibi yapıyordu ki, onu tanıyanlar onun bu yanına alışmışlardı artık,
bekliyorlardı bunu ondan.
Maslova onların yanına gelince önceleri Mariya Pavlovna tik-sinmişti ondan. Katyuşa farkındaydı bunun,
ama Mariya Pavlov-na'nın, kendini zorlayarak ona yakınlık gösterdiği de kaçmamıştı gözünden. Böylesine
üstün bir insanın gösterdiği yakınlık Mas-lova'y çok duygulandırmıştı; bütün ruhuyla bağlanmıştı ona;
elinde olmadan düşüncelerini benimsiyor, ona benzemeye çalışıyordu. Katyuşa'nın bu bağlılığı etkiledi
Mariya Pavlovna'yı, o da Katyuşa'yı sevdi. İkisinin de cinsel ilişkiye duydukları nefret de yakınlaşmalarına
yardım etmişti. Biri, korkunç yanlarını yaşadığı için nefret ediyordu bu ilişkiden; öbürü, onu tatmadan, onu
anlaşılmaz, insanı küçülten, iğrenç bir şey saydığı için.
IV
Maslova'yı etkileyenlerden biri Mariya Pavlovna'ydı. Mas-lova'nın Mariya Pavlovna'yı sevmesiydî bu
etkinin kaynağı. Öteki etki Simonson'un etkisiydi. Bu etkinin kaynağıysa Simonson' un Maslova'yı
sevmesiydi. Her insan bir ölçüde kendi düşünce-— 418 —
Daha cezaevinde başlamıştı bu Siyasî suçluları topladıklarında Maslova, Simonson'un kaşlarının altından,
temiz bakışlı, koyu mavi gözlerini ona diktiğini farketmişti. Onun başkalarına benzemediğini, ona bakışının
bir tuhaf olduğunu da o zaman farketmişti daha. Yüzünde iki ifadenin, dimdik saçlarıyla çatık kaşlarının
kendiliğinden uyandırdığı sert ifadeyle, içten, masum bakışının çocuksu ifadesinin yanyana olduğunu
görmüştü. Sonra Tomsk'da, siyasî suçluların yanma verildiğinde karşılaştı onunla. Hiç konuşmamışlardı,
ama birbirlerine bakışlarıyla, birbirlerini anladıklarını, birbirleri için değerli olduklarını itiraf ediyorlardı
karşılıklı. Anlamlı konuşmalar sonraları da geçmedi aralarında; ama Maslova, Simonson'un onun yanında
konuşurken sözlerinin hep ona dönük olduğunu, elinden geldiğince anlaşılmak amacıyla onun için
konuştuğunu hissediyordu. Simonson ağır cezalılarla yürümeye başlayınca başladı asıl yakınlaşmaları.
Nijniy'den Permi'ye kadar iki kere görüşebilmişti Nehlüdof Katyuşa'yla: Bir kere Nijiniy'de, cezalılar ağla
çevrili mavnaya yerleştirilirken; bir kere de Permi'de, ceza evi müdürünün odasında. Bu iki görüşmede de
Nehlüdof pek bir soğuk, içten pazarlıklı bulmuştu Maslova'yi- Nasıl olduğu, bîr şey isteyip istemediği
üzerine sorduğu sorulara kaçamak, düşmanca bir sitemle —eskiden de vardı onda bu sitem— cevaplar
vermişti. Maslo-va'nın, sırf o sıralar erkekler onu çok rahatsız ettikleri için kapıldığı bu karamsarlık
Nehlüdof'u üzüyordu. Yolculuğun ağır koşulları altında Maslova'nın gene eski umutsuzluğa düşeceğinden,
ondan nefret etmeye başlayacağından, her şeyi unutmak için kendini gene sigaraya, içkiye vereceğinden
korkuyordu. Ama hiç bir türlü yardım edemezdi ona; yolculuğun başlangıcında pek görüsernemişti onunla
çünkü. Ancak siyasî suçluların arasına alınmasından sonradır ki, korkusunun boş olduğunu anladı. Her
görüşmelerinde, ondan olmasını öylesine istediği ruhsal değişikliğin biraz daha güçlendiğini görüyordu.
Tomsk'da, yola çıkama-dan önceki Maslova'ydı gene. Onu görünce yüzünü asmadı, kaşlarını çatmadı,
tam tersine, sevinçle karşıladı onu, ona yaptık— 419 —
lan için, onu şimdi aralarında bulunduğu insanların yanına aldığı
için teşekkür etti.
Maslova'nın ruhunda oluşan değişiklik, menzil menzil uzayan iki aylık yürüyüş sırasında dış görünüşünde
de gösterdi kendini. Zayıfla'dı, güneş yaktı yüzünü, yaşlandı sanki. Şakaklarında, ağzının çevresinde
kırışıklar belirdi; kâhküllerini alnına bırakmıyordu artık, başörtünün içine alıyordu bütün saçını; giyinişinde
de, davranışlarında da o eski kendini beğendirme isteği yoktu. Ondaki bu değişiklik Nehlüdof'u pek
sevindiriyordu.
Ona karşı bambaşka bir duygu besliyordu şimdi. Bu duygunun, ilk baştaki ozanca sevgisiyle de, sonraki
duygulu tutkusuyla da, mahkemeden sonra onunla evlenmeye karar verdiği zamanki, bencillikle karışık,
Maslova'yla ceza evinde ilk görüşmesinde, revirden ayrıldıktan sonra —uydurma olduğu sonra anlaşılan—
sağlık memura olayını içindeki tiksintiyi, nefreti bastırarak bağışladığı zamanki acıma, şefkat duygusuyla
aynıydı. Yalnız bir ayrılık vardı bu duygular arasında: O zaman geçiciydi, şimdiyse kalıcı olmuştu. Son
zamanlarda düşüncelerinde, davranışlarında yalnızca Maslova'ya değil, herkese karşı vardı bu acıma,
şefkat duygusu.
Bu duygu, Nehlüdof'un ruhundaki, o zamana kadar çıkış yolu bulamayan sevgi selinin önündeki engeli
kaldırmıştı. Karşılaştığı insanlara sevgiyle bağlanıyordu.
Yolculuk süresince heyecanlı bir duygululuk içindeydi Nehlüdof. Arabacıdan, erlerden tutun da ceza evi
müdürüne, valiye kadar, ilişkisi olan herkese yakın bir ilgi besliyordu elinde olmadan.
Maslova'nın siyasî suçlular arasına alınmasından sonra Neh-iüdof bir çok siyasî suçluyla tanıştı. Önce
Yekaterinburg'da tanıştı onlarla. Orada yolda, Maslova'nın beraber yolculuk ettiği beş erkekle dört kadınla
tanıştı. Bu sürgün siyasî suçlularla yakınlaşması Nehlüdof'un onlar üzerine düşüncelerini tamamen
değiştirmişti.
Rusya'da devrim hareketlerinin başlamasından, özellikle bir mart olaylarından bu yana Nehlüdof
devrimcileri küçümser, onlardan hazzetmezdi. Her şeyden önce, devlete karşı açtıkları savaştaki
davranışlarının sertliğini, gizliliğini sevmezdi. Özellikle,— 420
— 421
işledikleri cinayetlerden, kendilerini pek büyük görmelerinden nefret ederdi. Ama onları yakından
tanıdıktan; devletin, çoğuna günahsız yere acı çektirdiğini öğrendikten sonra onların da olağan birer insan
olduklarını gördü.
Ağır suçlu dedikleri insanlara edilen eziyetler ne denli korkunç, canavarca olursa olsun, yargılandıktan
önce de sonra da yasalar bir ölçüde uygulanıyordu onlara gene de; oysa siyasî suçlulara yapılmıyordu
böyle bir şey. Şustovaya da, sonra tanıdığı bir çok siyasî suçluya da, ağa düşmüş balığa davranıldığı gibi
davranıldığını görmüştü, Nehlüdof: Ağı sahile çeker balıkçılar, işlerine yarayan iri balıkları alır, geri kalan
küçükleri karada ölüme bırakırlar. Burada da yalnızca suçsuz değil, devlete hiç bir kötülüğü
dokunmayacak yüzlerce insanı yakalıyor, bazan yıllarca tutuyorlardı onları ceza evlerinde. Vereme
yakalanıyorlardı zavallılar orada, bazıları çıldırıyor ya da kendi canlarına kıyıyorlardı. Hem serbest
bırakılmalarını gerektirecek bir neden bulunmadığı; ayrıca, el altında tutulmakla, herhangi bir sorunun
aydınlatılmasında işe yarayabilecekleri düşünüldüğü için yoksun ediliyorlardı özgürlüklerinden. Suçsuz
olduklarına devletin bile inandığı bu insanların kaderi Jandarma subayının, polisin, çaşıtın, savcının, sorgu
yargıcının, valinin, bakanın o andaki ruhsal durumuna, keyfine bağlıdır çoğunlukla. Böyle bir memur, cani
sıkılıyor ya da kendini göstermek istiyorsa tutup içeri atabilir onu; kendinin ya da amirinin ruhsal durumuna
göre ya tutar cezaevinde ya da serbest bırakır. En yüksek bir memur bile —kendini göstermesinin gerekip
gerekmediğine, ya da bakanla arasındaki havaya göre— ya da dünyanın öte ucuna sürer, ya tek kişilik
hücrede yatırır, sürgüne, küreğe yollar, ölüm cezasına çarptırır ya da, bir bayan söylediği zaman serbest
bırakır onu.
Savaştaymış gibi davranılıyordu onlara karşı; tabiî onlar da, kendilerine karşı kullanılan yolları
kullanıyorlardı. Askerlerinki gibi bir ruhsal durum içindeydiler, bu ruhsal durum yaptıklarının kötü olduğunu
saklamakla kalmıyordu onlardan, bunları birer kahramanlık olarak da gösteriyordu onlara. Politikacılar da
böyle bir ruhsal durum içindeydiler; onlar da, onların yanında olanlar da —özgürlüklerinden, hayatlarından,
insan için değerli olan her şeylerinden olma korkusuyla— yaptıkları her çeşit sertliği
kötü görmek şöyle dursun, soylu davranışlar olarak görüyorlardı. O güne kadar akıl erdiremediği bir
durumu bununla açıklıyordu şimdi Nehlüdof: Bir canlıya değil kötülük etmek, onun acısına içi sızlamadan
bakamayacak kadar yumuşak yürekli bir insanın son derece büyük bir soğukkanlılıkla cinayet işlemeye
kalkışmasının nedeni buydu demek; bu gibi durumlarda hemen hepsi cinayeti bir savunma aracı,
insanlığın mutluluğu uğruna edinilen yüce amaca erişebilmek içi haklı, doğru bir yol olarak görüyorlardı.
Dâvalarına, dolayısıyla kendilerine böylesine büyük önem vermelerinin sebebi devletin onlara büyük önem
vermesinden, onları böylesine sert cezalandırmasmdn ileri geliyordu. Katlandıkları acıya dayanabilecek
güçte olabilmeleri için kendilerine büyük önem vermeleri gerekirdi zaten.
Nehlüdof onları daha bir yakından tanıyınca bunların —bazı çevrelerde sanıldığı gibi— toptan kötü,
canavar ruhlu insanlar olmadığını anlamıştı. Bazılarının sandığı gibi üstün insan da değildi hepsi. Her
yerde olduğu gibi, içlerinde iyisi de, kötüsü de, ortası da olan, olağan insanlardı bunlar. İçlerinde, düzenin
bo-zukluğuyla cenkleşmek zorunda olduklarına inandıkları için devrimci olanlar vardı; ama bu yolu kişisel
çıkarlarını düşünerek, ün kazanmak isteyerek seçenler de vardı. Çoğunluksa, Nehlüdof un savaş
zamanından çok iyi bildiği, tehlike tutkusuyla, kendi hayatıyla oynama hazzını tatmak isteğiyle —gençlere
özgü duygulardır bunlar— devrimciliğe gönü! vermişlerdi. Bunların olağan insanlardan bir üstünlükleri
vardı: Ahlâk anlayışları daha bir yüksekti. Yalnızca aşırılıktan kaçınmak, dürüstlük, hak gözetmek, çıkarını
düşünmemek değildi onlar için zorunlu olan; kişinin toplum uğruna her şeyini, canını bile fedaya hazır
olması gerektiği inancındaydılar. Bu nedenle, onların ortadan yukarda olanları çok çok üstündü
Nehlüdof'dan, yüce bir ahlâk anlayışları vardı; ortadan aşağı olanlarsa çok çok aşağıydı ondan; bunlar
çoğunlukla, olduğu gibi görünmeyen, kibirli, kendine aşırı güvenen, dürüstlükten uzak insanlardı. Öyle ki,
yeni tanıdıklarının bir bölümüne yalnızca saygı duymuyordu Nehlüdof, yürekten seviyordu da onları, bir
bölmüne karşı da ilgisizdi.
VI
Nehlüdof en çok, Katyuşa'nın kafilesindeki Krıitsof adında, kürek cezasına çarptırılmış, veremli genci
sevmişti. Nehlüdof daha Yekaterinburg'da tanışmıştı onunla; sonra yolculuk sırasında birkaç kere
görüşmüş, sohbet etmişlerdi. Yazın bir menzilde verilen günlük molada bütün günü beraber geçirmişlerdi;
açılan Krıltof öyküsünü, devrimci nasıl olduğunu anlattı ona. Ceza evine düşünceye kadarki öyküsü çok
kısaydı. Güney illerinden birinin zengin toprak sahiplerinden olan babası, o daha bebekken ölmüş. Ailenin
tek çocuğuymuş, annesi yetiştirmiş onu. Lisede de üniversitede de çok rahat okumuş, fen fakültesinin
matematik bölümünü birincilikle bitirmiş. Üniversitede kalmasını, yurt dışına gitmesini önermişler ona.
Karar veremiyormuş. Sevdiği bir kız varmış; evlenip tarımla uğraşmayı düşünüyormuş. Canı her şeyi
istiyormuş, ama kararını veremiyormuş bir türlü. Bu arada üniversiteden birtakım arkadaşları toplumsal
sorunları için para istemişler ondan. Bu toplumsal sorunun, o zamanlar hiç ilgi duymadığı devrimci
çalışmalar olduğunu biliyormuş, ama arkadaş sevgisiyle, korktuğu sanılmasın diye gururundan, vermiş
parayı. Parayı alanlar yakalanmışlar; parayı verenin Krıitsof olduğunu gösteren bir de pusla geçirilmiş ele;
tutuklamışlar onu, ceza evine atmışlar.
— Beni attıkları ceza evi, diye anlatıyordu Krıitsof (Yüksek ranzasında, ellerini dizlerine dayamış oturuyor;
parlayan, zeki, içtenlik okunan gözleriyle arada bir bakıyordu Nehlüdof'a yalnızca. Göğsü içeri çöküktü.)
Pek o kadar kötü değildi: Duvarı tıklatarak haberleştiğimiz gibi, koridorda da dolaşabiliyor, fısıltıyla
konuşuyor, sigaramızı, yiyeceğimizi paylaşabiliyor, akşamları koroyla şarkı bile söyleyebiliyorduk. Sesim
çok güzeldi benim. Evet. Annem olmasaydı —perişandı kadıncağızın durumu— cezaevinde hiç
sıkılmazdım, sevinirdim bile oraya düştüğüme. Çok ilginçti çünkü. Başkaları yanında, ünlü Petrof'la da
(sonra kalede camla bileklerini keserek intihar etti) tanıştım orada. Ama bir devrimci değildim. İki hücre
komşum vardı. İkisinin de suçu aynıydı. Polonya devrimcilerinin bildirileriyle yakalanmışlardı. Trenle
götürülürken kafileden ayrılıp kaçmak istedikleri için yargılanıyorlardı. Biri Lozinski adında bir Polonyalıydı;
öteki ya-yudiydi, Rozovski'ydi adı. Evet. Daha çocuktu bu Rozovski. On
— 423 —
yedi yaşında olduğunu söylüyordu, ama on beş yaşında gösteriyordu. Cılız, ufak tefek, simsiyah gözlerinin
içi pırıl pırıl, hayat dolu bir çocuktu; bütün yahudiler gibi, müziği de çok seviyordu. Sesi kıvamını
bulmamıştı henüz, ama güzel şarkı söylüyordu. Öyle işte. Ben oradayken götürdüler onları mahkemeye.
Sabahtı götürdüklerinde. Akşam döndüler, ölüm cezasına çarptırıldıklarını söylediler. Hiç kimse
beklemiyordu bunu. Çok önemsizdi suçları: Kafileden ayrılıp kaçmaya yeltenmişlerdi yalnızca, hiç kimseyi
yaralamamışlardı bile. Hem Rozovski gibi bir çocuğu idam etmek aklın alabileceği bir şey değildi.
Cezaevinde hepimiz, bunun bir gözdağı olduğu, kararın uygulanmayacağı inanandaydık. Önce
heyecanlanmış, ama sonra durulmuştuk; eskisi gibi geçiyordu günlerimiz gene. Evet. Ama bir gün
gardiyan benim kapıya yaklaştı, marangozların geldiğini, darağacı kurduklarını fısıldadı kulağıma. Kimlerin
geldiğini, gardiyanın ne darağa-cından söz ettiğini anlamamıştım önce. Ama yaşlı gardiyan öylesine
heyecanlıydı ki, yüzüne bakınca, darağacının bizimkiler için hazırlandığını anladım. Duvarı tıklatarak
arkadaşlarla konuşmak istiyordum ama onların duyacağından korktum. Arkadaşların da sesi çıkmıyordu.
Besbelli herkes biliyordu durumu. Koridorda hücrelerde bir ölüm sessizliği vardı o gece. Duvar tıklatarak
konuşmuyor, şarkı söylemiyorduk. Saat onda gene geldi gardiyan, Moskova'dan cellât getirildiğini söyledi.
Hemen uzaklaştı. Geri gelmesi için seslendim ona. Kordorun karşı sırasındaki odasından Rozovski'nin
sesi duyuldu ansızın: Ne oldu? Niçin çağırıyorsunuz onu? Bir şeyler söylemeye çalıştım, tütün
isteyecektim de dedim. Ama içine doğmuştu sanki; niçin şarkı söylemediğimizi, niçin duvarı
tıklatmadığımızı sormaya başladı. Ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum, onunla konuşmamak için geri
çekildim kapıdan. Evet. Ne korkunç bir geceydi o! Bütün gece en küçük bîr tıkırtıya kulak kabarttım.
Sabaha karşı koridorun ucundaki kapının açıldığını duydum birden. Ayak sesleri vardı. Hücremin
kapısındaki küçük pencereden bakıyordum. Gaz lâmbası yanıyordu koridorda. En önde müdürdü. Şişko
bir adamdı müdür. Görünüşte .sertti, gururluydu. Şimdi kireç gibiydi yüzü, korkuyordu sanki. Yardımcısı iki
adım arkasından yürüyordu. Yüzü asıktı, kararlıydı. Daha arkada nöbetçi bir er vardı. Benim_424 —
kapının önünden geçip, bitişik hücrenin önünde durdular. Müdür yardımcısının tuhaf bir
sesle
seslendiğini duydum: Lozinski, kalkın, temiz çamaşırlarınızı giyin. Evet. Sonra kapı gıcırdayarak açıldı,
Lozinski'nin hücresine girdiler; Lozinski'nin ayak seslerini duydum. Koridorun karşı yanına yürüdü. Yalnız
müdürü görebiliyordum. Yüzü bembeyaz, öyle duruyor ceketinin düğmelerini çözüp ilikleyerek oynuyor,
omuzlarını kaldırıp indiriyordu. Evet. Ansızın bir şeyden ürkmüş, bir kenara sinmişti sanki. Lozinski
geçmişti o anda yanından, benim hücremin kapısına yaklaşmıştı. Yakışıklı bir gençti, Polonyalıların
yakışıklısının nasıl olduğunu bilirsiniz: İnce, kıvırcık, sarı saçların çevrelediği geniş, düz bir alın; güzel,
mavi gözler. Kanlı canlı, sağlıklı, aslan gibi bir delikanlıydı. Tam önümde durdu, yüzünü görüyordum.
Korkuyla kaplanmıştı yüzü, sarkmış, sararmıştı. Krıltsof, sigaranız var mı? Veriyordum ki, müdür
yardımcısı, ona uzattı. Bir sigara aldı. Müdür yardımcısı yaktı sigarasını. İçmeye başladı, bir yandan da
düşünüyordu sanki. Sonra bir şeyi hatırlamış gibi konuşmaya başladı: Canavarlık bu, haksızlık. Hiç bir
suçum yok benim. Ben... Gözlerimi ayıramadığım beyaz, taze boynunda bir şey kıpırdadı, devam
edemedi, sustu. Evet. O sırada Rozovski' nin ince, Yahudi sesi çınladı koridorda. Bir şeyler söylüyordu.
Lozinski sigarayı yere attı, uzaklaştı kapımdan. Küçük pencerenin önünde Rozovski belirdi. Nemli, siyah
gözlerinin parladığı çocuksu yüzü güzeldi, terliydi. O da temiz çamaşırlarının giymişti; pantolonu çok
boldu. İkide bir yukarı çekiyordu onu, zangır zangır titriyordu. Acıyla kaplı yüzünü kapımdaki küçük
pencereye yaklaştırdı: Anatoli Petroviç, doktor ıhlamur içmemi söylemişti, değil mi? Hastayım, biraz daha
ıhlamur içmeliyim. Hiç kimse cevap vermiyordu ona, soru dolu bakışlarını bir bana bir müdüre çeviriyordu.
Bununla ne dernek istediğini anlayamamıştım. Evet. Sonra birden sertleşti müdür yardımcısı, gene o cırlak
sesiyle, Ne oyalanıyorsunuz? diye bağırdı. Yürüyün. Onu nelerin beklediğini anlayacak güçte olmadığı
belliydi Rozovski' nin. Acelesi varmış gibi önden yürüdü. Sonra durdu. Ku!ak tırmalayan sesini,
hıçkırıklarını duyuyordum. Bir patırtıdır başladı, ayak seslen doldurdu koridoru. Sonra giderek uzaklaştı
sesler. Koridorun ucundaki kapı açılıp kapandı, bir sessizliğe gö— 425 —
müldü her şey... Evet. Astılar onları. İkisini de astılar. Asılışla-rmı gören başka bir gardiyan anlattı bana.
Lozinski karşı koymamış hiç, ama Rozovski uzun süre çırpınmış; öyle ki, sürüyerek çıkarmışlar onu
darağacına, ilmiği zorla geçirmişler boynuna. Evet. Biraz aptaldı bu gardiyan. Bunun korkunç bir şey
olduğunu söylüyorlardı, beyim. Hiç de korkunç değilmiş meğer. Sarkm-omuzlarını iki kere şöyle yaptılar,
—omuzlarını hızla kaldırıp İndirdi iki kere—, sonra, ilmikler iyi otursun diye çevirdi onla--ı cellât, tamam...
bir daha kıpırdamadılar. Krıltsof gardiyanın sözlerini tekrar etti:
— Hiç de korkunç değilmiş meğer.
Gülümsemek istedi, ama hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı lirden.
Sonra uzun süre sustu. Sık sık soluk alıyor, boğazına düğüm-Jlenen hıçkırıkları tutmaya çalışıyordu.
Sakinleştikten sonra:
— O günden sonra devrimci oldum işte, dedi. Evet. Kısaca anlattı öyküsünü.
Halk kurtuluş örgütündenmiş; hattâ devleti, iktidarı halka bı-rakıncaya dek sıkıştırmayı amaç edinmiş
bozguncu grubunun önderiymiş. Bu amaçla kâh Petersburg'a, kâh yurt dışına, kâh Kiyef'e, Odesa'ya
gidiyormuş. Her yerde başarı sağlamış. En çok güvendiği adam ele vermiş onu sonunda. Tutuklamışlar,
yargılamışlar, iki yıl sürmüş yargılaması, ölüm cezasına çarptırmışlar, ölüm cezasını müebbet küreğe
çevirmişler sonra.
Ceza evinde verem yapışmış yakasına. Şimdi içinde bulunduğu koşullar altında en çok birkaç aylık
ömrünün kaldığı belliydi, kendi de biliyordu bunu, ama yaptığına pişman değildi gene de; bir ömrü daha
olsa, onu da aynı yolda —düzenin yıkılması yolunda— kullanacağını söylüyorlardı.
Krıltsof'un öyküsü, onunda dostluğu Nehlüdof'un, o güne kadar anlamadığı çok şeyi anlamasına yardım
etmişti.
VII
Çocuk yüzünden kafile komutanı subayla cezalılar arasında çatışma çıktığı gün Nehlüdof geç uyanmış,
—handa kalıyordu— kente varınca postaya atacağı mektuplardan birkaçını yazmış, handan her
zamankinden daha bir geç çıktığı için kafileye eski-— 426 —
den olduğu gibi yolda yetişememiş, ara menzilin bulunduğu köye ancak ortalık karardıktan sonra varmıştı.
Beyaz boynu son derece kalın, yaşlı, şişman, dul bir kadının hanında ıslak üstünü başını kuruttuktan;
bir.sürü tasvirle, tabloyla süslü temiz konuk odasında doya doya çay içtikten sonra Nehlüdof aceleyle
çıkmıştı; subaydan görüşme izni almak için menzile gidiyordu. Bundan önceki altı etapta da kafile
komutanı subaylar —değiştikleri halde— Nehlüdof'u menzile sokmamışlardı. Öyle ki bir haftadan çok
oluyordu Nehlüdof Katyuşa'yı görmeyeli. Bu sertliğin sebebi, cezaevleri genel müdürlüğünde görevli büyük
bîr memurun geçeceğinin öğrenilmiş olmasıydı. Büyük memur, kafileye bakmadan gelip geçmişti şimdi.
Nehlüdof, kafileyi o sabah teslim alan subayın, öteki subaylar gibi, cezalılarla görüşmesine izin vereceğini
umuyordu.
Han sahibesi, köyün sonundaki menzile gitmesi için pay-tona binmesini söyledi Nehlüdof'a, ama yayan
gitmeyi yeğledi. Yeni boyanmış kocaman çizmeleri zift kokan, geniş omuzlu, yiğit görünüşlü genç işçi yol
göstermek için onunla geldi. Zifiri karanlıktı, genç işçi pencerelerden sokağa düşen ışıktan üç adım
uzaklaşınca Nehlüdof gözden kaybediyordu onu artık, yalnız çizmelerinin çamurda çıkardığı sesi
duyuyordu.
Kilisenin olduğu alanı, peşinden iki yanında aydınlık pencerelerin uzandığı uzun sokağı geçtikten sonra,
Nehlüdof yol göstericisinin arkasında, karanlığa daldılar. Ama biraz sonra, menzilin çevresinde yanan
fenerlerin soluk ışıklan göründü. Önce kırmızı lekeleri andıran bu ışıklar giderek büyüdüler,
belirginleş-tiler. Duvar, bir aşağı bir yukarı dolaşan nöbetçinin siyah gölgesi, çizgili direk, kulübe göründü.
Nöbetçi her nöbetçi gibi karşıladı yaklaşanları: Kim var orada? Gelenlerin yabancı olduğunu anlayınca
öyle sertleşti ki, kapının önünde durmalarına bile izin vermek istemedi. Ama Nehlüdof'un yol göstericisi
nöbetçinin sertliğine aldırmadı.
— Ne kadar da sertsin öyle, canım! dedi. Hadi koş çavuşu çağır, biz bekliyoruz burada.
Nöbetçi cevap vermeden bağırarak bir şeyler söyledi içeri; sonra, geniş omuzlu delikanlının, yerden aldığı
bir çöple fenerin ışığında da Nehlüdof'un çizmelerinin çamurunu temizleyişine
_ 427 —
bakmaya başladı dikkatli dikkatli. Duvarın ötesinden kadın erkek sesleri geliyordu. Üç dakika sonra demir
kapı açıldı, paltosunu omuzuna asmış çavuş karanlıktan fenerin aydınlığına çıktı, ne olduğunu sordu.
Nehlüdof, özel bir iş için görüşmek istediğini önceden yazdığı kartı uzattı çavuşa, onu komutana vermesini
söyledi. Çavuş nöbetçi kadar sert değildi, ama çok meraklıydı o da. Nehlüdof'un niçin komutanla
görüşeceğini, kimin nesi olduğunu ille de öğrenmek istiyordu. Bir çıkar kokusu aldığı, fırsatı kaçırmak
istemediği belliydi. Nehlüdof, önemli bir işinin olduğunu, ona hakkını vereceğini, kartı komutana
götürmesini söyledi. Çavuş kartı aldı, başını peki anlamına sallayıp gitti. Biraz sonra gene açıldı kapı,
ellerinde sepetlerle, süt kaplarıy-la, torbalarla kadınlar çıkmaya başladı dışarı. Sibirya aksanıyla yüksek
sesle konuşa konuşa çıkıyorlardı kapıdan. Hepsi de köylü gibi değil, kentli gibi giyinmişti; bazılarının
üzerinde manto, bazılarının kürk vardı. Etekleri kısaydı, başörtülüydüler. Fenerin ışığında Nehlüdof'la
yanmdakini merakla tepeden tırnağa süzüyorlardı geçerken. Bir tanesi tatlı tatlı küfretti geniş omuzlu
delikanlıya —onunla karşılaştığına sevindiği belliydi.—
— Burada ne arıyorsun, deli? diye ekledi.
Delikanlı cevap verdi:
— Konuğa yol gösterdim. Sen ne getirdin?
— Yemek. Sabah gene gelmemi söylediler.
— Gece kalmanı istemediler mi? dedi delikanlı. Kız kahkahayla gülmeye başladı:
— Allah canını alsın e mi?! Hadi köye beraber dönelim. Delikanlı bir şeyler daha söyledi, yalnız kadınları
değil nöbetçiyi de güldürdü. Sonra Nehlüdof'a döndü:
.'— Yalnız bulabilir misiniz yolu? Kaybolmazsınız ya?
— Bulurum, bulurum.
— Kiliseyi geçtikten sonra iki katlı evi de geçin, sağdan ikinci sokak. Şu değneği de alın.
Elindeki, bir adam boyundan uzun değneği Nehlüdof'a verdi; kocaman çizmeleriyle çamurlara bata çıka,
kadınlarla beraber kayboldu karanlıkta.
Kapı gene açılıp, çavuş dışarı çıkarak Nehlüdof'u içeri, komutanın yanına buyur ettiğinde geniş omuzlu
delikanlının, kadınlarınkini bastıran gür sesi hâlâ duyuluyordu karanlığın içinden.VIII
Bu ara menzil de Sibirya yolundaki menzillerin, ara menzillerinin aynıydı: Uçları sivri kalın kalaslardan
yapılmış bir duvarla çevrili avluda tek katlı üç yapı vardı. Pencereleri demir parmaklıklı olan en büyük
yapıda cezalılar vardı; ötekinde de ışık vardı. Yalancı bir ışıktı bu, içersinin rahat, sıcak, huzur verici
olduğunu söyleyen yalancı bir ışık. Kapıların önünde fenerler yanıyordu, ayrıca beş fener de duvarlarda
vardı. Assubay, tahta yoldan, yapıların en küçüğüne götürdü Nehlüdof'u. Üç basamağı çıkınca konuğu
öne geçirdi. Nehlüdof gaz lâmbasıyla aydınlanan, yanık kokan hole girdi. Kaba bezden gömlekli, kravatlı,
siyah pantolonlu bir er yere çömelmiş, sarı konçlu çizmelerinden birinin koncu elinde, onunla üfleyerek
semaverin altını yakmaya çalışıyordu. Nehlüdof'u görünce doğruldu, pardösüsünü aldı, içeri odaya girdi.
— Geldi, efendim. Öfkeli bir ses duyuldu:
— Çağır bakalım. Er:
— Girin, dedi.
Aceleyle semaverin önüne çöktü gene.
Tavana asılı bir lâmbanın aydınlattığı odada, iki şişeyle yemek artıkları olan masanın başında, geniş
omuzlarını, göğsünü saran Avusturya işi bir ceket giyen sarı, uzun bıyıklı, çok yakışıklı bir subay
oturuyordu. Sıcacık odada sigara kokusundan başka insanın burun kemiğini sızlatan birtakım kokular
daha vardı. Nehlüdof'u görünce hafifçe doğruldu yerinden subay, dik dik baktı ona. Alaya, kuşkuya benzer
bir şey vardı bu bakışında.
— Ne istiyorsunuz? dedi.
Cevap beklemeden kapıya doğru seslendi:
— Bernof! Ne zaman hazır olacak şu semaver?
— Yanıyor efendim.
Subay, gözleri öfkeyle parlayarak:
— Yanıyor yapacağım seni, göreceksin o zaman!
diye bağırdı.
Er:
— Getiriyorum! dedi. Semaverle girdi odaya.
Er, semaveri koyarken Nehlüdof bekliyor, subay —neresine
_ 429 _
tokadı yapıştıracağını hesaplıyormuş gibi— ufak gözleriyle hain hain bakıyordu ona. Semaver koyulduktan
sonra subay çayı demledi, dolaptan dört köşeli konyak şişesiyle, Albert marka biskü-vitini aldı. Hepsini
masaya koyduktan sonra gene Nehlüdof'a döndü.
— Emriniz? Nehlüdof oturmadan:
— Cezalı bir bayanla görüşmek istiyordum da, dedi.
— Siyasi mi? diye sordu subay. Siyasilerle görüşmek yasalarca yasaklanmıştır.
— Siyasi değil.
— Buyrun oturun lütfen. Nehlüdof oturdu.
— Siyasi değil, diye tekrarladı, ama benim ricamla, gene! lüdürlük siyasilerin arasına almıştı onu.
Subay:
— Biliyorum, diye kesti sözünü. Ufak tefek, esmer bir kalın mı? Olur tabiî. Sigara ister miydiniz?
Sigara kutusunu Nehlüdof'a doğru itti; dikkatle iki bardak çay koyduktan sonra birini Nehlüdof'un önüne
sürdü.
— Buyrun, dedi.
— Teşekkür ederim. Hemen görüşsem çok iyi olurdu.
— Gece uzun. Görüşürsünüz. Çağırtırım onu size.
Nehlüdof:
— Çagırmasanız da, ben oraya gitsem olmaz mıydı acaba? diye sordu.
— Siyasilerin yanına mı? Yasaları çiğnemek olur bu.
— Birkaç kere bıraktılardı beni. Onlara herhangi bir şey vereceğimden korkulacaksa, görüşeceğim kadın
aracılığıyla da verebilirim.
Subay pis pis gülümseyerek:
— Veremezsiniz, dedi, ararlar üzerini.
— Benim üzerimi arayın.
Subay, mantarını çıkardığı konyak şişesini Nehlüdof'un bardağına götürerek:
— İster misiniz? dedi. Önemli değil canım, bunu yapmasak da olur. Nasıl isterseniz. İnsan şu Sibirya'da
okumuş, kibar bi-— 430 —
riyle karşılaşınca seviniyor bayağı. Bildiğiniz gibi, bizim görevimiz en can sıkıcı görevdir dünyada. Hele
başka görevlere alışmış bir insan için daha da ağırdır. Halk arasında, kafile komutanı subayların kaba,
karacahil insanlar olduğu düşüncesi yaygındır; oysa onların arasında da bambaşka yaradılışta insanların
olabileceği hiç kimsenin aklına gelmez.
Subayın kırmızı yüzü, kullandığı lavantaların kokusu, yüzüğü, özellikle soğuk gülüşü tiksindiriyordu
Nehlüdof'u; ama yolculuk boyunca olduğu gibi, şimdi de ciddi, dikkatli bir ruhsal durum içindeydi; bu ruhsal
durum, karşısındakine nefretle davranmasına izin vermiyordu. Herkese karşı içten olmak zorunda olduğu
inancındaydı. Subayı sonuna kadar dinledikten sonra; onun, emri altındaki insanlara ıstırap çektirilmesine
katıldığı için üzüldüğünü düşünerek, ciddi:
— Sanırım, bulunduğunuz görevde de, insanların çektiği ıstırabı hafifleterek avunabilirsiniz, dedi.
— Ne ıstırabı? Böyledir bunlar. Nehlüdof:
— Nasıl? dedi. Onlar da insan. Aralarında suçsuz olanları da var.
— Her çeşidi vardır elbette. Elinde olmadan acıyor insan. Başka subaylar gözlerinin yaşma bakmazlar,
ben elimden geldiğince iyi davranıyorum onlara. Onlar acı çekeceğine ben çekeyim daha iyi. Başkaları bir
şey olunca yasaları uygularlar hemen, tetiğe asılırlar.
Gene çay koyarak devam etti:
— İster misiniz? Bisküvit de alın. Görüşmek istediğiniz kadın kim?
— Geneleve düşen bahtsız bir kadın. Haksız yere cinayetle suçladılar onu, aslında çok iyi bir insandır.
Subay başını salladı.
— Evet, oluyor böyle şeyler. Kazan'da da bir kadın vardı. Em-ma'ydı adı.
Bu anısını hatırlayınca elinde olmadan gülümsedi.
— Macardı, ama bir İranlı kadar iri iriydi gözleri. Öylesine çalımlıydı ki, kontes sanırdınız...
Nehlüdof subayın sözünü kesti, eski konuya döndü gene:
— 431 —
— Emriniz altındayken, bu insanların çektikleri acıları hafifletebilirsiniz sanıyorum. Böyle davranmakla
mutluluğa da erişeceğiniz kanısındayım.
Nehlüdof, bir yabancıyla ya da çocukla konuşuyormuş gibi, elinden geldiğince tane tane, anlaşılır bir
biçimde konuşmaya çalışıyordu.
Subay, gözlerinin içi parlayarak bakıyordu Nehlüdof'a. O anda aklının takıldığı, bîr İranlı kadar iri gözlü
Macar kadından söz edebilmek için Nehlüdof'un susmasını sabırsızlıkla beklediği belliydi.
— Evet, dedi, haklısınız. Acıyorum da onlara. Yalnız şu var, Emma'yıanlatıyordum size. Öyle bir...
Nehlüdof:
— Beni ilgilendirmiyor böyle şeyler artık, diye kesti sözünü. Açık açık söyleyeceğim size, eskiden başka
türlü düşünürdüm bu konuda, ama şimdi, kadınla erkek arasındaki bu çeşit ilişkiden nefret ediyorum.
Subay ürkek ürkek baktı Nehlüdof'a.
— Bir bardak daha içer misiniz?
— Hayır, teşekkür ederim. Subay:
— Bernof! diye seslendi. Beyi Bakulof'a götür, siyasilerin yanma bıraksınlar onu. Yoklamaya kadar
kalabilir orada.
IX
Nehlüdof, emirerinin arkasından, fenerlerin soluk ışığının aydınlattığı karanlık avluya çıktı gene.
Karşılarına çıkan nöbetçi er, Nehlüdof'u götüren emirerine sordu:
— Nereye?
— Siyasilerin yanına, beş numaraya.
— Buradan geçemezsin, kapı kilitli, arkadan dolaşın.
— Kim kilitledi?
— Çavuş kilitleyip köye gitti.
— Böyle buyrun efendim.
Emireri, Nehlüdof'u arkadan dolaştırıp, tahtaların üzerinden geçerek bir kapıya götürdü. Daha uzaktan
duyuluyordu içerdeki— 432 —
uğultu; iyi bir oğula hazırlanan bir kovan gibi kaynaşma vardı içerde. Kapı açılınca çoğaldı uğultu, bağırıp
çağırmalar, küfürler, kahkahlar duyuldu. Zincir şakırtısıyla tanıdık ağır pislik, katran kokusu birbirine
karışmıştı.
Bu iki izlenim —uğultuyla zincir şakırtısı ve bu korkunç koku— Nehlüdof'un üzerinde mide bulantısını
andıran bir etki uyandırırdı daima. Bu iki izlenim birbirine karışır, birbirini güçlendirirdi.
Pis kokan kocaman bir teknenin
bulunduğu hole girince Nehlüdof'un dikkatini ilk çeken, teknenin
kenarında oturan bir kadın oldu. Kadının karşısında, traş edilmiş başında yana yat-, mış yamru yumru
şapkasıyla bir adam oturuyordu. Konuşuyorlardı. Adam, Nehlüdofu görünce göz kırptı ona:
— Su içene yılan bile dokunmaz, diye mırıldandı. Kadın eteğini düzeltti, başını önüne eğdi.
Holden sonra, hücrelerin kapılarının açıldığı koridor geliyordu. İlk hücre ailelerindi, sonra bekârların büyük
hücresi geliyordu, koridorun sonunda da siyasilere ayrılmış iki küçük hücre vardı. Yüz elli kişilik menzil
yapısına dört yüz elli kişiyi doldurunca öylesine sıkışık olmuştu ki, cezalılar hücrelere sığmamış, koridoru
doldurmuşlardı. Bazıları yerde oturuyor, yatıyor; bazıları da ellerinde boş ya da sıcak su dolu
çaydanlıklarla bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı. Taraş da onlardandı. Nehlüdof'un arkasından yetişti,
sevgiyle gülümseyerek:
— Hoş geldiniz, dedi.
Taras'ın güzel yüzünde, burnunun üzerinde, gözünün altında morluklar vardı.
— Ne oldu san? diye sordu Nehlüdof. Taraş gülümsedi.
— Bir şey yok.
Assubay, küçümser bir tavırla:
— Yiyorlar birbirlerini, dedi. Arkalarından gelen bir cezalı:
— Kadın yüzünden, diye ekledi, Fedka'ya tutulmuş biri kör kütük.
Nehlüdof:
— Pedosya nasıl? diye sordu.
— 433 —
Taraş:
— İyi, dedi, çay suyu götürüyorum ona. Aile hücresine girdi.
Nehlüdof başını uzatıp içeri baktı. Hücre tıklım tıklım doluydu. Kadınlı erkekli cezalılar ranzalarda, yerlerde
yatıyordu. İçersi kuruyan ıslak çamaşırlardan çıkan buharla doluydu. Kadınlar bağıra çağıra
konuşuyorlardı. Sonraki kapı bekârların hücresinin kapısıydı. Burası daha da kalabalıktı. Kapının hemen
dibinde bile, yarısı koridorda, aralarında bir şeyi paylaşmaya çalışan, üstleri başları ıslak sekiz on kişi
vardı. Assubay, çavuşun yemek parası dağıtttığını söyledi Nehlüdof'a. Assubayla yanında kibar konuğu
görünce sustular kapıdakiler, önlerinden geçen- . lere kötü kötü baktılar. Para alan cezalılar arasında
Nehlüdof, çekik kaşlı, beyaz yüzlü, gözleri şiş gibi duran, zavallı görünüşlü bir çocuğu yanından hiç
ayırmayan kürek cezası yemiş Fyo-dorof'la; sözde Sibirya taygalarında dolaşırken arkadaşını öldürüp
yemesiyle ün yapmış yüzü çiçek bozuğu, iğrenç, burunsuz aylağı gördü. Aylak, ıslak ceketini omuzuna
atmış, koridorda duruyor, kenara çekilmeden alaylı alaylı, küstahça Nehlüdof'un gözünün içine bakıyordu.
Nehlüdof yürüyüp geçti.
Gerçi bu görünüm hiç de yabancısı değildi Nehlüdof'un; üç aydan beri bu dört yüz ağır cezalıyı çeşitli
durumlarda görmüştü —yakıcı sıcakta da, zincire vurulmuş bacaklarının çıkardığı toz bulutu içinde de,
yolda verilen molalarda da, menzillerdeki açık ahlâksızlığa dalmış durumda da— ama aralarına her
girdiğinde, şimdi olduğu gibi, hepsinin, bakışlarını ona yönelttiğini hissettiğinde de, her zaman kendi
kendinden utanır, ıstırap duyar, bu insanlara karşı suçlu olduğu duygusuna kapılırdı. Onun için en acı olan
da, bu utanç duygusuyla, suçluluk duygusuna bir de dayanılmaz iğrenme duygusuyla korkunun
karışmasıydı. Bu insanların, içine sokuldukları durumda başka türlü olamayacaklarını biliyor, gene de
onlardan iğrenmemek gelmiyordu elinden.
Nehlüdof, siyasilerin kapısına yönelince bir ses duydu arkasında:
— Hanımevlâtlarına gelmiş, asalaklara.
Diriliş — F: 28— 434 —
Kısık bir ses cevap verdi:
— Birine bir şey olmuştur gene, karıncığı ağrımasın sakın. Arkasından kâba bir küfür geldi. Alaylı, nefret
dolu kahkahalar duyuldu.
X
Nehlüdofu getiren assubay, bekârların hücresini geçtikten sonra, yoklamadan önce gelip onu alacağını
söyleyerek geri döndü. Assubay gider gitmez, çıplak ayaklı bir cezalı, zincirlerini tutarak çabuk adımlarla
yaklaştı Nehlüdof'a, —ekşi ter kokuyordu— esrarlı bir fısıltıyla:
efendim, dedi.
Ufaklığın işi tamam. İçirdiler onu. Bu
sabah yoklamada
— Yardım edin bize
Karmanof'un yerine geçti. Yardım edin, yalnız yapamayız bu işi, öldürürler bizi.
Konuşurken telâşlı bakışlarını çevresinde dolaştırıyordu. Sözünü bitirir bitirmez ayrıldı Nehlüdof'un
yanından.
Olay şuydu: Kürek cezasına çarptırılmış Karmanof, yüzce kendisine çok benzeyen sürgün bir delikanlıyı
onunla yer değiştirmeye razı etmişti. Delikanlı onun yerine küreğe gidecek Karmanof da sürgün.
Nehlüdof'un haberi vardı bu olaydan. Aynı cezalı bir hafta önce açmıştı ona bu yer değiştirmeyi. Nehlüdof,
anladı, elinden geleni yapacak anlamına başını salladı, kimseye bakmadan yoluna devam etti.
Nehlüdof daha Yekaterinburg'dan tanıyordu bu cezalıyı. Karısının onunla beraber gelmesine izin verilmesi
için yardım istemişti Nehlüdof tan. Onun bu davranışı şaşırtmıştı Nehlüdofu. Orta boylu, otuz yaşlarında,
tam bir köylüydü. Adam soymaya ve öldürmeye teşebbüsten kürek cezasına çarptırılmıştı. Makar
Devkin'di adı. Çok tuhaftı suçu. Nehlüdof'a suçu kendisinin değil, içindeki şeytanın işlediğini anlatmıştı.
— Bir adam gelip, kırk verst ötedeki bir köye gitmek için babamın kızağını kiraladı, diye anlatıyordu.
Babam müşteriyi benim götürmemi söyledi. Atı kızağa koştum, giyindim, müşteriyle oturup çay içtim. Çay
içerken adam evlenmeye gittiğini, yanında beş yüz ruble olduğunu anlattı bana. Bunu duyunca avluya
çıktım, baltayı alıp kızağa, samanların altına sakladım. Baltayı
— 435 —
unutmuştum bile. Ancak, gideceğimiz köye yaklaştığımızda... altı yedi verst yolumuz kalmıştı. Şoseden
ayrılıp dağ yoluna saptım. İndim, kızağın arkasından yürümeye başladım. O ses durmadan fısıldıyordu
kulağıma: Daha ne düşünüyorsun? Dağa çık, şosede gelen geçen olur, orada ağaçtan başka canlı yok.
Bir sürü para var adamın cebinde. Bekleme artık, tamam. Samanları düzeltecekmişim gibi eğildim kızağın
üzerine, balta hemen geliverdi elime. Adam dönüp baktı o anda birden. Ne yapıyorsun? dedi. Baltayı
salladım, kafasını uçurmak için tabiî... ama çakı gibi adamdı, birden aşağı atladı, ellerimden yakaladı. Ne
yapıyorsun be hayvan?... dedi. Bir yumrukta karların içine yolladı beni. Kavgaya bile girişmedim onunla,
hemen teslim oldum. Kuşağıyla bağladı kollarımı kızağa attı, doğru karakola götürdü. İçeri tıktılar,
yargıladılar. Tanıdıklar iyi bir insan olduğumu, kötü bir şeyimin o zamana kadar görülmediğini söylediler
yargıca. Yanında çalıştığım karı koca da söyledi. Avukat tutmaya lüzum bile yoktu, onun için dört yıl
verdiler.
İşte bu Makar, hemşerisini kurtarmak için, hayatını bile bile tehlikeye atarak, cezalıların bir sırrını
Nehlüdof'a açmıştı. Yaptığından arkadaşlarının haberi olsa, onu, boğazım sıkarak öldüreceklerini
biliyordu.
XI
Siyasî suçluları, kapıları koridorun tahta bîr perdeyle ayrılmış bölümüne açılan iki küçük hücreye
koymuşlardı. Tahta perdeyi geçince Nehlüdof'un ilk gördüğü, elinde bir çam odunuyla, yeni tutuşan
sobanın önüne çömelmiş Simonson oldu. Ceket vardı üzerinde.
Nehlüdof'u görünce yerinden kalkmadan, kalın kaşlarının altından aşağıdan yukarı baktı ona. Nehlüdof'un
gözlerinin içine manalı manalı bakarak:
— Geldiğinize çok sevindim, dedi, konuşmalıyım sizinle.
— Ne var? diye sordu Nehlüdof.
— Sonra. Şimdi işim var.
Simonson sobayla ilgilenmeye başladı gene. Özel bir kuramına göre, ısı enerjisini en az kayba uğratarak
yakmaya çalışıyordu onu.- 436 Nehlüdof birinci kapıdan giriyordu ki, öteki kapıdan, süpürgenin üzerine yığdığı çöpü sobaya götüren
Maslova'nın çıktığını gördü. Beyaz bir bluz vardı üzerinde, eteğini alttan bağlamış, çorap giymişti. Toz
olmasın diye beyaz başörtüsünü kaşlarına kadar indirmişti. Nehlüdof'u görünce telâşlandı, yüzü kıpkırmızı
oldu, süpürgeyi aceleyle yere koyup, ellerini etekliğine sildi, geldi tam karşısında durdu.
Nehlüdof elini uzattı ona:
— Ortalığı mı temizliyorsunuz? diye sordu. Maslova gülümsedi.
— Evet. Eskiden de aynı şeyi yapardım. Öyle pisti ki her yan, anlatamam. Ne zamandan beri
temizliyoruz, ancak bu kadar oldu.
Simonson'a döndü.
— Battaniyeniz kurudu mu?
Simonson Maslova'ya, Nehlüdof'u şaşırtan tuhaf bir biçimde bakarak:
— Hemen hemen, dedi.
Maslova uzaktaki kapıya doğru yürürken:
— Şimdi gelip ahrım onu, önce kürkleri getireyim, dedi. Uzaklaşırken Nehlüdof'a birinci kapıyı göstererek
ekledi:
— Bizimkilerin hepsi burada.
Nehlüdof kapıyı açıp, yerde duran teneke bir gaz lâmbasının yarım yamalak aydınlattığı küçük hücreye
girdi. Soğuktu içersi, kalkmış toz, rutubet, tütün kokuyordu. Teneke gaz lâmbası yakımndakileri iyi
aydınlatıyordu, ama ranzalar karanlıktaydı, duvarlarda sallanan gölgeler dolaşıyordu.
Yiyecek, sıcak su almaya gitmiş iki erkekten başka herkes küçük hücredeydi. Nehlüdof'un eskiden tanıdığı
Vera Yefremov-na da buradaydı. Daha da zayıflamış, benzi solmuştu şimdi, iri gözlerinde bir ürkeklik vardı
gene, alnındaki damar gözüküyordu. Gri bir bluz giymişti, saçları kısaydı. Yere serdiği gazete kâğıdının
içine tütün koymuş, sigara sarıyordu.
Nehlüdof'un siyasi suçlu kadınlar arasında en çok hoşlandığı Emiliya Rantseva da buradaydı. Hücrenin iç
işlerine bakardı Emiliya Rantseva, en ağır koşullar altında bile bir kadın sıcaklığı, çekiciliği verirdi hücreye.
Bluzunun kolunu kıvırmış —gü— 437 —
neşte yanmış kolları çok güzeldi— çanakları, fincanları kuruluyor, kuruladıklarını yandaki yatağa serdiği
havlunun üzerine koyuyordu. Çirkin denebilecek, genç bir kadındı Rantseva. Yüzünün, gülümserken
neşeli, içten, çekici oluveren zeki, cana yakın bir ifadesi vardı. Şimdi Nehlüdof'u böyle bir gülümsemeyle
karşılayarak:
— Biz de sizi Rusya'ya geri döndünüz sanıyorduk, dedi. Mariya Pavlovna da buradaydı. Köşede,
karanlıkta oturuyor,
tatlı çocuk sesiyle bağırıp çağıran sarı saçlı kız çocuğuyla bir şeyler yapıyordu. Nehlüdof'u görünce:
— Ne iyi ettiniz geldiğinize, dedi. Katya'yı gördünüz mü? Kız çocuğunu göstererek ekledi:
— Bakın ne güzel bir konuğumuz var.
Anatoli Krıltssof de içerdeydi. İyice zayıflamış, sararıp solmuştu. İçi kürklü çizmeli bacaklarını altına alarak
en köşedeki yatağın üzerine iki büklüm oturmuş, ellerini yarım kürkünün kollarına sokmuş, zangır zangır
titriyor, parlayan gözleriyle Neh-lüdof'a bakıyordu. Nehlüdof ona doğru yürüdü, ama kapının hemen
sağında gülümseyen, güzel Grabets'le konuşarak torbasında bir şey arayan gözlüklü, deri ceketli, sarı
saçları kıvırcık bir adam oturuyordu. Adını herkesin duyduğu ünlü devrimci No-vodvorof'du bu. Nehlüdof
hemen selâm verdi ona. Nehlüdof, kafiledeki siyasi suçlular içinde bir tek bu adamdan hoşlanmadığı için
selâm vermekte acele etmişti ona. Novodvorof gözlüklerinin arkasından mavi gözlerini parlatarak baktı
Nehlüdof'a, yüzünü buruşturarak elini uzattı. Açık bir küçümsemeyle:
— Nasıl, yolculuğunuz iyi geçiyor mu? diye sordu. Nehlüdof, karşısındakinin
küçümser tavrını
farketmemiş,
bunu yakın ilgi sanmış gibi davranarak:
— Evet, dedi çok iyi geçiyor. Krıltsof'un yanma yürüdü.
Nehlüdof umursamaz davranıyordu Novodvorof'a karşı, ama gerçekte hiç de öyle değildi. Novodvorof'un
bu sözleri, gizlemediği nefreti, Nehlüdof'un içinde bulunduğu iyi ruhsal durumu bozuyordu. Canı sıkılıyor,
üzülüyordu.
Krıltsof'un soğuk, titreyen elini sıkarak:
— Nasılsınız? dedi.— 438 —
Krıltsof, elini aceleyle yarım kürkünün koluna sokarak:
— İyiyim, dedi, yalnız ısınamıyorum bir türlü, sırılsıklam üstüm başım. Burası da öyle soğuk ki.
Demir parmaklıkların dışındaki, iki camı kırılmış pencereyi gösterdi.
— Pencereler de kırık. Sizden ne haber? Nerelerdeydiniz bu zamana kadar?
— Bırakmadılar, komutanlar çok sertti. Neyse bugünkü biraz yumuşak çıktı.
— Ne de yumuşak ya! dedi Krıltsof. Bu sabah ne yaptığını Maşa'ya sorun.
Manya Pavlovna, yerinden kalkmadan, o sabahki kız çocuğu olayını anlattı.
Vera Yefremovna kararlı bir sesle —ama kararsız, ürkek bakışlarını hücredekilerin yüzünde dolaştırarak:
— Bence topluca dilekçe vermeliyiz, dedi. Vladimir söyle- • di, ama yetmez bu.
Kırıltsof yüzünü ekşiterek:
— Dilekçe mi? dedi.
Vera Yefremovna'nın tavırlarındaki yapmacıktan, sinirli davranışlarından çoktan beri hoşlanmadığı belliydi.
Nehlüdof'a döndü hemen.
— Katya'yı mı arıyorsunuz? Durup dinlenmeden çalışıyor, ortalığı temizliyor. Önce burayı, erkek
hücresini temizledi, şimdi kadınlarınkini temizliyor. Yalnız pireleri temizlemek gelmiyor elinden. Onlar da
rahat rahat yiyorlar bizi.Başıyla Mariya Pavlov-na'nın olduğu köşeyi göstererek:
— Maşa ne yapıyor orada? diye sordu. Rantseva:
— Evlâtlığının saçlarını tarıyor, dedi. Kırıltsof gülümsedi.
— Biti pireyi bizim üzerimize salmasın da. Mariya Pavlovna:
— Yo. dedi, dikkatli oluyorum. Temizlendi artık zaten. (Rantseva'ya döndü) Alın onu, gidip Katya'ya
yardım edeceğim ben. Battaniye de götüreyim ona.
Rantseva çocuğu aldı; çıplak, tombul kollarını bir anne şef— 439 —
katiyle sıkarak yanına oturttu onu, bir parça şeker verdi eline. Mariya Pavlovna çıktı, biraz sonra sıcak
suyla, yiyecekle iki erkek girdi içeri.
XII
Girenlerden biri orta boylu, zayıfça bir gençti. Kalındı kürkü, çizmeleri uzundu. Sıcak su dolu, buhar çıkan
iki çaydanlık tutuyordu elinde, koltuğunun altında beze sarılı ekmek vardı. Çaydanlığı fincanların yanına
koyup, ekmekleri Maslova'ya verirken:
— Bizim Prens gelmiş demek en sonunda, dedi.
Yarım kürkünü çıkarıp, başının üzerinden ranzanın kenarına atarken devam etti:
— Çok güzel şeyler aldık. Markel sütle yumurta aldı, balo var sanki bu akşam. Rantseva'ya bakıp
gülümsedi:
— Kirilovna da her şeyi gıcır gıcır yapmış. Hadi koy çayı. Bu gencin hareketlerinden, ses tonundan
bakışma kadar her
şeyinde bir canlılık, neşe vardı. Gene orta boylu olan ötekîsiyse tersine, asık yüzlü, bakışlarından hüzün
okunan bir adamdı. Renksiz, kuru yüzünde elmacık kemikleri hemen dikkati çekiyordu. Güzel, yeşil gözleri
iri iri, dudakları inceydi. Eski, pamuklu kumaştan bir palto vardı üzerinde, çizmeleri lâstikti. İki çömlekle bir
sepet vardı kucağında. Getirdiklerini Rantseva'nın önüne koyduktan sonra başını hafifçe eğerek selâm
verdi Nehlüdof'a. Öyle ki, selâm verirken gözlerini ayırmamıştı ondan. Sonra terli elini isteksiz isteksiz
uzattı ona, sepettekileri çıkarmaya başladı. Bu iki siyasi suçlu da halktandı: Birincisi köylü Nabatof, ikincisi
fabrika işçisi Markel Kondratyef'di. Markel otuz beş yaşında genç bir adamken katılmıştı devrimciler
arasına; Naba-tof'sa on sekiz yaşında. Köy okulunu bitirdikten sonra, üstün başarı gösterdiği için liseye
alınmıştı Nabatof. Derslerinden başka bir şeyle ilgilenmediği için orayı da altın madalya alarak bitirmiş,
ama —daha yedinci sınıfta, unutulmuş kardeşlerini aydınlığa kavuşturmak için, arasından çıktığı halkın
arasına dönmeye karar verdiğinden— üniversiteye girmemiş, büyük bir köye kâtip olmuş. Ama köylülere
kitap okudu, aralarında alış-veriş için küçük ortaklıklar kurdurdu gerekçesiyle kısa bir zaman sonra
tutuklanmış. Bu birinci tutuklanışında sekiz ay yatmış ceza-— 440 —
evinde; davranışları gizliden izlenilmek üzere serbest bırakılmış. Cezaevinden çıkar çıkmaz başka bir il'e
gitmiş, bir köye öğretmen olmuş, aynı şeyi orada da yapmış. Gene yakalamışlar onu, bu kez bir yıl iki ay
tutmuşlar içerde. Cezaevinde daha da güçlenmiş inançları.
Cezaevine ikinci girişinden sonra Permi iline sürmüşler onu, Kaçmış oradan. Gene yakalanmış, yedi ay
cezaevinde yatırdıktan sonra Arhangelsk iline sürmüşler. Orada bu kez yeni Çar'a bağlılık yemini etmediği
için Yakut bölgesine sürgün edilmiş. Öyle ki, kendini bildi bileli ömrünün yarısı cezaevlerinde geçmiş.
Bütün bunlar onu hiç öfkelendirmediği gibi, canlılığını da azaltmıyor, tersine, daha da neşeli ediyordu.
Sindirim sistemi çok iyi çalışan, daima neşeli, çalışkan, hareketli bir insandı. Hiç bir zaman pişmanlık
duymaz, gelecek üzerine kafa yormaz, aklının bütün gücünü, becerikliliğini, iş bilirliğini, günün koşullarına
göre kullanırdı. Dışardayken, kendine amaç olarak seçtiği şey için —işçi, özellikle köylü sınıfının aydınlığa
kavuşması, örgütlenmesi için— çalışıyor; içerdeyken de gene aynı heyecanla, aynı beceriklilikle dış
dünyayla ilişki kurmak için, günün koşulları altında, yalnız kendisinin değil, bütün arkadaşlarının en iyi
biçimde yaşamaları için elinden geleni yapıyordu. Her şeyden önce bir toplum insaniydi. Kendisi için hiç bir
şey istemez, en küçük bir şeyle yetinir, ama arkadaşları için çok şey ister, her çeşit işi —beden işini de,
fikir işini de— durmadan dinlenmeden, yemeden, uyumadan yapabilirdi. Bir köylü olduğu için çalışkan,
açıkgöz, becerikli, davranışlarında ölçülü, kendini zorlamadan kibar, başkalarının yalnızca duygularına
değil, düşüncelerine karşı da saygılıydı. Okuma yazması olmayan, dinine bağlı, dul, yaşlı annesi sağdı;
Nabatof yardım ederdi ona; cezaevinde olmadığı zamanlar da sık sık gider görürdü onu. Nabatof eve
geldiğinde annesinin yaşayışının içine girer, işlerinde yardımcı olur, eski arkadaşlarıyla, köyün
delikanlılarıyla ilişkisini kezmezdi. Gizli gizli tütün içerdi onlarla, yumruk yumruğa dövüşürdü; nasıl
aldatıldıklarını, aldatılmaktan kurtulmak için ne yapmaları gerektiğini anlatırdı onlara. Devrimin halka
getirecekleri üzerine düşünmeye, konuşmaya başlayınca, içinden çıktığı halkı hep olduğu gibi —yalnız
toprağa kavuşmuş, memurlardan, beylerden kurtulmuş
— 441 —
olarak— getirirdi gözünün önüne. Onun düşüncesine göre, halkın yaşayışını temelinden değiştirmemeliydi
—bu konuda Novodvo-rof'la, onun öğrencisi Markel Kondratyef'le ayrılıyordu görüşleri;— devrimin bütün
yapıyı yıkmaması gerektiğini düşünüyordu o; bu, çok sevdiği, sağlam, yüce yapının iç kuruluşunda
birtakım değişiklikler yapmalıydı yalnızca.
Din konusunda da tam bir köylüydü: Fizik ötesi sorunları, her şeyin başlangıcı, ölümden sonra ne olacağı
üzerine hiç düşünmezdi. Tanrı —Arago için olduğu gibi— onun için de, incele-leyi aklının ucundan
geçirmediği bir varsayımdı. Dünyanın na-nasıİ kurulduğunu, Moisey'in dediklerinin mi yoksa Darvin'in
dediklerinin mi doğru olduğunu umursadığı yoktu. Arkadaşlarının öylesine önemsedikleri Darvinizm de, altı
günde yaratılma kuramı gibi bir düşünce oyuncağıydı onun için.
Dünyanın nasıl kurulduğu sorunuyla ilgilenmemesinin sebebi, dünyada daha iyi nasıl yaşanılabileceği
sorununun bir an ak-rından ona da kalmıştı, ruhunun derinliklerinde taşıyordu onu; la uğraşan insanların
hepsinde ortak olan o kesin inanç, atalarından ona dal kalmıştı, ruhunun derinliklerinde taşıyordu onu;
Dünyada canlılardan, bitkilerden hiç birinin yok olmadığına, devamlı olarak bir biçimden başka biçime
girdiklerine inanıyordu. Gübre, buğday, buğday tavuk oluyordu; larva kurbağaya, tırtıl kelebeğe, fidan
ağaca dönüşüyordu. Öyleyse insan da yok olmayacak, biçim değiştirecekti yalnızca. Buna inanıyor, bu
yüzden ölümden hiç mi hiç korkmuyor, ölümün getireceği ıstırapları önemsemiyor, ama bu konuda
konuşmayı da sevmiyor, becere-miyordu. Çalışmaktı onun sevdiği, insanı başarıya götürecek işlerle
uğraşırdı daima, arkadaşlarını da bu çeşit işlerde çalışmaya zorlardı.
Kafiledeki, halktan öteki siyasi suçlu Markel Kondratyef, yaradılış bakımından çok değişikti Nabatof'tan.
On beş yaşında işe girmiş, aşağılık duygusunu yenmek için sigaraya, içkiye başlamıştı. Bu aşağılık
duygusunu ilk kez, çocukken bir yil başında duymuştu: Fabrikatörün karısının hazırladığı çam ağacının
yanına götürmüşlerdi onları; ona da, öteki işçi çocuklarına da bir rublelik birer düdük, elma, fındık, çilek
vermişlerdi; fabrikatörün çocuklarınaysa, o zaman ona büyülü gibi görünen, —elli rubleden442 —
— 443 —
pahalı olduklarını sonra öğrendiği— oyuncaklar armağan etmişlerdi. Fabrikaya tanınmış bir kadın devrimci
işçi olarak girdiğinde yirmi yaşındaydı Kondratyef. Kadın, onun kafası çalışan bir genç olduğunu anlamış,
ona kitaplar, bildiriler veriyor, onunla uzun uzun konuşuyor, toplumun içinde bulunduğu durumu, bu
durumun sebeplerini, düzeltilmesi için gerekli olan şeyleri anlatıyordu ona. İçinde bulunduğu kötü
durumdan kendisinin de başkalarının da kurtulmak olanağının bulunduğunu öğrenip, bu haince haksızlığı
getirenlerin, yürütenlerin cezalandırılmaları için de önüne geçilmez bir istek doldurdu benliğini. Bu olanağı
kişi-oğluna bilimin sağladığını söylemişlerdi ona; o da büyük bir hırsla bilime vermişti kendini. Bilimin
sosyalist ülküyü nasıl gerçekleştireceğini bilmiyordu, ama içinde bulunduğu durumun haksızlıklarını ona
gösterdiğine göre, aynı bilimin bu haksızlıkları düzelteceğine de inanıyordu. Sonra kendi gözünde öteki
insanlardan daha bir yükseğe çıkarmıştı onu bilim. Bu nedenle sigarayı, içkiyi bırakmış, fabrika deposuna
yazıcı olarak alındıktan sonra çoğalan boş zamanının hepsini okumaya vermişti. Devrimci kadın gerekli
bilgileri veriyordu ona, her şeyi öğrenmekte gösterdiği üstün kavrama yeteneğine, hırsına şaşıyordu. İki yıl
cebir, geometri, tarih çalıştı —öellikle tarihi çok seviyordu;— edebiyat kitaplarını, eleştiri yazılarını, sosyal
yayınları okudu.
Devrimci kadını cezaevine attılar, Kondratyef'i de, odasında yasak kitaplar bulunduğu için tutuklayıp, bir
süre cezaevinde tuttuktan sonra Vologorsk iline sürgün ettiler. Orada Novodvo-rof'la tanıştı, devrimci bir
sürü kitap daha okudu, eski bilgilerini tazeledi, sosyalist görüşleri daha da güçlendi. Sürgünden döndükten
sonra, çalıştığı fabrikanın yıkılması, müdürünün öldürülmesiyle sonuçlanan bir işçi ayaklanmasına önderlik
etti. Cezaevine attılar onu, yurttaşlık haklarından yoksun edilerek sürgün cezasına çarptırıldı.
Ekonomik düzene olduğu gibi, dine karşı da olumsuzdu tutumu. Yetiştirildiği dinin anlamsızlığını
gördükten, kendini ondan büyük çaba harcayarak, —önceleri korkuyla, sonra heyecanla, coşkunlukla—
kurtardıktan sonra; onun da, atalarının da böylesine aldatılmalarının öcünü almak istiyormuşcasına,
papazlarla, dînle alay etmeye başlamıştı.
l
Kendi için çok şey istemez, en küçük bir şeyle yetinirdi. Çalışmaya çocukluktan başlamış herkes gibi
adaleli, sağlam bünyeli bir insandı; en ağır işte rahatlıkla uzun süre çalışabilir; okumaya devam edebilmesi
için cezaevlerinde, menzillerde boş zamanı olsun çok isterdi. Şimdi Marks'ın birinci cildini okuyor, kitabı,
büyük değeri olan bir şey gibi özenle saklıyordu torbasında. Arkadaşlarına karşı pek bir soğuktu. Yalnız
Novodvorof'a yakınlık gösteriyordu; yürekten bağlıydı ona, her konudaki düşüncesini tartışma götürmez
gerçek sayıyordu.
Önemli işlerde ayak bağı olarak gördüğü kadınlara karşı sonsuz bir küçümseme duyardı. Ama Maslova'ya
acırdı; alt tabanın üst tabakaca ezilmesinin bir örneği olarak gördüğü için iyi davranırdı ona karşı. Bu
yüzden Nehlüdof'u sevmez, onunla pek konuşmazdı. Nehlüdof ona selâm verdiği zaman yalnızca elini
uzatırdı, kendi Nehlüdof'un elini sıkmaz, Nehlüdof'un, onun elini sıkmasını beklerdi.
XIII
Soba tutuşmuş, çay demlenmiş, bardaklara, fincanlara konmuş, üzerine süt eklenmiş; taze ekmekler,
haşlanmış yumurtalar, yağ, dana başı, ayağı çıkarılmıştı. Herkes masa diye kullanılan ranzanın başına
toplanmış, yiyor, içiyor, konuşuyordu. Rant-seva bir sandığın üzerinde oturuyor, bardağı boşalana çay
koyuyordu. Islak yarım kürkünü çıkarıp kuru battaniyesine sarınmış, yatağına uzanmış, Nehlüdof'la
konuşan Krıltsof'dan başka herkes Rantseva'nın çevresindeydi.
Yolculuk sırasındaki soğuktan, yağmurdan, çamurdan, burada karşılaştıkları pislikten, düzensizlikten,
ortalığa bir çeki-düzen vermek için yorucu çalışmadan sonra karınları doyunca, sıcak çay içinde hepsi de
neşelenmişti şimdi.
Duvarın arkasından duyulan öteki suçluların gürültü patırtısı, bağırıp çağırmaları, küfürleri, nasıl bir
ortamda olduklarını onlara hatırlatıyormuş gibi daha bir huzur veriyordu onlara. Denizin ortasındaki
küçücük bir adadaymış gibi, bu insanlar, onları kuşatan ıstıraplardan, hor görülmeden bir an uzak
hissetmişlerdi kendilerini, neşelenmiş, heyecanlanmışlardı. İçinde bulundukları durumdan, onları nelerin
beklediğinden başka her şeyden— 444 —
sözediyorlardı. Ayrıca, zoraki bir araya getirilmiş kadınlı erkekli gençler arasında her zaman görüldüğü
gibi, onlar arasında da bilinen, bilinmeyen gönül bağları doğmuştu. Hemen hemen hepsi birbirine
tutkundu. Novodvorof, hep gülümseyen, güzel Gra-bets'e âşıktı. Grabets pek az düşünen, genç bir
üniversite öğrencisiydi; devrime karşı da ilgisizdi... Ama zamanın etkisine kapılmış, ne yapıp yapıp sürgün
cezasına çarptırtmıştı kendini. Onca en önemli olan, erkekler konusundaki başarılarıydı; sorgularda da,
cezaevinde de, sürgünde de bundan başka bir düşündüğü olmamıştı. Şimdi de Novodvorof'un kendisiyle
ilgilenmesiyle avunuyordu; o da Novodvorof a âşıktı. Her önüne gelene tutulan, ama nedense sevilmeyen
Vera Yefremovna kâh Nabatofa, kâh Novodvorof'a âşık oluyordu. Kriltsof da Mariya Pavlovna'ya karşı
aşka benzeyen bir duygu besliyordu. Erkeklerin kadınlara karşı duydukları sevginin aynıydı bu, ama onun
aşk üzerine düşüncelerini bildiği için bu duygusunu dostluk, minnettarlık —Mariya Pavlovna çok yakın ilgi
gösteriyordu ona, hizmetini yapıyordu— perdesi arkasında ustalıkla gizli tutuyordu. Nabatof'ia Ront-seva
çok seviyorlardı birbirlerini. Mariya Pavlavna'nın sağduyulu bir kız olduğu kadar, Rantseva da sağduyulu,
kocasına bütün varlığıyla bağlanan bir kadındı.
On altı yaşında, daha lisedeyken, Petersburg üniversitesinde öğrenci Rantsef'e tutulmuş, on dokuz
yaşında, Rantsef daha üniversitedeyken evlenmişti onunla. Kocası, dördüncü sınıfta üniversite olaylarına
katılmış, Petersburg'dan sürülmüş, devrimci olmuş. O da tıp fakültesinden ayrılmış, kocasının peşinden
gitmiş, devrimci olmuştu. Kocasını dünyadaki bütün erkeklerin en iyisi, en akıllısı bilmeseydi sevmezdi
onu, sevmeyince de ev-lenmezdi onunla. Dünyanın en iyi, en akıllı erkeğini sevip, onunla evlendikten
sonra hayatı, hayatın amacını en iyi, en akıllı erkeğin anladığı gibi anlamaya, görmeye başladı. Kocası
önceleri hayatı okuyup öğrenmek olarak bilirdi, o da bu görüşü benimsemişti. Kocası devrimci olunca o da
oldu. Bu düzenin sürüp gidemeyeceği, her insanın bu düzene karşı savaş açması; kişinin özgürce
gelişebileceği politik, ekonomik ortamın sağlanması için elinden geleni yapması gerektiği üzerine oldukça
inandırıcı konuşuyordu. Gerçekten böyle düşündüğünü, hissettiğini sanıyor— 445 —
du da, oysa aslında kocasının düşünceleriydi bunlar. İstediği tek şey de kocasıyla arasında hiç bir görüş
ayrılığının olmamasıydı.
Kocasından, annesinin yanına bıraktığı oğlundan uzakta olmak çok ağır bir şeydi onun için. Ama bu
ayrılığa ruhsal çöküntüye uğramadan, soğukkanlılıkla katlanıyordu: Bunu kocası için, —kocası da ona
hizmet ettiğine göre— doğruluğundan kuşku edilemeyecek bir dâva uğruna yaptığını biliyordu çünkü. Her
an kocası vardı aklında, eskiden olduğu gibi şimdi de kocasından başka hiç kimseyi sevemezdi.
Gelgelelim, Nabatof'un yürekten, temiz aşkı duygulandırıyor, heyecanlandırıyordu onu. Kocasının
arkadaşı olan dürüst, kişilik sahibi Nabatof, kızkardeşiymiş gibi davranıyordu ona karşı; ama
davranışlarında kardeş duygusundan öte bir şey vardı sanki, bu şey ikisini de ürkütüyor, aynı zamanda
güç yaşayışlarına bir tad veriyordu.
Öyle ki, bu grupta aşk duygusundan tamamen uzak olan, Mariya Pavlovna'yla Kondratyef'ti yalnız.
XIV
Nehlüdof, her zaman olduğu gibi Katyuşa'yla, çaydan sonra yalnız görüşmek niyetindeydi. Kriltsof'un
yanına oturmuş, onunla konuşuyordu. Söz arasında Makar'ın ona baş vurmasını, işlediği suçun öyküsünü
anlatıyordu ona, Kriltsof, parlayan bakışını Mehlüdof'un yüzüne doğrultmuş, büyük bir dikkatle dinliyordu.
Birden:
— Evet, dedi. Sık sık düşünürüm aynı şeyi. Kimlerle beraber gidiyoruz Sibirya'ya? Mutlulukları için
buralara sürüldüğümüz insanlarla. Oysa hiç tanımıyoruz onları, tanımak da istemiyoruz. Üstelik nefret
ediyorlar bizden, düşman sayıyorlar. Asıl korkunç olan bu işte.
Nehlüdof'la Krıltsof'un konuşmasına kulak kabartan Novodvorof, çatlak sesiyle:
— Korkunç olan
bir şey yok burada, dedi. Halk iktidara saygı duyar daima. Bugün hükümettir
iktidarda olan, ona saygı duyuyor, bizden nefret ediyor; yarın biz olacağız iktidarda, o zaman bizi
sayacaklar...
Tam o sırada duvarın öte yanında bir gürültü oldu; küfürler, zincir sesleri, bağırıp çağırmalar duyuldu,
duvarı yumrukluyor-446 —
— 447 —
lardı. Birini dövüyorlardı, biri, Nöbetçi! diye bağırıyordu. Novodvorof sakin:
— Baksanıza hayvandan farkları var mı? dedi. Onlarla bizim aramızda bir yakınlaşma söz konusu olabilir
mi?
Krıltsof sinirli:
— Hayvan, diyorsun ama, dedi, Nehlüdof şimdi bir olay anlattı.
Makar'ın, hemşerisini kurtarmak için hayatını nasıl tehlikeye attığını anlattı ona.
— Bu hayvanlık değil, soylu bir davranıştır, diye ekledi. Novodvorof alaylı:
— Duygululuk! dedi. Bu insanların ruhlarında olup bitenleri, davranışlarını anlayamayız biz. Sen soyluluk
görüyorsun bu davranışta, oysa belki de kıskanmıştır o kürek cezalısını.
Birden Mariya Pavlovna karıştı söze, öfkeli:
— Başkalarında iyi bir yan göremezsin sen zaten, dedi. (Herkesle senli benliydi.)
— Olmayan bir şeyi nasıl göreyim?
— Hayatını bile bile korkunç bir tehlikeye atıyor adam, nasıl olmaz bunda iyi bir yan?
Novodvorof:
— Bence, dedi, başarıya ulaşmak istiyorsak, bunun için ilk koşul (Kondratyef, lâmbanın yanında okuduğu
kitabı bir kenara koydu, dikkatle dinlemeye başladı öğretmenini) olayları, gözümüzde büyütmeden,
olduğu gibi görmektir. Her şeyi halk içirt yapmak, ondan hiç bir şey beklememek. Halk, çalışmamızın
ereğidir bizim, ama bugünkü durgunluk içinde bulunduğu sürece, yardımcı olamaz bize. Bu nedenle,
halkı hazırladığımız gelişme gerçekleşinceye kadar ondan yardım beklemek kendimizi hayale kaptırmak
olur.
Söylev veriyormuş gibi konuşuyordu. Krıltsof, yüzü kızararak:
— Ne gelişmesi? dedi. Keyfî yönetime, yönetimde baskıya karşı olduğumuzu söylüyoruz, bu da bir çeşit
baskı değil midir?
Novodvorof sakin, cevap verdi:
— Değildir. Halkın hangi yoldan yürümesi gerektiğini bildiğimi söylüyorum ben, gösterebilirim de bu yolu.
— Peki ama gösterdiğin yolun doğru olduğunu nereden biliyorsun? Engizisyonu, büyük devrimin
cinayetlerini doğuran bas-kı da bu değil midir? Onlar da biliyorlardı doğru olan tek yolu.
— Onlar yanıldılarsa, bizim de yanıldığımızı göstermez bu. hem onların saçmalarıyla ekonomi biliminin
delilleri arasında büyük ayrılık vardır.
Novodvorof un sesi hücreyi dolduruyordu. Yalnız o konuşu-yor, ötekiler dinliyordu. Bir an ara verince
Mariya Pavlovna:
— Durmadan tartışırlar, dedi. Nehlüdof sordu ona:
— Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
— Bence Anatoli haklıdır, halkı bizim gibi düşünmeye zor-fayamayız.
Nehlüdof, Maslova'ya döndü, gülümseyerek:
— Ya siz, Katyuşa? dedi.
Onun cevabını beklerken, uygunsuz bir şey söyleyeceği korkusuyla titredi içi.
Maslova, kulaklarına kadar kızararak:
— Bence ezilmiştir basit halk, dedi, hem de çok. Nabahof:
— Doğru Mihaylovna, çok doğru, diye haykırdı. Adamakıllı ezildi şimdiye kadar. Artık ezilmemeli. Biz de
bunun için çalışı yoruz zaten.
Novodvorof:
— Devrimin amacı üzerine tuhaf bir düşünce, dedi. Canı sıkkın, sigara içmeye başladı.
Krıltsof:
— Onunla konuşamıyorum, diye fısıldadı. Nehlüdof:
— Konuşmamak çok daha iyi, dedi.
XV
Novodvorof bütün devrimcilerce sayıldığı, çok bilgili, çok zeki olarak bilindiği halde, Nehlüdof, ahlâk
yönünden ortanın altında, ondan aşağı devrmicilerden sayardı onu. Bu adamın akıl gücü —bölüneni—çok
büyüktü; ama kendi üzerine düşüncesi de —böleni— bölüneninden kat kat büyüktü, akıl gücünü çoktan
— 448 —
gerilerde bırakmıştı.
Ruhsal yönden Simonson'un tam tersi bir insandı. Simon-son, davranışları düşünceden doğan, düşünce
sınırlarını aşmayan insanlardandı, —çoğunlukla erkekler arasında görülür böy-leleri.— Novodvorof ise
—daha çok kadınlarda görüldüğü gibi— düşünce eylemi bir ölçüde, duygunun koyduğu amaca, bir ölçüde
de gene duygunun sebep olduğu davranışları haklı göstermeye yönelmiş insanlardandı.
Novodvorof'un devrim çalışması —onu son derece inandırıcı delillerle, çok güzel açıkladığı halde—
Nehlüdof'a bir kendini göstermek, önder olmak çabası olarak görünüyordu. Başlangıçta, başkalarının
düşüncelerini kavramakta, onları oldukları gibi aktarmakta yetenekli olduğu için öğrenimi süresince, bu
yeteneğe büyük değer verildiği çevrede (lisede, üniversitede) önderdi daima, seviyordu önderliği. Ama
diplomasını alıp da okuldan ayrılınca bu önderliği de sona ermişti —Novodvorof'tan hoşlanmayan Krıltsof
böyle anlatmıştı Nehlüdof'a;— yeni çevresinde de önder olabilmek için bu kez tüm düşüncelerini
değiştirmiş, ılımlı ilericilikten aşın ilericiliğe geçmişti. Yaradılışında kuşku, kararsızlık uyandıran ruhsal,
estetik niteliklerden bulunmadığı için kısa bir zaman sonra devrim çevresinde de istediği önderliği elde
etmişti. Kendine bir yol seçtikten sonra bu konuda hiç bir şeyden kuşku etmezdi artık, kararsızlığa
düşmezdi; bu yüzden de hiç bir zaman yanılmadığına inanırdı. Her şey son derece basit, açık seçik,
kesindi onun için. Görüşlerinin darlığı, tek yanlılığı nedeniyle gerçek, sade, açık seçik görünüyordu ona;
gerçeğin akla yatkın olması gerektiği inanandaydı. Kendine güveni öylesine büyüktü ki, bu güven ya
uzaklaştırıyor-du insanları kendinden, ya da buyruğu altına alıyordu. Çalışmaları, onun kendine bu sınırsız
güvenini derin düşünce, sağduyu sanan çok genç insanlar arasında olduğu için, çoğunluk boyun eğiyordu
ona; devrimciler arasında önemli bir yeri vardı. Çalışmaları, gençleri baş kaldırmaya hazırlamak yönünde
oluyordu. Sonra yönetimi eline alacak, insanları çevresinde toplayacaktı. Onun yaptığı program
uygulanacaktı. Bu programın her çeşit sorunu ortadan kaldıracağına, onun uygulanmasının zorunlu
olduğuna inanıyordu.
— 449 —
Arkadaşları gözüpekliği, kararlılığı yüzünden saygı duyuyorlardı ona, ama sevmiyorlardı onu. O da hiç
kimseyi sevmiyor, yetenekleriyle dikkati çekenleri kendine rakip görüyordu. Elinden gelse, yaşlı erkek
maymunların genç maymunlara yaptığını yapardı onlara. Kendi yeteneklerini göstermesine engel
olmasınlar diye hepsinin yeteneklerini, akıllarını alırdı ellerinden. Onun önünde eğilen insanlara karşı iyi
davranıyordu yalnızca. Şimdi de etkisi altına aldığı işçi Kondratyef'e, Vera Yefremovna'ya, bir de güzel
Grabets'e karşı iyi davranıyordu. Vera Yefremovna'yla Grabets âşıktılar ona. Gerçi kadın sorunu
yanındaydı görünüşte, ama ruhunun derinliklerinde, bütün kadınları akılsız, değersiz yaratıklar sayardı.
Yalnız, duygu yönü ağır basan —şimdi Grabets'e olduğu gibi— bir sevgiyle sık sık bağlandığı kadınları,
yüksek yeteneklerini yalnız kendisinin görebileceği olağanüstü kadınlar olarak görürdü. Kadın erkek
arasındaki ilişkileri, bütün öteki sorunlar gibi son derece basit, açık seçik, serbest sevginin tamamen
çözümlenmiş bir yanı sayardı. Bîri yasa dışı, biri resmî nikâhlı iki karısı olmuş; nikâhlı karısından,
aralarında gerçek aşk olmadığını anlayınca ayrılmış; şimdi Grabets'le serbest bir evlilik kurmayı
düşünüyordu.
Nehlüdof'u, Maslova'yla —onun dediği gibi— fingirdeşti-ği; en önemlisi de, düzenin aksaklıkları, bu
aksaklıkların düzeltilmesi üzerine noktası noktasına onun —Novodvorof'un— düşünmediği —bîr prens
gibi, yani aptalca düşündüğü—için küçük görüyordu. Nehlüdof, Novodvorof'un ona karşı olan bu tutumunu
biliyor, yolculuk sırasındaki iyi ruhsal durumuna rağmen, onun da ona aynı biçimde karşılık vereceğinden
korkuyor, bu adama duyduğu aşırı soğukluğu bir türlü yenemiyordu.
XVI
Bitişikteki odada emirler duyuldu. Ses kesildi, sonra yanında iki erle, çavuş girdi içeri. Yoklama
yapacaklardı. Çavuş, herkese parmağıyla dokunarak bir bir sayıyordu hücredekileri. Sıra Nehlüdof'a
gelince yılışık bir gülümsemeyle:
— Yoklamadan sonra kalamazsınız artık burada, dedi. Çıkmalısınız. Bunun ne anlama geldiğini bilen
Nehlüdof yaklaştı çaDiriliş — F: 29— 450 —
— 451
vuşa, önceden hazırladığı üç rubleyi eline sıkıştırdı.
— Ne yaparsınız! Oturun biraz daha bari.
Çavuş dönüp çıkıyordu ki, arkasında seyrek sakallı, gözü şişmiş, uzun boylu, zayıf bir cezalıyla, başka bir
assubay girdi içeri. Cezalı:
— Kızımı almaya geldim, dedi.
Birden bir çocuk sesi çınlattı hücrenin içini:
— Babam geldi!
Kız çocuğunun sarı saçlı başı, Rantseva'nın verdiği etekten ona yeni bir entari diken Rantseva'nın, Marya
Pavlovna'nın, Kat-yuşa'nın arasından uzandı.
Buzovkin şefkatle:
— Benim, kızım, ben, dedi.
Mariya Pavlovna, Buzovkin'in şiş yüzüne acıyarak baktı.
— Burada rahattı, dedi. İzin verin yanımızda kalsın. Kız çocuğu, entarisini babasına göstererek:
— Bayanlar bana yeni lopat (') dikiyorlar, dedi. Çok güzel oluyor.
Rantseva, kızın başını okşayarak:
— Bizim yanımızda uyumak istiyor musunuz? diye sordu.
— İstiyorum. Babamı da istiyorum ama.
Rantseva sevgiyle gülümsedi.
— Baban olmaz, dedi. Kızın babasına döndü:
— Bırakın onu bize. Çavuş kapıdan:
— Hadi bırakın, diye mırıldandı.
Assubayla çavuş koridora çıktılar. Erler de çıkar çıkmaz Na-batof, Buzovkin'in yanma sokuldu, elini
omuzuna koyarak:
— Karmanof'un yer değiştirmek istediği doğru mu? dedi. Buzovkin'in içtenlikle kaplı yüzü birden değişti,
bulutlandı,
gözlerine bir gölge indi sanki.
— Bilmiyorum, duymadım, dedi. Öyle bir şey mi var? Gözlerinde gene o gölge:
— Peki Aksütfa, diye ekledi, bayanların yanında keyfine bak.
(') Lopat: Sibîryaca entari. (L. N. Tolstoy'un notu.)
Aceleyle çıkıp gitti. Nabatof:
— Bilmesine biliyordur, ama söylemez, dedi. Yer değiştiler anlaşılan. Ne yapacaksınız şimdi?
Nehlüdof:
— Kentte komutanlığa bildireceğim durumu. İkisini de tanıyorum.
Besbelli gene tartışmanın başlamasından çekindikleri için, hepsi susuyordu. Deminden beri ellerini başının
altına almış, söze karışmadan köşedeki yatağında sırtüstü yatan Simonson kararlı, doğruldu yerinden,
oturanları dikkatle gözden geçirdikten sonra Nehlüdof'a yaklaştı.
— Şimdi dinleyebilir misiniz beni? Nehlüdof:
— Elbette, dedi.
Simonson'un arkasından çıkmak için ayağa kalktı, O anda Nehlüdof'la gözgöze gelen Katyuşa kızardı,
şaşırmış gibi başını salladı. Koridora çıktıklarında Simonson:
— Sizinle bir şey görüşmek istiyorum, diye başladı. Öteki cezalıların bağırıp çağırmaları, gürültüleri
daha çok
duyuluyordu koridorda. Nehlüdof yüzünü buruşturdu, ama Simonson'un bunu umursamadığı belliydi.
İçtenlik okunan gözleriyle Nehlüdof'un yüzüne dikkatli dikkatli bakarak devam etti:
— Katerina Mihayiovna'yla aranızdaki ilişkiyi bildiğimden, kendimi... O sırada kapıda iki kişi bağıra
bağıra bîr şeyin tartışmasını yapmaya başladıkları için susmak zorunda kalmıştı.
Adamlardan biri:
— Anlamıyor musun gâvur suratlı herif, benimki değil! diye bağırıyordu.
Kısık bir ses cevap veriyordu ona:
— Allah belânı versin, şeytan tohumu! Tam o anda Mariya Pavlovna çıktı koridora.
— Burada konuşulmaz, dedi. Bizim odaya gelin, Vera'dan başka kimse yok orada. Önden yürüdü,
besbelli tek kişilik bir hücre olan, şimdi siyasi suçlu kadınlara ayrılmış küçük odaya girdi. Vera
Yefremovna, yüzükoyun uzanmıştı bir yatağa. Mariya Pavlovna:
— 452 —
— 453 —
— Migreni tuttu, dedi, uyuyor, duymaz sizi, ben de gidiyorum! Simonson:
— Hayır, diye atıldı, kal, hiç kimseden özellikle senden gizlim yoktur benim.
Mariya Pavlovna:
— Pekâlâ, dedi.
Çocuksu bir hareketle bedenini iki yana sallayarak ranzaya çöktü; iri güzel gözleriyle uzaklarda bir yere
bakarak dinlemeye hazırlandı.
— Sizinle bir şey görüşmek istiyorum, diye tekrarladı Simonson, Katerina Mihaylovna'yla aranızdaki
ilişkiyi bildiğimden, kendimi, onunla ilgili düşüncelerimi size açmak zorunda hissediyorum.
Simonson'un içtenliğinden hoşlanan Nehlüdof:
— Yani? diye sordu.
— Yani, Katerina Mihaylovna'yla evlenmek isterdim... Mariya Pavlovna bakışını Simonson'a doğrultup:
— Şaşılacak şey! dedi. Simonson devam ediyordu:
— ... karım olmasını isteyeceğim ondan, kararımı verdim. Nehlüdof:
— Benim yapacağım bir şey yok burada? dedi. Onun bileceği iş bu.
— Öyle, ama sizin bu konuda ne düşündüğünüzü bilmeden karar veremez.
— Neden?
— Çünkü, aranızdaki ilişkiler kesin bir sonuca bağlanmadıkça bir seçim yapamaz kendiliğinden.
— Benim yönümden kesin sonuca bağlanmıştır. Kendimi yapmak zorunda saydığım şeyi yapmak
istedim; ayrıca, durumunu kolaylaştırmak için çalışıyorum, ama özgürlüğünü ne olursa olsun, kısıtlamak
istemem.
— Evet, ama sizin kendinizi feda etmenizi istemiyor.
— Öyle bir şey yok ortada zaten.
— Bu konuda kararının kesin olduğunu da biliyorum. Nehlüdof:
— Benimle görüşmek istediğiniz nedir öyleyse? diye sordu.
— Sizin de onun gibi düşünmenizi istiyor.
— Yapmam gerektiğine inandığım şeyi yapmamam gerektiğini nasıl söyleyebilirim? Söyleyebileceğim
bîr şey vardır bu konuda: Ben serbest değilim, ama o serbesttir.
Simonson, düşünceye dalarak bir an sustu.
— Pekâlâ, dedi, böyle söylerim kendisine. Ona âşık olduğumu sanmayın sakın. Temiz ruhlu, çok ıstırap
çekmiş, iyi bir insan olduğu için seviyorum onu. Hiç bir şey istemiyorum ondan, ama ona yardım etmeyi,
duru...
Simonson'un sesinin titremesi şaşırtmıştı Nehlüdof'u, Simonson devam ediyordu:
— ... durumunu kolaylaştırmayı çok istiyorum. Sizin yardımınızı kabul etmezse benimkini kabul etsin.
Razı olsa, cezasını çekeceği yere yollanmam için dilekçe verirdim. Dört yıl göz açıp kapayana kadar
geçer. Yanında kalır, belki de üzüntülerini hafifletirdim... Heyecandan susmak zorunda kaldı gene.
Nehlüdof:
— Ne söyleyebilirim? dedi. Sizin gibi bir koruyucu bulduğu için sevinçliyim...
Simonson:
— Ben de bunu öğrenmek istiyordum işte, diye devam etti. Onu seven, iyiliğini isteyen bir insan olarak,
benimle evlenmesini iyi karşılayıp karşılamayacağınızı bilmem gerekti.
Nehlüdof kararlı:
— Elbette iyi karşılıyorum, dedi.
Simonson, böylesine durgun, üzgün görünüşlü bir insandan beklenmeyen çocuksu bir içtenlikle baktı
Nehlüdof'a.
— Her şey onun kararına bağlı, dedi, benim tek isteğim, çok ıstırap çekmiş bu ruhun artık huzura
kavuşmasıdır.
Simonson ayağa kalktı, elini tuttu Nehlüdof'un, uzandı, çekimser gülümseyerek öptü onu.
— Böyle anlatacağım kendisine, dedi. Çıktı.
XVII
Mariya Pavlovna:
— Nasıl? dedi. Sırsıklam âşık. Kırk yıl düşünsem, Vladimir
— 454 —
Simonson'un böylesine aptalca, çocukça âşık olacağı aklıma gelmezdi.
Nehlüdof:
— Ya Katya? diye sordu. Bu konuda Katya ne düşünüyor
sizce?
— Katya mı?
Mariya Pavlovna, besbelli, bu soruya elinden geldiğince doğru cevap vermek için bir an durduktan sonra:
— O mu? diye devam etti. Size bir şey söyleyeyim mi, geçmişi ne denli karışık olursa olsun, yaradılış
bakımından çok iyi bir insandır... duyguları da incedir... Seviyor sizi, tertemiz bir sevgi besliyor size karşı;
kendisine bağlanmanıza izin vermemekle size bir iyilik yapabildiği için de mutludur. Sizinle evlenmek onun
için, tüm geçmişinden de kötü, korkunç bir düşüş olurdu. Dahası var, sizin varlığınız da huzursuz ediyor
onu.
— Ne yapayım yani, kayıp mı olayım? dedi.
Mariya Paviovna'nın dudaklarında o sevimli çocuksu gülümsemesi dolaştı.
— Evet, bir ölçüde öyle.
— Bir ölçüde nasıl kaybolur insan?
— Yanlış söyledim. Asıl söylemek istediğim, Katyuşa'nın, Simonson'un aşırı heyecanlı sevgisini (hiç
söz etmiyordu ona bundan çünkü) anlamsız bulduğu, bu sevginin onu etkilediği, korkuttuğuydu.
Biliyorsunuz, bu konularda bilgim yoktur pek, ama bence Simonson, gizli de olsa, son derece olağan
bir sevgi besliyor Katya'ya. Simonson, bu sevginin ona güç verdiğini, sevgisinin plâtonik olduğunu
söylüyor. Ama, bu ne denli olağanüstü bir sevgi olursa olsun, temelinde gene de iğrençliğin yatti-ğını
biliyorum... Novodvorof'la Lyuboçka arasındaki sevgide olduğu gibi.
Mariya Pavlovna, onu en çok ilgilendiren şeyden söz etmeye başlamış, konuyu dağıtmıştı. Nehlüdof:
— Peki ama benim ne yapmam gerekiyor? diye sordu,
— Bence, onunla konuşmalısınız. Gizli kapaklı bir şeyin olmaması daima iyidir. Konuşun kendisiyle;
çağırayım mı onu, ister misiniz?
— 455
Nehlüdof:
— Lütfen, dedi. Mariya Pavlovna çıktı.
Küçük odada yalnız kalınca, Vera Yefremovna'nın, ara sıra iniltiyle kesilen durgun soluklarını, ağır
cezalıların iki kapı arkasından duyulan uğultusunu dinlerken tuhaf bir duygu doldurdu Nehlüdof'un içini.
Simonson'un söylediği şey, zayıf anlarında ona ağır, tuhaf gelen bir zorunluluktan kurtarıyordu onu; ama
tatsız, acı bir duygu vardı içinde nedense. Bu duyguda, Simonson'un önerisinin, onun bu davranışını
olağanlaştırması, Nehlüdof'un yaptığı fedakârlığı onun da başkasının da gözünde küçültmesi vardı. Öyle
ya, bu denli iyi, üstelik Maslova'yla uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir insan, kaderini onunkiyle
birleştirmek istediğine göre, Nehlüdof'un fedakârlığı anlamını yitirmiş sayılırdı artık. Ayrıca, küçücük de
olsa, bir kıskançlık duygusu da vardı içinde belki; Maslova'nın onu sevmesine öyle alışmıştı ki, şimdi onun
başkasını sevmesini aklı almıyordu. Verilmiş bir kararın bozulmasından duyulan can sıkıntısı da söz
konusuydu burada: Maslova' nın cezası sona erene kadar yanından ayrılmamaya karar vermişti çünkü.
Maslova, Simonson'la evlenirse, onun yanında kalmasının gereği kalmayacaktı artık, yeni bir karar
vermesi gerekecekti. Duygularını bir düzene koyamıyordu. Açılan kapıdan ağır cezalıların uğultusu doldu
içeri (daha bir bağırıp çağırıyorlardı bu gece) Katyuşa girdi hücreye.
Çabuk adımlarla Nehlüdof'un yanına geldi. Tam yanında durdu.
— Mariya Pavlovna yolladı beni, dedi.
— Biliyorum, sizinle konuşmam gerek. Oturun. Vladimir İva-noviç anlattı bana. Katyuşa ellerini
dizlerinin üzerine koyarak oturmuştu. Sakin görünüyordu, ama Nehlüdof, Simonson'un adını söyleyince
kıpkırmızı oldu yüzü bir anda.
— Ne anlattı size? diye sordu.
— Sizinle evlenmek istediğini söyledi.
Katyuşa, büyük bir acı çekiyormuş gibi buruşturdu yüzünü. Hiç bir şey söylemeden başını önüne eğdi:
— Bu işe razı olup olmadığınızı soruyor, ona bir akıl ver-— 456 —
memi istiyor. Kararı sizin vereceğinizi, vermeniz gerektiğini söyledim ona. Maslova:
— Ah, nedir bu? diye mırıldandı. Niçin?
Nehlüdof'u her zaman çok etkileyen o şehlâ, tuhaf bakışını tam gözlerinin içine dikti. Hiç bir şey
söylemeden birkaç saniye öyle kaldılar gözgöze. BU bakışma ikisine de çok şeyler anlatmıştı.
— Kararı siz vermelisiniz, dedi Nehlüdof.
__ Ne kararı verebilirim? Her şeye çoktan karar verilmiş.
Nehlüdof:
__ Hayır, dedi, Vladimir İvanoviç'in önerisini kabul edip etmeyeceğinize siz vermelisiniz kararı. Katyuşa
kaşlarını çattı.
— Kürek mahkûmundan karı mı olurmuş? Ne diye bir de Vladimir İvanoviç'in hayatını mahvedeyim?
— Öyle ama, ya affedilirseniz? Katyuşa:
— Ah, bırakın beni, dedi. Konuşacak bir şey kalmadı artık. Kalkıp kapıya doğru yürüdü, çıktı hücreden.
XVIII
Nehlüdof, Katyuşa'nın peşinden erkek hücresine girdiğinde herkes heyecanlıydı orada. Her yerde
dolaşan, herkesle ilişki kuran, her şeyi inceleyen Nabatof'un şaşırtıcı bir haberi heyecana boğmuştu
hücredekileri. Haber şuydu: Kürek cezasına çarptırılmış devrimci Petlin'in yazdığı bir pusla bulmuştu
duvardaki bir delikte. Herkes, Petlin'in çoktan Kara'ya varmış olduğunu sanıyordu, oysa bu pusladan onun
kısa bir zaman önce buradan geçtiği anlaşılıyordu. Şöyle yazıyordu puslada: On yedi oğus-tosta, ağır
cezalıların arasında tek siyasi suçlu olarak yola çıkarıldım. Neverof benimle beraberdi, Kazan'da akıl
hastanesinde astı kendini. Ben iyiyim, iyi şeyler düşünüyorum.
Herkes Petlin'in durumunu, Neverof'un intihar sebeplerini konuşuyordu. Krıltsof düşünceliydi, susuyordu.
Durgun, parlayan bakışlarını önüne eğmişti.
Rantseva:
— Kocam, Neverof'un daha Petropavlovski'de kötü bir düş
— 457 —
gördüğünü söylemişti, dedi. Novodvorof:
— Evet, dedi, ozan ruhlu, hayalci bir insandı, böyleleri yalnızlığa dayanamazlar. Tek kişilik hücreye
atıldığımda, hayalimin çalışmasına izin veremiyordum, zamanımı çeşitli şeyler yaparak dolduruyordum.
Böylelikle dayanabildim ancak.
Nabatof, besbelli odadakilerin üzerine çöken kederi dağıtmak isteyerek neşeli bir sesle:
— Dayanmak da ne oluyor? dedi. Beni yalnız hücreye kapadıklarında sevinmiştim bile buna. Devamlı bir
kuşku, korku içinde yaşıyor insan: Ha yakalandım ha yakalanacağım korkusu, arkadaşların ne yaptığı
düşüncesi, işlere bir kötülüğünün dokunup dokunmayacağı
kuşkusu... Ama hücreye girince
sorumluluklarından kurtuluyorsun, dinlenebilirsin artık. Otur keyfine bak, sigaranı tellendir.
Mariya Pavlovna, Krıltsof'un birden değişen, bulutlanan yüzüne bakarak:
— Yakın arkadaşın mıydı? diye sordu.
Krıltsof, uzun süre bağırıp çağırmış, ya da şarkı söylemiş gibi sık sık soluyarak:
— Neverof muydu hayalci? dedi. Neverof, bizim kapıcının deyimiyle, toprak ananın az doğurduğu
insanlardandı... Evet... İçi dışı bir, pırlanta gibi bir insandı o. Evet... yalan söylemeyi bırakın, şakadan
numara bile yapamazdı. Ruhunda en küçük bir gizlilik yoktu. Evet... üstün bir insandı Neverof, başkalarına
benzemezdi... Neye yarar artık! Bir an sustu. Kaşlarını çatarak öfkeli, devam etti:
— Önce halkı eğitip, istediğimiz biçime getirip sonra yaşayışını mı değiştirelim, yoksa yaşayışını
değiştirdikten sonra propagandayla, baskıyla onu istenilen biçime mi getirelim, bunu tartışıyoruz. Oysa
onlar tartışmıyorlar, işlerini biliyorlar onlar, yüzlerce insanın ölmesini umursamıyorlar bu uğurda. Hem de
ne insanların! En iyi, en değerli insanların ölmesini zorunlu buluyorlar üstelik. Evet, Gertsen, Aralık
devrimcilerini ölüm cezasına çarptırmakla toplumsal düzeyimizin çok düşürüldüğünü söylüyordu. Hem de
çok düşürüldü! Sonra Gertsen ve arkadaşlarına yaptılar aynı şeyi. Şimdi de Neverof'lara...
— 458 —
Nabatof gür sesiyle:
— Her şeyi yok edemezler ki, dedi. Gelecek kuşaklara kalacaktır anıları.
Krıltsof, sözünün kesilmesine izin vermeden, sesini yükselterek:
— Onlara acırsak kalmaz, dedi. Bir sigara ver bana. Manya Pavlovna:
— İçme lütfen Anatoli, dedi, zararlı senin için. Krıltsof öfkeli:
— Boş ver, diye söylendi.
İçmeye başladı. Ama birkaç soluk çektikten sonra öksürmeye başladı. Bir türlü dinmek bilmiyordu
öksürüğü. Sonunda gırtlağını temizledi.
— Oysa biz aynı şeyi yapmıyoruz, diye devam etti. Bu nasıl olsun, şunu nasıl yapsak acaba diye
tartışmayı bırakıp birleşmeli... hepsini yok etmeliyiz onların. Evet.
Nehlüdof:
— Ama onlar da insandır, dedi.
— Hayır, insan değildir onlar. İnsan yapmaz çünkü onların yaptığını... Evet, şu bombayı da balonu da
bulanlar çok iyi etmişler. Balona binip yükselmeli, yükselmeli, sonra hepsi gebe-rene kadar bomba
yağdırmalı tepelerine... Evet. Çünkü...
Devam edemedi, birden deminkinden çok öksürmeye başladı, ağzından kan geldi. Nibatof kar getirmeye
koştu. Mariya Pavlovna valeryan damla getirdi, ama Krıltsof gözlerini kapayarak, beyaz, zayıflamış eliyle
itti ilâcı. Sık sık soluyordu. Karla soğuk su gelince biraz rahatladı; yatağına yatırdılar onu. Nehlüdof, onu
almaya gelen, hanidir bekleyen assubayla çıktı.
Ağır cezalılar susmuşlardı şimdi, çoğu uyuyordu. Hücrelerde ranzalarda da, yerde de, kapı ağızlarında da
yatanlar olduğu halde, gene de sığmamışlardı, bir o kadarı da koridorda, torbalarını başlarının altına yastık
yapmış, ıslak paltolarını üstlerine almış yerde yatıyordu.
Hücrelerin kapılarından, koridorda horlayanların, inleyenlerin, uyku arasında konuşanların sesleri
duyuluyordu. Her yan paltolarla örtülü insan kümeleriyle doluydu. Yalnız, bekârlar hücresinde köşedeki
mumun çevresinde oturan birkaç adamla —as— 459 —
subayı görünce mumu hemen söndürmüşlerdi— koridorda gaz lâmbasının dibinde oturan yaşlı adam
—üstü çıplaktı, fanilâsın-daki bitleri topluyordu— uyumuyordu. Siyasi suçluların bölümündeki ağır hava,
buradaki pis kokan, boğucu havaya oranla çok çok temizdi. İsli yanan lamba koyu bir sis içinde yanıyordu
sanki; güçlükle soluk alabiliyordu insan. Uyuyanlardan birinin üstüne basmamak, ya da ayağına
takılmamak için önünde boş bir yer bulup ayağını oraya koymak, sonra öteki adımını atacağı yeri aramaya
koyulmak zorundaydı insan. Üç kişi —koridorda yer bulamadıklarından olacak— girişteki her yanından
sular sızan, pis kokan el yüz yıkama teknesinin yanına yere uzanmıştı. Bunlardan biri, Nehlüdof'un
yolculuk sırasında sık sık gördüğü, biraz aptalca bir ihtiyardı. On yaşlarında bir çocuk, iki cezalının
arasında, elini yanağının altına koymuş, onlardan birinin bacağını kendine yastık yapmış uyuyordu.
Dışarı çıkınca durdu Nehlüdof, buz gibi soğuk havayı uzun süre hırsla çekti ciğerlerine.
XIX
Yıldızlar pırıl pırıldı gökyüzünde. Nehlüdof çamurlara bata çıka döndü hana, karanlık pencerenin camına
vurdu, geniş omuzlu delikanlı yalınayak açtı ona kapıyı. Sağ yandan arabacıların horlaması geliyordu.
Avluda atlar yulaf yiyorlardı. Solda, kibar müşteriler bölümüne açılan kapı vardı. Burası içki, ter kokuyordu.
Yandaki odada biri geniş ciğerlerine havayı çekerek düzenli olarak horluyor; ikon dolabının önünde kırmızı
şişeli küçük bir gaz lâmbası yanıyordu. Nehlüdof soyundu, muşamba divanın üzerine yo! battaniyesini
serdi, deri yastığını başının altına alıp yattı, o gün gördüklerini, duyduklarını düşünmeye başladı. O gün
gördükleri içinde ona en korkunç geleni, başını bir cezalının bacağına koyup, tekneden sızan pis suların
içinde uyuyan çocuktu.
O akşam Simonson ve Katyuşa'yla konuşması gerçi hiç beklenmeyen, son derece önemli bir olaydı, ama
durmuyordu bunun üzerinde: Bu olay pek karışık, aynı zamanda belirsiz bir izlenim bırakmıştı üzerinde; bu
yüzden, düşünmek istemiyordu onu. Ama havasızlıktan güç soluk alan, tekneden akan pis suların içinde
uyuyan o zavallı insanların; özellikle, bir kürek cezalısının ba-460 —
cağının üzerine başını koyup uyumuş o masum yüzlü çocuğun anıları çok canlıydı belleğinde.
Uzaklarda bir yerde birtakım insanların öteki insanlara ıstırap çektirdiklerini, onları insanlık dışı
ahlâksızlıklara, küçük görülmeye, ezilmeye katlanmak zorunda bıraktıklarını bilmekle, üç ay aralıksız
buna, insanların başka insanlarca ezilmesine tanık olmak aynı şey değildi. Nehlüdof da hissediyordu
bunu. Üç aydır durmadan sormuştu kendi kendine: Başkalarının göremediğini gördüğüm için ben mi
deliyim, yoksa benim gördüğümü yapanlar mı deli? Gelgelelim, onu öylesine şaşırtan, korkutan şeyi
yapanlar (hem çoktu bunlar) yaptıklarının gerekli, üstelik önemli, yararlı bir şey olduğuna inanarak o
derece sakin, kendilerinden emindiler, bütün bu insanları deli saymak kolay değildi; öte yandan kendine de
deli diyemezdi, düşünceleri açık seçikti çünkü. Bu yüzden, devamlı bir kararsızlık, kuşku içindeydi.
Bu son üç ay süresince gördükleri Nehlüdof u şöyle düşünmeye zorluyordu: Mahkemeler, yönetim
organları özgür insanlar arasından en sinirli, heyecanlı, ateşli, yetenekli, güçlü, ötekilerden daha bir az
kurnaz ve sakıngan olanlarını ayırıyorlardı; oysa bu insanlar, ötekilerden suçlu, ya da toplum için zararlı
değildirler hiç de. Cezaevlerine, menzillere kapatıyorlardı onları, kürek cezasına çarptırıyorlardı. Aylarca,
yıllarca bomboş, ekmek elden su gölden yaşıyorlardı orada. Doğadan, ailelerinden, emekten uzak, yani
insanca yaşayışın doğal, ruhsal tüm koşullarının dışında... Sonra bu insanlar buralarda gereksiz
küçümsemelerle karşı karşıya bırakılıyorlardı: Zincire vuruluyorlardı, saçları kesiliyordu, yüz kızartıcı
giysiler giydiriyorlardı onlara; yani kişioğ-lunu iyiye götüren güçlerden yoksun bırakılıyorlardı onlar. En
aşağılık ahlâksızlığın, utanmazlığın içine atılıyorlardı. Ayrıca, devamlı olarak tehlikeyle —güneş çarpması,
suda boğulma, yangın gibi seyrek görülenler dışındaki tehlikelerdi asıl önemli olanlar— evet, devamlı
olarak tehlikeyle karşı karşıya bulunmanın, kapatıldıkları yerlerdeki bulaşıcı hastalıkların, bitkin düşmenin,
dayağın verdiği, en iyi bir insanı bile, kendini koruma duygusuyla başkalarını en canavarca, ahlâksızca
şeyleri yapmakla suçlamaya iten bir ruhsal duruma sokuluyordu bu insanlar. Bu insanlar (gene bu
kuruluşlarda) hayatın alabildiğine bozduğu, ahlâk— 461 —
sızlaştırdığı katillerle, kötülerle bir arada yaşamak zorunda bırakılıyordu. O güne kadar tamamen
ahlâksızlaşmayanlar böylece mayalanıyor, istenilen kıvama getiriliyordu. Son olarak da, bu insanlara en
inandın yollarla, —kendilerine, çocuklarına, karılarına, yaşlı ana babalarına işkence ederek, onları
döverek, kırbaçlayarak; bir kaçağı ölü ya da diri yakalayana armağanlar vererek; karı kocayı birbirinden
ayırıp, onları başkalarının kanlarıyla, kocalarıyla beraber yaşamaya zorlayarak; kurşuna dizerek, asarak—
işte bu en inandırıcı yollarda, devletin her çeşit zor kullanmayı, zorbalığı, canavarlığı —bu onun
yararınaysa— yasaklamak şöyle dursun, buna izin bile verdiği, özellikle özgürlüğü elinden alınmış, yoksul,
zayıf insanlara bunların yapılmasını daha bir hoş gördüğü düşüncesi aşılanıyordu bu insanlara.
Başka hiç bir koşul altında erişilemeyecek en düşük bir ahlâksızlığı elde etmek, sonra bu ahlâksızlığı halk
arasında yaygınlaştırmak için sanki mahsus düşünülmüştü bu kuruluşlar. Nehlüdof, cezaevlerinde,
menzillerde olup bitenleri gözünün önüne getirerek Elden geldiğince çok insan en iyi, en güvenılir biçimde
nasıl soysuzlaştırılır? diye bir sorun verilmiş sanki onlara, diye düşünüyordu. Her yıl yüz binlerce insan
ahlâksızlığın doruğuna vardırılıyor, tamamen ahlâksızlaştıktan sonra da, cezaevlerinde edindikleri
ahlâksızlığı halkın arasına yaymaları için serbest bırakılıyordu.
Nehlüdof, toplumun benimsediği bu amaca Tümensk, Yeka-terinburg, Tomsk cezaevlerinde, menzillerde
başarıyla varıldığını görmüştü. Hıristiyan ahlâkına, Rus, köylü gelenek göreneklerine bağlı dürüst temiz
insanlar düşüncelerini, anlayışlarını değiştiriyorlardı buralarda; yararlıysa, insan kişiliğine yapılan her çeşit
baskının, hakaretin hoş görülebileceği düşüncesini benimsiyorlardı. Cezaevine düşen bir insan onlara
yapılanlardan, kilisenin, ahlâk öğretmenlerinin öğrettikleri insana saygı, insana acıma yasalarının gerçekte
kaldırıldıkları, bu nedenle onların da artık böyle şeylere inanmamaları gerektiği sonucuna varıyordu.
Tanıdığı bütün cezalılarda aynı inanç değişikliğini görmüştü Nehlüdof: Fedorof'da, Makar'da menzillerde
geçirdiği iki aydan sonra ahlâksızca düşünceleriyle Nehlüdof'u şaşırtan Taras'da bile. Yolda ayakların,
arkadaşlık kurdukları zavallıları kandırıp onlar-— 462 —
— 463 —
la beraber Sibirya taygalarına nasıl kaçtıklarını, orada onları öldürüp etlerini nasıl yediklerini öğrenmişti
Nehlüdof. Bu suçtan cezaya çarptırılmış, suçunu da itiraf eden bir insanla karşılaşmıştı bu yolculuk
sırasında. Asıl korkunç olanı da insan yeme olayları tek tuk olan bir şey değildi, devamlı olarak
görülüyordu.
Ancak bu gibi kurumlarda yapıldığı gibi, ahlâksızlık böylesine çoğalınca bugünkü durumuna getirilebilirdi
Rus toplumu, Nietzsche'nin en son öğretisi benimsenmiş, dünyada her şeyi serbest sayan, yasak kabul
etmeyen aylaklar ancak böyle türe-yebilirdi. Bu öğreti önce cezaevlerinde, sonra halk arasında yayılmıştır.
Bütün bu yapılanların, kötülüklere son vermek, korkutmak, düzeltmek, suçluya yasaların buyurduğu cezayı
vermek, amacını güttüğü söylenmektedir. Oysa bunların hiç birinin aslı yoktur. Son verileceğine, daha da
yaygınlaştırılmıştır kötülükler. Suçlular, korkutulacak yerde kışkırtılmıştır; sözgelişi, aylaklar seve seve
giriyorlar cezaevine. Kötüler düzeltilmemiş; tersine, daha da kötü olmaları için elden gelen her şey
yapılmıştır. Suçlulara verilen cezalar ağırlaştıldıkça ağırlaştırılmış, halk buna alışmıştır.
Nehlüdof kendi kendine Nedir bütün bunların sebebi? diye soruyordu, bir cevap bulamıyordu bu soruya.
Onu en çok şaşırtan da şuydu: Bütün bunlar yanlışlıkla, bilmeden, bir kere yapılmıyor; yüz yıllardan beri
aralıksız yapıla geliyordu. Yalnız, eskiden cezalıların burnunu yırtıyor, kulağını kesiyorlardı; sonra
damgalanmaya, kaim demir tellerle bağlamaya başlamışlardı onları; şimdiyse kelepçeli, eskisi gibi at
arabasıyla değil, trenle götürüyorlardı Sibirya'ya.
Onu üzen durumun, görevlilerin dediği gibi, cezaevlerinin, sürgün yerlerinin iyi olmamasından ileri geldiği;
yeni, rahat cezaevlerinin yapılmasıyla bu durumun düzeleceği üzerine yürütülen düşünceleri yeterli
bulmuyordu Nehlüdof. Çünkü onu üzen şeyin, cezaevlerinin iyi ya da kötü durumunun olmadığını
hissediyordu. Cezaevlerine elektrik zili konması, ölüm cezalarını Tard' in önerdiği elektrikli sandalyelerde
yerine getirmek üzerine bir çok yazı okumuştu; insanları daha da ezmek için düşünülen bu yenilikler
koruyordu onu.
Nehlüdof'un aklının almadığı bir şey daha vardı: Mahkemelerde, bakanlıklarda halktan toplanan parayı
aylık olarak alan —hem de çok yüksekti aylıkları—memurlar vardı; bu memurlar, gene onlar gibi
memurların yazdıkları kitapları karıştırıyor, onların yazdıkları yasaları çiğneyen insanları bu yasalara göre
yargılıyor, onları uzak yerlere sürüyorlardı. Bu insanları gittikleri yerde hiç görmemiştirler bu memurlar;
insanlıktan uzaklaşmış, kaba, duygusuz gardiyanların, erlerin kesin buyruğu altında ruhen de bedenen de
milyonlarcası mahvoluyordu oralarda bu insanların.
Cezaevlerini, menzilleri daha bir yakından tanıyınca, cezalılar arasında görülen ahlâksızlıkların
—sarhoşluğun, kumarın, katı yürekliliğin, buralarda işlenen korkunç cinayetlerin, hattâ deinsan yemenin—
dar görüşlü bilginlerin dediği gibi —devletin de işine gelir böylesi— birer rastlantı, ya da kişinin doğuştan
sahip olduğu niteliklerin sebep olduğu olaylar değil, insanın insanı cezalandırabileceğini sanmakla içine
düşülen kaçınılmaz anlayışsızlık olduğuna inanmıştı. Nehlüdof insan yemenin tayga-da değil;
bakanlıklarda, komitelerde, dairelerde başladığının, ancak taygada sonuçlandığının farkındaydı. Sözlerini,
eniştesinin de yargıçların da, köy bekçisinden bakana kadar bütün memurların da, sözünü öylesine çok
ettikleri halkın haklı olup olmadığını, mutluluğunu umursamadıklarını; bu ahlâksızlığın, ıstırabın
yayılmasını sağlamak olan görevlerine karşılık aldıkları rublelerden başka bir şey düşünmediklerini
biliyordu. Apaçık ortadaydı bu.
Bütün bunlar yanlışlıkla yapılmış olabilir mi hiç? diye soruyordu kendi kendine Nehlüdof. Bu memurların
aylıklarını güven altına almak, şimdi yaptıklarını yapmamaları için onlara daha yüksek aylık vermek için ne
yapmalı? Horozlar ikinci kere de ötmüştü; o düşünüyordu hâlâ, sonunda bitkin düştü; birazcık kıpırdayınca
her yanından fıskiye gibi atlayan pirelere karşın, derin bir uykuya daldı.
XX
Nehlüdof uyandığında, handa kalan arabacılar çoktan gitmişti. Han sahibesi çayını içtikten sonra terli,
kalın ensesini mendiliyle silerek geldi Nehlüdof'un yanına, kafileyi götüren— 464 —
erlerden birinin bir pusla getirdiğini söyledi. Mariya Pavlovna' dandı pusla. Krıltsof'un durumunun onların
sandığından ağır olduğunu yazıyordu. Onu burada bırakmak, biz de onun yanında kalmak istedik, ama
izin vermediler buna, beraberimizde götürüyoruz onu, ama çok da korkuyoruz. Elinizden geleni yapın,
kentte yatırsınlar onu, yanında bizden birimizin kalması için de uğraşın. Bunun için onunla evlenmem
gerekiyorsa, hazırım buna. Nehlüdof delikanlıyı araba getirmesi için istasyona yolladı, kendi de aceleyle
hazırlanmaya başladı. Daha ikinci bardak çayını içmemişti ki, troykanın çıngırak sesi duyuldu. Tekerlekleri
donmuş, çamurda kaldırım taşında gibi ses çıkararak yaklaştı kapıya. Hesabı ödedikten sonra aceleyle
çıktı Nehlüdof, arabaya bindi, arabacıya hızlı sürmesini söyledi. Kafileye yetişmek istiyordu. Gerçekten de,
köyden çıktıktan biraz sonra, çözülmeye yüz tutmuş çamurda güçlükle ilerleyen, torbalar, hastalar yüklü
arabalara yetişti. Subay yoktu, önden gitmişti. Besbelli, kafaları çekmiş erler neşeyle konuşarak arabaların
arkasından, yolun kenarından yürüyorlardı. Çok araba vardı. Öndekilerde ağır cezalılardan hasta olanlar
altışar altışar sıkışmıştı; arkadakilerdeyse —her arabada üçer kişi— siyasi suçlular vardı. En arkadaki
arabada Novodvorof, Grabets bir de Kondratyef oturuyordu; ikincide Rantseva, Nabatof, bir de, Mariya
Pavlovna'nın kendi yerini verdiği romatizmalı, hasta kadın vardı. Üçüncü arabada samanların, yastıkların
üzerinde Krıltsof yatıyordu. Hemen yanında, arabacı yerinde Mariya Pavlovna oturuyordu. Nehlüdof,
Kırıltsof'un olduğu arabanın yanında durdurdu arabasını, inip yanına gitti. Sarhoş bir er kolunu salladı ona,
ama Nehlüdof başını çevirip bakmadan arabaya yaklaştı, kenarından tutup onunla beraber yürüdü. Kalın
kürkün içinde, başında kuzu postundan şapkasıyla daha bir zayıf, renksiz görünüyordu şimdi Krıltsof.
Ağzına bir başörtü sarmışlardı. Güzel gözleri her zamankinden daha bir iri, parlaktı. Arabanın
sarsıntısından, bedeni yavaşça sallanıyor, gözlerini Nehlüdof'dan ayırmıyordu. Sağlığının nasıl olduğu
sorusuna gözlerini kapayarak cevap verdi yalnızca, öfkeyle başını salladı. Bütün gücünü, arabanın
sarsıntısına dayanabilmeye harcadığı belliydi. Mariya Pavlovna arabanın öte yanındaydı. Krıltsof un
durumundan duyduğu endişeyi açığa vuran manalı bir bakışla
— 465 —
baktı Nehlüdof'a, sonra neşeli bir sesle;
— Subay utandı galiba, dedi. (Arabaların tekerlek gürültüsü arasından sesini Nehlüdof'a duyurabilmek
için bağırıyordu.) Buzovkin'in kelepçelerini çıkardılar. Kızını kendi taşıyor şimdi. Katya'yla Simonson,
benim yerime de Veriçka yanlarında.
Krıltsof, Mariya Pavlovna'yı göstererek, duyulamayacak de-jrecede alçak sesle bir şey söyledi; kaşlarını
çatarak sustu biriden —öksürüğünü tutmaya çalıştığı belliydi.— Ne dediğini duy-Jmak için başını uzattı
Nehlüdof. Krıltsof ağzındaki başörtüyü Içekip:
— Şimdi çok daha iyiyim, dedi. Üşütmesem iyi. Nehlüdof evet anlamına
başını salladı. Mariya
Pavlovna'yla bakıştı.
Krıltsof, güçlükle gülümseyerek:
— Üçlü problem konusundaki düşünceniz? diye fısıldadı. Güzel çözülmüş, değil mi?
Nehlüdof anlamadı ne demek istediğini. Mariya Pavlovna laçıkladı ona: Güneşle ayın, dünyanın
arasındaki ilişki üzerine j kurulmuş bir problemdi bu; Krıltsof şakadan bu problemi Neh-jlüdof'la
Katyuşa'nın, Simonson'un arasındaki ilişkiye uygulamış-Itı. Krıltsof, Mariya Pavlovna'nın onun şakasını iyi
açıkladığı an-Jlamına başını salladı.
Nehlüdof:
— Çözüm bana bağlı değil, dedi. Mariya Pavlovna:
— Puslamı aldınız mı? diye sordu. Bir şeyler yapacak milsiniz?
— Elbette yapacağım, dedi Nehlüdof.
Krıltsof'un yüzünü buruşturduğunu görünce uzaklaştı ara-jbanın yanından, gidip arabasına bindi; yolun
bozuk yerinde sar-jsılarak ilerleyen arabanın kenarına tuttu. Gri paltolu, yarım kürk-Jlü, ayakları zincirli,
elleri ikişer ikişer kelepçeli cezalılar kafile-jsinin derinliği bir verst kadardı. Başa doğru yaklaşıyordu yavaş
[yavaş Nehlüdof. Bir ara yolun karşı yanında Katyuşa'nın mavî başörtüsü, Vera Yefremovna'nın siyah
mantosunu, Simonson'un
Diriliş
F: 30
— 466 —
ceketini, örme şapkasını, sandalet gibi sicimle bağlanmış, beyaz yün çoraplarını gördü. Kadınların
yanısıra yürüyor, heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu.
Nehlüdofu görünce kadınlar selâm verdiler; Simonson ise mağrur bir tavırla başını salladı. Onlara
söyleyecek bir şeyi yoktu Nehlüdof'un arabacısına durmasını söylemeden, geçti. Gene düz yola çıkınca
arabacı biraz daha hızlı sürdü; ama yol boyunca uzanan yük arabalarını geçmek için sık sık bozuk yola
inmek zorunda kalıyordu.
Derin tekerlek izleriyle oyuk oyuk yol, karanlık bir çam ormanından geçiyordu. Yolun iki yanında, sarı
yapraklarını henüz dökmemiş kayın ağaçları vardı. Yarı yolda orman bitti, bir ma-nastsrm altın haçları,
kubbeleri gözüktü. Hava tamamen değişmişti; bulutlar dağılmış, güneş ormanın üstünde yükselmişti. Islak
yapraklar, su birikintileri, manastırın haçları, kubbeleri parlıyordu güneşte. Troyka, kente yakın olduğu
belli, büyük bir köye girdi. Köyün sokağında büyük bir kalabalık vardı: Ruslar, garip şapkalarıyla,
giysileriyle yabancıları. Sarhoş-ayık kadınlar, erkekler sergilerin, meyhanelerin, arabaların çevresinde
kaynaşıyor, bağırıp çağırıyorlardı. Kentin yakın olduğu hissediliyordu.
Arabacı, sağdaki ata kamçıyla hafifçe dokunup, yularını şöyle bir çektikten sonra oturduğu yerde, yular
sağında kalacak biçimde yan döndü —çevresine çalım satmak istediği belliydi— hızını azaltmadan geçti
sokaktan, salla geçmeleri gereken nehre yaklaştı.
Sal akıntının tam ortasındaydı, karşı sahilden bu yana geliyordu. Onbeş yirmi araba bekliyordu
onu.Nehlüdof çok beklemedi. Başını yukarı veren sal, akıntıyla sürüklene sürüklene geldi, iskeleye
yanaştı.
Geniş omuzlu, uzun boylu, çok az konuşan, güçlü kuvvetli salcılar —hepsinin sırtında yarım kürk,
ayaklarında çizme vardı— alışkanlıkla, ustalıkla attılar halatları, direklere bağladılar; sürgüleri çekip,
soldaki arabaları sahile çıkardılar; bekleyen arabaları, sudan ürken atları yüklemeye koyuldular. Hızla
akan geniş nehrin suları salın kenarına çarpıyor, halatları geriyordu. Sal iyice dolduktan sonra
—Nehlüdof'un arabası bir kenarda arabaların, atların arasına sıkışmıştı— salcılar sürgüleri sürdüler;
— 467-sığmayıp sahilde kalanların yalvarıp yakarmalarına aldırmadan halatları çözdüler, açıldılar. Solda
salcıların ayak sesinden, atların ayak değiştirirken nallarının tahtada çıkardığı tok sesten başka bir ses
yoktu.
XXI
Nehlüdof kenarda duruyor, hızla akan nehre bakıyordu. Sî-rayla, bir Krıltsof'un araba sarsıldıkça sallanan
başı; bir, Katyu-şa'nın yolun kenarında Simonson'la yanyana kararlı adımlarla yürüyüşü geliyordu
gözlerinin önüne. Ölmek üzere olan, ama ölüme henüz hazırlanmamış Krıltsof'un anısı ağır, hüzün
vericiydi. Simonson gibi bir insanın sevdiği, artık iyi, doğru yola girmiş, kararlı adımlarla yürüyen
Katyuşa'nın anısıysa sevindirici olmalıydı, oysa bu da ağır geliyordu Nehlüdof'a, dayanamıyordu bu
ağırlığa.
Kentten doğru bir uğultu yayılarak geliyordu suyun üzerinde. Kilisenin büyük çanının madeni sesi
duyuluyordu. Nehlüdof un yanında ayakta duran arabacı, peşinden öteki arabacılar şapkalarını ellerine
alıp haç çıkardılar. Parmaklığın dibinde ayakta duran saçı sakalı birbirine karışmış, kısa boylu
ihtiyar—daha önce farketmemişti onu Nehlüdof— çıkarmadı haç; başını kaldırıp Nehlüdof'un yüzüne
bakmaya başladı. Yamalı bir palto vardı bu ihtiyarın sırtında, pantolonu kaba kumaştandı; çizmeleri delik
deşikti. Küçük bir torba vardı omuzunda, kürkü, şapkası eski püsküydü.
Nehlüdof'un arabacısı, şapkasını giyip özenle düzelttikten sonra:
— Niye haç çıkarmadın moruk? dedi. Hıristiyan değil misin yoksa?
Saçı başı karmakarışık ihtiyar çabuk çabuk konuşarak, kararlı:
— Kime haç çıkarayım? diye sordu. Arabacı alaylı:
— Kime olacak, Tanrıya, dedi.
— Göstersene bana neredeymiş o? Tanrı dediğin? İhtiyarın konuşuşunda ciddî, kesin bir şey vardı.
Arabacı,
J— 468 —
karşısındakinin boş bir adam olmadığını anlamış, biraz bozulmuştu. Ama onları dinleyenlere karşı mahcup
olmamak için belli etmemeye çalışıyordu bunu. Hemen cevap verdi:
— Nerede olduğunu bilmiyor musun?... Gökte.
— Gittin mi oraya hiç?
— Gittim ya da gitmedim, seni ilgilendirmez bu. Tanrıya haç çıkarmanın gerektiğini herkes bilir.
İhtiyar, kaşlarını çattı, gene çabuk çabuk konuşarak:
— Tanrıyı hiç bir kimse görmemiştir, dedi. Tek oğul, gerçek baba odur.
Arabacı kamçısını kuşağının araşma sokup, sağdaki atın
koşumunu düzeltirken:
— Putperestin sen galiba, dedi. Puta tapıyorsun... Bir kahkaha duyuldu.
Salın kenarında, arabasının
yanında duran orta
yaşlı bir arabacı:
— Hangi dindensin sen, amca? dedi.
İhtiyar gene çabuk çabuk konuşarak, kararlı, cevap verdi:
— Dinim falan yoktur benim. Çünkü kendimden başka hiç kimseye inanmam ben, hiç kimseye.
Nehlüdof karıştı söze:
— İnsan nasıl yalnız kendine inanır? Yanılabilir sonra. İhtiyar, başını iki yana sallayarak kararlı:
— Yanılmaz, dedi. Nehlüdof:
— Öyleyse niçin çeşitli dinler var yeryüzünde? diye sordu.
— İnsanlar yalnız kendilerine değil de başkalarına inanıyor lar da onun için. Ben de inandım bir zamanlar
insanlara, taygada gibi şaşırdım yolumu. Zor kurtardım paçamı. Ne kadar din, mezhep varsa hepsi
ötekileri kötüler, kendini göklere yükseltir; dünya kurulalıberi böyledir bu. Görüyorsunuz, ne yana
bakarsanız kör kutyata (') gibi süründüklerini görürsünüz yerde. Din çok var, ruh tektir. Senin ruhun da,
benimki de, onunki de aynıdır. Demek kî herkes kendi ruhuna inanırsa birleşecek insanlar. Kendine
inanmalı insan, birlik o zaman olur ancak.
(')
Kutyata: enik, (L. N. Tolstoy'un notu.)
l
İhtiyar, yüksek sesle, durmadan çevresine bakmarak konuşuyordu. Herkesin onu dinlemesini istediği
belliydi. Nehlüdof sordu ona:
— Bu inancı yaymaya başlayalı çok oluyor mu?
— Oluyor. Yirmi üç yıldır kovalıyorlar beni.
— Nasıl kovalıyorlar?
— İsa'yı kovaladıkları gibi beni de kovalıyorlar. Yakalayıp yargılıyorlar; papazların dediğine, kitapların
yazdığına göre içeri tıkıyorlar. Birkaç kere de tımarhaneye attılar. Gene de hiç bir şey yapamıyorlar bana,
özgürüm çünkü. Adın nedir senin? diye soruyorlar. Bîr adım olduğunu sanıyorlar. Oysa yoktur benim
adım. Hepsini attım; ne adım vardır, ne yurdum. Ben varım yalnız. Adın nedir? İnsan. Kaç yaşındasın?
Saymadım, istesem de sayamazdım zaten, daima
vardım, daima da var
olacağım çünkü. Anan,
baban kim? diye soruyorlar. Tanrıdan bir de topraktan başka ne anam ne babam vardır, diyorum. Tanrı
babam, toprak ananıdır. Çar'ı sayıyor musun? diye soruyorlar. Niçin saymayayım? O kendine göre çar,
ben de kendime göre Çarım. Seninle konuşulmaz, diyorlar. Benimle konuş diye yalvarma-dım zaten sana,
diyorum. Canımı sıkıyorlar.
Nehlüdof:
— Şimdi ne yana gidiyorsunuz böyle yayan? diye sordu.
— Tanrı hangi yanı gösterirse o yana, işçisiyim ben, ama iş yok, bulamadım, dileniyorum.
İhtiyar, salın iskeleye yaklaştığını farkedince sustu, onu dinleyenlerin yüzüne gururla baktı.
Sal yanaştı. Nehlüdof para kesesini çıkarıp, ihtiyara para vermek istedi. İhtiyar almadı.
— Almam, dedi, ekmek alırım ben.
— Kusuruma bakma öyleyse.
— Kusura bakılacak bir şey yok ki. Gururumu incitmedin. İncinmez benim gururum.
Omuzundan indirdiği torbasını gene omuzuna aldı. Bu arada Nehlüdof'un arabası sahile çıkarılmış, atları
koşulmuştu.
Arabacı, güçlü kuvvetli salcılara bahşiş verip arabaya bindikten sonra Nehlüdof'a döndü:— Konuşmayı
çok seviyorsunuz beyim, dedi. Serserinin tekiydi.
XXII
Kente yaklaşınca arabacı gene döndü Nehlüdof'a:
— Hangi otele götüreyim sizi?
— En iyi hangisidir?
— Sibirskaya'dır en iyisi. Dükof'un oteli de güzeldir.
— Hangisine istersen ona götür.
Arabacı gene yan oturdu, biraz daha hızlı sürdü. Kentin öteki kentlerden ayrı bir yanı yoktu: Aynı cumbalı,
damlan yeşil evler, aynı kilise, küçük dükkânlar, ana caddede mağazalar. Polis memurları bile aynıydı.
Yalnız evlerin hemen hepsi ahşap, sokaklar topraktı. Kalabalık sokaklardan birinde bir otelin kapısında
durdurdu troykayı arabacı. Ama boş yer yoktu otelde, ötekine gitmeleri gerekti. Orada buldular yer.
Nehlüdof, alışık olduğu temizlikle, rahatlığı iki aydır ilk kez buluyordu. Ona verilen daire gerçi pek lüks
değildi; ama menzillerden, hanlardan, onu buraya getiren arabadan sonra büyük bir hafifleme, rahatlık
duymuştu burada. Her şeyden önce, menzillere girip çıkmaya başlayalı beri bir türlü tamamen
kurtulamadığı bitlerden temizlenmeliydi bir. Eşyalarını yerleştirdikten sonra banyoya girdi; oradan çıkınca
kentte gerektiği gibi giyindi: kolalı gömlek, ütülü pantolon, redingot, pardesü. Bölge komutanına gitmek
üzere çıktı. Otel kapıcısının çağırdığı, besili, kocaman bir at koşulu, her yanı dökülen payton Nehlüdof'u,
kapısında nöbetçilerin, bir de polisin beklediği büyük, güzel bir eve getirdi. Evi, yapraklarını dökmüş söğüt,
kayın ağaçlarının çıplak dalları arasından çam ağaçları, laden ağaçları yeşil yeşil gözüken bir bahçe
kuşatıyordu.
General hastaydı, hiç kimseyi kabul etmiyordu. Nehlüdof gene de verdi kartını uşağa, .generale
götürmesini söyledi. Uşak
iyi haberle döndü:
— Buyrun, görüşecekler sizinle.
Giriş, uşak, emireri, merdiven, parkesi pırıl pırıl salon... hepsi Petersburg'u andırıyordu bunların. Yalnız
biraz pis, daha bir gösterişliydiler, Nehlüdof'u çalışma odasına götürdüler.
— 471 —
Patates burunlu, alnında, dazlak kafasında şişler, gözlerinin altında torbacıklar olan şişko general
—heyecanlı bir insan olduğu belliydi— üzerinde ipek bir Tatar gömleği, elinde sigara, oturuyor, gümüş
tabaklı bir bardaktan çay içiyordu.
Arkası kat kat, kalın ensesini gömleğiyle örterek:
— Hoşgeldiniz efendim, hoş geldiniz! dedi. Gömlekle kabul ettiğim için bağışlayın beni; hiç kabul
etmemekten daha iyidir böylesi. Biraz keyifsizim de, çıkmıyorum. Hangi rüzgâr attı sizi bu kuş uçmaz,
kervan geçmez kente?
Nehlüdof:
— Bir yakınımın da bulunduğu cezalılar kafilesiyleyim, dedi. Bir yakınım, birde başka bir şey için dileğim
olacaktı sizden.
General uzandı, bir yudum aldı çayından, sigarasını yeşil bakır taşından küllükte söndürdü; şiş, fıldır fıldır,
ufak gözlerini Nehlüdof'dan ayırmadan ciddi, dinlemeye başladı. Ancak, sigara isteyip istemediğini sormak
için kesti sözünü.
General, mesleğinin insanlıkla, özgür düşünceyle bağdaşabileceğini sanan aydın askerlerdendi. Ne var ki,
doğuştan zeki, temiz yürekli bir insan olduğu için bu bağdaşmanın olamayacağını anlamakta gecikmemiş,
ruhundaki bu çelişkiyi görmemek için, askerler arasında pek yaygın bir alışkanlığa, çok içki içmek
alışkanlığına giderek daha bir vermişti kendini; öyle ki, askerlik hayatının otuz beşinci yılında, doktorların
alkolik dediği insanlardan olmuştu. Benliğine işlemişti içki. Sarhoş olmak için herhangi bir sıvı içmesi
yetiyordu artık. Onsuz yaşayamayacak kadar düşkündü içkiye. Her akşam adamakıllı sarhoş oluyordu;
ama artık öylesine alışmıştı ki duruma, yürürken yalpa vurmuyor, konuşurken saçmalamıyordu.
Saçmalasa bile önemi yoktu bunun: Çevresindekilerin en büyüğü olduğu için, ne denli saçmalarsa
saçmalasın, saygıyla karşılanıyordu ağzından çıkan her söz. Ancak sabahları, Nehlüdof'un onu görmeye
geldiği saatlerde aklı başında bir insana benzer; ona söylenenleri anlayabilir; çok sevdiği, sık sık
tekrarladığı, Hem sarhoş, hem akıllı, iki işe yarıyor adam, atasözünde sözü edilen insan gibi iyi ya da kötü,
bir şeyler yapabilirdi. Komutanları sarhoş olduğunu biliyorlardı; ama gene de daha bilgiliydi
meslekdaşlarından —oysa bilgisi sarhoşluğa başladığı zamanki bilgisiydi, daha ilerlememişti—;— 472 —
yürekliydi, becerikliydi, kendini kabul ettirmesini bilirdi, sarhoşken bile ağırlığından hiç bir şey eksilmezdi.
Böylesine önemli, büyük bir görevde bunun için tutuyorlardı onu.
Nehlüdof, kafilede bir kadınla ilgilendiğini, kadının hiç suçu yokken cezaya çarptırıldığını, affedilmesi için
Çar'a dilekçe verildiğini anlattı ona. General:
— Evet efendim, dedi. Öyle demek?
— Petersburg'da söz verdiler. Dilekçenin cevabını en geç bu ayın sonuna kadar bildirecekler bana.
Buraya yazacaklar.
General, gözlerini Nehlüdof'dan ayırmadan, küt parmaklı eli-ni masaya uzattı, zili çaldı; yüksek sesle
öksürerek gırtlağını temizledikten sonra, sigarasını fosurdatarak sessizce dinlemeye devam etti
Nehlüdof'u.
— İmkânı varsa, dilekçenin cevabı gelene kadar bu kadım burada bekletmenizi dileyecektim sizden.
Emireri girdi odaya. General:
— Sor bakalım Anna Vasilyevna kalkmış mı? dedi. Daha çay da getir. (Nehlüdof'a döndü.) Başka?
Nehlüdof devam etti:
— Öteki dileğim, aynı kafiledeki siyasi bir suçluyla ilgili. General başını anlamlı anlamlı salladı:
— Ya! dedi'.
— Ağır hasta, ölmek üzere. Belki de burada hastaneye yatırırlar onu. Siyasi suçlulardan bir kadın
yanında kalmak istiyor.
— Neyi oluyor?
— Hiç bir şeyi. Ama bu ona, hastanın yanında kalmak olanağını sağlayacaksa, onunla evlenmeye de
hazır.
General hiç bir şey söylemeden dinliyor, parlak gözlerini Nehlüdof'un yüzünden ayırmiyordu. Bakışının
etkisiyle onu şaşırtmak istediği belliydi. Durmadan sigara içiyordu.
Nehlüdof sözünü bitirince general masanın üzerindeki kitabı aldı, parmağını tükürükleyerek çabuk çabuk
çevirdi sayfaları; evlilik maddesini bulup okudu. Sonra başını kitaptan kaldırıp:
— Cezası nedir kadının? diye sordu.
— Kürek.
— Cezalının cezası evlenmekle hafifleyemez.
— Evet...
— 473 —
— Onunla serbest biri evlense bile cezasını çekmek zorundadır. Önemli olan şu burada: Hangisinin
cezası daha ağır, kadının mı erkeğin mi?
— İkisinin cezası da kürek. General gülümsedi:
— Eşitler demek. Kadınınki neyse erkeğinki de o. Hasta ol-I düğü için burada bırakılabilir; iyileşmesi için
elden gelen her şey yapılacaktır tabiî; ama kadın, onunla evlense bile kalamaz
burada...
Uşak gelip haber verdi:
— Bayan kahvelerini içiyorlar. General başını öne eğerek devam etti:
— Ama gene de düşüneyim ben bir. Soyadları nedir? Şuraya yazıverin.
Nehlüdof yazdı. General, Nehlüdof'un hastayla görüşmek için izin istemesi üzerine:
— Bu olamaz işte, dedi. Kuşkulanmasına kuşkulanmıyorum sizden tabiî; ama bu hastayla olduğu gibi
ötekilerle de ilgileniyorsunuz, zenginsiniz de. Bizim burada her şey satılıktır. Rüşveti kaldır, diyorlar bana.
Herkes rüşvet alıyorken nasıl kaldırırsınız rüşveti? Küçükler daha çok alıyor hem. Beş bin verst ötede
adam nasıl engel olursun ona? Benim burada olduğum gibi o da
| orada kral. (Gülümsedi general.) Para verip görüşmüşsünüzdür siyasi suçlularla yüzde yüz,
bırakmışlardır sizi yanlarına. Öyle değil mi?
— Öyle.
— Başka çıkar yolunuzun olmadığını biliyorum. Bir siyasi suçluyu görmek istiyorsunuz siz. Acıyorsunuz
ona. Gardiyan ya da er parayı alıp bırakıyor sizi içeri; kırk köpektir aylığı çünkü, ailesinin ihtiyacı vardır
paraya; almak zorundadır. Sizin ya da onun yerinde olsam ben de aynı şeyi yapardım. Ama bulunduğum
görevdeyken yasaların dışına çıkamam; ben de insanım çünkü, acıyabilirim. Uygulayıcıyım ben,
belirli koşullar altında güvenilmiştir bana, bu güveni haketmeliyim. Bu iş de böyle. Şimdi anlatın bakalım
neler olup bitiyor sizin oralarda? General, aynı di anlatın bakalım neler olup bitiyor sizin oralarda?
General, aynı zamanda hem yeni haberler almak, hem de— 474 —
bilgisini, iyi bir insan olduğunu göstermek için sorular sormaya, bazı şeyler anlatmaya başladı.
XXIII
— Nerede kalıyorsunuz kentte? Dük'ün otelinde mi? Orası da iğrenç bir yerdir. General, Nehlüdof'u yolcu
ederken:
— Akşam yemeğine gelin, diye ekledi. Saat beşte İngilizce biliyor musunuz?
— Biliyorum.
— Çok güzel. Bir İngiliz var burada. Sibirya'nın sürgün yerleriyle cezaevlerini incelemeye gelmiş. Akşam
yemeğini bizde yiyecek, siz de gelin. Saat beşte yeriz yemeğimizi, karım titizdir böyle şeylerde. Bu kadınla
hastayı ne yapacağımız üzerine cevabımı da o zaman bildiririm size. Belki de bırakabiliriz hastanın
yanında birisini. Nehlüdof, generale selâm verdikten sonra, iyi bir şeyler yapmış olmanın verdiği gönül
rahatlığıyla postaneye gitti.
Alçak tavanlı, direkli bir salona girdi. Bölmenin arkasında memurlar vardı, bekleyen halka bir şeyler
veriyorlardı. Bir memur, başını yana eğmiş, zarfları damgalıyordu. Çok çabuk, büyük bir ustalıkla
yapıyordu bunu. Uzun süre bekletmediler Nehlüdof'u. Soyadını söyleyince oldukça büyük bir paket
verdiler ona. Pakette para, birkaç mektup, kitap, Anayurt Notları dergisinin son sayısı vardı. Nehlüdof, bir
erin oturduğu —küçük bir defter vardı elinde, bir şey bekliyor olmalıydı— tahta sıraya gidip oturdu; gelen
mektupları gözden geçirmeye koyuldu. Bir tanesi taahhütlüydü; güzel bir zarfı vardı, üzeri inci gibi bir
yazıyla, özenilerek yazılmıştı. Zarfı açtı, içinden Selyenin'in mektubuyla bir de resmî kâğıt çıkınca yüzünün
bir anda kıpkırmızı olduğunu, yüreğinin sıkıştığını hissetti. Katyuşa için verilen kesin karardı bu. Nasıl bir
karardı acaba? Red cevabı mıydı? Nehlüdof güç okunan, küçük küçük, karmakarışık yazılmış kâğıtta
yazılanı çabucak okudu, derin bir soluk aldı. Karar olumluydu.
Selyenin Sevgili dostum! diye yazıyordu. Son konuşmamın büyük bir etki bıraktı üzerimde. Maslova
konusunda haklıymışsın. Dosyayı dikkatle inceledim, kadıncağızın büyük bir haksızlığa uğradığını
gördüm. Bu haksızlığı dilekçe komisyonu düzel— 475 —
tebilirdi ancak. Senin dilekçen de oradaydı zaten. Komisyona başvurdum, elimden geleni yaptım. Af
kararının kopyasını yolluyorum sana. Adresini kontes Yekaterina İvanovna'dan aldım. Kararın aslı,
Maslova'mn mahkemesi yapılırken yattığı cezaevi müdürlüğüne yollandı, sanırım oradan da hemen
Sibirya'da gerekli yere yollarlar onu. Bu mutlu haberi bir an önce duyurayım sana dedim. Dostça sıkarım
elini. Arkadaşın Selyenin.
Çarlık katına verilen dilekçeleri kabul komisyonu. başlıklı resmî kâğıtta sayı numarası, masa numarası,
tarihten sonra şöyle yazıyordu: Çarlık katma verilen dilekçeleri kabul komisyonu başkanlığı emriyle
Yekaterina Maslova'ya dilekçesinin gözönüne alınarak kürek cezasının Sibirya'da daha yakın bir yere
sürgün cezasına çevrildiği bildirilir.
Haber hem sevinç verici, hem önemliydi: Nehlüdof'un Katyuşa için de kendi için de yapabileceği her şey
gerçekleşmişti. Katyuşa'nın durumundaki bu değişiklik Nehlüdof'ia onun arasındaki ilişkiye yeni güçlükler
getirecekti. Katyuşa bir kürek cezalısı olduğu sürece, Nehlüdof'un onunla evlenme önerisi olamayacak bir
şeydi, onun durumunu hafifletmeye yarıyordu yalnızca. Oysa beraber yaşamalarına bir engel kalmıyordu
şimdi. Nehlüdof hazır değildi böyle bir şeye. Hem sonra ya Simonson'Ia ilişkisi? Dünkü sözlerinin anlamı
neydi Katyuşa'nın? Simonson' la evlenmeye razı olursa akıllıca bir karar mı vermiş olurdu acaba?
Nehlüdof cevap bulamıyordu bu sorulara. Şimdilik bir yana bıraktı onları. Sonra anlaşılır her şey geçirdi
içinden, şimdi bir an önce onu görmeye, sevinçli haberi ona vermeye, onu kurtarmaya çalışmalıyız.
Elindeki kopyanın bunun için yeterli olduğunu sanıyordu. Postaneden çıkınca arabacısına cezaevine
çekmesini söyledi.
General cezaevine gitmesine izin vermemişti; ama Nehlü-dof, o güne kadar başından geçen olaylardan,
büyük memurlardan elde edilemeyen bir şeyin küçüklerden çoğu kez kolaylıkla elde edilebildiğini bildiği
için, Katyuşa'ya mutlu haberi iletmek, Kriitsof'un sağlık durumunu öğrenmek, Mariya Pavlovna'yla ona,
generalin söylediğini duyurmak amacıyla cezaevine gitmeye karar vermişti. Olursa, Katyuşa'yı serbest de
bıraktıracaktı.
Cezaevi müdürü çok uzun boylu, şişman, mağrur duruşlu— 476 —
bir adamdı. Bıyıkları, favorileri ağzının çevresinde kıvır kıvırdı, Nehlüdof'u pek sert karşıladı; komutanlığın
izni olmadan hiç kimseyi cezalılarla görüştüremeyeceğini açıkça söyledi. Nehlü-dof'un, başkentle bile
görüştüğünü söylemesi üzerine:
— Olabilir, dedi, ama ben görüştüremem.
Ses tonuyla şöyle söylemek istiyordu sanki: Siz başkent beyleri bizi şaşırtacağınızı sersemleteceğinizi
sanırsınız, ama doğu Sibirya'da bile olsak, dünyadan haberimiz vardır bizim, bunu gösteririz de size.
Çar'ın dilekçe komisyonundan gelen kâğıt da etki etmedi müdüre. Nehlüdof'un cezaevine girmesine
kesinlikle izin vermedi. Nehlüdof büyük bir saflıkla, bu kopyanın belki de Maslo-va'nın serbest
bırakılmasına yeteceğini söylemesi üzerine, müdür küçümsemeyle gülümsedi; bir cezalının serbest
bırakılması için doğrudan doğruya genel müdürlükten yazı gelmesi gerektiğini anlattı. Ama affedildiğini
Maslova'ya bildireceğine, emir gelir gelmez de onu bir saat bekletmeden hemen serbest bırakacağına söz
verdi.
Kriltsof'un sağlık durumu üzerine bilgi de vermedi; cezaevinde böyle bir cezalının bulunduğunu söylemeye
bile yetkisi olmadığını anlattı. Böylece, hiç bir şey elde edemeden arabasına bindi Nehlüdof( otele döndü.
Müdürün ona böylesine sert davranmasının sebebi, alacağından bir kat fazla insan doldurulmuş
cezaevinde tifo salgını olmasıydı. Yolda arabacı şöyle anlatıyordu ona: Cezevinde sapır sapır dökülüyor
insanlar. Bir hastalık var içerde. Günde yirmi, yirmi beş kişi gömüyorlar.
XXIV
Nehlüdof, cezaevinde işi ters gittiği halde neşesinden, heyecanından hiç bir şey kaybetmeden,
Maslova'nın affedilmesiy-le ilgili yazının gelip gelmediğini öğrenmek için valiliğe uğradı. Gelmemişti.
Hemen otele gitti, Selyenin'le avukata birer mektup yazıp bildirdi durumu. Mektupları bitirince saatine
baktı; generalin yemeğine gitme zamanı gelmişti.
Yolda, Katyuşa'nın bu haberi, affedilmesini nasıl karşılayacağını düşünüyordu. Nereye yollayacaklardı onu
acaba? Nasıl
— 477 —
yaşayacaklardı beraber? Simonson ne olacaktı? Katyuşa'nın Si-monson'a karşı tutumu neydi? Katyuşa'da
olan değişikliği hatırladı. Arkasından geçmişi geldi aklına.
Unutmalıyım bunu, silip atmalıyım belleğimden, diye geçirdi içinden. Bu düşünceyi hemen kovdu. Zaman
gösterecek her şeyi dedi kendi kendine; generale ne söylemesi gerektiğini düşünmeye koyuldu.
Nehlüdof'un yabancısı olmadığı, ancak varlıklıların, büyük memurların evinde görülen zenginlik generalin
masasında da vardı. Aylardan beri her şeyden yoksun olan Nehlüdof'un pek hoşuna gitmişti böyle bir
sofraya oturmak.
Generalin karısı eski Petersburg sosyetesinden, Nikola sarayının önde gelen kadınlarındandı. Fransızcayı
Rusçadan daha rahat konuşuyordu. Dimdik duruyor, el kol hareketi yaparken dirseklerini bedeninden
ayırmıyordu. Kocasına karşı ağırbaşlı bir saygıyla, şefkatle; konuklarınaysa başka başka davranıyordu.
Nehlüdof'u içtenlikle, gizli bir yakın ilgiyle karşıladı. Bu ilgi, yeteneklerini yeniden tanıttı Nehlüdof'a, tatlı bir
haz verdi ona. Generalin karısı, Nehlüdof'un, onu Sibirya'ya getiren tuhaf, ama dürüst davranışından
haberdar olduğunu, Nehlüdof'u çok çok iyi, saygıdeğer bir insan saydığını gizlemiyordu. Bu ince ilgi,
generalin evindeki huzur, rahatlık, zenginlik üzerinde etkisini göstermişti. Zenginliğin, güzel yemeklerin
hazzına; alışık olduğu çevrenin insanları rasındaki ilişkilerin inceliğine, hoşluğuna bıraktı kendini. Son
zamanlarda içinde yaşadığı dünya bir düştü sanki: uyanmıştı şimdi, gerçek hayata dönmüştü.
Yemekte, aileden olanlardan —generalin, kocasıyla gelmiş kızından, yaverden— başka bir İngiliz, altın
ticareti yapan bir tüccar; bir de Sibirya'nın uzak illerinden birinin valisi vardı. Hepsinden de hoşlanmıştı
Nehlüdof.
Fransızcayı çok kötü, ama İngilizceyi son derece etkili konuşan, al yanaklı, sağlıklı İngiliz çok dolaşmıştı;
Amerika, Hindistan, Japonya, Sibirya üzerine ilginç şeyler anlatıyordu.
Bir köylünün oğlu olan altın tüccarı —Londra'da dikilmiş, pırlanta düğmeli takım frak giyiyordu; büyük bir
kitaplığa vardı, hayır işlerine yardım ederdi her zaman, Avrupa aydınlan gibi düşünürdü— Avrupa kültürü
aşılanmış sağlıklı bir Rus köylüsün-— 478 —
den elde edilen yeni, iyi insan örneği olduğu için hoşuna gitmişti Nehlüdof'un.
Uzak ilin valisi, Nehlüdof Petersburg'dayken sözü öylesine çok edilen bakanlık danışmanından başkası
değildi. Seyrek saçları kıvırcık, mavi gözlerinden kibarlık okunan, bedeninin ait bölümü çok kalın, beyaz
tombul parmaklan yüzük dolu, gülüşü içten, şişman bir adamdı. Ev sahibi, rüşvetçiler içinde olduğu halde,
rüşvet almadığı için severdi onu. Müziğe pek düşkün, kendi de iyi piyano çalan ev sahibesiyse, iyi bir
müzikçi olduğu, iki kişi beraber piyano çaldıkları için büyük değer veriyordu ona. Nehlüdof öylesine iyi bir
ruhsal durum içindeydi ki, bu adama karşı bile nefret duymuyordu.
Herkese yardıma koşmaya hazır, gerdanı hafif morarmış, neşeli, hareketli yaver içtenliğiyle canayakın bir
insandı.
Nehlüdof'un hoşuna en çok, generalin sevimli kızıyla kocası gitmişti. Günleri iki çocuğuyla dopdolu, güzel
sayılamayacak, temiz yürekli, genç bir kadındı generalin kızı, Anne, babasıyla uzun süre cenkleştikten
sonra severek evlendiği, Moskova üniversitesini bitirmiş, alçakgönüllü, zeki kocası, sevdiği, incelediği, yok
olmaktan kurtarmaya çalıştığı azınlıklarla ilgili istatistikler işinde çalışıyordu.
Nehlüdof'a hepsi de yakınlık gösteriyordu; ilgi çekici bir insanla karşılaştıklarına sevindikleri belliydi.
Salona resmî giysisi, boynunda beyaz haç nişanıyla gelen general, Nehlüdof'un elini eski bir dostuymuş
gibi sıktı; konuklarını masaya buyur etti. Generalin, sabahki görüşmelerinden sonra neler yaptığı sorusuna
Nehlüdof, postaneye gittiği, ilgilendiği cezaimin affedildiğini öğrendiği cevabını verdi; cezaevine girmesine
izin verilmesini istedi gene.
General, besbelli yemekte işten söz edildiğine canı sıkılmış, yüzünü buruşturdu, cevap vermedi
Nehlüdof'a, İngilizce döndü, Fransızca:
— Votka ister misiniz? dedi.
.
İngiliz, o gün büyük kiliseyi, atelyeyi gördüğünü, cezaevini dolaşmayı da çok istediğini anlattı. General,
Nehlüdof'a döndü:
— Bu güzel işte, beraber gidersiniz.
479 —
Yaverine:
Giriş kâğıdı verin onlara, dedi. Nehlüdof, İngilizce:
— Cezaevine akşam gitmeyi yeğlerim ben, dedi, herkes içerdedir o zaman, herhangi bir hazırlık
yoktur, her şey olduğu gibidir. General:
— Bütün güzelliğiyle mi görmek istiyor orasını? diye sordu. Görsün bakalım. Kaç kere yazdım,
dinlemiyorlar beni. Varsın yabancı basından öğrensinler.
Nehlüdof ev sahibesiyle İngilizin arasında oturuyordu. Karşısında generalin kızıyla vali vardı.
Yemekte aralıklarla devam ediyordu konuşma. İngiliz, Hin-distandan söz etti; generalin pek sert eleştirdiği
Tonkinsk bilimsel gezisinden, Sibirya'da alıp yürümüş düzenbazlıktan, rüşvetçilikten konuştular. Bütün
bunlar pek az ilgilendiriyordu Neh-lüdof'u.
Ama yemekten sonra konuk salonunda kahve içerlerken ev sahibesiyle İngiliz, bir de Nehlüdof arasında
Glanstone üzerine çok ilginç bir konuşma başladı. Nehlüdof oldukça güzel şeyler söyledi. Güzel bir
yemekten, içkiden, kahveden sonra kibar, kültürlü insanlar arasında yumuşacık bir koltukta oturmak
giderek neşelendiriyordu onu. İngilizin isteği üzerine ev sahibesiyle vali piyanonun başına oturup
beraberce piyanoya uyguladıkları Bethoven'in beşinci senfonisini çalmaya başladıklarından Nehlüdof'un
içini çoktan beri duymadığı bir duygu doldurdu. Ne denli iyi bir insan olduğunu ilk kez şimdi anlıyormuş gibi
sevinçliydi.
Piyano çok güzel, beşinci senfoninin çalmışı daha güzeldi. Hiç değilse, bu senfoniyi iyi bilen, seven
Nehlüdof'a öyle gelmişti. O güzelim andanteyi dinlerken kendi iyiliğini, erdemlerini sezinlemenin verdiği
duygululuktan burun kemiğinin sızladığını hissetti.
Çoktan beri uzak olduğu bir hazzı ona tattırdığı için ev sahibesine teşekkür ettikten sonra gitmeye
hazırlanıyordu ki, generalin kızı kararlı adımlarla geldi Nehlüdof'un yanına, yüzü kı-zararak:
— Çocuklarımı
sormuştunuz, dedi,
görmek ister misiniz onları?— 480 —
Annesi, kızının içten, sevimli kabalığına gülümsedi:
— Çocuklarını herkesin görmekten haz duyacağını sanır. Prense ne senin çocuklarından?
Bu taşan, mutlu analık sevgisi duygulandırmıştı Nehlüdof'u.
— Tersine, çok isterim, dedi. Gösterin lütfen.
General, oyun masasından —damadı, altın tüccarı, bir de yaveriyle kâğıt oynamaya oturmuştu— seslendi:
— Prense ufaklıklarını gösterecek. Gidip görevinizi yapın.
Prens, gidin.
Genç kadın —şimdi çocukları eleştirmeye başlayacaklarından korktuğu için olacak— Nehlüdof'un
önünden çabuk adımlarla yürüdü. Yüksek tavanlı, duvar kâğıtları beyaz, koyu abajurlu, küçük bir lâmbanın
ısıttığı odada yanyana iki karyola vardı; karyolaların arasında elmacık kemikleri çıkık, içten görünüşlü,
beyaz önlüklü bir dadı oturuyordu. Genç kadınla Nehlüdof'u görünce ayağa kalktı, selâm verdi. Generalin
kızı birinci karyolanın üzerine eğildi. Karyolada uzun, kıvır kıvır saçları yastığın üzerine serilmiş, küçücük
ağzı açık, sere serpe uyuyan iki yaşlarında bir kız çocuğu vardı.
Anne, altından çocuğun beyaz, minnacık ayağı çıkmış mavi çizgili battaniyeyi düzeltirken:
— Bu Katya'dır, dedi. Güzel mi? İki yaşında daha.
— Çok güzel!
— Bu da Vasük, dedesi öyle diyor ona. Bambaşka bir yüzü var. Tam bir Sibiryalı. Öyle değil mi?
Nehlüdof, yüzükoyun uyuyan tombul çocuğa iyice baktıktan sonra:
— Çok tatlı bir çocuk dedi.
— Sahi mi? diye sordu.
Annesi derin anlamlı bir gülümsemeyle:
Nehlüdof, zincirleri, traş edilmiş kafaları, cezalılara atılan kırbaçları, menzillerdeki yüz kızartıcı ahlâksızlığı,
ölmek üzere olan Kriltsof'u, bütün geçmişiyle Katyuşa'yı hatırladı.
İmrendirmişti onu bu huzur, böyle mutlu olmak isteği doldurmuştu içini. Çocukları birkaç kere daha
övdükten; onu büyük bir dikkatle dinleyen genç anneyi böylece mutlu ettikten sonra, onun arkasından
konuk salonuna yürüdü. İngiliz bekliyordu onu.
— 481 —
cezaevine beraber gideceklerdi, öyle sözleşmişlerdi. Nehlüdof, herkesin elini sıkarak, İngilizle beraber
çıktı.
Dışarda hava değişmişti. Lapa lapa kar yağıyordu. Yol, evlerin damları, ağaçlar, avlu, paytonun üstü, atın
sırtı bembeyaz olmuştu. İngilizin kendi arabası vardı; Nehlüdof, İngilizin arabacısına cezaevine gideceğini
söyledikten sonra paytona bindi, içinde hiç de hoş olmayan bir görevi yerine getirmenin verdiği tatsız
duygu, karda güçlükle ilerleyen, yaylı paytonuyla İngilizin arkasından gitti.
XXV
Büyük kapısının dibinde nöbetçisiyle, feneriyle cezaevinin kasvetli yapısı —şimdi yolunu da, damını da,
duvarlarını da örten tertemiz, beyaz örtüye karşın— hepsinde ışık olan ön pen-cereleriyle sabahkinden
çok daha kasvetli görünüyordu.
Mağrur müdür kapıya çıktı, Nehlüdof'la İngilize verilen giriş kâğıdını fenerin ışığında okuduktan sonra,
buna akıl erdireme-miş gibi silkti güçlü omuzlarını; ama emrin gereğini yaparak, konuklara arkasından
gelmelerini söyledi. Avludan geçirdi onları, sağdaki kapıdan girip merdiveni çıkardı, kendi odasına götürdü.
Oturmalarını söyledikten sonra, onlara ne gibi hizmetinin dokunabileceğini sordu. Nehlüdof'un Maslova'yı
hemen görmek istediğini öğrenince, gardiyana gidip onu getirmesini söyledi. Sonra İngiliz'in Nehlüdof
aracılığıyla sorduğu sorulara cevap vermeye başladı. İngiliz:
— Cezaevi kaç kişiliktir? diye soruyordu. Kaç cezalı var burada şimdi? Kaç erkek, kaç kadın, kaç çocuk?
Kürek cezası kaç kişi, sürgünler, gönüllüler kaçar kişi?
Nehlüdof, İngiliz'in söylediklerini Rusçaya, müdürün cevaplarını İngilizceye, ne anlama geldiklerini
anlamadan çeviriyordu. Katyuşa'yla biraz sonra görüşeceği düşüncesi nedense çok heyecanlandırıyordu
onu. Bir cümleyi İngilizceye çevirirken yaklaşan ayak sesleri duyduğunda yüreği daha hızlı vurmaya
başladı; odanın kapısı açılıp da—çoğunlukla olduğu gibi— gardiyanın arkasında örtülü, blûzlu Katyuşa'yı
görünce ağır bir duygu çöktü içine. Katyuşa, başı önünde, çabuk adımlarla odaya girerken, NehDiriliş — F: 31— 482 —
lüdof ona bakarak, Yaşamak istiyorum diye düşündü, Bir ailem, çocuklarım, insanca bir hayatım olsun
istiyorum.
Ayağa kalkıp ona doğru birkaç adım attı. Katyuşa'nın yüzünde soğuk, tuhaf bir ifade vardı. Nehlüdof'a
sitem ettiği zaman yüzünde olan ifadeydi bu. Kâh kızarıp bozararak, kâh kanı çekilerek bluzunun kenarıyla
sinirli sinirli oynuyor, arada bir başını kaldırarak Nehlüdof'a bakıyor, sonra gene yere indiriyordu bakışım
Nehlüdof.
— Affedildiğinizi duydunuz mu? diye sordu.
— Duydum. Gardiyan söyledi.
— Emir gelir gelmez cezaevinden çıkıp, istediğiniz yere yerleşebilirsiniz. Düşünürüz...
Maslova sabırsızlıkla kesti Nehlüdof'un sözünü:
— Düşünecek bir şey yok. Vladimir İvanoviç nereye giderse ben de oraya gideceğim. Heyecanlı olduğu
halde, Nehlüdof'un gözlerinin içine bakarak, —ne söyleyeceğini önceden hazırlamış gibi—çabuk, tane
tane konuşuyordu.
Nehlüdof:
— Öyle mi, dedi.
— Evet Dmitri İvanoviç, onunla beraber yaşamamı isterse —korkuyla sustu bir an, düzeltti— yani onun
yanında olmamı isterse, daha ne isterim? Bunu mutluluk saymalıyım kendim için. Daha ne?.. Nehlüdof,
İkisinden biri diye geçirdi içinden, Ya Simonson'u sevdi, yapmayı düşündüğüm fedakârlığı istemiyor, ya
da hâlâ beni seviyor, mutluluğum için reddediyor beni, Simon-son'a giderek, geri dönüş yollarını tamamen
kapıyor, gemilerini yakıyor. Kendi kendinden utanıyordu Nehlüdof. Yüzünün kızardığını hissetti.
— Onu seviyorsanız... diye başladı.
— Sevmenin ya da sevmemenin bir anlamı yoktur artık benim için. Bıraktım öyle şeyleri. Vladimir
İvanoviç çok iyi bir insan.
— Evet, öyle olsa gerek... İyi bir insan, hem sanırım... Katyuşa, Nehlüdof'un gereksiz bir şey
söyleyeceğinden, ya
da kendisinin her şeyi açığa vuracağından korkmuş gibi kesti gene Nehlüdof'un sözünü. Esrarlı, şehlâ
bakışını Nehlüdof'un gözlerinin içine dikerek:
— Sizin istediğiniz şeyi yapmıyorsam bağışlayın beni Dmit— 483 —
ri İvanoviç, dedi. Belli zaten bunun istediğiniz şey olmadığı. Hem sizin de hakkınız var yaşamaya.
Katyuşa, biraz önce kendi kendine söylediği şeyin aynını söy-lüyordu Nehlüdof'a, ama şimdi bambaşka
duygular vardı içinde. Yalnızca utanç duymuyordu, Katyuşa için kaybettiği her şeye de acıyordu.
— Bunu beklemiyordum, dedi. Katyuşa tuhaf bir gülümsemeyle:
— Bunda üzülecek bir şey yok, dedi.
— Üzülmüyorum, hoşuma bile gitti, elimden gelse daha da /ardım etmek isterdim size.
Katyuşa:
— Bize, dedi —Bize diyordu— hiç bir şey lâzım değil, Benim için o kadar çok şey yaptınız ki. Siz
olmasaydınız.,
Sesi titredi, sözünün sonunu getiremedi. Nehlüdof:
— Bana teşekkür etmenizin gereği yok, dedi. Katyuşa:
— Bırakalım, diye mırıldandı. Tanrı karar versin. Siyah gözleri dolu dolu olmuştu.
— Ne iyi kadınsınız! dedi Nehlüdof. Katyuşa gözyaşları arasından:
— Ben mi iyiyim? diye sordu. Acı bir gülümseme ısıttı yüzünü. İngiliz girdi araya:
— Are you ready? (1) Nehlüdof:
— Dîrectly, (2) dedi.
Maslova'ya dönüp Krıltsof'u sordu. Genç kadın, heyecanı biraz yatıştıktan sonra, bildiklerini anlattı: Krıltsof
yolda çok ağırlaşmıştı, buraya gelince hemen revize yatırmışlardı onu. Mariya Pavlovna çok üzülmüş,
revire hastabakıcı olarak alınması için yalvarmış, ama kabul etmemişler.
Maslova, İngilizin sabırsızlandığını farkedip:
— Gidebilir miyim artık? diye sordu. Nehlüdof:
(1) Hazır mısınız? (İngilizce, L. N. Tolstoy'un çevirisi.) (2) Şimdi. (İngilizce, L. N. Tolstoy'un çevirisi.)—
484 —
— Vedalaşmıyorum sizinle, dedi, görüşeceğiz gene. Maslova işitilir işitilmez bir sesle:
— Bağışlayın beni, dedi.
Gözgöze geldiler. Şehlâ bakışından, Allahaısmarladık diyeceğine, Bağışlayın derkendi içli
gülümseyişinden Nehlüdof, Katyuşa'yı bu kararı vermeye zorlayan nedenin düşündüğü nedenlerden
ikincisinin doğru olduğunu anlamıştı: Seviyordu onu Katyuşa; onu kendine bağlamakla Nehlüdof un
hayatını zehir edeceğini, Simonson'a giderse onu özgürlüğüne kavuşturacağını düşünmüştü; çoktan beri
yapmayı istediği şeyi en sonunda yapabildiğine seviniyordu şimdi, ama ondan ayrıldığına da üzülüyordu.
Nehlüdof'un elini sıktı, hızla dönüp çıktı odadan.
Nehlüdof, İngiliz'e baktı. Küçük not defterine bir şeyler yazıyordu İngiliz. Nehlüdof duvarın dibindeki tahta
sıraya oturdu. Oturur oturmaz korkunç bir bitkinlik çöktü üzerine. Ne uykusuzluktu onu böyle bitkin
düşüren, ne aylarca süren yolculuk, ne de heyecan; yasamaktan, hayatın tümünden yorulduğunu
hissediyordu. Sıranın arkalığına yaslandı, gözlerini kapadı, bir an derin bir uykuya daldı.
Müdür:
— Hücreleri dolaşmak ister misiniz artık? diye sordu.
Nehlüdof gözlerini açtı, şaşkın şaşkın bakındı çevresine. İngiliz yazmayı bitirmiş, hücreleri görmek
istiyordu. Nehlüdof yorgun argın, isteksiz, onlarla beraber çıktı.
XXVI
Holü, boğucu bir pis kokunun doldurduğu koridoru —doğrudan doğruya döşemeye işeyen iki cezalıyı
görünce çok şaşırmışlardı orada— geçip, gardiyanların arkasından ilk hücreye girdiler. Kürek cezalılarının
hücresiydi burası. Ranzalar orta yerdeydi, cezalıların hepsi yatmıştı. Yetmiş kişiydiler. İstif olmuşlardı
sanki. Girenleri görünce, zincirlerini şakırdatarak hepsi fırladı yerinden, ranzalarının yanında ayakta
durdular. Tepeleri traş-h başları parlıyordu. İki kişi doğrulmamıştı. Biri, yüzü kıpkırmızı —ateşli olduğu
belliydi— genç bir adamdı; öteki yaşlıydı, durmadan inliyordu.
İngiliz, genç cezalının çoktan beri mi hasta olduğunu sordu.
— 485 —
Müdür, sabah hastalandığını, ihtiyarınsa midesinin eskiden beri ağrıdığını, ama revir dolu olduğu için
yatıramadıklarını söyledi. İngiliz, başını iki yana salladı; bu insanlara birkaç sözcük söylemek istediğini
söyledi; Nehlüdof'dan, söyleyeceklerini Rusçaya çevirmesini rica etti. İngiiizin, Sibirya'daki sürgün yerlerini,
cezaevlerini görüp yazmaktan başka bir amacının daha olduğu anlaşılmıştı: Kişinin dinle, günahlarının
cezasını çekmekle huzura kavuşacağına inancını yaymaya çalışıyordu.
— İsa'nın onlara acıdığını, onları sevdiğini, onlar için de öldüğünü söyleyin onlara, dedi. Buna
inanırlarsa, kurtulurlar.
İngiliz konuşurken cezalılar ranzalarının yanında hazırolda dinliyorlardı onu.
— Söyleyin onlara, bu kitapta böyle deniyor. Okuma yazması olanlar var mı?
Yirmiden çok okuma yazması olan çıktı. İngiliz, çantasından ciltli birkaç Kutsal Kitap çıkardı; kaba
kumaştan yenlerden uzanan kalın, siyah tırnaklı, adaleli eller, birbirini iterek uzandı ona. iki İncil verdi bu
hücreye, ötekine yürüdü. Öteki hücrede de aynı durum vardı. Hava pis mi pisti gene; karşıda, pencerelerin
arasında aynı tasvir asılıydı, kapının hemen sağında bir el yüz yıkama teknesi vardı gene. Burada da istif
olmuş gibi yatıyorlardı cezalılar, konukları görünce fırladılar yattıkları yerden —üçü inmedi yere bu kez—
ikisi yataklarında doğruldu hafifçe, biri yatmaya devam etti, başını kaldırıp bakmadı bile gelenlere; üçü de
hastaydı. İngiliz aynı şeyleri burada da söyledi, iki de İncil verdi.
Üçüncü hücreden gürültü patırtı, bağrışmalar geliyordu. Müdür kapıya vurdu, Susun! diye bağırdı. Kapı
açılınca, birkaç hastadan, kavga eden iki kişiden başka hepsi ranzanın yanında hazırola geçti gene.
Kavga edenlerden biri ötekinin saçına, öteki de sakalına yapışmıştı, öfkeyle çekiyorlardı. Gardiyan
yanlarına koşunca bıraktılar birbirlerini. Birinin burnu kanamış; salyası, sümüğü birbirine karışmıştı,
kaftanının yeniyle siliyordu onları; öteki de sakalından kopan kılları ayıklıyordu.
Müdür, sertçe:
— Çavuş! diye bağırdı.
Kırmızı yüzlü, güçlü kuvvetli bir adam çıktı öne. Gözlerinin iÇi gülerek:
.—
486 —
.— Engel olamıyorum onlara efendim, dedi. Müdür kaşlarını çatarak:
— Ben olurum, dedi.
— What did they fight for? (') diye sordu.
Nehlüdof hücre çavuşuna cezalıların niçin kavga ettiklerini sordu. Çavuş gülümsemeye devam ederek:
— Ayaklarına sardıkları bez için dedi. Bu vurdu önce, öteki de geri kalmadı ondan.
Nehlüdof anlattı İngiliz'e. İngiliz müdüre döndü:
— Birkaç sözcük söyleyebilir miyim onlara? Nehlüdof, Rusçaya çevirdi. Müdür:
— Söyleyebilirsiniz, dedi.
İngiliz, deri ciltli İncil'ini çıkardı. Nehlüdof'a:
— Lütfen çevirin, dedi. Sizler bir konuda anlaşamadığınız için kavga ettiniz, oysa bizlerin uğruna canını
veren İsa, aramızdaki anlaşamamazlıkları halletmek için başka bir yol göstermiştir bize. Sorun onlara
bakalım, İsa'nın yasasına göre, bize kötülük eden bir insana karşı nasıl davranmamızın gerektiğini
biliyorlar mı?
Nehlüdof, İngiliz'in sözlerini, sorusunu Rusçaya çevirdi. Cezalılardan biri, yan gözle mağrur müdüre
bakarak, çekingen:
— Komutana mı bildiririz? diye sordu. Bir başkası:
— Ağzının payını verdim mi bir daha etmez sana kötülük, dedi. Gülüşmeler duyuldu. Nehlüdof cezalıların
cevaplarını İn-gilizceye çevirdi. İngiliz:
— Söyleyin onlara, dedi, tam tersini yapmalıdırlar bunun: Bir yanağına vurulursa ötekini uzatacaksın.
Bunu söylerken yanağını uzatmıştı.
Nehlüdof, Rusçaya çevirdi.
Bir ses duyuldu cezalılar arasından:
— Kendi bir denese bunu bakalım. Yatan hastalardan biri:
— Ya ötekine de yapıştırırsa tokatı herifçioğlu? dedi, o zaman neyi uzatacaksın?
O Niçin kavga ediyorlardı? (İngilizce, L. N. Tolstoy'un çevirisi.)
— 487 —
— Geberinceye kadar sopa yersin. Köşedekilerden biri:
— Denesin hele bir de görelim, dedi.
Kahkahayla gülmeye başladı. Herkes katıla katıla gülüyordu. Dayak yiyen cezalı bile —yüzü gözü kan
içinde— gülüyordu.
İngiliz hiç bozulmadı buna; Nehlüdof'dan, olamayacak gibi görülen bir şeyin inananlar için çok kolay
olduğunu onlara söylemesini istedi.
— Sorun bakalım, içki içiyorlar mı? Bir ses duyuldu:
— Elbette.
Gene makaraları koyverdiler.
Bu hücrede dört hasta vardı. İngilizin, hastalan için bir hücreye toplamadıkları sorusuna müdür,
kendilerinin istemedikleri cevabını verdi.
— Bulaşıcı değildir hastalıkları. Sağlık memurumuz devamlı olarak ilgileniyor onlarla.
Bir ses duyuldu cezalılar arasından:
— İki haftadır adımını atmadı buraya...
Müdür sesini çıkarmadı, konukları öteki hücreye götürdü. Gene açtılar kapıyı, gene kalktılar cezalılar,
gürültüyü kestiler, ingiliz İncil dağıttı gene. Beşinci, altıncı, daha sonraki hücrelerde de aynı şeyler oldu.
Kürek cezalılarından sürgünlere, sürgünlerden gönüllülere, kendi isteğiyle gelenlere geçtiler. Her yerde
aynı durum vardı: Aç, hasta, duygusuz, horlanmış, özgürlüklerinden yoksun edilmiş bu insanların yabani
hayvanlardan ayrı yanları yoktu.
Dağıtacağı kadar İncil'i dağıtan İngiliz başka vermiyor, cezalılarla konuşmuyordu bile. Burada gördükleri,
-en önemlisi de— boğucu hava enerjisini tüketmişti anlaşılan; hücreleri, her hücrede hangi cezalıların
yattığını söyleyen müdüre yalnızca, All right(') diyerek dolaşıyordu. Hâlâ aynı bitkinliği, umutsuzluğu
hisseden Nehlüdof, onları bırakıp gidemeyecek kadar güçsüz, uykuda gibi dolaşıyordu onlarla.
(1)
Çok güzel. (İngilizce).XXVII
Sürgünlerin hücrelerinden birinde, o sabah salda gördüğü tuhaf ihtiyarı görünce çok şaşırdı Nehlüdof. Saçı
sakalı karmakarışık bu ihtiyar—yüzü kırış kırıştı; sırtında yırtık pırtık, kiril, kül rengi bir gömlek, ayağında
gene öyle bir pantolon vardı; yalın ayaktı— ranzalardan birinin dibinde yerde oturuyor, soru dolu, sert
bakışlarla, gelenlere bakıyordu. Kirli bir görünüşü vardı; ama yüzü salda olduğundan daha bir ciddî,
canlıydı. Müdür içeri girince, öteki hücrelerde olduğu gibi, cezalılar hemen fırladılar yattıkları yerden,
hazırola geçtiler; ihtiyar kıpırdamadı yerinden. Gözlerinin içi parlıyordu, öfkeyle çatmıştı kaşlarını.
Müdür:
— Ayağa kalk! diye bağırdı.
İhtiyar hâlâ kıpırdamıyordu. Küçümser bir gülümseme vardı
dudaklarında.
— Uşakların kalkar ayağa senin karşında, diye mırıldandı.
Ben uşağın değilim ama.
Müdürün alnını göstererek:
— Alın yazınım senin... diye ekledi. Müdür öfkeyle üzerine yürüdü ihtiyarın.
— Ne-e-e? Ne dedin?
Nehlüdof müdürü tuttu, çabuk çabuk konuşarak:
— Tanıyorum bu adamı, dedi. Niçin attılar onu buraya? Müdür, ihtiyara yan gözle, öfkeli öfkeli bakarak:
— Kimlik kâğıdı olmadığı için polis yollamış, dedi. Yolla-mayın, diyoruz, hâlâ yolluyorlar.
İhtiyar Nehlüdof'a döndü:
— Sen de bu gâvurlardansın galiba?
— Hayır, dedi Nehlüdof, görmeye geldim cezaevini.
— Gâvurların insanlara nasıl eziyet ettiklerini görmeye geldin demek? Gör işte. Toplayıp kafese
sokmuşlar hepsini. Kişioğlu alın teriyle kazanıp yemelidir; oysa bu adam domuz gibi kapamış onları,
hayvanlaşsınlar diye, çalıştırmadan besliyor.
İngiliz:
— Ne diyor? diye sordu.
Nehlüdof, ihtiyarın, insanları cezaevine kapadığı için müdürü suçladığını söyledi. İngiliz:
— 489 —
— Sorun ona bakalım, dedi, yasaları çiğneyen insanları ne yapmalı onca?
Nehlüdof soruyu Rusçaya çevirdi. İhtiyar, sık dişlerini parlatarak gülümsedi. Küçümser bir tavırla:
— Yasaları! diye tekrar etti. Önce soydu soğana çevirdi herkesi; toprağı, zenginlikleri aldı insanların
elinden, üzerine oturdu, ona karşı çıkanları öldürdü; sonra da aldıklarını ondan geri almasınlar, onu
öldürmesinler diye yasalar koydu. Eskiden koysaydı ya bu yasaları.
Nehlüdof, İngilizceye çevirdi. İngiliz gülümsedi.
— Söyleyin ona, dedi, hırsızları, katilleri ne yapmalı şimdi, onu söylesin.
Nehlüdof gene çevirdi soruyu. İhtiyar kaşlarını çattı.
— Söyle ona, dedi, gâvurluğu bırakırlarsa ne hırsız kalır dünyada, ne de katil. Böyle söyle ona.
Nehlüdof, ihtiyarın söylediklerini İngilizceye çevirince İngiliz:
— He is crazy, (') dedi. Omuz silkerek çıktı hücreden. İhtiyar, oyalanan Nehlüdof'a:
— Sen kendi işine bak, diye mırıldandı. Her koyun kendi bacağından asılır. Kimi cezalandıracağını, kimi
bağışlayacağını Tanrı bilir, biz bilemeyiz bunu. Kendi kendinin efendisi ol, efendi kalmaz yeryüzünde. Hadi
git, git... Gâvurların insanları bitlere pirelere nasıl yem ettiklerini gördün artık. Git, git!..
Nehlüdof koridora çıktığında müdürle İngiliz, kapısı açık, boş bir hücrenin önünde duruyordu İngiliz, bu
hücrenin ne işe yaradığını soruyor, müdür de ona buranın ölü odası olduğunu anlatıyordu. Nehlüdof,
müdürün söylediklerini İngilizceye çevirince, İngiliz:
— O! dedi. İçeri girmek istedi.
-Ölü odası, değişik yanı olmayan, küçük bir hücreydi. Duvarda bir gaz lâmbası yanıyor; soluk ışığı, sol
köşedeki gelişigüzel yığılmış torbaların, odunların, sağdaki ranzalara uzatılmış dört ölünün üzerine
düşüyordu. Ev dokuması keten bezinden gömlekli kaba ayakkabılı birinci ölü uzun boyluydu; küçük sivri
bir sakalı
(1)
Deli bu adam. (İngilizce.)— 490 —
vardı, başının yarısı traş edilmişti. İyice katılaşmıştı bedeni, morarmış kolları —önlüğünde göğsünün
üzerine kavuşturuldukları belliydi— yana düşmüştü. Çorapsız bacakları da ayrılmıştı. Yanında beyaz etek
blûzlu, çıplak ayaklı, düz saçlı yaşlı bir kadın yatıyordu. Buruşuk bir yüzü, küçük, sivri bir burnu vardı. Yaşlı
kadının ötesinde pembe giysili bir erkek cesedi yatıyordu. Bu renk bir şeyi hatırlatır gibi oldu Nehlüdof'a.
Yaklaşıp baktı.
Küçük, sivri, dimdik duran bir sakalı, güzel bir burnu, beyaz geniş bir alnı, seyrek, kıvırcık saçları vardı.
Tanımıştı bunları, gözlerine inanamıyordu. Dün bu yüzü öfkeyle, ıstırapla kaplı görmüştü. Şimdi sakin,
kıpırtısız, son derece güzeldi. Evet, Krıltsof du bu, hiç değilse onun maddi varlığının bir izi. Nehlüdof, Niçin
ıstırap çekti? Niçin yaşadı? Şimdi biliyor mu acaba bunları? diye geçirdi içinden; bu sorulara cevap
bulunamayacağını, ölümünden başka hiç bir şeyin gerçek olmadığını hissetti. Birden fena-laşmıştı.
İngiliz'e Allahaısmarladık demeden, gardiyana onu dışarı çıkarmasını söyledi; o akşam hissettiklerini enine
boyuna düşünmek için yalnız kalmak ihtiyacını duydu, otele gitti.
XXVIII
Nehlüdof yatmadı otele gelince, odasının içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Katyuşa'yla
arasındaki ilgi sona ermişti. Artık gerekli değildi Katyuşa'ya; bu hem üzüyordu onu, hem utandırıyordu.
Ama bu değildi ona şimdi ıstırap veren. Başka bir işi daha vardı, bitirmemişti henüz bu işini; her
zamankinden daha bir acı veriyordu ona şimdi bu, bir şeyler yapmasını istiyordu.
Son zamanlarda tanık olduğu, özellikle o akşam şu korkunç cezaevinde gördüğü, sevimli Krıltsof'u da
mahveden o kötülükler bütün gücüyle sürüp gidiyordu. Bunları yenmenin imkânı yoktu görünüşte, nasıl
yenilebileceklerini düşünmek bile imkânsızdı.
Hiç bir şeyi umursamaz generallerin, savcıların, müdürlerin bu havasız, pis yere tıktıkları yüzlerce, binlerce
insan geldi gözünün önüne; onları içeri atanları suçladığı için deli denen özgür ihtiyarı, öfke içinde ölen
Krıltsof'un cesetler arasındaki gü— 491 —
zel, balmumu yüzünü hatırladı. Eskiden aklına sık sık gelen soru bu kez daha bir güçlü dikilmişti karşısına,
cevap bekliyordu: O muydu deli, yoksa kendilerini akıllı sanan, bütün bunları yapanlar mı?
Dolaşmaktan yorulunca lâmbanın önünde, kanepeye oturdu; İngilizin ona verdiği, geldiğinde ceplerini
boşaltırken kanepenin üzerine attığı İncil'i bir şey düşünmeden açtı. Her şeyin cevabı vardır orada diyorlar,
diye geçirdi içinden, rasgele açtığı sayfayı okumaya başladı: Matfet. Başlık XVIII.
1.
O zaman öğrencileri İsa'nın yanına sokuldular, sordular Ona: Kim daha yakındır Tanrı katına?
2.
İsa bir çocuk çağırdı yanma, onların arasına koydu onu.
3.
Sonra şöyle dedi: Gerçeği söylüyorum size, çocuk gibi olmaz, çocuk gibi davranmazsanız
çıkamazsınız Tanrı katına;
4.
İşte kim bu çocuk kadar çocuklaşırsa o daha yakın olacak Tanrı katına.
Nehlüdof, kendini önemsiz gördüğü zamanlar ne denli mutlu, huzur içinde olduğunu hatırlayarak Evet,
evet çok doğru bu. diye geçirdi içinden.
5.
Böyle bir çocuğu benim adıma kim yanına alırsa, beni almış sayılır yanına:
6.
Bana inanan böyle bir küçüğü yoldan çıkaranıysa, boynuna bir değirmen taşı bağlayıp denizin dipsiz
derinliklerine at-salar daha iyi olurdu onun için.
Ne demek yanına alırsa? diye geçirdi içinde Nehlüdof. Benim adıma'nın anlamı ne? (Bu sözlerin ona hiç
bir şey anlatmadıklarını hissediyordu Nehlüdof.) Boynuna değirmen taşı bağlayıp denize atmak? Hayır,
belirli anlamı yok bunların. Daha önceleri de İncil'i birkaç kere eline alıp okumaya başladığını, her
keresinde de, bu gibi yerlerin belirsiz anlatımı yüzünden bıraktığını hatırladı. Yedinci, sekizinci,
dokuzuncu, onuncu sözleri de okudu: Günahlardan, öteki dünyadan, cehennemde insanların çekecekleri
korkunç acılardan, Tanrının yüzünü gören çocuk meleklerden söz ediliyordu bunlarda. Ne yazık ki pek
düzensiz anlatılmış bunlar, diye düşünüyordu Nehlüdof, ama gene de tatlı bir duygu doluyor insanın içine
okurken.— 492 —
11.
...Kişioğlu, mahvolanı aramaya, kurtarmaya geldi çünkü.
12.
ne dersiniz? Yüz koyunu olsa birisinin, bîr tanesi kaybolsa; doksan dokuz koyunu dağ başında
bırakıp kaybolan o bir taneyi aramaya gitmez mi?
13.
Hem şuna inanın ki, bulursa o koyunu, kaybolmayan o doksan dokuz koyuna sevindiğinden çok
sevinir buna.
14.
Babanız da yavrularından birinin yok olmasını istemez işte.
Nehlüdof Babamız bir tanesinin yok olmasını istemiyor, oysa burada yüzlerce, binlercesi birden yok
oluyor. Kurtuluşları da yok. diye geçirdi içinden.
21.
O zaman Pyotr yanına sokuldu, şöyle dedi: Rabbim! bana
kötülük eden kardeşimi
kaç
kere bağışlayacağım? yedi kere mi?
22.
İsa cevap verdi: Yedi kere değil, yedi tane yetmiş kere bağışlayacaksın.
23.
Tanrı katında hesap bu bakımdan, halkıyla hesap görmek isteyen kralın yaptığının aynıdır;
24.
Hesap görülürken, ona on bin talant borcu olan bîr yurttaşı getirmişler karşısına;
25.
Borcunu ödeyecek parası olmadığı için kral adamın da, karısının da, çocuklarının da, vannın
yoğunun da satılmasını, parasının ona getirilmesini buyurmuş.
26.
O zaman adam ayaklarına kapanmış kralın, Yüce Kralım! demiş, biraz izin ver bana, ödeyeceğim
borcumu.
27.
Kral acımış ona, salıvermiş, borcunu da bağışlamış.
28.
Bu adam saraydan çıkınca doğru gitmiş, ona yüz dinar borcu olan arkadaşının yakasına yapışmış,
borcunu ver diye sıkıştırmış onu.
29.
Arkadaşı ayaklarına kapanmış, yalvarmış yakarmış. ona, bîraz izin ver bana, ödeyeceğim
borcumu, demiş.
30.
Âmâ beriki vermemiş izin, borcunu vermedi diye zindana attırmış onu.
31.
Bunu gören tanıdıkları gidip krala anlatmışlar durumu.
32.
Kral çağırmış adamı sarayına, kötü bîr insansın sen! demiş, yalvardığın için bütün borcunu
bağışladım sana.
— 493 —
33. Benim sana yaptığımı senin de arkadaşına yapman gerekmez miydi?
Bu satırları okuyunca birden yüksek sesle:
— Hepsi bu kadar mı? dedi Nehlüdof.
Sonra, bütün benliğini kaplayan bir ses, Evet, bu kadar diye fısıldadı kulağına.
Duygu yönü ağır basan insanlarda sık sık görülen değişiklik Nehlüdof'da oluyordu şimdi. Bir zamanlar ona
tuhaf, akıl almaz, şaka gibi gelen düşünce, günlük olaylarla doğrulana doğrulana, onunda birden gerçeğin
ta kendisi oluvermişti gözünde. İnsanlara ıstırap çektiren bu korkunç kötülüklerden kurtulmanın tek
yolunun, insanların kendilerini Tanrıya karşı suçlu hissetmeleri, bu nedenle başkalarını cezalandırmaya ya
da düzeltmeye yetenekli olmadıklarının olduğu düşüncesi şimdi açık seçikti onun için. Ceza evlerinde,
Sibirya'da tanık olduğu bu korkunç kötülüğün de, bu kötülüğü sürdürenlerin öylesine sakin, kendilerinden
emin olmalarının da sebebinin, insanların olmayacak bir şeyi gerçekleştirmek, kendileri kötüyken
kötülükleri düzeltmeye çalışmak istemelerinden ileri geldiğini biliyordu artık. Aşağılık insanlar, kendileri gibi
aşağılık insanları düzeltmek istemiş, bunu mekanik bir yolla yapmayı düşünmüş. Ne var ki bir tek sonuç
vermiş bu düşünce: Gözü yükseklerde olan, çıkarcı bazı insanlar bu uydurma cezadan, düzeltmeden bir
meslek çıkarmışlar kendilerine; alabildiğine ahlâksızlaştırıyorlardı durmadan. Tanık olduğu bu korkunç
kötülüğün nereden geldiğini, onu ortadan kaldırmak için ne yapmanın gerektiğini açık seçik görüyordu
artık. Şimdiye kadar bir türlü bulamadığı cevap, İsa'nın Pyotr'a verdiği cevaptı: Kişioğlu her zaman, sonsuz
kere bağışlamalıydı; çünkü suçsuz insan, başkalarını cezalandırmaya, düzeltmeye hakkı olan insan yoktu
yeryüzünde.
Nehlüdof Hayır, bu kadar basit, bu kadar kolay olamaz bu diye düşünüyor; öte yandan da —bambaşka
şeylere alışık olduğu için başlangıçta bunu çok yadırgadığı halde— bunun gerçek, sorunun en doğru
çözüm yolu olduğunu hissediyordu. Her zaman aklına takılan Canavar ruhlu insanları ne yapmalı?
Cezalandırmama!! mı? sorusu artık rahatsız etmiyordu onu. Cezanın suç— 494 —
lan azalttığı, suçluları düzelttiği ispatlanmış olsaydı bir anlamı olabilirdi bu sorunun; oysa bunun tam tersi
ispatlanmışken, insanların başka insanları düzeltmeye yetenekli olmadıkları kesinlikle biliniyorken
tutulabilecek en akıllıca yol, yalnızca yararsız değil, üstelik zararlı, kötü, çirkin olanı sürdürmekten
vazgeçmektir. Suçlu saydığımız insanları birkaç yüzyıldır öldürüyorsunuz. Bitirdiniz mi bari onları? Ne
gezer, üstelik çoğaldılar. Cezalarınızın iyice kötüleştirdiği suçlular doldurdu her yanı. Oturdukları yerde
adam cezalandıran kendileri de, suçlu yargıçlarınız, savcılarınız, sorgu yargıçlarınız, cezaevi
yöneticileriniz de onlardandır aslında. Toplumun, düzenin, insanları yargılayan, cezalandıran bu yasal
(kanuni) suçlular yüzünden değil, insanların —bunca kötülüğe karşın— hâlâ birbirlerine acımaları
yüzünden var olduğunu anlamıştı Nehlüdof.
Bu düşüncesini doğrulayacak bir şeyler bulmak umuduyla İncil'i açtı gene, baştan okumaya başladı. Onu
her zaman duygulandıran Nagorni âyetini okurken, şimdi ilk kez soyut, süslü düşüncelerle, yerine
getirilemeyecek isteklerle karşılaşmamıştı bu âyette; açık seçik, yerine getirilmesi kolay emirler veriliyordu
burada; bu emirler yerine getirilirse bambaşka, Nehlüdof'u öylesine üzen kötülüklerin görülmeyeceği,
mutluluğun doruğuna varılacağı bir toplum düzeni kurulurdu. Beş taneydi bu emirler:
Birinci emir (Mt. V, 21-26) insanın insanı öldürmesini yasaklamakla kalmıyor, insanların birbirlerine
kızmamasını, birbirlerini küçük görmemelerini, kavga ederlerse Tanrıya yakarmadan önce barışmalarını
buyuruyordu.
İkinci emir (Mt. V, 27-32) erkeklerin kadın güzelliğinden haz duymak şöyle dursun, bu hazdan
kaçmalarının, bir kadınla yuva kurduktan sonra da, ömrünün sonuna kadar o kadına bağlı kalmalarının
gerektiği üzerineydi.
Üçüncü emir (Mt. V, 33 - 37) insanın yemin ederek bir şeye söz vermesini yasaklıyordu.
Dördüncü emir (Mt. V, 38-42) insanın göze göz, dişe diş diye düşünmemesini buyurduğundan başka; bir
yanağına vurulunca ötekini de uzatmasını, kendisine yapılan her çeşit kötü— 495 —
lüğü affetmesi, bu kötülüklere yakınmadan katlanması, ondan her istenileni yapması gerektiğini
söylüyordu.
Beşinci emir (Mt. V, 43-48) insanın, düşmanlarından nefret etmek, onlarla savaşmak bir yana, onları
sevmesini, onlara yardım etmesini, hizmetlerine koşmasını buyuruyordu.
Nehlüdof'un bakışı lâmbanın ışığına takıldı, gözleri daldı. Yaşayışımızın tüm çirkinliğini hatırladı bir an;
insanlar bu emirleri benimseyip, yaşayışlarını onlara göre düzenleseler insan hayatının nasıl olacağı geldi
gözünün önüne, uzun zamandır duymadığı bir coşkunluk doldurdu ruhunu. Yıllarca çektiği ıstıraptan
kurtulmuş, gerçek huzura, özgürlüğe kavuşmuştu sanki.
Bütün gece uyumadı. İncil'i okuyanların çoğunda görüldüğü gibi o da, önceleri bir çok kereler okuduğu, bir
anlam çıkaramadığı sözcüklerin anlamını açık seçik görüyordu şimdi. Bu kitapta bulduğu onun için gerekli,
önemli, sevindirici şeyleri süngerin suyu içtiği gibi yutarcasına benimsiyordu. Okudukları yabancı değildi
ona sanki; çoktan beri bildiği, ama bilincine varmadığı şeyleri doğruluyor gibiydiler. Şimdi varmıştı artık bu
bilince, inanmıyordu.
Bu emirlere uymakla insanların, en büyük mutluluğa ulaşacaklarına inanmaktan başka, insanların bu
emirlere uymak zorunda olduklarına, insan hayatının anlamının bu olduğuna, bu yoldan en küçük bir
sapmanın bile, cezayı gerektiren bir hata olduğuna da inanamıyordu. Kutsal kitabın öğretisinden
anlaşılıyordu bu; hele üzüm bağcıları âyetinde büyük bir güçle, apaçık anlatılıyordu. Üzüm bağcıları, mal
sahibi için çalışmaya gönderildikleri bağın kendilerinin olduğunu, bağdaki her şeyin onlar için
hazırlandığını, yapacakları tek şeyin bu bağda gönüllerince yaşamak olduğunu sanmış, mal sahibini
unutmuş, bağın onların olmadığını, görevlerini onlara hatırlatanları öldürmüşlerdi.
Aynı şeyi biz de yapıyoruz, diye düşünüyordu Nehlüdof, hayatımızın sahibi olduğumuzu, onun bize
zevkimiz için verildiğini sanıyoruz aptalca. Gerçekten de aptallık bu. Buraya gönderildiğimize göre birisi,
bir görevle yollamış olmak- gerekir bizi. Oysa yalnızca kendi sevinçlerimiz, mutluluğumuz için yaşamamıza
karar vermişiz biz. Ma! sahibinin istediğini yapmayan işçi— 496 —
gibi bizim de sonumuzun kötü olduğu kuşku götürmez. Dünyanın sahibinin istediği de bu emirlerde var. Bu
emirlere uysalar insanlar, yeryüzü cennete döner; insanlar akıllarının ucundan ge-çiremeyecekleri bir
mutluluğa erişirler.
Mutluluğu, gerçeği arayın, gerisi verilecektir size. Oysa biz gerisini arıyor, tabiî bulamıyoruz.
Asıl görevim, hayatımın amacı bu işte. Biri gitti, öteki başlıyor.
Bu geceden sonra yepyeni bir hayat başladı Nehlüdof için; eski koşulların yerini yenileri aldığından değil, o
geceden sonra her şeyi eskisinden bambaşka bir gözle gördüğündendi bu değişiklik. Hayatının bu yeni
döneminin ne kadar süreceğini zaman gösterecek.
16 aralık 1899
SONBu kitap, Patates Baskı tarafından Beyazıt Devlet Kütüphanesi Görme Engelliler bölümünde
kullanılmak üzere görmeyen okuyucuların yararlanabileceği hale dönüştürülmüştür.
Bu çalışma Patates Baskı'nın söz konusu kamu hizmetine destek sağlamak amacı ile gönüllü olarak
yürüttüğü bir faaliyettir.
RUS
EDEBİYATI
L. TOLSTOY
DiRiLiŞ
3. Baskı
Tam metin, Rusça aslından çeviren Ergin ALTAY
LEV NİKOLAYEVİÇ TOLSTOY ve DİRİLİŞ ÜZERİNE
DİRİLİŞ, Altın Klasikler Dizisinin 28. kitabı olarak Altın Kitaplar Yayınevi tarafından üçüncü kez, Mart
1975'de, yayınlandı. Kapak resmini Ayhan Erer'in hazırladığı bu kitap, Sıralar Matbaası'nda dizilip basıldı.
Yalnız Rus değil, dünya romanının büyük ustalarından, L. N. Tolstoy, 28 Ağustos 1828'de Tula iline bağlı
Yasnaya Polyana'da doğdu. Soylu bir ailenin çocuğu olarak dünyaya gelen Tolstoy bir buçuk yaşında
annesini kaybetti. Tolstoy çok sonraları yakınlarının anlattıklarına göre annesinin bir portresini Savaş ve
Barış romanında çizecektir.
1837 yılında Tolstoy ailesi Moskova'ya taşındı. O yıl yazarın babası da öldü.
Tolstoy 1844 yılında giriş sınavını kazandıktan sonra Kazan Üniversitesi Doğu Dilleri Fakültesi'ne girdi. Bir
yıl sonra da Hukuk Fakültesi'ne geçti, Tolstoy'un üniversite yılları bir öğrenciye yaraşır biçimde
geçmiyordu. Zamanının çoğunu üniversite dışındaki yaşantısına adamıştı. Bu arada bol bol Fransız
düşünürlerini, özellikle Rousseau'yu ve Montesguieu'yü okuyordu. 1847 yılında Hukuk Fakültesi'nin ikinci
sınıfından ayrıldı, Yasnaya Polyana'ya gitti.
1847 yılı baharında ana - baba mirası kardeşler arasında bölüşüldü, Tolstoy'un hissesine Yasnaya
Polyana malikânesi düştü. İşte o andan itibaren de Tolstoy 330 erkek nüfusa ve 1470 dönüm toprağa
sahip bir derebeyi olup çıktı. Romancı ilk iş olarak köylülerin yaşama şartlarını düzeltmeyi, onları daha
mutlu bir hayata yükseltmeyi amaç edindi, ne var ki köylüler bu davranışlarını kuşkuyla karşıladıklarından
başarısızlığa uğradı. Burada devamlı kalmadı, çiftlik işleriyle uğraşması yanısıra Moskova'ya da sık sık
gidip geldi.
1851 yılında topçu tugayına astsubay olarak girdi. 1851 onun edebiyat hayatı için de önemli bir tarihtir. İlk
çalışmalarına burada görevli bulunduğuKazak köyünde başlamıştır. 1854 ocağınca asteğmenliğe
yükseltildi. 1856'da teğmen rütbesiyle ordudan ayrıldı.
Tolstoy kitaplardan tanıdığı Avrupa'yı görmek üzere 1857 yılında Avrupa'ya gitti. Fransa'yı, İsviçre'yi,
İtalya'yı, Almanya'yı gezdi. Romancı aynı yıl Yasnaya Polyana'ya döndü.
1862 yılında Sofya Andreyevna Bers ile evlendi.
1881-1901 arasındaki zamanı daha çok Moskova'da geçirdi. 1901'de ağır bir hastalığa tutuldu.
7 Kasım 1910'da evinden uzakta Astapovo (şimdiki adı Lev Tolstoy) tren istasyonunda öldü.
DİRİLİŞ
Diriliş Tolstoy'un üçüncü büyük eseridir. Roman, 1899 yılında yazılmıştır. Romanda 19. yüzyıl sonu
Rusyasının toplumsal yaşantısı gözler önüne serilir. Özellikle bu yaşantının çelişkili yanlarına dikkati
çekmiştir.
Diğer iki büyük romanında (Savaş ve Barış, Anna Karenina) kahramanların çoğu soylular arasından
seçildiği halde buradaki kahramanlardan başlıcası Katyuşa Maslova, halk katından biridir. Diriliş'de de
psikolojik tahliller, usta tasvirler, sade bir dil, Tolstoy'un sanat gücünün tanıklarıdır. Yalnız bu eserde
romancı Tolstoy'un yanısıra ahlâkçı - filozof Tolstoy da vardır. Bir çok satırlar yazarın ruh bunalımını
yansıtırlar.
Tanınmış Rus eleştirmenlerinden Leonoid Leonov, Rousseaudan sonra yüreğini okuyucuya açan en
büyük yazar Tolstoy'dur, der. Gerçekte de Diriliş'in bir çok bölümünde bu özellik okuyucuya kendini kabul
ettirir.
Diriliş romanı size Tolstoy'un olgun eserlerinden birini tanıtmakla kalmayacak, insan psikolojisinin gizli
köşelerini de gün ışığına çıkaracaktır
ROMANDAKİ BAŞLICA KİŞİLER
İVANOVİÇ NEHLÜDOF KATYUŞA MASLOVA
MİSSİ KORÇAGİNA SOFİYA KORÇAGİNA PRENS KORÇAGİN HELENA İVANOVNA MARİYA
İVANOVNA SMELKOV
MASLENNİKOF
FANAR i N
KATERİNA
İVANOVNA ÇARSKAYA
MİHAİLOVİÇ
SELENİN SÇEGLOF
:
Bir Rus prensi; romanın erkek kahramanı.
:
Prens'in baştan çıkardığı kız: romanın kadın kahramanı.
:
Nehlüdof'un evlenmek istediği kız.
:
Missi'nin annesi.
:
Missi'nin babası.
:
Nehlüdof'un annesi.
:
Nehlüdof'un teyzesi.
:
Maslova'nın öldürdüğü iddia edilen bir tüccar.
:
Moskova vali muavini, Nehlüdof'un
arkadaşı.
:
Maslova davasıyla ilgilenen avukat.
:
Nehlüdof'un Petersburg'daki :
teyzesi.
:
Katerina'nın kocası, Nehlüdof'un eniştesi, general, eski bakanlardan.
:
Senato savcısı, Nehlüdof'un arkadaşı. :
Kürek mahkumu.LİDİYA ŞUSTOVA NATALYA
(NATAŞA) İGNATİY RAGOJİNSKİY SİMONSON
THİON
KİTAYEVA MATRYONA HARİNA
Haksız yere hapsedilmiş bir genç kız, Nehlüdof'un ablası. Natalya'nın kocası.
Sibirya'ya sürülen mahkûmlardan biri, Katyuşa'ya âşıktır.
Prens'in teyzesinin oda hizmetçisi.
Genelev patronu.
Katyuşa Maslova'nın teyzesi.
BİRİNCİ
BÖLÜM
Matta, XVIII. 21 - 22 O zaman Pyotr yanına sokuldu, şöyle dedi: Rabbim! bana kötülük eden kardeşimi kaç
kere bağışlayacağım? Yedi kere mi? İsa cevap verdi: Yedi kere değil, yedi tane yetmiş kere
bağışlayacaksın.
Matta, VII. 1. S. 3. Ne o, kardeşinin gözündeki çöpü görüyorsun da kendi gözündeki merteği görmüyor
musun?
Yuhanna, VIII. 7...... içinizde günah islememiş kimse, ilk taşı atsın o kadına.
Luka, VI. 40. Öğrenci öğretmeninden üstün olamaz hiç; ama tam olgunlaşan bir insan öğretmeni gibi olur.
Yüz binlerce insan avuç içi kadar bir yere toplanıp, üst üste yaşadıkları toprak parçasını çirkinleştirmek için
var güçleriyle çalışmış olsalar; üzerinde hiç bir şey yetişmesin diye her yanma taş dikmiş, filizlenen her otu
kökünden koparmış, havayı taş kömürü, petrol yakarak ellerinden geldiğince kirletmiş, çevredeki tüm
ağaçları kesmiş, tüm hayvanları, kuşları uzaklaştırmış olsalar bile gene de ilkbahar ilkbahardı; kentte bile
Güneş pırıl pırıldı gökyüzünde. Çimenler yalnız bulvar yeşilliklerinde değil, koparılıp atılmadıkları her
yerde, kaldırım taşlarının arasında bile boy atıyor, yeşeriyordu. Kayın, kavak, akdiken ağaçları hoş kokulu,
taptaze yapraklar açıyor, ıhlamur ağaçlarının tomurcukları patlıyordu. Kargalar, serçeler, güvercinler
ilkbaharın verdiği neşeyle yuvalarını yapmaya başlamışlardı bile. Böcekler güneşin ısıttığı duvar diplerinde
vızıldaşıyorlardı. Bitkiler de, kuşlar da, böcekler de, çocuklar da neşeliydi. GelgeLelim insanlar —-bu-— 12
—
yük, yetişkin insanlar — birbirini kandırmaya, birbirini ezmeye devam ediyorlardı. İnsanlar bu ilkbahar
sabahının, tüm canlıların mutluluğu için yaratılmış doğanın bu güzelliğinin değil de, birbirlerine hükmetmek
için uydurdukları şeylerin önemli, kutsal olduğu inancındaydılar.
İl ceza evi müdürünün odasındaysa ilkbaharın getirdiği mutluluk ve sevincin tüm canlılar, tüm insanlar için
olduğu önemli değildi; orada önemli hatta kutsal olan, bir gün önce gelen yazılı emirdi. Basma başlıklı,
numaralı kâğıtta o gün, yirmi sekiz nisan sabahı saat dokuzda ikisi kadın, biri erkek üç tutuklunun
duruşmada hazır bulundurulmaları yazılıydı. Kadınlardan biri, en önemli suçlu olduğu için, ayrı
götürülecekti. Bu emir gereği, yirmi sekiz nisan sabahı saat sekizde kadınlar koğuşunun karanlık, pis
kokan koridorunda baş gardiyan görülmüştü. Peşinden, ak saçları karmakarışık, yüzü renksiz, üzerinde
kol ağızları sırmalı bir bluz, belinde kenarına açık mavi şerit geçirilmiş bir kuşak olan yaslı bir kadın geldi.
Kadın gardiyandı bu.
Kadın, yanında nöbetçi gardiyanla, koridora açılan kapılardan birine yaklaşarak,
— Maslova'yı mı istiyorsunuz? diye sordu.
Nöbetçi gardiyan gürültüyle çevirdi kilidi, kapıyı açtı, kori-dordakinden daha da pis kokan bir hava akın etti
dışarıya. Nöbetçi gardiyan,
— Maslova, diye bağırdı, mahkemeye!
Rüzgârın kente taşıdığı tarlaların o taze, misk kokulu havası ceza evinin avlusunda bile vardı. Ama
koridordaki hava iğrençti, pislik, katran, küf kokuyordu. İçeri girer girmez bir ağırlık çöküyordu insanın
üstüne, karamsar oluyordu. Avludan gelen kadın gardiyan — bu pis havaya alışık olduğu halde — hemen
farketmişti bunu. Koridora girince bir bitkinlik hissetmişti üzerinde, uyumak istemişti.
Hücrede bir telâştır başlamıştı: Kadın sesleri, çıplak ayakla koşuşmalar duyuluyordu.
Baş gardiyan başını kapıdan uzatarak,
— Hadi kımıldan biraz, Maslova! diye bağırdı,
kulakların
sağır mı?
— 13 —
İki dakika sonra orta boylu, göğüsleri dolgun, genç bir kadın çıktı koridora, canlı adımlarla yürüdü, tam
gardiyanın önüne gelince hızla dönüp yanında durdu. Beyaz etek bluzunun üzerine gri bir gömlek giymişti.
Ayaklarında keten çorap, çorabım üzerinde de ceza evlerinde giyilen terliklerden vardı. Başına beyaz bir
başörtü bağlamıştı; başörtünün kenarından — besbelli mahsus dışarda bırakılmış — bir tutam siyah,
kıvırcık saç gözüküyordu. Kadının yüzünde, uzun süre kapalı bir yerde kalmış insanların yüzünde görülen,
rutubetli bir bodrumda patatesin sürdüğü filizleri andıran o tuhaf beyazlık vardı. Küçük, geniş ellerinde,
gömleğin enli yakası arasından gözüken dolgun boynunda da vardı aynı beyazlık. Bu mat beyaz yüzde
son derece siyah, biraz şiş, ama çok canlı, fildir fildir, parlak, biri hafif şaşı bir çift göz dikkati çekiyordu.
Kadın, dolgun göğsü önde, dimdik duruyordu. Koridora çıkınca başını hafif yana yatırarak gardiyanın
gözlerinin içine bakmış, kendisinden istenecek her şeyi yapmaya hazır bir tavırla geçip yanında durmuştu.
O sırada düz, ak saçlı, yaşlı bîr kadının soluk, sert çizgili, kırış kırış yüzü uzandı kapıdan. Maslova'ya bir
şeyler söylüyordu. Ama gardiyan kapıyı üzerine kapayınca, yaşlı kadının başı kayboldu. İçerden bir kadın
kahkahası duyuldu. Maslova da gülümsedi, kapıdaki parmaklıklı deliğe baktı. Yaşlı kadın yüzünü
parmaklığa dayamış, kısık sesiyle,
— Unutma, diyordu az konuş, bir dediğinden dönme, geri yanı kolay.
Maslova başını salladı:
— Olur, unutmam, bir şey söyleyeceğim.
Baş gardiyan amirlere özgü bir kendine güvenle, pek akıllıca bir söz ediyormuş gibi,
—• Elbette bir şey söyleyeceksin, dedi, on şey söyleyecek değilsin ya... Hadi yürü bakalım, marş!
Yaşlı kadının delikte gözüken gözü kayboldu, Maslova da koridorun ortasına çıktı; çabuk, küçük adımlarla
baş gardiyanın peşi sıra yürüdü. Taş bir merdivenden alt kata indiler; kadınlar koğuşundan daha da pis
kokan, gürültülü hücrelerin önünden geçtiler, -- erkekler koğuşuydu burası, kapılardaki parmaklıklı,14
küçük pencereciklerden erkekler bakıyorlardı onlara — ceza evi müdürünün odasına girdiler. Silâhlı iki er
vardı orada. Masa başında oturan yazıcı sigara dumanının sararttığı bir kâğıdı erlerden birine uzattı,
tutukluyu göstererek,
— Al götür, dedi.
Er, — çiçek bozuğu yüzlü, al yanaklı bir Nijegorod köylü-süydü bu — kâğıdı paltosunun devrik kol ağzının
arasına soktu, gülümseyerek, elmacık kemikleri çıkık çavuş arkadaşına göz kırptı, tutukluyu gösterdi. Erler
tutukluyla beraber merdiveni indiler, ana kapıya yöneldiler.
Ana kapıyı açtılar onlara, erlerle tutuklu avluyu geçip ceza evi duvarlarını geride bıraktılar, kentin parke
sokaklarına daidılar.
Arabacılar, dükkâncılar, çamaşırcı kadınlar, işçiler, memurlar durup merakla yukardan aşağı süzüyorlardı
tutukluyu, bazıları başını sallayarak şöyle düşünüyordu: Kötü yola düşenin hali budur işte, Çocuklar,
canavar kadına içleri korkudan ürpere-rek bakıyor, ama arkasında iki askerin olduğunu, onlara bir şey
yapacak durumu bulunmadığını görerek rahatlıyorlardı. Köyden getirdiği kömürü sattıktan sonra bir
meyhaneye girip doyasıya çay içmiş bir köylü yaklaştı Maslova'nın yanına, haç çıkardı, bir köpek uzattı
ona. Beriki kızardı, başını önüne eğip bir şey
mırıldandı.
Tutuklu, kendine yönelen bakışları hissediyor, başını çevirmeden belli etmemeye çalışarak yan gözle ona
bakanları süzüyordu. Hoşuna gidiyordu ona gösterilen bu ilgi. Tertemiz, ilkbahar havası da hoşuna
gidiyordu; ama uzun zamandır yürümediği için hamlaşmış, ceza evinin biçimsiz terliklerini geçirdiği
ayaklarının altı sızlıyordu taşlara bastıkça. Eğilip ayaklarının altına bakıyordu arada bir, elinden geldiğinde
hafif basmaya çalışıyordu yere. Önünde kimsenin ilişmediği güvercinlerin dolaştığı bir un dükkânının
önünden geçerlerken tutuklu az kaldı gümüş rengi bir güvercinin üstüne basıyordu; güvercin birden ürktü,
kanatlarını çırparak geçti tutuklunun kulağının dibinden, rüzgârı yüzüne vurdu. Tutuklunun dudaklarında
bir gülümseme dolaştı, sonra durumunu hatırlayınca derin bir göğüs geçirdi.
Son derece olağan bir öyküydü tutuklu Maslova'nınki. Köyde çiftlikleri olan iki kızkardeşin yanında hayvan
bakıcısı, hiç evlenmemiş köle bir kadının kızıydı. Annesiyle beraber kalıyordu. Ömründe hiç evlenmemiş
bu kadın hemen her yıl bir çocuk doğuruyordu. Köylerde çoğunlukla olduğu gibi, hemen vaftiz ediyorlardı
çocukları; sonra anne çalışmasına engel olan bu gereksiz, istenmeyen çocuğun karnını bile
doyurmuyordu, çocuk da kısa bir zaman sonra ölüyordu.
Kadının beş çocuğu ölmüştü böyle. Hepsini de vaftiz etmişlerdi; açlıktan ölmüşlerdi sonra. Köyden geçen
bir çingeneden olan altıncı çocuk kızdı, onu da aynı son bekliyordu elbette, ama çıkarılan kaymak, inek
kokuyor diye yaşlı kızkardeşlerden biri bakıcılara çıkışmaya ahıra gelince kaderi değişti bebeğin, ölümden
kurtuldu. Ahırın bir köşesinde yanında gürbüz bir çocuk, yeni doğum yapmış kadın yatıyordu. Yaşlı hanım
hem kaymak için, hem .de, yeni doğum yapmış bir kadını ahırda yatırdıkları için söyleyeceğini söyledikten
sonra tam çıkıp gidiyordu ki, yerde yatan bebeği görünce duygulandı, çocuğun vaftiz anası olacağını
söyledi. Vaftiz töreninde haç çıkararak kutsadı küçük kızı, sonra da bebeğe acıdığı için annesine süt, para
verdi, böylece kız ölmedi, hayatta kaldı. O günden sonra da kefeni yırt-, mış diye ad taktılar kıza hanımlar.
Annesi hastalanıp öldüğünde kız çocuğu üç yaşındaydı. Kızın gene hayvan bakıcısı olan anneannesi
torununa bakmak istemeyince yaşlı hanımlar çocuğu yanlarına aldılar. Siyah gözlü kız öylesine hayat
dolu, öylesine tatlı bir çocuk olmuştu ki, hanımlar bayılıyorlardı ona.
Hanımların küçüğü Sofiya İvanovna —kızı vaftiz eden buydu— daha bir yumuşak yürekliydi. Büyüğü
Mariya İvanovna'ysa biraz sertti. Sofiya İvanovna küçük kızı süslüyor püslüyor, ona okuma yazma
öğretmeye çalışıyordu; okutmaya niyetliydi onu. Mariya İvanovna kızı iyi bir oda hizmetçisi olarak
yetiştirmelerinin gerektiğini söylüyordu. Bu yüzden titiz davranıyordu ona karşı, cezalandırıyordu sık sık,
canı sıkkın olduğu zamanlar dö-— 16 —
vüyordu bile. Böylece, iki zıt etkinin altında büyüyünce yarı oda hizmetçisi, yarı okumuş bir kız oldu çocuk.
Adı da ne Katya'ydı ne de Katenka. Katyuşa diyorlardı ona. Dikiş dikiyor, odaları topluyor, resimlerin
tozunu alıyor, yemek pişiriyor, odun yarıyor, kahve servisi yapıyor, ufak tefek şeyleri yıkıyor, bazan da
hanımlarla beraber oturuyor, onlara kitap okuyordu.
Bir çok kimse evlenmek istemişti onunla, ama o evlenmemişti. Evlenirse yaşayışının güçleşeceğini,
hanımların yanındaki rahatı bırakıp bir uşağa varırsa sonra bu hayatı arayacağını biliyordu.
On altı yaşına kadar öyle yaşadı. On altısını doldurup on yedisine yeni basmıştı ki, hanımlarının üniversite
öğrencisi zengin bir prens olan yeğeni geldi köye. Katyuşa tutuldu ona, ama sevgisini ne delikanlıya
açabilmişti, ne de kendi kendine itiraf edebilmişti. İki yıl sonra aynı yeğen savaşa giderken yolu üzerindeki
halalarının köyüne uğradı gene, dört gün kaldı orada, gitmeden bir gün önce de Katyuşa'yı iğfal etti,
devrisi gün eline bir yüz rublelik sıkıştırıp gitti. Delikanlı gittikten beş ay sonra öğrendi kız gebe olduğunu.
Artık her şeyden iğreniyor, onu bekleyen yüz karasından nasıl kurtulabileceğini düşünüyordu yalnız.
Hanımlarının hizmetini aksatmaya başlamıştı, istemeye istemeye yapıyordu her işi. Kendi de farkında
olmadan değişivermişti birden. Sonunda pişman olup özür dilediği kaba kaba sözler söylüyordu
hanımlarına; sonunda hesabının görülmesini istedi bir gün.
Bu yaptıklarından zaten bıkmış olan hanımları hemen yo! verdiler ona. Oradan ayrılınca bölge polis
komiserinin yanma oda hizmetçisi olarak girdi, ama ancak üç ay kalabildi bu işte; çünkü ellilik komiser
asılmaya başlamıştı ona, ihtiyar iyice azıttığı bir gün kızın da tepesi attı birden, aptal, bunamış şeytan
suratlı, diye bağırdı yüzüne karşı, öyle bir itti onu ki, ihtiyar sırtüstü yere yuvarlandı. Bu yaptığı, işinden
kovulmasına yetti de arttı bile tabiî. Bir işe giremezdi artık, yakında doğum yapacaktı, şarap ticareti yapan
dul köy ebesinin yanına yerleşti. Kolay oldu doğumu. Ne var ki, ebe kadın köydeki bir hastadan
_ 17 _
kaptığı bir hastalığı yeni doğum yapan Katyuşa'ya bulaştırınca bebeği —erkekti— bakım evine yollamak
zorunda kaldılar. Çocuğu oraya götüren yaşlı kadın, yavrunun bakım evine gittikten az sonra öldüğü
haberini getirdi.
Köy ebesinin evine yerleştiğinde Katyuşa'nın bütün parası yüz yirmi yedi rubleydi; yirmi yedi rublesi çalışıp
kazandığı paraydı; yüz rubleyi de onu aldatan delikanlı vermişti. Ebenin yanından ayrılırken altı ruble vardı
cebinde. Parasını tutmayı bilmiyordu, kendine harcıyor, her isteyene çıkarıp veriyordu. Ebe iki aylık
bakımına, yemesine içmesine karşılık kırk ruble almıştı ondan, yirmi beş ruble çocuğun bakım evine
yatırılmasına gitmişti, ebe inek almak için kırk ruble istemişti, yirmi ruble şuna buna — giysiye, çaya,
kahveye — harcanmıştı... Öyle ki, Katyuşa iyileştiğinde meteliksiz kalmıştı ortada, öte yandan bir iş
bulması da gerekiyordu kendine. Orman bakıcısının yanında bir iş buldu. Evliydi orman bakıcısı, ama tıpkı
komser gibi o da daha ilk günden asılmaya başladı Katyuşa'ya. Katyuşa iğreniyordu bu adamdan, elinden
geldiğince kaçmaya çalışıyordu ondan. Gelge-lelim adam Katyuşa'dan daha tecrübeli, kurnazdı; üstelik
amiriydi de, istediği yere yollayabilirdi onu; uygun bir anını bulup elde etti Katyuşa'yı sonunda. Ormancının
karısı öğrendi durumu nasıl öğrendiyse, bir keresinde kocasını Katyuşa'yla odada yalnız yakalayınca kızın
üzerine saldırdı, vurmaya başladı ona. Katyuşa boyun eğmedi, saç saça, baş başa dövüştü iki kadın, bu
kavganın sonunda Katyuşa'yı içerde biriken parasını da vermeden kovdular evden. Katyuşa kente geldi
sonra, halasının yanına yerleşti. Halasının kocası ciltçiydi, kitap ciltlerdi, eskiden iyi gidermiş işleri, ama
Katyuşa kente indiğinde tüm müşterilerini kaybetmişti, gece gündüz durmadan içiyor, eline geçen her şeyi
içkiye veriyordu.
Katyuşa'nın halası küçük bir çamaşırhane çalıştırıyor, onun geliriyle çocuklarına, bu arada ayyaş kocasına
da bakıyordu. Halası çamaşırcı olarak yanında çalışmasın! önerdi Maslova'ya. Ama Maslova halasının
çamaşırhanesindeki çamaşırcı kadmlaDiriliş — F: 2— 18 —
rın ağır çalışma koşullarını gördüğü için bu öneriye cevabını elinden geldiğince geciktirmeye çalışıyor, bir
yandan da hizmetçi bulma yazıhanelerini dolaşıp bir hizmetçilik arıyordu. Buldu da sonunda, lise öğrencisi
iki oğluyla oturan bir kadının yanma girdi. Ama bir hafta sonra çocukların büyüğü, bıyıklı, altıncı sınıf
öğrencisi olanı dersleri bir yana itip Maslova'ya rahat vermemeye başladı. Çocukların annesi Masloya'da
buldu bütün kabahati, parasını ödeyip yol verdi ona. Başka yer de yoktu, ama hizmetçi bulma
yazıhanelerinden birinde parmakları kocaman
kocaman taşlı yüzükler, tombul çıplak kolları bilezik
dolu bir hanımefendiyle karşılaştı. Bu hanımefendi iş arayan Maslova'nın başından geçenleri dinledikten
sonra adresini verdi ona, evine gelmesini söyledi. Maslova gitti. Hanımefendi güler yüzle karşıladı onu,
çörekle, tatlı şarapla ağırladı; sonra oda hizmetçisini, eline bir pusula tutuşturarak bir yere yolladı. Akşam
ak saçları uzun, sakallarına ak düşmüş, uzun boylu bir adam girdi odaya; yaşlı adam hemen Maslova'nın
yanına çöktü, gözlerinde tuhaf bir parıltı, gülümseyerek süzmeye başladı onu; arada şaka da
ediyordu. Hanımefendi yan odaya çağırdı sonra yaşlı adamı, taptaze bir köylü kızı diye fısıldadığını duydu
Maslova. Daha sonra Mas-lova'yı çağırdı hanımefendi, yaşlı adamın çok paralı bir yazar olduğunu,
hoşuna giderse ondan hiç bir şey esirgemeyeceğini söyledi. Hoşuna gitmişti yazarın Maslova, sık sık
görüşeceklerini söyleyerek yirmi beş ruble verdi ona. Halasına olan borcunu verip kendine yeni bir elbise,
bir şapka, birkaç da kordela alınca bu yirmi beş ruble suyunu çekiverdl hemen. Üç dört gün sonra yazar,
adam yollayıp çağırttı onu. Gitti Maslova. Yirmi beş ruble daha verdi ona,
sonra da ayrı bir daireye
taşınmasını
önerdi.
Maslova yazarın tuttuğu dairede otururken, aynı evde kiracı şen yaradılışlı bir satıcıya tutuldu. Maslova
kendi açtı durumu yazara, ondan ayrılıp satıcının küçük dairesine yerleşti. Onunla evleneceğine söz veren
satıcı, Maslova'ya bir şey söylemeden Nijniy'e kaçınca gene yalnız kaldı Maslova. Dairede tek başına
oturmak istedi, ama izin vermediler. Mahalle polisi, yalnız başına ancak sarı kart alırsa, her hafta da
muayeneye gelirse otu— 19 —
rabileceğini söyledi. O zaman gene halasına gitti Maslova. Üzerindeki son moda elbiseyi, pelerini,
şapkasını görünce saygıyla karşıladı onu halası; onun yüksek tabakaya girdiğini düşünerek,
çamaşırhanesinde çalışmasını önermeye cesaret edemedi. Mas lova için çamaşırcı olmak ya da olmamak
önemli değildi artık. Çamaşırhanenin ilk odalarında bazıları çoktan vereme yakalanmış, soluk yüzlü, sıska
çamaşırcı kadınların yaz kış açık duran pencereleri arasında, otuz derece sıcakta sabunlu buharın içinde
çamaşır yıkayarak, ütü yaparak sürdükleri kürek mahkûmla-rmkinden farksız bu hayata bakarken içi
sızlıyordu Maslova'nın; kendisinin de burada çalışabileceği aklına gelince dehşete kapılıyordu.
Onun için bu pek güç günlerde — ne bir koruyanı vardı ne de elinden tutanı — genel eve kız bulan bir
muhabbet tellâlı kadının ağma düştü Maslova.
Sigaraya çoktan başlamıştı, son zamanlardaysa, satıcıyla ilişki kurduktan, satıcı onu bırakıp kaçtıktan
sonra da içkiye alışmıştı. Şarap yalnız tadı hoşuna gittiği için çekmiyordu onu; daha çok, içkiyi, başından
geçen kötü olayları unutmasına yardım ettiği, davranışlarına daha bir serbestlik verdiği için içiyordu. İçtiği
zaman kendine güveni artıyordu. İçkili olmadığı zamanlarsa bir ağırlık çöküyordu üzerine, sıkılgan
oluyordu.
Muhabbet tellâlı kadın halaya armağanlar yağdırdı, Maslo va'yi sarhoş ettikten sonra kentteki eve
taşınmasını önerdi ona; oradaki hayatın gözalıcılığını, güzelliğini ballandıra ballandıra anlattı. Maslova
ikisinden birini seçmek zorundaydı; ya herkesin hor göreceği bir hizmetçi parçası olarak kalacaktı — bu
arada erkekler gene kovalayacaktı onu tabiî, ara sıra gizliden geçici aşklar da yaşayacaktı — ya da ona
gelecek endişesi olmayan, huzur dolu bir hayat sağlayacak o eve gidecekti. Orada da olacaktı aşkları,
ama bu aşklar açıktan açığa yaşanacaktı, yasalar izin verecekti ona; üstelik iyi de para kazanacaktı...
Sonra, Mas-lova, onu bu duruma düşüren insandan, ona kötülük eden herkesten öcünü almayı
düşünüyordu böylece. Kesin kararını vermesinin bir nedeni daha vardı; Muhabbet tellâlı, istediği giysiyi
diktirip giyebileceğini söylemişti ona; kadife, atlas, ipek giy-— 20 —
sileri, omuzlan açık ya da kollu tuvaletleri olacaktı. Maslova kendini üzerinde siyah kadifeden güller olan
parlak kırmızı, dekolte bir tuvaletle hayal edince dayanamadı, verdi kimlik cüzdanını. Muhabbet tellâlı,
hemen o akşam kiralık bir faytonla galip aldı Maslova'y ı, Kitayeva'nın ünlü evine götürdü.
O günden sonra Maslova için, kutsal kitapların, bilge insan-larm öylesine kötülediği, bilinen günahla
dopdolu bir hayat başladı. Yurttaşlarının mutluluğundan başka bir şey düşünmeyen devletimizin yalnız
izniyle değil, üstelik himayesi altında yüz binlerce kadın sürdürür bu hayatı; sonunda bu kadınların onda
dokuzu korkunç hastalıklara yakalanırlar, zamanından önce çökerler, ölürler...
Çılgınca gece eğlencelerinden sonra gündüz geç saatlere kadar ölü gibi uyumak. Öğleden sonra üçte ya
da dörtte pis yataktan bitkin kalkış, zehir gibi bir ağız, kahve, sabahlıkla, bir bluzla koridorlarda tembel
dolaşmak, perdeyi açmadan pencereden bakmak, birbirleriyle bezgin tartışmalar; sonra yıkanmak, yüzü
kremlemek, elleri; saçlara, omuzlara koku sürmek, giysileri tam geliyor mu diye üzerine ölçmek, elbisesi
istediği gibi olmamış diye ev sahibine çıkışmak, aynanın karşısına geçip kendine bakmak, yüzünü,
kaşlarını boyamak, yağlı tatlı yemekler yemek; sonra bedeni açıkta bırakan parlak, ipek giysiler giyinmek
dayalı döşeli, alabildiğine aydınlatılmış salona inmek; ko-nukların gelişi, müzik, dans, şeker, şarap, sigara;
peşinden de genciyle ihtiyarıyla yatmak; artık işi bitmiş ihtiyarların, bekârdı evliydi, genç adamların,
tüccarların, çiftlik kâhyalarının, Ermenilerin, Yahudilerin, Tatarların, zengin, yoksul, sağlıklı, hasta, ayık,
sarhoş, kibar, kaba, asker, sivil, üniversite ya da lise öğrencisi demeden herkesin koynuna girmek...
Bağrışmalar sonra kahkahalar, kavgalar, müzik, sigara ve şarap, gene şarap, sigara, akşamdan gün
ağarıncaya dek kesilmeyen müzik. Ancak ortalık aydınlandıktan sonra kendi basma kalmak ve derin uyku.
Bütün hafta her gün aynı şey. Hafta sonunda da paytonlara binip devlet dairesine, doktorların görevli
oldukları kuruma gitmek... Erkek doktorlar doğanın günahtan uzak durmaları için yalnız insanlara değil,
hayvanlara bile verdiği utanma duygusunu ortadan kaldıra- 21 —
rak, yok ederek, bazan ciddî ve sert bir tavırla, bazan da oynak bir neşeyle muayene ediyorlardı bu
kadınları; sonra onlara, hep beraber işledikleri günaha devam etmeleri için biter belge veriyorlardı. Gene
bir önceki gibi bir hafta başlıyordu. Yazın da kışın da, bayramda da, seyranda da hep böyle geçiyordu
günleri. Maslovanın yedi yılı böyle geçti. Bu yedi yıl içinde iki ev değiştirdi, bir kere de hastaneye yattı.
Genel eve girişinin yedinci, ilk düşüşününse sekizinci yılında, yirmi altı yaşındayken, ceza evine
atılmasına, şimdi de, hücrede katillerle hırsızlarla altı ay bir arada kaldıktan sonra duruşmaya
götürülmesine neden olan olay geldi başına.
III
Maslova yürürken ayaklarının altı sızlaya sızlaya, silâhlı iki erin arasında bölge mahkemesine geldiğinde,
eski hanımlarının onu iğfal eden yeğeni prens Dmitri İvanoviç Nehlüdof kuş tüyü döşekli, yüksek, yaylı
karyolasında yatıyordu hâlâ; güzelce ütülü Hollanda malı, tertemiz pijamasının önünü açmış, sigarasını
tüttürüyordu. Gözleri önündeki bîr noktaya takılmış, bu gün neler yapması gerektiğini, dün neler yaptığını
düşünüyordu.
Dün akşam varlıklı, ünlü bir aile olan Korçagîn'lerde geçirdiğini hatırlayınca — herkes onun Korçaginlerin
kızıyla yüzde yüz evleneceği inancındaydı — derin bir soluk aldı, bitmek üzere olan sigarasını atıp, gümüş
sigaralıktan bir tane daha almak için uzattı elini, ama vazgeçti; pürüzsüz, beyaz bacaklarını uzattı
karyoladan, sallayarak terliklerini buldu onlarla, dolgun omuzlarına ipek sabahlığını aldı; çabuk, geniş
adımlarla yatak odasi-nm hemen bitişiğindeki lavanta, briyantin, kolonya, krem kokan tuvalet odasına
geçti. Hemen hepsi dolgulu dişlerini özel bir macunla fırçaladı, hoş kokulu bir suyla çalkaladı ağzını, sonra
yıkanmaya başladı. Kokulu sabunla ellerini yıkayıp, uzamış tırnaklarını fırçayla dikkatlice temizledikten,
yüzünü, kalın ensesini geniş mermer lavaboda yıkadıktan sonra, duşun hazır beklediği yan odaya geçti.
Burada adaleli, yağlanmış, beyaz bedenini so-— 22 —
ğuk suyla yıkayıp, kalın bir havluyla iyice kurulandıktan sonra kar gibi bembeyaz iç çamaşırları giydi, ayna
gibi parlatılmış potinlerini geçirdi ayağına; aynanın karşısına oturdu, kısa, siyah sakalını, önden hafif
seyrelmiş kıvırcık saçlarını iki tarakla taramaya başladı.
İç çamaşırından, elbisesinden, ayakkabısından tutun da kravatına, kravat iğnesine, kol düğmesine kadar
tuvalet için kullandığı her şeyi en iyisinden, en değerlisinden; göze batmayan, sade, sağlam, pahalı şeyler.
Nehlüdof yirmi otuz kravatın, kravat iğnesinin arasından eline ilk geçenleri aldı — bir zamanlar hoş bir
uğraştı bunlardan bîrini seçmek, oysa şimdi umursamıyordu — temizlenmiş olarak sandalyenin üzerinde
hazır bekleyen elbisesini giydi tam anlamıyla dinç olmasa bile, yıkanıp paklanmış, misk gibi kokular
sürünmüş olarak, parkelerini dün akşam üç uşağın ova ova iyice temizlediği uzun yemek salonuna girdi.
Salonda meşe ağacından kocaman bir büfe; gene meşe ağacından, aslan pençelerini andıran oyma
bacaklarıyla soylu bir görünümü olan açılıp kapanır büyük bir masa vardı. Aile adının baş harfleri büyük
büyük işlenerek süslenmiş kolalı, ince bir örtü örtülü masanın üzerinde kokulu kahve dolu gümüş bir
kahvelik, gene gümüş bir şekerlik, kaymak dolu bir kaymaklık, taze francala, peksimet, biskü-vit dolu bir
sepet duruyordu. Bunlardan başka mektuplar, günlük gazeteler, yeni gelen Revue des deux Mondes de
vardı. Nehlüdof tam mektuplara uzatıyordu elini ki, koridora açılan kapıdan matem elbisesi giymiş,
başında saçlarının döküldüğünü gizleyen dantelli bir başlıkla şişman, yaşlı bir kadın süzüldü içeri. Bu,
Nehlüdof'un bundan kısa bir süre önce şimdi oturduğu evde ölen annesinin oda hizmetçisi Agrafena
Petrovna'ydı. Hanımı ölünce evden ayrılmamış, bu kez oğlunun ev işlerine bakmaya başlamıştı.
Agrafena Petrovna, Nehlüdof'un annesiyle birkaç kere gitmişti Avrupa'ya, hepsi toplanırsa on yıl kadar
kalmıştı orada; bir hanımefendi havası vardı davranışlarında bunun için. Çocukluğundan beri
Nehlüdof'ların evindeydi, Dmitri İyanoviç'in de Mityacık diye çağrıldığı zamanı bilirdi.
— Günaydın Dmitri İvanoviç.
— Günaydın Agrafena Petrovna. Gülümseyerek devam etti Nehlüdof:
— Ne var, ne yok?
- Bir mektup. Prensesten mi, küçük Prensesten mi geliyor, bilmiyorum.
Agrafena Petrovna mektubu verirken manâlı manâlı gülümsedi.
— Oda hizmetçileri getirdi onu, diye devam etti, çok oluyor, yanımda saklıyordum.
Nehlüdof mektubu alırken,
— Pekâlâ, şimdi okurum, dedi.
Agrafena Petrovna'nın gülümsediğini farkedînce kaşlarını çattı. Bu gülümseme, yaşlı kadının, mektubun
Nehlüdof'un evleneceğinden kuşku etmediği küçük prenses Korçagina'dan geldiğini bildiği anlamına
geliyordu. Agrafena Petrovna'nın gülümsemesinin verdiği bu haber hiç hoşuna gitmemişti Nehlüdof'un.
— Kıza söyleyeyim beklesin, dedi Agrafena Petrovna. Masanın üzerindeki kırıntıları
temizlemek için
kullanılan
küçük süpürgenin durması gereken yerde olmadığını görünce alıp yerine koydu onu, sonra geldiği gibi
gene sessizce çıktı yemek salonundan.
Nehlüdof, Agrafena Petrovna'nın verdiği lavanta kokan mektubu açıp okumaya başladı.
Sarı, kalın bir kâğıda iri harflerle, karmakarışık bir e! yazısıyla şöyle yazıyordu:
Belleğiniz olmak sorumluluğunu üzerime aldığım için hatırlatayım size, bugün, yirmi sekiz nisan günü
mahkemede jüri heyetinde görevlisiniz; bu yüzden, dün akşam kendinize özgü o rahatlığınızla söz
verdiğiniz gibi, tablolara bakmaya gelemeyeceksiniz Kolosov ve bizimle bugün; görevinize gitmediniz için
â moins que vous ne soyez dipose â payer â la cour d'assîes les 300 roubles d'amende, que vous fefusez
votre cheval ('). Dün
(')
Bölge mahkemesine, ata vermeye acıdığınız 300 rubleyi ceza olarak ödemeyi göze almazsanız
tabiî. (Fransızca)— 24 —
akşam siz gittikten hemen sonra hatırladım bunu. Unutmayın sakın.
Pr. M. Korçagina
Kâğıdın arkasına şöyle eklenmişti:
Maman vous fait dire que votre couvert vous . attendre jusqu'â la nuit. Venes absolument â que!e heure
que cela soit (')
M.K.
Nehlüdof yüzünü ekşitti. Bu mektup küçük prenses Korça-gina'nm iki aydan beri ustalıkla yürüttüğü
uğraşın bir devamıydı; bu uğraş Nehlüdof'u görünmez bağlarla her gün biraz daha bağlıyordu genç kıza.
Ayrıca, ilk gençlik yıllarını geride bırak-•mış, bir de deli gibi vurulmamış insanlarda görülen evlenmek için
ilk adımı atarkenki o alışılmış kararsızlık bir yana, Nehlüdof kararını vermiş olsa bile küçük Prensesi
hemen isteyemezdi annesinden babasından. On yıl önce Katyuşa'yı iğfal edip yüzüstü bırakması değildi
bunun.nedeni; çoktan unutmuştu o olayı, evlenmesine bir engel saymıyordu bunu. Onu düşündüren, o
sıralar evli bir kadınla arasındaki ilişkiydi; gerçi kesmişti kadınla ilişkisini son günlerde, ama kadın kabul
etmiş değildi henüz aralarındaki ilişkinin kesildiğini.
Nehlüdof kadınlardan çok korkardı, evli kadında onunla ilişki kurma isteğini de onun bu korkaklığı
uyandırmıştı zaten. Kadın, Nehlüdof un seçimlere girdiği bölgenin soylular başkanının karısıydı. Kadın
sonunda başardı Nehlüdof'u elde etmeyi. Ne var ki bu ilişki gün geçtikçe hem sarıyordu Nehlüdof'u, hem
de iğrendiriyordu. Başlangıçta kendini iyice kaptırmıştı kadına, şimdi de kadına karşı kendini suçlu
hissettiği için onun rızası olmadan aralarındaki ilişkiyi kesemiyordu. Nehlüdof'un, istese bile
(') Annem yemeğinizin geceye kadar sîzi bekleyeceğini size bildirmemi söyledi. Gelin de ne zaman
gelirseniz gelin. (Fransızcs)
— 25 —
Korçagina'ya evlenme teklifinde bulunmaya hakkı olmadığını düşünmesinin nedeni buydu işte.
Kadının kocasından gelen bir mektup da masanın üzerinde duruyordu. Zarfın üzerindeki el yazısıyla
damgayı görünce kızardı Nehlüdof, tehlikenin yaklaştığını sezinlediği zamanlar olduğu gibi hemen bir
dinçlik geldi üzerine gene. Ama boşuna heyecanlanmıştı böyle birdenbire: Nehlüdof'un en büyük
çiftliklernin bulunduğu bölgenin soylular başkanı olan kadının kocası, mayısın sonunda olağanüstü bir
toplantı yapılacağından haberdar ediyordu Nehlüdof'u; muhakkak toplantıya gelmesini, okullar ve yollar
konusunda çıkacak önemli tartışmalarda — gerici çevrenin bu konularda bütün gücüyle direteceği
beklenîyormuş çünkü — donner un coup depoule C) diliyordu.
Başkan aydın bir insandı, kendisi gibi düşünen birkaç arkadaşıyla beraber, II! Aleksandr zamanında alıp
yürüyen gericiliğe karşı savaşıyordu, bu uğraş öylesine doldurmuştu ki günlerini, ailesinin mutsuz
gidişinden haberi yoktu.
Bu adamla ilgili bütün acı anıları canlandı Nehlüdof'un belleğinde: Bir keresinde onun, karısıyla olan
ilişkisini öğrendiğini sanıp nasıl düelloya hazırlandığını, havaya ateş etmeye kararlı olduğunu hatırladı.
Kadınla arasında geçen öfkeli bîr tartışma sonunda kadının umutsuzluk içinde kendini havuza atmak için
bahçeye koştuğu, onun da kadını aramaya çıktığı geldi aklına. Nehlüdof Olmaz, gidemem, diye geçirdi
içinden, ondan bir cevap almadan hiç bir şey de yapamam. Bir hafta önce kadına bir mektup yazmış, ona
karşı suçlu olduğunu kabul ettiğini, bu suçunu bağışlatmak için her şeye hazır olduğunu, kadının iyiliğini
düşünerek aralarındaki ilişkiyi kendi yönünden kestiğini kesin bir dille bildirmişti ona. İşte bu mektuba
cevap bekliyordu şimdi; hâlâ gelmemişti cevap. Aslında cevabın gelmemesi iyi bir işaretti de. Kadın
ayrılmayı kabul etmemiş olsaydı şimdiye kadar çoktan cevap yazmış ya da, önceleri olduğu gibi çıkıp
gelmiş olması gerekirdi. Nehlüdof şimdi orada kadının peşinde koşan bîr subayın olduğunu duymuştu; bu
hem kıskançlıktan kö(')
Onu savunmasın). (Fransızca)
— 26 —
pürtüyordu onu, hem de artık can sıkmaya başlayan bu yalandan kurtulma umudunu verdiği için
sevindiriyordu.
Öteki mektup çiftliklerinin baş kâhyasından geliyordu. Kâhya Nehlüdof'u, miras hakkını tamamen üzerine
almak, bir de işlerin bundan böyie naşı! yürütüleceğini karara bağlamak için çağırıyordu; Çiftliklerinizi
rahmetli annenizin zamanında olduğu gibi mi yöneteyim gene, yoksa eskiden annenize, şimdi de size
önerdiğim gibi elimizdeki imkânları çoğaltıp köylülere dağıttığımız toprağı da biz mi işleyelim? diye
yazıyordu. Kâhya böyie bir yolun onlar için çok daha kârlı olacağı inanandaydı. Adam ayrıca, ayın birinde
yollaması gereken üç bin rubleyi geciktirdiği için özür diliyordu. Parayı gelecek postayla yollayacakmış. Bu
duruma sebep, köylülerden para toplamakta güçlük çekmesiy-miş, gerekli yerlere başvurmadan bîr türlü
alamıyormuş onlardan parayı. Bu mektup hem hoşuna gitmişti Nehlüdof'un hem canını sıkmıştı. Hoşuna
gitmişti, çünkü çiftliklerin nasıl yönetileceğinin onun buyruğu altında olduğunu bilmek hoş bir şeydi; canını
sıkmıştı, çünkü ilk gençlik yıllarında Herbert Spencer'i çok severdi, kendi de büyük bir toprak sahibi olduğu
halde, onun Social statics de (') savunduğu, toprağın insanların ortak malı olduğu görüşünü benimsemişti.
Gençliğin verdiği kararlılıkla, içtenlikle toprağın kişinin özel malı olamayacağını söylemiyordu yalnızca;
üniversitedeyken bu görüşü savunan yazılar yazmakla da kalmamıştı; babasından ona kalan küçük bir
toprak parçasını, inançlarının tersine toprak sahibi olmak istemediği için tutup köylülere dağıtmıştı.
Şimdiyse, annesinden kalan mirasla büyük bir toprak sahibi olduktan sonra ikisinden birini seçmek
zorundaydı; ya on yıl önce babasından kalan iki yüz hektar yeri yaptığı gibi kendisinin olan bir malı
başkalarına verecekti; ya da eskiden bağlandığı tüm düşüncelerin yanlış, yalan olduğunu kabullenecekti
sessizce.
Birinci yolu tutamazdı, çünkü geçimini sağlamak için topraktan başka hiç bir şeyi yoktu. Devlet hizmetine
girip çalışa(')
Sosyal denge (İngilizce)
— 27 —
mazdı, canı istemiyordu; öte yandan bu zengin hayata da alışmıştı bir kere, başka türlü yaşayamayacağı
inancındaydı. Hem ne gereği vardi bunun? Gençliğinde olan o inanç gücü, o kararlılık, o ün kazanma,
çevresindekileri şaşırtma isteği yoktu artık içinde. Ne var ki, Spercer'in Sosyal denge sinden benimsediği
toprak sahibi oimanın olumsuzluğunu, haksızlığını gösteren delilleri — sonra, çok sonra bunun kesin
ispatını Henry George' da buldu — inkâr etmek de elinden gelmiyordu bir türlü. Kâhya'nın mektubu bu
yüzden canını sıkmıştı işte.
IV
Nehlüdof kahvesini içtikten sonra kalktı, saat kaçta mahkemede bulunması gerektiğine bakmak, küçük
Prensese de bir cevap yazmak için çalışma odasına yürüdü. Çalışma odasına gitmek için atelyeden
geçmek gerekiyordu. Atelyenîn ortasında, üzerinde yarım bırakılmış bir tablo ters duran bir sehpa vardı;
duvarlarda etüdler asılıydı. İki yıl üzerinde çalıştığı bu tablonun, duvarlarda asılı etüdlerin, atelyenin
görünümü resim sanatında özellikle son zamanlarda açık seçik hissettiği güçsüzlüğünü hatırlattı ona.
Bunu aşın ince sanat zevkine veriyordu ama, gene de hoş olmayan bir duyguydu bu.
Bundan on yıl önce ayrılmıştı devlet hizmetinden. Kendisinin resim sanat! için yaratılmış bir insan
olduğuna karar vermiş, resim sanatından başka her-uğraşa biraz küçümseyerek bakmaya başlamıştı.
Şimdi de buna hiç hakkı olmadığı anlaşılmıştı. Bu yüzden, resmi hatırladıkça tatsız bir duygu çökerdi içine.
Atel-yeye can sıkıntısıyla şöyle bir göz gezdirdikten sonra keyifsiz, çalışma odasına geçti. Burası oldukça
geniş, yüksek tavanlı, dayalı döşeli bîr odaydı.
Nehlüdof büyük masasının gözünü çekip önemli işler bölümünde mahkemeden gelen kâğıdı buldu. Saat
on birde olması gerekiyordu orda. Küçük Prensese çağrısı için teşekkür etmek, akşam yemeğine
yetişmeye çalışacağını bildirmek için kâğıt kalem alıp masaya oturdu. Ama puslanın sonuna gelince yırtıp
at-— 28 —
ti onu: çok senli benli olmuştu. Bir tane daha yazdı: bu kez de soğuk, neredeyse küçümser bir havası
olmuştu pusulanın. Gene yırttı, duvardaki düğmeye bastı. Odaya donuk yüzlü, orta yaşlı bir uşak girdi.
Üzerinde keten bezinden gri bir önlük vardı; sakalını kesmiş, favorilerini uzatmıştı. Nehlüdof,
— Söyleyin arabamı hazırlasınlar, lütfen.
— Başüstüne efendim.
— Ha, Korçagin'lerin oda hizmetçisi bekliyor dışarda, ona da söyleyin, teşekkür ediyor, kendi gelebilirse
gelecekmiş desin.
— Başüstüne.
Nehlüdof Ayıp oldu ama ne yapayım, yazamıyorum işte. Nasıl olsa görüşeceğiz bu akşam, diye düşündü.
Giyinmeye gitti.
Giyinip dışarı çıktığında lâstik tekerlekli arabası kapının önünde bekliyordu onu.
Arabacı sağlam, güneşten yanmış boynunu gömleğinin beyaz yakası içinde yarım döndürerek,
— Dün akşam siz çıkmışsınız, ben gelmişim Prenses Kor-çagni'in evine, dedi kapıcı Şimdi çıktılar, dedi.
Arabacılar bile biliyor Korcagin'Ierle olan ilişkimi diye düşündü Nehlüdof. Son zamanlarda aklından bir
türlü çıkaramadığı Korçagina'yla evlenmeli miyim evlenmemeli miyim? sorusu gene çıktı karşısına. O
sıralar karar vermesi gereken konularda çoğunlukla olduğu gibi, bu soruya da şöyle ya da böyle bir cevap
veremiyordu kendi kendine.
Evlenmeye karar vermesi için birtakım nedenler vardı. Bir kere, evlilik aile ocağına bir huzur getirmesinden
başka, kadın erkek ilişkilerinde düzensizliği ortadan kaldırdığı için kişinin ahlâk yönünden yükselmesini
sağlardı; sonra — asıl önemli olan da buydu — Nehlüdof ailenin, çocukların bu anlamsız yaşayışına bir
anlam katacağını umuyordu. Bütün bundan evlilikten yana olan düşüncelerdi. Evliliğe karşı olanları da
vardı tabiî; yaşı geç-' mis bütün bekârlar gibi o da özgürlüğünü yitirmekten korkuyordu; sonra kadın
yaradılışının bilinmezliği karşısında bilinç dışı bir ürkeklik vardı içinde.
Evlenmesi söz konusu olursa Missi'yi (küçük Prenses Kor-çagina'mn adı Mariya'ydı, ama böyle ailelerde
her zaman görüldüğü gibi, bir de başka ad yakıştırmışlardı ona) evet, evlenmesi söz konusu olursa
Missi'yi seçmesinden yana birtakım nedenleri vardı Nehlüdof'un: Soylu bir ailedendi Missi, giyinişinden
tutun da konuşmasına, yürüyüşüne, gülüşüne kadar her şeyiyle ayrılıyordu çevresindeki insanlardan; ama
tuhaf bir ayrılık da değildi bu, göze hoş gelen bir ayrılıktı — bu ayrılığı anlatmak için başka bir sözcük
bulamıyordu. Genç kızın bu özelliğine büyük değer veriyordu. Sonra, herkesden daha bir yüksekti Missi'
nin gözünde Nehlüdof, anlıyordu onun düşüncelerini. Kızın gösterdiği bu anlayış, yani Nehlüdof'un yüksek
yeteneklerini sezinlemesi kızın zeki, görüşlerinin de doğru olduğunu ispat ediyordu Nehlüdof'a. Missi'yle
evlenmeyi düşünürken onu kararsızlığa düşüren nedenler de vardı: Missi'den çok daha değerli, dolayısıyla
ona daha lâyık bir kız aranırsa pekâlâ bulunabilirdi; sonra, yirmi yedi yaşındaydı Missi, yüzde yüz birkaç
aşk serüveni geçmişti başından... hele bu düşünce büyük ıstırap veriyordu Nehlüdof'a. Kızın geçmişte bile
olsa, ondan başka birisini sevmiş olabilmesini kabul etmiyordu gururu. Nehlüdof'la karşılaşacağını
bilemezdi tabiî kız, ama onun başka birisini sevebildiği düşüncesi bile gururuna dokunuyordu Nehlüdof'un.
Sözün kısası, bir karar verecek gibi olunca o kararını doğru gösteren düşünce kadar da yanlış olduğunu
ispatlayan düşünce çıkıyordu ortaya hemen; iki yan da aynı derecede ağır basıyordu; Nehiüdof kendi
haline gülerek, sırtına iki bağ odun vurulmuş bir eşeğe benzetiyordu kendini. Hangi yanın daha ağır
bastığını bilemeden şaşkın, bekliyordu.
Ne olursa olsun, diye verdi kararını, Manya Vasilyevna' dan (başkanın karısından) bir cevap gelmedikçe,
onunla ilişkimi tamamen kesmeden hiç bir şey yapamam.
Karar vermekte acele etmemesinin gerektiği düşüncesi hoşuna gitmişti.
Faytonu adliyenin asfalt avlusuna hiç ses çıkarmadan girdiğinde kendi kendine Neyse canım, sonra
düşünürüz bunları, dedi.Şimdi, her zaman yaptığım, kendimi yapmak zorunda gör--düğüm gibi, toplumsal
görevimi dürüstçe yerine getirmeliyim,, diye geçirdi içinden. Hem çoğunlukla ilgi çekici oluyor bu
duruşmalar.
Kapıcının yanından geçerek içeri girdi.
Nehlüdof geldiğinde adliyenin koridorlarında koşuşmalar başlamıştı bile.
Odacılar ellerindeki kâğıtları ayaklarını yere sürte süre, soluk soluğa bir odadan ötekine dolaştırıp
duruyorlardı. Yargiçlar^ avukatlar, mahkeme görevlileri bir o yana, bir bu yana gidip ge liyorlar, davacılar,
tutuklu olmayan sanıklar duvar diplerinde ta?-salı tasalı dolaşıyor, ya da bir kenarda oturmuş bekliyorlardı.
Nehlüdof odacılardan birini çevirip,
— Bölge mahkemesi nerede? diye sordu.
— Hangi bölge mahkemesini soruyorsunuz? Su!h mahkemesini mi? Sulh ceza mahkemesini mi?
— Jürideyim.
— Öyle söylesenize. Ağır ceza mahkemesine gideceksiniz:. Surdan sağa dönün, sonra sola, ikinci kapı.
Nehlüdof odacının söylediği yoldan gitti.
Kapıda iki adam bekliyordu: Biri uzun boylu, temiz yürekle olduğu yüzünden belli, şişman bir tüccardı;
sabah sabah birkaç; kadeh yuvarlamış olacak, pek neşeli gözüküyordu; öteki Yahu-diye benzeyen bir
satıcıydı. Nehlüdof yanlarına yaklaşıp Jüri heyetinin odası burası mı? diye sorduğunda iki adam yün
fiyatları üzerine konuşuyorlardı.
Güleç yüzlü tüccar,
—< Burası efendim, burası, dedi.
Neşeyle göz kırparak,
— Siz de mi jüridesiniz kardeşim? diye sordu. Nehlüdof'dan evet cevabını alınca devam etti:
— 31 —
— Öyleyse beraber çalışacağız.
Tombul, geniş elini Nehlüdofa uzattı.
—> İkinci dereceden tüccar Bakiasof... Kiminle tanışmak mutluluğuna eriyorum efendim?
Nehlüdof adını söyleyip odaya girdi.
Jüri heyetinin küçük odasında toplumun çeşitli tabakalarından on kişi vardı. Hepsi yeni gelmişti daha;
bazıları oturuyor, 'bazıları birbirini yukardan aşağı süzerek, birbirleriyle tanışarak ^dolaşıyorlardı odanın
içinde. Resmi giysili emekli bir memur 'vardı; ötekilerin bazıları redingotlu, bazıları ceketliydi, bir tane 'de
fraklı vardı.
Hepsinin yüzünde — çoğu işlerinden geri kaldığı, böyle şeylerden hiç hazzetmediklerini söyledikleri halde
— önemli bir toplumsal görevi yerine getirmenin verdiği hazzı açığa vuran bir sevinç ifadesi dikkati
çekiyordu.
Jüri üyeleri, birbirleriyle tanışanları da tanışmadan kim olduklarını az çok tahmin edenleri de kendi
aralarında havalardan, ilkbaharın erken geldiğinden, onları bekleyen işten söz ediyorlardı. Nehlüdof'la
tanışmayanlar, besbelli bunu bir onur sayarak, onunla tanışmak için yarış ediyorlardı. Nehlüdof da,
yabancıla-rın arasında her zaman yaptığı gibi, bu tanışmayı zorunlu bir tö-ren olarak kabul ediyor,
uyuyordu ona. Kendini insanların çoğundan niçin üstün gördüğü sorulsaydı ona, cevap veremezdi, çünkü
olağanüstü hiç bir yanı yoktu. Almancayı, İngilizceyi, Fran-sızcayı çok iyi konuşmasının, iç çamaşırından
elbisesine, kravatından kol düğmesine kadar her şeyinin en iyisinden, en pahalısından olmasının kendini
başkalarından üstün görmesine neden olamayacağını biliyordu. Oysa çevresindeki insanlardan üstün
olduğuna kesin bir inanç vardı içinde, kendisine herkesin gösterdiği saygıyı zorunlu bir şey olarak görür,
çevresindekilerin ona karşı davranışlarında bu saygı eksik olursa bunu kendine bir hakaret sayardı. Jüri
odasında da aynı durum olmuş, ona iste-diği saygıyı göstermemişlerdi. Bu canını sıkmıştı. Nehlüdof'un.
Jüri üyeleri İçinde bir tanıdığı vardı. Pyotr Gerasimoviç'di bu ÎNehlüdof, soyadını hiç bir zaman aklında
tutamamıştı onun, bu-raunla öğündüğü bile olurdu bazan); ablasının çocuklarının ilk-— 32 —
okulda öğretmenyidi. Pyotr Gerasimoviç sonra bir kursu bitirmiş, lise öğretmeni olmuştu; şimdi lisede
öğretmendi. Bu yılışık tavırlı, gülüşünde kendine aşırı bir güven olan, Nehlüdof'un ablasının dediği gibi
kommün adamdan hiç hazzetmezdi Neh-lüdof.
Pyotr Gerasimoviç çın çın öten bir kahkahayla karşıladı Nehlüdofu.
— Siz de geldiniz demek ha, yan çizmediniz yani?
Nehlüdof canı sıkkın sert bir tavırla.
— Aklımın ucundan geçirmem böyle bir şeyi, dedi. Pyotr Gerasimoviç daha da yüksek sesle gülmeye
başlamıştı.
— Yurttaşlık görevidir bu. Ama biraz sabredin hele, karınınız acıksın, uykusuzluktan kıvranın, bakalım
böyle söyleyecek misiniz o zaman?
Bu Allahın belâsı herif biraz sonra sen demeye başlayacak bana... diye geçirdi içinden Nehlüdof. Yüzüne,
ancak o anda bütün akrabalarının öldüğü haberini alsa gerçek olabilecek bir keder ifadesi verip uzaklaştı
Pyotr Gerasimoviç'in yanından, heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatan, sakalsız, temiz görünüşlü bir
adamın çevresinde toplanan gruba yaklaştı. Adam o günlerde sulh mahkemesinde devam eden bir
dâvadan söz ediyordu; bu konuda çok şey bildiği belliydi, yargıçların, ünlü avukatların adlarını, baba
adlarını söylüyordu: Ünlü bir avukatın bu dâvanın gidişini nasıl değiştirdiğini, yüzde yüz haklı olduğu halde,
yaşlı bir hanımefendinin şimdi karşı tarafa büyük bir para ödemek zorunda kalacağını anlatıyordu.
— Dâhi bir avukattır! diyordu.
Herkes saygıyla dinliyordu onu; aradaki kişisel görüşlerini belirtmek isteyen çıkıyordu ama konuşmacı,
gerçeği yalnız o bi-lebilirmiş gibi sözünü kimsenin kesmesine izin vermiyordu.
Nehlüdof geç geldiği halde gene de uzun süre beklemeleri gerekti. Mahkeme üyelerinden biri gelmemişti,
onu bekliyorlardı.
VI
Başkan erken gelmişti. Uzun favorilerine ak düşmüş, şişmanca, uzun boylu bir adamdı bu. Evliydi, ama
karısı gibi onun da pek düzensiz bir yaşayışı vardı. Karı koca hiç karışmazlardı birbirlerine. O sabah, yazın
onların evinde çalışan İsviçre'li mü-rebbiye kızdan pir pusla almıştı; kız güneyde bir yerden Peters-burg'a
geçerken kente uğrayacağını, saat üçle altı arasında onu İtalya otelinde bekliyeceğini yazıyordu. Bu
nedenle, geçen yaz sayfiyede ona güzel anlar yaşatan şu kızıl saçlı Klara Vasilyev-na'ya saat altıya kadar
yetişebilmek için duruşmanın bir an önce başlayıp bitmesini istiyordu.
Odasına girip kapının çengelini taktı, evrakların bulunduğu masanın en alt gözünden iki küçük halter aldı,
yirmi kere öne yukarı, yana aşağı indirip kaldırdı, sonra halterleri başının üzerinde tutarak üç kere yavaş
yavaş çömelip kalktı.
Alyans parmağında altın bir yüzük olan sol eliyle şişmiş sol pazusunu yoklarken Soğuk duş, bir de
jimnastik çok iyi geliyor bana diye düşündü. Şimdi ip atlayacaktı biraz da (uzun süre oturacağı zamanlar
önce bu iki hareketi yapardı), o sırada kapı zorlandı dışardan. Biri açmak istiyordu onu. Başkan aceleyle
yerine koydu halterleri, gidip kapıyı açtı.
— Affedersiniz, dedi.
Odaya gözlüğünün çerçevesi altın, kalkık omuzlu, kısa boylu, asık yüzlü bir adam girdi. Mahkeme
üyelerinden biriydi bu.
— Gene Matvey Nikitiç yok, dedi. Başkan resmî giysisini giyerken,
— Hâiâ gelmedi demek, diye cevap verdi, her zaman geç kalır zaten.
Üye,
— Hiç utanmaz mı bu adam yaptığından, anlamam, dedi. Öfkeyle oturup bir sigara çıkardı.
Her şeyinde son derece titiz bir insan olan bu üye o sabah karısıyla, evin aylık parasını zamanından önce
bitirdi diye atışDiriîiş — F: 3— 34 —
mıştı. Karısı gelecek ayın parasından biraz vermesini istemişti ondan, ama beriki vermemişti. Birbirlerine
bağırıp çağırmışlardı. Kadın öyleyse akşama yemek de olmayacak evde, boşuna bekleme demişti. Üye bir
şey söylemeden çıkmıştı evden; karısının dediğini yapacağından da korkmuyor değildi hani, zira her şey
beklenirdi ondan. Kollarını iki yana genişçe açarak güzel, beyaz elleriyle, iki yandan işlemeli yakalığının
üzerine dökülen uzun, hafif kır düşmüş favorilerini düzelten temiz yürekli, sağlıklı, neşeli başkanına
bakarken İnsanın düzenli, dürüst bir yaşayışı olursa böyle güler yüzü işte her zaman, oysa cehennemden
farksız benim hayatım, diye geçirdi içinden.
Sekreter girdi içeri, bir dâva dosyası getirdi. Başkan sigarasını yakarken,
— Çok teşekkür ederim, dedi. Önce hangi dâvaya bakaca-ğız?
Sekreter önemsemez bir tavırla, -— Galiba zehirleme dâvasına, diye karşılık verdi. Başkan bu dâvayı saat
dörde kadar bitirip sonra gidebileceğini düşünerek,
— Eh, dedi öyle olsun bakalım. Matvey Nikitiç hâlâ gelmedi mi?
— Gelmedi.
— Breve burada mı peki?
— Burada.
— Görürseniz söyleyin ona, zehirleme dâvasından başlayacağız.
Breve, bu davada görevli savcı yardımcısıydı.
Koridora çıkınca Breve'yle karşılaştı sekreter. Resmî giysisinin önü açık, çantası koltuğunun altında,
omuzlarını kaldırmış,, topuklarını hızla yere vura vurar boş olan kolunu yana doğru sallayarak çabuk
çabuk yürüyordu.
Sekreter seslendi ona:
— Mihail Petroviç hazır olup olmadığımızı soruyor. Savcı yardımcısı,
__Elbette hazırım, dedi, her zaman hazırımdır. Önce hangi
davaya bakılacak?
— 35 —
— Zehirleme davasına.
—• Güzel, dedi savcı yardımcısı.
Aslında hiç de güzel bulmamıştı bunu: Bütün gece uyuma-uriiştı. Bir arkadaşı uğurlamışlar, saat ikiye
kadar içmiş, oyun oynamışlardı; sonra da, bundan altı ay önce Maslova'nın bulunduğu eve, kadınlara
gitmişlerdi; bu yüzden zehirleme dâvasının dosyasını inceleme fırsatını bulamamıştı, simdi şöyle bir göz
gezdirmek istiyordu ona. Sekreter, savcı yardımcısının zehirleme dâvasının dosyasını incelemediğini
bildiği için, bu dâvaya önce bakılmasını mahsus salık vermişti başkana. Sekreter memurluk yapan bütün
Almanlar gibi — koyu bir ortodokstu; sekreter hiç sevmezdi onu, gözü onun yerindeydi.
— İğdişlerin dâvası ne oldu? diye sordu sekreter.
Savcı yardımcısı,
— İstediğim tanık bulunamadığı için dâvaya başka bir mahkemede bakılmasını isteyeceğim, dedi.
— Bir şeyi değiştirmez ki bu...
— Ben üzerime alamam böyle bir dâvayı.
Savcı yardımcısı kolunu gene öyle sallayarak odasına koştu. İğdişler dâvasını son derece önemsiz,
gereksiz bir tanığın olmaması yüzünden reddetmesinin asıl nedeni, bu dâvaya bakan Jürinin
çoğunluğunun aydın kimseler olmasıydı, sanıkları suçsuz bulabilirdi. Başkanla anlaşmışlar, bu dâvayı —
orada jüri üyeliğine daha çok köylü bulunabileceğinden sanıkların cezalandırılmaları şansı artacağı için —
kasaba mahkemesine yollamaya karar vermişlerdi.
Koridorlardaki hareket giderek çoğalıyordu. En çok kalabalık, dâvalarla yakından ilgili gösterişli adamın jüri
üyelerine sözünü ettiği dâvanın bakıldığı sulh mahkemesinin önünde vardı. Duruş-Tnaya ara verilmiş, dahi
avukatın, elinden büyük bir parayı alıp buna en küçük bir hakkı olmayan davacı müvekkiline kazandırdığı
yaşlı kadın salondan çıkmıştı. Yargıçlar da biliyordu davacının bu parada hiç hakkı olmadığını, davacı
kendi de, avukat da; ama öyle bir yön vermişlerdi ki dâvaya, parayı yaşlı kadından almamak da
imkânsızdı, alıp davacıya vermemek de. Yaşlı kadınşişmancaydı, güzel giyinmişti, şapkasında kocaman
kocaman güller vardı. Kapıdan çıkınca durmuş; tombul, kısa kollarını iki yana açarak avukatına Ne olacak
bunun sonu? Bir şeyler yapın. Allahaşkınıza! Nedir bu böyle? diye soruyordu. Avukat yaşlı kadının
şapkasmdaki güllere bakıyor, onu dinlemiyordu, bir şeyler düşünüyordu.
Yaşlı kadının hemen arkasından, önü açık, pırıl pırıl parlayan cüppesiyle şapkasında güller olan yaşlı
kadının varını yoğunu elinden alan ünlü avukat çıktı. Yüz binden çok kazancı olan-dâvâlı on bin ruble
vermişti ona. Herkesin gözü avukatın üzerindeydi, o da farkındaydı bunun, halleriyle şöyle diyordu sanki
ona bakanlara: Bağlılık gösterisinde bulunmayın, istemez. Kalabalığın arasından çabuk adımlarla geçip
uzaklaştı.
VII
En sonunda Matvey Nikitiç de geldi. Uzun boylu, sıska mah keme yöneticisi yan yan yürüyüşüyle jüri
üyelerinin odasına girdi. Alt dudağı da yana çekilmişti.
Mahkeme yöneticisi üniversiteyi bitirmiş, dürüst bir insandı; ne var ki çok içtiği için hiç bir yerde dikiş
tutturamamıştı.. Karısının akrabası bir kontes üç ay önce bu işi bulmuştu ona, şimdiye kadar kovulmadığı
için seviniyordu.
Pince-nez'ini (') takarak odadakileri gözden geçirdikten; sonra,
— Hepiniz tamam mısınız baylar? dîye sordu. Tüccar,
— Galiba, dedi.
Mahkeme yöneticisi cebinden listeyi çıkardı;
— Önce yoklama yapalım bir.
Adını okudukları orada olduklarını bildirince Pince-nez'inin arkasından ya da üstünden sesin geldiği yana
bakarak adları sırayla okumaya başladı.
f)
Kelebek gözlük.
— Yedinci dereceden memur İ. M. Nikirofo. Mahkemeler konusunda bilmediği olmayan gösterişli adam
cevap verdi":
— Benim.
— Emekli albay İvan Semyonoviç İvanof.
Üzerinde emekli subay resmî giysisi olan zayıf bir adam, —- Burada, dedi.
— İkinci dereceden tüccar Pyotr Başlakof, İyi yürekli tüccar içtenlikle gülümseyerek,
— Buradayım, dedi.
— Muhafız teğmeni prens Dmitri Nehlüdof.
— Benim, dedi Nehlüdof.
Mahkeme yönetcisi Pince-nez'inin üstünden Nehlüdof'a saygıyla gülümseyerek baktı, öne eğilerek selâm
verdi; onu öteki üyelerden ayrı tuttuğunu belirtmek için yapmıştı bunu sanki.
— Yüzbaşı Yun Dmitrîyeviç Dançenko, tüccar Grigori Ye-fimoviç Kuleşof...
Listedeki bütün isimleri okudu. İki kişi yoktu, ötekiler hazırdı.
Yönetici kapıyı saygıyla göstererek,
— Şimdi salona geçelim lütfen baylar, dedi.
Hepsi kalktı, kapıda birbirine yol vererek koridora, oradan da duruşmanın olacağı salona geçtiler.Duruşma salonu geniş, uzun bir odaydı. Bir ucunda üç basamakla çıkılan yargıçlar yeri vardı. Yargıçlar
yerinin ortasında, püskülleri daha bir koyu yeşil çuha örtülü bir masa duruyordu. Masanın hemen
arkasında, oyma meşe aralıkları çok yüksek üç koltuk vardı. Koltukların arkasında duvara bir generalin
resmi giysisiyle, tüm nişanlarıyla, bir ayağını öne atmış, bir eliyle de kılıcını tutarken yapılmış altın
çerçeveli resmi asılıydı. Sağ köşede İsa'yı kutsal ıstırap çekerken gösteren bir tavsîr vardı, hemen önünde
de bir kürsü. Savcının bölmesi bu kürsünün sağındaydı. Savcı yerinin tam karşısında, sol köledeki küçük
masa sekreterindi. Dinleyicilere ayrılan bölümle yargıçlar yeri arasında oyma, kalın bir parmaklık,
parmaklığın arkasında da sanıklara ayrılan bank vardı. Yargıçlar yerinin sağ yanında aralıkları gene— 38
—
yüksek iki sıra sandalye vardı. Jüri üyeleri oturacaktı bunlara. Hemen altta da avukat masaları duruyordu.
Parmaklığın ikiye böldüğü salonun ön bölümündeydi bütün bunlar. Arka bölümse, sıra sıra sandalye
doluydu. Sıralar yükselerek ta dip duvara kadar gidiyordu. Ön sırada fabrika işçisine ya da oda
hizmetçisine benzeyen dört kadınla, gene işçi kılıklı — besbelli salonun görkemi karşısında ezildikleri,
kendilerini küçük hissettikleri için aralarında fiskos konuşan — iki erkek oturuyordu.
Jüri üyelerinin yerlerini almasından sonra mahkeme yöneticisi gene o yan yan yürüyüşüyle ortaya çıktı,
hazır bulunanları sesiyle korkutmak istiyormuş gibi:
— Duruşma başlamıştır! diye bağırdı.
Herkes ayağa kalktı, yargıçlar girdiler salona: Önde adaleli bedeni, güzel favorileriyie başkan vardı;
peşinde, gözlüğünün çerçevesi altın, asık yüzlü mahkeme üyesi — şimdi daha da sıkılıyordu canı; biraz
önce, mahkemede staj yapan kayınbiraderini görmüştü, delikanlı gelirken ablasına uğradığını, ablasının
akşama yemek yapmayacağını söylemişti.
Kayınbiraderi gülerek:
— Meyhaneye gidip karnımızı doyuracağız galiba, demişti.
Asık yüzlü mahkeme üyesi:
— Gülecek ne var bunda? diye homurdanmıştı.
En arkadan da mahkemenin üçüncü üyesi, göreve daima geç gelen Matvey Nikitiç girdi. İri, çekik
gözlerinde bir içtenlik okunan, sakallı bir adamdı bu. Midesinden hastaydı, doktorun öğüdüne uyarak o
sabah yeni bir rejime başlamış, bu yüzden de geç kalmıştı. Şimdi, sandalyesine yürürken pek düşünceli
görünüyordu; bir alışkanlığı vardı çünkü: Kafasını" kurcalayan her soruya bir cevap bulmak için önüne
çıkan en küçük fırsatta fa! bakardı. Salona girdiğinde de şöyle demişti kendi kendine: Kapıdan koltuğuma
kadar adımlarımı sayacağım, çıkan sayı üçe tam bölünürse bu sabah başladığım rejim iyi edecek midemi,
bölün-mezse etmeyecek. Yirmi altı adımdı koltuğuna kadar, ama bir yarım adım atarak tam yirmi yedi
adımda vardı koltuğuna.
Yakalan altın işlemeli resmi giysileriyle başkanın da mah— 39 —
keme üyelerinin de görünüşü son derece etkileyiciydi. Onlar da hissediyorlardı bunu; kendi
büyüklüklerinden utanıyorrnuş gibi, alçak gönüllülükle önlerine bakarak, aceleyle geçip, yeşil çuha kaplı
masanın arkasındaki oyma koltuklarına oturdular. Masanın üzerinde, tepesinde kartal başı olan üç köşeli
bir araç, büfelerde şeker konulan cam kavanozlar, bir mürekkep hokkası, uç kalemler, en iyi çeşidinden
tertemiz kâğıtlar, ağızlan yeniden güzelce açılmış irili ufaklı kurşun kalemler vardı. Yargıçlarla beraber
savcı yardımcısı da girmişti salona. Çantası gene koltuğunun altında, kolunu gene öyle sallayarak çabuk
adımlarla, pencerenin dibindeki yerine geçti; dâvaya hazırlanabilmek için her dakikadan yararlanarak
hemen çantasını açıp kâğıtları incelemeye koyuldu. Bu dördüncü dâvasıydı. Gözü yükseklerde bir gençti
savcı yardımcısı; yükselebilmek için her girdiği dâvada sanığın cezaya çarptırılması gerektiği
inancındaydı. Zehirleme dâvasını genel çizgileriyle biliyordu, konuşmasının plânını da hazırlamıştı, ama
daha bîr takım ayrıntılar gerekliydi ona, şimdi dosyadan aceleyle çıkarmaya, not etmeye çalışıyordu bu
ayrıntıları.
Sekreter karşı köşede oturuyordu. Okunması gerekebilecek bütün evrakları hazırlamış; dün ele geçirip
okuduğu, yasak bir yazıyı inceliyordu. Onunla aynı görüşleri paylaşan uzun sakallı mahkeme üyesiyle bu
yazı üzerine konuşmak istiyor, konuşmadan önce yazıyı iyice anlamaya çalışıyordu.
VIII
Başkan önündeki evrakları inceledikten, mahkeme yöneticisiyle sekretere birkaç soru sorduktan, olumlu
cevaplar aldiktan sonra sanıkların getirilmesini buyurdu. Parmaklığın ötesindeki kapı hemen açıldı, kılıçları
ellerinde, şapkaları başlarında iki jandarma girdi içeri, onların arkasından sarı saçlı, yüzü çilli bir adam, en
arkadan da iki kadın. Sanıklardı bunlar. Erkeğin üzerinde, ona çok bol ve uzun gelen bir ceza evi giysisi
vardı. Salona girdiğinde, ceketinin uzun kolları aşağı sarkmasın diye ko-— 40 —
— 41 —
caman parmaklarını dimdik yapmış, elini pantolonunun yan dikişlerine yapıştırmıştı. Yargıçlara da,
dinleyicilere de bakmıyor, arkasından geçtiği banktan ayırmıyordu gözünü. Bankın öte başına varınca
önüne geçti, ötekilere de yer bırakarak ucuna ilişti; sonra gözlerini başkana dikip, kendi kendine
konuşuyormuş gibi dudaklarını kıpırdatmaya başladı; yüz kasları çekiliyordu. Arkasından, gene cezaevi
giysili, orta yaslı bir kadın girmişti salona. Kadının başında cezaevi başörtüsü vardı; yüzü kirli beyazdı,
kaşı, kirpiği yoktu, ama gözleri kıpkırmızıydı. Son derece sakin gözüküyordu bu kadın. Yerine geçerken
eteği bir şeye takıldı, hiç telâşlanmadan, yavaşça kurtardı eteğini, sonra oturdu.
Üçüncü sanık Maslova'ydı.
Kapıdan girdiği anda, salonda bulunan erkeklerin hepsinin bakışları ona yönelmiş; siyah parlak gözlü
beyaz yüzünden, önlüğünün altında dimdik duran göğüslerinden uzun süre ayrılmamıştı. Önünden geçtiği
jandarma bile, yerine oturuncaya kadar ayırmadı ondan gözlerini; oturduktan sonra da, kendini suçlu
bularak birden çevirmişti bakışını, tam karşısındaki pencereye bakmaya başlamıştı.
Başkan, sanıkların yerlerini almasını bekledi, Maslova da oturduktan sonra sekretere döndü.
Her duruşmaya başlandığı gibi başlandı buna da: Jüri üyelerinin yoklaması yapıldı, gelmeyenler çıkarılıp,
her birine verilecek cezalar görüşüldü, görevden affını dileyen üyelerin durumu karara bağlandı, boş
üyelikler yedeklerle dolduruldu. Sonra başkan kartları katladı, hepsini cam kavanoza koydu; resmi giy-,
sisinin işlemeli kolunu hafifçe yukarı çekip — kıllı kolu gözükmüştü — bir sihirbaz tavrıyla kartları bir bir
çıkarıp açarak okumaya başladı. Sonra kolunu düzeltti, papaza jüri üyelerine yemin ettirmesini söyledi.
Uçuk benizli, şiş yüzlü ihtiyar papaz kahverengi cüppesiyle şiş bacaklarını cüppesinin ağırlığı altında
güçlükle öne atarak yavaş yavaş, tasvirin altındaki kürsüye geldi. Boynunda altın bir haç asılıydı;
göğsünde, cüppesine iğnelenmiş küçük bir de nişan vardı.
Jüri üyeleri kalktılar, toplanarak kürsüye doğru yürüdüler.
Papaz şiş eliyle boynundaki haça dokunarak, jüri üyelerinin hepsinin kürsüye yaklaşmasını beklerken:
— Buyrunuz, diye mırıldandı.
Bu papaz kırk altı yıldır din görevlisiydi, katedral baş papazının geçenlerde yaptığı gibi, o da üç yıl sonra
ellinci yılını kutlamaya hazırlanıyordu. Bölge mahkemesinde, mahkemeler açıla-îîdan beri çalışıyordu. On
binlerce insana yemin ettirdiğiyle de; yaşı hayli ilerlediği halde kilise için, yurdu için, ailesi için —bir evden
başka en azından otuz bin rublelik de tahvil bırakacaktı ailesine— hâlâ çalıştığıyla da ovunurdu. İnsanları
İncil üzerine yemin ettirmek olan mahkemedeki görevinin, İncil üzerine yemin etmek dinde kesinlikle yasak
olduğu için hiç de iyi bir görev sayılamıyacağını tasa etmezdi bile hiç, yalnızca tasa etmemekle kalmaz,
yüksek tabakadan kimselerle tanışmasına sık sık fırsat verdiği için severdi de bu görevini. Biraz önce, bir
dâvadan — şapkasında büyük güller olan yaşlı kadının dâvasından — on bin ruble kazandığı için büyük
hayranlık, saygı duyduğu ünlü avukatla tanışmaktan da haz duymuştu.
Jüri üyelerinin hepsi kürsünün dibine gelince papaz ak saçlı, tepesi açık başını yana eğerek kolunu
gömleğinin önündeki kenarları kirli delikten içeri soktu, yağlı saçlarını düzelterek jüri üyelerine döndü. Ağır
ağır konuşarak:
— Sağ ellerinizi kaldırınız, dedi.
Parmakları çukur çukur şiş havaya kaldırıp baş parmağıyla işaret ve orta parmaklarının uçlarını
birleştirerek:
— Parmaklarınızı şöyle tutun, diye devam etti. Şimdi söyleyeceklerimi tekrar edin. (Ses tonunu
değiştirdi.) Yüce Tanrının, O'nun kutsal kitabının, Haçının huzurunda yemin ederim ki (Tane tane
konuşuyordu.) göreve çağrıldığım bu dâvada... (Ko-!unu indiren genç jüri üyesine döndü) Kolunuzu
indirmeyin, şöyle tutun... göreve çağrıldığım bu dâvada...
Gösterişli, favorili bayla albay, tüccar, birkaç kişi daha par-maklannı tam papazın istediği gibi yapmış,
kollarını iyice kaldırmışlardı; bunu seve seve yaptıkları belliydi. Bazıianysa pek isteksiz kaldırmışlardı
kollarını. Bazıları yüksek sesle, heyecanla tekrarlıyorlardı papazın söylediklerini; bazılarıysa yalnızca fısıl— 42 —
diyor, geri kalıyor, sonra—korkmuş gibi— çabuk çabuk tekrar-lıyarak yetişiyorlardı ötekilere. Bazıları aman
çözülmesin, diye sıkı sıkı birleştirmişlerdi parmak uçlarını, bazılarıysa arada dalıyor, parmaklarının
açıldığını farkedince hemen birleştiriyorlar-dı. Aslında hiç biri hoşlanmamıştı bu törenden; yalnız yaşlı
papaz çok yararlı, önemli bir iş yaptığı kanısındaydı. Yemin töreninden sonra başkan jüri üyelerine
aralarında bir sözcü seçmelerini söyledi. Jüri üyeleri kalkıp itişe kakışa görüşme odasına -geçtiler, orada
ilk işleri sigara içmek oldu. İçlerinden biri, gösterişli bayı seçmelerini önerdi, hepsi hemen katıldılar bu
öneriye, kabul ettiler; sigaralarını atıp, bazıları da söndürüp, salona döndüler. Seçilen sözcü kimin
seçildiğini bildirdi başkana. Jüri üyeleri gene birbirinin ayağına basmamak için oturanların ayaklan
arasındaki boşluklara basarak, aralıkları yüksek iki sıra sandalyedeki yerlerini aldılar.
İşler hiç aksamadan, ağırbaşlılıkla yürüyordu. Bu düzenin, ağırbaşlılığın görevlilere — onlarda önemli,
ciddî bir toplumsal görevi yerine getirdikleri bilincini uyandırdığı için — büyük,haz verdiği belliydi. Mehlüdof
da tattı aynı duyguyu.
Jüri üyeleri yerlerini alınca başkan, jürinin haklarını, görevlerini, sorumluluklarını kısaca anlattı onlara.
Konuşurken durmadan poz değiştiriyordu; bir sağ kolunu, bir sol kolunu dayıyordu masaya, kâh arkasını,
kâh koltuğunun kenarına yaslanıyor, kâh önündeki kâğıtların uçlarını düzeltiyor, kâh kâğıt bıçağının
üstünde dolaştırıyordu parmağını, kâh kalemlerle oynuyordu.
Başkanın sözlerinden anlaşıldığına göre jüri üyelerinin şu hakları vardı: Başkan aracılığıyla sanıklara soru
sorabilirlerdi, kâğıt kalem kullanabilirlerdi, salonda bulundurulan maddî delilleri inceleyebilirlerdi. Görevleri,
vicdanlarının sesini dinlemek, hakça karar vermekti. Sorumlulukları da, görüşmelerinin gizliliğini sağlamak.
Bu görüşmeleri bir yabancıya açmaları halinde cezaya çarptırılacaklardı.
Hepsi saygılı bir dikkatle dinliyorlardı onu. Şarap kokan tüccar, yüksek sesle geğirmemek için kendini güç
tutarak, başkanın her cümlesinin sonunda, evet anlamında başını sallıyordu.
IX
Konuşmasını bitirdikten sonra sanıklara döndü başkan:
— Simon Kartinkin, ayağa kalkın.
Simon heyecanla ayağa fırladı. Yüz kasları şimdi daha da çok çekiliyordu.
— Adınız?
— Simon Petrov Kartinkin.
Çatlak bir sesle çabuk çabuk konuşuyordu. Cevaplarını önceden hazırladığı belliydi.
— Toplumsal durumunuz?
— Köylüyüm.
— Hangi ilden ve kasabadansınız?
— Tulsk ili, Krapivens kasabası, Kupyansk bölgesi, Borkof köyü.
— Yaşınız?
— Otuz dört, doğumum bin sekiz yüz...
— Dinîniz?
— Rus dini, ortodoksum.
— Evli misiniz?
— Hayır, efendim.
— Mesleğiniz?
— Mavritaniya otelinin koridorunda çalışıyordum.
— Sabıkanız var mı? Bundan önce mahkemeye düştünüz mü hiç?
— Hayır efendim, çünkü eskiden ben...
— Sabıkanız yok demek?
— Vallahi de, billahi de yok.
— Savcının iddianamesinin bir kopyasını aidiniz mi?
— Aldım.
— Oturunuz.
Başkan öteki sanığa döndü:
— Yevfimiya İvanovna Boçkova...
Ama Simon hâlâ ayakta duruyor, Boçkova'nın önünü kapıyordu.44
— 45
— Kartinkin, oturun siz. Kartinkin dikiliyordu hâlâ.
— Kartinkin, size söylüyorum, oturun!
Gelgelelim Kartinkin tınmıyordu; ancak mahkeme yöneticisi olarak yanma gelip, başını yana eğerek,
gözleri yuvalarından uğramış, öfkeli bir sesie, Otur, otur! diye fısıldayınca oturdu.
Kartinkin ayağa kalktığı gibi gene öyle çabucak oturmuştu. Bol ceketinin bir yanını öteki yanının üzerine
çekerek iyice sarındı ona. Yüz kasları çekilmeye başlamıştı gene.
Başkan, önündeki kâğıtlarda bir şey ararken, göğüs geçirerek, başını kaldırıp yüzüne bakmadan kadın
sanığa sordu:
— Adınız?
Başkan için dâva öylesine alışılmış bir şeydi ki, zaman kazanmak için iki işi birden görebilirdi.
Kırk üç yaşındaydı Boçkova; Kolomesk kentindendi. O da Mavritaniya otelinde koridor hizmetçisiydi.
Sabıkası yoktu, herhangi bir nedenle soruşturma da açılmamıştı onun için, iddianamenin bir kopyasını
almıştı. Boçkova kendine büyük bir güvenle cevap veriyordu sorulara; ses tonunda Evet, Yevimiya,
Yevfimiya Boçkova'yım, iddianamenin bir kopyasını aldım, bununla gurur duyarım, kimsenin benimle alay
etmesine de izin vermem demek istiyormuş gibi bir ifade vardı. Sorular bitince, başkanın otur demesini
beklemeden hemen oturdu.
Çapkın başkan bu kez, son derece kibar bir tavırla üçüncü sanığa döndü:
— İsminiz?
Maslova'nın hâlâ yerinde oturduğunu görünce yumuşak, tatlı bir sesle devam etti:
— Ayağa kalkmanız gerek.
Maslova çabucak kalktı, dik göğüslerini öne çıkararak bir şey söylemeden, içleri gülen, hafif şehlâ, siyah
gözlerini başkanın gözlerinin içine dikip öyle durdu.
— İsminiz neydi? Maslova hemen cevap verdi:
— Lübof.
Bu arada Mehlüdof pince-nez'ini takmış, ayağa kalkıp başkanın sorularına cevap veren sanıkları sırayla inceliyordu. Gözlerini şimdi ayakta duran sanığın yüzünden
ayırmadan, Olamaz, diye geçirdi içinden. Kadının verdiği cevabı işitince, Lübof nasıl olur? dedi kendi
kendine.
Başkan sormaya devam edecekti, ama gözlüklü mahkeme üyesi eğilip kulağına öfkeyle bir şey
fısıldayarak durdurdu onu. Başkan evet anlamına salladı başını, sanığa döndü:
— Lübof mu? dedi, burada öyle yazmıyor ama... Sanık susuyordu.
— Size soruyorum, gerçek adınız nedir? Öfkeli üye:
— Vaftiz adınız? diye sordu.
— Eskiden Katerina'ydı.
İmkân yok, olmaz, diye devam etti Nehlüdof kendi kendine. Öte yandan, bunun bir zamanlar âşık olduğu,
evet basbayağı âşık olduğu, sonra ne yaptığını bilmediği bir çılgınlık anında iğfal edip yüzüstü bırakıp
kaçtığı o oda hizmetçisi kız olduğundan da kuşkusu yoktu. Bu anı ona büyük ıstırap verdiği; görünüşte
dürüstlüğüyle gurur duyduğu halde aslında ne denli aşağılık bir insan olduğunu, o zavallıya ne denli adice
davrandığını ona hatırlattığı için başından geçen bu olayı unutmaya, aklına hiç getirmemeye çalışmıştı.
Evet, oydu bu. Her yüzün kendine özgü, başka hiç bir insanın yüzünde görülemeyecek o esrarlı özelliği
şimdi açık seçik görüyordu. Yüzünün aşırı renksizliğine, şişmanlığına rağmen bu sevimli,
başkalarınınkinden çok değişik özellik yüzünden, dudaklarında, hafif şehlâ gözlerinde, hele hele içten,
gülümseyen bakışında, yalnız yüzündeki değil, her şeyindeki o uysallıkta çarpıyordu göze.
Başkan gene son derece yumuşak:
— Oldu şimdi, adınız Katerina, dedi. Baba adınız?
— Piçim ben, diye cevap verdi Maslova.
— Vaftiz babanızın adını söyleyin.
— Mihaylof.
Nehlüdof güçlükle soluk alarak düşünüyordu bu arada: Ne yaptı acaba, suçu ne?
— 46 —
Başkan sormaya devam etti:
— Soyadınız ne?
— Anneminkini vermişler bana, Maslova.
— Toplumsal durumunuz?
— Kentli.
— Ortodoks musunuz? —- Evet,
— İşiniz? Ne iş yaparsınız?
Maslova cevap vermedi. Başkan bir kere daha sordu aynı soruyu:
— Ne iş yaparsınız?
— Evdeydim, dedi Maslova. Gözlüklü mahkeme üyesi sert:
— Hangi evde? diye sordu. Maslova,
— Biliyorsunuz, dedi, hangi evde olduğumu. Gülümsedi, sonra aceleyle çevresine bakındı bir, gene
başkanın gözlerinin içine dikti gözlerini.
Yüzünün ifadesinde öylesine tuhaf bir şey vardı; sözlerinin anlamında, o gülümseyişinde, bütün salonda
gezdirdiği o çabuk bakışında öylesine dehşet verici, öylesine acıklı bir şey vardı ki, başkan başını önüne
eğdi, salonda bir an çıt çıkmadı. Sessizliği dinleyicilerden birinin gülmesi bozdu. Kıkır kıkır gülüyordu birisi.
Başkan başını kaldırıp sormaya devam etti:
— Sabıkanız var mı, soruşturma açıldı mı sizinle ilgili hiç? Maslova derin bir soluk alarak:
— Hayır, dedi.
— İddianamenin bir kopyasını aldınız rnı?
— Aldım.
— Oturun.
Sanık, giyimli kuşamlı kadınların otururlarken eteklerini toplamak için yaptıkları hareketlerle arkadan
eteklerini kaldırarak oturdu; beyaz küçük ellerini önlüğünün bol kollarının içine sokup, gözlerini başkandan
ayırmadan beklemeye koyuldu.
Sonra tanıkların yoklaması yapılıp dışarı çıkarıldılar, bilir— 47 —
kişi olarak doktor üzerine bir karara varıldı, duruşma salonuna çağrıldı. Daha sonra sekreter kalktı ayağa,
iddianameyi okumaya başladı. Yüksek sesle, tane tane okuyordu; ama öyle çabuk gidiyordu ki, r lerle l
leri zaten tam gerektiği gibi okuyamadığı için, aralıksız devam eden bir uğultu gibi çıkıyordu sesi. Yargıçlar
kâh bir yanına dayanıyorlardı koltuklarının, kâh öbür; masanın üzerine eğiliyorlar, sonra arkalarına
yaslanıyorlar, arada bir gözlerini kapıyorlar, gene açıyorlar, aralarında fısıltıyla konuşuyorlardı.
Jandarmalardan biri birkaç kere gelen esnemesini güçlükle tutmuştu.
Sanıklardan Kartinkin'in yüzünden kaslar çekiliyordu durmadan. Boçkova son,derece sakin, dimdik
oturuyordu yerinde; arada bir parmağını sokup başörtüsünün altından başını kaşıyordu.
Maslova hiç kıpırdamadan oturuyor, gözlerini sekreterden ayırmadan dinliyordu; arada bir itiraz etmek
istiyor gibi kıpırdıyor, kızarıyor, göğüs geçiriyor, ellerinin durumunu değiştiriyor, çevresine bakmıyor, sonra
gene sekreteri dinlemeye koyuluyordu.
Nehlüdof ön sırada, baştan ikinci sandalyede oturuyor, pin-ce-nez'ini çıkarmış, Maslova'ya bakıyordu.
Ruhunda karmakarışık, ona ıztırap veren şeyler olmaktaydı.
İddianame şöyleydi:
=— 17 Ocak 188x günü Mavritaniya otelinde, kentimize iş için gelmiş Kurgansk ili ikinci derece
tüccarlarından Ferapont Yemelyanoviç Smelkof birdenbire ölmüştür.
Dördüncü bölge polis doktoru düzenlediği raporda Ferapont Yemelyanoviç Smelkof'un, çok fazla alkollü
içki aldığı için kalp yetersizliğinden öldüğünü belirtiyordu. Ölü toprağa verildi.
Birkaç gün sonra Petersburg'dan dönen tüccar Thimohin— Smelkof'un hem hemşerisi, hem de
arkadaşıydı — Smelkof'un— 48
nasıl öldüğünü öğrenince arkadaşının, üzerindeki paralan almak gayesiyle zehirlenmiş olabileceği
iddiasını attı ortaya.
Bu iddiayı, ön soruşturmada ortaya çıkan bazı durumlarda doğruluyordu: 1) Smelkof ölmeden kısa bir
zaman önce bankadan 3800 gümüş ruble çekmişti. Oysa ölünün üzerinden 312 ruble 16 köpek çıkmıştı.
2) Ölümünden bir önceki günle son gecesini Smelkof genelevde ve Mavritaniya otelinde genel kadın
Lübka'yla (Yekaterina Maslova'yla) geçirmişti. Hatta genelevde eğlenirlerken Smelkof, Yakaterina
Maslova'yı, ona para getirmesi için otele yollamış, Smelkof'un verdiği anahtarla, Mavritaniya otelinin
koridor hizmetçileri Yevfimiya Boçkova'yla Simon Kartinkin'in yanında Smelkof'un valizini açıp içinden para
almıştır. Maslova valizin kapağını kaldırınca Boçkova'yla Kartinkin yüzlük banknot destelerini görmüşlerdir.
3) Smelkof genelevden Mavritaniya oteline genel kadın Lübka'yla döner; genel kadın Lübka koridor
hizmetçisi Kartinkin'in salık vermesiyle Smelkof un konyak kadehine gene Kartinkin'den aldığı beyaz tozu
döker. 4) Devrisi sabah Lübka (Yekaterine Maslova) kaldığı genel evin sahibesi tanık Kitayeva'ya, sözde
Smelkof'un ona armağan ettiği pırlanta yüzüğünü satar. 5) Mavritaniya otelinin koridor hizmetçisi
Yevfimiya Boçkova. Smelkof'un ölümünden bir gün sonra bölge ticaret bankasındaki hesabına 1800 ruble
yatırır.
Smelkof'un cesedi üzerinde adlî tıpca yapılan inceleme, ölünün iç organlarında zehir bulunduğunu
kesinlikle ortaya koymuştur ki, bu da ölümün zehirlenme sonucu olduğu kuşkusunu doğrulamaktadır.
Sanık olarak karşınıza getirdiğimiz Maslova, Boçkova ve Kartinkin suçu kabul etmemiş; bunlardan
Maslova, ifadesinde, çalıştığı genelevden Mavritaniya oteline tüccara para getirmek için onu Smelkof'un
yolladığını iddia etmiştir. Kendisine verilen anahtarla valizi açmış, tüccarın söylediği gibi 40 gümüş ruble
almış içinden, başka para almamış, buna, valizi yanlarında açıp kapadığı Boçkova'yla Kartinkin de tanıklık
edebilirlermiş. Smelkof'un otel odasına ikinci gelişinde, Kartinkin'in salık vermesiyle tüccarın konyağına bir
toz koyduğunu kabul etmiştir; uyku ilâcı sanmış bu tozu, Smelkof hemen uyusun da onu ser— 49 —
best bıraksın diye içirmiş ona bu ilâcı. Yüzüğe gelince, Smelkof bir tokat atmış Maslova'ya, sanık da
ağlamaya başlamış, kalkıp gitmek istemiş, tüccar gitmesin diye armağan etmiş ona bu yüzüğü.
Yevfimiya Boçkova'ysa kaybolan paradan haberi olmadığını, tüccarın odasına adımını bile atmadığını,
oraya yalnız Lübka'nın girip çıktığını, odadan bir şey kaybolmuşsa bu hırsızlığı Lübka' nın, para almak için
elinde tüccarın anahtanyla geldiğinde yapmış olabileceğini söylemiştir. — İddianamenin burasında
Maslova irkildi, ağzını açıp Boçkova'ya baktı. — Yevfimiya Boçkova' ya bir gün sonra bankaya 1800
gümüş ruble yatırdığı hatırlatılıp, bu parayı nereden bulduğu sorulunca; Simon Kartinkin'le on iki yıldır
çalışarak biriktirdiğini, yakında da evleneceklerini söylemiştir.
Simon Kartinkin ilk sorgusunda, genelevden elinde anahtarla gelen Maslova'nın akıl vermesi üzerine
Boçkova'yla beraber parayı çaldığını, sonra da Maslova, o ve Boçkova üçü arasında parayı paylaştıklarını
itiraf etmiştir. — O anda Maslova gene ürperdi, yüzü mosmor, ayağa bile fırladı, bir şey söylemek için
ağzını açıyordu kî, mahkeme yöneticisi susturdu onu. — Nihayet (sekreter okumaya devam ediyordu],
Maslova'ya tüccarın konyağına dökmesi için bir toz verdiğini de itiraf etmiştir Kartinkin. İkinci
sorgusundaysa paranın çalınması olayıyla ilgisi bulunmadığım, Maslova'ya toz falan da vermediğini
söylemiş, bütün suçu Maslova'ya yüklemiştir. Boçkova'nın bankaya yatırdığı para konusunda da
Boçkova'yla aynı şeyi, bu parayı otelde on iki yıl çalışarak biriktirdiğini söylemiştir.
İddianame sanıkların yüzleştirilerek ifadelerinin alınmasının, tanıkların ifadelerinin, bilirkişi raporunun v.b.
anlatılmasıy-Ia devam ediyordu.
En sonunda şöyle bitiyordu:
— İş bu yukarıda sıralanan durumlar gözönüne alınarak Borkof köylülerinden Simon Petrof Kartinkin'in
(33), kentli Yevfimiya İvanovna Boçkova'nın (43) ve gene kentli Yekaterina MiDinlis — F: 4— 50 —
— 51
haylovna Maslova'nın (27) kendi aralarında önceden anlaşarak 17 ocak 188x günü tüccar Smelkof'un
2500 gümüş rublesiyle yüzüğünü çaldıkları, sonra da Smelkof'u öldürmek amacıyla içkisine zehir
koydukları, böylece onu öldürdükleri sabit görülmüştür.
Bu suç, Ceza Yasamızın 1453. maddesinin dördüncü ve beşinci bendlerinde belirtilen eylemlere aynen
uymaktadır. Bu nedenle, köylü Simon Kartinkin'in, Yevfimiya Boçkova'nın ve Ye-katerina Maslova'nın 201
ncî mahkemeler yasasına göre kurulan jürili bölge mahkememizce yargılanmasını istiyoruz.
Sekreter uzun iddianameyi okuyup bitirince kâğıtları topladı, uzun saçlarını iki eliyle düzelterek oturdu.
Şimdi sorguya başlanacak, her şey birdenbire aydınlanacak, adalet yerini bulacak diye tatlı bir duygu
içinde herkes derin bir soluk aldı. Yalnız Mehlüdof'un içinde yoktu bu tatlı duygu: On yıl önce öylesine
masum, temiz bir kız olarak tanıdığı Maslova'nın ne yaptığı düşüncesinin verdiği dehşet bütün benliğini
sarmıştı.
XI
İddianamenin okunması bitince başkan mahkeme üyeleriy-ie konuştuktan sonra, yüzünde gerçeği şimdi
anlarız demek istiyormuş gibi bir ifade, Kartinkin'e döndü. Koltuğunun sol yanına yaslanarak:
— Köylü Simon Kartinkin, diye başladı.
Simon Kartinkin ayağa kalktı, parmakları gerilmiş ellerini pantalonunun yan dikişlerine yapıştırarak, bedeni
öne düşecek-miş gibi eğik, durdu; yüzünde kaslar hâlâ çekiliyordu. Başkan devam etti:
— 17 Ock 188x günü Yevfimiya Boçkova v Yekaterina Mas-lova'yla tüccar Smelkof'un valizinden
parasını çalmakla, sonra da, Smelkof'un ölümüne sebep olan getirdiğiniz zehiri Maslova' ya, tüccarın
içkisine koydurtmakla suçlanıyorsunuz. Suçunuzu kabul ediyor musunuz?
Başkan koltuğunun sağ yanma yaslandı. Simon Kartinkin:
— Olamaz böyle bir şey, diye cevap verdi, bizim görevimiz müşterilere hizmet etmektir, çünkü...
— Bunu sonra anlatırsınız. Suçunuzu kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz?
— Olamaz efendim. Ben yalnız...
Başkan sakin, ama sert bir sesle kesti sözünü:
— Sonra anlatırsınız. Suçunuzu kabul ediyor musunuz, etmiyor musunuz onu söyleyin!
— Böyle bir şey yapmış olamam ben, efendim, çünkü... Mahkeme yöneticisi gene koşup geldi
Kartinkin'in yanına,
öfkeyle fısıldayarak susturdu onu.
Başkan, Bu iş artık bitti anlamına gelen bir tavırla, masaya dayadığı dirseğinin — bir kâğıt vardı o elinde
— yerini değiştirerek Yevfimiya Boçkova'ya döndü:
—• Yevfimiya Boçkova, 17 ocak 188x günü Mavritaniya otelinde Simon Kartinkin ve Yekaterina
Maslova'yla beraber tüccar Smelkof'un valizinden parasıyla yüzüğünü çalmaktan, çaldığınız şeyleri
aranızda paylaştıktan sonra, suçunuzu örtmek için tüccar Smelkof'u zehirleyerek öldürmekten sanıksınız.
Suçunuzu kabul ediyor musunuz?
Sanık kararlı bir sesle, hiç beklemeden cevap verdi:
— Hayır, suçsuzum ben. Odaya bile girmedim... Şu sokak süprüntüsü girdi, onun marifetidir.
Başkan gene yumuşak, kesin bir tavırla:
— Sonra anlatırsınız bunları, dedi. Suçlu olduğunuzu kabul etmiyorsunuz demek?
— Para falan almadım ben, adamın içkisine bir şey de koymadım, odaya ayağımı bile atmadım. Odaya
girseydim kolundan tuttuğum gibi dışarı atardım zaten bu kadını.
— Suçlu olduğunuzu kabul etmiyorsunuz demek?
— Hiç bir zaman. —• Çok güzel.
Başkan üçüncü sanığa döndü:
— Yekaterina Maslova, genelevden elinizde tüccar Smelkof'un valizinin anahtarı, Mavritaniya oteline
gelip, valizdenco _
Smelkof'un parasıyla yüzüğünü çalmakla (Başını solundaki, suç delilleri arasında zehir şişesinin eksik
olduğunu söyleyen üyeye doğru eğmiş, ezberlenmiş bir ders gibi devam ediyordu konuşmasına),
valizinden Smelkof'un parasıyla yüzüğünü çalmakla, diye tekrar etti, çaldığınız şeyleri suç ortaklarınızla
paylaşıp, Mavritaniya oteline tüccar Smelkofla gelince de içkisine, Smelkof'un ölümüne sebep olan zehiri
koymakla suçlanıyorsunuz. Suçlu olduğunuzu kabul ediyor musunuz?
Maslova çabuk çabuk konuşarak:
—• Hiç bir suçum yoktur benim, dedi, önce söylediğimi şimdi de tekrar ediyorum: Parayı ben almadım,
almadım, hiç bir şey almadım ben, yüzüğü de kendi-verdi bana...
;— İki bin beş yüz rublenin çalınmasıyla ilginiz olmadığını iddia ediyorsunuz demek?
—• Söylüyorum size, kırk rubleden başka para almadım ben.
— Peki tüccar Smelkof'un içkisine bir toz döktüğünüzü kabul ediyor musunuz?
— Bunu kabul ediyorum. Yalnız şu var, bunun uyku ilâci olduğunu söylemişlerdi bana, ben de öyle
sanmıştım. Tüccara bir zararı dokunacağını bilmiyordum. Böyle bir şey düşünmedim, istemedim de.
Yemin ederim ki istemedim.
Başkan:
—• Demek oluyor ki tüccar Smelkof'un parasıyla yüzüğünün çalınmasında bir suçunuzun olmadığını
söylüyorsunuz, dedi. Ama içkisine tozu koyduğunuzu kabul ediyorsunuz?
— Öyle, kabul ediyorum, ama bunun uyku ilâcı olduğunu sanıyordum. Bir an önce uyusun diye koydum
onu içkisine, kötü bir amacım yoktu, aklımın ucundan bile geçmedi böyle bir şey.
Başkan, duruşmanın gidişinden memnun bir tavırla:,
—> Çok güzel, dedi.
Arkasına yaslanıp ellerini masanın üzerine koyarak devam etti:
—' Şimdi her şeyi olduğu gibi anlatın bakalım bize. Gerçeği gizlemezseniz bu sizin yararınıza olur.
Maslova, gözlerini başkanın gözlerinin içine dikmiş, susuyordu.
— 53 —
— Anlatın nasıl olduğunu. Maslova birden:
—• Nasıl olduğunu mu? diye başladı. Otele geldik, odasına çıktık, çok sarhoştu. Gitmek istiyordum o
bırakmıyordu.
Maslova o derken dehşetle açılmıştı gözleri. Olaylar zincirini kaybetmiş ya da başka bir şeyi hatırlamış gibi
sustu birden.
— Sonra?
— Sonra mı? Biraz daha kalıp eve döndüm.
O anda savcı yardımcısı bir dirseğine tuhaf bir biçimde yaslanarak yarım doğruldu yerinden. Başkan:
— Bir soru mu sormak istiyorsunuz? diye sordu.
Savcı yardımcısı, evet deyince, başını sallayarak sorusunu sormasına izin verdiğini belirtti.
Savcı yardımcısı, Maslova'ya bakmadan:
— Şunu sormak istiyordum, dedi, sanık Maslova, Simon Kartinkin'le daha önceden tanışıyor muydu
acaba?
Sözünü bitirdikten sonra dudaklarını büzdü, kaşlarını çattı. Başkan, savcı yardımcısının sorusunu tekrar
etti. Maslova ürkek bakışlarını savcı yardımcısına doğrulttu.
— Simon'la mı? dedi, evet, tanışıyordum.
— Şimdi de, bu tanışıklığın nasıl bir tanışıklık olduğunu sormak istiyorum. Sık sık görüşüyorlar mıydı?
Maslova huzursuz bakışlarını savcı yardımcısından ayırıp başkana doğrultarak:
— Nasıl bir tanışıklık mi? dedi. Otel müşterilerine çağırırdı beni, hepsi o kadar, ayrıca bir dostluk yoktu
aramızda.
Savcı yardımcısı gözlerini kisarak, dudaklarında kurnaz, şeytanca bir gülümseme:
—• Kartinkin'in arada bir başka kızları da çağırmayıp, her zaman niçin ille de Maslova'yi çağırdığını bilmek
isterdik, dedi.
Maslova ürkek bakışlarını salonda gezdirirken, bir an Meh-lüdof'la göz göz geldikten sonra:
— Bilmiyorum, dedi. Nereden bileyim? Öyle istiyordu canı, beni çağırıyordu.— 54 —
Nehlüdof, yüzü bir anda kıpkırmızı olarak, Tanıdı mı yoksa? diye geçirdi içinden. Ama Maslova onu
ötekilerden ayırmadan başını hemen çevirmiş, gene korkuyla savcı yardımcısına bakmaya başlamıştı.
— Sanık, Kartinkin'le aralarında bir takım yakın ilişkilerin olduğunu kabul etmiyor demek? Çok güzel.
Soracağım bu kadardı.
Savcı yardımcısı, dirseğini önündeki bölmeden çekip bir şeyler yazmaya başladı. Aslında bir şey yazdığı
yoktu, önündeki notların harflerinin üzerinden giderek yazıyormuş gibi yapıyordu: Savcılarla avukatların,
kurnazca sorulmuş bir sorudan sonra, konuşmalarına, karşılarındakileri yere çalacak bir takım notlar
eklediklerini çok görmüştü.
Başkan hemen dönmedi sanığa, çünkü o ara gözlüklü mahkeme üyesine, önceden hazırlanıp not edilmiş
soruların sorulmasına ne diyeceğini soruyordu. Sonra sanığa döndü:
—• Devam edin, sonra ne oldu?
Maslova, yalnız başkana bakarak, kendini biraz toparlamış:
— Eve geldim, diye devam etti. Parayı patrona verip yattım. Daha yeni uyumuştum ki bizim
Berta
uyandırdı beni.
Uyan, uyan senin tüccar gene geldi. Yanına çıkmak istemedim, ama madam emretti.
Bizim kızların hepsine içki ısmarladı, sonra şarap bitince şarap aldırtmak istedi, ama bütün parası
bitmişti. Patron güvenemedi ona. —Maslova gene apaçık bir dehşet duymuştu ona derken.— O zaman o
da anahtarını verip otele yolladı beni. Paranın nerede olduğunu, ne kadar alacağımı söyledi. Ben de
gittim.
Bu arada başkan salondaki üyeyle alçak sesle bir şeyler konuşuyor, Maslova'nın ne dediğini dinlemiyordu,
ama dinlediğini sansınlar diye Maslova'nın son cümlesini tekrar etti:
—' Siz de gittiniz demek. Sonra ne oldu?
— Bana söyleneni yaptım: Odaya girdim. Yalnız girmedim ama; ,Simon Mihayloviç'le onu —Boçkova'yı
gösterdi başıyla— çağırdım.
Boçkova:
— 55 —
—• Yalan söylüyor, odaya adımımı atmadım... diye başlamıştı ki, susturdular onu.
Maslova yüzünü buruşturarak, Boçkova'ya bakmadan devam etti:
— Onların yanında dört on rublelik aldım valizden. Gene savcı yardımcısı karıştı söze:
— Kırk rubleyi alırken valizde ne kadar para olduğunu far-ketmemîş mi acaba sanık?
Savcı yardımcısının sesini duyunca birden irkildi Maslova. Neden ve nasıl olduğunu bilmiyordu ama bu
adamın onun kötülüğünü istediğini hissediyordu.
— Saymadım parayı, diye cevap verdi, yalnız bir sürü yüz rublelik gördüm.
— Sanık bir sürü yüz rublelik görmüş... bunu öğrenmek istemiştim.
Başkan saatine baktıktan sonra sormaya devam etti:
— Peki parayı getirdiniz mi sahibine?
— Getirdim.
— Sonra?
— Sonra gene yanına aldı beni. —• İçkisine o tozu nasıl koydunuz?
— Nasıl mı koydum? Basbayağı döktüm içkisinin içine, sonra da ona verdim.
—• Niçin verdiniz?
Maslova cevap vermeden derin bir göğüs geçirdi. Bir an sustuktan sonra:
— Bir türlü bırakmıyordu yakamı, dedi. Can sıkmaya başlamıştı artık. Koridora çıkıp Simon Mihayloviç'e
Bıraksa beni de gitsem, çok yoruldum dedim. Simon Mihayloviç, Biz de bıktık ondan artık, dedi. Uyku
ilâcı vermeyi düşünüyoruz ona. Hemen uyur, sen de gidersin. Sevindim buna, Çok güzel, dedim. Bunun
zararlı bir ilâç olduğunu aklımın ucundan geçirme-miştim. Küçük paketi
elime verdi. Odaya girdim,
paravananın arkasında yatıyordu, geldiğimi duyunca konyak istedi benden. Masanın üzerindeki şişeden iki
kadehi doldurdum, biri benim, biri onundu, onun kadehine ilâcı boşalttım, götürüp verdim. İçki-— 56 —
sine koyduğum şeyin zehir olduğunu bilsem verir miydim ona onu?
Başkan:
— Peki yüzük nasıl elinize geçti? diye sordu.
— Kendi verdi. —• Ne zaman?
— Beraber onun odasına gelmiştik, ben eve dönmek istiyordum, başıma vurdu, tokamı kırdı. O zaman
iyice kızdım, gideceğim diye tutturdum. Gitmeyeyim diye parmağından yüzüğünü çıkarıp verdi bana.
Savcı yardımcısı hafifçe doğruldu gene yerinden, hep o yapmacık içten tavrıyla birkaç soru sormak için
izin istedi, iznini aldıktan sonra da işlemeli yakalığının içinde başını öne eğerek:
— Sanığın, Smelkof'un otel odasında ne kadar kaldığını bilmek istedim, dedi.
Maslova'nın içine gene bir korku düştü; ürkek bakışlarını savcı yardımcısından çekip başkana doğrultarak:
— Ne kadar kaldığımı hatırlamıyorum, diye cevap verdi.
— Sanık, tüccar Smelkof'un odasından çıkınca nereye uğradığını hatırlıyor mu acaba?
Maslova bir an düşündükten sonra:
— Yandaki boş odaya uğradım, dedi.
Savcı yardımcısı bu cevapla ilgilenerek Maslova'ya döndü:
— Niçin uğradınız oraya?
— Üstüme başıma çeki düzen vermek, sonra araba beklemek için.
— Peki, sanık bu odadayken Kartinkin de uğramış mı oraya?
— Evet.
— Niçin?
— Tüccarın şişesinin dibinde biraz konyak kalmıştı, onu içtik.
— Beraber içmişler demek. Çok güzel. Sanık, Simon'Ia ne konuşmuş bu odada?
Maslova'nın kaşları çatıldı birden, yüzü mosmor oldu, çabuk çabuk konuşarak:
— Ne mi konuştum? dedi. Hiç bir şey konuşmadım. Olan-
— 57 —
ların hepsini anlattım size, başka bir şey bilmiyorum. Ne isterseniz yapın beni. Suçsuzum, hepsi bu kadar.
Savcı yardımcısı başkana dönerek:
— Başka bir şey sormayacağım, dedi.
Omuzlarını tuhaf bir biçimde kaldırarak, konuşmasının taslağına sanığın Simon'la boş bir odaya girdiğini
itiraf ettiğini çabuk çabuk yazmaya başladı.
Bir anlık bir sessizlik oldu.
— Söyleyeceklerinizin hepsi bu kadar mı? Maslova derin bir göğüs geçirerek:
—• Her şeyi söyledim, dedi.
Oturdu.
Başkan bunun üzerine önündeki kâğıda bir şey not etti, sol yanındaki üyenin alçak sesle söylediğine kulak
verdikten sonra duruşmaya on dakika ara verdi, aceleyle kalkıp salondan çıktı. Sol yandaki uzun boylu,
sakallı, iri gözleri içtenlikle parlayan üye, başkana, midesine hafif bir sancının saplandığını, biraz masaj
yapıp ilâcını içmek istediğini söylemişti. Duruşmaya ara verilmesinin sebebi buydu.
Yargıçların arkasından jüri üyeleri, avukatlar, tanıklar da kalktılar, önemli bir işin hiç olmazsa bir bölümünü
bitirmenin verdiği hazla sağa sola gittiler.
Nehlüdof jüri odasına gitti, orada pencerenin dibine oturdu.
XII
Evet, Katyuşa'ydı bu.
Nehlüdof'la Katyuşa arasındaki ilişki şöyleydi: Nehlüdof Katyuşa'yı ilk kez, üniversitenin üçüncü
sınıfındayken, toprak mülkiyeti üzerine yapıtını hazırlamak amacıyla yaz tatilini halalarının yanında
geçirmeye köye geldiğinde görmüştü. Genellikle yaz tatillerini annesinin Moskova yakınlarındaki büyük
çiftliklerinde annesiyle ablasının yanında geçirirdi. Ama o yıl ablası kocaya varmış, annesi de yurt dışına,
kaplıcala-l
— 58 —
ra gitmişti. Nehlüdof'unsa yapıtını bitirmesi gerekiyordu, yazı halalarının yanında geçirmeye karar vermişti.
Halalarının köyünde eğlence falan yoktu; hem halaları çok severlerdi onu, o da halalarını, onların
geleneklere bağıl, sade yaşayışlarını severdi.
O yaz Nehlüdof, halalarının yanında, bir gencin, başkalarının uyarmasıyla değil de kendi kendine hayatın
tüm güzelliğinin, öneminin, hayatta kişioğluna düşen görevin anlamının bilincine ilk kez vardığı; kendisinin
de dünyanın da kusursuz olma olanağının bulunduğunu gördüğü; kendini, yalnız umutla değil, hayalinde
yaşattığı kusursuzluğa erişeceğine bütün varlığıyla inanarak bu kusursuzluğa adadığı zaman duyduğu o
coşkunluğu duymuştu içinde. O yıl üniversite Spencer'in Sosyal dengesini okumuş, Spencer'in toprak
mülkiyeti üzerine söyledikleri ona —daha çok, o da büyük bir toprak sahibi kadının oğlu olduğu için— hayli
etki etmişti. Babası zengin değildi; ama annesine evlenirken ailesi drahoma olarak, aşağı yukarı on bin
hektar arazi vermişti. Bir insanın toprak sahibi olmasının kötülüğünü, haksızlığını ilk kez o zaman anlamış,
kendini yüce duygulara adamaktan büyük haz duyan insanlardan olduğu için de toprak mülkiyeti
hakkından yararlanmamaya karar vermiş, babasından ona kalan arazisini köylülere dağıtmıştı. Yazmakta
olduğu yapıt da bu konudaydı.
O yıl köyde, halalarının yanında günlerini şöyle geçiriyordu: Sabahları çok erken, bazan saat üçte kalkıyor,
kimi zaman sabah sisi daha kalkmadan dağ dibindeki dereye gidip yıkanıyor; güneş doğduktan ama
sabah çiği otların, çiçeklerin üzerinden henüz kalkmadan dönüyordu. Sabah kahvaltısını yaptıktan sonra
oturup yapıtı üzerinde çalışmaya ya da yapıtı için bulduğu kaynakları incelemeye başlıyordu; ama
çoğunlukla okumayı ya da yazmayı boş verip gene çıkıyordu evden, kırlarda, koruluklarda dolaşmaya
gidiyordu. Öğlen üzeri bahçede bîr köşeye uzanıp kestiriyor, yemekte halalarını neşesiyle güldürüp
eğlendiriyor, yemekten sonra ya atla dolaşmaya çıkıyor ya da gölde kayıkla geziyordu; akşamları da ya
okuyor ya da halalarıyla oturup onlara kâğıt falı açıyordu. Geceleri çoğunlukla •—özellikle ay aydınlık
gecelerde— yaşamak sevincini içinde bütün coşkunlu— 59 —
ğuyla duyduğu için uyku tutmuyordu gözünü; hayalleriyle, düşünceleriyle başbaşa, bazan ortalık
aydınlanana kadar bahçede dolaşıyordu.
Halalarının yanında ilk ayını böylesine mutlu, huzur içinde geçirdi; siyah gözlü, her zaman çabuk çabuk
yürüyen yan oda hizmetçisi; yarı besleme Katyuşa'yla hiç ilgilenmemişti bile bu bir ay içinde.
Nehlüdof o zamanlar, küçüklükten beri annesi her şeyiyle ilgilendiği, onu istediği gibi yetiştirdiği için on
dokuz yaşında tertemiz bir delikanlıydı. Kadını ancak karısı olarak düşünürdü. Karısı olamayacak bütün
kadınlarsa onun için kadın değil, birer insandı. Ama öyle oldu ki o yaz Voznesenye'ye, halalarına bir
komşuları kadın geldi. Kadının yanında —ikisi genç kız, biri lisede okuyan oğlan— üç çocuğuyla, konuğu,
köylülükten yükselmiş genç bir ressam vardı.
Çaydan sonra evin önündeki ekini biçilmiş tarlada ebecilik oynamaya başladı çocuklar. Katyuşa'yı da
almışlardı oyuna: Birkaç oyundan sonra Nehlüdof un Katyuşa'yla kaçması gerekmişti. Geldiğinden beri
hoşlanırdı Katyuşa'dan Nehlüdof, ama aralarında değişik birtakım ilişkilerin olabileceğini aklının ucundan
ge-çirmemişti.
Neşeli bir genç olan ebe ressam — kısa, çarpık, ama güçlü köylü bacaklarıyla çok hızlı koşuyordu —gülerek:
— İşte bunları dünyada yakalayamam, dedi, ayakları takılır da düşerlerse ancak...
— Yakalayamayacaksınız elbette!
— Bir, iki, üç!
Avuç içlerine üç kere vuruldu. Katyuşa, gülmemek için kendini güç tutarak, Nehlüdof'un kalın elini küçük,
yumuşak eliyle sıkıp, — kolalı etekliği hışırdaya hışırdaya — sola doğru koşmaya başladı.
Nehlüdof hızlı koşardı, ressamın onu yakalamasını istemediği için olanca hızıyla koşmaya başladı. Başını
çevirip geri baktığında ressamı Katyuşa'nın arkasından koşarken gördü, ama Katyuşa dolgun, genç
bacaklarını çabuk çabuk atarak sola doğ-— 60 —
ru koşuyor, ressamla arayı açıyordu. Önünde, o zamana kadar hiç kimsenin kaçmadığı bir çalılık vardı.
Katyuşa Nehlüdof'a bakıp onunla göz göze gelince başıyla çalılığın arkasına koşmasını işaret etti.
Nehlüdof anladı onun bu işaretini, çalılığa doğru koşmaya başladı. Ama çalılığın arkasında Nehlüdof'un
bilmediği, üzeri ısırgan otlarıyla kapanmış küçük bir çukur vardı; ayağı takılıp yüzükoyun yere yuvarlandı,
kollarını sızlattı ısırgan otları, düşen akşam çiğinden ıpıslak otlar üstünü başını ıslattı; ama kendi haline
gülerek hemen kalktı, gene koşmaya başladı.
Katyuşa sevinçle gülerek, simsiyah gözleriyle uçarcasına ona doğru koşuyordu. Birbirine kavuştular, el ele
tuttular.
Katyuşa soluk soluğa, içtenlikle gülümseyerek boşta kalan eliyle, koşarken bozulan saçını düzeltirken,
— Kazandık, dedi.
Aşağıdan yukarıya Nehlüdof'un gözlerinin içine baktt. Delikanlı da gülümsedi, Katyuşa'nın elini
bırakmadan,
— Orada çukur olduğunu bilmiyordum, dedi.
Genç kız Nehlüdof'a doğru sokuldu, delikanlı da, nasıl olduğunun farkına varmadan başını öne eğdi;
Katyuşa geri çekilmedi, Nehlüdof avucunun içindeki yumuşacık eli olanca gücüyle sıktı, genç kızı
dudaklarından öptü.
Katyuşa,
—• Hopala! diye mırıldandı.
Elini hızla çekip koşarak uzaklaştı Nehlüdof'un yanından.
Hemen oradaki leylâk ağacının yanma gitti, artık dökülmeye yüz tutmuş beyaz leylâktan iki küçük dal
kopardı, çiçekleri ateş gibi yanan yüzüne sürterek Nehlüdof'a baktı, sonra dönüp, elini kolunu sallayarak
öteki çocukların yanına yürüdü.
O günden sonra Nehlüdof'la Katyuşa arasındaki ilişkiler değişmişti; birbirine tutkun tertemiz bir
delikanlıyla, gene öyle bir kızın arasındaki ilişkiydi artık bu.
Katyuşa odaya girdiğinde ya da Nehlüdof onun beyaz önlüğünü ta uzaktan gördüğünde delikanlı için her
şey birdenbire ay-dınlamveriyordu sanki, ilgi çekici, insana neşe verici oluyordu; daha bir mutlu
hissediyordu kendini. Katyuşa da aynı durumdaydı. Katyuşa'nın odaya girmesi ya da onun yakınında bir
yerde
— 61 —
bulunması değildi. Nehiüdof'u böyle heyecanlandıran yalnız; Katyuşa'yı düşündükçe de aynı duygu
dolduruyordu içini. Katyu-.sa da Nehlüdof'u düşündükçe öyle oluyordu. Delikanlı annesinden kötü bir
mektup aldığı, yapıtı üzerinde çalışması iyi gitmediği ya da gençlere özgü o sebepsiz can sıkıntısı içine
çöktüğü ..zamanlar Katyuşa'yı, biraz sonra onu göreceğini bir düşünmesi her şeye yetiyor, can sıkıntısı bir
anda dağılıyordu.
Katyuşa'nın çok işi vardı evde, ama hepsini yetiştiriyor, boş zamanlarında da okuyordu. Nehlüdof,
kendisinin de o sıralar Dokuduğu kitapları, Dostoyevski'yi, Turgenyef'i veriyordu ona. En çok Turgenyef in
Sessizliki hoşuna gitmişti. Koridorda, balkonda, avluda karşılaştıkları zamanlar ayak üstü
konuşabiliyorlardı .ancak; bazan da Nehlüdof halalarının yaşlı oda hizmetçileri Matryona Pavlovna'nın
odasına —Katyuşa da o odada kalıyordu— kıtlama çay içmeğe uğradığında görüşüyorlardı. Matryona
Pav-iovna'nm yanında.konuşmaları en tatlı olanıydı. Yalnız başlarına, yanlarında kimse yokken
konuşurken sıkılıyorlardı. Gözleri, ağızlarının söylediğinden bambaşka, çok daha önemli şeyler
söyle-ınıeye başlıyordu hemen, dudakları büzülüyordu, bir tuhaf oluyor-iar, birbirlerinin yanından
uzaklaşmak için acele ediyorlardı.
Nehlüdof'un Katyuşa'yla arasındaki bu tür ilişkileri onun, halalarının yanındaki birinci konukluğu boyunca
sürdü. Bu ilişkiler halaların gözünden kaçmamış, onları hayli telâşlandırmıştı da; yaşlı kadınlar bu durumu
yurt dışındaki Helena İvanovna'ya. Nehlüdof'un annesine bile yazdılar. Mariya İvanovna hala Dmit-ri'nin
Katyuşa'yla işi ilerleteceğinden korkuyordu. Ama yersizdi bu korkusu: Nehlüdof'un içindeki, ancak tertemiz
bir yüreğin duyabileceği çeşitten bir sevgiydi; onu da Katyuşa'yı da basitleş-rmekten koruyabilecek bir
sevgi... Genç kızı elde etmeyi aklının köşesinden geçirmediği gibi, Katyuşa'yla aralarında böyle bir şeyin
geçebileceği düşüncesi bile dehşet veriyordu ona. İnce duygulu Sofiya İvanovna'nın endişeleriyse çok
daha yerindeydi: Kendi basma buyruk, ne istediğini bilen bir genç olan Dmitri'nin bu kıza tutulup, soyunun
sopunun nereden geldiğine bakmadan aklına onunla evlenmeyi koymasından korkuyordu.— 62 —
O zaman Nehlüdof Katyuşa'yı sevdiğini açık seçik bilseydi ya da birisi çıkıp onun böyle bir kızla kaderini
birleştirmemesi gerektiğini, birleştiremeyeceğini söyleseydi ona, her şeyde kendi bildiğini okuyan bir insan
olarak kolaylıkla, sevdiği bir kızla —kız neyin nesi olursa olsun— evlenmemesi için ortada hiç bir nedenin
olmadığına karar verirdi. Ama halaları bu endişelerinden hiç söz etmediler ona, o da sevdiğini bilmeden
ayrıldı köyden.
Nehlüdof Katyuşa'ya olan bu duygusunun, o zamanlar için,, bütün varlığını dolduran yaşama sevincinin
—o neşeli, sevimli; kız da paylaşıyordu bu yaşama sevincini— evet, o yaşama sevincinin bir sonucu
olduğunu sanıyordu. Ama Katyuşa, halalarıyla beraber taşlıkta durmuş, dolu dolu olmuş simsiyah, biraz
şehlâ gözleriyle onu yolcu ederken Nehlüdof, bir daha hiç sahip olamayacağı, çok hoş, değerli bir şeyi
bırakıp gitmekte olduğunu hissetmiş, derin bir kedere kapılmıştı.
İki tekerlekli arabaya binerken Sofiya İvanovna'nın şapkasının üstünden,
— Hoşça kal Katyuşa, demişti, her şey için çok çok teşekkürler.
Katyuşa kulağa hoş gelen o okşayıcı sesiyle,
— Güle güle Dmitri İvanoviç, demişti.
Sonra da, gözlerinde biriken yaşları tutarak, doyasıya ağlamak için içeri koşmuştu.
xııı
Bu ayrılıştan sonra, üç yıl görmedi Katyuşa'yı Nehlüdof. An-cak aradan üç yıl geçtikten sonra, subaylığa
atanmış, orduya katılmaya giderken, üç yıl öncekinden bambaşka bir insan olarak yolu üzerindeki
halalarının köyüne uğradığında gördü onu bir de.
O zamanlar dürüst, her şeyi iyi iş uğruna kişisel çıkarlarını-vermeye hazır, soylu bir gençti; oysa şimdi
yalnız kendi zevkini düşünen, ahlâksız, bencil bir insan olmuştu. O zamanlar hayat
— 63 —
onun için, her şeyini heyecanla, sevinçle anlamaya çalıştığı bir sırdı; şimdiyse hayat açık seçikti
karşısında, içinde yaşadığı koşullardan başka bir şey değildi. O zamanlar doğayla, ondan önce de
yaşayan, düşünen, hisseden insanlarla haşır-neşir olmasıydı gerekli, önemli olan (felsefe, şiir)... oysa
şimdi insanlarla olan birtakım ilişkileri, arkadaşlarıyla yakınlığıydı gerekli, önemli olan. O zamanlar kadın
esrarlı, hoş bir yaratıktı onun için; şimdi yakın akrabası kadınlardan ve dostlarının karılarından gayrisi aynı
anlamı taşıyordu gözünde: Kadın kişiye zevk veren araçların içinde en iyisiydi. O zamanlar paraya ihtiyacı
yoktu, annesinin verdiği paranın üçte biri bile çok gelirdi ona, babasından ona miras kalan araziyi de
köylülere dağıtabilirdi; oysa şimdi annesinin ayda verdiği bin beş yüz ruble yetmiyordu ona, para yüzünden
sık sık tatsız tartışmalar geçiyordu aralarında, O zamanlar gerçek ben olarak ruhsal yapısını sayardı,
şimdiyse sağlıklı, dinç, yaşayan ben di onun için gerçek olan.
Bu korkunç değişme onda sırf kendine olan inancını yitirip, başkalarına inanmaya başladığı için olmuştu.
Kendine inanmaktan vazgeçip başkalarına inanmaya başlamasının nedeni, kişinin kendine inanarak
yaşamasının son derece güç olmasıydı: Kendine inanarak yaşayabilmesi için kişinin bütün soruları, küçük
hazlar peşindeki yaşayan ben in istediği gibi değil, hatta çoğunlukla onun istediğinin tam tersine
çözümlemesi gerekir; öte yandan, başkalarına inanırsa çözümleyeceği hiç bir şey yoktur, her şey
çözümlenmiştir, hem de yaşayan ben in istediği gibi. Dahası var, kendine inanarak yaşarken çevresindeki
insanların eleştirileriyle karşı karşıya kalıyordu hep, başkalarına inanmaya başlayalıberi herkes övüyordu
onu.
Düşüncelere daldığı, okuduğu ya da Tann'dan, gerçeklerden, zenginlikten, yoksulluktan söz etmeye
başlayınca çevresindekiler yersiz, hatta gülünç buluyorlardı bu konuşmalarını; annesiyle teyzesi sevgi dolu
bir sitemle Nötre cher philosophe (') diyorlardı ona. Gelgelelim, roman okuduğu, açık hikâyeler anlattığı,
Fransız tiyatrosunda müzikli, hafif güldürü oyunlarına git-
[')
Değerli feylezofumuz (Fransızca).— 64 —
tiği, bu oyunları neşeli bir dille ona buna anlattığı zamanlarsa göklere çıkarıyorlardı onu, böyle devam
etmesini söylüyorlardı, İhtiyaçlarını biraz kısması gerektiğine inanarak eski paltoyla dolaştığı, şarap
içmediği zamanlar herkes bunu tuhaf karşılıyor kendini göstermek için orijinallik olsun diye böyle yaptığını
söylüyordu; av için ya da kendine son derece güzel, pahalı bir ev döşemek için büyük paralar harcayınca
da zevkini herkes övüyor, ona değerli şeyler armağan ediyorlardı. Günahsız olduğu,, evleninceye kadar da
öyle kalmayı düşündüğü zamanlar onurr sağlığından endişe ediyorlardı; annesi, oğlunun gerçek bir erkek
olduğunu, arkadaşının elinden bir Fransız kadınını aldığım öğrenince üzülmek şöyle dursun, sevindi bile.
Katyuşa olayını oğlunun bir zamanlar bu kızla az kaldı evleneceğini düşündükçe; dehşete kapılıyordu
Prenses.
Nehlüdofun reşit olunca babasından ona kalan küçük araziyi, toprak mülkiyetinin haksızlık olduğuna
inandığı için köylülere dağıtması da annesini, akrabalarını dehşete düşürmüştü; bu davranışı devamlı bir
paylama, alay konusu olmuştu yakınları: arasında. Durmadan, toprak sahibi olan köylülerin durumlarının
düzelmediğini, tam tersine köylerinde üç meyhane açtıkları, ça lışmayı da hepten bıraktıkları için daha da
yoksullaştıklarını anlatıyorlardı ona. Nehlüdof muhafız alayına girip, yüksek çevreden arkadaşlarıyla,
Helena İvanovna'yı ona paradan birazını harcamak zorunda bırakacak kadar çok para yemeye başlayınca
bile hiç üzülmedi annesi; bunun olağan hatta güzel bir şey olduğunu düşündü.
Önceleri bunlara karşı durmaya çalıştı Nehlüdof, ama çok: güçtü karşı durmak; çünkü kendine inanarak iyi
saydığı her şey çevresindeki insanlarca kötü, tersine kötü saydığı her şey de iyi sayılıyordu. Sonunda pes
etti. Nehlüdof, kendine inanmayı bırakıp başkalarına inanmaya başladı. Başlangıçta bu değişiklik hiç de
hoş bir şey değildi Nehlüdof için, ama çok sürmedi bu; sigara, içki içmeye başlayınca ona ağır gelen bu
duygusu hemen kayboluverdi, hatta İçinde oldukça büyük bir hafiflik hissetti.
Nehlüdof, yaradılışının
etkisiyle, çevresindekilerin
doğru
bulduğu bu hayata bütün benliğiyle verdi kendini; başka bir şey isteyen içindeki sesi de bastırdı,
Petersburg'a taşındıktan sonra başlamıştı bu onda, askerliğe girmesiyle de tamamlanmıştı. Askerlik,
bomboş bir yaşayışı gerektirdiği, yani akla uygun, yararlı bir işle uğraşmayı, insanlık görevlerini kaldırıp
yerine, yalnızca şartlı bir alay, üniforma, sancak onuru, başkalarına karşı sınırsız bir hakimiyet, üstlerine
de ancak kölelerde görülebilecek bir baş eğiş getirdiği için insanları çoğunlukla bozar.
Ne var ki, üniforma, sancak onuruyla, zorbalığıyla, başkalarını öldürmeye izin vermesiyle zaten kötü olan
askerliğe bir de ancak zengin ve ünlü subayların görev alabildiği muhafız alayla-rındaki zenginlik ,çar
ailesine yakınlık gibi bozukluklar da eklenince bu bozukluk muhafız alaylarında görevlilerde çılgın bir
bencillik derecesine varmaktadır. Askerliğe girmesinden, bütün arkadaşları gibi yaşamaya başlamasından
sonra bu çılgın ben cîlliğe Nehlüdof da kaptırdı kendini.
Başkalarınca dikilmiş, temizlenmiş resmi giysiyle, miğferle; gene başkalarınca yapılmış, temizlenmiş, ona
hazır olarak verilmiş silâhı kuşanıp, gene başkalarının eğittiği, beslediği güze! atlara binip denetime ya da
eğitime çıkmaktan, kılıcını sallayarak dört nala gitmekten, ateş etmekten, ateş etmeyi başkalarına
öğretmekten başka işi yoktu. Başka bir şey yapmıyordu. Üstelik en saygıdeğer kimseler, gençler,
ihtiyarlar, çar da, çarın yakınları da yalnız iyi bulmakla kalmıyorlar, övünüyorlardı da bu işini. Akşamların
gözde, beğenilen, önemli sayılan uğraşı da subay kulüplerinde ya da en pahalı içkili gazinolarda toplanıp
yemek yemek, özellikle içki içmek, nereden geldiğini bilmediği paraları har vurup harman savurmaktı;
sonra tiyatroya, baloya, kadınlara gitmek; sabah olunca da gene ata binmek, kılıç sallamak, dört nala
sürmek atı, akşam olunca gene içkiye, kâğıt oyununa, kadınlara su gibi para harcamak.
Bu türlü yaşayışın askerler üzerinde kötü etkisinin başlıca nedenlerinden biri de, asker olmayan bir
kimsenin böyle bir hayat sürecek olsa ruhunun derinliklerinde bundan utanmamasının Diriliş — F: 5— 66
—
imkânsız olduğudur. Askerlerse bunun böyle olmasının zorunlu olduğu kanısındadırlar, —özellikle savaş
zamanında— böyle yaşamaktan gurur bile duyarlar. , Türklerle savaş başlamasından sonra orduya giren
Nehlüdof da öyleydi işte. Savaşta canimizi vermeye hazırız, onun için böyle, hiç bir şeyi umursamadan,
çılgınca yaşamamız hoş görülmelidir, böyle yaşamak zorundayız. Yaşayacağız da.
O sıralar böylesine fırtınalıydı Nehlüdof'un düşünceleri. Eskiden önünde gördüğü bütün ahlâk
engellerinden kurtulmanın verdiği coşkunluğu damarlarında hissediyordu. Çılgın bir bencillik içindeydi
devamlı olarak.
Üç yıl sonra halalarına uğradığında da öylesine bencildi.
XIV
Nehlüdof halalarına, köy yolu üzerinde olduğu, yaşlı kadınlar uğraması için birkaç kere mektup yazdıkları,
en önemlisi de, Katyuşa'yı görmek için uğraşmıştı. Belki de Katyuşa'ya karşı kötü bir niyeti daha köye
uğramaya karar verdiği zaman vardı ruhunun derinliklerinde, gemi azıya almış yaşayan ben fısıldamıştı
kulağına bu niyeti belki, ama böyle bir şeyin farkında değildi; bir zamanlar öylesine mutlu olduğu yerlerde
dolaşmak istemişti canı yalnızca, biraz gülünç, ama sevimli, iyi yürekli, onu çok seven, çok beğenen
halalarını görmek, onda öylesine tatlı bir anı bırakan cana yakın Katyuşa'yla konuşmak istemişti canı.
Martın sonlarında, kutsal cuma günü geldi. Bardaktan boşa-mrcasına yağmur yağıyordu, yollar diz boyu
çamurdu. İliklerine kadar ıslanmış, soğuktan donmuştu, ama o sıralar her zaman olduğu gibi neşeli,
canlıydı gene. Halalarının tuğla bir duvarla çevrili, eski evinin çatısından dökülmüş karların küme küme
durduğu tanıdık avlusuna girerken, Hâlâ onların yanında mı çalışıyor acaba? diye düşünüyordu Nehlüdof.
Çıngırak sesine Kat-yuşa'nın koşarak dışarı fırlayacağını umuyordu, ama hizmetçiler bölümünün kapısına
eteklerini toplamış, ellerinde kovalarla —
— 67 —
besbelli yerleri yıkıyorlardı — yalın ayak iki kadın çıktı. Büyük kapıda da yoktu Katyuşa. Yalnız uşak Tihon
çıkmıştı bu kapıdan; önünde önlük vardı, o da temizlik yapıyor olmalıydı. İpek giysisi, başında
başörtüsüyle Sofiya İvanovna da çıktı. Yeğenini öperken,
— Ne iyi ettin geldiğine! dedi. Mariya teyzen biraz rahatsız, kilisede yoruldu bugün. Kutsal ekmek yiyip
kutsal şaraptan içtik.
Nehlüdof Sofiya İvanovna'nın elini öperken,
— Nasılsınız Sonya halacığım? dedi, bağışlayın, ıslandınız benim için.
— Hemen odana çık. Sırılsıklam olmuşsun. Sevsinler bıyıklarını... Katyuşa! Katyuşa! Hemen kahve
hazırla.
Koridordan insanın kulağını okşayan, tanıdık bir ses duyuldu:
— Hemen!
Nehlüdof'un yüreği sevinçle ürperdi. Buradaymış! Bulutların arasından güneş gözükmüştü sanki
birdenbire. Tihon'la beraber eski odasına çıkarken dudaklarında sevinç dolu bir gülümseme vardı
Nehlüdof'un.
Tihon Katyuşa'yı sormak istiyordu: Ne yapıyor Katyuşa? Nasıl Evlenmeye niyeti yok mu? Ama Tihon
öylesine saygılı, aynı zamanda da ağırbaşlıydı, ibrikle ona su dökmek için öylesine diretmişti ki, Nehlüdof
Katyuşa'yı sormamıştı ona; yalnızca torunlarını, Bratseva kısrağını, Polkan'ı —kocaman bir çoban
köpeğiydi bu— sordu. Geçen yıl kudurup ölen Polkan'dan başka hepsi sapasağlamdı.
Islak çamaşırlarını çıkarmış, yenilerini giyiniyordu ki koridorda çabuk yürüyen birisinin ayak sesini duydu
Nehlüdof, sonra kapıya vuruldu. Bu ayak sesini, kapıya vuruşu tanımıştı Nehlüdof. Yalnız o böyle yürür,
kapıya vururdu.
Islak paltosunu omuzlarına alıp kapıya yaklaştı.
— Giriniz.
Oydu bu, Katyuşa! Eskisinden daha da tatlıydı şimdi. Hafif şehlâ, simsiyah, içten bakışlı, gülen gözleri
gene öyle aşağıdan yukarı bakıyorlardı. Eskisi gibi tertemiz, beyaz bir önlük vardı üzerinde gene.
Hanımının verdiği, kâğıdı yeni açılmış kokulu bir— 68 —
sabunla iki havlu getirmişti; biri büyük bir Rus havlusu, öteki kalın yüz havlusuydu. Üzerinde yazılarıyla,
hiç kullanılmamış sabun da, havlular da, Katyuşa'nın kendi de tertemiz, taptaze, el değmemişti, hoştu. O
sevimli, ıslak, kırmızı dudakları eskiden olduğu gibi Nehlüdof'u görünce sevinçten büzülmüştü gene.
Güçlükle,
— Hoş geldiniz Dmitri İvanoviç! diyebildi. Kulaklarına kadar kızardı sonra. Nehlüdof,
— Sağol... Sağolun... dedi.
Katyuşa'ya sen mi siz mi desin, bilmiyordu, genç kız gibi o da kızardı.
— İyisiniz değil mi? diye devam etti. Sağlığınız da yerindedir sanırım?
— Tanrıya şükürler olsun...
Sabunu masanın, havluları da koltuğun kenarına koyarken,
— Buyrun, diye devam etti. Katyuşa, halanız sevdiğiniz gül sabununu yolladı size.
Tihon, Nehlüdof un içi gümüş işlemeli kapağı açık bir sürü şişe, fırça, koku, tuvalet takımı dolu çantasını
gururla göstererek,
— Kendilerinin vardı, dedi.
— Halama teşekkürlerimi bildirin, dedi Nehlüdof. Ne iyi etmişim buraya uğradığıma!
Ruhunda eskisi gibi bir aydınlığın, huzurun doğduğunu hissetmişti o anda.
Katyuşa Nehlüdof'un bu sözüne karşılık yalnızca gülümsedi, çıktı.
Yeğenlerini her zaman çok seven yaşlı kadınlar bu keresinde daha bir içten karşılamışlardı onu. Dmitri
savaşa gidiyordu, orada yaralanabilir ya da ölebilirdi. Bu duygulandırıyordu yaşlı kadınları.
Nehlüdof, halalarının yanında bîr gün kalmayı düşündüğü için yolculuğunu ona göre ayarlamıştı,,ama
Katyuşa'yı görünce iki gün sonraki yortuya kadar kalmaya razı olmuş, Odesa'da buluşacağı arkadaşı
Şenbık'a bir telgraf çekip, onu da halalarının köyüne çağırmıştı.
— 69 —
Katyuşa'yı görür görmez ona eskiden duyduğu aynı duyguyu duymuştu gene Nehlüdof. Katyuşa'nın beyaz
önlüğünü görünce elinde olmadan heyecanlanıyordu gene, onun ayak sesini, gülüşünü duyunca bir sevinç
dolduruyordu içini; kömür gibi simsiyah gözlerine —özellikle gülümserken— duygulanmadan bakamıyor
her karşılaşmalarında onun kızardığını görünce elinde olmadan o da kızarıyordu. Katyuşa'ya tutulduğunu
hissediyordu, ama eskisine, aşkı esrarlı bir şey sandığı zamanlardaki tutkusuna benzemiyordu bu hiç.
Sevdiğini kendi kendine bile itiraf etmekten çekindiğini, insanın hayatta bir kere sevebileceğine inandığı
za-maniar bambaşka bir tutkusu vardı. Oysa şimdi sevdiğini biliyor, buna seviniyordu da; —kendinden
gizlese bile— aşkın ne olduğunu, sonundan neler çıkabileceğini aşağı yukarı kestiriyordu.
Her insanda olduğu gibi Nehlüdof'un da iki kişiliği vardi. Birincisi, kendine ancak öteki insanlara da iyilik
getirecek iyilikler arayan ruhsal kişiliği; öteki, yalnız kendi için iyilik arayan, bunun için bütün insanların
iyiliğini yele vermeye hazır yaşayan kişiliği. O sıralar, Petersburg yaşantısıyla askerliğin onda yarattığı
çılgın bencilliği, o yaşayan kişiliği etkisi altına almıştı Nehlüdof'u, ruhsal kişiliğini tamamen bastırmıştı.
Ama Katyuşa' yi görüp, eskiden bu kıza karşı duyduğu duyguyu gene duyunca ruhsal kişilik başını
kaldırmış, hakkını aramaya başlamıştı. Yortuya kadar geçen bu iki gün Nehlüdof'un içinde, onun bilmediği
bir savaş sürüp gitti.
Buradan çekip gitmesinin gerektiğini, halalarının yanında daha kalmasının bir gereği olmadığını
hissediyor, bunun sonunun hiç de iyiye varmayacağını biliyor, ama bu durumdan çok hoşlandığı için bunu
kendi kendine söyleniyor, kalıyordu.
Kutsal İsa pazarından bir gün önce, cumartesi akşamı papaz iki yardımcısıyla geldi. Halaların eviyle kilise
arasındaki üç verstlik yolu kızaklarıyla çok güç aldıklarını söylüyorlardı. Sabah ayinini burada yapmak için
gelmişlerdi.
Nehlüdof halalarıyla, hizmetçilerle beraber katıldı bu âyine — ama buhurdanlıkları götürüp getiren kapının
dibindeki Katyuşa'dan da ayırmıyordu gözünü — papazla halalarının yor-— 70 —
tularını kutladıktan sonra gidip yatmaya hazırlanıyordu ki, Ma-riya İvanovna'nın yaşlı oda hizmetçisi
Matryona Pavlovna'yla Katyuşa'nın kiliseye yortu çöreği götürmeye hazırlandıklarını duydu. Ben de
gideyim, diye geçirdi içinden.
Yolun arabayla da kızakla da gidilecek gibi olmadığını bildiği için, kendi evindeymiş gibi, nedense
Bratseva diye ad takılmış kısrağı ona hazırlamalarını söylemişti hizmetçilere. Sonra her yanı sırmalı resmi
giysisini, üzerine de paltosunu giydi, durduğu yerde duramayan, kişneyen yaşlı kısrağa bindi, karanlıkta
yer yer su birikintilerinin kapladığı karlı yola çıktı.
XV
Bu sabah ayini Nehlüdof'un belleğinde daima parlak, güçlü bir anı olarak kalmıştır.
Bazı yerlerde beyazlığını gösteren karın aydınlattığı zifiri karanlıkta, kilisenin çevresinde yanan kandilleri
görünce kulaklarını diken atın üzerinde sulara bata çıka kilisenin avlusuna girdiğinde içerde ayin
başlamıştı.
Mariya İvanovna'nın yeğenini tanıyan köylüler attan inebilmesi için kuru bir yere getirdiler onu-, hayvanı
bağlamak için alıp götürdü biri, yol gösterdiler ona, kiliseye girdi. İçerisi çok kalabalıktı.
Sağ yanda erkekler vardı: Yaşlılar köy yapısı kaftanlarını, çizmelerini giymişlerdi. Gençler kaba kumaştan,
yeni paltolarını giymiş, bellerine parlak kuşaklar bağlamış, çizmelerini ayaklarına geçirmişlerdi. Sol yanda
da kadınlar oturuyordu: Kırmızı ipek başörtülü, ucuz cinsinden kadife pelerinli; yeşil, mavi, kırmızı, kül
rengi eteklikli, potinli, eski ev dokuması ipek entarili, potinli ya da çizmeli yaşlı kadınlar biraz arkada
oturuyorlardı. Erkeklerin de kadınların da aralarında bayramlıklarını giymiş çocuklar dikiliyorlardı. Erkekler
başlarını sallayarak haç çıkarıyor, başlarını öne eğiyorlardı. Kadınlarsa — özellikle yaşlı olanları—-donuk
bakışlarını önünde mumlar yanan bir tasvire dikmiş, parmaklarını birleştirdikleri sağ ellerini önce alınlarına,
sonra omuz— 71 —
larına, daha sonra da karınlarının üzerine, bir şeyler mırıldanarak, olanca güçleriyle bastırıyor, öne
eğiliyorlar ya da yere diz çöküyorlardı. Çocuklar, kendilerine bakıldığında büyüklerini taklit ederek
ağırbaşlılıkla dua etmeye başlıyorlardı hemen. Altın işlemelerle süslü tasvir duvarı, önünde yanan altın
altlıklı büyük mumların ışığında pırıl pırıldı. Ortadaki avizenin bütün mumları yakılmıştı, koronun
balkonundan gönüllü şarkıcıların inceli ka-İmir, insana huzur veren sesleri duyuluyordu.
Nehlüdof öne geçti. Ortada saygıdeğer kişiler oturuyordu: Yanında karısı, denizci ceketi giymişti oğluyla
bir toprak sahibi, komser, telgrafçı, çizmeli bir tüccar, madalyaları göğsünde başçavuş, tasvir duvarının
sağında, toprak sahibinin karısının hemen arkasında pembe entarisi, kenarı püsküllü beyaz salıyla
Matryona Pavlovna ve beyaz giysili, beline mavi bir kuşak, siyah saçlarına da kırmızı bir kordelâ bağlamış
Katyuşa oturuyordu.
Her şeyde bir bayram havası, neşe, görkem vardı: Boyunlarında altın haçlanyla parlak cüppelerinin içinde
papazlar da, papaz yardımcısı da, zangoçlar da, bayramlıklarını giyinmiş, saçları yağlı gönüllü şarkıcılar
da neşeliydi. Bayram şarkılarının oynak havalarında da, ellerindeki üç renkli mumlarla papazların
durmadan halkı kutsamasında da, herkesin hep bir ağızdan Isa dirildi! diye bağırmasında da insanı
heyecanlandıran bir şey vardı. Her şey güzeldi, ama beyaz giysisi, mavi kuşağı, siyah saçlarındaki kırmızı
kordelâsı, heyecanla parlayan gözleriyle Katyuşa hepsinden güzeldi.
Nehlüdof, biraz önce yanından geçerken Katyuşa'nın, başını çevirip bakmadığı halde onu gördüğünü
farketmişti. O anda konuşmak istedi onunla, ama söyleyebileceği bir şey yoktu, aklına geldi, tam yanından
geçerken,
— Halam orucunu ikinci sabah ayininden sonra bozacağını söyledi, diye fısıldadı.
Nehlüdof'a bakınca her zaman olduğu gibi gene kıpkırmızı oldu Katyuşa'nın sevimli yüzü. Sevinçle
gülümseyerek, aşağıdan yukarı içtenlikle baktı Nehlüdof'un yüzüne.
— Biliyorum, dedi.
O anda, elinde bakır kahve cezvesiyle halkın arasından ge-— 72 —
_ 73 —
çen zangoç eteğinin ucuyla Katyuşa'ya çarptı. Zangoç —- Neh-lüdof'a saygı göstermek amacıyla olacak
— çevresinden dolaşırken, başını çevirip Katyuşa'ya bakmadığı için çarpmıştı ona. Nehlüdof şaşırmıştı:
Bu Zangoç'un, oradaki, hatta evrendeki her şeyin Katyuşa için var olduğunu, evrende her şeyin
önemsenmeyebileceğim, ama Katyuşa'yı önemsememenin olmayacağını, çünkü onun evrenin merkezi
olduğunu anlayamaması, se-zinleyememesi garibine gitmişti. Tasvir duvarında altın onun için parlıyordu;
büyük avizedeki, şamdanlardaki mumlar onun için yanıyordu. Rabbirnizin günüdür bugün, sevinin ey
insanlar! diye söylenen bu neşeli şarkılar onun içindi. Dünyadaki iyi şeylerin hepsi de onun için
yaratılmıştı. Bunu Katyuşa'nın kendi de biliyor gibi geliyordu Nehlüdof'a. Onun beyaz giysi içindeki
duruşuna, sevinç okunan yüzüne bakışlarından ikisinin ruhunda da aynı heyecanın olduğu anlaşılan
gözlerine bakınca sezinlemişti bunu Nehlüdof.
Birinci ayinle ikincisi arasında dışarı çıktı Nehlüdof. Köylüler yol açıyorlardı ona, öne eğilerek selâm
veriyorlardı. Bazıları tanıyor, bazıları da Kimdir? diye soruyordu yanındakilere. Kapının önünde durdu.
Dilenciler hemen toplandı çevresine; para çantasındaki bütün bozukluğu dağıtttı onlara, merdivenden
aşağı indi.
Ortalık biraz aydınlanmıştı, ama güneş doğmamıştı daha. Kilisenin avlusundaki mezarların arasında
köylüler dolaşıyordu. Katyuşa içerde kalmıştı, Nehlüdof da durmuş, onun çıkmasını bekliyordu.
Halk kapıdan çıkıyor, çizmelerinin kabaralarıyla taşlara vura vura merdivenlerden iniyor, avluya,
mezarların arasına dağılıyordu.
Mariya îvanovna'nın ihtiyarlıktan eli ayağı sallanan yaşlı şekercisi geldi Nehlüdof'un yanma, yortusunu
kutladı; ipek başörtüsünün altından buruş buruş gerdanı sarkan yaşlı karısı da geldi, bohçasından çıkarıp
haşlanmış bir yumurta verdi ona. O arada boylu poslu, yeni paltolu, genç bir köylü yaklaştı onlara
gülümseyerek. Gözlerinin içi gülüyordu adamın.
— Yortunuz"kutlu olsun, dedi.
Nehlüdof'un yanaklarından sağlıklı dudaklarıyla üç kere öptü. Adamın o hoş köylü kokusu Nehlüdof'un
burnuna gelmiş, kıvırcık sakalları dudaklarına batmıştı.
Nehlüdof köylüyle öpüşür, onun verdiği koyu kahverengi yumurtayı alırken Matryona Pavlovna'nın parlak
elbisesiyle, kırmızı kordelâ bağlı simsiyah, tatlı bir baş gözükmüştü kilisenin kapısında.
Katyuşa önünde yürüyenlerin başları arasından hemen görmüştü Nehlüdof'u yüzünün bir anda sevinçle
parladığı kaçmamıştı genç adamın gözünden.
Kapının önünde durdular, dilencilere sadaka vermeye başladılar. Kıpkırmızı burunlu, pis bir dilenci geldi
Katyuşa'nın yanına. Katyuşa elindeki küçük bohçadan bir şey alıp verdi ona, sonra yaklaştı, üç kere
öpüştü dinlenciyle. Yüzünde iğrendiğini gösteren en küçük bir ifade yoktu; tam tersine, gözlerinin içi
gülüyordu gene. Dilenciyle öpüşürken Nehlüdof'la göz göze geldiler. Bakışıyla, İyi rni yapıyorum? diye
soruyordu Nehlüdof'a sanki.
İyi yapıyorsun canım, senin yaptığın her şey iyidir, güzeldir; seviyorum her yaptığını.
Merdivenden indiler. Nehlüdof Katyuşa'nın yanına gitti. Yortusunu kutlamak değildi niyeti, ona yakın olmak
istemişti canı.
Matryona Pavlovna bugün herkes bîrdir anlamına gelen bir gülümsemeyle başını öne eğerek,
—> İsa dirildi! dedi.
Ağzını avucunun içindeki mendiliyle sildikten sonra dudaklarını Nehlüdof'a uzattı.
Nehlüdof yaşlı kadını öperken.
— Kutlu olsun, dedi.
Sonra dönüp Katyuşa'ya baktı. Genç kızın yüzü birdenbire kıpkırmızı oldu, hemen Nehlüdof'a yaklaştı.
— Yortunuz kutlu olsun Dmitri İvanoviç.
— Senin de, dedi Nehlüdof.
_ 74 —
İki kere öpüştüler, bir an, bir kere daha öpüşmeleri gerekiyor mu diye düşünmüş gibi duraladılar, sonra
gerektiğine karar vermiş gibi üçüncü kez öpüştüler, ikisi de gülümsedi.
Nehlüdof,
— Papazın yanma gitmeyecek misiniz? diye sordu. Katyuşa, ona mutluluk veren ağır bir işi bitirmiş gibi
derin
bir soluk aldıktan sonra; sevgi dolu, masum, uysal bakışını Nehlüdof un gözlerinin içine dikerek,
— Hayır, Dmitri İvanoviç, dedi, burada kalacağız biz, oturacağız.
Kadınla erkek arasındaki aşkta, bu sevginin doruğa vardığı, aklı, mantığı kabul etmediği bir an vardır
daima. Nehlüdof için de bu an o kutsal yortu pazarıydı. Şimdi Katyuşa'y hatırladığı zamanlar, kilisenin
avlusunda öpüşmeleri onunla ilgili bütün anılarının üstüne çıkıyordu. Simsiyah, pırıl pırıl saçları geliyordu
gözünün önüne; sağlıklı bedeniyle küçük göğüslerini tertemiz saran beyaz elbisesi, yüzünün o pembe
beyazlığı, uykusuzluktan baygın bakışlı, parlak, hafif şehlâ, simsiyah gözleri; bir de her halindeki en önemli
özelliği; yalnız ona karşı değil — biliyordu bunu Nehlüdof — dünyadaki iyisiyle kötüsüyle — biraz önce
öpüştüğü dilenciye de — her şeye, herkese karşı beslediği yürekten sevginin temizliği...
Nehlüdof, Katyuşa'da bu sevginin olduğunu biliyordu; çünkü o gece de o sabah da aynı sevgiyi kendi
içinde hissetmiş, bu sevginin Katyuşa'yla onu birbirine bağladığını anlamıştı.
Ah, o geceki duygusu değişmeseydi hiç keşke! Şimdi jüri odasında pencerenin dibinde otururken Evet,
diye düşünüyordu, o korkunç şey kutsal pazardan sonra oldu!
XVI
Kiliseden döndükten sonra biraz güç toplamak için halala-rıyla beraber oruç bozdu, alayda edindiği
alışkanlıkla votka bira içti, sonra odasına çekilip soyunmadan yattı uyudu. Odasının kapısına vurulmasıyla
uyandı birden Vuruşundan gelenin Kat—. 75 —
yuşa olduğunu anlamıştı, gerinerek, gözlerin Soğuşturarak doğruldu yerinden.
— Katyuşa, sen misin? diye seslendi. Girsene. Ayağa kalktı. Katyuşa araladı kapıyı.
— Yemeğe çağırıyorlar sizi, dedi.
Gene aynı beyaz elbise vardı üzerinde, ama başındaki kor-delâyı çıkarmıştı. Nehlüdof'un gözlerine
bakınca, ona olağanüstü, mutlu bir şeyi haber veriyormuş gibi sevinçle aydınlanmıştı yüzü.
Nehlüdof saçlarını taramak için tarağı alırken,
— Hemen geliyorum, dedi.
Katyuşa dönüp gitmesi gerekiyorken gitmiyordu. Nehlüdof farketti bunu, tarağı bırakıp ona doğru yürüdü.
Ama Katyuşa birden döndü o anda, her zamanki hafif, çabuk adımlarıyla koridorun yol halısı üzerinde
uzaklaştı.
Nehlüdof, Ne aptalım, diye mırıldandı kendi kendine, niçin durdurmadım onu?
Arkasından koşup koridorda yakaladı onu.
Ne istiyordu ondan? Bunu kendi de bilmiyordu. Katyuşa odasına girdiği zaman bir şey, böyle durumda
yapılması gereken bir şeyi yapmadığı düşüncesi vardı içinde.
— Katyuşa, dedi, dur.
Katyuşa dönüp baktı. Durup,
— Bir şey mi istiyorsunuz? diye sordu.
— Hayır, yalnız...
Bu gibi durumlarda herkesin nasıl davrandığını hatırlayarak kendini zorlayıp Katyuşa'nın beline doladı
kolunu.
Katyuşa kıpırdamadan duruyor, gözlerinin içine bakıyordu. Sonra gözleri dolu dolu, yüzü kıpkırmızı,
— Yapmayın Dmitri İvanoviç, diye mırıldandı, yapmayın.
Sonra güçlü eliyle, beline dolanan kolu itti. Nehlüdof bıraktı onu, bir an yalnız utanmadı bu yaptığından,
kendi kendinden iğrendi bile. Kendine inanması gerekirdi o anda, ama bu utanç duygusunun, onun
ruhunun en iyi, üste çıkmak isteyen duygusu olduğunu anlayamıyordu. Bunun budalaca bir duygu
olduğunu sandı, herkes gibi davranması gerektiğini düşündü.— 76 —
Gene koştu Katyuşa'nın peşinden, bir kere daha doladı kolunu beline, boynundan öptü. Bu öpüş önceki iki
öpüşten — biri çalıların arasındaki bilinçsiz olanı, öteki de o sabah kilisedeki •— çok ayrıydı. Tutkulu bir
öpüştü bu, Katyuşa da hissetmişti bunu.
Katyuşa, Nehlüdof son derece değerli bir şeyi kırmış, paramparça etmiş gibi,
— Ne yapıyorsunuz? dedi.
Sonra koşarak uzaklaştı yanından.
Nehlüdof yemek salonuna girdi. Bayramlıklarını giymiş ha-laiaria doktor, komşu kadın masanın yanında
ayakta duruyor, ufak tefek bîr şeyler atıştırıyorlardı. Her şey son derece ola-ğandı, ama Nehlüdof'un
ruhunda fırtına vardı. Kendisine söylenenleri anlamıyor, saçma sapan cevaplar veriyordu. Biraz önce
koridordaki öpücüğün etkisinden çıkmıyordu Katyuşa. Genç kız salona girdiği zaman, onu görmediği halde
varlığını bütün bedeninde hissetti, ona bakmamak için kendini zorlaması gerekti.
Yemekten sonra hemen odasına çıktı, son derece heyecanlı, odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya
başladı. Evin içindeki en küçük bir gürültüye kulak kabartıyor, Katyuşa'nın ayak sesini bekliyordu.
Nehlüdof'un ruhundaki yaşayan kişiliği şimdi yalnızca başını kaldırmakla kalmamış, Nehlüdof'un buraya ilk
kez geldiğinde de, hattâ o sabah kilisede de üste çıkan ruhsal kişiliği ayağının altına almış eziyordu.
Nehlüdof yaşayan kişiliğinin etkisindeydi şimdi. Katyuşa'yı ne denli kolladıysa da, o gün yalnız
yakalayamadı onu. Besbelli kaçıyordu ondan kız. Ama akşam öyle oldu ki, Nehlüdof'un odasının
yanındaki odaya gitmek zorunda kaldı. Doktor gece kalmaya razı olmuş, Katyuşa'nın konuğa yatak
yapması gerekmişti. Nehlüdof Katyuşa'nın ayak seslerini duyunca soluğunu tutarak, suç işlemeye
gidiyormuş gibi sessizce arkasından odaya girdi.
Katyuşa iki elini tertemiz yastık yüzünün içine sokmuş, yastığı iki ucundan tutarken ayak sesine dönüp
baktı, Nehlüdof'u görünce gülümsedi; ama eskisi gibi neşeli, sevinç dolu bir gülümseme değildi bu; ürkek,
acıklıydı. Bu gülümseme Nehlüdof'a
.__ 77 __
yaptığının kötü olduğunu söylüyordu sanki. Bir an durakladı Nehiüdof. Gene bir savaş patlak verebilirdi
ruhunda. Çok güçsüz olsa da, Katyuşa'ya beslediği gerçek aşkın sesi duyuluyordu hâlâ içinde; ona ondan,
onun duygularından, onun hayatından söz eden aşkın. Öteki ses de şöyle diyordu: Bak, eline geçen fırsatı
kaçırıyorsun, niçin yapmıyorsun canının çektiğini? Bu ikinci ses birinciden baskın çıktı sonunda. Nehlüdof
kararlı adımlarla yaklaştı Katyuşa'ya. Korkunç, azgın bir yaşayan duygu etkisi altına almıştı onu.
Beline doladığı kollarını açmadan karyolaya oturttu Katyuşa'yı, bazı şeyler daha yapması gerektiğini
hissederek yanma oturdu.
Katyuşa yalvaran bir sesle,
— Dmitri İvanoviç, ne yapıyorsunuz canım? dedi, bırakîn beni lütfen.
Beline sarılan kolların arasından kurtulmaya çalışırken, yüksek sesle,
— Matryona Pavlovna geliyor! dedi.
Gerçekten de o anda koridorda odaya yaklaşan bir ayak sesi duyulmuştu.
— Öyleyse gece geleceğim odana, diye fısıldadı Nehlüdof. Yalnızsın değil mi?
— Delirdiniz mi siz? dedi. Dünyada olmaz! İstemiyorum, gelmeyin.
Ama yalnız ağzıydı böyle söyleyen; heyecanla titreyen bütün bedeni bambaşka şeyler söylüyordu.
Gelen gerçekten de Matryona Pavlovna'ydı. Yaşlı kadın elinde bir yorganla girdi odaya, Nehlüdof'a
kuşkulu kuşkulu baktıktan sonra, Katyuşa'ya yanlış yorgan aldığı için çıkıştı.
Nehlüdof bir şey söylemeden çıktı odadan. Utanmamıştı bile hiç. Matryona Pavlovna'nın yüzündeki
ifadeden, yaşlı kadının onu suçladığını anlamıştı; bu yaptığının kötü, Matryona Pavlovna'mn da haklı
olduğunu bilmesine, ne var ki gemi azıya alan, eski temiz aşk duygusunu yenip üste çıkan yaşayan duygu
engel tanımıyordu artık. Bu duygunun istediğini yapmak zorunda olduğunu biliyordu. Nehlüdof, bunun için
fırsat kollamaya başlamış-— 78 —
ti. Bütün akşam kendinde değildi Nehlüdof, ne yaptığını bilmiyordu: Kâh halalarının yanına gidiyor, kâh
odasına çekiliyor, kâh avluya çıkıyordu. Aklında hep Katyuşa'yı nasıl yapıp da yalnız görebileceği vardı.
Ama genç kız kaçıyordu ondan, Matryona Pavlovna da gözden kaçırmamaya çalışıyordu Katyuşa'yiXVII
Akşam böyle geçti, gece oldu. Doktor yatmaya gitti. Halalar yattılar. Nehlüdof Matryona Pavlovna'nın o
anda halalarının yatak odasında, Katyuşa'nın da hizmetçiler bölümünde odasında yalnız olduğunu
biliyordu. Gene kapıya çıktı. Dışarısı karanlık, rutubetliydi, çok soğuk yoktu. İlkbaharda son kan kovan ya
da erimekte olan son kardan çıkan o beyaz sis kaplamıştı her yanı. Yüz adım ötede, yamacın dibindeki
dereden tuhaf sesler geliyordu: Buzların eriyip kırıldamasından çıkan seslerdi bunlar.
Nehlüdof merdivenden indi, donmuş kar üzerindeki su birikintilerine girmemeye çalışarak oda hizmetçileri
odasının penceresine yaklaştı. Yüreği öylesine hızlı çarpıyordu ki, sesini duyuyor; soluk almakta güçlük
çekiyordu. Hizmetçiler odasında küçük bir lâmba yanıyordu. Katyuşa yalnızdı, masada oturuyor, başı
önünde düşünüyordu. Nehlüdof, Katyuşa'nın yalnız başına, kimsenin kendisini görmediğini sandığı bir
anda ne yapacağını merak ederek kıpırdamadan uzun süre baktı ona. İki dakika kadar başı önünde
düşündü öyle, sonra kaldırdı başını, gülümsedi, kendi kendine sitem ediyormuş gibi salladı başım, masaya
döndü, ellerini masanın üzerine koyup önünde bir noktaya bakmaya başladı.
Nehlüdof yerinden kıpırdamadan ona bakıyor, bir yandan da elinde olmadan yüreğinin sesini dinliyor,
dereden gelen tuhaf seslere kulak veriyordu. Orada, derede sisin içinde yorulmak bilmeyen bir el yavaş
yavaş çalışmaktaydı; kâh bir uğultu duyuluyor, kâh bir şeyler çatırdayarak kırılıyor, kâh ince buzlar cam
gibi şangırdıyordu.
Nehlüdof Katyuşa'nın, içinde kopan fırtınayı yansıtan dalgın
— 79 —
yüzüne bakıyordu. Acımaya başlamıştı ona, ama ne gariptir kî bu acıma duygusu Katyuşa'ya olan
tutkusunu daha da güçlendiriyordu.
Tüm benliğini sarmıştı bu tutku.
Pencereye vurdu. Katyuşa, elektrik çarpmış gibi tepeden tırnağa sarsıldı, yüzünde bir ıstırap belirdi. Sonra
fırladı yerinden, pencereye yaklaştı, yüzünü iyice yaklaştırdı cama. Yüzündeki ıstırap ifadesi hâlâ
kaybolmamıştı. Ellerini yüzünün iki yanına getirip dışarıyı görmeye çalışınca Nehlüdof'u tanıdı.
Katyuşa'nm yüzü son derece ciddiydi, Nehlüdof hiç böyle görmemişti bu yüzü. Nehlüdof gülümseyince
güldü ancak Katyuşa da, ne var-ki bir boyun eğiş gülümseyişiydi bu, ruhunda gülümseme yoktu, korku
vardı. Nehlüdof eliyle dışarıya çıkmasını, odasına gelmesini işaret etti ona. Ama Katyuşa hayır anlamına
başını salladı. Pencerenin yanında ayakta duruyordu. Nehlüdof gene yaklaştırdı yüzünü cama, tam dışarı
çıkması için seslenecekti ona, Katyuşa kapıya döndü. Besbelli birisi çağırmıştı onu. Nehlüdof uzaklaştı
pencereden. Sis o kadar koyuydu ki, beş adım uzaklaşınca içeriyi göremez olmuştu. Ancak lâmbanın ışığı
vurduğu için zifiri karanlıkta daha da büyük gözüken pencereyi görebiliyordu. Dereden doğru tuhaf inilti,
çatırtı, hışırtı sesleri geliyordu. Biraz ötede avluda, sisin içinde bir horoz öttü. Yakından başkaları cevap
verdi ona; sonra uzakta, köyde ötenler oldu, sustular en sonunda. Horozların ikinci ötüşüydü bu. Sessizlik
vardı şimdi her yanda, yalnız dereden gelen tuhaf sesler duyuluyordu.
Nehlüdof birkaç kere suya bata çıka evin köşesine kadar iki üç kere gidip geldikten sonra gene pencereye
yaklaştı. Lâmba hâlâ yanıyordu; Katyuşa kararsızlık içindeymiş gibi oturuyordu gene masanın başında.
Nehlüdof pencerenin önüne gelince Katyuşa gene baktı pencereden yana. Nehlüdof cama vurdu yavaşça.
Katyuşa birden fırladı yerinden, cama kimin vurduğuna bakmadan koşarak çıktı odadan. Nehlüdof,
hizmetçilere ayrılmış küçük yan kapının gıcırdayarak açılıp kapandığını duydu. Heyecanla bekliyordu evin
köşesinde. Katyuşa yanına gelince, bir şey söylemeden kucakladı onu hemen. Katyuşa sokuldu ona,
başını kaldırarak Nehlüdofun dudaklarını dudaklarıyla karşıladı. Kar— 80 —
ların eridiği, kuru bir yerde duruyorlardı. Nehlüdof'un içi tutkuyla yanıyordu. Birden gene gıcırdayarak
açıldı dış kapı, Matryona Pavlovna'nın öfkeli sesi duyuldu.
— Katyuşa!
Katyuşa sıyrıldı Nehlüdof'un kolları arasından, içeri koştu. Nehlüdof kapının sürgüsünün çekildiğini duydu.
Arkasından her şey sustu gene, penceredeki kırmızı ışık da söndü; yalnız sis, bir de dereden doğru gelen
gürültü vardı.
Nehlüdof'un pencereye yaklaştı, gözükmüyordu içerisi. Camı tıklattı, kimse cevap vermedi ona. Dönüp
odasına çıktı. Yatmadı ama. Çizmelerini çıkardı, yalınayak koridora çıktı, Matryona Pavlovna'nın sakin
sakin horladığını duydu, tam içeri girmek istiyordu ki öksürmeğe başladı yaşlı kadın, gıcırdayan
karyolasında döndü. Nehlüdof kıpırdamadan beş dakika öyle bekledi. Her şey sustuktan, Matryona
Pavlovna gene sakin sakin horlamaya başladıktan sonra gıcırdamayan tahtalara basarak Katyuşa'nın
kapısına yaklaştı. Çıt yoktu içerde. Uyumuyor olmalıydı Katyuşa, soluk alışı duyulmuyordu çünkü.
Nehlüdof ne zaman ki Katyuşa! diye fısıldadı, birden fırladı yerinden Katyuşa, kapıya yak-laşti, öfkeli —
Nehlüdof a öyle gelmişti — gitmesi için yalvarmaya başladı.
— Nedir bu yaptığınız? diyordu. Olur mu böyle şey? Halalarınız duyacak.
Öte yandan bütün varlığı, Her şeyimle seninim, diyordu.
Nehlüdof da anlamıştı bunu. Ne söylediğinin kendi de farkında olmadan,
— Bir dakikacık açıver, dedi. Yalvarırım aç.
Bir anlık sessizlikten sonra Nehlüdof, Katyuşa'nın kapının çengelini arayan elinin hışırtısını duydu. Çengel
yavaşça kalktı, Nehlüdof aralanan kapıdan içeri süzüldü.
Katyuşa'yı öyle olduğu gibi, omuz başlarını açıkta bırakan ucuz bezden geceliğiyle kucakladı, kaldırıp
götürdü.
—• Ah! Ne yapıyorsunuz? diye fısıldıyordu Katyuşa.
Ama Nehlüdof'un bu sözleri umursadığı yoktu, kendi odasına götürüyordu onu.
— 81 —
Katyuşa,
— Ah, istemiyorum, bırakın beni, diyordu.
Ama gene de sokuluyordu Nehlüdof a.
Katyuşa Nehlüdof'un sorularına cevap vermeden, zangır zangır titreyerek sessizce çıkıp odasına gittikten
sonra Nehlüdof avluya çıktı, olanların ne anlama geldiğini anlamaya çalışıyordu.
Şimdi daha bir aydınlıktı dışarısı. Derede buzların çıkardığı sesler daha da çoğalmış, eski seslere şimdi bir
de gıcırtı eklenmişti. Sis iyice oturmuştu yere, bu sis duvarının ardındaki ayın güçsüz ışınları simsiyah,
korkunç bir şeyin üzerine düşüyordu sanki.
Nehlüdof soruyordu kendi
kendine: Büyük bir
mutluluk muydu başından geçen, yoksa mutsuziuk
mu? Sonra, Her za mankinden bir ayrılığı yoktu,
diye mırıldandı kendi
kendine, yatmaya çıktı
odasına.
XVIII
Devrisi gün Şenbık geldi. Hayat dolu, şen bir gençti bu. Davranışlanndaki incelikle, sevimliliğiyle, eli
açıklığıyla, Dmit-ri'ye olan sevgisiyle halaların gönlünü bir anda kazanmıştı. Eli açıklığı gerçi çok hoşlarına
gitmişti yaşlı kadınların, ama aşırı-lığıyla onları şaşırtmamış da değildi hani. Kapıya gelen kör dilenciye
çıkarıp bir ruble vermiş, hizmetçilere bahşiş olarak OH beş ruble dağıtmış; sonra, Sofiya İvanovna'nın da
köpeği Süzet-ka yanlarında oynarken ayağının derisi soyulunca köpeği hemen yanına çağırmış, bir an
düşünmeden, işlemeli patiska mendilini yırtmış (Sofiya İvanovna bu mendillerin bir düzinesinin en
azm-dan on beş ruble olduğunu biliyordu] Süzetka'nın ayağına sarmıştı. Yaşlı kadınlar böylesini
görmemişlerdi; bu Şenbık'ın, hiç bir zaman ödenmeyecek olan —biliyordu ödenmeyeceğini ŞenDiriliş — F: 6— 82 —
bık— iki yüz bin borcu olduğundan habersizdiler. Bu yüzden, yirmi beş ruble daha az ya da çok olmuş,
genç adam için önemli değildi.
Şenbık bir gün kaldı, devrisi günün akşamı Nehlüdof'la ayrıldılar köyden. Daha kalamazlardı artık, alayda
bulunmaları için verilen süre bitmek üzereydi.
Halalarının yanında geçirdiği, gecenin anısı henüz taptaze olan bu son gün boyunca Nehlüdof'un ruhunda
iki duygu çarpıştı durdu; birincisi, vadettiği hazzı verememiş olsa bile, bedensel aşkın anısının damarlarda
hissedilen, yakıcı duygusuyla, istediğini elde etmenin verdiği rahatlıktı; ikincisiyse, çok kötü bir şey
yaptığını bilmenin, bu hatasını düzeltmesi, Katyuşa için değil, kendi için düzeltmesi gerektiğini hissetmenin
duygusuydu.
Çılgın bencilliği etkisiyle yalnız kendini düşünüyordu Neh-lüdof; Katyuşa'ya yaptığı duyulursa ne denli
kınanacağıydı onu ilgilendiren, yoksa genç kızın başına gelecekler, çekeceği acılar değil.
Şenbık'ın Katyuşa'yla arasında geçenleri öğrenince nasıl şaşıracağını düşündükçe için için seviniyordu,
gururunu okşuyordu bu. Arkadaşı Katyuşa'yı görünce,
— Halalarını böyle birdenbire bu kadar niçin sevdiğini şimdi anlıyorum, demişti, bir haftadır ayrılamıyorsun
onlardan bir türlü... Haklısın ama, senin yerinde olsam ben de ayrılamazdım. Çok hoş bir kız doğrusu!
Nehlüdof'un başka düşünceleri de vardı: Katyuşa'dan iyice doymadan gitmek acı olsa bile, gitmek zorunda
olması, sürdürülmesi güç olan ilişkiyi bir anda koparıp atması bakımından onun yararınaydı. Ayrıca,
Katyuşa'ya para vermesi gerektiğini de düşünüyordu: Katyuşa için, onun bir işine yarayacağı için değil de;
her zaman herkes böyle yaptığı, kızdan yararlanıp karşılığını ödemezse bu davranışının dürüst bir
davranış olmayacağı, sonra onu ayıplayacakları için verecekti ona bu parayı. Verdi de. Katyuşa'nın
durumuyla kendi durumuna yakışır bir para olacaktı bu.
Gideceği gün yemekten sonra koridorda bekledi Katyuşa'yı-Onu görünce birden kıpkırmızı oldu kız, biraz
ötedeki hizmetçi— 83 —
ler bölümünün açık kapısını gözleriyle işaret ederek yanından geçmek istedi, ama Nehlüdof durdurdu onu.
Yüz rublelik bir banknot koyduğu zarfı avucunun içinde sıkarak,
— Sana allahaısmarladık demek istiyordum, dedi, şunu... Katyuşa anlamıştı Nehlüdof'un niyetini, yüzünü
buruşturdu,
başını sallayarak itti genç adamın elini. Nehlüdof,
— Olmaz, al, diye mırıldandı.
Zarfı Katyuşa'nın koynuna sokup - - bedenini korkunç bir ateş sarmış gibi yüzünü bir ıstırap ifadesi
kaplamıştı o anda — koşarak odasına gitti. Odasında uzun süre dolaştı durdu. Katyuşa'yla biraz önceki
karşılaşması aklına gelince bir yeri müthiş ağrıyor, acısına dayanamıyormuş gibi arada bir karnını tutarak
öne eğiliyor, hatta olduğu yerde zıplıyor, yüksek sesle inliyordu.
Elden ne gelir canım? Her zaman böyledir bu. Şenbık'la mürebbiye kız arasında da olmuştu aynı şey —
Şenbık anlatmıştı ona bunu; — Grişa amca da, babam da benim gibi davrandılar. Babam köyde otururken
köylü bir kadından Mitenka adında yasa dışı bir oğlu olmadı mı? Hâlâ hayatta çocuk. Herkes böyle
yaptığına göre doğrusu, gerekeni budur öyleyse. Avutmaya çalışıyordu kendini, ama boşa gidiyordu
çabaları. Katyuşa'nın anısı vicdanını yakıyordu.
Ruhunun derinliklerinde, en derin yerinde alçakça, aşağılık bîr insan gibi davrandığı inancı vardı. Bu anı
içindeyken, kim ne yaparsa yapsın, bundan böyle hiç kimseyi suçlayamayacağını, insanların yüzüne
bakamayacağını, artık kendini iyi, soylu, dürüst bir genç de sayamayacağını biliyordu. Oysa neşeyle
yaşamasına devam edebilmesi için öyle sayması gerekiyordu kendini. Bunun için de bir tek yol vardı
elinde: Olanı düşünmemek. Öyle de yaptı.
Yeni girdiği çevre — değişik yerler, arkadaşlar, savaş — yardımcı oldu buna. Yaşadıkça unuttu, en
sonunda gerçekten de tamamen unuttu.
Ancak savaş bittikten sonra, onu görmek umuduyla köye,_ 84 _
halalarına uğrayıp da Katyuşa'nın, onun köyden gidişinden kısa bir zaman sonra çocuğunu doğurmak için
onlardan ayrıldığını, bîr yerde doğurduğunu, halalarının duyduğuna göre, kötü yola düştüğünü öğrenince
sızladı yüreği. Doğum zamanı göz önüne alınırsa bu çocuk onun, Nehlüdof'un çocuğu olabilirdi de
olamazdı da. Halaları, Katyuşa'nin bozulduğunu, anasına çektiğini, onun yolundan gittiğini söylüyorlardı.
Halalarının bu yargısı hoşuna gitmişti Nehlüdof'un, onu temize çıkarıyordu sanki. Önceleri Katyuşa'yla
çocuğunu aramak istedi gene de, ama bu olayı hatırladıkça ruhunun derinliklerinde dayanılmaz bir acı, bir
utanç duyduğundan, onları bulmak için gereken adimi atmadı; bu, günahını daha da unutturdu ona, hiç
düşünmemeye başladı.
Ne var ki bu tuhaf rastlantı her şeyi hatırlatmıştı ona şimdi; on yıldır yüreğinde böylesine bir günahla rahat,
huzur içinde yaşamasına fırsat veren vicdansızlığını, kalpsizliğini, alçaklığını itiraf etmeye zorluyordu onu.
Ama böylesine bir itiraftan çok uzaktı şimdilik Nehlüdof; tek endişesi vardı: Her şeyin anlaşılmasından,
Katyuşa ya da onu savunan avukatın olayları ortaya döküp onu rezil etmesinden korkuyordu.
XIX
Salondan jüri odasına geçerken Nehlüdof'un içinde bulunduğu ruhsal durum buydu işte. Pencerenin
yanında oturuyor, çevresindeki konuşmaları dinliyor, sigarasının birini söndürüp birini yakıyordu.
Şen yaradılışlı tüccarın, tüccar Smelkofun eğlenceye verdiği önemi çok yerinde bulduğu belliydi.
— Vallahi yaşamasını biliyormuş adam. Tam bir Sibiryalıy-mış. Doğrusu zevkine de diyecek yokmuş,
güzel kız seçmiş.
Jüri sözcüsü, bilirkişi raporunun önemini anlatıyordu. Piyotr Gerasimoviç Yahudi satıcıya birşeyler
söylüyor, ikisi kahkahalarla gülüyorlardı. Nehlüdof kendine sorulan sorulara tek sözcükle cevap veriyor;
yalnız bir şey, onu rahat bırakmalarını istiyordu.
Mahkeme yöneticisi gene o yan yan yürüyüşüyle odaya gi_ 85 _
rip, üyeleri salona buyur edince Nehlüdof'un içine, yargılamaya o gitmiyormuş da onu yargılayacaklarmış
gibi bir korku düştü. Ruhunun derinliklerinde, insanların yüzüne bakmaması gereken bir alçak olduğu
inancı vardı; ama alışkanlıkla her zamanki kendine güven dolu tavrıyla salona girdi, sözcünün
sandalyesinden sonraki ikinci sandalyesine oturdu, ayak ayak üstüne atıp pince-nez' iy!e oynamaya
başladı elinde.
Sanıkları da bir yere götürmüşlerdi, şimdi gene getirdiler onları.
Tanıklar da içeri alınmıştı şimdi. Mehlüdof, Katyuşa'nın ipekliler, kadifeler içinde, giyimli kuşamlı, şişman
bir kadına birkaç kere baktığını, gözünü ondan ayırmıyormuş gibi bakışının kadının üzerinde bir an
durdurduğunu fark etti. Kadının başında kocaman bir kordelâsı olan yüksek bir şapka, dirseğine kadar
çıplak kolunda zarif bir çanta vardı. En ön sırada, parmaklığın tam dibinde oturuyordu. Bunun tanık,
Maslova'nın çalıştığı evin patronu olduğunu sonra öğrendi Mehlüdof.
Tanıkların sorgusu başladı: Adınız, dininiz, v.b. Sonra yanlara yeminli mi yeminsiz mi tanıklık yapmak
istediklerinin sorulması. Güçlükle adım atan yaşlı papaz geldi gene; ipek cüppesinin üzerindeki altın haçı
gene öyle düzelterek, önemli, yararlı bir iş yaptığına aynı güvenle, iç huzuruyla tanıklara bilirkişiye yemin
ettirdi. Yemin töreni bittikten sonra genel evin patronu Kitayeva'yı salonda bırakıp ötekileri dışarı çıkardılar.
Bu dâvayla ilgili bildiklerini anlatmasını söylediler ona. Kitayeva yüzünde yapmacık bir gülümseme, her
cümlesinin sonunda başını havaya kaldırarak bildiklerini ayrıntılarıyla anlattı. Alman aksanıyla
konuşuyordu.
Tanıdık koridor hizmetçisi Simon zengin bir Sibiryalı tüccar için kız istemeye gelmiş ona. Lyubaşa'yı
yollamış. Bir zaman sonra Lyubaşa tüccarla çıkagelmiş. Kitayeva hafiften gülümseyerek,
— Tüccar tam olmuştu, diye devam etti. Bizde de içmeye devam etti, kızlara içki ısmarladı. Parası
yetmediği için, kiraladığı Lyubaşa'yı otel odasına yolladı.
Bunu söylerken sanığı göstermişti başıyla. Mehlüdof'a o an-— 86 —
da Maslova gülümsedi gibi geldi; pek iğrenç göründü ona bu gülümseme. Acımayla karışık tuhaf, belirsiz
bir tiksinti duydu. Mahkemece
Maslova'yi savunmakla görevlendirilmiş stajyer avukat kızarıp
bozararak, ürkek,
— Maslova üzerine düşünceleriniz neydi acaba? diye sordu.
— Çok iyiydi, diye cevap verdi Kitayevna, oturup kalkmasını bilen, okumuş bir kızdı. İyi bir ailenin
yanında eğitilmişti, Fransızca okuyabiliyordu. Bazan biraz fazla içiyordu, ama kendini hiç kaybetmezdi.
Çok iyi bir kızdı (').
Katyuşa patronuna bakıyordu, sonra birden çevirdi başını, bakışlarını Nehlüdof'un üzerinde durdurdu;
yüzünü ciddî, hatta sert bir ifade kapladı. Sert bakışlı gözlerinde biri hafif yana bakıyordu. Bu tuhaf gözler
oldukça uzun süre durdular Nehlüdof un üzerinde; bütün bedenini bir dehşet titremesi sardığı halde
Nehlüdof da, bu beyazlan tertemiz şehlâ gözlerden ayıramıyordu bakışını. Derede eriyen buzların
gürültüsünün doldurduğu o sisli, müthiş geceyi; sabaha karşı doğmuş, simsiyah, korkunç bir şeyi ölgün
ışıklarıyla aydınlatmaya çalışan ayı hatırlamıştı. Şimdi ona bakan, yakınlarında dolaşan bu bir çift siyah
göz simsiyah, korkunç bir şeyi hatırlatmıştı ona.
Tanıdı beni! diye geçirdi içinden. Olduğu yerde, saldırıyı bekliyormuş gibi büzülmüştü. Ama tanımamıştı
onu Maslova. Sakin sakin göğüs geçirdikten sonra gene başkana bakmaya başladı. Nehlüdof da göğüs
geçirdi. Ah, ne olacaksa. Bir an önce olsa diye geçirdi içinden. Bir keresinde avdayken yaralı bir kuşu
öldürmesi gerektiğinde duyduğu aynı şeyi duyuyordu şimdi de: Hem iğreniyordu, hem acıyordu, hem de
üzülüyordu. Yaralı kuş çırpınıyordu av torbasında, tiksiniyordu kendinden, acıyordu da, bir an önce
öldürmek istiyordu onu, unutmak için.
Tanıkların ifadelerini dinlerken böylesine karışıktı Nehlüdof'un duyguları.
(') Kitayeva'nın konuşması gramer hatalarıyla doludur. Türk-çeyle Rusçanın gramer yapıları değişik olduğu
için çevirimizde bu hataları belirtmeyi uygun bulduk. (E.Â.)
XX
Ama inadına uzadıkça uzuyordu dâva: Tanıkların ayrı ayrı sorguya çekilmesinden, bilirkişinin
dinlenmesinden, savcı yardımcısıyla savunma avukatlarının pek önemliymiş gibi kurularak sordukları
gereksiz bir sürü sorudan sonra başkan jüri üyelerini eldeki maddî delilleri incelemeye buyur etti. Bunlar
son derece kalın bir işaret parmağına takıldığı belli, pırlanta taşlı çok büyük bir yüzükle, zehirin incelendiği
cam tüptü. İkisi de etiketlenmiş, namuralanmıştı.
Jüri üyeleri bu delileri incelemeye hazırlanıyordu ki, savcı yardımcısı gene hafifçe doğruldu yerinden,
delillerin incelenmesinden önce adlî tıbbın cesetle ilgili raporunun okunmasını önerdi.
İşi bir an önce bitirip isviçrelisine yetişmek için elinden geldiğince acele eden başkan, bu kâğıdın
okunmasının can sıkmaktan, bir de yemek zamanı geciktirmekten başka bir şeye yaramayacağını, savcı
yardımcısının bunu sırf, böyle bir şeyi istemeye hakkı olduğu için istediğini çok iyi bildiği halde, gene de
reddedemedi bu isteği, kabul etti. Sekreter kâğıdı aldı, gene r lerle l leri birbirine karıştırarak o hüzünlü
sesiyle okumaya başladı.
— Dış görünüşteki durum:
1) Ferapont Smelkof'un boyu bir doksan altıdır. Tüccar, Mehlüdof'un kulağına eğilip endişeli,
— Aslan gibiymiş, diye fısıldadı.
— 2) Dış görünüşten kırk yaşlarında olabileceği anlaşılmıştır.
3)
Ceset şişmiştir.
4)
Beden, her yerde yeşilimtraktır, yer yer koyu lekeler kaplıdır.
5)
Deride irili ufaklı sivilceler vardır, bazı yerlerde soyulmuştur, parça parça sarkmaktadır.
6)
Saçlar koyu kahverengi, gürdür, ama dokununca kopmaktadırlar deriden.88
7) Gözler yuvalarından dışarı fırlamıştır, gözün akı koyu-laşmıştır.
8} Burun deliklerinden, iki kulaktan, ağızdan koyu, köpüklü sarı bir sıvı akmıştır.
9) Yüzle göğüsün şişmesi nedeniyle boyun kaybolmuştur arada.
v.b., v.b...
Kentte felekten bir gün çalmak isteyen iri yarı, şişman tüccarın bir de şişmiş, bozulmaya yüz tutmuş,
korkunç cesedinin incelenmesinden anlaşılanlar dört sayfa tutan yirmi yedi noktada verilmişti. Bunlar
okunurken Nehlüdof un içindeki tiksinti daha da çoğaldı. Katyuşa'nın yaşayış!, burun deliklerinden akan
sarı, koyu sıvı, yuvalarından fırlamış gözler, Katyuşa'ya karşı davranışı... bütün bunların tek nedeninin
kendi olduğunu sanıyordu. Başka bir şey düşünemiyordu. Dış görünüş raporu okunduktan sonra başkan,
artık bittiği umuduyla derin bir soluk alarak kaldırdı başını. Ama sekreter peşinden, iç incelemenin
raporunu okumaya başlamıştı hemen.
Başkan gene önüne eğdi başını, elini başına destek ederek kapadı gözlerini. Nehlüdof'un yanında oturan
tüccar uyumamak için zor tutuyordu kendini, hatta arada bir başı önüne düşüyordu. Sanıklar, arkalarındaki
jandarmalar gibi kıpırdamadan duruyorlardı.
— iç incelemedeki durum:
1)
Başımderisi kafatası kemiklerinden kolaylıkla ayrılmaktadır, vurmakla olmuş kan birikmesine
rastlanmamıştır.
2)
Kafatası kemiklerinde bir olağanüstülük yoktur, hepsi tamamdır.
3)
Beyin zarı üzerinde çapları yaklaşık olarak onar santim olan iki kırmızı leke vardır, zarın kendisi
beyazla sarı arası bir renktedir.
V.b., v.b. on üç nokta sıralanmıştı.
En altta da incelemeye katılanların adlarıyla imzaları vardi. Sonra doktorun görüşü geliyordu: Doktor,
raporda da belirtildiği gibi, midede, barsaklarını bir bölümünde, böbreklerde görülen ba— 89 —
zı değişmelerin, Smelkof'un içkiyle midesine inen zehirin etkisiyle öldüğü ihtimalini kuvvetlendirdiğini
söylemekteydi. Midede, barsaklarda görülen değişikliklerden bunun ne zehiri olduğunu .söylemek zormuş.
Zehirin mideye içkiyle birlikte indiği de Smelkof'un midesinde çok içki bulunmasından anlaşılmış.
Bir ara ayılan tüccar gene fısıldamıştı burada Nehlüdof'un kulağına,
— Yaman içiyormuş kerata.
Bir saat okudu sekreter, ama savcı yardımcısı hâlâ yeterli bulmamıştı bunu. Rapor okunup bittikten sonra
başkan ona döndü,
— Öteki tutanağın okunması gereksiz bence, dedi,
Savcı yardımcısı yerinden bir dirseğinin üzerinde hafifçe doğrularak, bunu istemenin onun hakkı olduğunu,
bu hakkından vazgeçmeyeceğini, başkan tutanağın okunmasını kabul etmezse itirazda bulunacağını açık
seçik belirten bir ses tonuyla, başkana bakmadan sert,
— Okunmasını rica edecektim, dedi.
Midesi sancıyan, geniş sakallı, içten bakışlı mahkeme üyesi —çok halsiz düştüğünü hissediyordu—
başkana döndü.
— Ne diye okunsun? dedi. Boşuna uzatıyoruz. Bir şeye yaramayacak olduktan sonra...
Altın çerçeveli gözlük kullanan üye dalgın dalgın önüne bakıyordu; karısından da hayattan da iyi bir şey
beklediği yoktu. Tutanağın okunmasına başlandı.
— 188x yılının 15 şubat günü adlî tıpça görevlendirilerek, aşağıda imzası olan ben — salonda
bulunanların uykusunu dağıtmak istiyor gibi sesini yükseltmişti sekreter — 638 kayıt numarasıyla bize
gönderilen aşağıdaki organ parçalarını tıp denetimcisinin yardımcısı yanında inceledim:
1)
Sağ akciğer ve yürek (üç
litrelik cam bir
kavanoz
Mideden çıkanlar (üç litrelik cam bir kavanoz içinde). Mide (üç litrelik cam bir kavanoz içinde). Karaciğer,
dalak, böbrekler (bir buçuk litrelik cam bir
kavanoz içinde).— 90 —
5)
Barsaklar (üç litrelik cam bir kavanoz içinde). Başkan bu arada önce bir yanındaki, sonra öte
yanındaki
üyeye eğilerek bir şeyler fısıldamış, olumlu cevaplar aldıktan
sonra sekreterin okumasını burada kesmişti.
— Mahkeme heyetimiz tutanağın okunmasını gereksiz buluyor.
Sekreter sustu, kâğıtları toplamaya koyuldu, savcı yardımcısı öfkeli öfkeli bir şeyler yazıyordu önündeki
kâğıda. Başkan,
- Sayın jüri üyeleri eldeki delilleri görebilirler, dedi. Jüri sözcüsüyle birkaç
üye daha kalktılar,
sıkılganlıktan,
kollarını ne yapacaklarını bilemeden masaya yaklaştılar, sırayla yüzüğü, tüpü, incelemeye başladılar.
Tüccar parmağına biie ölçtü yüzüğü.
Yerine dönüp oturunca,
- Amma da parmak varmış adamda, dedi. Zehirlenerek öldürülen tüccarı gözünde büyütmekten
hoşlandığı belliydi.
— İnsan azmanıymış galiba herif, diye devam etti.
XX!
Delillerin incelenmesinden sonra soruşturmanın sona erdiğini bildirdi başkan; bir an önce buradan
kurtulmak amacıyla, ara vermeden sözü savcıya verdi; — bir insan olarak onun da sigara içmek, yemek
yemek isteyeceği salondakilere acıyacağı için konuşmasını kısa keseceği umuduyla yapmıştı bunu. —
Ama savcı yardımcısının kendine de onlara da acıdığı yoktu. Doğuştan son derece aptal bir insandı.
Üstelik, liseyi altın madalyayla bitirmek, üniversitede de Roma hukuku üzerine hazırladığı teziyle armağan
kazanmak mutsuzluğuna uğramıştı; bu yüzden, aşırı derecede mağrurdu, çok beğenirdi kendini (kadınlar
konusunda başarılan da desteklerdi bunu); bütün bunların sonucu da son derece aptaldı. Söz kendisine
verilince, işlemelerle süslü cüppesi içinde bedeninin inceliğini belli ederek ağır ağır aya— 91 —
ğa kalktı, ellerini önündeki bölmenin üzerine koydu, başını hafifçe yana eğip, sanıklara bakmaya çalışarak,
salonu baştan sona şöyle bir gözden geçirdi.
Raporlarla tutanağın okunması sırasında hazırladığı konuşmasına,
— Sayın jüri üyeleri, diye başladı, sizlere sunulan dâva, deyim yerindeyse, değişik özellikleri olan bir
cinayet olayıyla ilgilidir.
Savcı yardımcısı bu konuşmasının, ünlü birtakım avukatla-nnki gibi toplumsal bir önemi olması gerektiği
kanısındaydı. Gerçi dinleyici diye — biri dikişçi, biri aşçı, biri de Simon'un kızkardeşi — olmak üzere üç
kadınla bir de arabacıdan başka kimsecikler yoktu salonda ya, ne önemi vardı bunun?... Üne kavuşmuş
avukatlar da böyle başlamışlardı işe. Savcı yardımcısının prensibi olayları daima en can alıcı yerinden
yakalamaktı, yani suçun ruhsal yönünün en derin noktasına kadar inmek, toplumun aksak yanlarını ortaya
dökmek, — Sayın jüri üyeleri, yüzyılımızın sonlarında kendini gösteren toplumsal bozuluşumuzun özelliklerini
yansıtan, son derece değişik bir suçla karşıkarşıyasınız...
Savcı yardımcısı bir yandan hazırladığı güzel, akıllıca şeyleri hatırlamaya çalışarak, bir yandan da — asıl
önemli olanı buydu —• bir an duraklamamaya, sözlerine akıcılık vermeye, konuşmasını bir saat on beş
dakika sürdürmeye çalışarak, uzun uzun konuştu. Yalnız bir kere durdu, uzun süre. yutkundu, ama
toparladı kendini sonunda, parlak sözlerle örttü bu duraksamasını. Kâh ağırlığını bir ayağının bir öbür
ayağının üzerine verip jüri üyelerine bakarak kibar, yılışık bir tavırla konuşuyor, kâh defterine bakarak
ağırbaşlı, işini bilir bir tavır takınıyor, kâh bir dinleyicilere, bir jüri üyelerine dönerek yükseltiyordu sesini.
Yalnız sanıklara bir kere bakmamıştı; oysa onlar gözlerini ayırmıyorlardı ondan.
Savcı yardımcısının konuşmasında o günlerde yayılmaya başlamış, toplumumuzca hâlâ da bilimsel
sağduyunun son sözü olarak benimsenen her şey vardı. Kişinin anne babasının birtakım özellikleriyle
dünyaya geldiği de, doğuştan kötü yaradılışlıolabileceği de, Lombrozo da, Tard da, gelişin de varolma
savaşı da, hipnotizma da, telkin de, Şarko da, bireycilik de.
Savcı yardımcısına göre Smelkof güçlü, tertemiz Rus yaradılışının bir temsilcisiydi; temiz yürekliliğinin,
herkesi kendi gibi güvenilir, dürüst sanrasının sonucu kötü insanların kurbanı olmuştu.
Simon Kartinkin, toprağa bağlı köleler yasasının ürünü ka-racahil, kendine göre inançları, hatta dini
olmayan bir zavallıydı. Yevfimiya da sevgilisiydi onun, doğup büyüdüğü çevrenin kurbanı bir kadın.
Bozulmuşluğun, kişisel dejenerasyon un bütün nitelikleri görülebilirdi onda. Cinayetin asıl itici gücü —
savcı yardımcısının kanısına göre — aşağılık, kendi çıkarından başka hiç bir şeyi önemsemeyen
Maslova'ydi.
— Bu kadın -—Maslova'ya
bakmadan konuşuyordu
savcı yardımcısı-— az çok okumuştur;
patronunun söylediklerini dinledik burada. Yalnız okuma yazması yoktur, Fransızca da bilir; babası belli
değildir, suçluluk tohumlan doğuştan olabilir içinde. Soylu bir ailenin yanında yetiştirildi, dürüst bir hayat
sürebilirdi; ama ne yaptı? Velinimetlerini bırakıp kaçtı, bedensel tutkularına kaptırdı kendini, bu tutkuları
tatmin etmek için genel eve girdi. Orada bilgisiyle, görgüsüyle hemen sivrilmiştir öteki kızlar arasında.
Hatta, sizlerin de demin burada dinlediğiniz gibi, sayın jüri üyeleri, günümüzde bilimin, özellikle Şarko
okulunun incelediği telkin denilen şu esrarlı yolla konuklar üzerinde çok etkili olduğu için patronunu bile
avucunun içine almıştır. Temiz yürekli, herkese güvenen, aslan gibi Smelkofu, zengin konuğu da aynı
yolla etkiliyor, dostluğunu, güvenini kazanıyor; adamcağızı soymak, sonra da hiç acımadan canına kıymak
için kullanıyor bu güveni.
Başkan sert yüzlü mahkeme üyesine doğru eğilerek,
— Konuyu biraz fazla dağıtmadı mı? dedi. Sert yüzlü üye,
— Amma da gevezeymîş! diye fısıldadı.
Bu arada savcı yardımcısı ince bedeniyle zarif hareketler yaparak devam ediyordu:
~ 93 —
— Sayın jüri üyeleri, bu üç kişinin kaderi sizlerin elindedir; öte yandan, vereceğiniz kararla gidişine yön
vereceğiniz toplumun kaderi de sizlerin elindedir. Bu cinayetin anlamının derinliklerine giriniz; Maslova
gibi, nasıl söylemeli, toplumdan kopmuş bu hasta kişilerin toplum için ne denli tehlikeli olabileceğini enine
boyuna düşünün; bu zararlı mikroplardan kurtarın toplumu, hastalığın sağlam yanlara da sıçramasına,
daha doğrusu toplumun mahvolmasına engel olun.
Savcı yardımcısı verilecek kararın büyük öneminin ağırlığı altında ezilmiş gibi çöktü sandalyesine.
Konuşmasını pek beğendiği yüzünden belliydi.
Süslü sözleri bir yana bırakırsak konuşmasının özü şuydu: Maslova tüccarın güvenini kazanarak hipnotize
etmişti onu, elinde anahtarla otele para almaya geldiğinde bütün parayı kendine almak niyetindeydi, ama
Simon'İa Yevfimiya'ya yakalanınca parayı onlarla paylaşmak zorunda kalmıştı. Sonra da, hırsızlığı
anlaşılmasın diye tüccarla gene gelmişti otele, zehirlemişti onu.
Savcı yardımcısının konuşması bittikten sonra sandalyesinde oturan fraklı, geniş beyaz yakalığı kolalı,
orta yaşlı avukat kalktı ayağa; Kartinkin'le Boçkova'yı heyecanla savundu. Kartinkin'le Boçkova üç yüz
rubleye tutmuşlardı onu. İkisinin suçsuz olduğunu söyledi, bütün suçu Maslova'ya yükledi.
Maslova'nın parayı alırken Boçkova'yla Kartinkin'in de yanında oldukları iddiasını, tüccarı zehirlediği kesin
olduğu için sanığın sözlerinin bir önemi olamayacağını söyleyerek reddetti.
— İki bin beş yüz rubleyi, diyordu avukat, bazan müşterilerden günde beş altı ruble bahşiş alan iki
çalışkan, dürüst koridor hizmetçisi pekâlâ biriktirmiş olabilir. Maslova parayı çalmış, saklaması için götürüp
birisine vermiş belki de kaybetmiştir; aklı başında değildi çünkü, Tüccarı zehirleyen Maslova'dır,
Bu yüzden jüri üyelerinden Kartinkin'le Boçkova'yi paranın çalınması olayında suçsuz bulmalarını; bulsalar
bile hiç değilse tüccarın zehirlenmesi olayına katılmadıklarını, böyle bir niyet-]eri olmadığını kabul
etmelerini diliyordu.
Avukat konuşmasının sonunda savcı yardımcısına dönerek:
- Sayın savcı yardımcısı, irsiyet üzerine pek parlak sözler— 94 —
ettiler, dedi, gerçi bilimsel yanları vardı dediklerinin, ama burada yersizdiler, çünkü Boçkova'nın anasının
da babasının da kim oldukları bilinmiyor.
Savcı yardımcısı öfkeyle bir şeyler yazdı önündeki kâğıda, küçümser bir tavırla omuz silkti.
Sonra Maslova'nın savunma avukatı kalktı ayağa, ürkek ürkek, kekeliyerek yaptı savunmasını.
Maslova'nın parayı çalma olayına katıldığını reddetmeden, onun içkiye ilâcı koyarken bunun zehir
olduğunu bilmediğinden, Smelkof'u öldürmek gibi bir niyeti bulunmadığından, tüccara uyuması için uyku
ilâcı verdiğini sandığında ısrar etti. Maslova bu yola düşüren erkekten, bu büyük suçu işleyen günahkârın
cezasız kaldığından söz ederek konuşmasına heyecanlı, parlak bir hava vermek istedi, ama beceremedi
bunu; öyle ki, salondakiler acıdılar ona. Erkeklerin kalpsizlikleri, kadınların güçsüzlükleri üzerine
anlaşılmaz şeyler gevelemeye başlayınca başkan, adamcağızın durumunu kurtarmasına yardım etmek
amacıyla, dâva konusundan ayrılmamasını söyledi ona.
Sonra gene savcı yardımcısı kalktı birinci avukatın irsiyet üzerine söylediklerine karşı kendi söylediklerini
savunmakla başladı konuşmasına. Boçkova'nın anası babası bilinmese bile bunun irsiyet üzerine
söylenenleri çürütmekten uzak olduğunu söyledi. Çünkü bilim irsiyet yasasını öylesine kesin kanıtlamıştır
ki, biz irsiyetten cinayeti değil, cinayetten irsiyetin çeşidini çıkarabiliriz ancak. Maslova'nın avukatına cevap
verirken:
— Sanığı kötü yola düşüren
hayali (bu hayali
sözcüğünü üzerine basa basa, küçümseyerek
söylemişti) günahkâra gelince, eldeki deliller asıl onun, elinden geçen bir çok zavallıyı kurban ettiğini
göstermektedir, dedi.
Sonra da zafer kazanmış bir komutan tavrıyla yerine oturdu.
Savcı yardımcısı konuşmasını bitirip oturunca sanıkların kendilerini savunmasına geçildi.
Yevfimiya Boçkova hiç bir şey bilmediğini, hiç bir şeye karışmadığını tekrarladı, ısrarla Maslova'nın suçlu
olduğunu söyledi. Sirnon birkaç kere aynı şeyi tekrarlayıp oturdu:
— Sîz bilirsiniz, suçsuzum ben, bir şey yapmadım.
— 95 —
Maslova hiç bir şey söylemedi. Başkanın, kendini savunmak için söylemek istediği bazı şeyler varsa
konuşmasını söy-iemesi üzerine yalnızca başını kaldırdı, kudurmuş yabani bir hayvan gibi salonda
gezdirdi bakışlarını, sonra birden başını önüne eğdi gene, yüksek sesle hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Nehlüdofun yanında oturan tüccar, onun ansızın çıkardıği acayip sesi duyunca, - - hüngür hüngür
ağlamaya başlamamak için tutulmuş ilk hıçkırığın sesiydi bu, —
— Bir şey mi oldu size? dedi.
Nehlüdof durumunu hâlâ anlayabilmiş değildi; içinden gelen zor tuttuğu hıçkırıklarım, gözlerinden boşaldı
boşalacak olan gözyaşlarını sinirlerinin zayıf düşmesine veriyordu. Gözyaşlarını saklamak için
pince-nez'ini taktı, sonra mendilini çıkarıp burnunu sildi.
Burada, salonda bulunanlar onun Maslova'ya yaptığını öğrenirlerse düşeceği yüz kızartıcı durumun
korkusu ruhunda olup bitenleri bastırıyordu şimdilik. Bu korku ilk anlarda her şeyden güçlüydü.
XXII
Sanıkların son ifadeleri dinlendikten sonra jürinin, sorgunun nasıl yapılacağı üzerinde uzun uzun tartışarak
karara varmalarından sonra sorular soruldu, ardından da jüri başkanı söz aldı.
Dâvaya geçmeden önce jüri üyelerine rahat bir tavırla soygunculuğun soygunculuk, hırsızlığın da hırsızlık
olduğunu uzun uzun anlattı. Kilitli bir yerden bir şey çalmanın, kilitli bir yerden bir şey çalmak, açık bir
yerden bir şey çalmanın da açık bir yerden bir şey çalmak olduğunu söyledi... Bunları anlatırken sık sık
Nehlüdof'a bakıyordu. Bu önemli konuyu, sonra arkadaşlarına açıklar umuduyla özellikle ona anlatmaya
çalışıyordu sanki. Jüri üyelerinin bu gerçeği yeterince anladıkları kanısına varınca, başka bir gerçeğe gitti:
Cinayet diye bir insanın ölümüyle sonuçlanan eyleme dendiğini, birisini zehirleyerek öldürmenin de bu
yüzden cinayet olduğunu söyledi; jüri üyeleri bu gerçeği de— 96 —
—onun görüşüne göre— anlayınca, hırsızlıkla cinayetin beraberce işlenmiş olmaları durumunda suçun
hırsızlıkla cinayet olduğunu anlattı onlara.
Bir an önce buradan kurtulmak istediği, İsviçreli otelde onu beklediği halde, görevine öylesine alışmıştı ki,
bir kere konuşmaya başladıktan sonra tutamıyordu artık kendini, susamıyordu. Jüri üyelerine sanıkları
suçlu bulurlarsa suçlu olduklarını söylemeye; suçsuz bulurlarsa suçsuz olduklarını söylemeye yetkileri
olduğunu anlattı. Bir konuda suçlu, ötekinde suçsuz bulurlarsa bu kere, bir konuda suçlu, ötekinde suçsuz
olduklarını da söyleyebileceklerdi. Daha sonra, bu yetkilerini kullanırken mantık çizgisinden dışarı
çıkmamak zorunda olduklarını açıkladı. Ayrıca, kendilerine sorulan soruya olumlu cevap verirlerse, bunun,
o sorunun kapsadığı her şeyi şöyle kabul ettikleri anlamına geleceği, sorudaki her şeyin öyle olmadığı
kanısındaysalar bunu belirtmeleri gerektiği üzerinde durmak istiyordu ki, saatine bakıp, saatin iki elli beş
olduğunu görünce dâva konusu olaya geçmeye karar verdi.
— Dâvamızın konusu olan olay, diye başladı.
Savunma avukatlarının, savcı yardımcısının, tanıkların birkaç kere anlattığı şeyi bir kere de o anlattı.
Başkan durmadan konuşuyordu; iki yanındaki mahkeme üyeleri de arada bir saatlerine bakarak
dinliyorlardı onu. Konuşmasını çok güzel, yani tam gerektiği gibi, ama biraz uzun buluyorlardı. Salondaki
görevli görevsiz herkes gibi savcı yardımcısı da aynı düşüncedeydi. Söyleyeceklerini söylemişti başkan.
Başka bir şey kalmamıştı artık. Ama konuşma hakkından ayrılamıyordu bir türlü başkan; — ses tonundaki
o inandırıcılık, etki hoşuna giderdi pek -- sonunda biraz da jüri üyelerine verilen yetkinin öneminden, bu
yetkilerini ne denli dikkatle, titiz kullanmaları, onu kötüye kullanmamaları gerektiğinden, yemin
ettiklerinden, şu anda toplumun vicdanı görevini yaptıklarından, görüşmelerini yapacakları odanın sırrının
kutsal olduğundan v.b, v.b. söz etmek istedi canı.
Başkan konuşmaya başlayınca Maslova, bir sözcüğünü ka— 97 —
çırmaktan korkuyor gibi gözlerini ona dikmiş, öyle dinliyordu. Bu yüzden Nehlüdof, onunla göz göze
gelmek tehlikesinden uzak, hep ona bakmıştı. İnsanın içinde, uzun yıllar görmediği bir sev-diğiyle
karşılaşınca önce aradan geçen yılların onda yarattığı değişiklikleri bîr an yadırgayıp, biraz sonra
karşısındakinin yüzünde başka hiç kimsede görülemeyecek o ruhsal kişiliğin ifadesini görünce oluşan o
değişim Nehlüdof'un içinde de başlamıştı.
Evet, ceza evi giysisine, kalınlaşan bedene, büyümüş göğüslere rağmen; yüzün yassılaşmış alt bölümüne,
alındaki kırışıklıklara, şişmiş gözlere rağmen oydu bu; kutsal pazar günü kilisenin avlusunda sevgi, hayat
dolu, sevinçten içleri güler gözleriyle aşağıdan yukarı sevdiği insanın yüzüne bakan Katyuşa...
Ne tuhaf bir rastlantı! On yıl hiç bir yerde görmemişken birden görevli olduğum bir dâvada sanık olarak
çıkıyor karşıma! Sonu neye varacak bunun acaba? Ah, ne olacaksa bir an önce olsa, bir an önce!
İçinde yavaş yavaş filizlenen pişmanlık duygusuna boyun eğmiyordu henüz. Bir zaman sonra unutulup
gidecek, hayatının akışını etkilemeyecek, bozmayacak bir raslantı olarak görüyordu bu olayı. Odada
kabahat yaptı diye sahibinin, ensesinden yakalayıp burnunu yaptığı şeye soktuğu küçük bir köpeğin
durumunda hissediyordu kendini. Köpekcik cıyaklıyor, yaptığı yaramazlığın sonuçlarından kaçıp elinden
geldiğince uzaklara gitmek, onu unutmak için geri geri çekiliyor; ama acımaz, kati yürekli sahibi bırakmıyor
onu gitsin. Nehlüdof da yaptığının ne iğrenç bir şey olduğunu hissediyordu, ama yaptığının anlamından
habersizdi hâlâ, sahibinin olduğunu da kabul etmiyordu. Karşısındaki dâvanın onun dâvası olduğuna
inanmak istemiyordu bir türlü. Gelgelelim, görünmeyen güçlü bir el yakalamıştı onu, bu elden kurtuluşunun
olmadığını hissediyordu. Hâlâ umutsuzluğa düşmüyor; her zamanki alışkanlığıyla, ayak ayak üstüne
atmış, kendine güven dolu bir tavırla ön sırada baştan ikinci sandalye o!an yerinde oturuyor, çevresini
umursamaz bir dalgınlık içinde
Diriliş — F: 798
99 —
elindeki pince-nez'iyle oynuyordu. Yalnızca bu davranışının değil; boş, çirkin, kötü zevklerle dolu, çılgın
yaşayışının da bayağılığını, değersizliğini hissediyordu ruhunun derinliklerinde. Suçunu, son zamanlardaki
yaşayışını ondan tuhaf bir mucize göstererek saklayan o korkunç perde sallanmaya başlamıştı, arada bir
görüyordu arkasını.
XXIII
Sonunda bitirdi konuşmasını başkan, soru kâğıdını göze hoş görünen bir biçimde kaldırdı, yanına gelen
jüri sözcüsüne verdi. Jüri üyeleri salondan ayrılabileceklerine sevinerek kalktılar, gene kollarını ne
yapacaklarını bilemeden -- bir şeyden utanıyorlardı sanki — birbiri arkasından görüşme odasına geçtiler.
Onlar içeri girip kapıyı kapar kapamaz bir jandarma gelip durdu bu kapının önünde, kılıcını kınından
çıkarıp omzuna koydu. Yargıçlar kalkıp çıktılar. Sanıkları da çıkardılar.
Görüşme odasına girince jüri üyelerinin ilk işi birer sigara çıkarıp yakmak oldu gene. Salonda
sandalyelerinde otururken her birinin az ya da çok sezinledikleri durumlarının yapmacıklığı, yalancılığı
buraya girince geçmişti birden. Sigaralarını tüttürerek serbestçe oturdular, heyecanlı bir konuşma başladı
aralarında.
İyi yürekli tüccar,
— Kız masum, diye başladı, ne söyleyeceğini şaşırdı zavallı, hakkını vermek gerek.
Sözcü,
— Bunu görüşeceğiz, dedi. Kişisel duygularımızın etkisi altında kalmamalıyız.
Albay atıldı:
— Başkanın konuşması güzeldi.
— Öyle, güzeldi! Az kaldı horlamaya başlayacaktım. Yahudiye benzeyen satıcı,
— Önemli olan şu nokta, dedi, Maslova onlarla ortak olmasaydı, hizmetçilerin paradan haberleri
olamazdı.
Üyelerden biri,
— Ne dersiniz? diye sordu, sizce Maslova mı çaldı parayı? iyi yürekli tüccar,
— Dünyada inanamam böyle bir şeye! diye yükseltti sesini. O şeytan suratlı karının marifetidir bu iş.
— Hepiniz doğru söylüyorsunuz, dedi albay.
- Peki ama odaya hiç girmediğini söylüyor. •— İnanmayın. Tanrı birdir dediğine inanmam ben o
sürtüğün.
Sözcü girdi araya:
— Sizin inanmamanız yetmez ki.
— Anahtar Maslova'daydı. Tüccar itiraz etti:
— Ne çıkar bundan?
— Ya yüzük?
Tüccar gene yükseltti sesini:
— Söyledi ya kız, tüccar vermiş onu ona. Sarhoş olduğu için vurmuş ona, sonra da acımış besbelli.
Ağlamasın diye vermiştir. Duydunuz siz de, bir doksan boyunda, yüz otuz kiloluk bir adammış...
Piyotr Gerasimoviç kesti tüccarın sözünü:
— Asıl konumuz bu değildir. Hırsızlıkla cinayeti Maslova mı plânlayıp gerçekleştirmiştir, hizmetçiler
mi? bunu konuşmalıyız.
— Hizmetçiler yalnız başına yapmış olamazlar. Anahtar Maslova'daydı.
Uzun süre devam etti bu düzensiz konuşma. Sözcü sonunda:
— Baylar, dedi, lütfen masaya oturup görüşelim konuyu. Başkan yerine otururken devam etti:
— Buyurunuz. Satıcı:
— Bu kızlar ne rezîldir bilemezsiniz, dedi.
Sözlerinin doğruluğunu, asıl suçlunun Maslova olduğunu göstermek için de böyle bir kızın bulvarda bir
arkadaşının saatini nasıl yürüttüğünü anlattı.— 100 —
Albay bu konuda daha da ilginç bir hırsızlık olayı, altın bir semaverin nasıl iç edildiğini anlattı. Sözcü
kalemiyle masaya vurarak:
— Baylar, dedi, lütfen sorulara geçelim. Herkes sustu. Sorular şöyleydi:
1)
17 ocak 188x günü paras'ını çalmak amacıyla öldürülen tüccar Smelkof'un konyağına konan zehirle
öldürülmesinde, sonra iki bin beş yüz ruble kadar parasıyla pırlanta yüzüğünün çalınmasında
Krapivenski bölgesi, Borkof köylülerinden otuz üç yaşındaki Simon Petrof Kartinkin suçlu mudur?
2)
Birinci
soruda
anlatılan
cinayette
kırk üç
yaşındaki kentli Yevfimiya Boçkova suçlu
mudur?
3)
Sanık Yevfimiya Boçkova birinci soruda belirtilen olayda suçlu değiise, acaba 17 ocak 188x günü, N
kentinde çalıştığı Mavri tanıya otelinde kalan tüccar Smelkof'un odasındaki kilitli valizinden iki bin beş yüz
rublesinin çalınmasında suçlu mudur?
Sözcü birinci soruyu okuduktan sonra:
— Evet, baylar? diye sordu.
Bu soruya hemen cevap verildi. Onun zehirleme olayında da hırsızlıkla da suçlu olduğu görüşünde herkes
birleşmişti. Evet, suçludur. Bütün sorulara suçsuzdur, diye cevap veren yaşlı bir kooperatifçi suçsuz
bulmuştu Kartinkin'i yalnızca.
Sözcü, yaşlı adamın anlayamadığını düşünerek, herkesin Kartinkin'le Boçkova'nın suçlu olduğu inancında
olduğunu anlattı ona, ama kooperatifçi anlıyorum, dedi, acımalıyız bu zavallılara, biz de hepten günahsız
değiliz ki hem. Düşüncesini değiştirmedi.
Boçkova'yla ilgili ikinci soruya uzun konuşmalardan; açıklamalardan sonra, avukatının da üzerinde
durduğu gibi, onun zehirleme olayına katıldığını gösteren açık deliller bulunmadığı için suçsuzdur cevabı
verildi.
Maslova'yı temize çıkarmaya çalışan tüccar asıl suçlunun Boçkova olduğunda diretti. Üyelerin çoğu da
ondan yanaydı; ama yasalara sıkı sıkıya bağlı olmak isteyen sözcü, Boçkova'nın
— 101 —
zehirleme olayına katıldığını gösteren hiç bir delilin bulunmadığını söylüyordu. Uzun tartışmalardan sonra
sözcünün düşüncesi baskın çıktı.
Boçkova'yla ilgili dördüncü soruya doğrudan Evet, suçludur cevabını vermediler; kooperatifçinin
ısrarıyla ayrıca şöy-. le eklediler: Ama bir ölçüde hoş görülmelidir.
Maslova üzerine sorulan üçüncü soruysa heyecanlı tartışmalara neden oldu. Sözcü, Maslova'nın cinayette
de hırsızlıkta da suçlu olduğunda diretiyor, tüccar kabul etmiyordu bunu. Albay, satıcı, kooperatifçi de
ondan yanaydı; geri kalanlar kararsız gibiydiler. Ama sözcünün görüşü yavaş yavaş kuvvet kazanmaya
başlamıştı; çünkü üyelerin hepsi yorulmuştu artık, buradan kurtulmak için tartışmaların bir an önce
bitmesini istiyorlar, bu yüzden de, sonunda herkesin kabul etmek zorunda kalacağını sandıklan yana
geçiyorlardı.
Duruşmadaki konuşmalardan, Maslova'nın hallerinden onun hırsızlıkla da, cinayetle de ilgisi olmadığı
kanısına varmıştı Neh-lüdof; başlangıçta jüri üyelerinin de bu karara varacaklarına inanıyordu. Ama
Maslova'dan bir kadın olarak hoşlanan tüccarın —bunu saklamıyordu zaten— beceriksizce
savunmasından, sözcünün bu düşünceye karşı durmasından, daha önemlisi de üyelerin artık yorulmaları
sonucu kararın yavaş yavaş Maslova'-nın aleyhine kaymakta olduğunu görünce buna karşı koymak istedi
Nehlüdof, ne var ki Maslova'dan söz etmekten korkuyordu, onunla olan ilişkisini hemen öğrenecekler
sanıyordu. Öte yandan, bu gidişe göz yumamayacağını, karşı durmak zorunda olduğunu da hissediyordu.
Renkten renge giriyordu oturduğu yerde; tam ağzını açmaya hazırlanıyordu ki, konuşmaların başından
beri söze hiç karışmayan Pyotr Gerasimoviç —besbelli sözcünün konuşurkenki tavırları canını sıktığı
için— birden itiraz etmeye başladı ona; Nehlüdof'un söylemek istediklerini söylüyordu.
— Bir dakika müsaade edin, anahtar Maslova'da olduğu için parayı onun çaldığını söylüyorsunuz.
Arkasından koridor hizmetçileri başka bir anahtarla açmış olamazlar mı valizi acaba?
Tüccar başını salladı:— 102 —
— Öyle ya, pekâlâ olabilir,
— Maslova alamazdı parayı, parayı saklayacak yeri yoktu
çünkü.
— Ben de bunu anlatmak istiyorum işte, diye doğruladı
tüccar,
— Daha akla yakın olanı, Maslova valizi açınca parayı gören hizmetçilerin, ellerine geçen fırsattan
yararlanmış, sonra da suçu onun üzerine yıkmış olmalarıdır.
Pek sinirli konuşuyordu Pyotr Gerasimoviç. Onun siniri sözcüye de geçti, bu yüzden karşıt düşüncesini
daha da inatla savunmaya başladı. Ama Pyotr Gerasimoviç'în konuşması öylesine inandırıcıydı ki, biraz
sonra üyelerin çoğu onun yanına geçmişti; Maslova'nın hırsızlık olayıyla ilgisi bulunmadığım, yüzüğü de
ona tüccarın armağan ettiğini söylüyorlardı şimdi. Zehirleme olayına Maslova'nın katılıp katılmadığı
konusuna gelince, onun heyecanlı savunucusu tüccar, Maslova'nın suçsuz olduğunu kabul etmelerinin
gerektiğini, çünkü tüccarı zehirlemesi için ortada hiç bir neden bulunmadığını söyledi. Sözcüyse, tozu
içkiye döktüğünü itiraf ettiğine göre, Maslova'yı suçsuz kabul edemeyecekleri görüşünü savunuyordu.
— Dökmesine döktü ama, uyku ilâcı sanıyordu bunu, dedi
tüccar.
Boşluk yakalamaktan pek
hoşlanan albay karıştı
hemen
söze:
— Uyku ilâcıyla da öldürebilirdi onu ama.
Sonra, kayınının karısının uyku ilâcından zehirlendiğini, doktor yakında olmasaydı, gerekli tedbirleri
zamanında almasalar-dı yüzde yüz öleceğini uzun uzun anlattı. Öylesine inandırıcı, ağırbaşlı, .kendine
güvenle konuşuyordu ki, hiç kimse, içinden gelip, sözünü kesemiyordu. Heyecanlanan satıcı, kendi olayını
anlatmak için kesti sözünü yalnız.
— Bazslarıysa öyle alışıyorlar ki, diye başladı, bir alışta kırk hap birden içebiliyorlar; bir akrabam
var...
Ama albay sözünün kesilmesine izin vermedi, uyku ilâcının kayınının kansındakj etkisinin sonuçlarını
anlatmaya devam etti. Üyelerden biri karıştı söze:
— 103 —
— Saat dört oldu baylar. • Sözcü:
- Bu durumda baylar, dedi, hırsızlıkla ilişkisi bulunmadığı, bir şey çalmadığı halde suçlu kabul ediyoruz.
Öyle mi?
Söylediğinin kabul edilmesinden hoşlanan Pyotr Gerasimoviç:
—• Evet, dedi.
Tüccar:
— Öyle ama bir ölçüde hoş görülmesi de gerekir, diye ekledi.
İtiraz eden olmadı. Yalnız kooperatifçi cevaba, Hayır, suçsuzdur, diye eklenmesini istiyordu.
— Hırsızlıkla ilişkisi bulunmadığını, bir şey çalmadığını demekle suçsuzdur demek aynı anlama gelir,
diye açıkladı ona sözcü.
Tüccar neşeyle:
- Hoş görülmesini istediğimize göre temize çıktı sayılır, dedi.
Hepsi öylesine yorulmuş, tartışmalardan öylesine bitkin düşmüşlerdi ki, hiç bîri cevaba evet, ama tüccarı
öldürmek de istemişti diye eklemeyi akıl edememişti.
Nehlüdof da bunu farkedemeyecek kadar heyecanlıydı. Cevaplar böylece kâğıda geçirildikten sonra
salona girildi.
Rable bir yargıcın, kendisine baş vuran iki kişinin dâvasına bakarken konuyla ilgili bütün yasaları sayıp
döktükten, yirmi sayfalık saçma sapan, Latince bir hukuk yazısını okuduktan sonra yanlara yazı mı tura mı
atmayı önerdiğini yazar: Yazıysa davacı, turaysa dâvâlı haklı sayılacaktır.
Burada da aynı durum vardı. Soruya başka bir cevap değil de, bu cevabın verilmesinin nedenleri vardı: Bir
kere hepsi böyle cevap verilmesini istemişti; iki, öylesine uzun konuşan başkan, duruşmalardaki
konuşmacılarında her zaman belirttiği şeyi bugün atlamış, özellikle jüri üyelerinin bu soruya cevap verirken
Evet, suçludur, ama tüccarı öldürmek istememiştir diyebileceklerini hatırlatmamıştı; üç, albay
kayınbiraderinin karısıJ— 104 —
nın hikâyesini çok uzatmıştı; dört, Nehlüdof heyecanından Mas-lova'nın öldürmek istemediğinin cevapta
olmadığını farketme-miş, hırsızlıkla ilişkisi bulunmadığının belirtilmesiyle Masio-va'nm temize çıkacağını
sanmıştı; beş, sözcü sorularla cevaplan yeni baştan okurken Pyotr Gerasimoviç odada yoktu, bir an dışarı
çıkmıştı; en önemli neden de hepsinin yorulması, bir an önce işi bitirmek istemeleri, bunun için de
tartışmaları sonuca bağlayabileceğini umdukları en güçlü karara hemen katılmalarıydı.
Jüri sözcüsü zili çaldı. Kapının dışında yalın kılıç bekleyen jandarma, kılıcını kınına koydu, yana çekildi.
Yargıçlar yerlerini aldılar, jüri üyeleri teker teker girdiler salona.
Sözcü, kâğıtları mağrur bir tavırla tutuyordu elinde. Başkanın yanına gitti, ona verdi onları. Başkan okudu
cevapları, kollarını iki yana açtı, —şaşırdığı belliydi— arkadaşlarına dönüp alçak sesle bir şeyler
konuşmaya başladı onlarla. Jürinin hır-sızlıkla ilgisi yoktur dediği halde cinayetle de ilgisi yoktur dememiş
olmasıydı başkanı şaşırtan. Jürinin kararından Mas-lova'nın hırsızlık etmediği, bir şey de çalmadığı, öte
yandan ortada hiç bir.neden yokken tüccarı öldürdüğü sonucu çıkıyordu.
Salondaki mahkeme üyesine:
— Bakın neler saçmalamışlar, dedi, kürek cezasına çarptırır onu bu karar, oysa suçsuz zavallı.
Sinirli mahkeme üyesi:
— Ne demek suçsuz? diye mırıldandı.
— Basbayağı suçsuz işte. Bence sekiz yüz on sekizinci maddeye girer bu. (818 nci madde, jürinin
suçlamasını haksız görürse mahkemeye bu karan bozmak yetkisi verir.)
Başkan sonra iyi yürekli olduğu yüzünden belli mahkeme üyesine döndü:
— Siz ne diyorsunuz?
,
İyi yürekli üye hemen cevap vermedi, önünde duran kâğıdın numarasına baktı. Rakamları toplayıp üçe
böldü, bölünmedi. Gene fal bakmıştı, çıkan sayı üçe bölünseydi başkanın söylediğini kabul edecekti; ama
bölünmediğine bakmadan, iyi yürekliliğinin etkisiyle olumlu cevap verdi gene.
— 105 —
— Bence de öyle, dedi, sekiz yüz on sekizinci maddeyi uygulamalıyız.
Başkan sinirli üyeye döndü:
— Ya siz? Beriki kesin:
— Hayır, dedi. Gazeteler, jürilerin katilleri temize çıkardıklarını yazıp duruyorlar her gün, bunu
bir de mahkemeler yaparsa ne derler sonra? Ben kabul edemem böyle bir şeyi.
Başkan saatine baktı.
— Yazık, ama elden ne gelir, dedi. Kâğıdı, okuması için jüri sözcüsüne verdi.
Herkes ayağa kalktı, sözcü bedeninin ağırlığını bir ayağından ötekine geçirdikten sonra gırtlağını
temizledi, sorularla cevapları okumaya başladı. Bütün görevliler —sekreter, avukatlar, savcı yardımcısı
bile— şaşırdıklarını saklamadılar.
Sanıklar öyle oturuyorlardı yerlerinde, cevapların ne anlama geldiğini sezinleyemedikleri belliydi. Herkes
oturdu gene, başkan, savcı yardımcısına sanıkların ne gibi cezalara çarptırılmaların! istediğini sordu.
Maslova konusunda hiç beklemediği bir başarıya ulaştığı için sevinen savcı yardımcısı bu başarıyı güzel
konuşmasıyla kazandığı inancı içinde, önündeki kâğıtları karıştırdı bir süre, sonra ayağa kalktı.
—
Simon
Kartikin'in
1452 nci
maddeyle 1453 ncü
maddenin 4 ncü şıkkına göre
cezalandırılmasını öneriyorum, dedi. Yev-fimiya Boçkova 1659 ncü, Yekaterina da 1454 ncü maddeye
göre cezalandırılmalıdırlar.
Bütün bu cezalar, bu durumda düşünülebilecek en ağır cezalardı.
Başkan ayağa kalkarken:
— Mahkeme heyeti karar vermek için çekiliyor, dedi.
Yargıçların arkasından, iyi bir işi bitirmenin verdiği rahatlıkla herkes ayağa kalktı, bazıları dışarı çıktı,
bazıları salonun içinde dolaşmaya başladı.
Jüri sözcüsü, Nehlüdof'a bir şeyler anlatıyordu. Pyotr Gerasimoviç geldi yanlarına, Nehlüdof'a:— 106 —
— Çok fena saçmalamışız anam babam, dedi. Kürek cezasına çarptırttık onu.
Öğretmenin iğrenç yılışıklığım bu kez hiç farketmeyen Neh-lüdof yüksek sesle:
— Ne diyorsunuz? diye sordu.
— Öyle ya. Cevabımızda Suçludur, ama tüccarı öldürmek istememiştir demeliydik, dememişiz. Sekreter,
Savcı on beş yıl küreğe yollayacak onu,Adıyor.
Jüri üyesi:
— Böyle karar verdik, dedi.
Pyotr Gerasimoviç itiraz etti; M as I ova'n ı n parayı almadığına göre tüccarı öldürmüş olamayacağının
kendiliğinden anlaşılacağını söylüyordu.
Sözcü:
— Cevapları olduğu gibi okudum size, diye savunuyordu kendini. Kimse çıkıp itiraz etmedi.
Pyotr Gerasimoviç:
— O ara çıkmıştım ben odadan, dedi. Nasıl oldu da far-kedemediniz bunu?
- Hiç aklıma gelmedi, dedi Nehlüdof.
— Vay canına!
Nehlüdof:
— Düzeltebiliriz bunu, dedi.
— Hayır, her şey bitti artık.
Nehlüdof sanıklara baktı. Kaderleri karara bağlanan bu üç kişi parmaklığın arkasında, erlerin önünde
yerlerinden kıpırdamadan oturuyorlardı. Bîr şeye gülümsüyordu Maslova, Nehlü-dof'un içinde kötü bir
duygu kıpırdandı o anda. Maslova'nın kurtulacağını, kentte bırakılacağını düşünürken gelecekte ona karşı
nasıl davranacağını, aralarındaki ilişkinin nasıl olacağı konusunda kararsızdı; güçtü bu soruya cevap
vermek onun için. Oysa kürek cezası, Sibirya bu ilişki sorununu bir anda ortadan kaldırmıştı: Av
torbasındaki yaralı kuş çırpınmayı keser, unuttururdu kendini.
XXIV
Pyotr Gerasimoviç yanılmıyordu.
Mahkeme üyelerinin salona dönmelerinden sonra başkan elindeki kâğıdı okudu:
— Yüce İmparatorumuzun buyruklarıyla çalışan bölgemizin ağır ceza mahkemesi 28 nisan 188x günkü
duruşmasında jüri'-nin kararları ışığında 771. yasanın 3. bendine, 776. yasanın 3. bendine, 777. yasaya
göre aşağıdaki kararı vermiştir: 33 yaşındaki köylü Simon Kartinkin'le, kentli Yekaterina Maslova'nın,
yurttaşlık haklarından yoksun edilerek, kürek cezasına yollanmasına: Kartinkin'i 8 yıl, Maslova'yı 4 yıl,
ikisinin de 28. yasaya göre orada çalıştırılmalarına, 43 yaşındaki Yevfimiya Boçkova'-nınsa, yuttaşlık
hakları, her şeyi —parası, malı, mülkü— elinden alınarak 3 yıl ceza evinde yatmasına, cezasını 49.
yasaya göre çekmesine. Mahkeme masraflarının suçlulardan eşit olarak alınmasına, payına düşeni
verecek durumu olmayanların parasının hazinece ödenmesine. Dâvayla ilgili eldeki delillerin satılmasına,
yüzüğün geri verilmesine, şişelerin kırılmasına.
Kartinkin gene öyle dimdik, gerilmiş parmaklarını pantalo-nunun yan dikişlerine yapıştırmış, ayakta
duruyor, dudakların! kıpırdatıyordu. Boçkova çok sakindi. Kararı dinleyince Maslova'-mn yüzü mosmor
oldu. Birden:
— Suçsuzum ben, suçsuzum! diye bağırmaya başladı. Günahtır bu yaptığınız. Suçsuzum ben. İstemedim
onu öldürmek, aklımdan bile geçirmedim. Doğru söylüyorum, yemin ederim ki doğru söylüyorum.
Tahta kanepenin üzerine çöküp hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı.
Kartinkin'le Boçkova salondan çıktıklarında o hâlâ ağlıyordu; öyle ki, jandarma en sonunda kolundan
çekelemek zorunda kaldı.
O kötü duygusunu tamamen unutan Nehlüdof, Hayır, böy-ie bırakamam bunu, diye mırıldandı kendi
kendine; sebebini bilmeden, Maslova'yı bir kere daha görmek için aceleyle koridora çıktı. Duruşmanın
nihayet bittiğine sevinen jüri üyeleri, avukatlar kapıda toplanmış, bir an önce dışarı çıkmaya çalışıyorlardı;
birkaç dakika kalabalıktan çıkamadı koridora, kapıda108 —
beklemek zorunda kaldı. Çıktığı zaman iyice uzaklaşmıştı Mas-lova. Herkesin dikkatini üzerine çektiğine
aldırmadan koşarak yetişti ona, önüne geçip durdu. Ağlamıyordu şimdi Maslova; başörtüsünün ucuyla
kırmızı kırmızı lekelerin kapladığı yüzünü siliyor, kesik kesik hıçkmyordu. Bakmadan geçti Nehlüdof'un
yanından. Maslova geçtikten sonra aceleyle geri döndü. Nehlüdof, başkanı görecekti. Ama yerinde yoktu
başkan, gitmişti.
Nehlüdof ancak vestiyerde yetişti ona. Parlak kumaştan paltosunu giymiş, kapıcının uzattığı gümüş
başlıklı bastonunu alırken yaklaştı yanma Nehiüdof.
— Sayın başkan, dedi, demin karara bağlanan dâva üzerine bir dakika konuşabilir miyim sizinle? Jüri
üyesiydim.
Başkan, Nehlüdof'un elini sıkarak:
— Elbette, prens Nehlüdof, dedi. Haz verir bana sizinle konuşmak, tanışıyoruz zaten.
Tanıştıkları akşam toplantısında Nehlüdof'un ne hoş, ne ne-şeü —bütün gençlerden de güzel— dans
ettiğini hatırlamıştı.
— Buyrun?
— Maslova'yla ilgili cevabımızda bir yanlış anlama oldu. Tüccarın öldürülmesinde suçsuzdur, oysa
kürek cezasına çarptırıldı.
Nehlüdof çok neşesizdi. Başkan dış kapıya doğru yürüdü.
— Mahkeme sizlerin cevaplarına göre vermiştir kararı, dedi, bu cevaplar mahkeme heyetimize de
tutarsız, gerçekle çelişir gözüktüğü halde jürinin kararını esas aldık.
Konuşmasında jüri üyelerine Evet, suçludur diye cevap verir de bu cevapta öldürmek isteğinin
bulunmadığı belirtilmez-se bunun cinayette suçludur anlamına geleceğini anlatmak istediğini söyleyecekti,
ama acelesi olduğu için kısa kesti:
— Öyle ama geçti mi artık, yanlışlık düzeltilemez mi? Başkan şapkasını hafif yana yatırdı, kapıya doğru
yürümeye devam ederek:
— Mahkeme kararlarına itiraz her zaman mümkündür, dedi. Bir avukatla görüşmeniz gerek.
— Ama korkunç bir şey bu.
— Biliyor musunuz, Maslova için ikisinden biri olacaktı...
— 109 —
Başkanın, Nehlüdof'la elinden geldiğince kibar konuşmak istediği belliydi. Paltosunun yakası üzerinden
favorilerini düzelttikten sonra Nehlüdof'un koluna hafifçe dokunarak onu da kapıya yöneltti.
— Siz de çıkıyor musunuz? Nehlüdof aceleyle giyinirken:
— Evet, dedi.
Dışarı çıktılar, güneş pırıl pırıldı. Araba tekerleklerinin kaldırım taşlannda çıkardığı gürültü daha bir yüksek
sesle konuşmaya zorluyordu onları simdi.
Başkan sesini yükseltmiş:
— Doğrusu çok tuhaf oldu, diye devam ediyordu. Maslova için ikisinden biri olacaktı: Ya hemen hemen
temize çıkıp hafif bir hapis cezasına çarptırılacak, ya da küreğe gönderilecekti., Ortası olamazdı bunun.
Cevabınıza Suçludur, ama cinayetle ilgisi yoktur.. diye ekleseydiniz kurtulmuştu.
— Nasıl da sezinleyemedim bunu? dedi Nehlüdof. Başkan saatine bakıp gülümsedi.
— İşin acı yanı burası zaten.
Klara'nın bildirdiği sürenin bitmesine kırk beş dakika ka[-rmştı.
— İsterseniz bir avukata danışın. Kararın bozulması için nedenler bulmak gerek. Her zaman
bulunabilir bu tür nedenler. (Arabacıya döndü) Dvoryanskaya'ya... Otuz köpekten faz!a vermem ama.
— Buyrunuz efendim.
— Hoşça kalınız efendim. Bir yardımım dokunması söz konusu olursa Dvoryanskaya'da Dvornikof'un
evinde oturuyorum, kolayca hatırlayabilirsiniz adresimi.
Kibarca selâm verip uzaklaştı.
XXV
Başkanla konuşması, temiz hava biraz avutmuş, rahatlat misti Nehlüdof'u. Hiç alışmadığı koşullar altında
geçirdiği saatlerin etkisiyle duygularını abarttığını düşünüyordu şimdi.
— 110 —
Gerçekten de şaşırtıcı, tuhaf bir rastlantı! Kızcağızı kurtarmak için elimden geleni yapmalıyım, hem de
zaman geçirmeden. Hemen. Mahkemeden Fanarin ya da Mikisin'in nerede oturduğunu öğrenmeli, Ünlü iki
avukatı hatırlamıştı.
Geri döndü, paltosunu çıkardı, üst kata çıktı. Birinci koridorda Fanarin'le karşılaştı. Durdurttu avukatı,
onunla bir işi olduğunu söyledi. Fanarin tanıyordu Nehlüdof'u; elinden geleni seve seve yapacağını
söyledi.
- Gerçi çok yorgunum ama... olsun varsın, pek uzun değilse, anlatınız,; Şuraya girelim.
Fanarin alıp bir odaya götürdü Nehlüdof'u. Yargıçlardan birinin odası olmalıydı burası. Masaya oturdular.
— Evet, buyrunuz.
— Önce, bu işle ilgilendiğimin aramızda kalmasını dileyeceğim sizden, dedi Nehlüdof.
. — Elbette öyle olacak. Evet...
— Bugün jüride görevliydim, suçsuz bir kadının kürek cezasına çarptırılmasına sebep olduk. İstırap
veriyor bu bana.
Nehlüdof birden kıpkırmızı oldu, ne söyleyeceğini şaşırdı.
Beklemiyordu bunu.
Fanarin başını kaldırıp yüzüne dikkatli dikkatli baktı, gene indirdi başını, dinlemeye devam etti.
— Evet, diye mırıldandı.
— Suçsuz bir insanı cezalandırdık, mahkeme kararına itiraz etmek, en yüksek mahkemeye
başvurmak istiyorum. Düzeltti Fanarin:
— Yargıtaya.
— Evet. Bu dâvayı üzerinize almanızı dileyecektim sîzden. Nehlüdof kendisi için söylenmesi en güç olanı
bir an önce
söyleyip bitirmek amacıyla acele ediyordu, onun için böylesine açık, kesin konuşmuştu. Yüzü kızararak:
— Bu konuda yapılacak bütün masrafları, sizin ücretinizi —ne kadar olursa olsun— ben üzerime
alıyorum, dedi.
Avukat, genç adamın bu işlerdeki tecrübesizliğine hoşgörüyle gülümseyerek:
— Bunları sonra konuşuruz,.dedi. Konu nedir?
— 111 —
Nehlüdof anlattı.
—- Pekâlâ, yarın dâva dosyasını alır incelerim. Yarın, hayır perşembe günü akşam saat altıda gelin bana,
cevabımı bildiririm size. Oldu mu? Şimdi gidelim, bazı işlerim var.
Nehlüdof, allahaısmarladık, deyip çıktı.
Avukatla konuşması, Maslova'yı kurtarmak için gerekeni yaptığı düşüncesi daha da rahatlatmıştı içini
şimdi. Dışarı çıktı. Cıvıl cıvıldı doğa, ilkbahar havasını neşeyle çekti ciğerlerine. Arabacılar buyur ettiler
onu arabalarına, binmedi, yürüdü. Bir anda sürüyle düşünce, Katyuşa'nın, ona yaptığının anısı doldurdu
kafasının içini, hepsi birden dönmeye başladı. Keyfi kaçtı gene, bir keder kapladı ruhunu. Neyse, sonra
düşünürüm bunları, dedi kendi kendine, bunca sıkıntıdan sonra eğlenmeliyim şimdi biraz.
Korçagm'lerin vereceği akşam yemeğini hatırladı, saatine baktı. Geç değildi henüz, yetişebilirdi yemeğe.
Atlı bir tramvay geçiyordu, koşup atladı ona. Alanda indi, iyi bir arabaya bindi, on dakika sonra
Korçagin'lerin konağının önündeydi.
XXV!
Korçagin'lerin şişko, cana yakın kapıcısı İngiliz menteşeler üzerinde sessizce açılan meşe oymalı ağır
kapıyı açarak:
— Buyrun efendim, dedi, sizi bekliyorlar. Masaya oturdular, gelince doğru yemek salonuna almamızı
buydular sizi.
Kapıcı merdivene yaklaşıp, yukardaki çıngırağın ipini çekti. Nehlüdof paltosunu çıkarırken:
— Kimse var mı? diye sordu.
- Bay Kolosof'la Mihail Sergeyeviç, dedi kapıcı, yabancı yok.
Merdivenin başından fraklı, beyaz eldivenli, yakışıklı bir uşak baktı.
— Buyrun efendim, diye seslendi. Yemek salonunda bekliyorlar sizi.— 112 —
Nehlüdof merdiveni çıktı, tanıdık geniş, son derece güzel döşeli salondan yemek salonuna geçti.
Odasından hiç çıkmayan anne, prenses Sofiya Vasilyevna dışında herkes masadaydı. Baş köşede yaşlı
Korçagin oturuyordu. Solunda doktor, sağında bö!-'ge soylularının eski başkanı, şimdi banka yönetim
kurulu üyesi, Korçagin'in özgür düşünceli arkadaşı İvan İvanoviç Kolosof vardı. Doktorun yanında Missi'nin
küçük kız kardeşinin müreb-biyesi miss Reder, onun yanında da dört yaşındaki küçük kız oturuyordu.
Karşıda, sağ yanda Korçagin'lerin tek erkek çocuğu, lise altıncı sınıf öğrencisi Petya vardı —yakında
sınavlara girecekti, bütün aile onun için kentte kalmıştı— onun solunda üniversite öğrencisi, öğretmeni,
daha sonra da kırk yaşında hâlâ evlenmemiş bir Slavyanist olan Katerina Alekseyevna oturuyordu,
karşısında da Missi'nin dayı oğlu Mihail Sergeyeviç ya da küçük adıyla Misa Teleğin vardı; masanın kapı
yanındaki ucunda Missi oturuyordu, yanında da servisi yapılmış bir kişilik boş yer vardı.
Takma dişleriyle ağzındakini güçlükle çiğneyen yaşlı Korçagin göz kapakları gözükmeyen kanlı gözlerini
Nehlüdof'a kaldırarak:
— Oo, hoş geldiniz, buyrun, dedi. Biz de balığa yeni başladık daha.
Ağzı dolu, Missi'nin yanındaki boş servisi iri yarı, şişman büfeciye göstererek:
— Stepan, diye ekledi.
Gerçi uzun zamandan beri tanırdı yaşlı Korçagin'i Nehlü-dof, akşam yemeklerinde de bir çok kereler
görmüştü onu, ama bu kırmızı yüzü, yeleğin yakasına sıkıştırılmış peçetenin, üzerindeki iştahla parlayan
dudakları, kalın enseyi, en çok da bu besili general bedenini nedense pek yadırgamıştı o anda. Nehlüdof
bu adamın bölge komutanıyken —oysa varlıklı, tanınmış bir kimseydi, çalışmaya hiç de ihtiyacı yoktu—
Tanrı bilir niçin insanları kırbaçlattığını, hattâ astırdığını hatırladı elinde atmadan.
Stepan gümüş vazolar dizili büfeden kepçeyi alırken:
— Hemen yapıyorlar servisi, efendim, dedi.
— 113 —
Missi'nin yanındaki, kolalı peçetesi aile adı işli köşesi üste gelecek biçimde ustalıkla katlanmış servisle
hemen ilgilenen, favorili, yakışıklı garsona başıyla işaret etti.
Nehlüdof herkesin elini sıkarak dolandı masayı. Yaşlı Kor-çagin'ie kadınlardan başka herkes ayağa
kalkmıştı onunla toka-laşırken. Bu masayı dolanış, herkesin elini sıkış —çoğuyla hiç konuşmadığı halde—
pek çirkin, gülünç gelmişti ona şimdi. Geç kaldığı için özür diledikten sonra Missi'yle Katerina Alekseyevna
arasındaki boş yere oturmaya hazırlanıyordu ki, yaşlı Korçagin, votka içmese bile masanın ortalarında bir
yere, yengeçlere, havyara, peynirlere, balığa yakın oturmasını söyledi. Nehlüdof pek aç olduğunu
sanmıyordu, ama ağzına bir lokma ekmekle peynir atınca tutamadı kendini artık, çabuk çabuk yemeye
başladı.
Kolosof, jürili mahkemelere karşı duran gerici bir gazetenin deyimini olduğu gibi kullanarak şakacı:
— Ne o, gerçeği ortaya çıkardınız mı bakalım? dedi. Suçluyu suçsuzu ayırdınız mı?
Özgür düşünceli arkadaşının zekâsına da, bilgisine de sınırsız bir güveni olan Prens gülümseyerek:
— Gerçeği ortaya çıkardınız... gerçeği ortaya çıkardınız... diye tekrar etti.
Nehlüdof kabalığı bile göze alarak cevap vermedi. Kolosof-un sorusuna, önüne konan sıcak çorbaya
çalakaşık girişti. Missi gülümseyerek:
— Rahat bırakın onu da yemeğini yesin, dedi.
Onu demekle Nehlüdof'a olan yakınlığını hatırlatmak istiyordu sanki.
Kolosof jürili mahkemeleri kötüleyen gazete yazısından söz etmeye başlamıştı heyecanlı heyecanlı. Çok
canını sıkmıştı bu yazı. Mihail Sergeyeviç de doğruluyordu onu. O da aynı gazetenin bir başka yazısını
anlattı.
Missi her zamanki gibi çok distisıguee '] hoş, giyimliydi.
)
Gözkamaştırıcı (Fransızca).
Diriliş — F: 8— 114 —
Missi, Nehlüdof'un ağzındakini çiğneyip yutmasını bekiedik-ten sonra:
- Çok yoruldunuz galiba, dedi, acıkmışsınız da.
- Pek o kadar değil. Ya siz? Tablolara bakmaya gittiniz mi?
— Gitmedik, başka zaman gideceğiz. Salamatof larda lawn tennis (') teydik. Mister Kruks gerçekten de
çok güzel oynuyor.
Nehlüdof buraya kafasının içindekileri unutmak için gelmişti. Bu evde her zaman daha bir rahat hissederdi
kendini; duygularına iyi etki eden zengin döşenişi değildi bunun nedeni yalnızca, çevresini hiç belli
etmeden kuşatan o yakın ilgi de pek hoşuna gidiyordu. Oysa, şaşılası durumdu, bu evdeki her şeyden
—kapıcıdan geniş merdivene, çiçeklerden garsonlara, masanın hazırlanışına kadar her
şeyden—tiksiniyordu şimdi. Missf yi bile güzel, içten bulmuyordu. Kolosof'un o kibirli konuşmasından da,
yaşlı Korçagin'in kalın, her halinden kendine aşırı güven okunan, duyarlı bedeninden de, slavyanist
Katerina Alekse-yevna'mn Fransızca söylediği cümlelerden de, mürebbiyeyle, üniversite öğrencisi
öğretmenin mahcup yüzlerinden de, hele hele kendisi için söylenen onu zamirinden nefret ediyordu...
Nehlüdof, Missi'ye karşı iki çeşit davranış arasında bocalardı daima: Bazan sanki gözlerini kısarak ya da
ay ışığında gibi her şeyin en iyisini görürdü onda; hem gencecik, hem güzel, hem zeki, hem de içten
bulurdu onu... Kimi zamansa parlak güneş ışığı altında eksik yanları batardı gözüne. Şimdi gene parlak
güneş vardı. Yüzündeki bütün kırışıklıkları görüyordu şimdi, saçlarını nasıl kabarttığını biliyordu,
dirseklerinin sivriliği, en önemlisi de, babasınınkini andıran başparmağının tırnağının yassılığr kaçmıyordu
gözünden.
Kolosof tenis üzerine:
— Son derece can sıkıcı bir oyun, dedi, çocukluğumuzda oynadığımız çelik çomak bile bundan çok
daha eğlenceliydi.
Missi itiraz etti:
— Hayır, oynamamışsınız hiç. Son derece güzel bir oyundur tenis.
(1) Tenis oyunu (İngilizce).
— 115 —
Missi'nin son derece deyişi pek bir yapmacık gelmişti Nehlüdof'a.
Mihail Sergeyeviç'le Katerina Alekseyevna'nın da katıldığı bir tartışma başladı. Yalnız mürebbiye,
öğretmen, bir de çocuklar susuyordu; sıkıldıkları belliydi.
Yaşlı Korçagin peçeteyi yakasından çıkarıp, sandalyesini gürültüyle geri itti —garson hemen kapmıştı
onu— ayağa kalkarken kahkahalarla gülerek:
— Durmadan tartışırsınız siz de! dedi.
Onun arkasından ötekiler de kalktılar; misk gibi kokulu ılık su dolu ibriklerin bulunduğu alçak masaya
gittiler, ellerini yıkar, ağızlarını çalkalarlarken bir yandan da hiç kimsenin önemsemediği, ilgilenmediği
tartışmaya devam ediyorlardı.
Missi, insanların kişiliklerinin en iyi oyunda belli olduğu üzerine söylediğini onaylaması isteğiyle Nehlüdof'a
döndü:
— Öyle değil mi?
Genç adamı pek durgun, canı sıkkın görüyordu bu akşam, ne düşündüğünü merak ediyordu.
— Doğrusu bilmiyorum, dedi Nehlüdof, hiç düşünmedim bunu.
Missi:
—; Annemin yanına gidelim mi? diye sordu.
Nehlüdof bir sigara çıkararak:
— Gidelim, dedi.
Oysa ses tonundan oraya gitmeyi istemediği belliydi.
Missi bir şey söylemeden, soru dolu bakışlarını gözlerinin içine dikti. Nehlüdof'a dokundu onun bu bakışı.
Amma da can sıkıcı bir insan oldum ben de diye geçirdi içinden; elinden geldiğince, gülümsemeye
çalışarak, Prenses kabul ederse seve seve gideceğini söyledi.
— Elbette, elbette, çok sevinecek annem sizi gördüğüne. Orada da içebilirsiniz sigaranızı, îvan İvanoviç
de orada.
Prenses Sofiya V.asilyevna yatalaktı. Sekiz yıldır hiç dışarı çıkmaz; yalnız —kendi deyimiyle— dostlarını
yani bir şeyle-riyle toplumdan ayrı olan tanıdıklarını kabul eder; onlarla dan-116
tellerin, kordelâların, kadifelerin, altın kaplama, fildişi, tunç, cilâlı eşyalar, çiçekler arasında görüşür,
konuşurdu. Nehlüdof da bu dostlardan biri olmuştu, çünkü kafası çalışan bir genç sayılıyordu, annesi de
ailenin yakın dostuydu, sonra Missi'yle evlen-se çok iyi olurdu.
Sofiya Vasilyevna'nın odası büyük ve küçük konuk salonlarının ötesindeydi. Büyük konuk salonundan
geçerlerken önde giden Missi birden durdu, altın kaplı bir sandalyenin arkalığına tutunarak Nehlüdof'un
yüzüne baktı.
Evlenmeyi çok istiyordu Missi. Nehlüdof da bulunmaz bir kısmetti onun için. Üstelik hoşlanıyordu genç
adamdan; Nehlü-dof'un onun olacağı düşüncesine iyice alıştırmıştı kendini (o Nehlüdof'un değil de,
Nehlüdof onun olacaktı.) Ruhsal bakımdan tam sağlıklı olmayan insanlarda görülen o bilinçsiz, ama inatçı
kurnazlıkla amacına adım adım yaklaşıyordu. Şimdi de Nehlüdof'u duygularını açığa vurmak zorunda
bırakmak için konuşmaya başlamıştı onunla.
- Farkındayım, bir şey geçmiş başınızdan, dedi. Neyiniz var?
Nehlüdof mahkemedeki rastlantıyı hatırladı, yüzünü buruşturdu, kızardı. İçten olmaya çalışarak:
— Evet, geçti, dedi, hem de tuhaf, olağanüstü, çok önemli bir şey.
— Ne oldu? Anlatamaz mısınız?
— Şimdi anlatamam, elimde değil. İzninizle anlatmayayım. Hâlâ kendimi toparlayabilmiş değilim.
Böyle söylerken daha da kızarmıştı Nehlüdof.
— Bana da söylemeyecek misiniz?
Missi'nin yüzünde bir kas çekildi, arkalığını tuttuğu sandalyeyi hafifçe oynattı yerinden. Nehlüdof:
— Hayır, dedi, söylemeyeceğim.
Bu cevabi verirken kendi kendine de başından geçen olayın gerçekten çok önemli olduğunu itiraf ettiğini
hissetmişti.
— Öyleyse gidelim.
Missi, gereksiz düşünceleri içinden atmak istiyormuş gibi
- 117 —
salladı başını, her zamankinden daha bir çabuk adımlarla yürüdü. Genç kızın ağlamamak için dudaklarını
ısırdığı kaçmamıştı Nehlüdof'un gözünden. Onu üzdüğü için kendi kendinden utandı, yüreği sızladı; ama
en küçük bir zayıflığın onu mahvedeceğini, yani onu bağlayacağını biliyordu. Oysa en çok korktuğu buydu
şimdi; hiç bir şey söylemeden Prensesin odasına kadar arkasından yürüdü.
XXVII
Prenses Sofiya Vasilyevna çok hafif, ama besleyici yemeğini yeni bitirmişti. Daima yalnız yerdi yemeğini, o
durumda kimsenin onu görmesini istemezdi. Yatar koltuğunun yanıbaşın-da, üzerinde kahve olan küçük
bir masa vardı; sigarasını içiyordu. Prenses Sofiya Vasiyevna zayıf, uzun boylu, esmer bir kadındı, hâlâ
genç sanırdı kendini; .uzun dişleri, siyah iri gözleri vardı.
Doktoruyla arasında olan ilişkiler üzerine kötü söylentiler çıkmıştı. Nehlüdof eskiden önemsemezdi bunu,
bir an aklına gelse bile hemen unuturdu; ama şimdi yalnızca hatırlamakla kalmamış, doktoru, pırıl pırıl
parlayan enli sakalıyla koltuğunun yanında ayakta görünce tiksinmişti bile.
Sofiya Vasilyevna'nın yanında alçak, yumuşak bir koltukta Kolosof oturuyor, kahveyi karıştırıyordu. Küçük
masanın üzerinde bir kadeh de likör vardı.
Missi, Nehlüdof'la girdi annesinin yanma, ama kalmadı orada.
Aralarında hiç bir şey geçmemiş gibi neşeyle gülümseyerek Kolosof'ia Nehlüdof'a:
— Annem yorulup da sizleri kovunca benim odama gelin, dedi.
Kalın halı üzerinde sessizce yürüyerek çıktı odadan.
Sofiya Vasilyevna, takma oldukları hiç belli olmayan güze!, uzun dişlerini gösteren, içtene pek
benzemeyen o yapmacık gülümsemeyle:118
— Hoş geldiniz dostum, dedi, oturun da anlatın bakalım. Mahkemeden canınız pek sıkkın döndüğünüzü
söylüyorlar.
Fransızca ekledi:
— Duygulu bir insan için çok ağır bir görevdir bu bence,
— Evet, dedi Nehlüdof, ikide bir insanın aklına kendi... başkalarını yargılamaya hakkınız
olmadığını
hissediyorsunuz sık sık...
Sofiya Vasilyevna, Nehlüdof'un sözlerinin doğruluğu onu şaşırtmış gibi:
— Comme c'est vrai! O diye haykırdı.
Karşısındakini pohpohlamayı her zaman çok iyi becerirdi.
— Tablonuzdan ne haber? diye ekledi, inanın öyle merak ediyorum ki onu. Hasta olmasam çoktan
gelmiştim size.
Nehlüdof soğukça:
— Tamamen bıraktım onu artık, dedi.
Kadının genç gözükme çabası gibi ilgisinin yapmacıklığı da pek açık seçikti onun için bu akşam. Kibar
olmaya çalışıyordu, ama beceremiyordu bunu bir türlü, her şeyden iğreniyordu.
Sofiya Vasilyevna, Kolosof'a döndü:
— Yazık! dedi. Biliyor musunuz, Repin onda büyük bir resim yeteneğinin olduğunu söylemişti bana.
Nehlüdof yüzünü buruşturarak, Nasıl da yalan söylüyor, diye geçirdi içinden, yüzü de kızarmıyor.
Sofiya Vasilyevna, Nehlüdof'un keyifsiz olduğunu, onunla güzel güzel konuşamayacağını anlayınca
Kolosof'a yeni sahneye konan dram üzerine ne düşündüğünü sordu. Öyle bir soruştu ki bu, Kolosof'un
cevabı her türlü kuşkuyu ortadan kaldıracaktı sanki, ağzından çıkacak her sözcük bir daha
unutulmayacaktı. Kolosof kötüledi dramı, bu fırsattan yararlanarak sanat üzerine düşüncelerini de söyledi.
Sofiya Vasilyevna'yı şaşırtmıştı düşüncelerinin doğruluğu, dramın yazarını savunmak istedi birkaç kere,
ama bir türlü başaramadı bunu. Nehlüdof onlara bakıyor, dinliyordu, ama gördüğü, duyduğu şeyler
başkaydı.
{')
Ne kadar da doğru! (Fransîzca).
— 119 —
Kâh Sofiya Vasilyevna'yı, kâh Kolosof'u dinlerken Nehlüdof, Sofiya Vasilyevna'nın da Kolosof'un da
dramla hiç mi hiç ilgi lenmediklerini, birbirlerinin düşüncesini de umursamadıklarını, konuşmalarının tek
nedeninin, yemekten sonra dil ve gırtlak kaslarının hareketine duyulan bedensel gereksinmeyi gidermek
olduğunu düşünüyordu. Sonra Kolosof'un, içtiği şarabın, likörün etkisiyle hafif sarhoş olduğu inanandaydı
— ama seyrek içen köylülerinki gibi değil de, içkiyi alışkanlık haline getiren insanlarınki gibi bir sarhoşluktu
bu. — Sallanmıyordu, saçmalamıyordu da, ama çok keyifliydi. Sofiya Vasilyevna'nın konuşurken arada bir
endişeyle pencereye, batmak üzere olan güneşin ona kadar uzanan, yaşlılığını gereğinden çok ortaya
çıkarabilecek yatay ışınlarının odaya dolduğu pencereye baktığı da kaçmiyordu Nehlüdof'un gözünden.
Sofiya Vasilyevna Kolosof'un bir sözüne,
— Çok doğru, dedi.
Sonra yatar koltuğunun kenarındaki düğmeye bastı.
O arada doktor kalktı, aileden bir kimseymiş gibi hiç bir şey söylemeden çıktı odadan. Sofiya Vasilyevna
kapıdan çıkıncaya kadar gözlerini ayırmamıştı ondan, bir yandan da konuşmasına devam ediyordu. Zil
sesine gelen yakışıklı uşağa baki-şsyla pencereyi göstererek,
— Şu perdeyi kapar mısın Flipp, dedi.
Perdeyi indiren uşağın hareketlerini siyah gözlerinin tekiy-le öfkeli öfkeli izlerken,
— Hayır, diyordu, ne derseniz deyin, mistisizm vardır onda, mistisizmsiz şiir olmaz zaten.
Acı acı gülümsedi, perdeyi düzelten uşaktan gözünü ayırmadan:
— Şiirsiz mistisizm kör inançtır, diye devam etti, mistisizmsiz şiir de düz yazı... Flipp, onu değil, şunu
büyük pencereninki-ni indirecektin.
Uşağa seslenmek için harcamak zorunda kaldığı güce açıyormuş gibi bir öfke vardı Sofiya Vasilyevna'nın
sesinde; bu öfkesini yatıştırmak amacıyla, kokulu sigarasını yüzük dolu eliyle ağzına götürdü hemen,
— 120 —
Geniş omuzlu, atletik bedenli, yakışıklı Flipp özür diler gibi öne eğildi; sonra güçlü, adaleli bacaklarıyla
halının üzerinde yavaşça yürüyerek saygıyla, sessizce öteki pencereye gitti; sık sık dönüp Prensese
bakarak perdeyi, ona bir ışık düşmeyecek biçimde kapamaya koyuldu. Ama isteneni gene yapmadığı için
sabn tükenen Sofiya Vasilyevna mistisizm üzerine konuşmasını keserek anlayışsız, onu acımasızca üzen
Flipp'i uyarmak zorunda kalmıştı. Flipp'in gözlerinde bir an bir ışık parladı.
Bu oyunu izleyen Nehlüdof Adam, hay Allah belânı versin emi? Ne istediğini kendin de bilmiyorsun, diye
geçirdi içinden, besbelli diye düşündü. Ama yakışıklı, güçlü kuvvetli Flipp can sıkıntısını hemen gizlemiş;
hastalıklı, bitkin, her şeyi yapmacık prenses Sofiya Vasİlyevna'nın söylediğini sakin sakin yapmaya
başlamıştı.
Kolosof alçak koltuğa iyice yayılıp, uykulu gözlerle prenses Sofiya Vasilyevna'ya bakarak,
- Darvin'in söylediklerinde de büyük ölçüde gerçek payı vardır elbette, diyordu, ama fazla ileri gitmiyor da
değil hani. Öyle.
Prenses Sofiya Vasilyevna Nehlüdof'a,
— İrsiyete siz de inanıyor musunuz? diye sordu.
Genç adamın sessizliği canını sıkmaya başlamıştı artık. Nehlüdof:
— İrsiyete mi? dedi. Hayır, inanmıyorum.
Nedense aklına gelen tuhaf hayallerle uğraşıyordu o anda. Bir model olarak düşündüğü enine boyuna,
yakışıklı Flipp'in yanına Kolosof'u çırılçıplak koyuyordu hayalinde; karpuzu andıran göbeğiyle, cascavlak
kafasıyla, çıta gibi ince kollarıyla pek garip duruyordu Flipp'in yanında. Sofiya Vasilyevna'nın ipeklerle,
kadifelerle örtülü omuzlarının gerçekte nasıl olabilecekleri de belli belirsiz canlanıyordu hayalinde, ama bu
çok korkunç bir hayaldi, hemen kovmuştu onu.
Sofîya Vasilyevna yukardan aşağı şöyle bir süzdü Nehlü-dof'u.
— Sahi, Missi bekliyor sizi, dedi. Gitsenize. Şurnan'dan ye— 121 —
ni bir parça çalmak istiyordu size... Çok hoş bir parçaydı.
Nehlüdof kalktı, Sofiya Vasİlyevna'nın yüzüklerle kaplı ince, kemikli elini sıkarken, Her zamanki gibi yalan
söylüyor, diye geçirdi içinden.
Konuk salonunda Katerina Alekseyevna çıktı karşısına, hemen konuşmaya başladı:
- Görüyorum ki jüri üyeliği görevi canınızı sıkıyor, dedi. Her zaman olduğu gibi Fransızca konuşuyordu
gene.
- Bağışlayın beni, dedi Nehlüdof, bu akşam pek keyifsizim, başkalarını da üzmeye hakkım yok.
— Sebep ne keyifsiz olmanıza? Nehlüdof şapkasını ararken,
— İzninizle söylemeyeyim, dedi.
— Hatırlıyor musunuz, bir zamanlar gerçeği daima ortaya koymanın gerektiğini söylerdiniz bize; öylesine
yaman gerçekleri anlatırdınız ki! Şimdi niçin anlatmak istemiyorsunuz?
Katerina Alekseyevna, yanlarına gelen Missi'ye döndü:
— Hatırlıyor musun Missi? Nehlüdof ciddi:
— Çünkü oyundu o zaman yaptığımız, diye cevap verdi. Oyunda olabilir. Gerçekteyse biz, yani ben
öylesine iğrenç bir yaratığım ki, gerçeği dünyada söylemem.
Katerina Alekseyevna Nehlüdof'un son derece ciddî olduğunu farketmemiş gibi, sözcüklerin üzerinde
durarak:
— Hadi düzeltmeye çalışmayın ağzınızdan ilk çıkanı da, niçin iğrenç yaratıklarmışız, onu söyleyin, dedi.
Missi:
— İnsanın kendi kendine keyifsiz olduğunu söylemesinden daha kötü bir şey yoktur, diye karıştı söze.
Ben hiç bir zaman söylemem, onun için de daima keyfîm yerindedir, neşeliyimdir. Hadi benim odama
gidelim. Sizin mauvaise humeur (1) dağıtmaya çalışacağız.
Bir atın, ona gem vuracakları, arabaya koşmaya götürecekleri zaman okşanınca duyması gereken
duyguya benzer bir duy(')
Can sıkıntısı (Fransızca)— 120 —
Geniş omuzlu, atletik bedenli, yakışıklı Fiipp özür diler gibi öne eğildi; sonra güçlü, adaleli bacaklarıyla
halının üzerinde yavaşça yürüyerek saygıyla, sessizce öteki pencereye gitti; sık sık dönüp Prensese
bakarak perdeyi, ona bir ışık düşmeyecek biçimde kapamaya koyuldu. Ama isteneni gene yapmadığı için
sabn tükenen Sofiya Vasilyevna mistisizm üzerine konuşmasını keserek anlayışsız, onu acımasızca üzen
Fiipp'i uyarmak zorunda kalmıştı. Flipp'in gözlerinde bir an bir ışık parladı.
Bu oyunu izleyen Nehlüdof Adam, hay Allah belânı versin erni? Ne istediğini kendin de bilmiyorsun, diye
geçirdi içinden, besbelli diye düşündü. Ama yakışıklı, güçlü kuvvetli Flipp can sıkıntısını hemen gizlemiş;
hastalıklı, bitkin, her şeyi yapmacık prenses Sofiya Vasilyevna'nın söylediğini sakin sakin yapmaya
başlamıştı.
Kolosof alçak koltuğa iyice yayılıp, uykulu gözlerle prenses Sofiya Vasilyevna'ya bakarak,
— Darvin'in söylediklerinde de büyük ölçüde gerçek payı vardır elbette, diyordu, ama fazla ileri gitmiyor
da değil hani. Öyle.
Prenses Sofiya Vasilyevna Nehlüdof'a,
— İrsiyete siz de inanıyor musunuz? diye sordu.
Genç adamın sessizliği canını sıkmaya başlamıştı artık. Nehlüdof:
— İrsiyete mi? dedi. Hayır, inanmıyorum.
Nedense aklına gelen tuhaf hayallerle uğraşıyordu o anda. Bir model olarak düşündüğü enine boyuna,
yakışıklı Flipp'in yanma Kolosof'u çırılçıplak koyuyordu hayalinde; karpuzu andıran göbeğiyle, cascavlak
kafasıyla, çıta gibi ince kollarıyla pek garip duruyordu Flipp'in yanında. Sofiya Vasilyevna'nın ipeklerle,
kadifelerle örtülü omuzlarının gerçekte nasıl olabilecekleri de belli belirsiz canlanıyordu hayalinde, ama bu
çok korkunç bîr hayaldi, hemen kovmuştu onu.
Sofiya Vasilyevna yukardan aşağı şöyle bir süzdü Nehlü-dof'u.
— Sahi, Missi bekliyor sizi, dedi. Gitsenize. Şuman'dan ye— 121 —
ni bir parça çalmak istiyordu size... Çok hoş bir parçaydı.
Nehlüdof kalktı, Sofiya Vasilyevna'nın yüzüklerle kaplı ince, kemikli elini sıkarken, Her zamanki gibi yalan
söylüyor, diye geçirdi içinden.
Konuk salonunda Katerina Alekseyevna çıktı karşısına, hemen konuşmaya başladı:
- Görüyorum ki jüri üyeliği görevi canınızı sıkıyor, dedi. Her zaman olduğu gibi Fransızca konuşuyordu
gene.
- Bağışlayın beni, dedi Nehlüdof, bu akşam pek keyifsizim, başkalarını da üzmeye hakkım yok.
— Sebep ne keyifsiz olmanıza? Nehlüdof şapkasını ararken,
— İzninizle söylemeyeyim, dedi.
- Hatırlıyor musunuz, bir zamanlar gerçeği daima ortaya koymanın gerektiğini söylerdiniz bize; öylesine
yaman gerçekleri anlatırdınız ki! Şimdi niçin anlatmak istemiyorsunuz?
Katerina Alekseyevna, yanlarına gelen Missi'ye döndü:
— Hatırlıyor musun Missi? Nehlüdof ciddi:
— Çünkü oyundu o zaman yaptığımız, diye cevap verdi. Oyunda olabilir. Gerçekteyse biz, yani ben
öylesine iğrenç bir yaratığım ki, gerçeği dünyada söylemem.
Katerina Alekseyevna Nehlüdofun son derece ciddî olduğunu farketmemiş gibi, sözcüklerin üzerinde
durarak:
— Hadi düzeltmeye çalışmayın ağzınızdan ilk çıkanı da, niçin iğrenç yaratıklarmışız, onu söyleyin, dedi.
Missi:
— İnsanın kendi kendine keyifsiz olduğunu söylemesinden daha kötü bir şey yoktur, diye karıştı söze.
Ben hiç bir zaman söylemem, onun için de daima keyfim yerindedir, neşeliyimdir. Hadi benim odama
gidelim. Sizin mauvaise humeur (1) dağıtmaya çalışacağız.
Bir atın, ona gem vuracakları, arabaya koşmaya götürecekleri zaman okşanınca duyması gereken
duyguya benzer bir duy(')
Can sıkıntısı (Fransızca)— 124 —
sü açık bir giysi vardı üstünde. Göğsü, iki göğüs arasındaki çukuru, gözkamaştırıcı güzel omuzları, boynu
yaparken ressamın büyük bir titizlikle çalıştığı belliydi. Utanç verici, çirkin bir şeydi bu. Annesinin resimde
yarı çıplak bir dilber olarak gözükmesinde insana tiksinti verici, saygısızca bir şey vardı. Üç ay önce aynı
kadının gene bu odada mumya gibi kupkuru yattığını, ölüm döşeğindeyken bile odanın, evin her köşesine
sinmiş, hâlâ çıkmayan o ağır kokuyu süründüğünü hatırlayınca daha da tiksindi. O kokuyu duyar gibi oldu
gene. Ölümünden bir gün önce annesinin kemikli, kararmaya yüz tutmuş eliyle onun beyaz, güçlü elini
tuttuğunu, gözlerinin içine bakarak Sana karşi görevlerimi tam olarak yapamadıysam bağışla benî Mitya
dediğini hatırladı. Bembeyaz omuzlarıyla, kollarıyla, mağrur gü-lümsemesiyle göz kamaştıran yarı çıplak
kadın bir kere daha bakıp, Ne iğrenç! diye geçirdi içinden. Bu göğüslerin çıplaklığı, o günlerde gördüğü
gene çıplak, genç bir kadını hatırlatmıştı ona. Missi'ydi bu. Ona baloya gittiği giysiyle görünmek için bir
bahane bulup odasına çağırmıştı onu. Genç kızın güzei omuzlarını, kollarını tiksintiyle hatırladı. Geçmişte
bel esprit' iyle ('} anne... İğrenç, utanç verici şeylerdi bunlar. Çirkin ve yüz kızartıcı...
Hayır, hayır, diye düşünüyordu, kurtulmalıyım; Korçagin' lerle de, Mariya Vasilyevna'yla da, irsiyetle de,
her şeyle olan bu yalancı ilişkilerimin tümünden kurtulmalıyım... Evet, daha bir özgür soluk almalı. Yurt
dışına, Roma'ya gidip resim yapsam... —Resim yeteneğinden yoksun olduğu kuşkusunu hatırladı—.
Olsun varsın, biraz hava alırım hiç olmazsa. Önce İstanbul'a, sonra Roma'ya giderim; yeter ki bir an önce
uzaklaşayım jüri üyeliğinden. O işi de avukatla yoluna koyarım.
O anda ansızın olağanüstü bir canlılıkla siyah, şehlâ gözlü bir cezalı kadın canlandı hayalinde. Suçsuzum
ben, suçsuzum!' diyerek ağlıyordu. Bu hayali kovmaya çalışarak, bitmek üzere olan sigarasını küllüğe
bastırdı, yenisini yakıp odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Maslova'yla arasında ge(')
İnce zekâ (Fransızca)
— 125 —çenler birbiri ardından canlanıyordu hayalinde. Onunla son görüşmelerini, o anda bütün benliğini saran o
bedensel tutkuyu, istediğini elde ettikten sonra uğradığı hayal kırıklığını hatırladı. Beyaz giysi, mavi
kordelâ, sabah ayini geldi gözlerinin önüne. Gerçekten seviyordum onu o gece, içten, temiz bir sevgiyle
seviyordum, daha önce de, halalarımın yanına ilk gittiğimde, yapıtım üzerinde çalışırken de seviyordum!
Kendini o zamanki haliyle düşündü. Hayat dolu o gençliğin, çocukluğun kokusunu duydu, bir hüzün çöktü
içine.
O zamanki Nehlüdof'la şimdiki arasında çok fark vardı: Bu fark, kilisedeki Katyuşa'yla bugün yargıladıkları,
tüccarla içki âlemi yapan sokak kadını arasındaki farktan çok değilse, az da değildi. O zamanlar önünde
sınırsız olanaklar açık, özgür, gözü-pek bir gençti; oysa şimdi boş, gayesiz, anlamsız bir hayatın ağına
dolaşmış hissediyordu kendini; kurtuluş umudu yoktu bu ağdan, kurtulmak da istemiyordu zaten. Bir
zamanlar dürüstlüğüyle nasıl gurur duyduğunu, daima doğruyu söylemeyi kendine bir ilke seçtiğini,
gerçekten de hiç yalan söylemediğini hatırladı. Şimdi yalan sarmıştı her yanını; çevresindekilerin gerçek
saydığı, en korkunç bir yalan. Bu yalandan bir kurtuluş yolu da yoktu, hiç değilse o görmüyordu böyle bir
olanak. İyice batmıştı içine, alışmıştı da ona, rahattı.
Mariya Vasilyevna'yla, kocasıyla ilişkisini sonra adamcağızın, çocuklarının yüzüne bakmaktan
utanmayacak biçimde nasıl koparabilecekti? Yalan söylemeden nasıl ayrılacak Missi' den? Bir yandan
toprak mülkiyetinin haksızlık olduğuna inanırken, öte yandan, annesinden ona kalan mülkün üzerine
oturmakla içine düştüğü çelişmeden nasıl sıyrılacaktı? Katyuşa'ya karşı işlediği günahı nasıl
bağışlatacaktı? Böyle bırakamazdı bunu. Bir zamanlar sevdiğim kadını silkip atamam; avukata para verip
onu haketmediği kürek cezasından kurtarmakla yetinemem; o zaman yaptığım gibi, suçumu parayla
bağışlatma yolunu tuta-raam.
Koridorda Katyuşa'nın arkasından koşup, koynuna parayı soktuktan sonra kaçışını hatırladı. O zaman
duyduğu dehşeti, tiksintiyi gene duyarak Ah o para! diye geçirdi içinden, Ah, ah!
— 126 —
127 —
ne iğrenç bir şey! — o zamanki gibi sesini yükselterek mınldan-mıştı bunu gene — Rezil, aşağılık bir insan
yapabilirdi bunu ancak! — Yüksek sesle konuşmaya başlamıştı. — O rezil aşağılık adam benim işte! —
Birden durdu. — Acaba gerçekten aşağılık bir insan mıyım ben? — Kendi kendine cevap verdi, — Elbette
aşağılık bir insanım. Yalnız o kadar olsa iyi. Mariya Vasilyev-na'yla kocasına karşı davranışların alçaklık
değil de nedir? Ya rna! konusundaki tutumun? Para annenden kaldı bahanesiyle, yasa dışı saydığın bir
zenginlikten yararlanmak... Bu başıboş, iğrenç yaşayışın... Katyuşa'ya yaptığın da hepsinin tuzu biberi.
Aşağılık herif, rezil! Başkaları varsın istediklerini düşünsünler benim için, aldatabilirim onları, ama kendimi
aldatamam.
Son günlerde insanlara, özellikle bu akşam Prense, Sofiya Vasilyevna'ya Missi'ye, Korney'e duyduğu
tiksintinin, aslında kendi kendine duyduğu tiksinti olduğunu sezinledi ansızın. Şaşılacak şeydi: kendi
alçaklığını kabul edişten doğan bir duyguda insana acıyla beraber haz da rahatlık da veren bir şey vardı.
Nehlüdof'un ruh temizleme dediği şey ilk kez gelmiyordu başına. Ruh temizleme diye, uzun bir aradan
sonra iç yaşayışının yavaşladığını, hatta bazan durduğunu sezinleyerek .ruhunda birikip bu duraklamaya
sebep olan tortuyu, pisliği atma işlemine, bu ruhsal duruma derdi.
Bu çeşit uyanmalardan sonra yaşayışına bir daha hiç ayrılmamaya kararlı olduğu bir yön verirdi Nehlüdof;
günlük tutmaya başlardı. Ömrünün sonuna kadar süreceğini umduğu yepyeni bir hayat olurdu bu. Ama
dünya nimetleri her keresinde avlardı onu, kendi de farkında olmadan, gene düşerdi, hem bir öncekinden
daha kötü bir düşüş olurdu bu.
Birkaç kere temizlemişti ruhunu böyle. İlk kez, yaz tatiline köye, halalarının yanma geldiği zaman olmuştu.
.Heyecanlı, coşkun bir uyanıştı bu. Etkisi de hayli uzun sürdü. Sivil görevi bırakıp, savaş zamanı askerliğe
girmesinin nedeni de gene böyle bir uyanıştı; ölmek istemişti. Ne var ki askerlikte tortulanma çok çabuk
oldu. Bunu bir başka uyanış izledi, istifasını verip Avrupa'ya gitti, resim yapmaya başladı orada.
O günden bu yana geçen uzun zamanda hiç ruh temizlemesi
yapmamıştı; bu yüzden, böylesine çirkefe düşmemişti hiç; vicdanının istediğiyle sürdürmekte olduğu
yaşayış arasında öylesine bir uçurum var ki, bunu görünce dehşete kapılıyordu.
Uçurum öylesine dipsiz, çirkef öylesine korkunçtu ki, te-mizlenemeyeceğîni sandı ilk anda, umutsuzluğa
düştü. Ruhundaki şeytan Kaç kere denedin iyi olmayı, dürüst olmayı? Olmuyor, görüyorsun. Bir kere daha
denesen ne çıkacak sanki? Yalnız sen değilsin ki böyle olan, herkes böyle, hayat bunu gerektiriyor. Ama
Nehlüdof'un ruhunda tek gerçek, güçlü, ölümsüz olan G özgür ruhsal yaratık uyanmıştı bir kere. Ona
inanmamak elinde değildi Nehlüdof'un. O andaki durumuyla olmak istediği Nehlüdof arasındaki uçurum ne
denli dipsiz olursa olsun, uyanan ruhsal varlık için hiç önemi yoktu bunun.
Nehlüdof kendi kendine kararlı, yüksek sesle, Her yanıma dolanan bu yalan ağını ne pahasına olursa
olsun parçalayıp atacak, her şeyi itiraf edecek, gerçeği herkese söyleyeceğim, dedi. Missi'ye
söyleyeceğim gerçeği, ben bir rezilim, diyeceğim, ev-lenemem seninle, boşu boşuna umutlandırdım seni.
Mariya Vasilyevna'ya (yöneticinin karısı) da söyleyeceğim. Yo yo, ona değil de kocasına söylerim, ben bir
alçağım, seni aldattım, derim. Annemin malını gerçeğin buyurduğu biçimde kullanacağım. Ona,
Katyuşa'ya da bir alçak olduğumu, ona her şeyi yapacağımı söyleyeceğim. Evet, gidip göreceğim onu,
beni bağışlamasını dileyeceğim. Çocuklar gibi yalvaracağım ona beni affetmesi için. —Dolaşırken birden
durdu olduğu yerde—. Gerekirse evleneceğim onunla.
Küçükken yaptığı gibi kollarını göğsünün üzerinde kavuşturup gözlerini yukarı dikti, biriyle konuşuyormuş
gibi mırıldandı:
— Tanrım, yardım et bana, yol göster, gel içime yerleş, bütün pisliklerden arıt beni!
Tanrıya, ona yardım etmesi, içine yerleşmesi, ruhunu temizlemesi için yakarıyordu ya, aslında olmuştu
bile istediği. İçinde var olan kutsai duygu uyanmıştı. Kendi de hissetti bunu; yalnız özgürlüğü, dinçliği değil,
hayatın sevincini de tatlı o anda. Kişioğlunun elinden gelebilecek iyi, en iyi yapacak güçte hissediyordu
kendini.— 128 —
Bunu kendi kendine söylerken dolu dolu olmuştu gözleri; hem iyi gözyaşıydı bunlar, hem kötü. İyiydiler,
çünkü içinde yıllardır uyuyan o ruhsal varlığın uyanmasından duyulan sevinç gözyaşlarıydı; kötüydüler,
çünkü kendi kendine, erdemine acımanın gözyaşlarıydı...
Sıcaktan bunaldı. Gidip pencereyi açtı. Bahçeye bakıyordu pencere. Aydınlık, durgun bir geceydi; pırıl
pırıldı gökyüzü. Sokaktan bir araba geçti gürültüyle, sonra sessizlik kapladı gene her yanı. Biraz ötedeki
yapraklan dökülmüş büyük kavak ağacının çıplak dallarının gölgesi pencerenin dibindeki temizlenmiş
kuma düşmüştü, tane tane seçiliyordu her biri. Solda ambarın, parlak ay ışığı altında beyaz beyaz
parlayan damı gözüküyordu. İlerde, ağaçların kuru dallan birbirine karışıyor, aralarından bahçe duvarının
simsiyah gölgesi görünüyordu. Nehlüdof ay ışığı altındaki bahçeye, ambarın damına, kavak ağacının
gölgesine baktıktan sonra tertemiz havayı ciğerlerine çekti. Ne güzel! Ah ne güzel, Tanrım! Ne güzel! dedi
kendi kendine. Ruhundaki değişiklikten söz ediyordu.
XXIX
Maslova ancak akşamın altısında dönebilmişti hücresine. Yorgundu, uzun zamandır yürümediği için taşlar
üzerinde on beş, on altı kilometre yol tepmek hasta etmişti onu, hiç beklemediği sert karar yıkmıştı, üstelik
açtı.
Bir ara da, yanındaki nöbetçiler haşlanmış yumurtayla ekmek yerlerken ağzı çok sulanmıştı, aç olduğunu
daha o zaman hissetmişti ya, erlerden ekmek istemeyi yakıştıramamıştı kendine. Aradan üç saat geçtikten
sonra yemek istemiyordu artık canı, yalnızca bitkinlik hissediyordu. Yargıçların, beklemediği kararını da
böyle bitkinken dinledi. Önce yanlış işittiğini sandı, duyduğu şeye inanamadı ilk anda, kürek cezasıyla
kendi arasında bir ilişki kuramadı. Ama bu haberi son derece olağan bir şeymiş gibi karşılayan yargıçların,
jüri üyelerinin heyecansız, resmi yüzlerini görünce şaşırdı, suçsuz olduğunu haykırdı. Ama bu
— 129 —
.
haykırışının da olağan, beklenen, durumu değiştiremeyecek bir şey olarak karşılanması üzerine, kendisine
yapılan bu şaşırtıcı haksızlığa boyun eğmesi gerektiğini anlayarak ağlamaya başladı. Ona öylesine ilgiyle
bakan bu genç —yaşlı değildiler— erkeklerin onu böylesine acımadan cezaya çarptırmalarıydı onu en çok
şaşırtan. Yalnız bir tanesi —savcı yardımcısı— öyle bakmıyordu ona. Sanıklar odasında otururken —
duruşmanın başlamamasını beklerken de, aralarda da — bu erkeklerin başka bir iş peşindeymişler gibi
yaparak, sırf ona bakmak için kapının önünden geçtiklerini, hatta odaya girdiklerini görmüştü. Bu erkekler
sonra birdenbire, hiç suçu yokken kürek cezasına çarptırmışlar-dı onu nedense. Önce ağlamıştı, ama
susmuştu sonra, sanıklar odasında cezaevine götürülmesini bekliyordu. Bir şey istiyordu canı o anda;
sigara içmek. Kararın okunmasından sonra aynı odaya alınan Kartinkin'le Boçkova yanma geldiklerinde
böyle ruhsal durum içindeydi. Boçkova ağzına geleni söylemeye başladı hemen İVlaslova'ya, kürek
mahkûmu diyordu ona.
— Gördün mü? Alçak seni gidi! Sokak süprüntüsü aşifte! Hakettiğin cezayı aldın işte. Sibirya'da kime
çalım satacaksın bakalım?
Maslova ellerini giysisinin yenlerine sokmuş, başını iyice önüne eğmiş oturuyor, hiç kıpırdamadan iki adım
önüne, çamurlu yere bakıyordu.
— Bir şey dediğim yok size, ilişmeyin bana diye mırıldandı.
Sonra birkaç kere daha Bir şey dediğim yok sîze diye mırıldanıp sustu. Bir de, Kartinkin'le Boçkova
götürüldükten sonra nöbetçi yanına gelip ona üç ruble uzatınca geldi kendine biraz.
— Maslova sen misin? diye sordu nöbetçi. A! bakalım, hanımefendi yolladı sana.
— Hangi hanımefendi?
— Hangisiyse hangisi, al şu parayı da kes sesini.
Üç rubleyi genel evin patronu Kitayeva yollamıştı. Salondan çıkarken mahkeme yöneticisine, Maslova'ya
biraz para yollayıp yollamayacağını sormuş, olumlu cevap alınca tombul, beyaz elinden üç düğmeli güderi
eldivenini çıkarmış, ipek etekliğinin
Diriliş — F: 9katları arasındaki cebinden son moda para çantasını çıkarmış-, bir sürü kâğıt para arasından
bir iki buçuk rublelik iki yirmi köpeklik bir de on köpeklik alıp mahkeme yöneticisine vermişti. Yönetici
hemen nöbetçiyi çağırmış, Kitayevna'mn yanında parayı ona vermişti. Karolin Albertovna nöbetçiye,
— Lütfen tam verin parayı, demişti.
Nöbetçi kendisine gösterilen bu güvensizliğe kızdığı için böyle sert davranmıştı Maslova'ya.
Bu para çok sevindirmişti Maslova'yi, o anda tek istediği şeyi ancak para verirdi ona.
Bir sigara bulup yakabilsem diye geçirdi içinden. Düşündüğü tek şey sigaraydı o anda. Öylesine sigara
içmek istiyordu ki canı, koridora açılan kapı açılıp da içeri sigara dumanı kokan hava girince hırsla
ciğerlerine çekiyordu bu havayı. Uzun-süre daha beklemesi gerekti orada; onu ceza evine yollayacak
sekreter sanıkları unutmuş, bir avukatla yasaklanan bir yazı üzerine konuşmaya, hatta tartışmaya dalmıştı.
Duruşma bittikten' sonra da birkaç genç, yaşlı erkek gelip baktılar ona, aralarında fis-kos bir şeyler
konuşarak gittiler. Ama şimdi farketmemiştî bile onları Maslova.
Nihayet beşten sonra bıraktılar onu, erlerin —Nijegorod' luyla Çuvaş'ın— arasında çıktı adliyeden. Ceza
evine geri götürüyorlardı onu. Maslova daha koridorda yirmi köpek vermişti onlara, on iki fırancalayla bir
paket sigara almaları için yalvarmıştı. Çavuş gülümseyerek:
Pekâlâ, alalım bakalım, demişti.
Gerçekten de dürüstçe aldı ona istediklerini, paranın üstünü de geri verdi.
Yolda sigara içmesi olmazdı Maslova'nın, ceza evine kadar aklı hep sigarada yürüdü. Ana kapıya
geldiklerinde, trenden inmis yüz kişilik bir cezalı grubu giriyordu içeri. Yan yana geldi onlarla Maslova.
İçlerinde yaşlısı da vardı genci de, sakallısı da sakalların? kesmişti de, Rus'u da yabancısı da. Bazılarının
başlarının, yarısı usturaya vurulmuştu. Yürürlerken ayaklarındaki zincirler gürültü çıkarıyordu. Bir toz
bulutu, ayak sesi, bağırma, çağırma, aç bir ter kokusu doldurmuştu avluyu. Cezalılar, Maslova'nın ya— 131 —
fundan geçerlerken istekli gözlerle yukardan aşağı süzüyorlardı onu; bazıları da şehvet duygusunun
değiştirdiği yüzleriyle yanına yaklaşıyor, sürtünerek geçiyorlardı ona. Biri:
— Of, şu kıza bakın, hele, dedi. Bir başkası göz kırptı ona:
— Yavruma saygılarımı sunarım.
Usturaya vurulmuş ensesi mosmor, sakalsız, bıyıklı, esmer tiri ayakları zincire dolaşarak gürültüyle geldi
yanma, kucakladı onu. Maslova itti adamı. Beriki gözlerini parlatarak sırıttı.
— Ay, dostunu tanımadın mı yoksa canım? diye bağırdı, numara yapma hadi!
Arkadan yetişen ceza evi müdürünün yardımcısı bağırdı ona:
— Ne yapıyorsun be herif?
Adam sindi, geri çekildi hemen, arkadaşlarına katıldı. Müdür yardımcısı Maslova'ya döndü bu kez:
— Burada ne işin var senin?
Maslova, Mahkemeden şimdi getirdiler beni demek isledi, ama öylesine bitkindi ki ağzını açmaya üşendi.
Kalabalığın arasından öne çıkan er elini şapkasının siperine götürerek:
— Mahkemeden getiriyoruz onu komutanım, dedi.
— Hadi çabuk götürüp baş gardiyana teslim edin. Bu ne rezalettir:
— Başüstüne efendim. Müdür yardımcısı:
—• Şokolof! diye seslendi. Şunu alın.
Baş gardiyan geldi, Maslova'yı omuzundan öfkeyle iterek, başıyla yürümesini işaret etti, alıp kadın
bölümüne götürdü. Kadınlar bölümünün koridorunda her yanını güzelce aradılar, bir şey bulamayınca
(sigara paketini francalanın içine sokmuştu) .sabah aldıkları hücreye koydular onu gene.
XXX
Maslova'nın yatırıldığı hücre yedi metre uzunluğunda, beş metre eninde bir odaydı. İki penceresi, sıvaları
dökülmüş bir robası vardı. Tahtaları kuruluktan çatlamış ranzalar üçte ikisini— 132 —
kaplıyordu. Kapının tam karşısında, odanın ortasında aydınlatılmamış bir ikon dolabı vardı. İkon dolabının
önünde bir mum, mumun altında da tozlanmış bir demet ölümsüz çiçeği duruyordu. Kapının hemen
solunda, simsiyah olmuş yerde içi pis pis kokan su dolu bir fıçı vardı. Yoklama yeni bitmiş, kapı
kilitlenmişti.
Bu odada on beş kişi vardı; on ikisi kadın, üç çocuk.
Hava kararmamışti henüz; yalnız iki kadın yatıyordu ranzalarında; biri, önlüğünü başına çekmiş
olanı hep yatardı zaten. Kimlik kâğıdı olmadığı için buraya atılmış yan deli bir kadındı; öteki de hırsızlık
suçuyla yatan veremli bir kadın. Bu ikincisi uyumuyordu, önlüğünü katlayıp yastık gibi başının altına
koymuş, gözleri alabildiğine açık, boğazını gıcıklayan öksürüğü tutmaya çalışarak, odanın içindeki
korkunç rutubetli havayı
güçlükle soluyarak tavana bakıyordu. Öteki kadınların—hepsinin de
üzerinde kaba kumaştan önlükler vardı— bazıları ranzalarında oturmuşlar bir şeyler dikiyor, bazıları
pencerenin önünde durmuş avludaki erkek cezalılara bakıyorlardı. Dikiş diken üç kadından biri,
Maslova'yı mahkemeye giderken yolcu eden yaşlı kadındı. Korableva'ydı adı. Koyu kahverengi, kısa
saçlarına ak düşmüş, buruş buruş yüzü kıllı, çatık kaşlı, sarkık gerdanı pörsük, uzun boylu, dinç bir
kadındı bu. Kocasını baltayla öldürmek suçundan kürek cezası yemişti. Kızına sarkıntılık ettiği için
öldürmüştü onu. Hücrenin kıdemisiydi, içki satışını da o yönetiyordu. Gözlükle dikiyor, iğneyi köylüler gibi
üç parmağıyla, ucu kendine doğru tutuyordu. Hemen yanında kalkık burunlu, geveze, temiz yürekli, gözleri
küçük küçük, ufak tefek bir kadın oturuyor, o da çadır bezinden torba dikiyordu. Demiryolu kavşağı
kulübesinde görevliydi; tren geçerken elinde flamayla dışarı çıkmadığı, bu yüzden trenin kaza geçirmesine
sebep olduğu
için üç ay hapis cezasına çarptırılmıştı. Dikiş diken üçüncü kadın Fedosya'ydı.
Feniçka
—arkadaşları
Feniçka
diyorlardı
ona— masmavi gözlerindeki çocuksu içtenlikle,
küçücük başının çevresine doladığı iki uzun, koyu kahverengi saç örgüsüyle, pembe beyaz yanaklanyla
genç, sevimli bir kadındı. Kocasını zehirlemeye kalkıştığı için yatıyordu ceza evinde. On altı yaşında bir
kızken evlendirildikten hemen sonra zehirlemek istemişti kocasını. Göz altına alındıktan sonra
yargılanmasını beklerken ara— 133 —
dan geçen sekiz ay içinde kocasıyla barışmakla kalmayıp, onu çok sevmişti de; mahkeme başladığı
zaman onunla can ciğer olmuştu. Kocası, kocasının babası, anası —özellikle yaşlı kadın çok sevmişti
onu— mahkemede onu kurtarmak için ellerinden gelen her şeyi yaptıkları, bütün güçleriyle çalıştıkları
halde Sibirya'da kürek cezasına çarptırılmıştı. Neşeli, iyi yürekli, yüzü çoğunlukla gülen bir kadın olan
Fedosyanın ranzası Maslova'-nınkinin yanındaydı. Maslova'yı yalnızca sevmekle kalmamış, ona yardım
etmeyi, hizmetine koşmayı kendine bir görev bellemişti. İki kadın da boş oturuyordu ranzasında.
Bunlardan biri kırk yaşlarında, soluk, zayıf yüzlü, bir zamanlar çok güzel olduğu belli, ama şimdi çökmüş,
yüzünde renk kalmamış bir kadındı. Kucağında bir çocuk vardı; beyaz, uzun memesini ağzına vermiş,
emziriyordu onu. Suçu, onların köyünden —köylülerin düşüncesine göre haksız olarak— bir genci askere
götürürlerken, köylülerin bölge polis komiserine karşı koyup haksız yere askere götürülmek istenen genci
geri almalarına sebep olmaktı. Gencin teyzesi olan bu kadın yapışmıştı önce yeğenini bindirdikleri atın
yularına. Ranzasında boş oturan öteki kadın yüzü buruş buruş, saçları bembeyaz, içten bakışlı, kısa
boylu, kambur, yaşlı bir kadındı. Bu yaşlı kadın sobanın yanındaki ranzasında oturuyor, önünden
kahkahalarla koşarak bir o yana, bir bu yana geçen, saçları kısacık kesilmiş, şiş karınlı, dört yaşındaki
çocuğu yakalayacakmış gibi yaparak onunla oynuyordu. Üzerinde bir faniladan başka hiç bir şey olmayan
çocuk yaşlı kadının önünden koşarak geçtikten sonra her keresinde aynı şeyi söylüyordu; Oh,
yakalayamadın ya! Oğluyla birlikte bilerek yan-gm çıkarmaktan suçlu bu yaşlı kadın hiç mi hiç
üzülmüyordu ceza evine düştüğüne. Aynı ceza evinde yatan oğlunu düşünüyordu yalnızca, bir de evde
bıraktığı ihtiyarını. Yaşlı adamın, onu yıkayacak kimse kalmadığı için bitleneceğinden korkuyordu.
Bu yedi kadının dışında dört kadın da pencerelerden açık
Maninin önünde ayakta duruyor, demir parmaklıklara tutunarak
şaretle ya da bağırarak avludan geçen, biraz önce Maslova'nın
fişte karşılaştığı erkek cezalılarla konuşuyorlardı. Bunlardan, hırsızlık suçundan yatanı, iri yarı, şişko bir
kadındı; yüzü açık
san sivilcelerle kaplıydı, saçları koyu kahverengi, boynu, kolları— 134 —
kalındi. Önlüğünün yakasını açmıştı. Kısık sesiyle bağırıyor, çirkin sözler söylüyordu avludakilere.
Yanında, on yaşında bir kız çocuğu boyunda, belden aşağısı çok kısa, esmer bir kadın duruyordu. Yüzü
kırmızı, çilliydi; siyah gözlerini iyice açmıştı. Kısa, kalın dudakları uzun, beyaz dişlerini örtmüyordu. Avluda
olanlara cırlak sesiyle kesik kesik kahkahalarla gülüyordu. Gösterişe pek önem verdiği için çalımlı diye ad
takılan bu kadının sucu hırsızlıkla, bilerek yangın çıkarmaktı; yargılanması devam ediyordu. Onların
arkasında, hırsızı saklamaktan sanık, cılız, damarları çıkmış, üstü başı pislik içinde, kül rengi önlük
giyinen, karnı burnunda gebe bir kadın duruyordu. Bir şey dediği yoktu, ama avluda olanlara
gülümsüyordu. Pencerenin önünde duran dördüncü kadın sevimli yüzlü, gözleri şiş, kısa boylu, köylü bir
kadındı. Yasak içki yapıp satmaktı suçu. Bu kadın —yaşlı kadının oynadığı çocukla yedi yaşındaki kız
çocuğunun annesiydi; çocuklara bakacak kimsesi olmadığı için ceza evinde onun yanında kalıyorlardı—
evet, bu kadın da ötekiler gibi pencereden dışarı bakıyor, ama bir yandan da elindeki çorabı örüyor,
avludan geçen cezalıların söylediklerine kızarak yüzünü buruşturuyor, gözlerini kapıyordu. Yedi yaşındaki,
açık sarı saçları omuzlarına dökülen kız çocuğuysa bir gömlekle esmer kadının yanında —küçücük eliyle
eteğinden tutmuş— duruyor; kadınlarla avludan geçen cezalıların birbirlerine söyledikleri çirkin sözleri
gözleri dalmış, dikkatle dinliyor; duyduklarını, ezberlemeye çalışıyormuş gibi, kendi kendine fısıltıyla tekrar
ediyordu. On ikinci kadın, yasa dışı çocuğunu kuyuya atıp boğmuştu; bir köy papazının kızıydı. Kısa, kalın
saç örgüsünden kurtulmuş açık kahverengi saçları karmakarışık, uzun boylu, iri gözleri dalgın bakan bir
kızdı bu. Çevresinde olanlarla hiç ilgilenmiyor, yalın ayak, bir önlükle, hücrenin boş yerinde bir aşağı, bîr
yukarı dolaşıyor, duvar dibine gelince birden hızla geri dönüyordu.
XXXI
Kapının kilidi içinde anahtar gürültüyle dönüp kapı açıldıktan sonra Maslova'yı hücreye soktuklarında
herkes ona döndü. Köy papazının kızı bile bir an durmuş, kaşlarını kaldırarak yeni
— 135
gelen Maslova'ya bakmış, ama bir şey söylemeden geniş, kararlı adımlarıyla odayı arşınlamaya
başlamıştı gene. Korableva iğneyi elindeki sert, kalın beze batırdı, gözlüklerinin arkasından soru dolu
bakışlarını Maslova'ya dikti. Erkek sesini andıran kalın, kısık sesiyle:
— Eyvahlar olsun! dedi. Döndün demek. Oysa temize çıkacağını sanıyordum ben. Tıktılar seni buraya
ha?
Gözlüğünü çıkardı, elindeki işi yanma, ranzanın üzerine koydu. Demiryolu bekçisi:
— Biz de teyzeyle, belki hemen serbest bırakırlar onu, diyorduk, dedi. Oluyor çünkü bazan böyle şeyler.
Duruşma bitip de suçsuz olduğuna karar verilince salıveriyorlar insanı. Üstelik para da alıyorsun. Şans
işte... Vah ne yazık, ne yazık! Çok talihsizmişsin kızım. Tanrı yardım etmedi sana demek?..
Kadın soluk almadan habire konuşuyordu. Fedosya, çocuksu içtenlikle parlayan mavi gözlerinde derin
bir acı, sevgi, Maslova'ya bakarak:
— Sahi ceza mı verdiler? dedi.
Her zaman neşe okunan yüzü değişmişti, ha ağladı ha ağlayacaktı.
Maslova cevap vermedi, hiç bir şey söylemeden yürüdü, baştan ikinci olan ranzasına —Karobleva'nınkinin
yanındaydı— gitti, oturdu.
Fedosya ayağa kalkıp Maslova'nın yanına gitti. - Meraktan ağzıma sabahtan beri bir şey koymadım, dedi.
Maslova gene cevap vermeden yastığının altına koydu francalaları, soyunmaya başladı: tozlu entarisini
çıkardı, siyah , kıvırcık saçlarından başörtüsünü aldı.
Ranzaların ötesinde çocukla oynayan kambur, yaşlı kadın da geldi, Maslova'nın karşısında durdu. Başını
üzgün üzgün iki yana sallayarak:
— Çıh, çıh, çın! diyordu.
Yaşlı kadının peşinden çocuk da geldi, üst dudağını dişleri arasına alıp, gözlerini Maslova'nın getirdiği
francalalara dikti. O gün olanlardan sonra karşısında bu içten, müşfik yüzleri görünce ağlamak gelmişti
Maslova'nın içinden, dudakları tit-— 136 —
remeye başlamıştı. Ama tutmaya çalışıyordu kendini, yaşlı kadınla çocuk yanına gelinceye kadar da
tutabilmişti. Ama yaşlı kadının acıma, sevgi dolu çıh, çıklarını duyunca, hele hele ciddi bakışlarını
francalalardan ona kaldıran çocukla göz göze gelince tutamadı artık kendini. Yüzü allak bullak oldu bir
anda, hüngür hüngür ağlamaya başladı.
Korableva:
—• İyi bir avukat bul kendine demiştim sana, dedi. Ne o,
sürgün mü?
Maslova cevap vermek istiyordu ama, veremiyordu; hıçkırarak francalanın içindeki sigara paketini aldı
—paketin üzerinde saçları çok kabartılarak yapılmış, giysisinin önü üçgen biçiminde açık, al yanaklı bir
kadın resmi vardı— Korableva'ya verdi. Korableva resrne baktı, başını iki yana salladı —daha çok
Maslova'nın parayı böyle kötü şeylere verdiğine canı sıkıldığı için sallamıştı başını— bir sigara aldı
paketten, lâmbada yaktı onu, birkaç soluk çektikten sonra Maslova'ya verdi. Maslova sigara dumanını
ciğerlerine hırsla çekerken bir yandan da ağlıyordu. Hıçkırıkların arasından:
— Kürek, diye mırıldandı.
— Allahtan da korkmaz bu gözü dönmüş canavarlar, dedi Korableva, kan emici yamyamlar! Yoktan yere
mahvettiler kızcağızı.
Tam o anda, pencerenin yanında kalan kadınlar kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Kız çocuğu da
gülüyordu: ince, çocuksu sesi öteki üç kadının kısık, cırlak sesine karışıyordu. Avludaki cezalılardan biri
çok tuhaf, gülünç bir şey yapmış olmalıydı.
Esrner kadın:
— Ah şeytanın piçi! Şuna bak ne yapıyor, dedi.
Yağlı bedenini hoplata hoplata gülerek yüzünü parmaklığa dayadı, korkunç küfürler savurmaya başladı.
Korableva esmer kadına bakarak salladı başını.
— Ne oluyor bu rezile de? dedi. Kah kah gülüyor bir de! Sonra Maslova'ya döndü gene.
— Kaç yıl bari?
— Dört yıl, dedi Maslova.
Gözyaşları öyle bir boşaldı ki, bir damlası sigaraya geldi.
— 137 —
Maslova öfkeyle tahtaya bastırdı onu, yenisini aldı.
Demiryolu bekçisi kadın, sigara içmediği halde aldı Mas-lova'nın attığı yarım sigarayı, sönmesin diye sık
sık çekmeye başladı, bir yandan da konuşuyordu:
— Yapacaklarını yaptılar pis domuzlar. Canlan nasıl isterse öyle karar veriyor köpekler. Matveyevna
kurtulacak, serbest bırakacaklar onu, diyordu; ben yok canımın içi, yok, diyordum, içimde tuhaf bir duygu
var, mahvedecekler zavallıcığı o canavarlar, içime doğduğu gibi de oldu işte...
Ses tonu kendinin de hoşuna gidiyordu.
Bu arada cezahların hepsi geçmişti avludan; onlarla konuşan kadınlar da çekildiler pencereden,
Maslova'nın yanına geldiler. Önce patlak gözlü, yasak içki satıcısı geldi kızıyla.
Maslova'nın yanına otururken —elindeki çorabı çabuk çabuk örmeye devam ediyordu bir yandan.
— Ne o, çok mu verdiler? diye sordu. Korableva:
— Para olmadığı için çok verirler tabiî, dedi.
Paracığı olsaydı iyi bir avukat tutar, belki hiç ceza
almadan bile kurtulurdu. Bir tane tanıyorum, adını unuttum şimdi, saçı sakalı birbirine karışmış, koca
burunlu bir şeydir, ama suyun içinden kupkuru çıkarır adamı. Onu tutacaksın ki...
Gelip yanlarına oturan çalımlı, dişlerini göstererek:
— Nasıl tutacaksın ama, dedi, bin rubleden aşağısına para demiyor ki adam.
Bilerek yangın çıkarmaktan yatan yaşlı kadm karıştı söze:
— Demesi kolay, be kardeşim... Düşün bir kere: Zavallı adamın karısını a! tık içeri, —belki yüzüncü
kere anlatmaya başlamıştı öyküsünü— onu bitler yesin orada, beni de bu yaşımda boş oturt burada... Biz
köylüler bilmeyiz kentlilerin bu katakullilerini, nerden bilelim...
Yasak içki yapıp satan kadın:
— Öyle, dedi, bilmeyiz...
Sonra kızına baktı, elindeki işi yanma koyup kızı kolundan tutarak bacaklarının arasına çekti, çabuk ellerle
saçlarının arasında aranmaya başladı; bir yandan da konuşmasına devam ediyordu:— 138 —
— Niçin yasak içki satıyorsun? diyorlar. Peki ne yapayım başka? Çocuklarımın ekmek parasını nasıl
çıkarayım?
Vaşak içki satan kadının bu sözleri Maslova'ya şarabı hatırlattı. Gömleğinin koluyla gözyaşlarını sildi,
Korableva'ya:
— Biraz şarap olsa, dedi. Hıçkırıkları biraz dinmişti. Korableva:
— Ya gardiyanlar? diye fısıldadı. Ama boş ver, nerden in-ceyse ordan kopsun.
XXXII
Maslova, francalanın içinden çıkardı bütün parasını, kâğıt parayı Korableva'ya verdi. Yaşlı kadın aldı
parayı; okuma yazması olmadığı halde, her şeyi bilen çalımlının, paranın iki buçuk ruble olduğunu
söylemesine inandı. Şarap şişesini sakladığı bacanın yanına gitti. Bunu gören öteki kadınlar —ranza
komşusu olmayanlar— dağıldılar, herkes kendi yerine gitti. Bu arada Maslova önlüğüyle başörtüsünün
tozunu silkelemiş, ranzasına çıkıp francaladan yemeye başlamıştı.
Fedosya, bir çuval parçasına sarılı teneke çaydanlıkla fincanı yerden alırken:
— Sana çay saklamıştım, dedi, ama soğumuştur.
Buz gibi olmuştu çay, üstelik çaydan çok teneke kokuyordu, ama Maslova doldurdu fincanı, francaladan
ısırarak içmeye başladı.
Francaladan bir parça koparıp, bakışını ağzından ayırmayan çocuğa seslendi:
—• Al bakalım Minaşka.
Bu arada Korableva şarap şişesiyle maşrapayı getirdi. Maslova, Korableva'y'a Çalımlı'ya da verdi. Bu üç
kadın hücrenin yüksek tabakasını oluşturuyorlardı; paralıydılar çünkü. Her şeylerini de ortaklaşa
kullanırlardı.
Birkaç dakika sonra açılmıştı Maslova, mahkemede olanları heyecanlı heyecanlı anlatmaya başlamıştı.
Savcı yardımcısına kızıyordu.
— Herkes bana bakıyordu, bizim odaya bile geliyorlardı beni görmek için. Asker, Hep sana geliyor
bunlar, dedi. Ba— 139 —
kıyorsun biri dalıyor odaya, sözde bir evrağı falan arıyor... —Gülümseyerek, akıl erdiremiyormuş gibi
başını sallayarak anlatıyordu Maslova.— Ama asıl niyetinin beni görmek olduğu belli adamın, yiyecek
gibi bakıyor bana. Hücre kıdemlisi yaşlı kadın:
— Öyledir bu reziller, dedi. Sineklerin şekere saldırdıkları gibi saldırırlar insana. Allah ocaklarına
düşürmesin. Elimden gelse bir kaşık suda boğarım hepsini...
Maslova kesti sözünü:
— Buradakiler de öyle. Yapmadıklarını bırakmıyorlar insana. Trenden indirmişlerdi bir grup cezalıyı,
getiriyorlardı. Elim ayağım tutuldu vallahi, neler neler söylemediler bana. Neyse ki müdür yardımcısı
yetişti de kurtardı beni ellerinden. Hele bir tanesi öyle bir yapışış yapıştı ki sorma...
— Nasıl bir adamdı? diye sordu Çalımlı.
— Esmer, bıyıklı.
— Yüzde yüz odur.
— Kim?
— Kim olacak, Şçeglof. Demin geçti pencerenin önünden.
— Kimin nesiymiş?
- Şuna bak, Şçeglof'u tanımıyor daha! Kürekten iki kere kaçmıştır. Yeni yakaladılar onu, ama gene
kaçacak. Gardiyanlar bile korkuyorlar ondan. Durmaz o, gene kaçacak, göreceksiniz. Çalımlı, ceza evi
müdürünün cezalılarla olan yazışmalarında yardımcı olduğu için her şeyi biliyordu. Korableva:
— Kaçacak kaçmasına ama bizi burada bırakacak ya ona bak sen. —Maslova'ya döndü.— Söylesene,
dilekçe konusunda ne dedi sana avukat? Hemen vermelisin dilekçeni.
Maslova avukatın bu konuda hiç bir şey söylemediği cevabını verdi.
O sırada esmer kadın, çilli ellerini karmakarışık, gür, koyu kahverengi saçlarının arasına sokmuş, başını
kaşıyarak, içen soyluların yanma geldi.
— Ne yapacağını söyleyeyim ben sana Katerina, diye başladı. Önce, mahkemenin verdiği karara itiraz
etmelisin dilekçende, sonra da savcıdan yakınırsın.
Korableva sert bir sesle çıkıştı ona:— 140 —
141
— Sana ne oluyor be? Şarabın kokusunu aldın bakıyorum, hadi çek arabanı. Ne yapacağımızı senden
iyi biliriz biz.
— Ben Katerina'yla konuşuyorum, sen ne karışıyorsun?
— Şarap istiyorsun, değil mi? Sokuldun hemen.
Eline geçeni daima hücre arkadaşlarına dağıtan Maslova:
— Kavga etmeyin canım, ona da koyuver bir yudum.
— Ona öyle bir...
Esmer kadın Korableva'nın üzerine yürüyerek: - Hadi bakalım! dedi. Kuru gürültüye pabuç bırakmam ben.
— Maymun suratlı!
— Şensin.
— Kokmuş!
— Ben mi kokmuşum? Rezil seni gidi, ben ha!
Bağırıp çağırmaya başlamıştı esmer kadın. Korableva canı sıkkın:
— Hadi işine git, dedi.
Ama beriki hâlâ üzerine üzerine geliyordu. Korableva açık göğsünden itti onu. Esmer kadın bunu
bekıyormuş gibi kaşla göz arasında bir eliyle saçlarına yapıştı Korableva'nın, öteki kolunu da yüzüne
olanca gücüyle bir tokat indirmek için havaya kaldırdı, ama Korableva yakaladı bu kolu. Maslova'yla
Çalımis esmer kadının kollarından yakaladılar, geri çekmeye çalışıyorlardı onu, ama Korableva'nın
saçlarını kavramış, elini açamıyor-lardı bir türlü. Esmer kadın bir an bıraktı Korableva'nın saçını, ama
avucuna iyice sarmak için yapmıştı bunu. Korableva başmı öne eğip, bir eliyle esmer kadının neresine
gelirse yumruk sallıyor, ötekisiyle de düşmanının koluna dişlerini geçirmeye çalışıyordu. Kadınlar
toplanmıştı kavgacıların başına, ayırmaya ça Iışarak hep bir ağızdan bağmyorlardı. Veremli kadın bile
gelmiş, bakıyor, bir yandan da öksürüyordu. Çocuklar birbirine sokulmuş, ağlıyorlardı. Gürültüyle biri kadın
biri erkek iki gardiyan geldi. Ayırdılar onları. Korableva ak saçları arasından kopmuşları ayıklamaya
çalışırken, esmer kadınsa önü paramparça olmuş gömleğiyle renksiz göğsünü örtmeye çalışırken, bağırıp
çağırıyor, birbirinden yakınıyorlardı.
Kadın gardiyan:
- Biliyorum, dedi, şarap yüzünden girdiniz birbirinize. Yarın sabah baş gardiyana söyleyeceğim,
görürsünüz gününüzü o zaman. Basbayağı şarap kokusu var burada. Hadi herkes yerine, yoksa
karışmam, sizinle uğraşamam ben. Yatın zıbarın, kesin sesinizi.
Ama daha uzun süre kesilmedi ses. Kadınlar ağızlarına geleni söylüyorlardı birbirlerine; kavganın nasıl
başladığını, suçun kimde olduğunu konuşuyorlardı. En sonunda gitti gardiyanlar, kadınlar da yavaş yavaş
kestiler seslerini, yattılar. Yaşlı kadın ikon dolabının önünde yere diz çökmüş dua ediyordu.
Birden ranzaların öte ucundan esmer kadının kısık sesi duyuldu:
- Kürek cezalısı iki hanım kafa kafaya vermiş... Yakası açılmadık küfürler geldi peşinden. Korableva
cevap verdi hemen:
—• Yat da geber be...
O da ağza alınmadık bir sürü küfür sıraladı peşinden. Sonra sustular. Biraz sonra esmer kadın:
- Bıraksalardı gözlerini oyacaktım... diye başladı gene. Gene Korableva'nın cevabı. Arkasından biraz
daha uzun bir
sessizlik, gene küfürler. Sessizlikler giderek daha uzun sürüyordu, en sonunda her şey sustu.
Herkes horlamaya başlamıştı bile, yalnız yaşlı kadın ikon dolabının önünde dua ediyordu hâlâ; her zaman
böyle uzun uzun dua ederdi. Köy papazının kızıysa, gardiyan gider gitmez kalkmış, odanın içinde bir aşağı
bir yukarı dolaşmaya başlamıştı gene.
Maslova uyumuyordu, bir kürek cezalısı olduğunu düşünüyordu hep. İki kere öyle demişlerdi ona. Önce
Boçkova, sonra da esmer kadın. Buna alışamıyorlardı bir türlü. Arkası ona dönük yatan Korabieva döndü.
Maslova alçak sesle:
— Hiç düşünmemiştim. Başkaları neler yapıyorlar, bir şey olmuyor, oysa ben hiç suçum yokken acı
çekmek zorundayım.
Korableva avutmaya çalıştı onu:
— Üzülme yavrum. Sibirya'dakiler de insandır. Ölmezsin orada.— 142 —
— Biliyorum ölmeyeceğimi, ama elimde değil, üzülüyorum işte. İyi yaşamaya alıştım, kötü bir şey de
yapmadım.
Korableva göğüs geçirdi.
— Tanrı ne derse o olur...
— Biliyorum teyzeciğim, ama elimde değil. Sustular bir an.
Korableva öte uçtaki ranzalardan gelen tuhaf sese çekti Maslova'nın dikkatini.
— Duyuyor musun? Senin şişko...
Esmer kadının tutmaya çalıştığı hıçkırıklarıydı bunlar. Ona hakaret ettiler, vurdular, canı o kadar çektiği
halde şarap vermediler diye ağlıyordu. Hıçkırıklarının bir nedeni de hayatında küfürden, alaydan, hor
görülmekten, sopadan başka bir şey görmediği için içlenmesiydi. Kendini biraz olsun avutmak amacıyla ilk
aşkını, fabrika işçisi Fedka Molodyonkof'u düşünmek istedi, düşününce bu aşkın sonunu hatırladı. Şöyle
bitmişti bu aşk: Molodyonkof arkadaşlarıyla içerken onu yanlarına çağırmış, sonra en duyarlı yerine zorla
şap sürmüş, o acıdan kırım kırım kıvranırken de hep beraber kahkahalarla gülmüşlerdi. Bunları
hatırlayınca kendi kendine acıdı esmer kadın, kimsenin duymadığını sanarak çocuk gibi sesli sesli
ağlamaya başladı. Burnunu çekiyor, tuzlu gözyaşlarını yutuyordu.
— Yazık, dedi Maslova.
— Yazık ama, fazla acımaya da gelmez.
XXXIII
Devrisi sabah uyandığında Nehlüdof'un ilk duygusu, başından bir şeyin geçtiğini hissetmek olmuştu; daha
kendini toparlayıp bunun ne olduğunu anlayamadan, başından geçenin çok önemli, iyi bir şey olduğunu
biliyordu bile. Katyuşa, mahkeme. Evet, yalan dolanı bırakmak gerekiyordu artık. Garip bir raslantıyla,
Nehlüdof'un soylular başkanının karısı Mariya Va-silyevna'dan uzun zamandır beklediği mektup da o
sabah gelmişti. Genç adam için şimdi çok önemli olan, tam istediği gibi bir mektuptu bu. Kadın serbest
olduğunu yazıyordu ona, evlen— 143 —
meyi düşündüğü kızla mutlu olmasını diliyordu. Nehlüdof acı acı gülümseyerek:
— Evlenmek! diye mırıldandı kendi kendine. Ne kadar uzağım şimdi bundan!
Dünkü niyetini hatırladı o anda, kadının kocasına anlatacaktı her şeyi, özür dileyecek, kendini bağışlatmak
için ne isterse yapmaya hazır olduğunu söyleyecekti. Ama bu o kadar kolay görünmüyordu ona şimdi.
Hem durup dururken ne diye mutsuz edeyim adamcağızı, nasıl olsa bir şeyden haberi yok. Sorarsa bana,
söylerim. Damdan düşer gibi olmaz. Gereği yok.
Gerçeği Missi'ye söylemek de pek o kadar kolay gelmiyordu ona şimdi. Sonra bir daha hiç konuşamazdı
onunla, gururuna dokunurdu kızın bu. Toplum içindeki bir çok ilişkilerinde olduğu gibi burada da gizli,
ancak sezinlenebilen bir şey kalmalıydı. O sabah vermişti kararını: Bir daha gülmeyecekti onlara,
sorarlarsa da gerçeği söyleyecekti.
Öte yandan, Katyuşa'yla arasında gizli, açıklığa kavuşturulmamış bir şey kalmamalıydı.
Ceza evine gidip göreceğim onu, diye düşünüyordu, beni bağışlaması için yalvaracağım. Gerekirse, evet
gerekirse evleneceğim onunla.
Ruhunu huzura kavuşturmak için her şeyini feda edip Katyuşa'yla evlenebileceği düşüncesi bu sabah pek
bir duygulandırıyordu onu. Çoktandır bir günü böylesine canlı, heyecanla karşılamamıştı. Odasına gelen
Agrafena Petrovna'ya kararlı bir sesle —bu kararlılığı, kendi de beklemiyordu kendinden— bundan böyle
bu eve de, yaşlı kadının hizmetine de ihtiyacı olmadığını söyledi. Kimseye bir şey söylemediği halde,
Nehlüdof'un bu büyük pahalı evde evlenmek niyetinde olduğu için oturduğu inanandaydı herkes. Bu evden
çıkmasının özel, önemli bir anlamı olmalıydı. Agrafena Petrovna şaşkın bakıyordu ona.
— Bana yaptığınız her şey için çok çok teşekkür ederim size Agrafena Petrovna; ama artık böyle büyük
bir eve de, hizmetçiye de ihtiyacım yok. Bana bir iyilik yapmak isterseniz, eşyaların şimdilik annemin
zamanında olduğu gibi toplanmasını sağlayın, yeter. Nataşa gelince gerekeni yapar. (Nataşa,
Nehlüdof'un ablasıydı.)_ 144 —
Agrafena Petrovna başını iki yana salladı.
— Eşyaları nasıl toplarız? dedi. Lâzım olacaklar. Nehlüdof, yaşlı kadının baş sallamakla söylemek
istediğine
cevap vermek amacıyla:
— Hayır, Agrafena Petrovna, dedi, olmayacaklar. Lütfen, Korney'e de söyleyin, iki aylığını peşin
vereceğim, o da serbesttir.
Yaşlı kadın güçlükle konuşarak:
— Doğru yapmıyorsunuz bunu Dmitri İvanoviç, diye mırıldandı. Avrupa'ya gidiyorsunuz gerçi, ama eviniz
barkınız olmalıdır gene de.
— Yanılıyorsunuz Agrafena
Petrovna. Avrupa'ya
gitmiyorum; gitsem bile sizin sandığınızdan
bambaşka bir yere gideceğim.
Birden kıpkırmızı oldu yüzü Nehlüdof'un. Söylemeliyim ona, diye geçiriyordu içinden, niçin susuyorum,
önüme gelene anlatmalıyım her şeyi.
— Dün çok tuhaf, çok önemli bir olay geçti başımdan. Ma-riya İvanovna halanın yanındaki Katyuşa'yı
hatırlıyor musunuz?
— Hatırlamaz olur muyum hiç, dikiş dikmesini ben öğretmiştim ona.
— Dün mahkemede o Katyuşa'nın duruşması vardı işte, ben de jüri üyesiydim.
— Aman Allahım, dedi, Agrafena Petrovna, çok yazık! Suçu neymiş?
— Cinayet. Ben işlettim ona bu cinayeti.
Agrafena Petrovna:
— Siz mi? dedi. Neler söylüyorsunuz öyle?
Yaşlı kadının gözlerinde kurnaz bir parıltı belirmişti. Kat-yuşa olayını biliyordu.
— Onu ben sürükledim buna, dedi Nehlüdof. Bu yüzden de bütün plânlarımı değiştirdim.
Agrafena Petrovna gülümsemesini tutmaya çalışarak:
— Bu sizin için neyi değiştirmiş olabilir? diye sordu.
—• Onun bu yola düşmesine ben sebep olduğuma göre, onu kurtarmak için elimden geleni yapmak
zorundayım şimdi de.
— 145 —
— Siz bilirsiniz ama, bunda en küçük bir suçunuz yok sizin bence. Herkesin başından geçer böyle
ufak tefek şeyler, aklı başında olan insan doğru yoldan çıkmaz, unutur olanları, yaşamasına bakar.
(Agrafena Petrovna sert, ciddi bir tavırla konuşuyordu.) Bunda kendinizi suçlu görmeniz için bir sebep
yoktur ortada. Onun kötü yola düştüğünü eskiden de duymuştum, size ne bundan?
— Suçu benimdir. Bunun için de doğru yola sokmak istiyorum onu.
— Ama öyle kolay değildir bu.
— Bu benim bileceğim iştir. Ama siz kendinizi düşünüyorsanız, annemin isteği...
— Böyle bir düşüncem yok. Rahmetli annenize o kadar minnettarım ki, hiç bir şey istemiyorum.
Lizanka çağırıyor beni (Agrafena Petrovna'nın kocaya varmış yeğeniydi bu) bana ihtiyacınız kalmazsa
onun yanma giderim. Ama inanın ki boşubo-şuna önemsiyorsunuz bunu bu kadar, herkesin başından
geçer böyle şeyler.
— Bence hiç de öyle değil. Ama gene de eşyaların toplanmasına, evi satmama yardım etmenizi
dileyeceğim sizden. Kızmayın da bana. Her şey için, bütün iyilikleriniz için minnettarım size.
Şaşılacak bir durumdu: Nehlüdof kötü olduğunu, kendi kendinden iğrendiğini anladığı andan bu yana
başkalarından iğreniyordu artık; tam tersine, Agrafena Petrovna'ya da Korney'e de açılmak istiyordu;
gelgelelim ağırbaşlıydı ki yapamadı bunu, kararını veremedi.
Aynı sokaklardan, aynı arabayla adliyeye giderken kendi kendine şaşıyordu Nehlüdof. Bambaşka bir insan
hissediyordu kendini.
Dün ona öylesine yakın görünen Missi'yie evlenmesini şimdi kesinlikle imkânsız bir şey olarak
düşünüyordu. Dün Missi'nin onunla seve seve evleneceğinden kuşkusu yoktu; oysa şimdi değil Missi'yie
evlenmeye, ona yakın olmaya bile lâyık görmüyordu kendini. Nasıl bir insan olduğumu bilse dünyada
konuşDiriliş — F: 10
— 146 —
mazdı benimle, evine sokmazdı beni. Bu yetmiyormuş gibi, o adamla ilişkisi yüzünden sitem de ettim ona.
Evet, benimle evlenmeye razı olsa bile, Katyuşa'nın ceza evinde yattığını, yarın ya da öbür gün cezalılar
kafilesiyle Sibirya'ya gideceğini bilerek değil mutlu, birazcık olsun huzur içinde olabilir miyim? Felâkete
sürüklediğim bir zavalı Sibirya'ya yollanırken, ben genç karımla beni kutlamaya gelen konuklarımı kabul
edecek, onunla eş dost ziyaretine gideceğim... Ya da karısıyla gizli ilişki kurarak alçakça aldattığım
soylular başkanıyla beraber, toplarstıda bölge okulları konusunda verilen oyların ayırımını yapacağım,
arkadan da karısına ne zaman nerede buluşacağımızı fısıldayacağım (ne pis, iğrenç şeyi; ya da, böyle
değersiz şeylerle uğraşmamam gerektiğini, artık elimden hiç bir şey gelmeyeceği için bir zaman
bitmeyeceği besbelli olan tabloma devam edeceğim... Böyle düşünüyor, ruhunda hissettiği değişikliğe
seviniyordu.
Önce avukatı görüp kararını öğrenmeli, diye geçirdi içinden, sonra da... sonra da ceza evinde onu, dünkü
kürek cezalısını görüp, her şeyi anlatmalı.
Katyuşa'yla nasıl görüşeceğini, ona her şeyi nasıl anlatacağını, nasıl af dileyeceğini, onun için elinden
gelen her şeyi yapacağını, suçunu affettirmek için onunla evleneceğini nasıl söyleyeceğini düşündükçe
duygulandı. Nehlüdof, heyecanlandı, gözleri dolu dolu oldu.
XXXIV
Adliyeye gelince daha koridorda karşılaştı Nehlüdof dünkü mahkeme yöneticisiyle. Hükümlülerin nerede
bulunduğunu, bir hükümlüyle görüşmek için kimden izin almasının gerektiğini sordu ona. Mahkeme
yöneticisi hükümlülerin çeşitli yerlerde olduklarını, mahkeme kararları kesin biçimleriyle açıklanana kadar
görüşme izinlerini savcının verdiğini söyledi.
— Duruşmadan sonra ben götürürüm sizi. Şimdi yerinde yok savcı, gelmedi daha. Duruşmadan sonra
olur. Duruşmaya buyrun şimdi. Hemen başlıyoruz.
Kibarlığı yüzünden ona bugün pek zavallı görünen mahkeme yöneticisine teşekkür edip, jüri odasına
yürüdü Nehlüdof.
— 147 —
Odanın kapısına yaklaşırken, jüri üyelerinin duruşma salonuna gitmek üzere odadan çıktıklarını gördü.
Tüccar gene neşeliydi, dünkü gibi çakır-keyifti gene, Nehlüdof'u eski bir dost gibi karşıladı. Piyotr
Gerasimoviç'in küstahlığı, kahkahaları da sinirlendirmiyordu bugün Nehlüdof'u.
Nehlüdof, dünkü sanıkla arasındaki geçmişi bütün jüri üyelerine anlatmak istiyordu. Aslında, diye
geçiriyordu içinden, dün duruşmada ayağa kalkıp suçumu itiraf etmeliydim. Ama jüri üyeleriyle duruşma
salonuna girip de her şeyin gene dünkü gibi olduğunu görünce değiştirdi düşüncesini. Ortadaki masada
kalkık yakalarıyla üç yargıç vardı gene, yöneticinin, duruşma başlamıştır, demesinden sonra gene bir
sessizlik olmuş, jüri üyeleri yüksek arkalıklı sandalyelerine oturmuştu gene, gene jandarmalar, portre,
papaz... Dün duruşmada kalkıp gerçeği söylemesi gerektiğine inanıyordu hâlâ, ama bu resmî havayı
bozmaya cesaret edemeyeceğini de hissediyordu bir yandan.
Duruşmaya başlama hazırlıkları dünkünün aynıydı (yalnız, jüri üyelerine yemin ettirilmemiş, başkan da
onlara yaptığı açıklayıcı konuşmayı yapmamıştı).
Dâva konusu hırsızlıktı. İki jandarmanın yalın kılıç beklediği sanık, boz giysili, soluk benizli, dar omuzlu,
zayıf, yirmi yaşlarında bir çocuktu. Sanık yerinde yalnız oturuyor, kaşlarının altından, salona girenlere
bakıyordu. Bu çocuk, bir arkadaşıyla beraber asma kilidini kırarak bir ambara girmekten, hepsinin toplam
değeri üç ruble altmış yedi köpek olan birkaç eski yolluk kilim çalmaktan sanıktı. İddianameden
anlaşıldığına göre, bek-Çi yakalamış onları yolda, kilimler arkadaşının omuzundaymış. Çocukla arkadaşı
hemen itiraf etmişler suçlarını, kişini de ceza evine atmışlar. Çilingir olan arkadaşı ceza evinde öldüğü için
yalnız çocuğu yargılıyorlarmış şimdi. Eski yolluk kilimler maddî deliller masasının üzerindeydiler.
Duruşmanın dünkünden ayrı bir yanı yoktu. Gene aynı ko-nuşma!ar, tanıkların yemin ettirilişi, sorgular,
bilirkişi raporunun okunması, savcıyla savunma avukatlarının tanıklara sorduk-ları sorular. Tanık bekçi
başkanın, savcı yardımcısının, savunma avukatınm sorularına isteksiz, kısa cevaplar veriyordu: Evet
Bendim, Bilmiyorum... sonra gene, Evet efendim..., ama— 148 ~asker düşüncesizliğine, kalıplaşmsşlığma karşın, çocuğa acıdığı belliydi; onları
nasıl yakaladığını
isteksiz isteksiz anlattı.
Öteki tanık, evin, kilimlerin sahibiydi. Hastalıklı, üstelik çok sinirli olduğu belli bir ihtiyardı bu. Yolluk
kilimlerinin onun olup olmadığı sorulduğunda canı son derece sıkkın bir tavırla, evet cevabını verdi. Savcı
yardımcısı bu yolluk kilimleri ne yapmak niyetiyle sakladığını, onun için çok mu gerekli olduklarını sorunca
ihtiyar kızdı.
— Hay olmaz olaydılar da kurtulaydım, dedi, hiç de gerekli değiller benim için. Onların yüzünden bu kadar
eziyet çekeceğimi bilseydim değil aramak, üste bir yüzlük bile verirdim, hatta iki yüzlük verirdim... yeter ki
sorguydu morguydu diye buralarda sürünmeseydim. Git gel arabalara da beş ruble verdim zaten.
Hastalıklı bir adamım ben. Hem fıtığım, hem de romatizmalarım var.
Tanıklar böyle söylüyor, sanık da suçunu itiraf ediyor; tuzağa düşmüş bir yabani hayvan gibi anlamsız
bakışlarını salon-dakilerin üzerinde dolaştırarak, çatlak bir sesle her şeyi olduğu gibi anlatıyordu.
Olay apaçık ortadaydı, ama savcı yardımcısı dünkü gibi, kurnaz sanığı (!) avlamak amacıyla ustalıkla
hazırlanmış sorular
sordu gene.
Konuşmasında hırsızlığın, kapı kırılıp eve girilerek yapıldığını, bu yüzden çocuğun en ağır cezaya
çarptırılması gerektiğini
savundu.
Mahkemenin görevlendirdiği savunma avukatı, hırsızlığın eve değil, ambara girilerek yapıldığını; sanığın,
suçlu olduğu kesin olsa bile, savcı yardımcısının iddia ettiği gibi, toplum için zararlı bir insan olmadığını
savundu.
Başkan, hakkın savunucusu gibi davranıyordu gene; jüri üyelerinin bildiği, bilmemelerine imkân olmayan
şeyleri ayrıntılarıyla anlattı onlara gene, akıl verdi. Dünkü gibi aralar oldu gene, sigara içildi bu aralarda.
Mahkeme yöneticisi, duruşma başlamıştır, diye bağırdı, iki jandarma yalın kılıç, sanığa gözdağı vererek
uyumamak için kendilerini zorladılar gene.
Konuşmalardan, bu çocuğu daha küçükken babasının tütün fabrikasına verdiği, çocuğun orada altı yıl
çalıştığı anlaşılmıştı.
— 149 —
Patron, işçilerle arasında geçen tatsız bir olay yüzünden bu yıl işine son vermiş, o da işsiz, yersiz yurtsuz
kalınca kentte başıboş dolaşmaya, elindeki son birkaç rublesiyle, içmeye başlamış. Meyhanede, kendisi
gibi işinden atılmış, ayyaş bir çilingirle tanışmış, bir gece sarhoşken asma kilidi kırıp, ellerine ilk geçen şeyi
çalmışlar. Yakayı ele vermişler tabiî. Suçlarını itiraf etmişler. Ceza evine koymuşlar onları, duruşma
gününü beklerken ölmüş çilingir. Şimdi de çocuğu, toplumdan uzaklaştırılması gereken tehlikeli bir yaratık
gibi yargılıyorlardı.
Nehlüdof çevresinde olup bitenleri izlerken düşünüyordu: Dünkü sanık gibi tehlikeli... Onlar tehlikeli de biz
değil miyiz sanki?.. Rezil, yalancı, alçak bir insanım ben, hepimiz öyleyiz. Beni olduğum gibi tanıyanlar,
küçük görmedikleri gibi, sevip sayanlar da benim gibi değil midirler? Bu çocuk toplum için şu salonda
bulunan insanların en zararlısı olsa bile, şöyle bir düşünecek olsak, düştüğü durumda elinden başka ne
gelirdi zavallının, ne yapabilirdi?
Bu çocuğun hiç de öyle tehlikeli bir suçlu olmadığı, —herkes farkında bunun— kişiyi suç işlemeye iten
koşulların içine düştüğü için suçlu olduğu apaçık ortada aslında. Sonra şu da apaçık ortada:
Toplumumuzda bu çeşit çocukların görülmesini istemiyorsak, böyle zavallı yaratıkları oluşturan koşulları
ortadan kaldırmalıyız önce.
Oysa biz ne yapıyoruz? Elimize rastlantıyla geçen böyle bir çocuğu yakalıyor —yakalayamadığımız böyle
binlerce çocuğun daha olduğunu bile bile— ceza evine tıkıyoruz. Onun gibi zavallı, hayatta yolunu
şaşırmış bir sürü insanla bomboş oturtuyoruz onu da, ya da sağlığa zararlı, anlamsız işler yaptırıyoruz;
sonra da en ahlâksız, tehlikeli insanların arasına katıp, devlet parasıyla Moskova'dan İrkuts iline
yolluyoruz.
Bu çeşit insanların ortaya çıkmasına yardım eden koşulları yok etmeye çalışacak yerde, boş durmaktan,
hiç bir şey yapmamaktan da öte, bu koşulların doğduğu kuruluşları destekliyoruz. Bu kuruluşlar bellidir:
Fabrikalar, atelyeler, meyhaneler, içkili yerler, genelevler. Bunları ortadan kaldırmadığımız gibi gerekli
olduklarına inanıyor, daha iyi işlemeleri için elimizden geleni yapıyoruz.
— 150 —
Böyle milyonlarca insan yetişiyor, sonra bunların bir tanesini yakalıyor; bir şey yaptığımızı, tehlikeyi
uzaklaştırdığımızı, onu Moskova'dan İrkuts iline sürmekle görevimizi tam olarak yerine getirdiğimizi
sanıyoruz... (Nehlüdof, albayın yanında, sandalyesinde oturuyor, savunma avukatını, savcı yardımcısını,
başkanı dinler, onların kendine güven dolu tavırlarına bakarken büyük bir açıklıkla düşünüyordu bunları.
Bu kocaman salona, duvardaki portrelere, lâmbalara, koltuklara, resmî giysilere, kalın duvarlara,
pencerelere baktı şöyle bir: içinde bulunduğu yapının büyüklüğünü, adlî örgütün çok daha büyük
olduğunu; yalnız burada değil, bütün Rusya'da, bu, hiç kimseye bir yararı dokunmayan komedi için aylık
alan memur, yazıcı, bekçi, hademe ordusunu düşündü). Bu göz boyama ne çok çaba gerektiriyor böyle...
Bu çabanın hiç değilse yüzde birini, huzurumuz için birer araç gibi gördüğümüz, toplumdan atılmış şu
zavallılara yardım etmeye harcasaydık ne olurdu acaba? (Nehlüdof, çocuğun ürkek, soluk yüzüne baktı).
Yoksulluğun zorlamasıyla köyden kente gönderildiğinde ona acıyan, yardım elini uzatan biri çıksaydı
karşısına... kente geldikten sonra bile, on iki saat çalıştıktan sonra gece fabrikadan çıkıp, kötü
arkadaşlarıyla meyhaneye gittiği zamanlar ona, Gitme öyle kötü yerlere Vanya, diyecek birine rastlasaydı
gitmezdi çocuk, serseri olmazdı, düşmezdi bu duruma...
Ama acıyan çıkmadı ona; bitlenmesin diye saçlarını sıfır numaraya vurdurtmuş, ustaların ayak işlerine
koşar, kentte küçük bir yabani hayvan gibi yaşarken bir iyi yürekli insanla karşılaşmadı; tam tersine, kente
indikten sonra ustalarından, arkadaşlarından hep aynı şeyi işitti: Yaman delikanlı olmak için iyi dolap
çevirmesini bilmenin, çok içmenin, iyi küfür etmenin, iyi doğuşmenin, rezalet çıkarmanın gerektiğini.
Ağır çalışma koşullarının hasta ettiği, bozduğu, sarhoşluğun, ahlâksızlığın, serseriliğe sürüklediği,
sersemleştirdiği bu çocuğu, işsiz güçsüz sokaklarda dolaşırken, akılsızlığından, bir ambara girdi, hiç
kimsenin işine yaramayacak iki üç yolluk kilim aşırdı diye bizler, bütün bu okumuş, zengin, geleceklerine
güvenle bakan insanlar yakalamışız; onu bu duruma düşüren
— 151 —
nedenleri ortadan kaldırmaya çalışacağımıza, bu çocuğu cezalandırmakla her şeyi düzeltmek istiyoruz.
Korkunç bir şey bu! Bu canavarlık mıdır yoksa aptallık mı, anlamak güç doğrusu. Sanırım ikisinin de en
aşırısı.
Nehlüdof önünde konuşulanları duymuyordu artık, hep düşünüyordu. Bu gerçek onu bile dehşete
düşürmüştü. Bunu şimdiye kadar nasıl sezinleyemediğine, başkalarının bu gerçeği na-sıi göremediğine
şaşıyordu.
XXXV
Birinci ara verilir verilmez Nehlüdof kalkıp koridora çıktı; duruşma salonuna bir daha dönmemeye
kararlıydı. Varsın nasıl bilirlerse öyle yapsınlardı çocuğu; bu korkunç, iğrenç budalalığa katılamazdı artık.
Savcının odasını öğrenip, oraya gitti. Hademe, savcının meşgul olduğunu söyleyerek içeri bırakmamak
istedi onu. Ama Nehlüdof aldırmadan geçti, karşısına çıkan memura, jüri üyesi olduğunu, çok önemli bir
konuda görüşmek istediğini savcıya bildirmesini söyledi. Prensliği, kibar giyimi nedeniyle yardım ettiler
Nehlüdof'a. Memur gidip haber verdi savcıya, içeri aldılar onu. Savcı ayakta karşıladı onu; Nehlüdof'un
görüşmek için böylesine diretmesinden hoşlanmadığı belliydi. Soğukça:
— Nedir dileğiniz? diye sordu.
— Jüri üyesiyim, soyadım Nehlüdof, sanık Maslova'yı görmeliyim.
Nehlüdof, çabuk çabuk, kararlı konuşuyordu. Hayatında büyük değişikliklere neden olacak bir adım attığını
hissediyor, kı-zanyordu.
Savcı, parlak gözleri fıldır fıldır, saçlarına ak düşmüş, top sakallı, kısa boylu, esmer bir adamdı. Sakin
sakin:
— Maslova'yı mı? diye sordu. Tanıyorum onu. Bir tüccarı zehirlemekten sanıktı. Niçin görmek
istiyorsunuz onu?
Biraz yumuşak davranmak istiyor gibi ekledi: —. Onu niçin görmek istediğinizi bilmeden veremem size
bu izini.
Nehlüdof, kulaklarına kadar kızararak:— 152 —•
—• Benim için son derece önemli bir iş için, diye mırıldandı.
Savcı:
—• Öyle mi? dedi.
Başını kaldırıp dikkatli dikkatli baktı Nehlüdof'un yüzüne.
— Dâvasına bakıldı mı? diye sordu.
— Dün bakıldı, tamamen haksız olarak dört yıl kürek cezasına çarptırıldı. Suçsuzdur.
Savcı, Nehlüdof'un Suçsuzdur demesiyle hiç ilgilenmeden:
— Ya... dedi. Duruşması dün olduğuna göre, cezası kesin biçimiyle açıklanana kadar tutuklular ceza
evinde kalacak demektir. Orada görüşme belirli günlerde olur. Ceza evi müdürüne başvurunuz.
Kesin ânın yaklaşmakta olduğunu hisseden Nehiüdof, alt
çenesi titreyerek:
— Ama bir an önce görmek zorundayım onu, dedi. Savcı, kaşların! huzursuzca kaldırarak:
— Niçin görmek istiyorsunuz onu bu kadar? diye sordu. Nehlüdof, sesi titreyerek:
— Suçsuz olduğu, kürek cezasına çarptırıldığı için, dedi.
Asıl suçlu benim.
Bir yandan da, söylenmemesi gereken şeyi söylediğini hissediyordu.
—• Nasıl olur? diye sordu savcı.
— Çünkü tertemiz bir kızken ben aldattım onu, şimdiki durumuna düşmesine ben sebep oldum. Ona bu
kötülüğü yapma-saydım o eve düşmez, böyle bir şeyle de suçlanmazdı.
— Bunun, onunla görüşmenizi neden gerektirdiğini gene de anlayamadım.
Nehlüdof kekeleyerek:
— Çünkü onun peşinden gitmek... onunla evlenmek istiyorum, dedi.
Bundan her söz etmeye başladığında olduğu gibi, gözleri
dolmuştu gene.
— Öyle mi? dedi savcr. Bakın hele! Gerçekten de pek sık görülmeyen bir olay bu. Krasnapenski bölgesi
yöneticilerindensiniz galiba siz?
Savcı, Nehlüdof soyadını daha önce de duyduğunu hatırlar
— 153 —
gibi olmuştu. Doğrusu çok tuhaf şeylerden söz ediyordu genç adam.
Nehlüdof, kızararak, öfkeli:
— Kusura bakmayın ama, bunun isteğimle bir ilişkisi olduğunu sanmıyorum, dedi.
Savcı belli belirsiz gülümsedi. Hiç bozulmadan karşılık verdi:
— İlişiği yok tabiî... ama isteğiniz öylesine şaşırtıcı, öylesine...
— Söyler misiniz, verecek misiniz izin?
— İzin mi? Elbette, elbette, hemen bir kâğıt vereyim size. Buyrun oturun lütfen.
Savcı, masasına gitti, oturup bir şeyler yazmaya koyuldu.
— Otunuz lütfen.
Nehlüdof ayakta duruyordu.
Savcı, izin kâğıdını yazdıktan sonra, yüzüne merakla bakarak Nehlüdof'a verdi onu.
— Şunu da bildirmek zorundayım size, dedi Nehlüdof, jüri üyeliği görevime devam edemeyeceğim.
— Ama, bildiğiniz gibi, bunun için mahkeme hayetine kabul edilebilecek sebepler göstermelisiniz.
— Her çeşit mahkemeyi yalnızca yararsız değil, ahlâk kurallarına da aykırı bulduğumdur sebep.
Savcı:
— Eveet, dedi. (O belli belirsiz gülümsemesi hâlâ dudak-larmdaydı. Bu gülümseyişle, böyle sözlere
alışık olduğunu, bunları eğlendirici bulduğunu anlatmak istiyordu sanki). Evet efendim, ama savcı olarak
benim bu konuda elimden bir şey gelmeyeceğini sanırım biliyorsunuzdur. Bu bakımdan, mahkemeye
durumu açıklamanızı salık vereceğim size; mahkeme gösterdiğiniz mazereti inceler, kabul eder ya da
etmez; etmezse para cezası verir size. Mahkeme heyetine vaşvurunuz lütfen.
Nehlüdof, öfkeli:
— Size söyledim işte, başka bir yere de başvurmam, diye söylendi.
Savcı, bu garip konuktan bir an önce kurtulmak istediğini gizlemeden, başını öne eğerek:154
— Güle güle efendim, dedi.
*
Nehlüdof çıktıktan hemen sonra savcının odasına giren bir mahkeme üyesi:
— Kimdi o yanınızdaki? diye sordu.
— Nehlüdof. Hatırlıyor musunuz, Krasnoperski bölgesi yönetim kurulunda acayip konuşmalar yapmıştı.
Düşünün bir kere, jüride görevli; sanıklar arasında, kürek cezasına çarptırılmış, eskiden aldattığı bir kadın
mı kız mı ne varmış, evlenmek istiyor onunla...
—• Olamaz.
— Vallahi öyle söylüyor... tuhaf bir heyecan içindeydi.
— Günümüzün gençlerinde bîr acayiplik var ya, nedir bilmiyorum.
—• Pek o kadar genç de sayılmaz hem.
— Şu sizin ünlü İvanşenkof'unuz da kabak tadı verdi yani. Öldürüyor insanı, konuşuyor da konuşuyor...
— Düpedüz susturmalıdır böylelerini, kendiliklerinden susmazlar çünkü...
XXXVI
Savcının yanından çıkınca doğru tutukluların bulunduğu ceza evine gitti Nehlüdof. Ama aradılar taradılar,
Maslova diye biri yoktu orada; başgardiyan, Nehlüdof'a bir de eski sürgünler ceza evine bakmasını
söyledi. Nehlüdof oraya da gitti.
Gerçekten de oradaydı. Yekaterina Maslova. Altı ay önce jandarmaların açtığı çok önemli, dallı budaklı
politik bir dâva sonucu tutuklular ceza evine üniversite öğrencilerinin, doktorların, işçilerin, hemşire
kızların, yüksek okullarda kurslara katılan kadınların doldurduğunu unutmuştu savcı.
Tutuklular ceza evi, kentin bir ucunda, sürgünler ceza evi öte uçundaydı; Nehlüdof oraya vardığında
akşam olmak üzereydi. Soğuk görünümlü, kocaman yapının kapısına yaklaşıyordu ki, nöbetçi bırakmadı
onu, çıngırağın ipine asıldı birkaç kere. Çıngırak sesine gardiyan çıktı. Nehlüdof izin kâğıdını gösterdi;
gardiyan, ceza evi müdürü izin vermeden onu içeri alamayacağını söyledi. Nehlüdof, ceza evi müdürünün
evine yürüdü. Daha mer— 155 —
divenleri çıkarken, piyanoda gürültülü, canlı bir parça çalındığını duymuştu. İçerden geliyordu bu ses. Bir
gözü bağlı, öfkeli olduğu yüzünden belli oda hizmetçisi kapıyı açınca sesler dışarı boşaldı sanki birden.
Nehlüdof'un kulaklarını tırmaladı. List'in bir rapsodisiydi bu, hani güzel de çalıyordu çalan, ama bir yerine
kadar. Oraya gelince gene baştan başlıyordu. Nehlüdof, gözü bağlı oda hizmetçisi kıza ceza evi
müdürünün evde olup olmadığını sordu.
Oda hizmetçisi:
— Hayır, dedi.
— Ne zaman gelir acaba?
Rapsodi gene sustu, sonra gürültüyle, heyecanla başladı, o büyülü yere kadar tekrar edildi.
— Gidip bir sorayım efendim.
Oda hizmetçisi kız gitti.
Rapsodi yeni baştan başlamıştı gene, ama bu kez büyülü yere kadar devam etmedi, yarıda kesildi. Bir kız
sesi duyuldu:
— Evde olmadığını, bugün gelmeyeceğini söyle. Bir yere gitti, anlamıyorlar mı?
Gene Rapsodi başladı, ama başlamasıyla kesilmesi bir oldu, bir sandalyenin itildiği duyuldu. Anlaşılan
piyanist bayan kızmış, zamansız gelen bu inatçı ziyaretçiye haddini bildirmek istemişti.
Uçuk benizli, elemli bakan gözlerinin altı mor, saçı başı karmakarışık bir kız kapıdan çıkarken, sinirli,
— Babam evde yok, diyordu.
Ama karşısında iyi giyimli, genç bir adam görünce yumuşadı hemen,
— Buyrun lütfen, girin... Bir arzunuz mu vardı?
— Ceza evinde bir tutukluyu görmek istiyordum da.
— Siyasî suçlulardan mı?
— Hayır, siyasî suçlu değil. Savcıdan izin aldım.
— Bilmem ki, babam yok evde. Buyursanıza, girin lütfen... Siz bilirsiniz, öyleyse babamın yardımcısına
gidin, odasmdadır şimdi, onunla konuşun. Soyadınız neydi?
Nehlüdof kızın sorusuna cevap vermeden,
— Teşekkür ederim, dedi.— 156 —
Dönüp yürüdü. Arkasından kapı yeni kapanmıştı ki, aynı coşkun, neşeli parça çalmaya başladı gene.
Oysa ne yeriydi bu müziğin, ne de onu büyük bir dikkatle öğrenmeye çalışan kızın za-valiı görünüşüne
gidiyordu. Avluda bıyığının uçları kalkık genç bir subayla karşılaştı Nehlüdof, müdür yardımcısının nerede
olduğunu sordu ona. Genç subay, müdür yardımcısının kendi olduğunu söyledi. İzin kâğıdını a!dı, inceledi,
tutuklular ceza evi için verilmiş bir izin kağıdıyla onu görüştüremeyeceğini söyledi.
— Hem geç oldu zaten... Yarın buyrun. Saat dokuzda herkes istediğiyle görüşebilir yarın. Müdür de
gelecek, onu da görürsünüz. Görüşme odasında görüşebileceğiniz gibi, izin verirse müdürün odasında da
görüşebilirsiniz.
Nehlüdof böylece, Maslova'yla görüşmeden eve döndü. Sokakta yürüyor, mahkemeyi değil, savcıyla,
müdür yardımcısıyla arasında geçen konuşmaları düşünüyordu. Maslova'yı göreceği düşüncesi
heyecanlandırıyordu onu. Onunla konuşabilmek için uğraşması, niyetini savcıya açması, onu görmek için
iki ceza evine gitmesi öylesine coşturmuştu onu ki, uzun süre geçmedi heyecanı. Eve gelir gelmez, hanidir
elini sürmediği günlüğünü aldı, birkaç yerine şöyle bir göz gezdirdikten sonra yazmaya başladı: İki yıldır
tutmuyorum günlük, bu çocukluğa bir daha hiç dönmeyeceğim kanısındayım. Oysa çocukluk değildir bu;
kendi kendimle, her insanın içinde yaşayan o gerçek, kutsal kendimle söyleşmektir. O zamandan beri
uyuyordu bu ben, söyleşebileceğim kimsem yoktu. Yirmi sekiz nisan günü, jüri üyesi bulunduğum
duruşmada az görülür bir rastlantı uyandırdı onu. Sanık sandalyesinde onu, bir zamanlar aldattığım
Katyuşa'yı ceza evi giysisiyle gördüm. Tuhaf bir yanlış anlama, benim de bir anlık dalgınlığım sonucu
kürek cezasına çarptırıldı. Bugün savcıya gittim, ceza evine gittim. Görüştürmediler beni onunla; ama
kararlıyım, onu görmek, ondan özür dilemek — evlenerek bile olsa •— suçumu bağışlatmak için her şeyi
yapacağım. Tanrım, yardım et banal Öyle hafif hissediyorum kendimi, öyle mutluyum ki.
XXXVII
O gece daha uzun süre uyuyamadı Maslova. Gözleri açık, kapıya bakıyor, esmer kadının burnunu
çekmesini dinliyordu. Hâlâ bir aşağı bir yukarı dolaşıp duran köy papazının kızı geçiyordu önünden ikide
bir.
Sahalin'de ne olursa olsun, bir kürek cezalısıyla evlenmeyeceğini düşünüyordu. Ama yöneticilerden
biriyle, bir yazıcıyla, hiç değilse bir baş gardiyan ya da gardiyanla evlenebilirdi belki. Benden iyisini mi
bulacaklar. Yeter ki zayıflamayayım. Yoksa mahvolurum. Savunma avukatının ona nasıl baktığını
hatırladı; başkan da, karşılaştığı ya da mahsus yanından geçen erkekler de öyle süzüyorlardı onu tepeden
tırnağa. Ceza evinde onu görmeye gelen Berta'nın getirdiği haberi hatırladı: Kitayev-na'nın evindeyken
aşık olduğu üniversite öğrencisi gelip aramıştı onu; ceza evine düştüğünü öğrenince de çok üzülmüştü.
Esmer kadının kavgasını hatırladı, acıdı ona; ona bir francala da fazladan yollayan fırıncı geldi aklına. Çok
şey düşündü ama Neh-lüdof'u hatırlamadı hiç. Çocukluğunu, genç kızlığını, özellikle, Nehlüdof'a olan
âşkını hatırlamak istemezdi hiç bir zaman. Çok acı verirdi ona bu- Bu anılar ruhunun derinlikleriyie bir
yerde hiç dokunulmadan dururlardı. Düşünde bile gördüğü olmazdı Nehlü-dof'u. Duruşma {salonunda onu
tanımaması, onu son kez gördüğünde resmî giygili, sakalsız küçücük bıyıklı, kısa da olsa gür, kıvırcık saçlı
bir genç; şimdiyse kelli felli, sakallı bir adam olmasından olduğu kadar, onu hiç düşünmemesindendi.
Onunla ilgili geçmişini o zifiri karanlık gece, Nehlüdof savaş dönüşü halalarına uğramadığı o korkunç gece
çıkarıp atmıştı belleğinden.
Maslova o geceye kadar, yani Nehlüdof'un dönüşte uğrayacağını umduğu sürece, karnında taşıdığı
çocuktan sıkılmak şöyle dursun, onun yumuşak, bazan da sert hareketlerinden büyük haz duyuyor,
duygulanıyordu bile. Ama o geceden sonra her şey değişti. Doğuracağı çocuk da bir yük olmaya
başlamıştı ona artık.
Halaları uğraması için mektup üzerine mektup yazmışlardı ona, yalvarmışlardı; ama o bir telgraf çekti
onlara, zamanında Petersburg'da bulunması gerektiği için uğrayamayacağını bildirdi. Bunu öğrenince, onu
görebilmek için tren istasyonuna gitmeye karar verdi Katyuşa Tren gece saat ikide geçecekti. Katyuşa
.hanımlarını yatırdı- eski bir çift potin geçirdi ayağına, atkıyı ba-_ 158 —
sına örttü, yanına ahçmın kızı Maşka'yı alıp sessizce çıktı evden, istasyona koştu.
Yağmurlu, rüzgârlı, zifirî karanlık bir sonbahar gecesiydi. Ilık, iri yağmur taneleri kamçılıyordu yüzünü;
arada bir yağmur kesiliyordu. Ayaklarının altında yol belli değildi, orman ise kuyu gibi kapkaranlıktı.
Katyuşa oraları çok iyi bildiği halde gene de kaybetti yolu; öyle ki, trenin üç dakika kalacağı küçük
istasyona, umduğu gibi trenden önce değil, ikinci zilden sonra varabildiler. Koşarak trenin yanına
geldiklerinde Katyuşa birinci mevki vagonun penceresinde ODU gördü hemen. Çok aydınlıktı içersi. İki
subay kadife kaplı koltuklarda karşılıklı oturmuş, kâğıt oynuyorlardı. Pencerenin önündeki küçük masada
kalın mumlar yanıyordu; üstten eridikçe kenarlarından akarken ip ip donmuş mumlar. O, koltuklardan
birinin kenarına, kolunu arkalığına dayayarak oturmuş, bir şeye gülüyordu. Bacaklarına iyice yapışmış
subay pantolonu vardı ayağında. Onu tanır tanımaz, soğuktan donmuş eliyle cama vurdu Katyuşa. Ama
tam o anda da üçüncü zil çaldı, tren önce geri kaydı, biraz sonra vagonlar, sırayla sarsılarak yavaş yavaş
hareket ettiler. Oyun oynayan subaylardan biri elinde kâğıtlarla ayağa kalktı, pencereden dışarı baktı.
Katyuşa bir kere daha vurdu, yüzünü cama dayadı. O anda Kat-yuşa'nın yanında durduğu vagon da
sarsıldı, hareket etti. Katyuşa içeri bakarak yürüyordu vagonla beraber. Subay pencereyi indirmek istiyor,
ama indiremiyordu bir türlü. Nehlüdof kalktı yerinden, subayı yana itti, pencereyi indirmek için uzandı. Tren
hızlanmıştı. Katyuşa geri kalmamak için çabuk çabuk yürüyordu, ama tren de hızlandıkça hızlanıyordu.
Nehlüdof tam pencereyi indirdiği anda kondüktör itti Katyuşa'yı, trene atladı. Geri kalmıştı Katyuşa, ama
hâlâ koşuyordu istasyonun ıslak tahtaları üzerinde. Sonra tahtalar bitti, merdivenleri koşarak inerken
düşmemek için zor tuttu kendini. Koşuyordu Katyuşa, ama birinci mevki vagonu uzaklaşmıştı ondan,
gitmişti. Şimdi ikinci mevki vagonları koşarak geçiyordu yanından, sonra üçüncü mevki vagonları daha
hızla geçmeye başladılar, ama hâlâ durmadan koşuyordu Katyuşa. Yanında arkasından fenerle son vagon
geçtiğinde su tulumbasının yanındaydı. Yapayalnızdı karanlığın ortasında, birden rüzgâr saldırdı üzerine,
basından atkısını çekti aldı.
- 159 ıslak eteklerini estiği yöndeki bacağına yapıştırdı. Atkısının bayından uçtuğuna aldırmadan koşuyordu
Katyuşa hâlâ. Arkasından ona yetişmeye çalışan kız,
— Mihaylovna teyze! diye bağırıyordu. Atkınızı düşürdünüz!
O apaydınlık bir kompartımanda, kadife koltuklarda oturuyor, gülüp eğleniyor, içiyor, bense burada
çamurların, karanlığın içindeyim; yağmurun, rüzgârın altında ağlıyorum. Böylece geçirdi içinden Katyuşa.
durdu, başını geri atıp ellerinin arasına .aldı, hüngür hüngür ağlamaya başladı.
—' Gitti! diye bağırıyordu.
Kız korkmuştu, sırılsıklam entarisiyle sarıldı ona.
— Eve gidelim teyzeciğim.
Katyuşa kıza cevap vermeden, Bir tren geçerken altına ata-•yım kendimi, her şey bitsin, diye geçiriyordu
içinden.
Öyle yapmaya da kararlıydı. Ama her zaman olduğu gibi, heyecan anı geçtikten sonra karnındaki çocuk,
onun çocuğu birden tekme atmaya başladı, yumuşak kıpırdanmalar duydu için-de Katyuşa, duygulandı.
Bir dakika önce onu öylesine perişan den artık yaşayamıyacağı düşüncesi, sevdiği erkeğe olan öfkeli,
ondan hiç değilse kendini öldürerek öcünü almak isteği çok uzaklardaydı şimdi. Sakinleşmişti, atkısını alıp
sarındı ona, aceleyle eve yollandı.
Perişan bir durumda, iliklerine kadar ıslanmış, üstü başı çamur içinde eve döndü; onu şimdiki durumuna
getiren ruhsal değişiklik de o gün başladı işte. İyiliğe o korkunç geceden sonra inanmamaya başladı. O
zamana kadar iyiliğe de inanırdı, insanların iyiliğine inandıklarına da; ama o gece hiç kimsenin böyle ;bir
şeye inanmadığı, insanların, Tanrıdan, iyilikten söz etmelerimin tek nedeninin birbirlerini aldatmak olduğu
inancı yer etti 'içinde. Onu seven — kuşkusu yoktu Katyuşa'nın Nehlüdof'un onu sevdiğinden — evet onu
seven, onun da sevdiği erkek istediğini elde ettikten sonra, duygularıyla alay ederek silkip atmıştı onu.
Tanıdığı en iyi insan oydu. Hiç kimse onun kadar iyi değildi. Her gün biraz daha inanıyordu buna. Halalar,
dine sıkı sıkıya bağlı o yaşlı kadınlar bile, onlara artık eskisi gibi hizmet edemeyince kovmuşlardı onu.
Tanıdığı bütün insanlar bir çıkar peşindeydiler hep; Kadınlar, ondan yararlanarak para kazanma-— 160 —
ya çalışıyorlardı; erkeklerse, yaşlı bölge konserinden gardiyanlara kadar hepsi bir zevk aracı gibi
bakıyorlardı ona. İnsanlar için dünyada varsa yoksa zevkti önemli olan, gerisini görmüyordu gözleri.
Özgürlüğüne kavuşmasının ikinci yılında tanıştığı yaşlı yazar daha da inandırmıştı onu buna. Kişinin
mutluluğunun bunda —şiir ve estetik diyordu buna— olduğunu söylüyordu.
Herkes kendi için, kişisel zevki, çıkarı için yaşıyordu; Tanrı üzerine, iyilik üzerine söylenenler aldatmacaydı
hep. Dünyada her şeyin niçin bu kadar kötü olduğu, insanların niçin birbirine durmadan kötülük yaptıkları,
birbirinin kuyusunu kazdıkları, niçin hepsinin ıstırap çektikleri konusuna gelince, bunları hiç düşünmemek
gerekiyordu. Canı sıkılmaya başladı mı; bir sigara yakınca, birkaç kadeh devirince ya da —en iyisi de
buydu— bir erkekle sevişince geçiyordu her şey.
XXXVIII
Devrisi 'gün —pazardı— sabahın beşinde kadınlar koğuşunun koridorunda her sabahki düdük çalınca,
hâlâ uyumayan Ko-rabîeva uyandırdı Maslova'yı.
Kürek mahkûmu diye geçirdi içinden dehşetle Maslova. Gözlerini oğuşturdu, gece iyice ağırlaşmış, çok pis
kokan havayı güçlükle çekti ciğerlerine; dönüp gene uyumak, her şeyin unutulduğu ülkeye gitmek istedi,
ama artık bir alışkanlık olarak içine yerleşmiş korku kaçırdı uykusunu, doğruldu, ayaklarını toplayıp oturdu,
çevresine bakınmaya başladı. Kadınlar kalkmıştı, çocuklar uyuyordu yalnız. Patlak gözlü yasak içkici
kadın, çocukları uyandırmamak için yavaş yavaş çekiyordu altlarından önlüğünü. Bozguncu kadın, kundak
yerine kullandığı eski püskü bez parçalarını asıyordu sobanın yanına; mavi gözlü Fedosya'nın kucağında
tuttuğu, pışpışladığı, onunla beraber sallandığı bebeğiy-se yırtınırcasına ağlıyordu. Veremli göğsünü
tutmuş öksürüyor, aralarda güçlükle, hırlayarak soluyordu. Yüzü kıpkırmızı olmuştu. Esmer kadın
uyanmış, göbeği havada, kalın bacaklarını kıvırmış, sırtüstü yatıyor, gördüğü bir düşü yüksek sesle,
neşeyle anlatıyordu. Bilerek yangın çıkarmaktan yatan yaslı kadın gene
— 161 —
ikon dolabının önündeydi; durmadan haç çıkarıyor, secdeye varıyor, hep aynı sözcükleri fısıltıyla
tekrarlayarak dua ediyordu. Köy papazının kızı ranzasında kıpırdamadan oturuyor, uykulu gözlerle önüne
bakıyordu. Çalımlı, siyah, sert, yağlı 'saçlarını parmağına doluyordu.
Koridorda ayak sesleri duyuldu, anahtar gürültüyle döndü kilidin içinde, iki erkek cezalı girdi içeri.
Temizleyicilerdi bunlar. Ceketleri uzun, boz pantolonları kısa mı kısaydı. Ağırbaşlı, sinirliydiler; pis su dolu
tekneyi kaldırıp götürdüler. Kadınlar ellerini yüzlerini yıkamak için koridordaki musluklara gittiler. Esmer
kadın orada da komşu hücreden çıkmış bir kadınla kapıştı. Gene bağnşmalar, küfürler, yakınmalar...
Gardiyan,
— Zindana tıkılmak mı istiyor canınız galiba! diye bağırdı. Esmer kadının yağlı sırtına öyle bir şaplak
indirdi ki, koridor çın çın öttü.
— Sesini duymayayım bir daha.
Bu davranışı, okşama olarak kabul eden esmer kadın,
— Amma da vuruyorsun be moruk, dedi.
— Hadi çabuk olun, hadi! Sabah ayinine yürüyün. Maslova saçlarını daha taramamıştı ki, ceza evi
müdürü
geldi yardımcılarıyla. Gardiyan.
— Yoklama! diye bağırdı.
Öteki hücreden de kadınlar çıktı, koridorda ikili sıra oldular; arka sıradakiler ellerini ön sıradakilerin
omuzlarına koydular. Hepsini saydılar.
Yoklamadan sonra bir kadın gardiyan geldi, kadınları alıp kiliseye götürdü. Bütün hücrelerden çıkmış yüz
kadar kadın sırayla yürüyordu arkasından. Maslova'yla Fedosya sıranın ortala-nndaydı. Hepsi beyaz
başörtülü, blûzlu, etekliliydi; renkli giysisi olan tek tüktü. Kocalarından ayrılmayan, onlarla beraber ceza
evine giren çocuklu kadınlardı bunlar. Sıranın bir ucu merdivenin başında, öteki ucu dibindeydi. Kalın
tabanlı terliklerin taşlarda çıkardığı tok sesten başka bir ses duyulmuyordu; arada konuşanlar, gülenler de
vardı. Bir köşeyi dönerken düşmanının,
Diriliş — F: 11
— 162 —
Boçkova'nın kötülük okunan yüzünü gördü Maslova, önde yürüyordu, Fedosya'ya gösterdi onu. Alt kata
inirnce kestiler seslerini kadınlar; içini, altınlarda yansıyan ışığın pırıl pırıl aydınlattığı kilisenin açık
kapısından haç çıkararak girdiler. Bomboştu henüz kilise. Onlara ayrılan yer sağ yandaydı; sıkışarak,
birbirini iterek yerleştiler. Kadınların arkasından boz giysileriyle erkek cezalılar geldiler; yüksek sesle
öksürerek sol yandaki ve ortadaki yerlerini aldılar. Yukarda, koro yerinin bir yanında, başlarının yarısı traş
edilmiş, orada oldukları ayakiarındaki zincirlerin şakırdamasından belli olan kürek cezalıları, öteki yanında
saçları kesilmemiş, ayakları zincire vurulmamış tutuklular vardı.
Ceza evi kilisesini zengin bir tüccar otuz: kırk bin ruble vererek yeni baştan yaptırmıştı. Pırıl pırıl renklerle,
altınla parlıyordu her yanı.
Bir süre sessizlik vardı kilisenin içinde; yalnız sümkürme-ler, öksürük, çocukların ağlaması, arada bir de
zincir şakırtıcı duyuluyordu. Ortadaki cezalılar arasında bir kaynaşma oldu birden, birbirlerini iterek
açıldılar, ortada bir yol açtılar; bu yoldan, ceza evi müdürü yürüyerek en öne geçti, tam orta yerde durdu.
XXXIX
Ayin başladı.
Simli, kalın bir kumaştan acayip, son derece rahatsız bir giysisi olan papaz ekmeği bıçakla ufak ufak kesip
bir tabağa yerleştirdi, sonra birtakım dualar okuyarak, adlar söyleyerek içinde şarap olan bir kaba da attı
birkaç tane. Bu arada Zangoç durmadan bir şeyler okuyordu; sonra cezalılardan kurulu koro eşliğinde,
anlaşılmaz, çabuk ve şarkı gibi söylendiği için daha da anlaşılmaz olan, eski Slav duaları okudu. Dualarım
çoğunda Tanrıya Çarın, Çar ailesinin mutluluğu için yakarılıyordu. Yere diz çökü-lerek bir kaç kere okundu
bu çeşit dualar, arada başkaları da okunuyordu. Ondan başka, zangoç Havarilerim Kutsal işlerinden birkaç
şiir okudu, ama öylesine tuhaf bir seslle, kendini zorlayarak okuyordu ki, bir sözcüğü anlaşılamadı
okuduğunun. Sonra papaz Mark'ın İncil'ini açtı, tane tane okumaya başladı. İsa'nın dirildikten sonra göğe
uçup babasının sağ yanına oturmadan ön— 163 —
ce, ilkin, içinden yedi şeytanı kovduğu Mariya Magdalena'ya, sonra da onbir öğrencilerine İncil'i tüm
canlılara tanıtmasını buyurduğu, inanmayanların mahvolacaklarını, inananların, vaftiz ola-caklarmsa
kurtulacağını, içindeki şeytanları kovacağını, elinin dokunuşuyla hastaları iyi edeceğini, yeni yeni dillerle
konuşacağını, yılanları buyruğu altına alacağını, zehir içse ölmeyeceğini, sağlıklı kalacağını söylediği
yerdi.
Papazın doğrayıp şarabın içine koyduğu ekmek parçalarının, bilinen hareketlerden, dualardan sonra
Tanrının bedenine, kanına dönüşeceğine inanılıyordu. Bu hareketler şunlardı: Papaz, — simli kalın
kumaştan cüppesiyle çok güç olduğuna aldırmadan— ellerini yavaşça yukarı kaldırıyor, öyle bir süre
durduktan sonra yere diz çöküyor, masayı, masanın üzerindekileri öpüyordu. En önemli hareket, papazın,
peçeteyi iki eliyle tutup, tabaka altın kap üzerinde düzenli olarak yavaş yavaş sallamasıydı. Ekmekle
şarabın tam o anda Tanrının bedeniyle kanına dönüşeceğine inanıldığı için, ayinin bu yeri pek heyecanlı
olmuştu. Bundan sonra, bölmenin arkasından bağırmaya başladı papaz:
— Ey en temiz, en bakir Tanrı anası, kutsalların en kutsalı!
Koro coşkun bir övgüyle başladı arkasından, İsa'yı, bakireliğine hiç zarar gelmeden doğuran bakire
Meryem'in meleklerden üstün olduğunu dile getiriyordu bu övgü. Dönüşümün bundan sonra artık
tamamlandığına inanıldığı için, papaz tabağın üzerindeki peçeteyi kaldırdı, tam ortadaki parçayı alıp dörde
böldü, şaraba batırıp ağzına attı. Onun Tanrının etinden bir parça yediğine, kanından bir yudum içtiğine
inanılıyordu. Sonra perdeyi çekti papaz, ara kapıyı açtı, altın kaplı kabı eline alıp, orta yere çıktı,
isteyenlerin kaptaki Tanrının etinden yiyebileceğini kanından içebileceğini söyledi yüksek sesle.
Birkaç çocuktan başka isteyen çıkmadı.
Papaz önce adlarını sordu çocukların; sonra elindeki kaşığı kaba daldırıp, her keresinde bir parça ekmekle
biraz şarap alarak kaşığı sapına kadar çocukların ağzına sokmaya başladı. Bu arada zangoç çocukların
ağzını siliyor, bir yandan da neşeyle şarkı söylüyordu. Çocukların Tanrının etinden yedikleri, kanından
içtikleri üzerineydi bu şarkı. Sonra kabı alıp bölmenin arkasına gitti papaz, kaptaki kanın hepsini içti,
Tanrının bedeninin parça-— 164 —
larını yedi, bıyıklarını birkaç kere yaladıktan, ağzını da kabı da güzelce kuruladıktan sonra, ince tabanlı,
cilâlı potinlerini gıcır-data gıcırdata, çabuk adımlarla çıktı bölmenin arkasından. Çakırkeyif olduğu
gözlerinin parlamasından belliydi.
Hıristiyanlığın en önemli ayini böylece bitmiş oluyordu. Ama papaz, zavallı, mutsuz cezalıları avutmak
amacıyla, alışılagelmiş ayine öze! bir ayin daha eklemeyi uygun bulmuştu. Bu özel ayin şöyleydi: Papaz,
altın çerçeveli, yirmi otuz mumun aydınlattığı bir tasvirin önünde yere diz çöktü (biraz önce etini yediği
Tanrının resmi diye bellenmişti bu; yüzü, elleri simsiyah bir insan resmiydi) acayip, soğuk bir sesle şarkı
söylemekle konuşmak arası bir tonda okumaya başladı:
— Ey en tatlı olan İsa, havarilerin göz bebeği, Rabbim benim, acı çekenlerin tek avuntusu, evrenin
sahibi, İsa, kurtar beni, kurtar beni Rabbim, güzel İsa, bütün dualarım sanadır, kurtar beni İsa'm benim, acı
bana, sana iman etmişler, seni kutsal bilenleri kurtar ey bütün varlıkların Peygamberleri, İsa, cennetin
kapılarını açtı bana ey insan sever İsa'm!
Burada sustu papaz, soluk aldı, haç çıkarıp secdeye vardı, herkes yaptı onun yaptığını. Ceza evi müdürü
de, gardiyanlar da, cezalılar da secdeye varmışlardı; yukarda zinzin şakırtıları duyuldu. Papaz devam etti
sonra:
— Melekleri yaratan, güçlerin en büyüğü İsa, tüm kutsal varlıkların en kutsalı, atalarımızın sığmağı, çok
tatlı İsa, büyük İsa, çarların koruyucusu, mutluluk kaynağı İsa, Peygamberler Peygamberi, mucizeler
yaratan,
düşmüşlerin dayanağı,
mutlu Rabbim, rahiplere yaşama gücü veren ey en iyi, ey en
bağışlayan İsa, zavallıların sevinci, dindarların armağanı, oruç tutanların gücü İsa, ey, en temiz, en soylu,
en kutsal, ölümsüz, günahkârların kurtuluşu İsa ey, Tanrının oğlu, acı bana!
Papaz giderek yükseltiyordu sesini; tasvirin ipek örtüsüne dokundurdu elini sonunda, bir dizini yere koyup
secdeye vardı; bu arada koro büyük bir coşkunlukla duanın son sözlerini tekrar ediyordu: İsa ey, Tanrının
oğlu, acı bana! Cezalılar, yarısı traş edilmiş başlarını sallayarak, zayıf bacaklarının derilerini soymuş,
zincirleri şakırdatarak secdeye varıp varıp doğruluyorlardı.
Uzun süre devam etti bu böyle. Önce övgüler söylendi —her
— 165 —
övgü acı bana diye bitiriliyordu— arkasından amin diye biten yeni övgüler okundu. Mahkûmlar haç
çıkarıyor, secdeye varıyorlardı. Başlangıçta her aralıkta secdeye varıyorlardı cezalılar, sonra bir atlayarak,
giderek iki, üç atlayarak varmaya başladılar; bütün övgüler bitip de papaz derin bir soluk alarak elindeki
küçük kitabı kapayıp bölmenin arkasına gidince hepsi çok sevindiler buna. Son bir şey daha kalmıştı.
Papaz büyük masanın üzerindeki uçlarında mine pullar olan altın kaplamalı haçı alıp, onunla kilisenin orta
yerine çıktı. Önce ceza evi müdürü geldi papazın yanma, elini haça değdirdi, sonra yardımcısı, daha sonra
da gardiyanlar yaptılar aynı şeyi. Arkasından cezalılar birbirini iterek, alçak sesle küfrederek sırayla
gelmeye başladılar. Papaz, müdürle konuşurken bir yandan da, ona yaklaşan cezalıların ağzına, bazan da
burnuna sokuyordu elini, haçı. Cezalılar papazın elini de haçı da öpmeye çalışıyorlardı. Yolunu kaybetmiş
kardeşlerin huzura kavuşması, doğru yolu bulması için yapılan hıristiyan ayini de böylece bitmiş oluyordu.
XL
Papazdan, müdürden tutun da Maslova'ya kadar hiç kimse, papazın, tuhaf tuhaf sözcüklerle övdüğü, adını
bir çok kereler tekrarladığı İsa'nın burada yapılanları yasakladığını aklının ucundan biİe geçirmemişti.
Böylesine anlamsız, saçma sapan duaları, öğretmen papazların ekmekle şaraba yaptıkları bu çirkin
okus-fokusu yasaklamakla kalmamış, insanların başka insanlara öğretmen demelerini, tapınaklarda dua
etmelerini de kesinlikle yasaklamıştı. Herkesin yalnız, bir basınayken dua etmesini buyurmuş; kendisinin
tapmakları yıkmak için geldiğini, tapmaklarda değil, gerçekte, ruhta dua etmenin gerektiğini söyleyerek
tapınakları da yasaklamıştır. En önemlisi, insanları yargılamayı, onları burada olduğu gibi, zindanlarda
çürütmeyi, horlamayı, ezmeyi, öldürmeyi yasaklamamıştır yalnızca; köleleri özgürlüğe kavuşturmaya
geldiğini söyleyerek, insanlara karşı her çeşit eziyeti de yasaklamıştır.
Hiç kimsenin aklına, burada İsa adına yapılanların aslında
J— 166 —
İsa'ya en büyük küfür olduğunu, onunla alay etmek olduğu gelmiyordu. Papazın ortaya çıkarıp herkese
öptürdüğü altın kaplama, uçlarında mine pullar olan haçın aslında, İsa'yı, şimdi onun adına burada
yapılanı yasakladı diye astıkları darağacınn örneğinden başka bir şey olmadığını düşünen yoktu.
Ekmeğin, İsa'nın etine, şarabın da kanına dönüştüğünü söyleyen papazların gerçekten de O'nun etini
yediklerini, kanını içtiklerini, ama bunu, ekmekleri yiyerek, şarabı içerek değil de; İsa'nın, kendini onlardan
biri saydığı küçükleri yoldan çıkardıktan başka, İsa'nın oğluna getirdiği mutluluğu onlardan saklayarak,
onları en yüce mutluluktan yoksun ederek, en dayanılmaz acıları çekmek zorunda bırakarak yaptıklarını
düşünmüyordu kimse.
Papaz büyük bir rahatlıkla, iç huzuruyla yapıyordu görevini, çünkü çocukluktan beri bu öğretilmişti ona
hep, şimdiye kadar yaşamış kutsal insanların da, şimdiki din büyüklerinin de inandıkları tek gerçek inancın
bu olduğu sokulmuştu kafasına. Ekmeğin et olduğuna inanmıyordu inanmasına, çok dua etmenin ruha bîr
yararı olacağına, yediğinin gerçekten de Tanrının eti olduğuna inanmıyordu —inanılmaz böyle şeylere—
ama bu dine inanmanın gerektiğine inanıyordu. Bu inancın içinde yer etmesinin en önemli sebebi de, bu
dinin gereklerini yerine getirmekle onsekiz yıldır para kazanmasıydı. Ailesine bakıyor, oğlunu lisede, kızını
da din okulunda okutuyordu bu parayla.'Zangoç da inanıyordu, hem papazınkinden sağlamdı onun inancı,
çünkü bu dinin aslını hepten unutmuştu, bildiği bir şey varsa o da, mum yakmanın, ölüye dua okutmanın,
çan çaldırmanın, azizlerin ruhlarına âyin yaptırmanın ayrı ayrı fiyatları olduğuydu; gerçek Hıristiyanlar da
seve seve ödüyorlardı bunların ücretini. Bu yüzden, yalvarırım, yalvarırım, diye bağırırken, ilâhi söylerken,
gerekli duaları okurken odun, un, ya da patates satan birisinin bağırmasının gerekliliğine inandığı kadar
inanıyordu buna, içi de rahattı. Ceza evi müdürüyle gardiyanlar, bu dinin esaslarını hiçbir zaman
öğrenemedikleri, kilisede olup bitenlerin ne anlama geldiğini bilmedikleri halde, bu dine inanmaları
gerektiği inanandaydılar; çünkü büyükleri de, Çar da bu dine inanıyorlardı. Dahası var, bu dinin onların
acımasız görevlerini doğruladığını sezinler gibi oluyorlardı (bu duygularını açıklamak istese— 167 —
ler açıklayamazlardı). Bu din olmasaydı —şimdi büyük bir gönül rahatlığıyla yaptıkları gibi— insanlara
ıstırap çektirmeleri daha bir çok, belki de imkânâsız olacaktı. Ceza evi müdürü öylesine iyi bir insandı ki,
bu dinde kendine dayanarak bulmasaydı yaşayamazdı. Yedi kanatlı melek duası okunurken bunun için
kıpırdamadan, dimdik durmuştu olduğu yerde, heyecanla secdeye varmış, haç çıkarmış, duygulanmaya
çalışmıştı; çocuklara kutsal ekmekle şarap verirlerken de aynı nedenle öne çıkmış, şaraptan içen çocuğu
kucağına alıp kaldırmıştı.
Cezalıların çoğu —bir bölümü bu dinden yararlanılarak insanların nasıl aldatıldığını açık seçik görüyor, için
için gülüyorlardı ona— evet, cezalıların çoğu bu altın kaplama çerçevelere konmuş tasvirlerde, bu
mumlarda, şarap içilen kapta, tasvir örtülerinde, haçlarda, durmadan tekrarlanan anlaşılmaz En kut-sa!
İsa, yalvarırım, diye bağrışlarda insanı bu dünyada da öteki dünyada da rahata kavuşturacak esrarlı gücün
saklandığına inanıyordu. Gerçi çoğu duayla, ayinle, mumla bu dünyada rahata erişmeyi denemişlerdi
birçok kereler de bir şey elde edememişlerdi —duaları boşuna gitmişti hep— ama bu başarısızlıklarının
geçici olduğuna inanıyordu her biri: bilginlerin, büyük din adamlarının salık verdiği bu yolun gene de çok
önemli olduğuna, bu dünya için olmasa bile öteki dünya için gerekliliğine kesin inançları vardı.
Maslova da inanıyordu buna. Ayin sırasında derin saygıyla can sıkıntısının beraberce bulunduğu o
duyguyu o da duymuştu. Başlangıçta orta orta yerlerdeydi, önünü bir direk kapadığı için arkadaşlarından
başka bir şey göremiyordu. Ama kutsal şarapla ekmekten alınırken Fedosya'yla beraber öne sokulmuş,
ceza evi müdürünü görmüştü, yöneticinin arkasındaki gardiyanların arasından da sarı saçlı, açık sarı
sakallı, ufak tefek bir köylü gördü; Fedosya'nın kocasıydı bu, gözlerini ayırmıyordu karısından. Dualar
okunurken Maslova ona bakıyordu hep, bir yandan da Fedosya'yla alçak sesle konuşuyordu. Herkes haç
çıkarınca o da haç çıkarıyor, herkesle beraber secdeye varıyordu.XLI
Nehlüdof sabah erken çıktı evden. Ara sokakta arabasına binmiş, bir köylüyle karşılaştı, adam tuhaf bir
sesle:
— Süt, süt, süt! diye bağırıyordu.
İlkbaharın ilk ılık yağmuru dün yağmıştı. Kaldırım olmayan her yerde yeşil otlar fışkırmıştı bir günde
toprağın altından. Bahçelerde kayın ağaçları yeşil tomurcuklar vermiş, kavaklar, ıhlamurlar kokulu, uzun
yapraklarını dikleştirmişti; evlerde, dük-kânlardaysa pancurlan çıkarmışlar, camları Biliyorlardı. Nehlüdof
un, arabasıyla yanından geçmesi gereken bit pazarında sıra sıra dizilmiş sergilerin önündeyse büyük bir
kalabalık kaynaşmaktaydı; çizmelerini koltuğunun altına almış, üstü başı yırtık insanlar vardı; bazıları da
güzelce ütülenmiş pantolonlar, ceketler asmışlardı omuzlarına, öyle dolaşıyorlardı.
Çalıştıkları fabrikalardan kurtulan temiz giyimli, pırıl pırıl çizmeli erkekler; başlarında parlak ipek kumaştan
atkılarıyla, cam düğmelerle süslü mantolanyla kadınlar meyhaneleri doldurmuşlardı bile. Tabancaları sarı
kordonlara bağlı polis memurları, uyuşukluklarını dağıtabilecek bir olayın çıkmasını bekliyorlar-mışcasma
kıpırdamadan duruyorlardı yerlerinde. Bulvarların yaya kaldırımlarında, yeşilliklerde çocuklar, köpekler
koşup oynuyorlar; neşeli dadılar banklarda oturmuş konuşuyorlardı.
Gölgede kalan sol yanlan hâlâ ıslak, orta yerleri kurumuş sokaklardan tekerlekleri kaldırım taşlarında
büyük gürültü çıkaran ağır yük arabaları geçiyordu peşpeşe; paytonlann yay gıcırtıları, atların çıngırak
sesleri duyuluyordu. Halkı, ceza evinin kilisesinde yapılmakta olan ayinin aynısına kiliselere çağıran
çanların her yandan gelen gürültüsü, uğultusu havayı titretiyordu. Herkes giyinmiş kuşanmış, kilisesine
gidiyordu.
Nehlüdof ceza evinin kapısına kadar gitmedi arabayla, köşe
başında indi.
Çoğunluğunun elinde bohçalar olan kadınlı erkekli birkaç kişi daha vardı orada. Ceza evinin kapısı yüz
adım ötedeydi. Sağda alçak, ahşap evler, solda iki katlı, tabelâlı bir ev vardı. Kocaman bir taş yapı olan
ceza evîyse ilerdeydi, ziyaretçileri yaklaştırmıyorlardı ona. Silâhlı nöbetçi er önünde bir aşağı bir yukarı
dolaşıyor, yanından geçmek isteyenlere bağırıyordu.
Sağ yandaki demir kapının önünde, nöbetçinin tam karşı— 169 —
sındaki peykede sırmalı giysisiyle bir gardiyan oturuyordu, bir defter vardı elinde. Ziyaretçiler yanma
geliyor, görmek istediklerinin adlarını söylüyorlardı, o da deftere yazıyordu. Nehlüdof da yaklaştı ona,
Katerina Masiova'yla görüşmek istediğini söyledi. Sırmalı gardiyan yazdı.
— Hâlâ ne diye bırakmıyorlar? diye sordu Nehlüdof.
— Ayin var içerde. Ayin biter bitmez alacağız.
Nehiüdof bekleyenlerin yanına gitti. Gruptan üstü başı yırtık, şapkası şapkadan başka her şeye benzeyen,
altı delik deşik potinlerini çıplak ayağına giymiş, yüzü kırmızı çiziklerle kaplı bir baldırı çıplak ayrılıp ceza
evine doğru yürüdü.
Tüfekli er bağırdı ona:
— Hey; nereye gidiyorsun ahbap?
Beriki, nöbetçinin bağırmasından hiç bozulmadı, geri döndü hemen:
— Ne bağırıp duruyorsun be? dedi. Bırakmazsan bırakma, ben de beklerim. Generalmiş gibi bağırıyor
beyefendi.
Gruptakiler gülümsediler onun bu sözlerine. Bekleyenlerin çoğunluğunun üstünde başında yoktu, ama
erkekler de kadınlar da temiz giyimliydi. Nehlüdof'un yanında akça pakça, sakalsız, al yanaklı, şişmanca
bir adam duruyordu; içinde, besbelli, çamaşır olan bir bohça vardı elinde. Nehlüdof, buraya ilk kez mi
geldiğini sordu ona. Elinde bohça olan adam her pazar geldiğini söyledi, konuşmaya başladılar. Bir
bankanın kapıcısıydı bu; sahtekârlıktan yatan kardeşine gelmişti. Bu temiz yürekli adam her şeyini anlattı
Nehlüdof'a; bitirdikten sonra tam Nehlüdof'u sorguya çekmeye hazırlanıyordu ki, besili, safkan, doru bir ata
koşulu lâstik tekerlekli bir yaylı geldi durdu yanlarında. İçinde üniversite öğrencisi bir gençle, peçeli bir
bayan vardı. Üniversite öğrencisinin elinde büyük bir bohça vardı. Nehlüdof'un yanına geldi, getirdiğj
francalan sadaka olarak dağıtıp dağıtamayaca-ğını, dağıtabilecekse bunun için ne yapması gerektiğini
sordu.
— Nişanlımın dileğini yerine getirmek istiyorum da efendim. Nişanlımdır. Annesiyle babası cezalıları
götürmemizi salık verdiler.
Nehlüdof, elinde defterle sağda oturan sırmalı gardiyanı göstererek,
170 —
171
— Galiba ona soracaksınız, dedi, ben de ilk kez geliyorum buraya, iyi bilmiyorum.
Nehlüdof öğrenciyle konuşurken ceza evinin, ortasında küçük bir penceresi olan, büyük demir kapısı
açılmış, resmi giysili bir subay, yanında bir gardiyanla dışan çıkmıştı. Elinde defter olan gardiyan
ziyaretçilerin içeri alınmaya başlanacağını bildirdi. Nöbetçi kenara çekildi, bekleyenler, geç kalmaktan
korkuyor-larmış gibi çabuk adımlarla —bazıları koşuyordu bile— ceza evinin kapısına yaklaştılar. Kapıda
bir gardiyan duruyor, içeri giren ziyaretçileri yüksek sesle sayıyordu: On altı, on yedi... İçerde başka bir
gardiyan da demir kapıdan girerken sayılanları, bir kere de ikinci kapıdan girerken, her birine eliyle
dokunarak sayıyordu. Böylece, görüşmenin sonunda bir görüşçünün içerde kalmaması, bir cezalının da
kaçırılmaması için, girenlerin kaç kişi olduğu kesinlikle öğrenilmiş oluyordu. Bu gardiyan, yanından
geçenin kim olduğuna bakmadan Nehlüdof un sırtına da vurdu, gardiyanın ona dokunuşu ilk anda
gururuna dokundu Nehlüdof un; ama buraya niçin geldiğini hatırladı hemen; gardiyana kızdı diye kendi
kendinden utandı.
İkinci kapıdan da girince tavanı kemerli, küçük pencereleri demir parmaklıklı, büyük bir odaya girdiler.
Toplama yeri denen bu odanın duvarlarındaki bir oyukta Nehlüdof büyük bir İsa Çarmıhta tasviri görünce
şaşırdı.
Burada ne işi var bunun? diye geçirdi içinden; İsa yalnızca özgür insanlarınmış gibi bir duyguya kapılmıştı.
Nehlüdof, acele eden ziyaretçilerin onu geride bırakmalarına ses çıkarmadan, yavaş yavaş yürüyordu.
Karmakarışık duygular vardı içinde. Buraya kapatılmış canavar ruhlu insanları düşünmenin verdiği korku;
dünkü çocuk gibi, Katyuşa gibi zorla buraya atılan günahsızlara duyulan acıma, biraz sonra Katyuşa'yı
göreceğini düşünmenin verdiği tatlı heyecan... Odanın öteki kapısından çıkarlarken, orada duran gardiyan
bir şeyler söylüyordu geçenlere. Ama düşüncelerine iyice dalmış olan Nehlüdof ilgilenmedi gardiyanın ne
dediğiyle, ziyaretçinin çoğunluğunun gittiği yöne, yani kadınlar bölümüne değil de erkekler bölümüne
doğru yürüdü.
Herkes acele ettiği, onu geride bıraktığı için, görüşme odasına en son girdi. Kapıyı açınca onu ilk şaşırtan, yüzlerce kişinin hep bir ağızdan bağırmasının
oluşturduğu kulakları sağır eden gürültü olmuştu. Odayı ikiye bölen demir parmaklığa sineklesin bala
yapıştığı gibi yapışmış insanlara yaklaşınca anladı durumu Nehlüdof. Pencereleri arka duvarında olan
odayı tavandan döşemeye kadar uzanan bir değil, iki demir parmaklık bölüyordu. İki demir parmaklık
arasında gardiyanlar dolaşıyordu. Kafeslerin öte yanında cezalılar, bu yanında ziyaretçiler vardı.
Parmaklıkların arası 2 metreden çoktu; öyle ki, elden ele bir şey vermek şöyle dursun, miyop bir insanın,
görmeye geldiği kimsenin yüzünü görmesi bile imkânsızdı. Konuşmak da çok güçtü, sesini karşısındakine
duyurabilmesi için avazı çıktığınca bağırması gerekiyordu insanın. İki yanda da parmaklıklara yapışmış
yüzler vardı; birbirlerini görmeye, en gerekli olanı söylemeye çalışan babaların, annelerin, karıların,
kocaların, çocukların yüzleriydi bunlar. Herkes kendi sesini duyurmak istediği için, yanıridakiler-den daha
çok bağırmaya çalışıyordu. Buraya girdiğinde Nehlü-dofu şaşırtan o uğultulu gürültü de bundan çıkıyordu.
Kimin ne dediğini anlamaya imkân yoktu. Bağırıp duranların ne demek istedikleri, anlaşmaya çalıştıkları,
parmaklığın ötesindeki adamın neyi oldukları yüzlerinden belliydi ancak. Nehlüdofun yanında başörtülü
yaşlı bir kadın vardı; yüzünü parmaklığa dayamış, saçının yarısı traşlı, soluk yüzlü,, genç bir adama sesini
duyurmaya çalışıyordu. Alt çenesi titriyordu bağırırken. Öteki, kaşlarını kaldırmış, alnını buruşturmuş,
dikkatle dinliyordu onu. Yaşlı kadının yanında redingotlu genç bir adam vardı; daha iyi duyması için ellerini
kulaklarına koymuş, başını sallayarak; ona benzeyen, acı çektiği yüzünden belli, sakallarına ak düşmüş bir
cezalının dediklerini dinliyordu. Daha ötede baldırı çıplak duruyor, elini kolunu sallayarak bağırıyor,
gülüyordu. Onun yanında ipek başörtülü, temiz bir kadın çocuğuyla beraber yere oturmuş, hıçkıra hıçkıra
ağlıyordu. Telin ötesindeki başının yarısı kabak edilmiş, ayakları zincirli, yaşlı adam ilk kez böyle gördüğü
belliydi. Kadının yanında Nehlüdofun dışarda konuştuğu banka kapıcısı ayakta duruyor, öte yandaki
gözleri parlayan, saçları dökülmüş cezalıya, avazı çıktığınca bağırarak bir şeyler söylemeye çalışıyordu.
Nehlüdof, onun da Maslova'yla bu koşullar altında konuş-— 172 —
— 173
ması gerektiğini düşününce bunun böyle olmasına karar verenler de, bu kararı uygulayanlara da bir nefret
doğdu içinde. Bu korkunç durumun, insan duygularıyla böylesine alay edilmesinin hiç kimseyi
gücendirmemesi tuhafına gitti. Erler de, gardiyanlar da, ziyaretçiler de, cezalılar da hiç yadırgamıyorlardı
bu durumu, böylesi gereliymiş, olağanmış gibi davranıyorlardı.
Nehlüdof beş dakika kaldı bu odada; tuhaf bir can sıkıntısı sarmıştı içini; güçsüzlüğünü, insanlardan
uzaklaştığını hissediyordu. Vapur tutmasını andıran, midesini bulandıran bir duyguydu bu.
XLII
Düştüğü umutsuzluktan kurtulmaya çalışırken, Verdiğim karardan dönmemeliyim ama, ne için geldiysem
buraya, yapmalıyım, diye geçiriyordu içinden. Ama nasıl?
Yöneticilerden birini görebilir mi diye bakındı, ziyaretçilerin arkasında üç aşağı beş yukarı dolaşan kısa
boylu, zayıf bıyıklı bir subay gördü. Yanına gitti, kendini zorlayarak, son derece kibar,
— Affedersiniz efendim, dedi, kadınlar bölümünün nerede olduğunu, onlarla nerede görüşüldüğünü
söyleyebilir miydiniz bana acaba,
— Kadınlar bölümüne mi gitmek istiyorsunuz?
— Evet efendim, cezalı bir kadın görecektim de. Nehlüdof gene o zoraki kibarlığıyla cevap vermişti:
Subay,
— Toplantı yerindeyken niçin söylemediniz? dedi. Kiminle görüşmek istiyorsunuz?
— Yekaterina Maslova'yla. Müdür yardımcısı,
— Siyasilerden midir? diye sordu.
— Hayır, şey...
— Ceza giydi mi?
Nehlüdof, onunla ilgilenmiş gibi görünen müdür yardımcısının canını sıkmaktan korkuyormuş gibi
çekingen,
— Evet, dedi, önceki gün.
Subay, dış görünüşünden Nehlüdof'un ilgi göstermeye değer bir kimse olduğuna karar verdiğini belli eden
bir tavırla,
— Kadınlar bölümüne gidecekseniz şöyle buyrun, dedi. Göğsünde madalyaları olan pala bıyıklı çavuşa
seslendi:
— Sidorof... Beyi kadınlar bölümüne götür.
— Başüstüne efendim.
Tam o anda parmaklığın önünde hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı bir kadın.
Bütün bunlar pek garibine gidiyordu Nehlüdof'un. Onu en çok şaşırtan da, müdür yardımcısına, baş
gardiyan —burada yapılan insanlık dışı işleri yürüten bu insanlara— minnettarlık duymasının gerektiğini
hissetmesi olmuştu.
Gardiyan erkeklerle görüş odasından koridora çıkardı onu, tam karşıdaki kapıyı açıp, kadınlarla görüş
odasına götürdü.
Bu oda da iki demir parmaklıkla üçe bölünmüştü, ama çok daha küçüktü. Ziyaretçi de cezalı da azdı
burada, ama bağrışma, gürültü daha az değildi. Parmaklıklar arasında gardiyanlar dolaşıyordu burada da.
Kol ağızları sırmalı, erkek gardiyanlar gibi mavi kuşaklı kadın bir gardiyandı buranın sorumlusu. Öteki
odada olduğu gibi burada da parmaklıklara yapışıktı yüzler. Bu yanda çeşitli tabakalardan kentliler, öte
yanda bir bölümü ceza evinin verdiği beyaz giysili, bir bölümü de kendi giysileriyle cezalı kadınlar.
Parmaklıkta boş yer kalmamıştı. Bazıları parmak uçlarında yükselerek öndeki başların üzerinden seslerini
duyurmaya çalışıyorlardı; bazıları da yere oturmuş, öyle konuşuyorlardı.
Kadın cezalılar arasında dikkati en çok çeken, kıvırcık saçlarından başörtüsü kaymış, kaba görünüşlü,
sıska bir çingene kadındı. Ortadaki direğin yanında ayakta duruyor, elini kolunu çabuk çabuk sallayarak
bar bar bağırıyor, bu yandaki kuşağı düşük, mavi ceketli bir çingeneye bir şeyler anlatmaya çalışıyordu.
Çingenenin yanında bir er oturuyordu, yerde karşısındaki cezalı kadınla konuşuyordu. Onun yanında sarı
sakallı, köylü bir genç parmaklığa yapıştırmış, kıpkırmızı olmuş yüzünü; ağlamamak için kendini zor
tuttuğu belliydi. Ayaklarında sandallar vardı. Sarışın, masmavi gözlerinde içtenlik okunan, sevimli, genç bir
kadınla konuşuyordu. Gözlerini ayırmıyordu ondan kadın. Fe-— 174 —
dosyaydı bu; köylü de kocası. Ondan sonra üstü başı yırtık bir adam karşısındaki ablak yüzlü, kir pas
içinde bir kadınla konuşuyordu. Sonra iki kadın, bir erkek, bir kadın daha vardı. Hepsinin karşısında cezalı
bir kadın vardı. Maslova yoktu aralarında. Öte yandaki kadınların arkasında bir kadın duruyordu ayakta.
Kim olduğunu hemen anlamıştı Nehlüdof; yüreği duracakmış gibi çarpmaya başladı, güçlükle soluk
alıyordu. Beklenen an yaklaşmaktaydı. Parmaklığa yaklaştı, tanıdı onu. Mavi gözlü Fedosya'nın arkasında
duruyor, kocasına söylediklerini gülümseyerek dinliyordu. Önceki günkü gibi önlük giymiyordu, beli
kuşakla, iyice sıkılmış, beyaz bir bluz vardı üzerinde. Duruşma salonunda olduğu gibi siyah, kıvırcık
saçları görünüyordu gene başörtüsünün kenarından. Göğüsleri dolgundu.
Dananın kuyruğu kopacak şimdi, diye geçiriyordu içinden Nehlüdof. Nasıl seslensem ona acaba? Yoksa
kendi yaklaşır mı?
Ama yaklaşmadı parmaklığa Maslova. Klara'yı bekliyordu; bu kibar giyimli adamın ona gelmiş olabileceğini
bilemezdi.
Parmaklıklar arasında dolaşan kadın gardiyan Nehlüdof'a yaklaştı,
— Kimle görüşeceksiniz? Nehlüdof kendini zorlayarak,
— Yekaterina Maslova'yla, diyebildi.
— Maslova, ziyaretçin var! diye bağırdı kadın gardiyan.
XLIII
Maslova bakındı; başını kaldırıp, göğsünü çıkararak, Nehlü-dof'un çok iyi tanıdığı o uysal tavrıyla
parmaklığa yaklaştı, iki kadın cezalının arasına sıkışıp dikkatli, soru dolu başmı Nehlüdof'a doğrulttu,
tanıyamamıştı onu.
Ama giyinişinden zengin bir adam olduğunu görünce gülümsedi.
Gülümseyen yüzünü parmaklığa yaklaştırıp şehlâ gözleriyle Nehlüdof'a bakarak,
— Bana mı geldiniz? dedi.
— Evet..,
Nehlüdof sizin mi seni mi diyeceğini bilemiyor, bir karar veremiyordu. Sonunda verdi kararını:
— Evet, sizi görmek istemiştim... ben...
— Bırak numarayı şimdi! (Yandaki baldırı çıplak bağırıyordu.) Aldın mı almadın mı, onu söyle.
Öteden başka biri sesini duyurmaya çalışıyordu karşıya:
— Duymuyor musun, ölüm döşeğinde diyorum sana, daha nedir istediğin?
Maslova Nehlüdof'un ne dediğini anlayamıyordu, ama genç adamın yüzündeki ifade birden hatırlattı ona
her şeyi. Ama ina-namıyordu buna. Dudaklarındaki gülümseme kaybolmuş, alnı kı-rışmıştı.
Gözlerini kısarak,
—- Duymuyorum ne dediğinizi, diye bağırdı.
Alnı giderek daha çok kırışıyordu.
— Buraya...
Evet, gerekeni yapacağım, beni affetmesi için yalvaracağım, diye geçirdi içinden Nehlüdof. Gözleri doldu,
bir hıçkırık gelip boğazına düğümlendi, demir parmaklığı sıkarak sustu, hüngür hüngür ağlamamak için zor
tutuyordu kendini.
Öte yandan bağırıyordu biri:
— Niçin gereksiz yerlere başvuruyorsun? diyorum. Cezalı bir kadın,
—
Vallahi bilmiyorum, diye bağırıyordu, inan bana. Maslova, heyecanını
görünce tanımıştı
Nehlüdof'u. Ona
bakmadan:
— Benzetiyorum sizi ama bilmem ki... diye bağırdı. Yüzü kıpkırmızı oldu birden, bulutlandı.
Nehlüdof, ne söyleyeceğini önceden ezberlemiş gibi soluk almadan, yüksek sesle,
— Buraya senden beni affetmeni dilemeye geldim, dedi. Bunu söyleyince utandı, çevresine bakındı. Ama
o anda da,
utanmasının daha iyi olduğunu düşündü. Istırap çekmesi gerekiyordu çünkü. Daha da yükseltti sesini:
— Bağışla beni, sana karşı çok suçluyum...
Maslova kıpırdamadan duruyor, şehlâ bakışını ayırmıyordu ondan.
176 —
_ 177 —
Ama devam edemedi Nehlüdof, boşalmak üzere olan hıçkırıklarını tutmaya çalışarak parmaklıktan geri
çekildi.
Nehlüdof'u kadınlar bölümüne yollayan ceza evi müdürünün yardımcısı —besbelli onu merak ettiği için—
arkasından gelmişti. Nehlüdof'u parmaklığın yanında görmeyince; görmeye geldiği kimseyle niçin
konuşmadığını sordu. Nehlüdof burnunu sildi, sakin görünmeye çalışırken, başını sallayarak cevap verdi:
— Konuşulmuyor bu kadar uzaktan, birbirimizin sesini duymuyoruz.
Müdür yardımcısı bir an düşündü.
— Pekâlâ, buraya çıkarabiliriz onu, dedi. Gardiyan kadına seslendi:
— Mariya Karlovna! Maslova'yı bu yana geçirin.
Parmaklıktaki kapıdan bu yana geçirdiler Maslova'yi- Yumuşak adımlarla yaklaştı, Nehlüdof'un önünde
durup aşağıdan yukarı yüzüne baktı. Siyah saçları önceki gün olduğu gibi başörtüsünün altından
gözüküyordu gene; sağlıklı bir insanınkine hiç benzemeyen renksiz şiş yüzü sevimli, son derece sakindi.
Yalnız, parlak siyah, şehlâ gözleri şiş gözkapaklarının arasından parlıyordu.
Müdür yardımcısı,
— Burada konuşabilirsiniz, dedi. Uzaklaştı yanlarından.
Duvarın dibindeki tahta sıraya yürüdü Nehlüdof.
Maslova soru dolu bakışlarıyla baktı müdür yardımcısına; sonra, akıl erdirememiş gibi omuz silkti,
Nehlüdof'un arkasından tehta sıraya yürüdü, genç adamın yanına oturup eteklerini düzeltti.
— Beni bağışlamanızın kolay bir şey olmadığını biliyorum, diye başladı Nehlüdof.
Ama hıçkırığını tutmak için bir an susmak zorunda kaldı gene, sonra devam etti:
— Geçmişte olanları düzeltemeyecek olsam bile, elimden gelen her şeyi yapacağım şimdi. Söyleyiniz
bana...
Maslova, şehlâ gözleriyle Nehlüdof'a bakarak, ama onu görmeden:
— Nasıl buldunuz beni? diye sordu.
Nehlüdof, Maslova'nın öylesine değişmiş bozulmuş yüzüne bakarken Tanrım! diye geçiriyordu içinden.
Yardım et bana. Ne yapayım, yol göster bana.
— Önceki gün duruşmanızda jüri üyesiydim, dedi. Tanımadınız mı beni orada?
— Tanımadım. Tanıyacak durumum mu vardı zaten. Hem bakmadım.
— Çocuk olmuş muydu?
Bunu sorarken kulaklarına kadar kızardığını hissetti Nehlü-dof.
Maslova bakışlarını kaçırarak, canı sıkkın, kısaca,
— Şansı varmış ki öldü o zaman, dedi.
— Neden öldü?
Maslova önüne bakarak cevap verdi:
— Ben de hastaydım, zor kurtuldum ölümden.
— Halalarım nasıl bıraktılar sizi?
— Karnında bebekle oda hizmetçisini kirn saklar evinde? Farkeder etmez kovdular beni. Hem ne gereği
var bunların artık, hatırlamıyorum bile, unuttum hepsini. O defter çoktan kapandı.
— Hayır, kapanmadı. Böyle bırakamam sizi. Geç kalmış bile olsam, günahımı bağışlatmak istiyorum.
Maslova:
— Bağışlatacak bir şey yok, dedi; olan oldu, geçti. Başını kaldırıp Neflüdof'a bakt! —genç adamın hiç
beklemediği bir soğukluk, cilve vardı bu bakışta— sonra gülümsedi.
Maslova onu görmeyi hiç beklemiyordu, özellikle şimdi, burada onunla karşılaşabileceğini aklının ucundan
geçirmiyordu. Bu nedenle onu birden karşısında görünce şaşırmış, unuttuğu şeyleri hatırlamıştı. Önce onu
seven, onun da sevdiği pırlanta gibi bir gencin ona düşündürdüklerinin, tattırdığı duyguların o yepyeni,
gözkamaştırıcı dünyasını hatırladı —hayal meyâl—; sonra bu gencin anlaşılmaz kalpsizliğini, yaşadığı o
büyülü mutluluğu izleyen, uğradığı bir sürü hakareti, çektiği acıları... Yüreğine bîr şey saplandı sanki.
Duygularını iyice anlayacak güçte olmadığı için şimdi de her zaman yaptığını yaptı: Bu anıları kovar,
Diriliş — F: 12— 178 —
çirkin yaşantının koyu dumanıyla örtmeye çalışırdı onları; şimdi de aynı şeyi yapmıştı. Yanında oturan
genç adamı, bir zamanlar sevdiği delikanlı olarak görmüş, ama bunun çok acı bir şey olduğunu görünce
vazgeçmişti. Güzel giyimli, sağlıklı, sakalına lavanta sürmüş bu beyefendi onun için, bir zamanlar sevdiği
Neh-lüdof değildi şimdi; onun gibi kadınlardan canları istediği zaman yararlanan,lan gereken adamlardan
biriydi. Bunun için cilveli gü-lümsemişti ona. Nehlüdof'tan nasıl yararlanabileceğini düşünüyordu.
— Her şey bitti artık, dedi. Kürek cezasına çarptırıldım. Bu korkunç sözcüğü söylerken dudakları
titriyordu. Nehlüdof,
— Suçsuz olduğunuzu biliyordum, dedi, inanıyordum suçsuz olduğunuza.
— Elbette suçsuzum. Hırsız ya da soyguncu değilim tabiî İyi bir avukatım olsa kurtulurmuşum, öyle
diyorlar. (Bir an sustuktan sonra devam etti.) Dilekçe vermek gerekirmiş. Ama çok para istermiş bunun
için...
—• Evet, dedi Nehlüdof. Avukatla görüştüm.
— Paraya acımamak gerek bu iş için.
— Yapılabilecek her şeyi yapacağım. Bir sessizlik oldu.
Maslova gene öyle gülümsedi. Sonra birden:
— Bir dileğim olacaktı... dedi, acaba biraz para verebilir misiniz bana? Çok değil... on ruble yeter.
Nehlüdof bozuldu, para cüzdanına davrandı hemen,
— Evet, evet...
Maslova, odanın içinde dolaşıp duran müdür yardımcısına
baktı.
— O görmeden verin, dedi, yoksa alırlar elimden.
Subay arkasını döner dönmez çıkardı cüzdanını Nehlüdof, ama on rublelik kâğıt parayı tam uzatıyordu ki,
subay onlardan yana döndü gene. Nehlüdof parayı avucunda sıktı.
Bir zamanlar sevimli olan bu soğuk, şiş yüze bakrak Ölü bir kadın sayılır artık diye geçirdi içinden. Bir
subaya, bir Neh-lüdof'un avucunda sıktığı kâğıt parçasına kayan, şehlâ siyah gözlerinde tuhaf bir parıltı
vardı. Bir an duraksadı Nehlüdof.
— 179 —
Dün gece ruhunda konuşan o şeytan konuşmaya başlamıştı gene. Her zaman olduğu gibi, Nehlüdof'u ne
yapması gerektiğini değil de, davranışının sonucunu, çıkarının nerede olduğunu düşünmeye zorluyordu.
Bu kadınla hiç bir şey yapamazsın, diyordu ses; sana suyun dibini boylatacak, başkalarına yararlı olmanı
engelleyecek bir taş bağlıyorsun boynuna, Ver ona parayı, ne istersen ver, hoşça kal deyip çek git, bitsin
her şey.
Nehlüdof, ruhunda çok önemli bir oluşumun gerçekleşmekte olduğunu, ruh dünyasının dengede
sallandığını, en küçük bir çabayla iki yandan birinin ağır basacağını hissediyordu. Gösterdi bu çabayı
Nehlüdof, dün ruhunda varlığını hissetti o, Tanrıyı yardıma çağırdı, geldi yardımına Tanrı Maslova'ya her
şeyi anlatmaya, hemen şimdi anlatmaya karar verdi.
— Katyuşa! dedi. Senden af dilemeye geldim buraya, ama hâlâ söylemedin affedip etmediğini, bir gün
edip etmeyeceğini.
Birden sen demeye başlamıştı ona.
Maslova dinlemiyordu onu, bir avucunun içindeki paraya, bir subaya bakıyordu. Subay arkasını dönünce
birden uzattı elini, parayı alıp kuşağının arasına soktu.
Küçümser bir tavırla —Nehlüdof'a öyle gelmişti— gülümseyerek:
— Çok tuhaf konuşuyorsunuz, dedi.
Nehlüdof, Maslova'da ona karşı düşmanca bir şeyin bulunduğunu sezinlemişti. Genç kadını öyle, olduğu
gibi savunuyordu bu, kalbine kadar varmasına engel oluyordu Nehlüdof'un.
Ama şaşılacak bir durumdu, Nehlüdof'u geriletmiyordu bu, çok daha büyük bir güçle çekiyordu onu.
Maslova'nın ruhsal kişiliğini uyandırması gerektiğini, bunun çok güç bir iş olduğunu biliyordu; bu güçlüktü
zaten onu çeken. Şimdiye kadar Maslova' ya karşı da başka bir kimseye karşı da beslemediği bir duygu
besliyordu ona şimdi. Kendi için bir şey beklemiyordu Maslova' dan; onun şimdiki Maslova olmaktan çıkıp,
uyanmasını, eski Katyuşa olmasını istiyordu.
— Niçin böyle konuşuyorsun Katyuşa? İyi tanırım seni ben hatırlıyorum Panovo'da...
Maslova soğuk,— 180 —
— Eskiyi ne diye karıştırıyorsunuz? dedi.
— Günahımı affettirmek için, Katyuşa.
Onunla evleneceğini söyleyecekti, ama göz göze geldiler bir an, genç kadının bakışında öylesine korkunç,
kaba, soğuk bir şey vardı ki söyleyemedi.
Bu arada ziyaretçiler odadan çıkmaya başlamışlardı. Subay, Nehlüdof'un yanına geldi, görüşmenin sona
erdiğini söyledi. Maslova ayağa kalktı; başı önünde, gitmesine izin verilmesini bekliyordu.
Nehlüdof,
— Hoşça kalın, dedi, size daha çok şeyler söyleyecektim, ama görüyorsunuz ki zaman yok. Gene
geleceğim.
Elini uzattı.
— Hepsini söylediniz galiba... Maslova da uzattı elini, ama sıkmadı.
— Hayır, söylemedim, daha
rahat konuşabileceğimiz
bir yerde görüşmeye çalışacağım sizinle. O
zaman çok önemli bir şey, söylemem gereken şeyi söyleyeceğim size.
Maslova, hoşuna gitmek istediği erkeklere gülümsediği gibi gülümsedi.
— Nasıl isterseniz...
— Kız kardeşimden daha yakınsınız bana, dedi Nehlüdof. Maslova:
— Tuhaf, diye mırıldandı.
Başını sallayarak parmaklığın öte yanına geçti.
XLIV
Nehlüdof, onu görünce, kendisine yardım etmek istediğini, yaptığına pişman olduğunu öğrenince
Katyuşa'nın sevineceğini, duygulanacağını, gene eski Katyuşa olacağını umuyordu; oysa Katyuşa'nın artık
var olmadığını, yalnızca Maslova'nın yaşadığını dehşetle görmüştü. Bu hem şaşırtıyordu onu, hem
dehşete
düşürüyordu.
Onu en çok şaşırtan da, Maslova'nın, içinde bulunduğu durumdan utanmadığı gibi —cezalı olmasından
değil (bundan utanıyordu bir genel kadın olmasından— evet, içinde bulunduğu du— 181 —
rumdan utanmadığı gibi, bu durumunu seviyor, hatta ondan gurur duyuyormuşcasına davranmasıydı. Öte
yandan, başka türlü de olamazdı. Kişioğlu, bir şeyler yapabilmek için önce işini önemli, iyi bellemek
zorundadır. Bu nedenle kişi, durumu ne olursa olsun, işini ona önemli, iyi gösterecek bir dünya görüşü
yaratır kendi kendine daima.
Bir hırsız, katilin, çaşıtın, genel kadının, yaptığı işin çirkinliğini görüp de utanacağı düşünülür genellikle.
Oysa tam tersi olur bunun. Kötü talihinin ya da günahlarının, yanlışlıklarının sonucu düşen, kötü yola
sapan insanlar —ne denli yanlış, olursa olsun— durumlarım iyi, saygıdeğer görecekleri bir dünya görüşü
edinirler kendilerine. Bu görüşü sürdürebilmek için de, aynı görüşün paylaşıldığı bir çevrede yaşamaya
başlar insan bilinçsiz olarak. Çalmaktaki becerikliliğiyle övünen bir hırsız, rezilliğiyle övünen bir genel
kadın, canavarlığıyla övünen bir katil görünce şaşırıyoruz. Bu şaşkınlığımızın tek nedeni, bu insanların
kendilerine özgü bir çevreleri olması, en önemlisi de, bizim onların bu çevresinin dışında bulunmamızdır.
Zenginlikleriyle, yani soygunculukla övünen zenginler; tutkularıyla, yani başkalarını öldürmekle övünen
komutanlar; güçleriyle, yani güçsüzleri ezmekle övünen hükümdarlar da aynı şeyi yapmıyorlar mı aslında?
Bu insanların, durumlarını haklı göstermek için benimsedikleri dünya görüşünü, iyilikle kötülük üzerine
düşüncelerini çirkin görmememizin tek nedeni, böyle kötü düşünen insanların çoğunlukta olmaları, bizim
de onlardan olmamızdır.
Maslova da kendine göre bir dünya görüşü edinmişti. Bir genel kadındı, kürek cezasına çarptırılmış bir
genel kadın; ama gene de, kendini haklı görmesine, hatta insanlar önünde durumuyla övünmesine yardım
edecek bir dünya görüşü vardı.
Şöyleydi bu dünya görüşü: Bütün erkeklerin —yaşlıyla, genciyle, okullusuyla, generaliyle, aydınıyla, kara
cahiliyle bütün erkeklerin— en büyük zevki, güzel bir kadınla yatmaktır; bu yüzden, başka şeylerle
ilgileniyorlarmış gibi davransalar bile, aslında istedikleri tek şey budur. Güzel kadın bu hazzı tattırabilir ya
da tattıramaz onlara; öyleyse önemli, gereksinme duyulan bir insandır o. Maslova'nın geçmişi de, şimdiki
yaşayışı da doğruluyordu bu dünya görüşünü.— 182
XLV
On yıldır her yerde, Nehlüdoftan, yaşlı polis konserinden gardiyanlara kadar bütün erkeklerin ona
gereksinme duyduklarını görmüştü. Ona gereksinme duymayan erkeklerin farkında değildi. Bu nedenle,
insanları tutkudan gözleri dönmüş, ellerindeki bütün imkânlar! —yalanı, zorlamayı .parayı, kurnazlığı—ona
sahip olmak için kullanan yaratıklar olarak görüyordu.
Hayat buydu Maslova için; böyle bir dünya görüşü onu sonuncu değil, çok önemli bir insan yapıyordu. Bu
düşünce Mas-lova için en değerli şeydi dünyada; öyle olmak da zorunluydu zaten, çünkü bu dünya
görüşünü değiştirseydi, bu düşüncenin insanlar arasında ona sağladığı önemini yitirirdi. Dünyadaki
önemini yitirmemek için, onunla aynı dünya görüşünü paylaşan insanlar arasında yaşıyordu bilinçsiz
olarak. Nehlüdof'un onu başka bir dünyaya çekmek istediğini sezinleyerek, insanlar arasındaki ona
kendine güven, kendine saygı veren yerini bu yeni dünyada yitireceği korkusuyla karşı koyuyordu buna,
dünyasından çıkmamak için diretiyordu. İlk gençlik yıllarının, Nehlüdof'Ia olan ilişkilerinin anılarını da bu
yüzden kovuyordu. Bu anılar onun şimdiki dünya görüşüyle uzlaşmıyorlardı hiç, bu yüzden, belleğinden
tamamen silip atmıştı onları; daha doğrusu, belleğinin bir yerinde dokunulmadan saklıyordu. Ama hiç bir
şey bu anılara ulaşamasm diye, —arıların kendileri, uğraşmaları için zararlı böcekleri yaptıkları gibi—
güzelce kapamıştı üzerlerini. Bu nedenle, şimdiki Nehlüdof, bir zamanlar tertemiz bir sevgiyle bağlandığı
insan değil de, yararlanabileceği, yararlanması gereken zengin biriydi onun için. Aralarında, her erkekle
olan ilişkiler olabilirdi ancak.
Nehlüdof kalabalıkla beraber ana kapıya doğru yürürken, Hayır, önemli, en önemli olanı söyleyemedim,
diye düşünüyordu. Onunla evleneceğimi söylemedim. Söylemedim ama evleneceğim.
Fazladan biri çıkmasın, ya da içerde kalmasın diye kapılarda teker teker saydılar onları gene gardiyanlar.
Nehlüdof, şimdi sırtına vurulmasından alınmadığı gibi, bunu farketmedi bile.
Yaşayışını değiştirmek istiyordu Nehlüdof, ona büyük gelen evini satacak, hizmetçilere yol verecek, otele
yerleşecekti. Ama Agrafena Petrovna kışa kadar böyle bir şey yapmanın gereği olmadığına inandırdı onu;
yazın satın alan çıkmazdı evi, hem bunca eşyayı orada burada tutmak da olmazdı. Öyle ki, yaşayışını
değiştirmek için Nehlüdof'un gösterdiği bütün çabalar (sade, üniversitelerinki gibi bir yaşayışı olsun
istiyordu) bir sonuç vermedi. Her şey eskisi gibi kaldıktan başka, evin içinde bir telâştır da başlamıştı:
Odalar havalandırılıyor, kürklüyle ipekliyle bütün giysiler güneşe asılıyor, temizleniyordu. Kapıcıyla
yardımcısından tutun da ahçı kadına, hattâ Korney'e kadar herkes harıl harı! çalışıyordu. Önce, birtakım
resmî giysiler, tuhaf kürkler —hiç bir zaman kullanılmamış şeylerdi bunlar— çıkarıp astılar iplere; sonra
halıları, masa, sandalye ne varsa hepsini çıkardılar. Kapıcıyla yardımcısı adaleli kollarını sıvayıp dikkatle
temizlediler hepsini. Daha sonra odaları bir naftalin kokusudur sardı. Bahçeden geçerken, pencereden
dışarı bakarken, ne çok gereksiz eşyasının olduğunu düşünüyordu Nehlüdof, şaşıyordu. Bütün bunların
kullanılmasının tek nedeni, Agrafena Petrovna'-ya, Korney'e, kapıcıyla yardımcısına iş bulmaktır...
Maslova sorunu yoluna konulmadığı sürece böyle yaşayıp gitmeli. Ama hiç de kolay olmayacak bu. Neyse
canım, onu serbest bıraktıklarında, ya da Sibirya'ya yollarlarsa ben de peşinden gittiğimde değişecek naşı!
olsa her şey.
Avukat Fanarin'in söylediği gün ona gitti Nehlüdof. Kocaman kocaman ağaçlarla çevrili, pencerelerinde
gözkamaştırıcı perdeleri olan, ancak birdenbire zenginleşen insanlarda bulunan havadan gelmiş parayla
döşendiği belli güzel evine girince, doktor bekleme odalarında olduğu gibi, bir sürü bekleyenle karşılaştı
Nehlüdof. Canları sıkılmasın diye resimli dergiler serili masaların çevresinde düşünceli düşünceli
oturuyorlardı. Avukatın, yüksek bir bölmenin arkasında oturan yardımcısı, Nehlüdof'u tanıyıp yanma geldi,
selâm verdi, geldiğini içeri hemen bildireceğini söyledi. Döndü, avukatın çalışma odasına doğru yürüdü.
Tam o anda kapı açıldı, kısa boylu, yepyeni giysili, kırmızı yüzlü, gür bıyıklı, orta yaşlı bir adamla avukat
yüksek sesle, heyecanlı heyecanlı konuşarak çıktılar dışarı. İkisinin de yüzünde, çok kâr— 184 —
h, ama hiç de iyi olmayan bir işi yeni bitirmiş insanlarınkinde görülen ifade vardı.
Fanarin gülümseyerek:
— Sizde suç, anam babam, diyordu.
— Cennete gitmeyi kim istemez, ah şu günahlarım olmasa..,
— Biliyoruz, biliyoruz. Kahkahalarla gülmeye başladı ikisi de.
Fanarin, Nehlüdofu görünce, uzaklaşmakta olan tüccara başını sallayarak:
— O, buyrun Prens, dedi.
Nehlüdof'u ağır döşeli çalışma odasına alıp karşısına oturduktan sonra, bundan önceki dâvada kazandığı
başarının gülümsemesini tutarak:
— Bir sigara buyurmaz mısınız? dedi.
— Teşekkür ederim, Maslova dâvası için gelmiştim.
— Evet, evet, şimdi bakarız. Ah şu para babaları ne anasının gözü oluyorlar! Demin çıkanı gördünüz
değil mi? On iki milyonu vardır. Hâlâ konuşmasını bilmez. Bir köpek için de adam öldürür sırasında.
Nehlüdof O bilmiyor konuşmasını da sen biliyor musun sanki? diye geçirdi içinden.
Tavırlarıyla Nehlüdofa öteki müşterilerini umursamadığını belli etmeye çalışan bu ukalâ adamdan
iğreniyordu.
Avukat, başka şeylerden söz ettiği için kendini temize çıkarmaya çalışmak istiyormuş gibi:
— Amma da sıktı canımı, dedi, böyle rezil herif gelmemiştir yeryüzüne. Efendime söyleyeyim, canı...
Neyse, gelelim sizin işe... Dosyayı dikkatle okudum, —Turgenyef'in deyimiyle— bir şeyi beğenmedim, yani
avukatın pısırığın teki olmasını, karara itiraz etmek için eline geçen fırsatları kaçırmasını.
— Peki siz neye karar verdiniz? —• Bir dakika.
Odaya giren yardımcısına döndü:
— Söyleyin ona, benim dediğim gibi olacak; işine gelirse.
— Kabul etmiyor efendim.
— Pekâlâ, kalsın öyleyse.
Gülümseyen yüzü bulutlandı bir anda, öfke kapladı onu.
185
Sonra gülümsedi gene.
— Avukatlar beleşten para kazanır derler bir de, diye devam etti. Parasız bir borçluya haklı olduğu bir
dâvayı kazandırdım; şimdi nerede bir parasız varsa buraya geliyor. Oysa bu çeşit işler çok uğraştırır
insanı. Bir yazarın dediği gibi, biz de etimizden bir parça koyarız mürekkebe. Neyse, gelelim sizin
davanıza, ya da sizi ilgilendiren dâvaya; avukat berbatmış, itiraz için elle tutulur bir delil yok, ama itiraz
edilebilir gene de; şöyle bir şey yazdım.
Karalanmış bir kâğıt aldi eline, her resmî yazıda olan basmakalıp yerleri okumadan, önemli sözcüklerin
üzerine basarak okumaya başladı:
—
Yargıtay başkanlığına, falan
mahkemenin falan günkü duruşmasında, tüccar Smelkof'u
zehirlemekten sanık Maslova, ceza yasasının 1454. maddesi uyarınca kürek cezasına çarptırılmıştır,
falan, falan.
Bir an durdu. Bu çeşit yazıları her zaman okuduğu halde, ses tonunu büyük bir hazla dinlediği belliydi.
Sözcüklerin üzerine basa basa okumaya devam etti:
— Bu kararın, duruşmada yapılan çok önemli usulsüzlükler nedeniyle bozulması gerekmektedir. Bir kere,
Smelkof'un iç organlarıyla ilgili rapor duruşmada okutulmamış, başkan daha başındayken kesmiştir bu
raporun okunmasını.
Nehlüdof şaşırmıştı.
— Savcı istemişti zaten bu raporun okunmasını.
— Önemli değildir bu, savunma da bazı nedenlerle isteyebilirdi aynı şeyi.
— Saçma sapan bir şeydi zaten.
— Olsun varsın, bizim için bir nedendir gene de. Devam ediyorum: İki, Maslova'nın savunma avukatı,
sanığın kişiliğini tam olarak belirtmek amacıyla onun düşüşünün ruhsal nedenlerinden söz etmeye
başlayınca, başkan, bunların dâvayla ilişiği olmadığı gerekçesiyle susturulmuştur. Oysa yargıtayın da
bir çok kereler açıklığa kavuşturduğu gibi, ceza mahkemelerinde sanığın kişiliğinin, ruh dünyasının
bilinmesi sorunun doğru karara bağlanması bakımından çok önemlidir.
Avukat, Nehlüdofa bakarak:— 186 —
— Bu etti iki, dedi. Nehlüdof daha da şaşırmıştı.
— Ama öyle kötü konuşuyordu ki, kimse bir şey anlaya-mıyordu.
Fanarin gülümsedi.
— Sevimli bir aptaldır, dedi, aklı ermez böyle şeylere zavallının, saçmalayıp durduğu belli; ama gene de
bir nedendir bu. Neyse, devam edelim. Üç, son konuşmasında başkan, ceza mahkemeleri yasasının
801'nci maddesinin 1'nci şıkkında kesinlikle belirtildiği halde, jüri üyelerine hukukta nelerin suç sayıldığını
açıklamamış; Maslova'nın Smelkof'a zehir verdiğinin gerçek olduğunu kabul etseler bile, bunu tüccarı
öldürmek amacıyla yapmadığı gerekçesiyle sanığı cinayette suçsuz saymaya yetkili olduklarını
hatırlatmamıştır. Maslova'da dikkatsizlik —hiç aklında olmayan bir ölüme yol açan bir dikkatsizlik— suçu
görebilecekleri üzerinde durmamıştır. En önemli olan nokta da burasıdır işte.
— Biz de anlayabilirdik bunu ama. Bizde kabahat.
— Son olarak da —avukat devam ediyordu,— jürinin, mah kemece Maslova'nın suçluluğu üzerine
sorulan soruya verdiği cevapta açık seçik bir çelişki vardır. Maslova ortada hiç bir sebep yokken Smelkof'u
öldürmekle suçlanmıştır; çünkü jüri, Maslova'nm hırsızlık olayıyla ilgisi bulunmadığını belirtmiştir
cevabında. Kuşkusuz, bununla sanığın, tüccarı öldürmek amacıyla ona zehiri verdiği iddiası da
kabul etmediklerini sanıyorlardı üye ler; başkanın, konuşmasında her şeyi yeterince açıklamamasından
doğan bir yanlış anlama sonucu cevapta açık olarak belirtilmemiştir bu. Ceza mahkemeleri yasasının 816
ve 808'nci maddelerinden yararlanılması; yani başkanın, jüriden bu karışıklığın açıklığa kavuşturulmasını,
tekrar toplanıp, sanığın suçluluğu üzerine yeni bir cevap vermesini istemesi gerekirdi bu durumda.
— Niçin yapmadı bunu başkan acaba? Fanarin gülümsedi.
— Ben de bilmek isterdim bunu doğrusu.
— Yargıtay bozar mı kararı dersiniz?
— Dosyanın inceleneceği
oturuma katılacak
düşkünlere bağlıdır bu.
— 187 —
— Düşkünlere mi dediniz?
— Evet. Düşkünler evine
yatması gereken
zavallılardır çünkü hepsi. Böyle işte efendim. Sonra
şöyle diyorum: Bu durumlar göz önüne alınırsa, Mahkemenin Maslova'yı cezalandırmasının, 771'e 3'ün
uygulanmasının usulsüz olduğu kesindir. Yukarda saydığım önemli usulsüzlükler nedeniyle falan filân,
909, 910, 912'ye 2 ve 928 maddeler uyarınca bu kararın bozulmasını falan filân, dâvanın başka bir
mahkemede yeniden incelenmesine emirlerinizi yüksek kurulunuzdan en derin saygılarımla falan filân.
Gördüğünüz gibi, yapılabilecek her şey yapılmıştır. Ama açık konuşacağım. Başarı elde edeceğimizden
pek umut var değilim. Bununla beraber, dosyayı inceleyecek olan kurulun üyelerine bağlıdır her şey.
Yargıtayda tanıdıklarınız varsa konuşun onlarla.
— Birkaç kişi tanıyorum.
— Elinizi çabuk tutun ama; hemorotilerinin tedavisi için yakında her biri bir yana gider, üç ay
beklemek zorunda kalırız o zaman... Olumlu sonuç alamazsak Çara başvurmak kalıyor bir de. Bu da
perde arkası çalışmaları gerektirir. O durumda da elimden geleni yaparım; perde arkası çalışmada
değil tabiî, dilekçenin yazılmasında.
— Çok teşekkür ederim, ücreti, acaba...
— Yardımcım dilekçeyi temize çekilmiş olarak sunarken söyleycek efendim.
— Bir şey daha sormak istiyordum size. Savcı, sözü geçen Kimseyle görüşebilmem için bir izin kâğıdı
verdi bana; ceza evine gittim, belirli günlerin ve yerlerin dışında görüşmek için valilikten de izin alınmasının
gerektiğini söylediler. Öyle midir?
— Galiba. Ama vali yok şimdi, yardımcısı bakıyor yerine. Gelgelelim, salağın tekidir o da, sanmam ki bir
şey elde edebi-lesiniz.
—• Maslennikof mu?
— Evet. Nehlüdof:
— Tanıyorum onu, dedi.
Kalktı. O anda son derece çirkin, kalkık burunlu, elmacık kemikleri çıkık, sarı yüzlü bir kadın daldı odaya.
Çinkinliğini hiç
— 188 —
XLVI
umursamadığı belliydi. Avukatın karısıydı bu. Acayip bir giyinişi olduktan başka — açık sarıyla yeşil
karışımı, yarısı kadifeli yarısı ipekli, alacalı bulacalı bir şey vardı üzerinde — evet, acayip bir giyinişi
olduktan başka, parlak saçları da hafifçe kıvırcık yapılmıştı. Büyük bir komutan tavrıyla rüzgâr gibi girdi
odaya. Redingotlu, ipek yakalıklı, beyaz kravatlı, toprak rengi yüzü gülümseyen, uzun boylu bir adam vardı
yanında. Yazardı bu, Nehlüdof tanıyordu onu.
Kadın kapıyı açar açmaz,
— • Anatol, dedi, benim odama gel
çabuk. Semyon
İvano-viç bir şiirini okuyacak bize; sen de
Garşina üzerine yazdığını okuyacaksın ama.
Nehlüdof tam gitmeye hazırlanıyordu ki, avukatın karısı kocasıyla kısa bir fis-koştan sonra ona döndü:
— Buyrunuz Prens, tanıyorum sizi, bu yüzden, tanıştırılmamıza gerek yok. Edebiyat toplantımıza onur
veriniz. Çok seveceksiniz. Anatol çok güzel şiir okur.
Anatol kollarını iki yana açıp, gülümseyerek karısını gösterdi — bu gülümseyişiyle böyle güzel bir kadına
itiraz edilemeyeceğini anlatmak istiyordu,
— Görüyorsunuz ya ne kadar çeşitli işim var, dedi. Nehlüdof, onu da toplantılarına çağırdığı için son
derece kibar, resmi bir tavırla teşekkür etti avukatın karısına; zamanı olmadığını söyleyerek çıktı odadan. Avukatın
karısı arkasından:
— Amma da kendini beğenmiş! dedi.
Bekleme odasında avukatın yardımcısı temize çekilmiş hazır dilekçeyi verdi Nehlüdof'a; ücret konusunda
da, Anatoli Pet-roviç'in bin ruble uygun gördüğünü söyledi; Anatoli Petroviç'in bu çeşit dâvalarla
ilgilenmediğini, bunu onun, Nehlüdof'un hatırı için aldığını da ekledi.
— Dilekçeyi kim imzalayacak? dedi Nehlüdof.
— Sanık kendi de imzalayabilir, bu güçse, Anatoli Petroviç ondan izin alıp imzalayabilir.
— Yo, ben gider imzalatırım ona.
Nehlüdof, Maslova'yı bir an önce görmek fırsatı çıktığı için sevinmişti.
Her zamanki saatte gardiyanların düdükleri çınlattı gene ceza evinin koridorlarını. Hücrelerin, koridorların
kapıları demir gürültüsütle açıldı; çıplak ayakların, takunyaların sesi duyuldu; temizleyiciler, havayı iğrenç
bir kokuyla doldurarak geçtiler koridorlardan. Cezalılar ellerini yüzlerini yıkadılar, giyinip yoklamaya
koridorlara çıktılar, yoklamadan sonra çay için kaynar su almaya gittiler.
Çaydan sonra ceza evinin her hücresinde aynı konu konuşuluyordu heyecanlı heyecanlı: O gün iki cezalı
kırbaçlanacaktı. Bunlardan biri, sevgilisini kıskançlık yüzünden öldürmüş, Vasil-yef adında, öğrenim
görmüş bir gençti. Hücre arkadaşları, eli açık, neşeli bir insan olduğu, ceza evi yöneticilerine sırasında
diretmesini bildiği için severlerdi onu. Yasaları iyi biliyor, çiğ-nenmelerine göz yummuyordu. Yöneticiler bu
yüzden diş biliyorlardı ona. Üç hafta önce gardiyanın biri, resmi giysisine çorba döktü diye bir temizleyiciyi
dövmüştü. Vasilyef hemen karışmıştı işe, yasaların cezalıları dövmeyi yasakladığını söyleyerek
temizleyiciyi savunmuştu. Gardiyan Sana yasaları gösteririm ben diye başlayarak ağzına geleni sayıp
dökmeye başlamıştı. Vasilyef de aşağı kalmamıştı ondan. Gardiyan vurmak istemişti Vasilyef'e, ama beriki
ellerini yakalamış, üç dakika öyle tuttuktan sonra çevirip kapıdan dışarı fırlatmıştı onu. Gardiyan müdüre
yakınmış, müdür de Vasilyef'in zindana kapatılması emrini vermişti.
Bodrum katta kapıları dışardan sürgüyle kapanan, karanlık, küçük küçük odalar vardı, onlara zindan
diyorlardı. Bu soğuk, karanlık odalarda ne bir sedir, ne masa ne de sandalye vardı; buraya atılan cezalı
çamurun üzerinde yatar ya da otururdu. Bacaklarının arasından, yatarken üzerinden kocaman kocaman
fareler geçerdi. Hem çoktu burada bu fareler, hem de son derece gözü pektiler, öyle ki karanlıkta ekmeği
onlardan kurtarmak imkânsız bir şeydi. Buraya atılan cezalıların elinin altından yerlerdi ekmeği, biraz
kıpırdamadan dursa cezalıya bile saldırırlardı. Vasilyef, suçlu olmadığını öne sürerek gitmek istememişti
zindana. Zorla götürmek istemişlerdi onu. Karşı koymuştu. İki cezalı gardiyanların elinden kurtulmasına
yardım etmişti. Gardiyanlar toplanmış, bu arada acı kuvvetiyle ün salmış Petrof da
^190 —
gelmişti. Sindirmişlerdi cezalıları, zindanlara tıkmışlardı. Cezaevinde başkaldırmaya benzer bir olayın
olduğu hemen iletilmişti valiye. Baş suçlulara —Vasilyef'le, serserilikten yatan Ne-pomnyaşçiy'e— otuzar
kırbaç vurulması buyruğu gelmişti yazılı olarak.
Kadınların görüşme odasında kırbaçlanacaktı suçlular...
Daha akşamdan herkes öğrenmişti durumu ceza evinde; hücrelerde bütün cezalılar heyecanlı heyecanlı
bundan söz ediyorlardı.
Korableva, çalımlı, Fedosya, Maslova köşelerinde oturmuş —hepsinin de yüzü kırmızıydı, votka içmişlerdi
çünkü; Maslo-va'nm parası çoktu bu kez, içkiyle ağırlamıştı arkadaşlarını—• çay içiyor, aynı şeyden söz
ediyorlardı.
Korableva, hiç eksiği olmayan sağlam dişleriyle şekeri kırarken:
— Vasilyef'in bu yaptığı başkaldırmak mıdır ki? diyordu. Arkadaşını savundu yalnızca. Artık kavga da
etmemeli.
Uzun saçları omuzlarına dökülmüş Fedosya:
— İyi bir çocukmuş, dedi, öyle diyorlar.
Çaydanlığın bulunduğu ranzanın karşısında, bir odunun üzerinde oturuyordu.
Korableva Maslova'ya döndü.
— Ona söylemişti bu durumu Miyahlovna. Nehlüdof'tan söz ediyordu. Maslova gülümseyerek salladı
başını.
— Söylerim, dedi. Benim için her şeyi yapar. Fedosya karıştı söze:
—
Ne zaman gelir seninki? Gardiyanlar zavallıları almaya gitmişlerd bile. —Göğüs geçirdi—
Canavarlıktır bu.
— Bizim orda bir köylüyü nasıl dövdüklerini görmüştüm bir keresinde. Kaynatam muhtara yollamıştı beni.
Kapıdan girince bir de ne göreyim...
Demir yolu bekçisi kadın uzun uzun anlatmaya başladı gene. Üst koridorda ayak sesleri, gürültüler
duyulunca sustu ancak.
Kadınların hepsi kulak kesilmişti.
— Kırbaçlamaya başladılar, dedi Çalımlr. Öldüresiye vurur— 191 —
lar ona şimdi reziller. Soluk aldırmıyordu onlara çünkü.
Yukarda kesildi gürültü, demir yolu bekçisi kadın anlatmasına devam etti. Muhtarın ahırında bir köylüyü
nasıl kırbaçlandıklarını, bakarken içinin nasıl paramparça olduğunu anlattı. Çalımlı, Sçeglof'un
kırbaçlanırken gık demediğini söyledi. Sonra Fedosya çayı kaldırdı, Korableva'yla demir yolu bekçisi kadın
dikiş dikmeye başladılar, Maslova da ranzasına oturdu, dizlerini kollarının arasına alıp düşüncelere daldı,
canı sıkılıyordu. Yatmaya hazırlanıyordu ki, kadın gardiyan seslendi ona, müdürün odasına gideceğini,
ziyaretçisi olduğunu söyledi.
Maslova, cıvasının yarısı dökülmüş aynanın karşısında başörtüsünü düzeltirken Menşova:
— Bizi de söylemeyi unutma ona, diyordu. Biz yakmadık, kendi, o haydut yaktı, işçi de gördü. Gidecek
yeri yok hayinin. Mitri'yi çağırıp sorsun, öyle söyle ona. Her şeyi olduğu gibi anlatır ona Mitri. Ne olduğunu
anlamadan buraya soktular bizi, o haydut da başkasının karısıyla keyif çatıyor dışarda, meyhanelerde kafa
çekiyor.
Korableva doğruladı:
— Yasaya da hiç bir şeye de sığmaz bu.
— Söyleyeceğim, dedi Maslova. Göz kırparak ekledi:
— İyice cesaretlenmek için biraz daha içeyim.
Korableva yarım maşraba daha koydu ona. Maslova bir dikişte içti hepsini, ağzını sildi, kendi kendine iyice
cesaretlenmek için diye tekrar ederek başını salladı, çakırkeyif, gülümseyerek yürüdü gardiyan kadının
peşi sıra.
XLVII
Nehlüdof çoktan beri bekliyordu.
Ceza evine gelince dış kapının zilini çalmış, nöbetçi gardiyana savcının verdiği izin kâğıdını göstermişti.
— Kimi istiyorsunuz?
—• Cezalı Maslova'yla görüşeceğim.
— Şimdi olmaz: Müdürün işi var.
—• Odasında mı? diye sordu Nehlüdof./
192 —
Gardiyan, ne söyleyeceğini bilemiyormuş gibi kararsız Neh-lüdofun gözünden kaçmamıştı bu:
— Hayır, dedi, odasında değil, burada, ziyaretçi odasında.
— Şimdi görüşemez miyim acaba kendisiyle?
— Hayır, önemli işi var.
— Ne zaman görebileceğim?
— Çıkıyorlar işte, söylersiniz şimdi. Bekleyin biraz.
O anda yan kapıdan parlak sırmalarıyla, yüzünün cildi pırıl pırıl, bıyıkları sigara dumanından sararmış bir
assubay çıktı, sert bir sesle gardiyana:
— Buraya niçin adam alıyorsunuz?... diye bağırdı. Odaya.. Nehlüdof kesti sözünü:
— Müdürün burada olduğunu söylemişlerdi de. Assubayın da telâşlı olması şaşırtmıştı onu.
Tam o anda iç kapı açıldı, Petrof çıktı. Terlemişti, öfkeliydi. Assubay dönerek:
— Dersini aldı, dedi.
Assubay gözleriyle Nehlüdof'u gösterdi, Petrof sustu hemen, yüzünü buruşturup arka kapıdan çıktı gitti.
Nehlüdof Dersini alan kim? diye geçirdi içinden. Niçin bu kadar telâşlı hepsi? Assubay niçin beni gösterdi
ona?
Assubay gene Nehlüdof'a döndü.
— Burda durulmaz efendim, müdürün odasına buyrunuz. Nehlüdof tam dönüp yürüyecekti ki, arka
kapıdan müdür
çıktı. Astlarından daha telâşlıydı. Sık sık soluyordu. Nehlüdof'u görünce gardiyana:
— Fedorof, beşinci kadın hücresinden Maslova'yı odama getirsinler, dedi.
Nehlüdof'a döndü:
— Buyrun.
Dik bir merdivenden çıkıp, tek pencereli, orta yerinde bir yazı masası, birkaç sandalye olan, küçük bir
odaya girdiler. Ceza evi müdürü oturdu. Kutudan kalın bir sigara alırken Nehlüdof'a:
— Çok ağır bir görevimiz var, çok, dedi.
— Yorulmuşsunuz.
— Aslında çalışmaktan yoruldum; çok yorucu bir görev bu
— 193 —
bizimki. Biraz yumuşak davranayım diyorsun, daha kötü oluyor. Bir kurtulabilsem şuradan. Çok ağır bir
sorumluluk bu.
Nehlüdof, müdür için neyin ağır, zor olduğunu bilmiyordu. Adamın o anda üzgün, duygulu, umutsuz
olduğunu görüyordu yalnızca.
— Evet, haklısınız, dedi, göreviniz çok ağır. Ayrılın öyleyse, ne bekliyorsunuz?
— Başka yapacak işim yok, ailem...
— Ama göreviniz ağırsa sizin için...
— Ne yaparsınız, doğrusunu isterseniz, elimizden geldiğince bir şeyler yapmaya çalışıyoruz. Buraya
düşmüş zavallıların daha az acı çekmeleri için uğraşıyorum. Benim yerimde başka biri olsaydı,
analarından emdikleri sütü burunlarından getirirdi. Dile kolay, iki bini aşkın cezalı var burada. Katili, hırsızı,
dolandırıcısı... Bunlara karşı nasıl davranılması gerektiğini iyi bilmelidir bir yönetici. Öte yandan, onlar da
insan, ister istemez acıyorsun. Yumuşak davranmak da olmuyor.
Müdür, daha geçenlerde cezalılar arasında patlak veren, cinayetle sonuçlanan bir kavgayı anlatmaya
başladı.
Odaya gardiyanın arkasından Maslova'nın girmesiyle yarıda kesildi anlatması.
Nehlüdof kapıda, Maslova müdürü görmeden görmüştü onu. Yüzü kırmızıydı. Gardiyanın arkasında çabuk
adımlarla yürüyor, başını sallayarak gülümsüyordu. Müdürü görünce korku okunan gözlerini ona dikti, ama
hemen toparladı kendini, neşeli bir tavırla Nehlüdof'a döndü. Elini o zamankinden çok değişik, hareketle
sıkıp sallayarak gülümsedi.
— Hoş geldiniz.
Ondaki bu canlılığa, neşeye şaşan Nehlüdof:
— Dilekçeyi imzalatmaya geldim size, dedi. Avukat bir dilekçe yazdı, imzalamanız gerek altını, sonra
Petersburg'a yollayacağız.
Maslova bir gözünü kırparak gülümsedi.
— İmzalayalım bakalım. Olur.
Nehlüdof dörde katlanmış bir kâğıt çıkardı cebinden, masaya yaklaştı. Müdüre:
Diriliş — F: 13— 194 —
— Burada imzalayabilir mi? diye sordu. Müdür:
— Gel otur bakayım, dedi, al şu kalemi. Okuma yazman var mı?
Maslova gülümseyerek:
— Bir zamanlar vardı, dedi.
Eteğini, bluzunun kollarını düzelterek oturdu; küçük hareketli eliyle beceriksizce aldı mürekkep kalemini,
gülerek Neh-lüdof'a baktı.
Nehlüdof nereye imza atacağını gösterdi ona.
Maslova, kalemi mürekkep hokkasına dikkatle batırdıktan sonra hafifçe salladı, Nehlüdof'un gösterdiği
yere adını yazdı. Bir Nehlüdof'a, bir müdüre bakarak:
— Hepsi bu kadar mı? dedi.
Kalemi yerine koyacakmış gibi yapmış, sonra geri çekmişti. Nehlüdof aldı elinden kalemi:
— Size başı şeyler söyleyeceğim, dedi.
Maslova, aklına bir şey gelmiş ya da birden uyku bastırmış gibi ciddileşti birden:
— Söyleyin bakalım.
Müdür kalkıp dışarı çıktı. Nehlüdof'Ia Maslova karşı karşıya kaldılar.
XLVIİI
Maslova'yi getiren gardiyan onlardan uzağa, pencerenin içine oturdu. Nehlüdof için karar anı gelip
çatmıştı. İlk görüşmelerinde en önemli olanı —yani onunla evlenmek niyetinde olduğunu— Maslova'ya
söylemedi diye kendi kendine kızmıştı hep. Şimdi söylemeye kararlıydı. Masanın biri bir yanında, biri öbür
yanında, karşılıklı oturuyorlardı. Odanın içi aydınlıktı. Mas-lova'nın yüzünü ilk kez aydınlıkta yakından
görüyordu Nehlüdof —gözlerinin, dudaklarının çevresindeki kırışıklıkları, gözlerinin şişliğini. Eskisinden de
çok acıyordu şimdi ona.
Nehlüdof, pencerenin içinde oturan yahudi suratlı, şakaklarına ak düşmüş gardiyan, sesini duymasın diye,
dirseklerini masaya dayayarak Maslova'ya doğru eğildi.
— 195 —
— Bu dilekçeden olumlu bir sonuç alamazsak Çar'a başvuracağız. Yapılabilecek her şey yapılacaktır...
Maslova sözünü kesti:
— Duruşmadaki avukatım doğru dürüst bir avukat olsaydı... Aptalın biriydi. Hep cilve yaptı durdu
bana. —Gülümsedi Maslova—. Beni o zaman bulmuş olsaydınız, böyle olmazdı durum. Elden ne gelir?
Herkes hırsız sanıyor beni.
Nehlüdof, Ne tuhaf bir hali var bugün diye geçirdi içinden. Tam söylemek istediğini söylemeye
hazırlanıyordu ki, gene konuşmaya başladı Maslova.
— Bakın ne diyeceğim. Bizim hücrede yaşlı bir kadın var. Çok iyi bir kadıncağız, inanın herkes şaşıyor
onun buraya nasıl düştüğüne. Oğlu da kendi de hiç suçları yokken yatıyorlar burada, herkes biliyor bunu.
Bilerek yangın çıkardıkları iftirasına uğramışlar. —Maslova başını çevirip Nehlüdof'un yüzüne baktı—.
Size söylemem için yalvardı: Oğlumla görüşsün bir, o her şeyi anlatır ona diyor. Soyadı Menşof. Ne
diyorsunuz, yapar mısınız bunu? Melek gibi bir yüzü var kadıncağızın, bir bakışta anlaşılıyor zaten suçsuz
olduğu. Bir şeyler yaparsınız artık.
Gene baktı Nehlüdof'un yüzüne, gülümseyerek başını önüne eğdi. Onun bu serbestliğine, açıklığına
giderek daha çok şaşan Nehlüdof:
— Pekâlâ, dedi, elimden geleni yaparım, öğrenirim durumu. Ama ben sizinle kendi işimizi
konuşmak isterdim. O gün ne dedim size, hatırlıyor musunuz?
Maslova hâlâ gülümsüyordu, başını bir o yana, bir bu yana çevirerek:
— Çok şey söylediniz o gün, dedi. Hangisini soruyorsunuz?
— Beni affetmeniz için yalvarmaya geldiğimi söylemiştim.
— Önemi yok ki bunun, ha affetmiştim, ha affetmemişim, neyi değiştirir, siz iyisi mi...
Nehlüdof devam ediyordu:
— Size karşı işlediğim
günahı bağışlatmak
istediğimi... bunu sözde bırakmayacağım. Sizinle
evlenmeye karar verdim.
Maslova'nın yüzünü bir korku kapladı birden. Şehlâ gözleri Nehlüdof'un üzerinde durmuştu, ama
görmüyorlardı onu. Yüzünü duygusuzca buruşturdu.
196
— Bu da nereden çıktı? diye mırıldandı.
— Tanrıya karşı bunu yapmak zorunda olduğumu hissediyorum.
— Tanrı mı dediniz?
Neden söz ettiğinizi
anlamıyorum. Tanrı ha? Hangi Tanrı? O zaman
düşünseydiniz Tanrıyı.
Bir şey daha söylemek istiyormuş gibi açtı ağzını, ama söylemedi, sustu.
Ağzının içki koktuğunu ancak şimdi farkedip, bu halinin nedenini anlayan Nehlüdof:
— Sakin olun, dedi.
— Ne demek sakin ol? Sarhoş mu sandın beni yoksa? Evet, gerçi sarhoşum ama ağzımdan çıkanı
kulağım duyuyor, aklım başımda. Kürek mahkûmuyum ben, b..., ah bayım diyordum az kalsın, Prens,
fiyatım bir yüzlüktür.
Birden çabuk çabuk konuşmaya başlamıştı, yüzü mosmordu. Nehlüdof, zangır zangır titreyerek, alçak
sesle:
— Ne denli ağır konuşursan konuş, hissettiklerim kadar acı söyleyemezsin bana gene de, dedi.
Sana yaptığım kötülüğün içimi nasıl yaktığını bilemezsin!...
Maslova acı acı gülümsedi.
— Öyle mi?... O zaman yoktu böyle bir şey ama, yüz ruble vermiştin bana. Al, bu kadar edersin sen, der
gibilerden...
— Biliyorum, hepsini biliyorum, dedi Nehlüdof, ama elden ne gelir şimdi? Artık bırakmamaya kararlıyım
seni, dönmeyeceğim bu kararımdan.
Maslova:
— Ben de döneceksin diyorum! diye mırıldandı. Yüksek sesle gülmeye başladı. Nehlüdof Maslova'nın
eline
dokunarak:
— Katyuşa! dedi.
Maslova elini öfkeyle çekerek:
— Uzaklaş benden! diye haykırdı. Bir kürek mahkûmuyum ben, sende bir prens, işin yok burada.
İçinde biriken bütün hıncını boşaltmak istiyormuş gibi çabuk çabuk konuşarak devam etti:
— Benden yararlanarak kendini
kurtarmaya çalışıyorsun.
— 197 —
Bu dünyada bedensel hazzın için kullandın beni, öteki dünyada da kurtulman için kullanmak istiyorsun!
Senden de, gözlüğünden de, o iğrenç, yağlı yüzünden de nefret ediyorum. Birden ayağa kalkarak:
— Defol, defol git buradan! diye bağırdı. Gardiyan geldi yanlarına.
— Ne bağırıyorsun be? Nerede olduğunun farkında değilsin galiba...
— Bırakın lütfen, dedi Nehlüdof.
— Öyleyse bağırmasın.
- Pekâlâ, olur, yerinize gidin siz lütfen. Gardiyan pencereye gitti gene.
Maslova oturdu, başını önüne eğdi; küçük ellerini yumruk yapmış, olanca gücüyle sıkıyordu.
Nehlüdof yanında ayakta duruyor, ne söyleceğini bilemiyordu.
— İnanmıyorsun bana, dedi.
— Hiç bir zaman
evlenemeyeceksiniz benimle.
Asarım kendimi de razı olmam böyle bir şeye!
Bunu bilesiniz.
— Gene de elimden gelen yardımı yapacağım sana.
— Sizin bileceğiniz iş bu. Ama şunu söyleyeyim ki, hiç bir şey istemiyorum sizden. Doğru söylüyorum.
Niçin ölmedim o zaman?
Birden hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı Maslova. Nehlüdof bir şey söyleyemiyordu, o da ha ağladı ha
ağlayacaktı.
Maslova başını kaldırıp genç adamın yüzüne baktı, gördüğü şeye şaştı sanki, yanaklarından akan
gözyaşlarını başörtüsünün ucuyla silmeye koyuldu.
O sırada gardiyan geldi yanlarına gene, zamanın bitmek üzere olduğunu hatırlattı. Maslova kalktı.
Nehlüdof,
— Kendinizde değilsiniz şimdi, dedi. Gelebilirsem, yarın gene geleceğim. Siz de düşünün biraz.
Maslova cevap vermedi, dönüp Nehlüdof'a bakmadan gardiyanın arkasından çıktı.
Maslova hücreye dönünce Korableva:
— Kurtulmuş say artık kendini kızım, dedi. Besbelli abayı— 198 —
yaktı sana herif; kaçırma bu fırsatı. Kurtulursun buradan. Zenginlerin yapamayacağı şey yoktur, her kapıyı
açar para. Demir yolu bekçisi kadın ince sesiyle:
— Vallahi de öyle, dedi. Bizde, fakir evlenmeye kalkışsa geceler kısalır, derler. Oysa bir zenginin
aklından geçirdiği, birazcık istediği şey olur hemen. Aslan gibi bir delikanlı vardı köyde...
Yaşlı kadın:
— Benim işi anlattın mı? diye sordu.
Ama Maslova arkadaşlarının sorularına cevap vermiyor, şehlâ gözlerini köşeye dikmiş, ranzasında
yatıyordu. Akşama kadar yattı öyle. Ona ıstırap veren duygular vardı içinde. Neh-iüdof'un sözleri, acı
çektiği, genç adamı unutarak, ondan nefret ederek çıktığı dünyaya döndürmüştü onu gene. Yaşayabilmek
için unuttuğu şeyleri hatırlatmıştı ona; olanların açık seçik anı-sıyla yaşamaksa dayanılamayacak kadar
ıstırap veren bir şeydi. Akşam gene votka aldı, arkadaşlarıyla beraber doyasıya içti.
XLIX
Nehlüdof ceza evinde çıkarken Ya, böyle işte. Böyle, diye düşünüyordu. Suçunun büyüklüğünü ancak
şimdi görüyordu bütün çıplaklığıyla. Yaptığını düzeltmeye kalkışmasaydı, ne büyük bir günah işlediğini
bilmeyecekti hiç bir zaman; üstelik, Maslova da kendisine yapılan kötülüğün büyüklüğünden habersiz
olacaktı. Bütün korkunçluklarıyla ancak şimdi çıkmışlardı bunlar su yüzüne. Nehlüdof'un aklında bu
kadının ruhuna indirdiği darbe vardı şimdi yalnız; Maslova da genç kızlığında ona ne yapıldığının
farkındaydı artık. Eskiden kendi kendine kızardı Nehlüdof, pişmanlık duyardı; oysa şimdi dehşet içindeydi.
Artık bırakamazdı Maslova'yı —bunu hissediyordu— öte yandan, bu ilişkinin sonunun neye varacağını da
bilmiyordu.
Dış kapıda, göğsünde madalyalarıyla, nişanlarıyla bir gardiyan yaklaştı Nehlüdof'a; hiç de hoş olmayan,
yapmacık, yılışık bir ifade vardı yüzünde. Nehlüdof'a bir zarf uzatarak, esrarlı bir tavırla:
— Bir bayan yolladı'bunu size... dedi.
— 199 —
— Hangi bayan?
— Okuyunca anlarsınız. Siyasî suçlulardan biri. Onların bö lümüne bakıyorum ben. Rica etti. Gerçi
yasaktır böyle şeyler, ama insanlık...
Pek yapmacık bir konuşması vardı adamın, içten olmadığı belliydi.
Bir gardiyanın, hem de siyasî suçlulara bakan bir gardiyanın mektup taşıması, ceza evinde, herkesin gözü
önünde mektubu getirip ona vermesi pek şaşırmıştı Nehlüdof'u. Bunun gardiyan, aynı zamanda da ispiyon
olduğunu henüz bilmiyordu. Gene de aldı zarfı, dışarı çıkınca, açtı. Kurşun kalemle çabuk çabuk yazılmış
bir puslaydı bu:
Cezalı bir kadınla ilgilendiğinizi, buraya gelip gittiğinizi öğrendim. Sîzinle görüşmek istiyorum.
Görüşebilmemiz için gerekli yerlere başvurun. Alabilirsiniz bu izni. Koruduğunuz kadın için de, hepimiz için
de çok önemli söyleyeceklerim
var size Minnettarınız Vera Bogoduhovskaya
var size.
Minnettarınız Vera Bogoduhovskaya.
Vera Bogoduhovskaya, Nehlüdof'un bir zamanlar arkadaşlarıyla ayı avına gittiğinde uğradığı, Novogorod
ilinin ücra köylerinden birinde öğretmendi. Üniversitede açılan kursa gidebilmek için para istemişti
Nehlüdof'tan. İstediği parayı vermişti Nehlüdof, sonra bu olayı da, Vera Bogoduhovskaya'yı da unutmuş
gitmişti. Şimdi siyasî suçlu olarak cezaevinde yattığı anlaşılıyordu bu kadının. Maslova'yla olan ilişkisini
öğrenmişti; yardım etmek istiyordu ona. Ne rahattı o zamanlar, her şey basit, kolaydı. Oysa şimdi ne
yapacağını, neye karar vereceğini bilemiyordu. O günleri, Bogoduhovskaya'yla tanışmasını hatırlayınca bir
sevinç, heyecan duydu içinde Nehlüdof. Yortu yakındı. Demiryolundan altmış verst içerde, ıssız bir
köydeydiler. İyi bir avdı. İki ayı vurmuşlardı. Yol hazırlıklarını tamamlamışlar, yemek yiyorlardı. Kaldıkları
köy evinin sahibi sokuldu yanlarına, papazın kızının geldiğini, prens Nehlüdof'la görüşmek istediğini,
söyledi.
Arkadaşlarından biri:
— Güzel mi bari? diye sordu.
— Bırakın çocukluğu! dedi Nehlüdof.
Yüzü cidileşti, ağzını silerek kalktı masadan. Papazın kızı-— 200 —
nın onunla görüşmek istemesi şaşırtmıştı onu. Ev sahibinin odasına gitti.
Yün şapkalı, koyun postundan manto giymiş, damarları çıkık, sıska, çirkin bir kız vardı odada. Kaslarıyla
gözleriyle güzel olan yalnız Ev sahibinin yaşlı karısı:
— İşte Prens, Vera Tefremovna, konuş kendisiyle. Ben çıkıyorum.
— Ne gibi bir yardımım dokunabilir size? dedi Nehlüdof.
— Şey... ben... Nasıl söyleyeyim, zenginsiniz siz, su gibi para harcıyorsunuz; avaydı, şuna bunaydı
dünyanın parasını veriyorsunuz, biliyorum. —Kız utancından kekeleyerek konuşuyordu.— Bense bir şey,
yalnız bir şey istiyorum, insanlara yararlı olmak bütün amacım; oysa yapamıyorum, hiç bir şey
bilmiyorum çünkü.
Gözlerinde içtenlik, temizlik vardı; yüz anlatımı, kararlığı, ürkekliği öylesine dokunmuştu Nehlüdof'a ki,
birden genç kızın yerine koydu kendini —çoğunlukla olurdu ona bu— anladı onu, acıdı.
— Ne yapabilirim sizin için?
— İlkokul öğretmeniyim, kurslara katılmak istiyorum, ama izin vermiyorlar bana. Daha doğrusu, izin
vermiyorlar değil de, izin veriyorlar vermesine, ama para gerek bunun için. Siz verebilir misiniz bana bu
parayı, kursu bitirince ödeyim size borcumu. Zenginleri kötülük yaparken; ayıları öldürür, köylüleri
içi-rip onlarla eğlenirken gördüm hep. Ara sıra iyilik niçin yapmasınlar? Topu topu seksen rubleye ihtiyacım
var. İstemiyorsanız vermeyin, vız gelir.
Kız öfkeyle söylemişti! vız gelir diye. Nehlüdof:
— Yo, dedi, bana bir iyilik yapmak fırsatı verdiğiniz için minettarım size... Şimdi getiriyorum.
Kapıyı açıp hole çıkınca, kapıyı dinleyen bir arkadaşıyla burun buruna geldi. Arkadaşlarının takılmalarına
aldırmadan çantasından parayı alıp kıza götürdü.
— Lütfen teşekkür etmeyin lütfen. Asıl ben teşekkür etmeliyim size.
Şimdi bunları hatırlamak çok hoş bir şeydi Nehlüdof için. Bu davranışını alaya alan bir subayla neredeyse
yumruk yum-
— 201 —
ruğa geldiğini, bir arkadaşının ondan yana çıktığını, ona daha bir yakınlık göstermeye başladığını, avın
pek neşeli, iyi geçtiğini, geçe tren istasyonuna dönerlerken kendini pek bir mutlu hissettiğini hatırlamak da
hoştu. Kızaklar dar yolda peşpeşe tırısla sessizce kayıyorlardı. Kalın kar tabakasının altında dalları eğilmiş
alçaklı yüksekli çam ağaçlarının arasından geçiyorlardı. Karanlıkta kızıl bir sigara ateşi parlıyordu, nefis
kokusu Nehlü-dof'un burnuna kadar gelmişti. Yardımcıları Yosif dizlerine kadar kara bata çıka bir kızaktan
öbürüne koşuyor, şimdi ormanın derinliklerinde dolaşan, ağaçların kabuklarını kemiren sığınlardan; sıcak
soluklarıyla ısıttıkları karanlık inlerinde keyif çatan ayılardan söz ediyorlardı.
Bütün bunları, o andaki dinçliğini, iç huzurunu düşünüyordu şimdi Nehlüdof. Buz gibi havayı ciğerlerine
çekerken yarım kürkü kalkıp iniyor; kızağın çarptığı dallardan dökülen karlar yüzüne düşüyordu. Bedeni
sımsıcak, yüzü soğuktu. Ruhunda ne bir endişe, ne bir korku, ne de bir tutku vardı. Ne mutluydu! Ya
şimdi? Tanrım, ne güç, acı şeylerdi bütün bunlar!...
Besbelli devrimciydi. Vera Yefremovna, devrimci çalışmaları yüzünden de cezaevine düşmüştü. Görmek
gerekti onu, M asIova'nın durumunu düzeltebilecek şeyler bildiğini söylüyordu çünkü.
Devrisi sabah uyandığında bir gün önce olanları hatırladı Nehlüdof, dehşete kapıldı.
Ama duyduğu korkuya rağmen, başladığı işi sonuna kadar yürüteceğine her zamankinden daha bir
kararlıydı şimdi.
Bu duyguyla çıktı evden, Maslennikof'a gitti. Maslova'dan başka, Maslova'nın dediği yaşlı kadının oğluyla,
bir de Maslo-va'ya yardımı dokunacağını umduğu Bogoduhovskaya'yla görüşmesine izin vermesini
isteyecekti ondan.
Nehlüdof eskiden beri, alaydan tanırdı Maslennikof'u. O zamanlar alayın kasadarıydı Maslennikof.
Dünyadan haberi olmayan alayından, Çar ailesinden başka hiç bir şeyle ilgilenmeyen, son derece temiz
yürekli, görevine bağlı bir subaydı. Askerlik-— 202 —
ten ayrılmış, il yönetiminde görev almıştı şimdi de. Zengin, hareketli bir kadın olan karısı zorlamıştı onu
buna biraz da.
Kadın alay ederdi onunla, bir ev hayvanı gibi okşardı onu. Nehlüdof geçen kış bir kere gitmişti onlara, ama
bu çifti öylesine basit bulmuştu ki, bir daha hiç uğramamıştı evlerine.
Nehlüdof'u görünce yüzü sevinçle aydınlandı Maslennikof un. Gene kırmızı, yağlıydı yüzü, gene şişmandı,
askerlikte olduğu gibi gene son derece güzel giyimliydi. Eskiden, omuzlarını, bedenini saran, son modaya
göre dikilmiş, daima tertemiz üniforma giyerdi; şimdiyse, gürbüz bedenini saran, geniş göğsünü ortaya
çıkaran, son moda, sivil bir elbise vardı üzerinde. Vali yardımcısı resmî elbisesiydi bu. Aralarındaki yaş
farkına rağmen (Maslennikof kırkma merdiven dayamıştı) senli-ben-liydiler.
Maslennikof, gizleyemediği bir sevinçle:
— Oh, oh, geldiğin için çok teşekkür ederim sana, dedi. Hadi karımın yanına gidelim: On dakika sonra
toplantım var, o zamana kadar boşum. Biliyorsun, Printsipal yok, ben yönetiyorum ili.
— Bir iş için geldim sana.
Maslennikof birden dikkat kesildi, ürkmüş gibi, biraz sert:
— Neymiş bakalım? dedi.
— Cezaevinde, beni yakından ilgilendiren biri var. (Cezaevi deyince, Maslenikof'un yüzü daha da
sertleşmişti.) Herkesle bir arada değil, müdürün odasında görüşmek istiyorum onunla. Hem de belirli
günler dışında, daha sık. Buna ancak senin izin verebileceğini söylediler.
Maslennikof, büyüklüğünü yumuşatmak istiyor gibi, iki eliyle Nehlüdof'u kollarından tutarak:
— Olur tabiî, mon cher (') dedi senin için yapamayacağım şey yoktur, olmasına olur, ama, biliyorsun,
kısa sürecek bir beylik bizimki.
— Kadın mıdır bu?
— Evet.
— Neymiş suçu acaba?
— 203 —
- Adam zehirleme. Ama suçsuzdur aslında. Yok yere hüküm giydi.
— İşte sana suçluyu, suçsuzu ayıran mahkemelerimiz; ı'en font point d'autres. (') (Nedense Fransızca
söylemişti bu-ıu.) Benimle aynı düşüncede olmadığını biliyorum, ama ne yaparsın ki, c'est mon epinion
bien arrete (2).
Gerici bir gazetede son bir yıldır bu konuyu işleyen çeşitli yazılar okumuştu.
— Senin ilerici olduğunu biliyorum, diye ekledi. Nehlüdof gülümsedi:
— İlerici mi, gerici mi olduğumu bilmiyorum, dedi.
Bir insanı yargılarken, önce onu dinlemenin gerektiğini, mahkeme önünde herkesin eşit olduğunu,
insanlara, özellikle suçlu oldukları kesinlikle bilinmeyen insanlara acı çektirmenin, dayak atmanın yanlış bîr
tutum olduğunu söylediği için ona ilerici denmesine aklı ermezdi.
— İlerici olup olmadığımı bilmiyorum, bildiğim bir şey varsa, o da, şimdiki mahkemelerin, ne kadar kötü
olurlarsa olsunlar, eskilerden daha iyi olduğudur.
— Hangi avukatı tuttun?
— Fanarin'i.
Maslenikof yüzünü buruşturarak:
— Ah o Fanarin! dedi.
Fanarin denen o adamın, geçen yıl bir duruşmada tanık olarak onu nasıl sorguya çektiğini, tam yarım saat
son derece kibarca onu yerden yere nasıl vurduğunu, dinleyicileri kahkahalarla güldürdüğünü hatırlatmıştı.
— Onunla iş yapmanı salık vermezdim sana, diye devam etti Fanarin, est un homme taree. (3)
Nehiüdof:
— Bir isteğim daha olacak senden, dedi. Çok eskiden bir
O
Başka işe yaradıkları yok zaten. (Fransızca) P)
Değişmez düşüncemdir bu benim. (Fransızca) (3)
Kötü isim yapmış bir insandır. (Fransızca)
f) Sevgili dostum. (Fransızca)204
kız, bir öğretmen kız tanımıştım. Zavallı bir insandır, o da ceza evinde şirndi, benimle görüşmek istiyor.
Onunla görüşmeme de izin verebilir misin?
Maslennikof başını hafifçe yana eğip düşündü:
— Siyasî suçlu mu?
— Evet, öyle söylediler bana.
— Bak ne diyeceğim, siyasî suçlularla görüşme izni yalnız akrabalarına veriliyor, ama ben sana ikisine
bir izin kâğıdı vereceğim. Je saîs que vous n'abuserez pas... ('} Senin pretegee'nin adı neydi?
Bogoduhovskaya mı? Elle est jolie? (2)
- Hideuse. (3)
Maslennikof başını iki yana salladı, masaya gitti, resmî bir kâğıda çabuk çabuk yazmaya başladı: Prens
Dmitri İvanoviç Nehlüdof'un cezalı Maslova'yla, gene cezalı ebe Bogoduhovskaya 'yla cezaevi
yöneticisinin odasında görüşmesine izin veriyorum. Kocaman bir imza attı altına.
— Ne güzel yönetiyoruz orayı, göreceksin. Oysa hiç de kolay değildir bu düzeni sağlamak;
çünkü
çeşitli illerden cezalı vardır burada, cezalı sayısı da çoktur. Son derece titiz davranıyorum bu konuda.
Göreceksin, hepsi rahattır, yakındıkları bir şey yoktur. Cezalılara karşı nasıl davranacağını bildin mi
gerisi kolay. Geçenlerde tatsız bir olay oldu... söz dinlemedi birkaç cezalı. Benim yerimde başka biri
olsaydı ayaklanma sayardı bunu, bir çok cezalının canını yakardı. Oysa tatlıya bağladım işi ben. Hem
yumuşak yürekli olmalı insan, hem de kendini saydırmasını bilmeli.
Beyaz gömleğinin altın düğmeli kolundan çıkan etli, beyaz yumruğunu sıkarak -- firuze bir yüzük vardı
parmağında:
— Hem yumuşak yürekli olmalı insan, hem de kendini saydırmasını bilmeli, diye tekrar etti.
— Bilmiyorum, dedi
Nehlüdof, iki kere gittim oraya, çok üzüldüm.
__Bak ne diyeceğim? Kontes Passek'i görmelisin, bu işle(1) Bunu kötüye kullanmayacağını bilirim. (Fransızca) (2)
Güzel bir şey mi bari? (Fransızca) (3)
Bicimsiz. (Fransızca)
— 205 —
re adadı kendini. (Çenesi düşmüştü Maslennikof'un). Elle faît beaucoup de bien. (') Açık söyleyeyim, onun
uyarmalarıyla bir çok şeyi değiştirmek fırsatını buldum. Öyle ki, eskiden olan sertlikler yok artık orada,
cezalılar huzura kavuştular. Kendin de göreceksin zaten gidince. Fanarin'e gelince, yakından tanımıyorum
onu, toplumsal yerim de onunkinden uzak zaten, ama iyi bir insan olmadığı su götürmez bir gerçektir.
Sonra duruşmalarda öyle şeyler söylüyor ki...
Nehlüdof kâğıdı alıp, sözünün sonunu beklemeden teşekkür etti eski arkadaşına.
— Neyse, çok sağol. Ben gideyim artık.
— Kanma uğramayacak mısın?
— Kusura bakma, hiç zamanım yok şimdi.
Maslennikof eski arkadaşını merdivenin ilk sahanlığına kadar geçirirken — birinci derecede saygıdeğer
bulmadığı kimseleri oraya kadar geçirirdi; Nehlüdof da onlardandı:
—• Vallahi çok kızacak bana, diyordu. Hiç olmazsa bir dakikalığına uğra.
Ama kararından dönmedi Nehlüdof. Bir uşak koşarak palto-suyla bastonunu getirdi; kapıcı, dışında bîr
polis memurunun beklediği kapıyı açtı. Nehlüdof kapıya yürürken, şimdi hiç zamanı olmadığını söyledi bir
kere daha. Maslennikof seslendi ona merdivenden:
- Öyleyse perşembeye bekleriz, buyur gel. Karımın konuk günüdür. Söyleyeceğim ona geleceğini!
LI
Nehlüdof, Maslennikof'dan doğru cezaevine gitti; müdürün evini biliyordu, o yana yürüdü. Gene kulakları
tırmalayan bir piyano sesi geliyordu evden; ama rapsodi değildi şimdi çalman, Clementi'nin bir etüdüydü.
Ses gene olağanüstü yüksek, vuruşlar belirgin, çabuktu. Bir sözü bağlı oda hizmetçisi açtı kapıyı gene,
yüzbaşının evde olduğunu söyleyip, Nehlüdof'u konuk odasına aldı. Küçük bir odaydı burası. Eşya olarak
bir kanepeyle bîr
C)
Çok iyilikleri dokunuyor. (Fransızca)— 206 —
masa vardı burada. Yün örme bir örtü örtülü masanın üzerinde abajurunun bir yanı pembe kâğıtla
kaplanmış büyük bir lâmba yanıyordu. Müdür yorgun, keyifsiz bir yüzle geldi. Resmî giysisinin orta
düğmesini iliklerken:
— Buyrunuz, bir dileğiniz mi vardı? dedi. Nehlüdof kâğıdı ona verirken:
— Vali yardımcısından bu izni aldım, dedi. Maslova'yı görmek istiyordum.
Piyano gürültüsünden Nehlüdof'un ne dediğini anlayamayan müdür:
— Markova'yı mı? diye sordu.
— Maslova'yı.
— Ha... evet! Ha... evet!
Müdür kalktı, Clementi müziğinin hareketli vuruşları duyulan kapıya gitti.
— Marusya, diye seslendi, birazcık durur musun yavrum, duyamıyoruz birbirimizi.
Ses tonundan dünyada en çok sevdiği şeyin müzik olduğu belliydi.
Piyano sustu, ayak sesi duyuldu —yürüyenin canının sıkıldığı belliydi— bir baş uzandı kapıdan.
Müdür, müziğe verilen bu ara hoşuna gitmiş gibi hafif tütünden kalın bir sigara yaktı, Nehlüdof'a da uzattı.
Nehlüdof almadı.
— Evet efendim, Maslova'yı görmek istiyordum da.
— Şimdi görmezseniz iyi olur onu.
— Neden? Müdür gülümsedi:
— Kabahat sizde, Prens. Bir daha eline para vermezseniz iyi olur. Vermek istiyorsanız bana verin. Son
köpeğine kadar eline geçer verdiğiniz para. Dün vermişsiniz, o da içmiş verdiğiniz parayla —bu işin
kökünü ne yaparsanız kazıyamazsınız cezaevlerinde— bugün de içmiş, öyle ki taşkınlık yapmaya başladı.
— Sahi mi?
— O kadar ki, sert davranmak zorunda kaldım, başka bir hücreye aldım onu. Aslında uslu, kendi halinde
bir kadındır; bir daha eline para vermeyin. Buradakiler...
— 207 —
Nehlüdof dün olanları hatırladı, dehşete kapıldı gene. Bir an sustuktan sonra:
— Peki, Bogoduhovskaya'yı görebilir miyim acaba? Siyasî suçludur.
—Görebilirsiniz tabiî.
Müdür, odaya giren beş, altı yaşlarındaki bir kız çocuğuna döndü:
— Ne istiyorsun?
Kız gözlerini Nehlüdof'tan ayırmadan babasına doğdu yürüyordu. Ayağı halıya takılıp sendeleyerek
babasına koşunca müdür gülümsedi:
— Önüne baksana yavrum, düşeceksin.
— Öyleyse gideyim ben, dedi Nehlüdof.
Müdür, gözlerini hâlâ Nehlüdof'dan ayırmayan kızı kucakladıktan sonra şefkatle kenara çekti, kalkıp dışarı
çıkarken:
— Nasıl isterseniz, dedi.
Müdür bir gözü bağlı kızın verdiği paltoyu giyip dışarı çıkmamıştı ki, Clementi'nin etüdü duyulmaya başladı
gene. Müdür merdivenden inerken:
— Konservatuardaydı, dedi, orası da başka bir âlem... Oysa müziğe çok kabiliyetli kızım. Konserlere
çıkmak istiyor.
Müdürle Nehlüdof cezaevine yaklaştılar. Müdürün geldiğini görünce hemen açtılar kapıyı. Gardiyanlar
selâma durarak gözleriyle izliyorlardı müdürü. Girişte başlarının yarısı kabak dört cezalıyla karşılaştılar.
Dolu fıçılar taşıyorlardı, onları görünce kenara çekildiler. Bir tanesi ezilip büzüldü, yüzünü buruşturdu. Kara
gözleri parlıyordu.
Müdür, bu cezalılarla hiç ilgilenmeden, yanında Nehlüdof, yorgun adımlarla geçerken devam ediyordu:
— Gerçi bu gibi kabiliyetleri işlemek gerekir ya, küçük bir evde de çekilmiyor doğrusu.
— Kiminle görüşmeyi istiyordunuz? diye sordu.
— Bogoduhovskaya'yla.v.
— Kulededir o. Biraz bekleyeceksiniz.
— Bilerek yangın çıkarmaktan sanık ana oğul Menşof'ları görebilir miyim acaba?
— Yirmi birinci hücrededirler. Çağıralım, görün.
J— 208 —
— Menşof'u hücresinde görebilir miyim?
— Burada daha rahat olur sizin için.
— Canım öyle istiyordu da.
— Tam da buldunuz isteyecek şeyi.
O anda yan kapıdan çakı gibi bir subay girdi odaya. Müdür yardımcılarındandı.
Müdür, yardımcısına:
— Prensi, Menşof'un hücresine götürün, dedi. Yirmi birinci hücre. Sonra benim odama gelin. Bu arada
ben de şeyi çağırayım... Adı neydi?
— Vera Bogoduhovskaya, dedi Nehlüdof.
Müdür yardımcısı, bıyıklarını siyaha boyamış, lavanta kokan, genç, sarışın bir subaydı. İçtenlikle
gülümsedi Nehlüdof a.
— Buyrunuz. Cezaevimîzle ilgileniyorsunuz demek.
— Evet. Bana söylediklerine göre, tamamen suçsuz olduğu halde burada yatan bu adamla da
ilgileniyorum.
Yardımcı omuz silkti. Konuğa kibarca yo! verip geniş, pis kokan koridora sokarken:
— Evet, dedi, oluyor bazan böyle şeyler. Oluyor da, yalan da söylüyorlar. Buyurun.
Hücrelerin kapıları açıktı, birkaç cezalı koridordaydı. Subay, gardiyanları başıyla hafifçe selâmlayarak;
bazıları duvar dibine çekilip hücrelerine süzülen, bazılarıyla ellerini pantalon yan dikişlerine yapıştırarak
subayı hazırolda gözleriyle izleyen cezalılara göz ucuyla bakarak birinci koridordan geçirdi Nehlüdof'u;
sola döndüler, demir bir kapının önünde durdular.
Bu koridor birinciden daha karanlıktı, daha da pis kokuyordu. İki yanda asma kilitli kapılar sıralanıyordu.
Kapılarda iki santim çapında, göz denilen küçük delikler vardı. Koridorda kırış kırış üzgün, yaşlı
gardiyandan başka kimsecikler yoktu. Müdür yardımcısı gardiyana:
— Menşof hangi hücrede? diye sordu.
— Soldan sekizincide.
Lll
Nehlüdof:
— Bakabilir miyim? diye sordu.
— 209 —
Müdür yardımcısı kibarca gülümseyerek:
— B.uyrun, dedi.
Sonra gardiyana bir şeyler sormaya başladı. Gardiyan bir kapının deliğinden baktı: İçerde fanilâlı, uzun
boylu, küçük, siyah sakallı genç bir adam bir aşağı, bir yukarı dolaşıyordu. Kapıda hışırtıyı duyunca durup
baktı, yüzünü buruşturdu, dolaşmaya başladı gene.
Nehlüdof başka bir delikten baktı, gözü delikten bakan ürkek, iri bir gözle karşılaştı; hemen geri çekildi
Nehlüdof. Üçüncü delikten bakınca tahta bir sedirde pijamasının üstünü başına çekmiş uyuyan, çok kısa
boylu bir adam gördü. Dördüncü hücrede ablak yüzlü, uçuk benizli bir adam başı önünde, ellerini dizlerine
dayamış, oturuyordu. Ayak sesini duyunca başını kaldırıp baktı. Yüzünde, özellikle iri gözlerinde umutsuz
bir keder ifadesi vardı. Hücresine kimin baktığını merak bile etmediği belliydi. Bakan kim olursa olsun, ona
bir yardımda bulunmayacağını bildiği bakışından anlaşılıyordu. Nehlüdof fena oldu; deliklerden bakmayı
bırakıp, yirmi birinci hücreye, Menşof'a gitti. Gardiyan anahtarı çıkarıp kapıyı açtı. Uzun boyunlu, içten
bakışlı, sağlam yapılı bir genç, yatağının yanında aceleyle gömleğini giymeye çalışıyor, korkulu gözlerle
gelenlere bakıyordu. Nehlüdof'u en çok, genç adamın soru dolu, ürkek bakışları şaşırtmıştı. Bir ona, bir
gardiyana, bir müdür yardımcısına bakıyordu.
— Beyefendi, senin dâvanla ilgili bazı şeyler sormak istiyor sana.
— Buyursunlar.
Nehlüdof yürüdü, demir parmaklıkla, pis pencerenin yanında durdu:
— Biri sizin dâvadan söz etti bana, dedi, bir de sizden dinlemek istedim bunu.
Menşof da pencerenin yanına gitti, hemen anlatmaya koyui-du. Önceleri sık sık dönüp korkuyla müdür
yardımcısına bakıyordu, sonra giderek daha bir açıldı; müdür yardımcısı bir takım emirler vererek koridora
çıktığında iyice cesaretlendi. Son derece temiz yürekli, iyi bir köy delikanlısının öyküsüydü bu:
Diriliş
F: 14— 210 —
anlatısında da, anlatırken el, kol hareketlerinde de içtenlik vardı. Bu öyküyü yüz kızartıcı giysisiyle bir
cezalıdan, cezaevinde dinlemek çok şaşırtmıştı Nehlüdof'u. Dinliyor, bir yandan da saman döşekli alçak
sedire, kalın demir parmaklıklı pencereye, rutubetten vıcık vıcık, pis duvarlara, ayağında takunyalarla bu
zavallı, feleğin sillesini yemiş, ezik köylünün bitkin yüzüne bakıyordu. Giderek bir hüzün çöküyordu içine.
İyi yürekli olduğu yüzünden belli bu gencin anlattıklarının gerçek olduğuna inanmak gelmiyordu içinden.
Bir insanı hiç suçu yokken, sırf hakarete uğradı diye yakalayıp ceza evi giysisini sırtına geçirerek bu
korkunç yere attıklarını, atabildiklerini düşünmek korkunç bir şeydi. Öte yandan, böylesine bir öykünün,
içtenlik okunan bu yüzün sahibince başkalarını aldatmak için uydurulduğunu düşünmek daha korkunçtu.
Delikanlının anlattığına göre şöyle olmuştu olay: Evlendikten kısa bir zaman sonra, köylerindeki
meyhanenin sahibi, karısını almış elinden. Delikanlı gerekli yerlere başvurmuş, yasalardan medet ummuş,
ama meyhaneci para ye-direrek, çaldığı bütün kapıları yüzüne kapattırmış. Bir keresinde zorla alıp evine
götürmüş karısını, ama devrisi gün kaçmış kadın. O zaman gidip düpedüz istemiş karısını meyhaneciden.
Adam, karın yok burada demiş (oysa eve girerken görmüş onu delikanlı), kovmuş onu. Beriki gitmemiş.
Meyhaneci de bir işçisiyle beraber ağzından, burnundan kan gelene kadar dövmüş onu. Devrisi gün evi
yanmış meyhanecinin. Annesiyle delikanlıyı yakalamışlar suçlu diye; oysa o yakmamışmış, bir arkadaşının
evindeymiş o anda.
— Gerçekten sen yakmadın değil mi?
— Aklımdan bile geçirmedim bunu efendim. O hain kendi yakmıştır belki de. Birkaç gün önce sigorta
ettirmişmiş, öyle dediler bana. Sözde bizden korkmuş, annemle benden. Gerçi ağzıma geleni söyledim
ona o gün, tutamadım kendimi çünkü, ama evini ateşe vermeyi aklımdan geçirmedim. Yangın
başladığında orada değildim zaten. Mahsus, tam annemle ben ona gittiğimiz gün yaktı evini. Sigortadan
para almak için yaptı bunu, suçu da bize yükledi.
— Acaba?
— Yemin ederim ki böyle efendim. İnanın bana!
— 211 —
Nehlüdof'un ayaklarına kapanmak istedi, zor engel oldu ona Nehlüdof:
— Boşuna, boşuna attılar beni buraya, diye devam etti, suçsuzum.
Birden yüzünde kaslar çekildi, ağlamaya başladı, gömleğinin kirli koluyla silmeye koyuldu gözyaşlarını.
— Bitti mi görüşmeniz? diye sordu müdür yardımcısı.
Nehlüdof:
— Evet, dedi. Delikanlıya döndü:
— Üzülmeyin, elimden geleni yapacağım sizin için.
Koridora çıktı. Menşof tam kapıda duruyordu; öyle ki, gardiyan kapıyı kaparken ona çarptı. Gardiyan asma
kilidi takıp kilitlerken Menşof kapıdaki delikten dışarı bakıyordu.
Llll
Geniş koridordan geri dönerlerken (yemek zamanıydı, hücrelerin kapısı açıktı) parlak sarı gömlekler, kısa
bol pantalonlar giymiş, takunyalı cezalılar arasında tuhaf bir duygu doldurdu Nehlüdof'un içini. Gözlerini
kırpmadan bakıyorlardı ona. Burda günlerini geçirmek zorunda bırakılan insanlara acıyor, onları buraya
sokanları anlayamıyor, korkunç buluyordu. Bu duruma tüyleri ürpermeden bakabildiği için nedense
utanıyordu kendi kendinden.
Koridorlardan birinde bir cezalı takunyalarını taşlara vura vura koşup geçti yanlarından, bir hücreye girdi;
birkaç cezalı çıktı oradan, Nehlüdof'un yolunda durdular. Hepsi de öne eğilerek selâm veriyorlardı ona.
— Yalvarırız efendim, söyleyin de duruşmaya çıkarsınlar bizi artık, bir karar versinler.
— Vali değilim ben, ilgim yok sizinle.
Öfkeli bir ses:
— Olsun varsın, dedi, gidip valiye söyleyin siz de. Hiç bir suçumuz yok, iki aydır yatıyoruz burada.
— Nasıl? dedi Nehlüdof. Sebep?
— 212 —
— Alıp attılar buraya işte. İki ay oldu, sebebini biz de bilmiyoruz.
Müdür yardımcısı karıştı söze:
— Doğru söylüyorlar, kimlik kâğıtları olmadığı için getirildiler buraya; bağlı oldukları kente yollamamız
gerekiyordu onları, ama il cezevi yandı orada, valilik oraya gidecekleri yolla-mamamızı yazdı bize. Öteki
illere gidecekleri yolladık hep, bir bunlar kaldı.
Nehlüdof kapının yanında kaldı.
— Yalnız bu mu sebep?
Kırk, elli cezalı toplandı Nehlüdof'la müdür yardımcısının çevresine. Her kafadan bir ses çıkıyordu.
Yardımcı susturdu onları.
— Bir kişi anlatsın.
İçlerinden elli yaşlarında, uzun boylu, temiz görünüşlü bir köylü çıktı öne. Buraya kimlik cüzdanları
olmadığı için tıkıldıkla-rmı anlattı Nehlüdof a. Bazılarının cüzdanları varmış da, vizesi iki hafta geçmiş. Her
yıl geçermiş vize zamanı, ama hiç bir şey olmazmış, bu yıl tutup cezaevine atmışlar onları, iki aydır katiller
gibi yatıyorlarmış burada.
— Hepimiz taş işçisiyiz, aynı
yerde çalışıyorduk.
Bizim orada cezaevi yanmış, öyle diyorlar.
Bizim günahımız ne bunda? Bir babalık edin bize.
Nehlüdof temiz görünüşlü, yaşlı adamı dinliyor, ama ne dediğini anlarmyordu; ağırbaşlı taşçının sakal!
arasındaki koyu gri,, kocaman bite takılmıştı gözü. Cezaevi müdürünün yardımcısına dönüp:
— Nasıl olur? dedi. Bütün sebep bu mu yani? Yardımcı:
— Evet efendim, diye cevap verdi. Valilik yanlış bir yol tutmuştur burada. Yollamamız gerekirdi bunları
da. Kimlikleri öğre-nilinceye kadar bir yerde tutulabilirlerdi orada.
Yardımcı sözünü bitirince ufak tefek bir cezalı çıktı öne, ağzını tuhaf bir biçimde oynatarak, burada onları
çok ezdiklerini söyledi.
— Köpekten bile kötü... Yardımcı kesti sözünü:
— 213 —
— Hadi, hadi, bırak gevezeliği şimdi, kes sesini, yoksa bilirsin...
Ufak tefek adam, korkusuz:
— Neyi bilecek misim? dedi. Suçumuz ne ki? Müdür yardımcısı:
— Sus! diye bağırdı.
Ufak tefek adam kesti sesini.
Nehlüdof, kapılardan bakan, koridorda karşılaştığı yüzlerce cezalının ondan ayırmadığı bakışları arasında
yürürken, Nedir bu böyle? diye soruyordu kendi kendine.
Dışarı çıktıklarında:
— Sahi hiç suçu olmayan insanları da tutuyorlar mı burada? diye mırıldandı.
Müdür yardımcısı:
— Başka ne yapabiliriz? dedi. Ama bunların çok yalan söylediklerini de unutmamak gerekir. Sorarsanız
hepsi masumum der.
— Öyle ama, şimdi konuştuklarımızın hiç bir suçu yok.
— Bunlar öyle olabilirler. Ama ne var ki, sert davranmazsanız yola getiremezsiniz onları. Öyle gözü
dönmüşleri vardır kî, fırsat bulsalar bir kaşık suda boğarlar bizi. Bu yüzden dün ikisini cezalandırmak
zorunda kaldık zaten.
— Nasıl?
— Gelen emir uyarınca kırbaçladık...
— Bu çeşit cezalar kaldırılmıştı hani,
— Toplumsal haklan
elinden alınmışlar için
kaldırılmadı. Burada uyguluyoruz.
Dün kapıda beklerken gördüklerini hatırladı Nehlüdof. Cezalılar o zaman kırbaçlanıyor olmalıydı; kuşkusu
yoktu bundan. Gene o mide bulantısını andıran duygu sardı içini. Merak da, keder de, şaşkınlık da vardı
bu duyguda.
Müdür yardımcısını dinlemiyor, çevresine bakınmıyordu artık; çabuk adımlarla cezaevi müdürünün
odasına yürüdü. Müdür koridordaydı, başka bir işle uğraştığı için Bogoduhovskaya'yı çağırtmayı
unutmuştu. Nehlüdof'u görünce hatırladı ancak Bogoduhovskaya'yı getirteceğini.214
— Şimdi adam yollar getirtirim onu, dedi, siz oturun bir dakika.
L1V
İki oda vardı burada. İki penceresi de kir pas içinde, orta yerinde sıvaları dökülmüş kocaman bir soba olan
birinci odanın bir kösesinde, cezalıların boylarını ölçmek için bir ölçü tahtası vardı. Öteki köşede insanlara
işkence edilen yerlerde bulundurulan bir İsa tasviri asılıydı. Birkaç gardiyan vardı içerde. Öteki odada
duvar diplerine ayrı ayrı ya da ikişer ikişer oturmuş, kendi aralarında alçak sesle konuşan, kadınlı, erkekli
yirmi kişi vardı.
Müdür geçip pencerenin önündeki masasına oturdu, hemen yanındaki sandalyeye buyur etti. Nehlüdof,
oturdu, odadakileri incelemeye koyuldu.
Dikkatini önce kısa ceketli, güzel yüzlü, gençten bir adam çekti. Orta yaşlı, kara kaşlı bir kadının
karşısında ayakta duruyor, elini kolunu sallayarak heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu ona. Onların
hemen yanında açık mavi gözlü, yaşlı bir adam oturuyor, yanında oturan, elinden tuttuğu, ona bir şeyler
anlatan, cezaevi giysili genç bir kadını kıpırdamadan dinliyordu. Fen ortaokulu öğrencisi bir çocuk, korku
okunan gözlerini kırpmadan yaşlı adama bakıyordu. Onlardan biraz ötede sevdalı bir çift vardı: Kızın sarı
saçları kısacık kesilmişti; sevimli yüzünde bir canlılık vardı. Son modaya göre giyinmiş, gencecik bir kızdı.
Erkekse, yüz çizgileri zarif, saçları dalgalı, deri ceketli, yakışıklı bir delikanlıydı. Bir köşeye çekilmişler,
alçak sesle konuşuyorlardı. Masaya en yakın oturan siyah elbiseli, saçları ağarmış bir kadındı. Anne
olduğu belliydi. Veremliye benzeyen, siyah ceketli genç bîr adamın gözlerinin içine bakıyor, bir şey
söylemek istiyor, ama gözyaşlarından söyleyemiyordu; başlamasıyla susması bir oluyordu. Genç adamın
elinde bir kâğıt vardı, besbelli ne yapacağını bilmediğinden, öfkeli bir yüzle sıkıyordu onu avu-cunda.
Yanlarında şişmanca, yanakları kıpkırmızı, gözleri şişmiş, kül rengi elbiseli, pelerinli, güze! bir kız
oturuyordu. Ağlayan annesinin omuzunu okşuyordu sevgiyle. Her şeyi pek güzeldi bu
— 215 —
kızın: Geniş, beyaz elleri de, dalgalı, kısa kesilmiş saçları da, burnu da, kırmızı dudakları da; ama yüzünün
en güzel, en hoş yeri içtenlikle parlayan, iri kahverengi gözleriydi. Nehlüdof odaya girince bu güzel gözler
annesinden ayrılıp Nehlüdof'a bakmıştı bir an; gözgöze gelmişlerdi. Ama kız hemen başını çevirmiş,
annesine bir şey anlatmaya başlamıştı. Sevdalı çiftin yanında canı sıkkın olduğu yüzünden belli, simsiyah
saçları, sakalı karmakarışık bir adam oturuyor; onu görmeye gelen, sakalsız, iğdişe benzeyen bir adama
öfkeli öfkeli bir şeyler anlatıyordu. Nehlüdof müdürün yanında oturuyor, büyük bir merakla odadakileri
süzüyordu. Saçı kısacık kesilmiş bir çocuk yanına sokulup ince sesiyle, Siz kimi bekliyorsunuz? diye
sorunca geldi kendine. Bu soru şaşırtmıştı Nehlüdof'u, ama çocuğa bakıp ciddî yüzünü, dikkatli, fıldır fıldır
gözlerini görünce, tanıdık bir kadını beklediğini söyledi. Çocuk:
— Kızkardeşiniz mi oluyor? diye sordu. Nehlüdof şaşırmıştı:
— Hayır, kızkardeşîm değildir. Senin ne işin var burada peki? Kimin yanmdasın?
Çocuk mağrur:
— Annemin, dedi. Siyasidir. Müdür:
— Mariya Pavlovna, diye seslendi, Kolya'yı yanınıza alın. Nehlüdof'un çocukla konuşmasını yasalara
uygun
bulmamıştı anlaşılan.
Mariya Pavlovna — Nehlüdof'un dikkatini çeken iri gözlü, güzel kızdı bu — ayağa kalktı, —uzun boyluydu
da— erkek gibi geniş adımlarla Nehlüdof'la çocuğun yanına geldi.
Nehlüdof'urî gözlerinin içine bakarak — bu, onun herkese karşı kardeşçe davrandığını gösteren içten,
güven dolu bir bakıştı — hafifçe gülümsedi:
— Kim olduğunuzu soruyor, değil mi? dedi. Her şeyi öğrenmek ister.
Çocuğun yüzüne bakarak öylesine tatlı, öylesine içten gülümsedi ki, çocuk da Nehlüdof da tutamadılar
kendilerini, onlar da gülümsediler.
— Evet, kime geldiğimi soruyordu.
— 216 —
Müdür:
— Mariya Pavlovna, dedi, yabancılarla konuşmak yasaktır. Biliyorsunuz.
Mariya Pavlovna:
— Peki, peki efendim, dedi.
Kalın, beyaz eliyle, gözlerini
ondan ayırmayan
Kolya'nın elinden tuttu, veremlinin annesinin yanına
döndü. Nehlüdof müdüre döndü:
— Kimindir bu çocuk?
— Siyasî bir cezalının cezaevinde doğdu.
Müdür, yönettiği kurumun üstünlüğünü göstermek istiyormuş gibi, üstüne basa basa söylemişti bunu.
— Sahi mi? dedi Nehlüdof.
— Evet. Şimdi de annesiyle beraber Sibirya'ya gidecek.
— Ya bu kız kim? Müdür omuz sükerek:
— Bu sorunuza cevap veremiyeceğim, dedi. İşte Bogodu-hovskaya da geldi zaten.
LV
Kısa kesilmiş saçlarıyla, zayıf, uçuk benizli, ufak tefek Vera Yefremovna girmisti o anda arka kapıdan. İri
gözlerinde içtenlik vardı gene. Çabuk çabuk yürüyerek Nehlüdof'un yanma geldi, elini sıkarken:
— Geldiğiniz için çok teşekkür ederim size, dedi. Hatırladınız mı beni? Oturalım şöyle.
— Sizi bu durumda bulacağımı hiç ummuyordum.
Vera Yefremovna iri, gözleriyle gene ürkek ürkek Nehlüdof'a bakarak:
— Oh, çok iyiyim! dedi. O kadar iyiyim, o kadar iyiyim ki, daha iyisi olamaz.
Bluzunun buruşuk, kirli yakası içinde incecik, renksiz boynunu döndürüyordu konuşurken.
Buraya nasıl düştüğünü sordu ona Nehlüdof. Vera Yefremovna heyecanla anlatmaya başladı.
Propagandayla, toplumsal çözüşle, gruplarla, bölümlerle, alt kuruluşlarla ilgili bir sürü yaban_ 217 __
cı sözcük kullanıyordu konuşurken. Bu sözcükleri herkesin bildiğinden kuşkusu olmadığı belliydi; oysa
Nehlüdof hiç duymamıştı bunları.
Devrim hareketinin sırlarını Nehlüdof'un öğrenmeyi çok istediğine inanarak anlatıyordu. Nehlüdof onun
ince boynuna, seyrek, karmakarışık saçlarına bakıyor, bunları ona niçin anlattığını düşünüyordu. Acıyordu
ona, ama hiç suçu yokken yatan Men-şof'a duyduğu, acımadan başka bir duyguydu bu. Daha çok,
kafasının içinde olduğu görülen düşünce karışıklığıydı onu acınır duruma düşüren. Kendini, davanın
başarıya ulaşması uğruna canını vermeye hazır bir kahraman gördüğü belliydi; öte yandan, sorsalar bu
dâvanın, başarıya ulaşmasının ne olduğunu söyleyemezdi.
Vera Yefremovna'nın Nehlüdof'la konuşmak istediği konu şuydu: Onların grubundan olmayan, Şustova
adında bir arkadaşı —onun deyimiyle— beş ay önce yakalanmış, onunla beraber Petropavlovski kalesine
atılmıştı. Oysa Şustova'nın en küçük bir suçu yokmuş, Vera Yefremovna'nın, onda dursun diye verdiği
kitapları evinde bulundurmakmış bütün suçu. Vera Yefremovna, Şustova'nın cezaevine atılmasında
kendini suçlu görüyor, tanıdıkları olan Nehİüdof'a, arkadaşının kurtulması için elinden geleni yapsın diye
yalvarıyordu. Bogoduhovskaya'nın Nehlüdof'tan ikinci dileği, Petropavlovski kalesinde yatan Gurkeviç'e
anne babasıyla görüşme, bir de bilimsel çalışmalarında ona gerekli olan bilim kitaplarını cezaevine
sokabilme izni almasıydı.
Nehlüdof, Petersburg'a gidince elinden geleni yapacağına söz verdi.
Vera Yefremovna kendi öyküsünü şöyle anlattı: Ebe okulunu bitirdikten sonra bir devrimci grubuna
katılmış, onlarla beraber çalışmaya başlamış. Önceleri iyi gidiyormuş işler, bildiriler basıyorlar, fabrikalarda
propaganda yapıyorlarmış. Ama bir gün grubun ileri gelenlerinden biri yakalanmış, polis bütün kâğıtları ele
geçirmiş, sonra da teker teker avlamış onları.
— Beni de aldılar içeri, diye bitirdi sözünü, şimdi de sürüyorlar... Ama hiç önemi yok bunun. Çok iyi
hissediyorum kendimi, moralim yerinde.
Acıklı bir gülümseme dolaştı dudaklarında.
— 218 —
Nehlüdof iri gözlü, güzel kızı sordu. Vera Yefremovna bir generalin kızı olduğunu devrimciler arasına çok
eskiden katıldığını, bir jandarma erine ateş etme suçunu üzerine aldığı için yattığını söyledi. Baskı
makinelerinin bulunduğu gizli evde kalıyormuş. Bir gece evi aramaya geldiklerinde, evdekiler savunmaya
karar vermişler, ışığı söndürüp, önce delilleri yok etmeye koyulmuşlar. Polisler içeri dalmışlar o ara,
gruptakilerden biri ateş edip bir jandarma erini ağır yaralamış. Kimin ateş ettiğinin anlaşılması için yapılan
soruşturmada kız, ömründe eline silâh almadığı, bir sineği öldüremeyecek kadar yufka yürekli olduğu
halde, kendisinin ateş ettiğini söylemiş. Öyle içeri atmışlar onu işte. Şimdi de Sibirya'ya gidiyormuş.
Vera Yefremovna:
— Çok iyi bir kızdır, diyordu, kendinden önce başkalarını düşünür...
Vera Yefremovna'nın, Nehlüdof'la konuşmak istediği üçüncü konu Maslova'yla ilgiliydi. Cezaevinde herkes
gibi o da öğrenmişti Maslova'nın öyküsünü, Nehlüdof'un onunla ilgilendiğini Maslova'yı siyasî cezalılar
bölümüne, bu olmazsa cezaevi revirine hastabakıcı olarak aldırtma yollarını aramasını salık veriyordu ona.
Revirde ,çok hasta varmış, hastabakıcı arıyorlarmış. Nehlüdof teşekkür etti ona, bunun için uğraşacağını
söyledi.
LVl
Konuşmaları, müdürün ayağa kalkıp, görüşme zamanının sona erdiğini bildirmesiyle yarıda kesildi.
Nehlüdof kalktı, Vera Yefremovna'ya allahaısmarladık dedi, kapıya yürüdü, tam çıkarken durdu, odada
olanlara bakmaya başladı. Müdür bir oturup bir kalkarak:
— Baylar, bayanlar, tamam artık, tamam, diyordu.
Müdürün bu uyarısı cezalıları da, ziyaretçileri de pek heyecanlandırıyordu, ama ayrılmayı düşünen yoktu.
Bazıları kalkmış, ayakta konuşuyorlardı. Bazılarıysa oturarak konuşmalarına devam ediyorlardı. Bazıları
vedalaşmaya, ağlamaya başlamıştı. En dokunaklı, veremli oğluyla annesinin görünümüydü. Genç adam
elindeki kâğıt parçasını avucunda çevirip duruyordu, giderek daha
bir ıstırap ifadesi kaplamaktaydı yüzünü... annesinin duygululuğunun ona geçmemesi için öylesine
zorluyordu kendini. Anne-siyse, ayrılık saatinin geldiğini duyunca başını oğlunun omuzuna dayamış
hüngür hüngür ağlamaya başlamıştı. İri gözlü kızsa —elinde olmadan onu izliyordu Nehlüdof— ağlayan
annesinin önünde duruyor, bir şeyler söyleyerek avutmaya çalışıyordu onu. Açık mavi gözlüklü ihtiyar,
kızının elinden tutmuş, ayakta duruyor, onun söylediği bir şeye başını sallıyordu. Genç sevdalılar ayakta,
eleleydiler, bir şey söylemeden birbirinin gözünün içine bakıyorlardı.
Nehlüdof'un yanında durmuş, onun gibi, odada vedalaşanlara bakan kısa ceketli genç adam sevdalı çifti
göstererek:
— Yalnız onlar mutlu olan, dedi.
Nehlüdof'la genç adamın onlara baktığını sezinleyen sevdalılar —deri ceketli delikanlıyla, sevimli, sarışın
kız— ellerini bırakmadan geri attılar kendilerini, gülümseyerek dönmeye başladılar.
— Bu akşam evleniyorlar cezaevinde, dedi genç adam, kız sevgilisiyle Sibirya'ya gidiyor.
— Çocuğun cezası ne?
— Kürek.
Veremlinin annesinin hıçkırıklarına kulak veren kısa ceketli genç adam:
— Onlar mutlu ama, bir de şuraya bakın, diye ekledi, yüreği parçalanıyor.insanın.
Aynı şeyi birkaç kere tekrarlayan müdür:
— Baylar, bayanlar! diyordu. Lütfen! Lütfen! Zor kullandırt-maym bana lütfen! (Güçsüz kararsız çıkıyordu
sesi.) Haydi baylar, lütfen! Ne yaptığınızın farkında mısınız canım? Çoktan geçti zaman. Olmaz ki böyle.
Son kez söylüyorum...
Kalın sigarasını bir söndürüp bir yakarak bağırıp duruyordu. İnsanların insanlara acı çektirmesini haklı
gösterecek deliller ne denli eski, ne denli alışılmış, ne denli ustalıkla uydurulmuş olursa olsun, müdür, bu
odada gördüğü ıstırabın suçlularından birinin de kendi olduğunu hissetmemiş olamazdı, apaçık ortadaydı
bu duyguya kapıldığı; onun da acı çektiği belliydi.
En sonunda ayrılmaya başladılar görüşçülerle cezalılar: Ba-— 220 —
zıları iç kapıda, bazıları dış kapıda ayrılıyordu. Önce erkekler geçti —veremli, siyah sakallı— arkasından,
cezaevinde doğmuş çocukla Mariya Pavlovna.
Görüşçüler de çıkmaya başladılar. Açık mavi gözlüklü ihtiyar ağır ağır yürüyerek geçti, Nehlüdof da çıktı.
Konuşmayı pek seven genç adam merdivenleri Nehlüdof'un yanı sıra inerken, yarıda kalmış
konuşmalarına devam ediyormuş gibi:
— Evet, diyordu, insanın aklı almıyor bu durumu... Neyse ki yüzbaşı çok iyi bir insan da göz yumuyor.
Herkes bol bol konuşuyor, içini döküyor.
— Öteki cezaevlerinde böyle görüşmeler olmuyor mu yoksa?
— Ne gezer! Başbaşa oturmayı bırakın, parmaklıklar arkasından konuşturuyorlar insanı.
Nehlüdof, Medintseviy'ia —konuşkan genç adam tanıtmıştı kendini ona— konuşa konuşa merdiveni
indiğinde, yorgun bir yüzle müdür geldi yanlarına.
— Maslova'yı görmek istiyorsanız yarın buyrunuz, dedi. Nehlüdof'a karşı kibar davranmak istediği
belliydi.
— Teşekkür ederim, dedi Nehlüdof.
Çabuk adımlarla dış kapıya yürüdü.
Menşof'un hiç günahı yokken çektiği acılar korkunçtu elbette; ama asıl korkunç olan bedeninin çektiği
acılar değil, ona ortada hiç bir neden yokken ıstırap çektiren insanların hayînliğini göstererek duymak
zorunda olduğu şaşkınlık, Tanrıya, iyiliğe, inançsızlıktı. Bu suçsuz yüzlerce insanı, sırf kâğıtta öyle
yazmıyor diye acı çekmek zorunda bırakmak, ezmekti korkunç olan. Meslekleri kardeşlerine eziyet etmek
olan, bunu yaparken de işlerinin iyi, yararlı olduğuna inanan bu akılsız gardiyanlardı korkunç. Ama ona en
korkunç, anneyi oğlundan, babayı kızından ayırmak zorunda olan, artık yaşlanmaya yüz tutmuş, sağlığı
bozulmuş iyi yürekli müdür görünmüştü. Onun da çocukları vardı, o da babaydı...
Nehlüdof, cezaevine her gelişinde duyduğu mide bulantısını andıran duyguyu duydu gene. Nedir bütün
bunların sebebi? diye düşündü.
LVII
Devrisi gün avukata gitti Nehlüdof, Menşof'ların durumunu anlattı, onların savunmasını üzerine almasını
istedi. Avukat sonuna kadar dinledi onu, dâva dosyasını inceleyeceğini, Nehlüdof'un anlattikları doğruysa,
işin çok kolay olduğunu, onların savunmasını, herhangi bir ücret istemeden üzerine alacağını söyledi.
Nehlüdof ayrıca, bir yanlış anlama yüzünden ceza evinde tutulan yüz otuz kişiden söz etti; bunu kimin
yaptığını, suçlunun kim olduğunu sordu. Avukat, kesin cevap verebilmek için bir an düşündü, kararlı;
— Suçlu mu kim? Hiç kimse, dedi. Savcıya sorun, validir suçlu, diyecektir; valiye sorun, savcıya
yükleyecektir suçu. Hiç kimsenin suçu yoktur.
— Şimdi Maslennikof'a gidip anlatacağım durumu. Avukat gülümsedi.
— Boşuna zahmet etmiş olursunuz. Bu öyle bir - akrabanız,
I dostunuz falan değildir ya? İzninizle söyleyeyim, bu öyle bir odun kafalı, aynı zamanda kurnaz bir
tilkidir ki...
Nehlüdof, Maslennikof'un avukat için söylediklerini hatırladı, hiç bir şey söylemeden allahaısmarladık
deyip çıktı.
Maslennikof'a gidiyordu. İki şey dileyecekti ondan; Mas-'Şova'ya revirde görev verilmesini, bir de kimlik
kâğıtları yok diye boşu boşuna cezaevinde tutulan yüz otuz kişiyi serbest bırakmasını. Saygı duymadığı
bir insandan bir şey dilemek onun ,îçin ne denli ağır olursa olsun, amacına başka bir yoldan varamayacağı
için yapmak zorundaydı bunu.
Payton, Maslennikof'un evine yaklaştığında kapıda bir kaç kupa arabasıyla yaylı gördü Nehlüdof.
Maslennikof'un karısının konuk gününün o gün olduğunu hatırladı hemen. Maslennikof bu toplantıya
çağırmıştı onu. Nehlüdof'un paytonu eve yaklaştığında bir kupa arabası tam merdivenin dibinde
duruyordu; şapkasında kokardı olan, pelerinli bir uşak, elbisesinin kuyruğunu kaldırmış bir bayanın
—siyah, zarif ayakkabısı gözüküyordu— arabaya binmesine yardım ediyordu. Duran arabalar içinde
Kor-çagin'lerin kapalı landosunu tanımıştı Nehlüdof. Ak saçlı, kırmızı yanaklı arabacı içtenlikle
gülümseyerek, saygıyla şapkasını çıkardı ona. Nehlüdof kapıyıca Mihail İvanoviç'in (Maslennikof) nerede
olduğunu sormaya hazırlanıyordu ki, halı döşeli merdi-222
vende onu gördü. Çok önemli —sahanlığa kadar değil de, ta merdivenin dibine kadar geçirdiği— bir
konuğu yolcu ediyordu. Bir subay olan bu çok önemli konuk merdivenlerden inerken, kentte kurulan yoksul
evleri yararına düzenlenen eğlenceden söz ediyordu. Fransızca konuşuyor, bunun kadınlar için iyi bir
uğraş olduğunu söylüyordu: Gülüp eğleniyorlar, para da topluyorlar.
— Qu'elles s'amusent et que le bon Dieu les benîsse... (') O, merhaba Nehlüdof! Çoktan beridir
görünmüyordunuz, nerelerdeydiniz? Allez presenter vos devoirs â madame (2) Korçagin'-ler de burada. Et
Nadide Burkshevden. Toutes les joilies femmes de la ville. (3)
Altın sırmalı, yakışıklı uşağının tuttuğu paltosunu giymek için kolunu uzatırken söylemişti bunu.
Maslennikof'un elini sıkarken:
— Au revoîr. ımon cher! (4) dedi.
Maslennikof, Neflüdof'un koluna girip, onu kalın bedeninden beklenmeyen bir çabuklukla yukarı
götürürken heyecanlı heyecanlı:
— Hadi yukarı gidelim, diyordu, geldiğine çok sevindim!
Önemli-konuk ona ilgi gösterdiği için pek sevinçliydi Maslennikof. Çar ailesine yakın muhafız alayında
subaylık yaptığına göre, bu aileden kimselere alışmış olması gerekirdi oysa bu gibi ilgiler Maslennikofa
sahibi kulaklarının arkasını okşadığı, tüy-leriyle oynadığı zaman sevimli bir köpeğin duyduğu coşkun
sevinci duyururdu. Köpekcik kuyruğunu kaldırır, ezilip büzülür, kulaklarını havaya diker, odanın içinde fır
dönmeye başlar. Maslennikof da aynı şeyi yapmaya hazırdı o anda. Nehlüdof'un yüzündeki ciddi ifadeyi
farketmiyor, ne dediğini dinlemeden habire konuk salonuna doğru çekeliyordu onu. Öylesine heyecanlıydı
ki, karşı koymak olmazdı ona. Nehlüdof da koymadı, onunla beraber konuk salonuna yürüdü.
Koridordan geçerlerken Maslennikof:
O
Varsın eğlensinler, Tanrı günahlarını affetsin... (Fransızca)
(2)
Gidin, sayın ev sahibesine saygılarımızı sunun. (Fransızca)
(3)
Nadine Bukshevden de. Kentin bütün dilberleri. (Fransızca) (4)
Hoşça kalın dostum! (Fransızca)
— 223 —
— İş sonra, diyordu, ne istersen yapacağım. Arkalarından gelen uşağa, yürürken:
— Hanıma Prens Nehlüdof'un geldiğini bildirin, dedi. Uşak hızlanarak geçti yanlarından.
— Vous n'avez qu â ordonner f1). Ama karımı görmelisin. Seni o gün yanına götürmedim diye az mı
sitem etti bana.
Nehlüdof'la Maslennikof salona girdiklerinde uşak, prens Nehlüdof'un geldiğini haber vermişti bile. Vali
yardımcısının eşi Anna İgnatyevna kanepede çevresini kuşatmış konukların başları, şapkaları arasından
neşeli bir gülümsemeyle selâmladı Neh-lüdof'u. Salonun öte ucundaki çay masasının çevresinde bayanlar
oturuyor, asker, sivil erkekler ayakta duruyordu. Her yandan kadın, erkek sesi duyuluyordu.
— Enfin! (2) Ne o, niçin hiç uğramıyorsunuz bize allahaş-kınıza? Gücendirdik mi sizi yoksa?
Anna îgnatyevna konuğunu, aralarında senli benlilik olduğunu gösteren bu sözlerle karşıladı —oysa yoktu
böyle bir şey.—
-— Tanışıyor musunuz? Madam Belyavskaya, Mihail İvano-viç Çerhof. Şuraya,, yakma oturun lütfen.
— Missi, venez dons â nötre table. Ou vous apportera votre the... (3)
Missi'y'e konuşan subaya döndü.
— Siz de... —adını unutmuştu subayın anlaşılan— bu yana buyrun. Çay mı istiyorsunuz Prens?
Bir kadın sesi duyuldu:
— Dünyada razı olmam; düpedüz sevmiyordu kadıncağız.
— Ama çörek severdi.
İpekler, altınlar, değerli taşlar içinde, kocaman şapkalı bir kadın gülerek karıştı söze:
— Hep böyle garip şakalar yaparsınız siz de.
— Bu kâğıt helvası c'est excelient (4) hafif de. Biraz daha getirin.
(1)
(2)
(3)
(4)
Sen söyle bana, yeter. (Fransızca)
Nihayet! (Fransızca)
Bizim masaya gelin. Burada çay verecekler size..
Çok hoş. (Fransızca)
(Fr.)— 224
— Yolculuk yakın mı?
—Evet, bugün son gün. Kalmaya gelmemiştik zaten.
— Ne hoş bir ilkbahar, köy ne güzeldir şimdi kimbilir Missi yalan söylediğini, bunu Nehlüdof'un da
anladığım sezinleyince daha da kızardı.
Missi, ince beline yapışmış, koyu çizgili elbisesiyle, şapkasıyla pek hoştu. Nehlüdof'u görünce yüzü
kıpkırmızı oldu.
— Sizi gittiniz sanıyordum, dedi. Nehlüdof:
— Gideceğim ama işler alıkoyuyor, diye cevap verdi. Bu-caya da bir iş geldim.
— Anneme uğrayın bir ara. Sizi görmeyi çok istiyor. Nehlüdof, onun kızardığını farketmemiş gibi üzgün:
— Uğrayabileceğimi pek sanmıyorum, dedi.
Missi öfkeyle buruşturdu yüzünü, omuz sîlkti; elinden boş çay fincanını alan yakışıklı subaya döndü.
Dönerken koltuğun kenarına çarptı subayın kılıcı, kendine güven dolu bir tavırla alıp öteki masaya götürdü
Missi'yi— Yoksullar evi için sizin de bir bağışta bulunmanız gerekir.
— Bulunacağım elbette, ama eğlence gününe kadar saklamak istiyorum ne kadar vereceğimi. Orada
göstereceğim kendimi.
Biri zoraki gülümseyerek:
— Bakın hele! dedi.
Toplantı güzel geçiyordu, Anna İgnatyevna'nın keyfine diyecek yoktu. Nehlüdof'a:
— Ceza evlerinde birtakım işlerle ilgilendiğinizi söyledi Minka, diyordu. Minka'nın (şişman
kocası Maslennikof'du bu) birtakım kusurları olabilir, ama ne denli iyi yürekli olduğunu da bilirsiniz.
Bütün bu zavallı cezalılar çocuklarıdır onun. Bu gözle bakar onlara. I! est d'una bonte... (')
Kocasının —insanların kırbaçlanması için emirler veren kocasının— ne denli bonte olduğunu
anlatabilecek sözcük bulamadığı için sustu; o anda salona giren pembe kordelâlı, yüzü buruş buruş yaşlı
kadına döndü gülümseyerek.
Gerektiği kadar konuştuktan sonra —gerektiği kadar anlam(')
Çok iyi yüreklidir... (Fransızca)
— 225 —
sız şeyler söylemeye de dikkat etmişti; böylece kibar davranmış oluyordu— Nehlüdof kalktı,
Maslennikof'un yanına gitti.
— Biraz dinleyebilir misin beni?
— Ah, evet! Söyle bakalım. Şuraya geçelim. Küçük bir odaya girip pencerenin önüne oturdular.
LVIII
— Hadi, je souis â vous (.'). Sigara ister misin? Dur ama, pisletmeyelim buraları. (Bir kül tablası getirdi.)
Evet?
— İki isteğim var senden.
— Ya...
Maslennikof'un yüzü bulutlandı. Sahibince kulağının arkası okşanan küçük köpeğin duyduğu o
coşkunluğun izleri bir anda yitip gitmişti. Konuk salonundan sesler geliyordu. Jamais, ja-mais je me
croirais (2) diyordu bir kadın, öte uçta, bir erkek sık sık La comtesse Voronzoff, Vîctor Apraksine adlarını
kullanarak bir şeyler anlatıyordu. Maslennikof hem salonu, hem de Nehlüdof'u dinliyordu.
— Gene aynı kadın için geldim, dedi Nehlüdof.
— Evet, hani şu suçsuzken cezaya çarptırılan. Biliyorum, biliyorum.
— Revire hastabakıcı almanı isteyecektim senden onu. Ya-pılabilirmiş bu, öyle söylediler bana.
Maslennikof dudaklarını büzüp bir an düşündü.
— Olur elbette, olur. Durumu bildiririm ben sana.
— Lütfen, dedi Nehlüdof.
Salonda herkes kahkahalarla gülmeye başlamıştı. Maslennikof gülümseyerek:
— Viktordur gene, dedi, coştuğu zaman çok nükteci oluyor. Nehlüdof:
— Bir şey daha var, diye devam etti, sırf kimlik cüzdanla(')
Emrindeyim. (Fransızca)
(2)
İnanmam, dünyada inanmam. (Fransızca)
Dirilis — F: 15— 226 —
nnın vizesi geçti diye yatan yüz otuz kişi var şu anda ceza evinde. İki aydır boşuna tutuyorlar onları orada.
Niçin tutuklandıklarını da anlattı.
Maslennikof:
— Nerden biliyorsun bunu, dedi.
Yüzünü bir huzursuzluk, can sıkıntısı ifadesi kapladı.
— Göreceğim tutuklunun yanına gidiyordum, koridorda çevirdiler benî, yalvardılar...
— Hangi tutuklunun yanına gidiyordun?
— Hiç suçu yokken yakalanıp ceza evine atılmış bir köylünün. Avukat tuttum ona. Ama önemli olan bu
değil şimdi. Söyler misin, hiç bir suçu olmayan bu insanla'rın ceza evinde tutulmalarının tek nedeni, kimlik
cüzdanlarının vize zamanının geçmiş olması, bir de...
Maslennikof canı sıkkın, kesti Nehlüdof'un sözünü:
— Savcının görevidir bu. Görüyor musun çabuk sonuç alan âdil dediğiniz mahkemeleri? Savcı
yardımcısının görevi ceza evlerine gidip, oradakilerin haklı olarak mı, yoksa haksız yere mi içeri
atıldıklarını öğrenmektir. Oysa umurlarında mı adamla-rın, briç oynamaktan başka bir şey yaptıkları yok.
Nehlüdof, valinin suçu savcıya yükleyeceği üzerine avukatın söylediklerini hatırlayarak yüzünü buruşturdu.
- Elinden bir şey gelmez mi yani bu durumda? dedi.
— Gelmesine gelir tabiî. Hemen düzelteceğim bu yanlışlığı.
Salondan bir kadın sesi duyuldu:
— Bu daha da kötü olacaktır onun için. C'est un souffre-douleur. (')
Kadının bunu pek umursamadığı söyleyişinden belliydi. Öte köşede bir erkekle bir kadın gülüşüyorlardı.
Erkek:
— Öyleyse ben de bunu alırım, diyordu. Anlaşılan bir şeyi vermiyordu ona kadın.
— Hayır, hayır, olmaz, diyordu.
Maslennikof firuze yüzüklü beyaz eliyle sigarasını küllüğe; bastırarak söndürürken:
O Çok ıstırap çekmiş bir kadındır. (Fransızca)
227
— Gerekeni yapacağım, dedi, hadi şimdi kadınların yanına gidelim.
Nehlüdof, salona geçerlerken tam kapıda durdu.
— Bir şey daha var. Dün ceza evinde adam kırbaçlandığını söylediler bana. Doğru mudur bu?
Maslennikof kızardı.
— A, bunu da mı duydun? dedi. Evet, mon cher, seni bırakmamalı artık oraya, her şeyle ilgileniyorsun.
Yürü bakalım, Annette bizi çağırıyor.
Nehlüdof'un koluna girip salona soktu onu. Önemli kişinin gösterdiği ilgiden sonra heyecan ifadesi
kaplamıştı yüzünü gene, ama şimdi sevinç değil, endişe vardı bu ifadede.
Nehlüdof birden kolunu çekti, hiç kimseye selâm vermeden, hiç kimseyle konuşmadan çıktı salondan,
koridoru geçti, antrede yanına koşan uşaklara bakmadan sokağa çıktı.
Annette kocasına:
— Neyi var? diye sordu. Ne yaptın ona? Biri:
— Bu â la française, (') dedi.
— A la française değil, a la zoulou. (2) — Her zaman böyledir o zaten.
Biri kalktı, başka biri yaklaştı gruba, konuşmaya başladı ge-îrfe. Nehlüdof olayı, jour fîxe P) üzerine
konuşmak fırsatı vermişti onlara.
Maslennikof'u görmeğe gittiğinin devrisi günü vali yardımcısından, resmî, güzel bir kâğıda özenilerek
yazılmış bir mektup aldı Nehlüdof. Maslennikof, Maslova'nın revire alınmasını doktora yazdığını, bu
isteğinin yüzde yüz yerine getirileceğini yazıyordu. Mektubun altına şöyle yazılmıştı; seni seven eski
arkadaşın. Ayrıca Maslennikof adının altı da özenilerek çizilmişti.
Nehlüdof tutamadı kendini:
— Aptal! diye söylendi.
{')
Fransız davranışıdır. (Fransız) (2)
Zuluss davranışı. (Fransızca) (3)
Kararlaştırılan gün.
(Fransızca)228 —
Bu arkadaşın sözcüğüydü canını sıkan. Maslennikof'un alçak gönüllülük göstermek; yani, bayağı, iğrenç,
yüz kızartıcı bir görevi olduğu halde, kendini pek önemli bir kişi sandığını, onu arkadaşlığa kabul etmekle,
bu büyüklüğünden gururlandığını göstermek istediğini anlamıştı.
LIX
Çok yaygın bir kör inanç vardır, her insanın belirli özellikleri olduğu söylenir. Sözgelimi, biri için iyidir, kötü
huyludur, zekidir, aptaldır, çalışkandır, tembeldir v.b. denir. Oysa hiç de böyle değildir. Bir insanın
çoğunlukla iyi, çoğunlukla akıllı, çoğunlukla çalışkan olduğunu, ya da bunun tersini söyleyebiliriz. Ama bir
insan için iyidir ya da akıllıdır, bir başkası için de kötüdür ya da aptaldır dersek yanlış olur bu. Gelgelelim
hep böyle ayırırız in-sanlan. Çok yanlış bîr tutumdur bu aslında. İnsanlar nehirlere benzerler: Hepsinden
aynı su akar, ama her nehir kâh daralır kâh bulanık, kâh soğuktur kâh ılık. İnsanlar da böyledir. Her
insanda kîşioğlunun genel özelliklerinin özü vardır; bazen bunlar, bazen ötekiler çıkar üste; iyi ya da kötü
olur. Bazı insanlarda bu değişiklikler pek belirgindir; kesindir. Nehlüdof da bunlardandı. Bedensel
nedenleri de ruhsal nedenleri de vardı bu değişikliklerin. Şimdi de böyle bir değişiklik olmuştu onda.
Mahkemeden ve Katyuşa'yla ilk görüşmesinden sonra düşüncelerinin değişmesinden duyduğu o sevinç, o
gurur duygusu tamamen kaybolmuştu şimdi, son görüşmeden sonra korkuya, hattâ Maslova'dan tiksinme
duygusuna bırakmıştı yerini. Onu bırakmamaya, Maslova isterse onunla evlenmeye kararlıydı hâlâ, ama
ıstırap veriyordu ona bu, ağır geliyordu.
Maslennikof'u gördüğünün devrisi günü, Maslova'yı görmek için ceza evine gitti gene.
Müdür görüşmesine izin verdi, ama kendi odasında ya da avukat odasında değil, kadınlar bölümünün
görüşme yerinde. İyi yürekli bir insan olduğu halde, eskisinden daha bir soğuk davranıyordu Nehlüdof'a
karşı şimdi nedense. Besbelli Maslennikof o konuşmalarından sonra bu ziyaretçiye çok dikkat etmesi için
uyarmıştı onu.
— 229 —
— Görüşebilirsiniz, dedi; yalnız, önce de söylediğim gibi, para konusunda... Sayın valinin yazdıkları gibi,
onun revire alınması isine gelince, yapacağız bunu, doktor da razı. Ama o istemiyor. O kel kafalı
kocakarılara hizmet etmemdi bir eksik olan, diyor. Böyledir bunlar, Prens.
Nehlüdof cevap vermedi, onu Maslova'yla görüştürmesini istedi. Müdür, gardiyanı yolladı. Nehlüdof
kadınlar bölümünün boş ziyaretçi odasına müdürün arkasında girdi.
Maslova oradaydı. Parmaklığın bu yanına geçti. Durgun, ürkekti. Nehlüdof'a iyice yaklaşıp, yüzüne
bakmadan, alçak sesle:
— Bağışlayın beni Dmîtri İvanoviç, dedi, önceki gün kötü şeyler söyledim size.
Nehlüdof:
— Bağışlayacak biri varsa o da sizsiniz... diye başladı. Maslova kesti sözünü:
— Neyse, gene de bırakın beni siz.
Başını kaldırıp Nehlüdof'un yüzüne baktı. Korkunç bir biçimde yana kayan bu gözlerde gene inatçı, öfke
dolu bir ifade gördü Nehlüdof.
— Niçin bırakacakmışım sizi?
— İşte.
— Sebep ne ama?
Maslova başını kaldırıp, gene aynı öfkeyle baktı Nehlüdof'a.
— Ne bileyim, bırakın işte, dedi. Sahi söylüyorum, bırakın beni. Yapamıyorum. Hiç gelip görmeyin beni
bir daha, ilgilenmeyin benimle. —Dudakları titriyordu. Bir an sustu.— Sahi söylüyorum. Asayım kendimi
olsun bitsin; böylesi daha iyi.
Nehlüdof, Maslova'nın bu cevabında ona karşı bir nefretin, bağışlanmamış bir kötülüğün, aynı zamanda
da başka, iyi, önemli bir şeyin olduğunu sezinlemişti. Maslova'nın tamamen sakinken de önceki gün
söylediğini tekrar etmesi Nehlüdof'un içindeki kuşkuları bir anda yok etmiş, onu heyecanlı, duygulu, kararlı
Nehlüdof yapmıştı gene.
Son derece ciddi:
- Katyuşa, dedi, önceki gün söylediğimi gene söylüyorum. Benimle evlenmeni istiyorum. Razı olmazsan,
buna razı olmadı-ğın sürece, önce de söylediğim gibi, seni nereye götürürlerse ben de geleceğim
peşinden. Maslova:
— Sizin bileceğiniz iş bu, dedi, artık konuşmayacağım bu konuda.
Dudakları titremeye başladı gene.
Nehlüdof da —kendinde konuşacak gücü bulamadığı için—
susuyordu. Sonunda toparladı kendini.
— Şimdi köye gidiyorum, oradan Petersburg'a geçeceğim, dedi. İşimiz için elimden geleni yapacağım,
inşallah affedilirsiniz.
— Affetmezlerse de bir şeyi değiştirmez bu. Benim için asıl önemli olan...
Gözyaşlarını tutabilmek için ne denli çaba sarfettiğinin farkındaydı Nehlüdof. Heyecanını gizlemek için
birden sordu Maslova:
— Şey, Menşof'u gördünüz mü? Gerçekten suçlan yok muymuş?
— Gördüm. Galiba suçsuzlar.
— Çok iyidir zavallı kadın.
Nehlüdof, Menşof'tan öğrendiklerini anlattı; bir isteği, ihtiyacı olup olmadığını sordu. Maslova:
— Hayır, dedi.
Gene bir süre sustular. Maslova şehlâ gözlerini Nehlüdof'-un yüzüne kaldırarak birden:
- Revir işine gelince, dedi, siz istiyorsanız giderim oraya; bir daha içki de içmeyeceğim...
Nehlüdof, bir şey söylemeden gözlerine baktı. Gözlerinin içi gülüyordu Maslova'nın.
— Çok güzel, diyebildi ancak Nehlüdof. Vedalaşıp çıktı.
Evet, evet, bambaşka bir insan bu, diye düşünüyordu Nehlüdof. Tüm kuşkuları yok olmuştu; o güne kadar
hiç tatmadığı yepyeni bir duygu doldurmuştu içini; aşkın büyüklüğüne, yenilmezliğine inanıyordu artık.
*
aa
Maslova bu görüşünden sonra pis kokan hücresine dönünce önlüğünü çıkarıp, ranzasına çöktü. Hücrede
üç kadın kalmış— 231 —
ti: Vladimir'li, küçük çocuğu olan veremli kadın, Menşova, bir de iki çocuklu demiryolu bekçisi kadın. Köy
papazının kızını hasta olduğu için revire yatırmışlardı dün. Öteki kadınlar çamaşırdaydılar. Yaşlı kadın
ranzasında yatmış uyuyordu; çocuklar koridorda oynuyorlardı. Vladimir'li kadın kucağında bebeğiyle,
demiryolu bekçisi de elinde işiyle —çabuk parmaklarıyla örmeye devam ederek— Maslova'nın yanına
geldiler. — Görüştünüz mü? diye sordular.
Maslova cevap vermiyor, yüksek ranzasında oturmuş, yere değmeyen ayaklarını sallıyordu.
. Demiryolu bekçisi kadın, parmaklarını çabuk çabuk oynatarak:
— Neye üzülüyorsun? dedi. Üzülme. Ah Katyuşa! Hadi! Maslova cevap vermiyordu. Vladimir'li
kadın:
- Bizimkiler çamaşır yıkamaya gittiler, dedi. Bugün çok bağış gelmiş, öyle diyorlar.
Demiryolu bekçisi, kapıya doğru seslendi: - Finaşka! Nereye gittin be yaramaz?
Bîr şişi çıkarıp elindeki yumakla ördüğü çoraba batırdı, koridora çıktı.
Tam bu anda koridorda ayak sesleri duyuldu, kadınlar yüksek sesle konuşuyorlardı. Biraz sonra hücre
sakinleri çıplak ayaklarına giydikleri takunyalarıyla girdiler içeri. Her birinin elinde bir ya da iki francala
vardı. Fedosya hemen Maslova'nın yanına geldi. Yüzü sevgi dolu, mavi gözleriyle bakarak:
— Ne oldu, kötü haber mi yoksa? dedi. Francalaları rafa koyarken:
— Çay içeriz bunlarla, diye ekledi. Korableva:
— Evlenmekten vaz mı geçti yoksa? dedi.
— Hayır, vazgeçmedi, ama ben istemiyorum. Ona da söyledim bunu.
Korableva kalın sesiyle:
— Aptala bak! dedi. Fedosya:
— Beraber yaşamayacak olduktan sonra ben de olsam istemem evlenmeyi.— 232 —
Demiryolu bekçisi kadın:
— Senin kocan geliyor ya seninle, dedi.
— Biz resmen evliyiz, diye cevap verdi Fedosya, Beraber yaşamayacaklarsa ne diye evlensinler yani?
— Ne diye evlensinlermiş? Amma da kafasızsın be! Evlenirlerse paraya, altına boğar onu.
Maslova:
— Nereye yollarsa yollasınlar, peşinden geleceğim, diyor, dedi. İster gelir, ister gelmez. Yalvaracak
değilim ya. Şimdi Petersburg'a gidiyor, affedilmem için uğraşacak. Bütün bakanlar akrabasıdır. Gene de
yalvarmam.
Korableva torbasını karıştırırken birden:
— Öyle ya! dedi. (O anda aklında başka bir şeyin olduğu belliydi.) İçki içecek miyiz?
— Siz için, dedi Maslova, ben içmeyeceğim.
İKİNCİ
BÖLÜM
i
Dâva dosyası iki hafta sonra incelenebilirdi yargıtayda; Nehlüdof da o sıralar Petersburg'da olmak
niyetindeydi. Yargıtay kararı bozmazsa, dilekçeyi yazan avukatın salık verdiği gibi, Çara başvuracaktı.
Yargıtayın kararı bozmaması halinde —ki avukata göre hazır olmak gerekirmiş buna; dilekçede gösterilen
sebepler pek zayıfmış çünkü— Maslova'nın da bulunduğu kürek cezalıları kafilesi haziranın ilk günlerinde
yola çıkabileceğinden, Maslova'nın peşinden Sibirya'ya gidebilmesi için, köylerini dolaşıp işlerini yoluna
koyması gerekiyordu.
Nehlüdof önce, ona en çok geliri sağlayan Kuzminsk'e gitti. Toprağı verimli, büyük bir köydü burası, en
yakın köyüydü hem. Çocukluğunda da, delikanlılık çağında da bulunmuştu bu köyde. Büyüdükten sonra iki
kere gitmişti oraya. Bir keresinde de annesinin isteği üzerine Alman yöneticiyi götürmüştü oraya, beraber
denetlemişlerdi köyü. Buradaki mülkün durumunu, köylülerin yönetime, yani mal sahibine karşı tutumunu
biliyordu aslında, annesini kırmamak için denetlemeye razı olmuştu. Köylülerin mal sahibine karşı tutumu
şöyleydi: Köylüler —kibar bir deyimle— tamamen bağlıydılar mal sahibine; —açık söylemek gerekirse—
kölesiydiler. Bin sekiz yüz altmış bir yılında kaldırılan gözle görülür bir kölelik, belirli kişilerin mal sahibine
köleliği değildi bu. Topraksız, ya da az topraklı köylülerin büyük toprak sahiplerine olan köleliğiydi.
Nehlüdof biliyordu bunu, bilmemesi imkânsızdı zaten; çünkü sözü geçen köleliğin üzerine kurulmuştu bu
mülk, bu kuruluşa o da yardım etmişti. Üstelik, bunun haksızlık, insan yaradılışına aykırı bir şey olduğunu
da biliyordu. Hem daha üniversitedeyken; Henry George'un öğre-— 234 —
tisini benimsediği, bu öğretiye bağlı olarak, babasının malını —günümüzde toprak sahibi olmanın, bundan
elli yıl önce toprağa bağlı köle sahibi olmakla aynı olduğu inancıyla— köylülere dağıttığı zamandan beri
biliyordu. Yılda yirmi bin ruble harcamaya alıştığı askerlikten sonraysa bu öğreti onun yaşaması için
gerekli bir kaynak olmaktan çıktığı gibi, unutuldu da; artık toprakla ilişkisi üzerine sorular sormuyordu kendi
kendine, annesinin ona verdiği paranın nereden geldiğini düşünmüyordu, unutmaya çalışıyordu bütün
bunları. Ama annesinin ölümü, miras, malı mülküyle, yani toprağıyla ilgilenmesinin gerekmesi gene
hatırlatmıştı ona toprakla olan ilişkisini. Bir ay öncesine kadar, kurulu düzeni değiştirecek gücünün
olmadığını, mülkü onun yönetmediğini söyleyebilirdi kendi kendine Nehlüdof; böylece, sahibi olduğu
topraktan uzakta, onun getirdiği geliri alıp yerken az ya da çok huzur içinde olabilirdi. Oysa şimdi,
Sibirya'ya gideceği, orada binbir güçlükle karşılaşacağı —bütün bunlar için para çok gerekliydi ona—
halde, eski düzeni sürdüremeyeceğini, kendi zararına birtakım değişiklikler yapmak zorunda olduğuna
karar vermişti. Toprağı kendi işlemeyecek, onu ucuz fiyatla köylülere satıp toprak sahibine köle olmaktan
kurtulma olanağını verecekti onlara. Nehlüdof, toprak sahiplerinin durumuyla, köle sahibi eski beylerin
durumunu karşılaştırırken, günümüzün toprak sahiplerinin, toprağı işlettirmektense onu köylülere
satmasının, köle sahiplerinin köylüleri, kölelikten vergi veren köylü durumuna geçirmeleriyle aynı olduğunu
düşünmüştü bir çok kereler. Sorunun çözümü demek değildi bu, ama çözüme doğru atılmış bir adımdı:
Kaba bir zorlama biçiminden, daha az kaba bir biçime geçişti. Böyle yapmaya karar vermişti.
Kuzminsk'e öğle üzeri geldi. Artık hiç bir şeye önem vermediği, sade bir yaşayışa yöneldiği için telgraf
falan çekmemiş, tren istasyonundan kiralık bir yaylıya binmişti. Arabacı cana yakın bir gençti. Kalın keten
bezinden pardösüsünün kuşağını pek aşağıdan bağlamıştı. Arabacı yerinde şöyle yan oturuyor, beyle
konuşuyordu. Onlar çene çalarlarken —biri beyaz, topal, öteki sıska, susuzluktan ağzı kurumuş— atlar da
aheste aheste yürüyorlardı.
Arabacı —müşterisinin köyün sahibi olduğundan habersiz—
— 235 —
Kuzminsk'in yöneticisinden söz ediyordu. Nehlüdof, mahsus kim olduğunu söylemeden dinliyordu onu.
— Anasının gözü bir Alman. Bir troykası var ki görmeye değer! Hanımını da yanına alıp öyle dolaşıyor.
Kışın konakta yılbaşı eğlencesi düzenledi... ben de adam taşıdım; elektrikle aydınlattı bütün konağı.
Kentlerde bile göremezsiniz böylesini! Su gibi para harcadı. Karışanı edeni yok ki adamın, istediğini
yapıyor. İyi de bir çiftlik almış sözde kendine, öyle diyorlar.
Kentte bulunmuş, romanlar okumuş bir gençti bu. Arabacı yerinde yan oturmuş, uzun kırbacını bir
ucundan, bir ortasından tutarak anlatıyordu. Bilgisini, görgüsünü göstermek istediği belliydi.
Nehlüdof, Alman'ın ne yaptığını, ne ettiğini hiç umursamadığını sanırdı. Ama arabacının anlattıkları
hoşuna gitmemişti.
Çok hoş bir gündü. Ara sıra güneşin önünü kapayan koyu bulutlara bakıyordu. Üstlerinde çayır kuşlarının
uçuştuğu yemyeşil tarlaları sürüyorlardı köylüler harıl harıl. Taptaze bir yeşilliğin örttüğü ormanlara; atların,
koyun sürülerinin kümelendiği çayırlara dalınca Nehlüdof'un içindeki kötü duygu silinivermişti; arabacının
Kuzminsk yöneticisi Alman üzerine bazı şeyler anlattığını hatırlıyordu hayal meyâl.
Kuzminsk'e gelip işlerle ilgilenmeye başlayınca unuttu her şeyi.
Defterleri inceledikten; köylülerin az toprak sahibi olmasının, bey toprağıyla çevrili bulunmalarının
yararlarını büyük bir açıkyüreklilikle anlatan kâhyayı dinledikten sonra Nehlüdof'un, toprağını köylülere
dağıtma niyeti daha da kuvvetlenmişti. Defterlerin incelenmesinden, kâhyayla konuşmalarından, ekilir
toprağın üçte ikisinin eskiden olduğu gibi şimdi de, en iyi araçlarla donatılmış kendi işçilerince işlendiğini,
geri kalan üçte biriyse, hektar başına beş rubleye kiralanmış köylülerin işlediğini öğrenmişti. Bu şu
demekti: Bir köylü beş ruble kazanabilmek için bir hektar yeri üç kere sürecekti, çalısını çırpısını, taşını
temizleyecekti, üç kere, ekecekti, sonra biçecek, demet yapıp ambara taşıyacaktı. Oysa serbest bir işçi en
azından on ruble alırdı bu emeğine karşılık. Köylüler bey, malından aldıkları her şeyi çalışarak
ödüyorlardı.ı Hem son derece pahalı hesap ediyorlardı
J236 —
237
bunlar. Otlaklar için, odun için, yaprak için çalışıyorlardı. Hepsi de borçluydu beye. Böylece, köylülere
kiralanan yerler, yüzde beşten verilse getirilebileceğinin iki katı gelir sağlıyordu.
Nehlüdof eskiden de biliyordu bunu, ama şimdi yeni farkına varıyordu sanki; onun da, onun durumunda
olanların da bu ilişkilerin bozukluğunu görememelerine şaşıyordu. Köylülere toprak kiralamakla ne denli
zarara uğradığını köylülerin toprağı yozlaştırdığını tanıtlamak için yöneticinin öne sürdüğü deliller
Nehlü-dof'un, büyük bir gelirden kendini yoksun bırakarak toprağını, köylülere dağıtmakla iyi ettiği inancını
pekiştirmişti yalnızca. Hemen, bir dahaki gelişine bırakmadan, sonuçlandıracaktı bu işi, kararını vermişti.
Ekini toplayıp satma, eşyalarla gereksiz yapıları elden çıkarma işini yöneticiye bırakacaktı, o gittikten
sonra yapacaktı bunları. Yöneticiye, devrisi gün Kuzminsk sınırları içindeki üç köyün köylülerini
toplamasını söyledi. Verdiği karan bildirecekti onlara, satacağı toprağın fiyatı üzerinde bir anlaşmaya
varacaktı.
Yöneticinin öne sürdüğü delillere karşı gösterdiği kararlılığın, köylüler için kendini feda etmeye hazır
olmanın verdiği hoş duyguyla, iç huzuruyla dışarı çıktı. Yöneticinin evinin karşısına o yıl yapılmış çiçekliği,
çevresine hindibalar ekili Lawn-tennis'i dolaşırken, yapacaklarını düşünüyordu. Eskiden sigarasını içmek
için gittiği; üç yıl önce, onlara konuk gelen güzel Kirimova'nın onunla oynaştığı, iki yanında ıhlamur
ağaçlan olan yola saptı. Yarın köylülere söyleyeceklerini ana çizgileriyle hazırladıktan sonra yöneticinin
yanma gitti; çay içerken, bütün bu işleri nasıl yapacaklarını bir kere de onunla konuştuktan sonra kalktı,
konakta ona hazırlanan konuk odasına gitti. Her şeyin nasıl yapılacağını kararlaştırdığı için rahattı artık.
Duvarlarında Venedik görünüm tabloları, iki penceresi arasında büyük bir ayna asılı bu küçük, tertemiz
odaya yaylı, temiz karyola hazırlanmış; küçük bir masaya bir sürahi su, kibrit, kandili söndürmek için kepçe
konmuştu. Pencerenin önündeki büyük masanın üzerinde kapağı açık valizi duruyordu. Tuvalet çantasıyla,
yanma aldığı kitaplar gözüküyordu içinde. Kişiyi suç işlemeye iten nedenleri inceleyen biri Rusça, biri
Almanca, biri İngilizce üç kitaptı bunlar. Köyleri dolaşırken boş zamanlarında
okumak niyetindeydi onları. Ama zamanı yoktu şimdi. Yarın erken kalkıp, köylülerle yapacağı görüşmeye
hazırlanmak için erken yatması gerekiyordu.
Odanın bir köşesinde oymalı, çok eski, maun bir koltuk vardı. Annesinin odasından hatırladığı bu koltuğun
görünümü Neh-lüdof'un içini hiç beklenmedik bir duyguyla doldurdu ansızın. Dağılacak bu eve, bomboş
kalacak bahçeye, köylülerin baltayla girişecekleri koruluklara acımıştı birden. Onca emekle bu duruma
getirilen —başkalarının da olsa, çok emek verildiğini biliyordu Nehlüdof bütün bunlara— ahırlar, tavlalar,
ambarlar, makineler, atlar, sığırlar için üzülmeye başlamıştı birdenbire. Bütün bunlardan kolayca
vazgeçebileceğini sanıyordu o ana kadar, oysa şimdi, yalnızca bunlara değil, toprağa da, gelecekte ona
öylesine gerekli olabilecek gelirinin yansına da acıyordu. Bir düşünce hemen koştu yardımına; bu
yaptığının akılsızlık olduğu, toprağını köylülere dağıtmaması gerektiği düşüncesiydi bu.
Toprağın olmamalı, diyordu bir ses. Toprağın olmayınca da bu eve, bunca hayvana nasıl bakarsın. Hem
yakında, Sibirya'ya gideceksin evinde başka şeylerin ne gereği var sana. Başka bir ses de şöyle diyordu:
Öyle olmasına öyle ama, ömrünün sonuna kadar. Sibirya'da kalacak değilsin ya. Evlensen çocukların
olabilir. Bu malı aldığın gibi çocuklarına bırakmalısın. Toprağa karşı bir görevin vardır. Satmak,
darmadağın etmek çok kolay, ilerletmekse çok güçtür. Önce' külahı önüne koyup düşünmek, ne
yapacağına karar vermek zorundasın. Bu vereceğin karar uyarınca ne yapacaksan yaparsın sonra malını.
Verdiğini sandığın karar sağlam mıdır acaba? Sonra, içten misin, yoksa gösteriş olsun diye, insanlara
karşı öğünmek için mi yapıyorsun bunu? Nehlüdof kendi kendine bu soruyu soruyor, bu kararı
vermesinde, herkesin ondan söz edeceği düşüncesinin de etkisi olduğunu elinde olmadan itiraf ediyordu
kendi kendine. Düşündükçe daha çok soru çıkıyordu karşısına, sorular daha bir çetinleşiyor. Bu
düşüncelerden kurtulmak için yatağa girdi. Şimdi aklını karıştıran bu sorulan yarın salim kafayla
düşünebilmek için uyumak istiyordu. Ama uzun süre uyuyamadı. Açık pencereden temiz havayla, ay
ışığıyla birlikte kurbağa bağırtıları, uzakta, parkta öten bülbül sesleri —bir tanesi de pencerenin dibindeki,
çi-— 238 —
çek açmış leylâkta oturuyordu— doluyordu odaya. Kurbağaları, bülbülleri dinlerken ceza evi müdürünün
kızının müziğini hatırladı Nehlüdof; müdürü hatırlayınca Maslova'yı, Bırakın bu işi derken dudaklarının
nasıl titrediğini hatırladı. Sonra Alman yönetici karıştı kurbağa seslerine. Tutmak gerekiyordu onu, ama o
giderek daha bir kaybolmakla kalmadı, Maslova oldu sonunda, Nehlüdof'a sitem etmeye başladı: Ben
kürek mahkumuyum, sizse bir prens. Nehlüdof ayılıp, Hayır, dayanacağım, diye geçirdi içinden. Bu
yaptığım iyi midir acaba, kötü mü? Bilmiyorum. Vız gelir zaten. Boş ver. Uyumak en iyisi şimdi. Yönetici
Al-man'la Maslova'nın gittikleri yere o da daldı, her şey bitti orada.
II
Devrisi sabah saat dokuzda uyandı Nehlüdof. Beye hizmetle görevlendirilmiş genç uşak onun
kıpırdandığını duyunca potin-leriyle —hiç bir zaman böylesine parlamamıştı bu potinler— buz gibi,
tertemiz kaynak suyu getirdi ona; köylülerin yavaş yavaş toplandığını söyledi. Nehlüdof durumu
kavramaya çalışarak indi karyoladan. Toprağını köylülere vererek, malını mülkünü darmadağın edecek
diye dün duyduğu acıma içinde en küçük bir iz bırakmadan kaybolmuştu. Şimdi kendi kendine şaşıyordu
bunu düşünürken. Yapmak niyetinde olduğu şey sevinç veriyordu ona şimdi, göğsünü gururla
kabartıyordu. Odasının penceresinden hindibalarla çevrili !awn - tennis alanı görünüyordu; yöneticinin
buyruğuyla köylüler orada toplanıyorlardı. Kurbağalar boşuna bağırmışlardı bütün gece. Hava pusluydu.
Sabahtan beri ince bir yağmur çiseliyordu; yapraklar, dallar, otlar ıslak ıslaktı. Açık pencereden odaya
yeşillik kokusundan başka, ıslak toprak kokusu da doluyordu şimdi. Nehlüdof, giyinirken birkaç kere
pencereden uzanıp, aşağıdaki küçük alana toplanmakta olan köylülere bakmıştı. Birbiri ardından geliyor,
şapkalarını, kasketlerini çıkararak selâmlaşıyor, gruba katılıp bastonlarına dayanıyorlardı. Sağlam yapılı,
güçlü kuvvetli bir genç olan yönetici, Nehlü-dof'un odasına geldi. Yeşil yakası kalkık, kısa ceketinin
düğmeleri kocaman kocamandı. Nehlüdof'a, köylülerin toplandıklarını,
— 239 —
ama bekleyebileceklerini; önce çayını ya da kahvesini içmesini her ikisinin de hazır olduğunu söyledi.
— İstemez, dedi Nehlüdof, gidelim daha iyi.
Köylülerle konuşacağı için korkuyor, utanıyordu şimdi. Oysa böyle olacağını hiç mî hiç düşünmemişti.
Köylülerin, gerçekleşebileceğini hayal bile edemedikleri bir isteklerini yerine getirmeye, onlara az bir para
karşılığında toprak kiralamaya gidiyordu. Yani iyilik yapacaktı onlara, ama nedense utanıyordu gene de.
Şapkalarını çıkararak onu selâmlayan köylülerin yanına gelince —kimi koyu kahverengi, kimi kıvırcık saçlı,
kimi saçsız kimi ak saçlı başlar çıkmıştı ortaya— Nehlüdof öylesine şaşkın bir durumdaydı ki, uzun süre
hiç bir şey söyleyemedi. Yağmur çiselemeye devam ediyordu. Saçlarda, sakallarda, köylülerin paltolarının
tüyleri üzerinde küçük damlacıklar birikiyordu. Köylüler beyin yüzüne bakıyor, onlara ne söyleyeceğini
bekliyorlardı. Ama Nehlüdof öylesine şaşkın, öylesine heyecanlıydı ki, konuşamıyordu. Bu sıkıntılı
sessizliği, Rus köylüsünü iyi tanıdığını sanan, Rusçayı da çok iyi, düzgün konuşan Alman yönetici,
kendine güven dolu, sakin bir sesle bozdu. Neh-lüdof'unki gibi bu, sağlıklı, gürbüz adamın dış görünüşü
de sıska, yüzleri buruş buruş, paltolarının altından sivri kürek kemikleri belli olan köylülerin dış
görünüşüyle taban tabana zıttı. Yönetici:
— Prens iyilik etmek, toprak vermek istiyor size, diye başladı, ama değmezsiniz buna.
Koyu kahverengi saçlı, konuşkan bir köylü:
— Nasıl değmeyiz Vasili Karlıç, dedi, ne kadar çalıştık sana, biliyorsun... Rahmetli hanımımızı çok
severdik, Tanrı toprağını bol etsin. Genç Prense de, bizleri unutmadığı, düşündüğü için minnettarız.
Nehlüdof:
- Sizleri buraya .isterseniz, bütün arazimi size vermek niyetinde olduğum için çağırdım, diye mırıldandı.
Köylüler, kulaklarına inanamıyormuş ya da söyleneni anla-yarmyormuş gibi susuyorlardı.
Pardüsülü, orta yaşlı bir köylü:
— Nasıl vereceksiniz yani? dedi.— Az bir para karşılığında, kirayla.
— Güzel bir şey, dedi bir ihtiyar. Bir başkası:
— Yeter ki ödeyebileceğimiz bir para olsun, diye ekledi.
— Toprak bu, niçin istemeyelim!
— Bizim işimiz bu zaten, ekmeğimizi topraktan çıkarıyoruz! Sağdan soldan sesler yükseldi:
— Sizin için böylesi daha iyi zaten, paramızı almasını bilirsiniz yalnız, gerisine karışmazsınız. Sıkıntıdan
da kurtulmuş olursunuz!
Alman:
— Sıkıntı sizin yüzünüzden oluyor, dedi, doğru dürüst çalışsanız, aksilik yapmasanız...
Sivri burunlu bir ihtiyar atıldı:
— Olmaz Vasili Karlıç, olmaz. Atını ekine niye saldın, diyorsun; salan kim?.. Sabahtan aksama kadar
orak sallıyorum, evde uyuduğun geceler parmakla sayılacak kadar azdır, atı gördüğüm mü var ki, başımın
etini yersin?
— Bir yolunu bulsaydınız.
Saçı sakalına karışmış, uzun boylu, gençten bir köylü jtiraz etti:
— Bir yolunu bulsaydınız demek kolay, nasıl bulacaktık yolunu?
— Kaç kere söyledim çit çevirin diye. Ufak tefek bir köylü çıktı öne:
— Odun ver de çevirelim. Geçen yaz çevirmek istedim de üç ay hapsettin beni, bitlere yedirdin.
Çevirmeye kalkışınca da böyle oluyor işte.
— Nehlüdof yöneticiye döndü:
— Ne diyor bu adam? Yönetici Almanca:
— Der erst Dleb îm Dorfe, V) dedi. Koruluğa dadanmıştır, her yıl ağaç keser. Başkasının malına saygı
göstermesini öğren.
İhtiyar:
— Saygı göstermiyor muyuz Vasili Karlıç? dedi. Sana say— 241 —
jı göstermeden edemeyiz zaten, elindeyiz çünkü, pestilimizi çı-arırsm sonra.
— Rahat durursanız hiç kimse dokunmaz size.
— Sen dokunuyorsun! Geçen yaz suratımı çarşamba pazarına çevirdin, izi hâlâ gitmedi. Zenginsin,
seninle âşık atamayız biz.
— Yasaların gösterdiği yoldan akmazsanız bir şey olmaz.
Yarışmacıların niçin konuştuklarını, ne dediklerini bilmedikleri bir söz yarışmasıydı bu. Bir yanın, korkudan
öfkesini açığa vuramadığı, öteki yanınsa güçlü olduğunu bildiği, belliydi; Neh-lüdof'un canını sıkıyordu
bütün bunları dinlemek; asıl konuya gelmek, fiyatı, paranın nasıl ödeneceğini bir karara bağlamak
istiyordu.
— Ne diyorsunuz? Kabul mü? Arazinin bütününe ne veriyorsunuz?
— Ma! sizin, siz ne istiyorsunuz, onu söyleyin.
Nehlüdof bir fiyat söyledi. Söylediği fiyat onların beklediğinden çok aşağı olduğu halde; köylüler fiyatın
yüksek olduğunu söylediler, pazarlığa başladılar. Nehlüdof verdiği fiyatın sevinçle karşılanacağını
umuyordu, oysa köylülerin sevindiklerini gösteren hiç bir belirti yoktu. Fiyatı beğendiklerini de bundan
anlamıştı zaten. Malı kimin, köylülerin hep birlikte mi, yoksa içlerinden bazılarının mı olacağı sorununa
gelince sıkı tartışmalar başladı köylüler arasında. Bir bölümü, ödeme gücü zayıf olanları bu işe katmak
istemiyor, ötekiler diretiyordu. Yöneticinin yardımıyla en sonunda bir fiyat üzerinde anlaşmaya varıldı,
ödeme zamanları kararlaştırıldı. Köylüler, aralarında yüksek sesle konuşa konuşa, dağ dibindeki köylerine
doğru uzaklaştılar. Nehlüdof da, yöneticiyle birlikte anlaşmanın taslağını hazırlamak için çalışma odasına
gitti.
Her şey Nehlüdof'un istediği, beklediği gibi olmuştu: Köylüler, çevrede kiraya verildiğinden yüzde otuz
ucuzuna toprağa kavuşmuşlardı. Gerçi topraktan elde ettiği gelir yarı yarıya düşüyordu, ama kıtkanaat de
olsa yeterdi Nehlüdof'a. Hele koruluğun satışından eline geçen parayla, araç gereçler, hayvanlar
Diriliş — F: 16
O
Köyün bir numaralı hırsızıdır bu, (Almanca)242
satılınca alacağı para da buna eklenince hiç de kötü olmayacaktı durumu. Her şey iyiydi görünüşte, ama
nedense bir huzursuzluk vardı Nehlüdof'un içinde. Ona minnettarlıklarını bildiren birkaçının dışında,
köylülerin bu işe sevinmediklerini, daha büyük bir şey beklediklerini farketmişti. Kendini çok şeyden
yoksun ettiği halde, köylülerin beklediklerini verememişti onlara.
Anlaşma imzalanmıştı devrisi gün. Nehlüdof, —onu istasyondan köye getiren arabacının deyimiyle—
görmeye değer, üç at koşulu kupa arabasına bindi yöneticinin, içinde hiç de hoş olmayan bir eksiklik
duygusuyla; köylülerin, aralarından seçtikleri, başlarını isteksiz isteksiz sallayan ihtiyarlarla vedalaşıp
istasyona gitti. Keyifsizdi Nehlüdof. Bu keyifsizliğinin nereden geldiğini bilmiyordu, ama bir şeye sıkılıyordu
canı, bir şeyden utanıyordu.
III
Nehlüdof, Kuzminsk'ten, halalarından ona kalan —Katyu-şa'yı tanıdığı— köye geçti. Kuzminsk'de
yaptığını burada da yapmak istiyordu. Ayrıca Katyuşa'yla, çocuğuyla ilgili bilgi toplamaya çalışacaktı.
Çocuğun öldüğünün doğru olup olmadığını, nasıl öldüğünü araştıracaktı. Panovo'ya sabah erken geldi.
Araba avluya girdiğinde onu ilk şaşırtan, bütün yapıların, özellikle evin köhne, boş görünüşü oldu. Bir
zamanlar yeşil olan saç dam, uzun zamandan beri boyanmadığı için pastan kırmızıya dönmüş, —fırtınada
olsa gerek— birkaç tabakası kalkmıştı. Evin duvarlarına kaplanmış tahtaları köylüler, paslı çivileri
çıkararak yer yer sök-müşlerdi. Ön taşlığa da arka taşlığa da çıkan merdivenler —arka taşlığı çok iyi
hatırlıyordu— çürümüş, parçalanmış, yalnız kalasları kalmıştı. Cam yerine tahta çakılı pencerelerde de,
kâhyanın oturduğu bölümde de, mutfakta da, ahırda da derin bir sessizlik vardı. Bahçede alabildiğine dal
budak salmış ağaçlar çiçeklerle donanmıştı. Çitin ötesinde çiçek açmış vişne, elma, erik ağaçları beyaz
bulutları andırıyorlardı uzaktan. Leylâk tıpkı on dört yıl önce Nehlüdof, ebecilik oynarken on sekiz
yaşındaki Katyuşa'yla çalılığın arkasına koştuğu, orada düşüp ısırgan otu kollarını yaktığı zamanki gibi
açm.ıştı gene. Sofiya İvanovna'nın
— 243 —
evin yanına diktiği, o zamanlar küçücük bir fidan olan karaçam kocaman bir ağaç olmuştu şimdi. Sarı-yeşil
ince yapraklara bürünmüştü. Değirmene oluktan hızla inen derenin sesi geliyordu uzaktan. Derenin
ötesindeki çayırla köylülerin karışık sürüleri otluyordu. Din okulunu yarıda bırakmış kâhya gülümseyerek
karşıladı Nehlüdof'u avluda, gülümsemeye devam ederek çalışma odasına buyur etti onu, gene
gülümseyerek —çok değişik bir şey vaat ediyordu sanki gülümsemesi— bölmenin arkasına geçti.
Bölmenin arkasında fis-kos konuşmalar oldu bir süre, sonra ses kesildi. Bahşişini alan arabacı dönüp çıktı
avludan; çıngırakların sesi giderek uzaklaştı, kayboldu sonunda, derin bir sessizlik kapladı gene her yanı.
Yalınayak, işlemeli gömlek giyinen kulaklarında küpe yerine iplik olan bir kız koşarak geçti pencerenin
önünden; arkasından, kalın çizmelerinin altındaki kabaralar toprağa vurdukça ses çıkaran bir köylü geçti.
Nehlüdof pencerenin yanında oturmuş bahçeye bakıyor, her sese kulak kabartıyordu. İki kanatlı
pencereden giren taptaze ilkbahar yeli, sürülmüş toprak kokusu dolduruyordu odaya; Nehlüdof'un terli
alnında saçlarıyla oynuyor, pencerenin bıçakla yer yer oyulmuş altlığındaki kâğıtları hışırdatıyordu.
Dereden doğru, çamaşır yıkayan köylü kadınların ıslak çamaşırlara peşpeşe indirdikleri kalın sopaların
şap, şap, şap sesleri geliyor; bu sesler, güneşin altında pırıl pırıl parlayan çayırlara doğru uzanıyor, suyun
değirmen çarkında çıkardığı tekdüze gürültüye karışıyor; Nehlüdof'un kulağının dibinde bir sinek ürkek
ürkek vızıldayıp duruyordu.
Nehlüdof, burada bîr zamanlar gene aynı sesleri duyduğunu hatırladı birden: Tertemiz bir gençti;
kadınların ıslak çamaşırlara vurdukları kalın sopaların şap, şap sesleri değirmenin tekdüze gürültüsü
karışıyordu gene. Ilık ilkbahar yeli ıslak alnında saçlarıyla oynuyordu, bıçakla oyulmuş pencere altlığındaki
kâğıtları hışırdatıyordu, bir sinek ürkek ürkek vızıldıyordu kulağının dibinde. Nehlüdof, o zamanki gibi on
sekiz yaşında hissetmişti kendisini şimdi; ama öyle dinç, temiz, gelecekten çok şey bekleyen bir genç
olduğu duygusuna kapılmıştı bir an. Öte yandan, —düşte olduğu gibi— böyle bir şeyin artık olamayacağını
da biliyordu. Derin bir hüzün kapladı içini.
— 244 —
— 245 —
Kâhya gülümseyerek:
— Yemeği ne zaman istiyorsunuz? diye sordu.
— Ne zaman isterseniz o zaman verin, aç değilim. Çıkıp biraz dolaşacağım.
— Önce evi görseniz nasıl olurdu, her şey yerli yerindedir. Görünüz bir, gerçi dıştan...
— İstemez, sonra görürüm. Söyler misiniz, Matryona Ha-rina adında bir kadın var mı burada?
Katyuşa'nın teyzesiydi bu.
—• Var efendim, ama yola getiremiyorum onu bir îürlü. Kaçak içki satıyor. Kaçmıyor gözümden,
yakalıyorum onu, ağzıma geleni söylüyorum, bana mısın demiyor. Tutanak hazırlayacağım, acıyorum;
yaşlı kadın, torunları var.
Hep aynı gülümseme vardı kâhyanın dudaklarında. Nehiü-dof'un hoşuna gitmek, her şeyi onun da bildiğini
anlatmak istiyordu sanki bu gülümsemesiyle.
- Nerede oturuyor? Onu görmek istiyorum.
— Köyün öte ucunda, sondan üçüncü ev. Sol kolda kerpiç bir ev vardır, ondan sonraki kulübe onundur.
(Sevinçle gülümsedi kâhya.) Ben götürürsem sîzi daha iyi olur.
- Hayır, teşekkür ederim, ben bulurum, siz köylülere haber yollayın lütfen, toplansınlar, toprak konusunda
görüşeceğim onlarla.
Nehlüdof, burada da Kuzminsk'de yaptığını yapmak niyetindeydi. Yetiştirebilirse akşama kadar bitirecekti
işleri.
IV
Nehlüdof avludan çıkınca, çiçeklerin açtığı, otların diz boyu olduğu çayırın ortasından geçen, çok
çiğnenmiş patikada çıplak, tombul bacaklarıyla çabuk çabuk yürüyen, atkılı —alacalı bula-calıydı atkısı,—
kulaklarında küpe yerine iplik olan bir köylü kızı gördü. Sol kolunu önünde sallıyordu. Sağ koltuğunun
altında kırmızı bir horoz vardı, sıkı sıkı tutuyordu onu. Horoz, sallanan kırmızı ibiğiyie son derece
soğukkanlı görünüyordu. Yalnız arada bir gözlerini kaydırıyor, siyah bacaklarından birini kâh kaldırıyor,
kâh tırnağını kızın atkısına takarak geriyordu. Kız, Neh-lüdof'a yaklaşınca önce adımlarını yavaşlattı,
sonra tam yanından geçerken durdu, başını geri atıp öne eğilerek selâm verdi ona; ancak Nehlüdof geçince, koltuğunun
altında horozla, yoluna devam etti. Nehlüdof kuyuya doğru inerken, kaba bezden entarisi pislik içinde, dolu
iki kova taşıyan, iki büklüm yaşlı bir kadınla karşılaştı. Yaşlı kadın kovaları yavaşça yere bıraktı, o da
başını geri atıp öne eğilerek selâm verdi Nehlüdof'a,
Kuyudan sonra köy başlıyordu. Güneşli, pırıl pırıl bir gündü; saat on olmuştu, öğle sıcağı bastırmıştı.
Gökyüzünde toplanan bulutlar güneşin önünü kapıyordu arada bir. Acı, keskin bir hayvan gübresi kokusu
—ama hiç de kötü bir koku değildi bu— doldurmuştu her yanı. Yeşillikler arasında kıvrıla kıvnla dağa çıkan
yoldaki yük arabalarından; daha çok da, Nehlüdof'un açık kapılarının önünden geçtiği avlulardaki
karıştırılmış hayvan gübresi yığınlarından geliyordu bu koku. Arabaların arkası sıra yürüyen, pantolonları,
gömlekleri gübreden ıslak ıslak, yalınayak köylüler, gri şapkasının ipek kordelâsı güneşte parlayan, her
adım atışta sapı pırıl pırıl, güzelim bastonunu yere dokundurarak köyün içinde yürüyen bu gürbüz, uzun
boylu beyi tepeden tırnağa süzüyorlardı. Tarladan dönen köylüler, boş arabalarının sürücü yerinde
—tırısla gittikleri için sarsıla sarsıla— şapkalarını çıkarıp, köylerine gelen bu tuhaf adamı şaşkın bakışlarla
izliyorlardı. Kadınlar avlu kapısına ya da taşlığa çıkıyor, birbirlerine gösteriyorlardı onu.
Önünden geçtiği dördüncü avlunun kapısında, tekerlekleri gıcırdayarak dışarı çıkan bir araba durdurdu
Nehlüdof'u. Tıka-ba-sa gübre doluydu araba, gübrenin üzerine de oturmak için bir post seriliydi. Arabaya
bineceği için heyecanlı, altı yaşında bir çocuk, arabanın arkasından yürüyordu. Ayaklarında sandallar,
genç bir köylü geniş adımlarla yürüyerek atı dışarı çıkarıyordu. Uzun bacaklı tay, kapıdan birden çıkmış,
ama Nehlüdof'tan ürkerek arabaya sokulmamış, ayaklarını tekerleklere çarpa çarpa, huzursuzlanan,
hafiften kişneyen annesinin kapıdan çıkarmaya çalıştığı ağır arabanın önünden dışarı fırlamıştı. Arkadaki
atı yalınayak, çizgili pantolonlu, uzun gömleği pis, ince kürek kemikleri çıkık, zayıf, dinç bir ihtiyar
sürüyordu.
Atlar, kurumuş hayvan pisliği dolu, tekerlek izlerinin oyuk— 246 —
oyuk yaptığı yola çıkınca yaşlı adam dönüp Nehlüdof'a selâm verdi.
— Bizim hanımların yeğeni oluyorsun galiba?
— Evet,
Yaşlı adam konuşkan bir insana benziyordu.
— Hoş geldin, dedi. Ne yapıyoruz, ne ediyoruz onu görmeye mi geldin yoksa?
Nehlüdof ne söyleyeceğini bilemeden:
— Evet, evet, diye karşılık verdi. Nasılsınız bakalım? Konuşkan ihtiyar, kendisine sorulan bu soruya
sevinmiş gibi, çabuk çabuk konuşarak:
— Kötü! dedi. Çok kötü.
Nehlüdof sundurmanın altına girerken:
— Niçin kötü? diye sordu.
İhtiyar, Nehlüdof'un arkasından girdi sundurmanın altına. Temizlenmiş yere doğru yürüdü.
— Yaşayışımız kötü, dedi. Çok kötü hem.
Nehlüdof da arkasından gitti. Yaşlı adam, gübre yığının üstünde, ellerinde tırmıklar, baldırlarına kadar
vıcık vıcık gübrenin içine batmış, başörtüleri yana kaymış, terden sırılsıklam iki kadını göstererek devam
ediyordu:
- On iki can var evde. Ayda yüz okka buğday ister, nereden bulacaksın?
— Kendi ektiğin yetmiyor mu sana? İhtiyar manalı manalı gülümsedi.
— Kendi ektiğim mi?! Üç canı besleyebilir ancak benim yerim; geçen yıl topu topu sekiz yığın ekin
kaldırdık, yıl başına kadar yetmedi bize.
— Ne yapıyorsunuz öyleyse?
— Hiç ne yapacağız... bir oğlumu işçi yaptım, sayenizde birkaç köpek kazanıyor. Büyük orucun son
gününe kadar bulduğumuzu biriktirdik, vergiyi bile ödeyemedik hâlâ.
— Ne kadar vergi veriyorsunuz?
— Üçte bir üzerinden on yedi ruble. Çok zor,
inanın
ki efendim, çok zor; bunca yükün
altından nasıl kalktığımızı biz de anlayamıyoruz!
Nehlüdof:
— Evinize girebilir miyim? dedi.
Henüz temizlenmemiş, tırmıkla karıştırıldığı için kokan hayvan gübreleri arasından eve doğru yürüdü.
İhtiyar, çaplak ayaklarıyla vıcık vıcık gübrelere bata çıka, Nehlüdof'a yetişti, kapıyı açarken:
— Buyur, dedi.
Kadınlar başörtülerini düzeltip, evlerine giren bu temiz giyimli, altın kol düğmeli beye ürkek bir merakla
bakmaya başladılar.
Evden gömlekli iki kız çocuğu çıktı koşarak. Nehlüdof şapkasını çıkardı, eğlenerek geçti kapıdan; ekşimiş
yemek kokan, pis, dapdaracık eve girdi. İki dokuma tezgâhı vardı içerde. Sobanın yanında zayıf, damarlı,
yanmış kollarını sıvamış yaşlı bir kadın ayakta duruyordu.
Yaşlı adam:
— Bak, bey konuk geldi bize, dedi. Yaşlı kadın entarisinin kollarını indirirken:
— Buyurunuz efendim, diye mırıldandı. Nehlüdof:
— Nasıl yaşadığınızı şöyle bir görmek istedim de, dedi.
— Nasıl yaşayacağız, gördüğün gibi işte. Dam ha yıkıldı ha yıkılacak. Altında kimse kalmasa bari.
Bizimki, iyidir diyor hâlâ. Bey gibi yaşayıp gidiyoruz anlayacağın. Öğle yemeği hazırlıyordum. Sabah beri
çalışıyorlar, acıkmışlardır.
Yaşlı kadın çabuk çabuk, başını sallayarak konuşuyordu. Nehlüdof:
— Ne yemeğiniz var? diye sordu.
— Ne yemeğimiz mi? İyidir yemeğimiz. Önce ekmekle kvas, ('] peşinden kvasla ekmek.
Yaşlı kadın küçücük kalmış dişlerini göstererek gülümsedi.
— Şaka bir yana, bugün öğle yemeğinde yiyeceklerinizi gösterin bana.
Yaşlı adam gülümsedi.
— Yiyeceklerimizi mi? Öyle çok şeyler yemeyiz biz. Göster ona, hanım.
(') Çavdardan yapılan boza kıvamında koyu bir içkiye verilen ad.— 248 —
— Bizim köy yemeklerini mi görmek istedi canın? Bakıyorum da çok meraklısın bey. Her şeyi
öğrenmek, bilmek istiyorsun. Söyledim ya ekmekle kvas diye. Sonra pancar çorbası yeriz. Dün bezelye
getirdilerdi... Sonra patates...
Nehlüdof:
— Başka bîr şey yemez misiniz? Yaşlı kadın gülümseyerek kapıya baktı.
— Bir de süt içeriz işte.
Kapı açıktı. Çocuklar, kucaklarında bebekleriyle köylü kadınlar doldurmuştu holü; kapının önüne yığılmış,
köylü yemeğini inceleyen tuhaf beye bakıyorlardı. Yaşlı kadın —besbelli— bir beyle serbestçe
konuşabildiğini göstermek istiyordu onlara, bununla öğünüyordu.
Yaşlı adam:
— Ah bey, ah, dedi, hiç iyi değildir bizim yaşayışımız; daha ne diyeyim sana?
Dönüp, kapıda toplananlara bağırdı:
— Ne oluyorsunuz be? Nereye?
Nehlüdof, sebebini bilmediği bir sıkılganlık, utanç duyarak:
— Neyse, dedi, hadi hoşça kalın. Yaşlı adam:
.
— Gelip durumumuzla ilgilendiğin için çok çok teşekkür ederiz sana, dedi.
Nehlüdof, holde birbirini sıkıştırarak yana çekilen köylülerin arasından geçip dışarı çıktı. Arkasından
yalınayak iki çocuk fırladı avluya; biraz daha büyük olanının üstünde pis —bir zamanlar beyaz— bir
gömlek vardı; ötekinin gömleğiyse soluk pembeydi. Nehlüdof baktı onlara. Beyaz gömlekli çocuk:
— Şimdi nereye gidiyorsun? dedi.
— Matryona Harına'nın evine. Tanıyor musunuz onu? Pembe gömlekli çocuk nedense güldü, öteki
ağırbaşlı bir
tavırla:
— Hangi Matryona? diye sordu. Yaşlı olanı mı?
— Evet.
— O-o, diye uzattı çocuk, Semyon'un ninesini arıyorsun. Götürelim seni. Hadi Fedya, götürelim onu.
— Ya atlar?
— 249 —
— Boş ver!
Fedka boş verdi atlara, üçü beraber yürüdüler.
Nehlüdof çocukların yanında daha bir rahat hissetti kendini. Yolda konuşmaya daldı onlarla. Pembe
gömlekli olan küçüğü gülmeyi bırakmış, o da büyüğü gibi ağırbaşlı, akıllıca konuşmaya başlamıştı.
Nehlüdof:
— Sizin köyde en yoksul kimdir? diye sordu.
—• Kim mi? Mihayla yoksuldur, semyon Makarof, sonra Marfa. En yoksul Marfa'dır. Küçük
Fedka:
— Ya Anisya, dedi, o daha yoksuldur. Bir ineği bile yoktur, dileniyorlar.
Beyaz gömlekli büyüğü itiraz etti:
— İneği yok ama üç candırlar evde, Marfa beş candır. Küçüğü Anisya'yı savunuyordu:
— Üstelik kocası yok zavallının, öldü.
— Anisya'nın yok da Marfa'nın var mı sanki, o da dul sayılır, yok ki kocası.
Nehlüdof:
— Nerede? diye sordu.
Büyük çocuk, köylülerin hep kullandıkları deyimi kullanarak cevap verdi:
— İçerde bitleri besliyor. Pembeli küçük çocuk atıldı:
— Geçen yaz bey koruluğundan iki kayın ağacı kesti diye içeri attılar onu. Altı aydır yatıyor; kadıncağız
üç çocuğuyla yaşlı anasına bakabilmek için dileniyor.
Büyük adam gibi konuşuyordu.
— Evi nerede? diye sordu Nehlüdof.
Çocuk, hemen yandaki evi gösterdi. Evin önünde, tam yolun kenarında beyaz başlı, dışa doğru kıvrık
bacaklarının üzerinde güçlükle ayakta duran, sallanan, küçücük bir bebek vardı.
Evden koşarak çıkan kir pas içinde bir kadın —kül dökül-250 —
251 —
muştu sanki başından aşağı— Nehlüdof'un önünden korkuyla atlayıp, —yabancının, çocuğuna bir kötülük
yapacağından kor-kuyormuş gibi— kaptı çocuğu.
— Nereye gidiyordun be yavrum, Vaska'çığım... A!ıp içeri götürdü bebeği.
Kocası, Nehlüdof'un koruluğundan kayın ağacı kesti diye ceza evinde yatan kadındı bu.
Matryona'nın evine yaklaştıklarında Nehlüdof:
— Matryona da yoksul mu? diye sordu.
— Ne yoksulu, dedi, içki satıyor.
Matryona'nın evine gelince çocukları geri yolladı Nehlüdof, içeri girdi. Yaşlı kadının kulübesi pek küçüktü.
Sobanın arkasındaki karyola irice bir adamın ayaklarını uzatıp yatamayacağı kadar kısaydı. Katyuşa bu
karyolada doğurdu, hasta yattı diye düşündü Nehlüdof. Evin içini büyükçe bir dokuma tezgâhı kaplamıştı;
Nehlüdof başını alçak kapıya çarparak içeri girdiğinde yaşlı kadın en büyük kız torunuyla tezgâhı
hazırlıyordu. Nehiüdof'un arkasından koşarak iki torun daha geldi, kapıda durdular.
Tezgâhı bir türlü kuramadığı için canı sıkılan yaşlı kadın öfkeli:
— Kimi arıyorsunuz? dedi.
Ayrıca, yasak içki sattığı için tanımadığı her çeşit konuktan kuşku ederdi.
— Köyün sahibiyim, sizinle konuşmak istiyordum biraz. Yaşlı kadın bir an susup, Nehlüdof'un yüzüne
dikkatli dikkatli baktı, sonra birden değişti yüzü. Yapmacık bir sevgiyle:
— Ah aslanım benim, diye başladı, ne aptalım ben de, tanıyamadım seni, köyden geçen bir yabancı
sandım. Ah yiğidim benim...
Nehlüdof kapıya bakıp; çocukları, çocukların arkasındaki, kucağında eski püsküler içinde, soluk yüzlü,
ama gülümseyen bir bebek tutan sıska kadını göstererek:
— Yalnız konuşamaz mıyız? dedi. . Yaşlı kadın, kapıda duranlara bağırdı:
— Ne o, hiç adam görmediniz mi? Şimdi gösteririm size ben, bastonum nerede? Kapayın şu kapıyı!
Çocuklar gittiler, çocuklu kadın kapıyı kapadı. Yaşlı kadın:
— Kimdir bu gelen acaba diye düşünüyordum ben de, diyordu. Meğer kim gelmiş! Benim biricik
aslanım, güzelimmiş gelen! İğrenmedin de evime girdin demek. Ah ne pırlanta bir kalbin vardır senin!
Şuraya otur anam babam, şu iskemleye otur. —İskemleyi
başörtüsüyle
silerek uzattı ona.—
Hangi Allanın cezası geliyor gene diye düşünürken çıka çıka kim çiktı karşıma! Bizim iyi yürekli
velinimetimiz... Kusuruna bakma bu kocakarının, gözlerim uzağı seçmiyor artık.
Nehlüdof oturdu. Yaşlı kadın, sağ kolunun sivri dirseğine sol koluyla destek yaparak sağ elini yanağına
dayamış, Nehlüdof'un karşısında ayakta duruyor, ince sesiyle konuşmaya devam ediyordu:
— Sen de yaşlanmışsın efendim. Taptaze bir delikanlıydın, çökmüşsün! Çok sıkıntı çektiğin belli!
— Şunu sormaya geldim sana: Katyuşa Maslova'yi hatırlıyor musun?
— Katerina'yı mı? Hatırlamaz olur muyum? Yeğenim olur... Nasıl hatırlamam, az mı gözyaşı döktüm
onun için. Her şeyden haberim var. Size şunu söyleyeyim efendim, günahsız, hiç suç işlememiş insan olur
mu? Gençlikte olur böyle şeyler. Şeytan kandırdı demek, kandırır tabiî, onun kandıramayacağı insan çok
azdır. Elden ne gelir! Gerçi bıraktın onu, ama yüz ruble verdin de bıraktın. Ya o ne yaptı? Akıllı uslu
yaşayıp gitmesini bilemedi. Beni dinleseydi çok iyi olurdu onun için. Yeğenimdir gerçi ya, ne yalan
söyleyeyim, ruhu kötüdür. İyi bir yere koydum onu, boyun eğmek istemedi, ağzına geleni söyledi
beye. Biz beylere lâf söyleyebilir miyiz hiç? Hemen işine son verdiler. Sonra ormancının evinde de
kalabilirdi, orayı da istemedi.
— Çocuğu soracaktım. Burada, sizin yanınızda doğurdu, değil mi? Çocuk nerede?
— Çocuk işini o zaman çok iyi düşündüm ben, efendim. Anasının bir daha ayağa kalkacağından
umudum yoktu, çok fena olmuştu. Çocuğu gerektiği gibi vaftiz ettirdim, yuvaya yolladım. Anası ölürken
ne diye eziyet çektireydim Tanrının meleğine? Bazıları öyle yapıyor, annesi ölünce bakan olmuyor
yavruya, ölüp gidiyor zavallı. İyisi mi yuvaya yollayayım onu, dedim. Para vardı çünkü, anlayacağın,
yolladık onu.
J— 252 —
— 253 —
— Orada numara falan verdiler mi ona?
— Verdiler ya, pek yaşamadı zaten, hemen öldü. Kadın, götürür götürmez öldü, dedi.
— Hangi kadın?
— Skoroni'de oturuyordu. Bu gjbi işleri o yapardı. Adı Ma-lanya'ydı. Öldü. Çok akıllı bir kadındı. İyi
becerirdi böyle şeyleri! Bazan bir bebek getirirlerdi ona, alırdı çocuğu, evinde bakardı ona; üç dört çocuk
birikene kadar saklardı çocuğu evinde, sonra hepsini birden götürürdü. Her şeyi bir başkaydı canım
onun: karyola gibi kocaman bir beşiği vardı, onda yatırırdı çocukları. Eli de yatkındı bu işlere. Dört çocuğu
birden alırdı kucağına; birbirine vurmasınlar diye başlarını ayrı koyar, ayaklarını bir yere toplardı. Emzikleri
de ağızlarına verdi mi kesilive-rirdi sesleri yavruların.
— Sonra ne oldu?
— Hiç, ne olacak, Katerina'nın çocuğunu da götürdü. İki hafta kendi evinde baktı. Orada ne olduysa
oldu yavruya zaten, zayıfladı.
— Nasıl bir çocuktu?
— Nur topu gibiydi. Yaşlı kadın göz kırparak:
— Tıpkı sendin, diye ekledi.
— Niçin zayıfladı? Verdiğiniz kadın bakmamıştır ona, aç bırakmıştır.
— Tabiî! Bakar mı hiç! Kendi çocuğu değil ki baksın. Oraya canlı götürmekti onun işi. Moskova'ya kadar
götürmüş, öyle dedi, götürmüş ama, orada ölmüş çocuk. Götürdüğünü gösteren kâğıt da almış oradan.
Akıllı kadındı.
Nehlüdof'un, oğluyla ilgili elde edebildiği bilginin hepsi bu kadarla kaldı.
VI
Nehlüdof oda kapısında da dış kapıda da başını birer kere daha vurduktan sonra sokağa çıktı. Çocuklar
—beyazlı pembe-li— bekliyorlardı onu. Birkaç çocuk daha katılmıştı onlara. Kucaklarında bebeklerle
birkaç da kadın bekliyordu onu. Kucağında, eski püskülere sanlı, renksiz, kansız çocuğunu tutan sıska kadın da aralanndaydı. Kucağındaki
çocuğun ıstırap okunan küçük yüzünde tuhaf bir gülümseme vardı; uzun, ince parmaklarını durmadan
oynatıyordu. Bunun ıstırap gülümsemesi olduğunu biliyordu Nehlüdof. Bu kadının kim olduğunu sordu.
Büyük çocuk:
— Sana söylediğim Anisya işte, dedi. Nehlüdof, Anisya'ya döndü:
— Neyle geçinirsin sen? Ne yer içersin? Anisya:
— Neyle mi? dedi, onun bunun verdiği birkaç lokma ekmekle.
Ağlamaya başlamıştı. Kucağındaki çocuk kıkır kıkır gülüyor, solucanı andıran ince bacaklarını sallıyordu.
Nehlüdof para cüzdanını çıkarıp on ruble verdi kadına. Daha iki adım atmamıştı ki, kucağında çocukla bir
kadın koşup yetişti-arkasından, sonra yaşlı bir kadın, bir kadın daha... Hepsi yoksulluğundan söz ediyor,
yardım istiyordu. Nehlüdof, cüzdanındaki altmış rubleyi dağıttı onlara; içinde müthiş bir sıkıntıyla eve, yâni
kâhya'nın yanına döndü. Kâhya gülümseyerek karşıladı Nehlüdof'u, köylülerin akşama toplanacaklarını
söyledi. Nehlüdof teşekkür etti ona, eve girmeyip bahçeye çıktı; elma ağaçlarından dökülen beyaz beyaz
çiçek yapraklarının örttüğü, otlar bitmiş dar yollarda dolaşmaya başladı. Gördüklerini düşünüyordu.
Kâhyanın kaldığı bölüm sessizdi önce, sonra birbirinin sözünü keserek bağırıp çağıran iki kadın sesi
duydu Nehlüdof. Arada bir de kâhyanın keyifli, sakin sesi işitiliyordu. Nehlüdof kulak kabarttı.
Öfkeli bir kadın sesi:
— Gücüm yetmez benim, anlamıyor musun? Din iman yok mu sende? diyordu.
Öteki ses:
— Girmesiyle çıkması bir oldu inan ki. Ver şunu diyorum sana. Zavallı hayvana eziyet etme boşuna,
çocuklarımı sütsüz koma.
Kâhyanın sakin sesi duyuluyordu aradan:
y
— 254 —
— Ya cezanı ver, ya da söylediğim kadar çalış.
Nehlüdof bahçeden çıkıp kapıya geldi. Birinin karnı burnunda, üstleri başları perişan iki kadın vardı
merdivenin dibinde. Kâhya, ellerini pardösüsünün cebine sokmuş, merdivende duruyordu. Beyi görünce
kadınlar sustular, başörtülerini düzelttiler. Kâhya ceplerinden çıkardı ellerini, gülümsemeye başladı.
Kâhyanın anlattığına göre, köylüler buzağılarını, hattâ ineklerini mahsus bey tarlasına salmışlardı. Bu
kadınların iki ineği tarlada yakalanmış, ahıra alınmıştı. Kâhya inek başına otuz köpek istiyordu
kadınlardan, ya da iki gün çalışmalarını. Kadınlar, ineklerinin çayırda çok az kaldıklarını, para
veremeyeceklerini, meteliklerinin olmadığını söylüyorlardı. Çalışacaklardı, söz veriyor, yemin ediyorlardı.
Bir istekleri vardı yalnız; sabahtan bert ahırda aç susuz duran, acı acı bağıran, ineklerin geri verilmesini
istiyorlardı.
Kâhya —tanık olmasını istiyormuş gibi Nehlüdof'a bakarak— gülümsedi.
— Kaç kere söyledim size, dedi, yemeğe gittiğiniz zaman hayvanlarınızı başıboş bırakmayın diye.
— Çocuğa gittim bir koşu, kaçmışlar.
— Gitmeyeydin.
— Kim yemek verseydi çocuğa? Açlıktan mı ölsün zavallı?
Öteki kadın:
— Ekine bir zarar vermiş olsa gam yemezdim, girmesiyle çıkması bir oldu, diyordu.
Kâhya, Nehlüdof'a döndü:
— Hep tarlalara salıyorlar hayvanlarını, dedi. Biraz yumuşak davransak ekini hep yedirecekler.
Gebe kadın:
- Yalan söyleme, diye bağırdı. Benim hayvanlarım hiç girmediler tarlaya bugüne kadar.
— Bugün girdiler işte, ya parayı ver ya da çalış. Kadın öfkeyle:
— Söyledik ya,
çalışacağım! diye bağırdı, bırak hayvanı, açlıktan geberecek! Gece gündüz
çalışırız, gene yetmez, gene yetmez. Kaynanam hasta. Kocam yok burada. Her işe ben koşu-255yorum, durumumu da görüyorsunuz, dermansızım. Allah nasıl bilirse öyle etsin seni.
Nehlüdof inekleri salıvermesini söyledi kâhyaya; dönüp bahçeye gitti gene. Düşünmek istiyordu, oysa
düşünecek bir şey kalmamıştı artık onun için. Şimdi her şey apaçıktı; böylesine apaçık olanı insanların
nasıl oluyor da göremediklerine, onun da şimdiye kadar göremediğine şaşıyordu.
Halk can çekişiyor, alıştırmış kendini bu hayata, yadırgamıyor. Çocuklarının ölmesi, kadınların güçlerinin
yetmeyeceği işleri yapmak zorunda bırakılmaları, herkesin, özellikle yaşlıların eksik beslenmeleri olağan
geliyor onlara. Halk yavaş yavaş öylesine alışmış, benimsemiş ki bunu, yaşayışının korkunçluğunu
göremiyor, yakınamıyor hiç. Bu yüzden biz de bu durumun olağan olduğunu sanıyoruz. Halkın
—kendisinin de farkında olduğu— yoksulluğunun en önemli nedeninin, tek beslenme kaynağı toprağının,
toprak sahiplerince elinden alınması olduğunu açık seçik görüyordu şimdi. Öte yandan, çocukların,
yaşlıların süt içemedikleri için öldüğü de açıktı. Süt de, hayvanlarını otlatabilecekleri topraklarının
olmamasından yoktu. Halkın sürünmesi, onu besleyen toprağın onun elinde değil de başkalarının —toprak
üzerindeki bu hakkından yararlanarak onun emeğini sömüren insanların— elinde bulunmasındandı. Hiç
değilse, başlıca nedeni buydu halkın sürünmesinin. Ona öylesine gerekli olan, çocuklarını ölümden
kurtarabilecek bu toprak —verdiği buğday yurt dışına satılsın, sahipleri kendilerine şapkalar, güzel güzel
bastonlar, kupa arabaları, süs eşyaları v.b. alabilsinler diye— yoksulluğun son kertesine getirilmiş bu
insanlarca işleniyordu. Çitle çevrili bir yere kapatılmış atların, oradaki bütün otu yedikten sonra, karınlarını
doyurabilecekleri yere çıkmalarına izin verilmedikçe eriyip bitecekleri, ölecekleri açık olduğu kadar,
köylülerin bu durumu da açık seçikti şimdi onun için... Olmaması gereken, korkunç bir şeydi bu. Buna
engel olmak için bir yol bulmalı, hiç değilse kendi katılmamalıydı. Evin yakınındaki, iki yanında kayın
ağaçları uzanan yolda bir aşağı bir yukarı dolaşırken düşünüyordu kendi kendine Bulacağım bu yolları,
yüzde yüz bulacağım. Aydın çevrelerde, devlet kurumlarında; gazetelerde halkın yoksulluğunun
nedenlerinden, onu kalkındırabile-256 —
çek yollardan dem vurulur hep; ama halkı kesinlikle kurtaracak, kalkındıracak yolu es geçerler hep; hayat
kaynağı toprağı ona geri vermeyi bir yol saymazlar. (Henry George'un öğretisini, bir zamanlar bu öğretiye
nasıl bağlandığını hatırladı; bütün bunları unutabildiği için kendi kendine şaştı.) Toprak mülkiyeti diye bir
şey olamaz; alınıp satılamaz toprak, su gibi, hava gibi, güneş ışığı gibi herkesindir o. Toprak üzerinde de,
onun insanlara verdiği her şey üzerinde de herkesin eşit hakkı vardır. Kuzminsk'-de yaptıklarını
hatırladıkça niçin utanç duyduğunu şimdi anlıyordu. Kendi kendini kandırmıştı. Bir insanın toprak üzerinde
hakkı olamayacağını bile bile kendine tanımıştı bu hakkı, köylülere —ruhunun derinliklerinde onun
olmadığını bildiği— toprağının birazını armağan etmişti. Burada da aynı şeyi yapmayacaktı şimdi,
Kuzminsk'de olduğundan başka türlü davranacaktı. Ne yapacağını kararlaştırmıştı: Toprağı köylülere
kiraya verecek, kirayı da köylülerin kendi parası olarak kabul edecekti. Köylüler bu parayla vergilerini
ödeyecek, köyde yapılması gereken şeyleri yapacaklardı. Bir Sing!e-tax (') değildi bu, ama günün koşulları
içinde ona en yakın olan yoldu. Önemli olan, Nehlüdof'un toprak üzerindeki hakkından vazgeçmesiydi.
Eve gelince kâhya güleç bir yüzle karşıladı onu, yemeğe buyur etti. Karısının, kulakları iplikli kızla birlikte
hazırladığı yemeklerin fazla pişmiş, yanmış olduğundan korktuğunu söyledi.
Kalın bir örtü vardı masanın üzerinde. Peçete yerine elişi süslü havlular konmuştu. Sapı kırılmış, vieux-sax
P) bir kâsede, siyah bacaklarının bir birini, bir öbürünü uzatan horozun suyuna yapılmış patates çorbası
vardı. Çorbanın peşinden, kesilmiş, hattâ parça parça edilmiş, kıllarının çoğu hâlâ üzerinde olan,
kızartılmış horozu getirdiler. Sonra yağlı, bol şekerli süt tatlısı verdiler. Bütün bunlar son derece lezzetsiz
oldukları halde, Neh-lüdof, ne yediğini farketmeden yiyordu hepsinden; köyden dönüşte içini saran o can
sıkıntısını birdenbire çözümleyen düşüncelerine öylesine dalmıştı.
Kulaklarında küpe yerine iplik olan ürkek kız yemekleri ve(') Tek vergi (İngilizce).
(")
Eski Saksonya işi porselen (Fransızca).
— 257 —
rirken kâhyanın karısı başını uzatıp bakıyordu kapıdan; kâhya, karısının yemek pişirmekteki ustalığından
göğsü kabararak, giderek daha bir sevinçle gülümsüyordu.
Yemekten sonra Nehlüdof, kâhyayı zorla masaya oturttu; kendi kendini yoklamak, aynı zamanda da, bir
kimseye açılmak için, toprağını köylülere nasıl dağıtacağı üzerine düşüncelerini anlattı ona, bu niyetini
nasıl bulduğunu sordu. Kâhya, aynı şeyi kendisi de eskiden beri düşünürmüş, bunu duyduğuna çok
sevinmiş gibi gülümsedi; oysa hiç bir şey anlamıyordu Nehlüdof'un söylediklerinden. Anlamaması da
Nehlüdof'un anlatamamasın-dan değil; anlattıklarından Nehlüdof'un, başkalarının yararı için kendi
haklarından vazgeçtiği anlamı çıkmasındandı. Her insan başkalarının zararına, kendi çıkarı için çalışır,
ancak, düşüncesi kâhyanın içinde öylesine yer etmişti ki —Nehlüdof toprağın gelirinin köylülerin ortak
parasına katılacağını anlatırken— burada anlayamadığı bir şeyin olduğunu düşünüyordu. Gülümseyerek:
— Anladım, dedi. Bu ortak paradan yüzde olacaksınız galiba?
— Hayır. Şunu unutmayın ki, toprak kişisel mal olamaz hiç bir zaman.
— Haklısınız!
— Bu nedenle, toprağın verdikleri de herkesindir. Kâhyanın yüzündeki gülümseme kayboldu:
— Gelirinizden olmayacak mısınız ama o zaman? diye sordu.
— Olacağım.
Kâhya göğüs geçirdi, sonra gülümsemeye başladı gene. Şimdi anlamıştı. Nehlüdof'un birkaç tahtası eksik
olduğunu anlamış, malını köylülere dağıtmayı aklına koyan Nehlüdof'un bu düşüncesinden kendine bir
çıkar sağlama yollarını araştırmaya başlamıştı hemen.
Kendisi için bir çıkarın söz konusu olmadığını, böyle bir şeyin olamayacağını kesinlikle anlayınca da,
Nehlüdof'un düşüncesiyle ilgilenmemeye başladı; onun gönlünü hoş etmek için gülümsüyordu şimdi.
Kâhyanın onu anlamadığını görünce Nehlüdof bıraktı onu; kendi de, üzeri mürekkep lekesi dolu, bıçakla
oyuk oyuk yapılmış masaya oturdu, düşüncelerini kâğıda aktarmaya koyuldu.
Diriliş — F: 17— 258
Güneş, yeni yaprak açmış ıhlamur ağaçlarının arkasına inmişti bile. Sivrisinekler sürüyle içeri dolmuş.
Nehlüdof'u ısırı-yorlardı. Nehlüdof yazmayı bitirip kalktığında, köyden doğru otlaktan dönen hayvanların
bağırmaları, açılıp kapanan kapıların gıcırtıları, yavaş yavaş toplanan köylülerin konuşmaları duyuluyordu.
Nehlüdof kâhyaya, köylüleri eve çağırmamasını, kendisinin köye gidip onlarla konuşacağını söyledi.
Kâhyanın verdiği birkaç bardak çayı içtikten sonra köye yollandı,
VII
Muhtarın avlusunda toplanmış köylüler kendi aralarında konuşuyorlardı. Nehlüdof yaklaşınca ses kesildi,
Kuzminsk'de olduğu gibi, köylüler şapkalarını çıkardılar hemen: Buranın köylüsü Kuzminsk'inkinden çok
daha yoksuldu. Kızlar gibi kadınlar da küpe yerine iplik takmışlardı kulaklarına. Erkeklerin hemen hepsinin
ayağında sandal vardı, gömlekleri, ceketleri evde kendilerinin dokudukları bezden yapılmıştı. Bazıları
yalınayaktı, işten geldikleri gibi, bîr gömlekleydiler.
Nehlüdof kendini zorladı, konuşmasına, malını köylülere temelli vermek niyetinde olduğunu söyleyerek
başladı. Köylüler susuyorlardı, yüz ifadelerinden en küçük bir değişiklik olmamıştı.
Nehlüdof, yüzünün kızardığını hissediyordu.
— Çünkü, diye devam etti, bence toprak, onu işleyenin olmalıdır, başkasının değil. Her insanın hakkı
vardır toprakta.
Birkaç köylü:
— Elbette, dedi. Öyledir zaten.
Nehlüdof anlatmaya devam ediyordu. Topraktan elde edilenin köylüler arasında paylaşılacağını, malı
istedikleri fiyata alabileceklerini, ödeyecekleri parayı gene köyün işlerinde kullanacaklarını söyledi.
Köylüler arasında, bunu beğendiklerini belli eden sesler yükseldi. Ama erkeklerin ciddî yüzleri giderek
daha bir ciddileşiyordu. Başlangıçta beye bakan gözler —hinoğlu hinliği anlaşıldı, kimseyi kandıramayacak
diye onu utandırmamak için— yere inmişlerdi şimdi.
Nehlüdof son derece açık konuşuyordu, köylüler de anlayışlı, kafası çalışan insanlardı; ama kâhyanın onu
uzun süre
anlayamadığı nedenden ötürü onlar da anlamıyorlardı onu, anlayamıyorlardı. Her insanın önce kendi
çıkarını düşüneceğinden kuşkuları yoktu. Hele toprak sahiplerinin, köylülerin zararına daima kendi çıkarını
ön plânda tuttuklarını birkaç kuşaktan beri görüyorlardı hep. Bu yüzden, toprak sahibi gelip de onlara yeni
bir şey öneriyorsa bu işte bir bit yeniği vardı yüzde yüz. Nehlüdof:
— Ne kadar vermeyi düşünüyorsunuz? diye sordu. Kalabalıktan sesler yükseldi:
— Biz ne düşünelim? Bize kalmamış bu. Toprak sizin, İstediğiniz fiyatı isteyebilirsiniz.
— Anlatamadım galiba, vereceğiniz para da sizindir gene, köyün işlerinde kullanacaksınız bu parayı.
— Bizim aklımız ermez böyle şeylere. Köy işleri başka, bu iş başka.
Nehlüdofun arkasından gelen kâhya, durumu açıklamak isteğiyle gülümseyerek:
— Anlamıyorsunuz, dedi, Prens parayla satıyor size arazisini, sonra da bu parayı köy işlerinde
kullanılmak üzere ortak paranıza katıyor.
Ağzında tek diş kalmamış öfkeli bir ihtiyar, gözlerini yerden kaldırmadan:
— Anlamasına çok iyi anlıyoruz, dedi. Banka gibi olacak. Gelgelelim, belli zamanlarda ödemek zorunda
olacağız paramızı. Buna yoğuz biz; ağır gelir bize çünkü, iyice büker belimizi.
Sağdan, soldan hoşnutsuzluk bildiren, hattâ kaba sesler
yükseldi:
— İstemiyoruz. Eskisi gibi devam edelim daha iyi. Nehlüdof, bir anlaşma yapacaklarım, altına o da,
köylüler
de imza atacaklarını hatırlatınca, öfkeli itirazlar yükseldi kalabalıktan:
— Ne diye imza atacakmışız? Şimdiye kadar çalıştığımız gibi çalışıp gideceğiz gene. Niçin girişelim
böyle bir şeye? Cahil insanlarız biz.
Bazıları bağırıyordu:
— Kabul etmiyoruz, görülmüş, duyulmuş bir şey değildir bu çünkü! Şimdiye kadar nasıldıysa öyle
devam edelim daha
260 —
261 —
iyi. Şu tohum işini bir yoluna koyun, yeter.
O zamana kadar köylülerin tohumu ekiliyordu, bey tohumunun ekilmesini istiyorlardı.
Nehlüdof, yırtık, pırtık şapkasını hazırolda bir er gibi sol elinde dimdik tutan, yırtık ceketli, yalınayak,
gözlerinin içi gülen, genç bir köylüye döndü:
— Kabul etmiyorsunuz demek, toprak sahibi olmak istemiyorsunuz?
Askerliğin etkisinden hâlâ kurtulamadığı belli olan köylü:
— Evet efendim, dedi. Nehlüdof:
— Yeteri kadar toprağınız var öyleyse? diye sordu.
Askerliğini yeni bitirmiş genç köylü, eski şapkasını —isteyene onu hemen vermeye hazırmış gibi— önünde
tutarak neşeyle gülümsedi:
— Hiç yok efendim.
Bu duruma şaşan Nehlüdof:
- Size söylediğimi gene de bir düşünün, dedi. Dişleri dökülmüş, sinirli ihtiyar, ciddî:
— Düşünecek bir şey yok, diye mırıldandı.
— Yarın akşama kadar buradayım, düşüncenizi değiştirirseniz haber yollayın bana.
Köylüler cevap vermediler. Nehlüdof eli boş döndü eve. Kâhya:
—
Görürsünüz Prens, anlaşamayacaksınız onlarla; çok inatçıdırlar. Dedikleri dediktir,
vazgeçiremeyeceksiniz onları bir daha. Her şeyden korkarlar. Gerçi razı olmadılar ya, o ihtiyarın da,
esmer olanının da kafası çalışır aslında. Bana gelirler bazan, oturturum, çay içerler (gülümseyerek
anlatıyordu kâhya), konuşmaya dalarız, günün olaylarını gerektiği gibi değerlendirmesini bilirler. Kalabalık
arasındaysa bambaşka bir insan oluyorlar...
— Kafası en çok çalışanlardan birkaçını buraya çağırsak, dedi Nehlüdof. Onlara bir kere daha
anlatmaya çalışsam nasıl olur acaba?
Kâhya gülümsedi:
— Olur.
— Söyleyin yarın gelsinler öyleyse. Kâhya daha bir sevinçle gülümsedi:
- Olur, dedi, söylerim, yarın gelirler.
*
Besili kısrağının üstünde sarsıla sarsıla giden, tarak yüzü görmemiş saçı, sakalı birbirine karışmış esmer
köylü; zincirleri sakırdayan atıyla yanı sıra yürüyen, ceketi lime lime, sıska, yaşlı köylüye:
— Ne anasının gözü adam! diyordu.
Köylüler şosenin oradaki gece otlağında, kaçamak olarak da bey koruluğunda otlatmaya götürüyorlardı
atlarını.
— Bedava toprak vereceğim sana, hele şuraya imzanı atı-ver bir. Attıkları kazıklar yetmiyor bu zamana
kadar... Yok canım, yok, bizim de gözümüz açıldı artık. (Geride kalan taya baktı. Atını durdurdu.) Gel, gel!
Ama arkada yoktu tay.
— Çayıra daldı.
Arkada kalan tayın çayırda kişneyerek koştuğunu duyan saçı sakalı birbirine karışmış esmer köylü:
— Beyin çayırında aldı gene soluğu eşşoğlu essek, diye ekledi.
Yırtık ceketli ihtiyar:
- Otlar gene büyümüş, dedi, bayramdan sonra kadınları yarıcılığa yollamalı, dedi.
Saçı başı karışık köylü, beyin konuşması üzerine düşüncelerini söylemeye devam ediyordu:
— Bir imza atıver şuraya, sonra ben sana gününü gös-. teririm...
- Vallahi öyle, dedi ihtiyar.
Daha sonra sustular. Islak toprakta yalnız nal sesleri duyuluyordu.
VIII
Nehlüdof, ona hazırlanan odaya çıktı. Kuştüyü yatak serili, iki yastıklı, yüksek bir karyola vardı burada.
Koyu kırmızı ipek yorganın üzerine küçük küçük güller işlenmişti. Kâhyanın karı-— 262 —
sının çeyizindendi bu besbelli. Kâhya bir şeyler yemesini söyledi Nehlüdof'a: konuğundan olumsuz cevap
alınca, onu gereği gibi ağırlayamadıkları için özür dileyerek çekildi. Nehlüdof'u yalnız bıraktı.
Köylülerin bu tutumu hiç şaşırtmamıştı Nehlüdof'u. Tam tersine. Kuzminsk'de onun önerisini kabul ettiler,
minnettarlıklarını ona bir çok kereler bildirdikleri, buradaysa ona güvensizlik, hattâ düşmanlık gösterdikleri
halde sakindi, sevinçliydi. İçersi havasız, pisti. Nehlüdof dışarı çıktı, bahçeye gitmek istedi; ama o geceyi,
arka kapıyı, hizmetçilerin bölümünü hatırladı. Kötü anıların kirlettiği yerlerde dolaşmak istemedi canı.
Merdivene oturdu gene, kayın ağacının taze yapraklarının keskin kokusu dolu ılık havayı ciğerlerine
çekerek uzun süre baktı karanlık bahçeye, değirmenin sesini, bülbüllerin —tam merdivenin dibindeki
küçük ağaçta sesi ıslık gibi çıkan bir kuşun daha— ötüşünü dinledi. Kâhyanın odasında ışık söndü.
Doğuda, ambarın damı üzerinde ay kıpkızıl yükseliyordu. Donuk ışiğı yeşillenmiş bahçeyi, köhne evi daha
bir aydınlatmıştı şimdi. Uzaklardan gökgürültüleri geliyor, gökyüzünü kara bulutlar kaplıyordu. Bülbüller,
kuşlar susmuştu. Değirmenin gürültüsü arasından kazların bağırması duyuluyordu yalnız. Daha sonra
köyde, kâhyanın avlusunda erkenci horozlar —havanın bozacağı sıcak gecelerde her zaman yaptıkları
gibi— çok erken ötmeye başladılar. Horozların erken ötmesini iyiye yorarlar çoğunlukla, halk arasında
böyle bir inanç vardır. Nehlüdof için iyiden de çok öteydi bu gece. Neşe dolu, mutlu bir geceydi bu.
Tertemiz bir genç •iken burada geçirdiği o yazın anısı canlanmıştı içinde. Yalnız o zaman değil, hayatının
en iyi anlarında olduğu gibi hissediyordu kendini şimdi. On dört yaşında bir çocukken, gerçeği ona
göstersin diye. Tanrıya yakardığı; ayrılırlarken annesinin dizine yatıp hüngür hüngür ağlayarak, daima iyi,
dürüst olacağına, onu hiç üzmeyeceğine söz verdiği zamanlarda olduğu gibi hissediyordu kendini; Nikolay
ignatyef le iyi her şeyde birbirlerini ölünceye kadar desteklemeye, insanları mutlu etmek için var güçleriyle
çalışmaya karar verdikleri günlerdeki Nehlüdof olmuştu... Kuzminsk'de evine, koruluğuna, malına,
mülküne nasıl acıdığını hatırladı; şimdi de acıyıp acımadığını sordu kendi kendi— 263 —
• ne. Bir zaman acıyabilmiş olması bile tuhafına gidiyordu şimdi.
Bugün gördüklerini şöyle bir geçirdi aklından. Onurı korusundan ağaç kesti diye ceza evine atılan adamın,
çocuklarıyla bir başına kalmış kadını; onların durumundaki kadınların beylere metres olarak satılmak
zorunda olduklarına inanan —hiç değilse, böyle söyleyen— korkunç Matryona'yı hatırladı onun çocuklara
karşı tutumu, onların yuvaya götürülüşü, pılı pırtıya sarılı, beslenememekten bir deri bir kemik kalmış,
gülümseyen çocuk geldi gözlerinin önüne. Aç ineğine bakamadı diye Nehlüdof için çalışmak zorunda
bırakılan, bitkin, gebe kadını görür gibi oldu. Ceza evini, traşlı kafaları, hücreleri, o iğrenç kokuyu,
zincirleri, bütün bunların yanında da başkent sosyetesinin aşırı lüksünü hatırladı. Hepsi de son derece
canlı, açık seçikti bu anıların.
Parlak dolunay ambarın arkasından yükselmişti. Avluda siyah gölgeler uzuyor, yıkık dökük evin teneke
damı parlıyordu.
Susmuş bülbül, bu güzel ışığın boşa gitmesini istemiyormuş gibi, bahçede ötmeye başlamıştı gene.
Nehlüdof, Kuzminsk'de her şeyi enine boyuna düşündüğünü, neyi nasıl yapacağı sorularına birer cevap
bulmaya çalıştığını hatırladı. Nasıl da kafasını karıştırmıştı bu sorular, her soruya bir sürü cevap vardı,
bunlardan birini seçmek öylesine güçtü... Oysa şimdi de soruyordu kendi kendine aynı soruları,
cevaplarını kolayca veriyordu. Bu kolaylık şaşırtıyordu onu. Sonunun ne olacağını hiç umursamadığı,
yalnızca ne yapması gerektiğini düşündüğü için kolay geliyordu ona bu sorular şimdi. Şaşılası bir
durumdu, kendisiyle ilgili sorunları bir türlü çözümle-yemiyor, başkaları için yapması gereken şeyleri
kesinlikle biliyordu. Toprağı köylülere vermesinin gerektiğini, çünkü toprak sahibi olmanın kötü bir şey
olduğunu biliyordu şimdi. Katyuşa'-yı bırakmaması gerektiğini, ona yardım etmek, ona yaptığını ödemek
için her şeye hazır bulunmak zorunda olduğunu da biliyordu kesinlikle. Bu mahkemelerde, cezalar
başkalarının göremediği bir şeyleri gördüğünü hissediyor; onları incelemek, öğrenmek, kendi kendine
açıklamak zorunda olduğuna inanıyordu. Bütün bunların sonundan ne çıkacağını bilmiyordu, ama birinciyi
de, ikinciyi de, üçüncüyü de yapması gerektiğinden kuşkusu yoktu. Bu kararlılık hoşuna gidiyordu işte.—
264 —
Kara bulutlar iyice kaplamiştı gökyüzünü; ay ışığı yerini bütün avluyu, kırık dökük evi aydınlatan şimşek
ışığına bırakmıştı. Gök tam tepede gürlüyordu şimdi. Kuşlar susmuştu, yapraklar hışırdamaya başlamış bu
kez; rüzgâr, Nehlüdof'un oturduğu merdivene kadar geliyor, saçlarıyla oynuyordu. Bir damda tıkırdamaya
başladı yağmur, bir şimşek aydınlattı her yanı; Nehlüdof üçe kadar saymamıştı ki daha, korkunç bir
patlama oldu tepesinde, gürültü uzaklara doğru yayıldı.
İçeri girdi Nehlüdof; Evet, evet, diye düşünüyordu. Hayatımızı, hayatımızın anlamını anlayamıyorum,
anlayamam da: Halalarım niçin yaşadılar? Nikolay Ignatyef'çik niçin öldü? Katyu-şa niçin çıktı karşıma?
Niçin yaptım o deliliği? Niçin savaştık? Ya savaştan sonraki o çılgın yaşayışım niyeydi? Benim elimde
değildi bunların hiç biri, hepsi de yüce bir kuvvetin işiydi. Bu kuvvetin alnıma yazdığı şeyi yapıp
yapmamaksa benim elimdedir. Bunu yaptığım zamanlar mutlu oluyorum ancak.
Yağmur bardaktan boşanırcasına yağmaya başlamıştı; damdan gürültüyle akarak fıçıya doluyordu yağmur
suları. Şimşek daha bir seyrek aydınlatıyordu şimdi evle avluyu. Nehlüdof odasına çıktı, soyunup yatağa
girdi. Yırtık, pis duvar kâğıtlarının varlığını haber verdiği tahtakurularından korkmuyor da değildi.
Evet, beyliği bırakıp uşak olmalı, diye geçirdi içinden. Hoşuna gitmişti bu düşünce.
Korktuğu geldi başına. Işığı söndürür söndürmez, tahtaku-rularının saldırısına uğradı.
Malı, mülkü köylülere verip Sibirya'ya gitmek pislik, bite, tahtakurusuna yem olmak demektir... Elden ne
gelir, bunlara katlanmam gerekiyorsa katlanırım gene de, kalkıp açık pencerenin önüne oturdu; uzaklaşan
bulutları, gene gözüken dolunayı seyre daldı.
IX
Ancak sabaha karşı uyuyabildi Nehlüdof, bu yüzden de devrisi gün çok geç kalktı.
Kâhyanın çağırdığı seçilmiş yedi köylü gün ortasında elma bahçesine geldiler. Kâhya bir elma ağacının
altına, yere kazık
— 265 —
çaktırarak küçük bir masayla peykeler yaptırmıştı. Köylüler uzun konuşmalardan sonra şapkalarını giyip
peykelere oturmaya razı oldular ancak. Şimdi temiz sandallar giyen, askerden yeni gelmiş genç köylü,
şapka denecek yeri kalmamış şapkasını cenazelerde olduğu gibi önünde tutuyordu. Michel Angelo'nun
ya-pıtlarmdaki ihtiyarlan andıran; ak sakalı bukle bukle; güneşte yanmış kahverengi, geniş alnını gür,
kıvırcık, ak saçlar çevreleyen, ağırbaşlı, yaşlı bir köylü, şapkasını giyip, ev dokuması kumaştan, temiz
ceketinin önünü açıp oturunca öteki köylüler de oturdular..
Onlar yerleştikten sonra, Nehlüdof da karşılarına oturdu; dirseklerini masaya, düşüncelerini, plânlarını
yazdığı kâğıdın üzerine koydu.
Köylülerin azlığından mı, yoksa kendiyle değil de işle ilgilendiğinden mi nedendi bilinmez, bu keresinde
son derece serbestti Nehlüdof. Konuşurken, ak sakalı bukle bukle ihtiyara bakıyordu daha çok; onun itiraz
etmesini ya da söylediklerini onaylamasını bekliyordu. Ne var ki, Nehlüdof, ihtiyar üzerine düşüncelerinde
yanılmıştı. Gerçi temiz yüzlü ihtiyar, güzel başını arada bir evet anlamına, öteki köylüler itiraz ettiklerinde
de kaşlarını çatarak iki yana sallıyordu ya, Nehlüdof'un sözlerini güçlükle —o da, yanındakiler Nehlüdof'un
söylediklerini onların dilinde tekrar ettiklerinde— anlayabildiği belliydi. Bu ihtiyarın hemen yanında oturan,
bir gözü şaşı, kaba kumaştan yamalı bir pardösü giyinen, potinlerinin altı delik deşik, yok denilecek kadar
az sakallı, ufak tefek ihtiyar çok daha iyi anlıyordu Nehlüdof'un söylediklerini. Kaşlarını oynatarak olanca
dikkatiyle dinliyordu onu, Nehlüdof'un söylediklerini kendi dilleriyle tekrar ediyordu hemen. Gözlerinde
zekâ pırıltıları olan ak sakallı, kısa boylu ihtiyar da hemen anlıyordu. Nehlüdof'un sözlerine karşı her
fırsatta alaylı, şakacı karşılıklar veriyor, besbelli kendini göstermek istiyordu. Askerliğin etkisiyle
sersemlememiş, anlamsız asker söylevlerine alışmamış olsaydı, askerden yeni gelen genç de
kavrayabilirdi durumu. Nehlüdof'un anlattıklarıyla en ciddi ilgilenen kalın sesli, top sakallı, ev dokuması
kumaştan temiz bir elbise, yeni sandallar giymiş uzun burunlu adamdı. Hep dinliyor, ancak gerektiği
zaman konuşuyordu. Geri kalan— 266 —
iki ihtiyar —biri, dün Nehlüdof'un önerisine öylesine bağırarak olumsuz cevap veren, dişleri dökülmüş
ihtiyardı; öteki de saçı sakalı ağarmış, temiz yüzlü, ince bacaklarına yapışmış uzun çizmelerini sıkı sıkı
bağlamış, topal, uzun boylu bir ihtiyardı— ikisi de dikkatle dinledikleri halde, hemen hiç konuşmuyordu.
Nehlüdof önce toprak mülkiyeti üzerine düşüncelerini açıkladı:
— Bence toprak parayla alınıp satılamaz, dedi. Çünkü, satılırsa parası bol olan alır onu; sonra da,
toprağı olmayandan, ondan yararlanmasına karşılık istediğini alır. Toprağa basmasına bile para
almadan izin vermez.
Gözlerinin içi gülen, ak sakallı ihtiyar:
— O zaman kanat takıp uçmak kalır bize de, dedi. Uzun burunlu adam kalın sesiyle:
— Doğru, diye ekledi. Askerden gelmiş köylü onayladı:
- Öyle.
Temiz yüzlü, topal ihtiyar:
— Kadıncağız ineğe ot kesti diye yakalayıp kodese tıktılar onu, dedi.
Dişleri dökülmüş sinirli ihtiyar:
Beş verst ötede yer kiraya veriyorlar, ama öyle bir fiyat istiyorlar ki, yanına varılmıyor, diye ekledi.
Canımızı alacaklar ellerinden gelse.
Nehlüdof:
— Ben de sizinle aynı düşüncedeyim, dedi, toprak sahibi olmayı da günah sayıyorum. Bu yüzden size
vermek istiyorum toprağımı.
Sakalları kıvır kıvır ihtiyar:
— Doğrusu, çok iyi bir şey, dedi.
Nehlüdof'un toprağı onlara kiraya vermek istediğini sandığı belliydi.
— Ben de bunun için geldim buraya zaten. Toprağım olsun istemiyorum artık. Onu sizlere nasıl
verebilirim, bir yol bulmalıyız buna.
Dişleri dökülmüş, sinirli ihtiyar:
- Ver köylülere bitsin gitsin, dedi.
— 267 —
Nehlüdof, bu sözde onun içtenliğine duyulan bir kuşku hissederek bozuldu ilk anda. Ama çabuk toparladı
kendini; bu fırsattan yararlanarak, söylemek istediğini söyledi:
— Seve seve verirdim vermesine, dedi, ama, nasıl vereceğim? Hangi köylülere? Niçin size de,
Deminsk köylülerine değil? (Kurak topraklı komşu köydü bu.)
Hepsi susuyordu. Yalnız, askerden yeni gelmiş köylü:
— Doğru, dedi. Nehlüdof:
— Söyler misiniz, diye devam etti, Çar toprağın toprak sa-hipierinden alınıp köylülere dağıtılmasını
buyursa...
Aynı köylü kesti Nehlüdof'un sözünü:
— Böyle bir şey mi var yoksa?
— Yok, Çarın böyle bir şey buyurduğu yok. Ben söylüyorum: Çar toprak sahiplerinden toprağın alınıp
köylülere dağıtılmasın! söylese nasıl dağıtırsınız toprağı siz olsanız?
Sobacı köylü kaşlarını çabuk çabuk indirip kaldırarak:
— Nasıl mı? dedi. Adam basma eşit dağıtırdım toprağı; köylüye ne kadar verirsem beye de o
kadar verirdim.
Temiz yüzlü, topa! ihtiyar:
— Tamam işte, dedi. Adam basma eşit dağıtılır. Herkes bu düşünceden yana çıktı.
Nehlüdof:
— Nasıl adam başına? diye sordu. Hizmetçilere de mi?
Eski asker gülümsemeye çalışarak:
— Hayır, dedi.
Ama kafası çalışan, uzun boylu köylü ona karşı çıktı. Bir an düşündükten sonra, kalın sesiyle:
— Herkese eşit vermeli, dedi. Nehlüdof önceden hazırlamıştı itirazını:
— Olmaz. Toprağı işlemeyen —beylere, uşaklara, aşçılara, memurlara, yazarlara, kentte yaşayanlara—
insanlara toprak verirsen, kendi paylarını alır, gider zenginlere satarlar. Gene zenginlerin elinde toplanır
toprak. Herkese dağıtıldığı için, toprağın asıl sahiplerine yeterince toprak düşmemiştir; zenginler de,
toprağa ihtiyacı olmayanların toprağını satın aldığına göre, ge-— 268
269 —
ne onlara, elinde çok toprak olanlara hizmet etmek zorunda kalacaktır köylüler.
Asker hemen onayladı:
— Tabiî.
Sobacı, askerin sözünü öfkeyle keserek:
— Toprağın, onu kendi işleyenden başkasına satılmasını yasaklarsın olur biter, dedi.
Nehlüdof buna da itiraz etti; toprağı kimin kendi için, kimin başkaları için işlediğini anlamanın güç olduğunu
söyledi.
Kafası çalışan, uzun boylu köylü:
- Öyleyse ortak mal olur toprak, dedi, hep birlikte işler köylü. (Kalın sesiyle, kararlı devam etti.) Çalışanlar
payını alır, çalışmayanlara bir şey verilmez.
Komünistliğin öne sürdüğü bu düşünceye de itirazı hazırdı Nehlüdof'un. Bunun için herkesin pulluğunun,
atlarının olması gerektiğini söyledi. Hiç kimsenin ötekilerden geri kalmaması için herkeste bunların eşit
olması; ya da her şeyin —atların da, pullukların da, harman araç gereçlerinin de— ortak mal olması
gerektiğini, bunu yapabilmek içinse herkesin bu konuda aynı görüşte birleşmesinin zorunlu olduğunu
söyledi.
Sinirli ihtiyar:
— Bizim köylü milletini dünyada birleştiremezsin, dedi. Gözlerinin içi gülen ak sakallı ihtiyar:
— Birbirlerini yerler, diye karıştı söze. Kadınlar birbirinin gözünü oyarlar.
Nehlüdof:
— Sonra nasıl böleceksiniz toprağı? dedi. Birine verimli, öbürüne kıraç, kumluk yer düşerse?
Sobacı:
- Herkese her topraktan eşit ölçüde verilir, dedi. Nehlüdof, bu toprak dağıtma işinin bir köyde değil, bütün
illerde yapılacağını söyleyerek itiraz etti. Toprağı köylülere bedava dağıtacaklarına göre, niçin bazılarına
iyi, bazılarına kötü yerler verilsindi? Herkes iyi yeri kendine almak isterdi. Asker:
- Öyle ya, dedi. Ötekiler susuyordu.
Nehlüdof:
- Göründüğü gibi basit bir sorun değildir bu, diye devam etti. Hem yalnız bizler değil, bir çok insan
düşünüyor bunu, çözmeye uğraşıyor. George derler bir Amerikalı var, o bir yol bulmuş. Ben de onunla
aynı görüşteyim.
Sinirli ihtiyar:
— Mal sahibi sensin, dedi, istediğine verebilirsin. Kimseyi ilgilendirmez ki.
Sözünün kesilmesi canını sıkmıştı Nehlüdof'un. Ama buna canı sıkılanın yalnız kendisi olmadığını
farkedince sevindi. Kafası çalışan köylü, ağırbaşlı:
- Dur hele bir Semyon dayı, dedi, bırak da bitirsin söyleyeceklerini.
Bu hoşuna gitti Nehlüdof'un. Henry George'un savunduğu tek vergi usulünü anlatmaya koyuldu onlara:
- Toprak, hiç kimsenindir, diye başladı, Tanrınındır. Birkaç ses duyuldu:
— Elbette. Tabiî.
- İnsanların ortak malıdır toprak. Herkesin eşit hakkı vardır onda. Gelgelelim bazı toprak iyidir, bazısı
kötü. Herkes iyisi kendisinin olsun ister. Hakça bir dağıtım nasıl yapılabilir burada? (Nehlüdof kendi
sorusuna kendi cevap verdi):
İyi toprağı alan, toprağı olmayanlara aldığı toprağın ücretini öderse
tamam olur. Parayı kimin kime ödeyeceğini kesinlikle bilmek güç olduğundan, toprağı alanlar ücretini
topluma verebilirler, toplum da bu parayla çeşitli ihtiyaçlarını giderir. Bu durumda haksızlığa
, uğrayan da olmaz. Toprak sahibi mi olmak istiyorsun, iyi toprak için çok, kötü toprak için daha az para
ver, al toprağı. Toprağın olsun istemiyorsan para da vermeyeceksin, toplumsal ihtiyaçların için senin
yerine toprağı olanlar verecekler para. Sobacı kaşlarını oynatarak:
- Bu güzel, dedi. iyi toprağı alan daha çok para verir. Bukleli ihtiyar:
— Doğrusu kafalı adammış şu Corc, dedi.
Uzun boylu köylü, besbelli sözün nereye gelmekte olduğunu sezinleyerek:
- Yeter ki verilebilecek bir para olsun bu, dedi.— 270 —
271 —
— Ne çok, ne de az olacak... Pahalı olursa, ödeyemez toprağı alanlar, zarara uğrarlar, ucuz olursa bu
kez herkes birbirinden toprak almaya kalkışır, bir toprak alış verişidir başlar. Beni ası! düşündüren de bu
zaten.
Köylüler:
— Doğru, çok doğru, dediler. Bir yolu bulunur ama... Bukleli ihtiyar:
— Sahi, çok kafalı adammış şu Corc! dedi. Neler düşünmüş. Kâhya gülümsedi:
— Peki, ben de toprak almak istersem ne olacak? Nehlüdof:
— Fazla yer varsa alıp çalışın, dedi. Gözlerinin içi gülen ihtiyar:
— Sen ne yapacaksın toprağı? diye sordu. Karnın tok, sırtın pek...
Toplantı böylece sona erdi.
Nehlüdof önerisini tekrarladı gene, ama hemen cevap istemedi; öteki köylülerle konuştuktan sonra gelip
cevaplarını bildirmelerini söyledi.
Köylüler:
— Olur, dediler.
İzin isteyip kalktılar. Hepsi de heyecanlıydı. Yüksek sesle konuşmaları giderek zayıflayarak hayli zaman
duyuldu. Gece geç saatlere kadar köyde çetin tartışmaların olduğunu gösteren sesler geldi dereden
doğru.
Devrisi gün köylüler çalışmadılar, beyin önerisini görüştüler. İkiye ayrılmıştı köylü: Bir bölümü beyin
önerisinin onlann yararına, tehlikesiz olduğunu savunuyor; bir bölümü de bunun dümen olduğundan
kuşkulanıyor, işin aslını anlayamadıkları için korkuyordu. Ne var ki, öbürsü gün öneriyi kabul etmeye hepsi
razı oldu, aldıkları karan Nehlüdof'a bildirmeye geldiler. Bu kararın alınmasında özellikle yaşlı bir kadınm
sözleri etkili olmuştu, herkesin içindeki kuşkulan silip süpürmüştü söyledikleri. Beyin, kendini dine
verdiğini, ruhunun kurtuluşu için toprağını köylülere dağıtmak istediğini söylemişti. Bu açıklamayı,
Nehlüdof, Panovo'ya geldiğinde bol bol verdiği sadaka da doğruluyordu. Nehlüdof un burada böylesine çok para dağıtmasının başlıca nedeni, köylülerin ne denli yoksul
olduklarına, ne denli korkunç koşullar altında yaşadıklarına ilk kez tanık olmasıydı. Köylünün yoksul
olduğunu eskiden de biliyordu, ama bu kadar olduğunu sanmıyordu. Şaşırmıştı. Her isteyene çıkarıp
veriyordu. Çok parası vardı: Geçen yıl Kuzminsk'de sattığı korunun parasıyla, satacağı öte berinin
kaparosunu almıştı.
Beyin, isteyene para verdiği haberi duyulunca, yakın köylerden herkes —özellikle kadınlar— para
istemeye koşmuşlardı. Nehlüdof ne yapacağını, bu sorunu nasıl çözeceğini, kime ne kadar vereceğini
bilmiyordu. Bildiği bir şey varsa o da, dilenen insanlara —onda çok olan paradan— vermemenin elinde
olmadığıydı. Her gelene vermek de anlamsız bir şeydi. Bu durumda tek kurtuluş yolu alıp başını gitmek,
uzaklaşmaktı buradan. Bunun için acele ediyordu şimdi.
Panovo'da son gününü, evde kalan öte beriyi karıştırarak geçirdi Nehlüdof. Halasının, büyük, bronz
kulpunun topuzu aslan başlı, eski, maun komidininin en alt gözünde bir sürü mektupla bir resim buldu.
Dört kişi vardı resimde: Sofiya İvanovna, Ma-riya İvanovna, Nehlüdof —üniversite öğrencisiyken—, bir de
Katyuşa... Taptaze, tertemiz, güzel, hayat doluydu bu resimde Katyuşa. Evdeki eşyalar içinden yalnız
mektuplarla bu resmi aldı Nehlüdof. Geri kalan her şeyi, gülümseyen kâhyanın.isteğine uyarak, değerinin
onda biri kadar bir para karşılığında evi alan değirmenciye bıraktı.
Nehlüdof, elinden çıkardığı şeylere Kuzminsk'de duyduğu acımayı hatırlayınca kendi kendine şaşıyordu
şimdi. O zaman acıyordu, oysa şimdi üzerinden büyük bir ağırlık atmış gibi sevinçliydi. Yeni yeni eller
gören, geziye çıkmış bir insanın duyduğu yenilik duygusu vardı içinde.
X
Bu gelişinde kent pek bir tuhaf, değişik etki etmişti Nehlüdof'a. İstasyonda trenden indiğinde hava
kararmıştı, sokak fenerlerinin aydınlattığı sokaklardan geçerek geldi evine. Odalar naftalin kokuyordu hâlâ.
Agrafena Petrovna da, Korney de hayli— 272 —
yorulmuşlar; görevleri besbelli yalnız havalandırılmak, kurutulmak, sonra gene kaldırılmak olan eşyaları
toplarken kavga bile etmişlerdi. Nehlüdof'un odasının işi bitmişti, ama toplanmamıştı henüz. Koridorlar
sandık dolu olduğu için, Nehlüdof'un gelişi evin içindeki, tuhaf bir heyecanla sürdürülen çalışmayı
aksatmıştı. Bir zamanlar içinde yaşadığı bu anlamsız çaba, köyde gördüklerinden sonra onda öylesine
kötü bir etki uyandırmıştı ki, hemen devrisi gün otele taşınmaya karar verdi. Agrafena Pet-rovna'ya her
şeyi bildiği, gerekli, gördüğü gibi yapmak fırsatını verecek, evi toplamak için çağırdığı ablası gelene kadar
orada kalacaktı.
Nehlüdof sabah erken çıktı evden, cezaevinin yakınında karşısına ilk çıkan bir otelde iki odalı, çok kötü
döşenmiş,, pis, ucuz bir daire tuttu kendine; evde ayırdığı bazı eşyaların buraya getirilmesini söyledikten
sonra avukata gitti.
Hava soğuktu. Yağmurdan, fırtınadan sonra, ilkbaharda çoğunlukla görülen o soğuklar bastırmıştı.
Öylesine soğuktu, rüzgâr öylesine kamçılıyordu ki, pardesüsüyle donuyordu. Nehlüdof, ısınmak için
giderek çabuklaştırıyordu adımlarını.
Köylüleri düşünüyordu: Kadınları, çocukları, ihtiyarlan, ömründe ilk kez gördüğü o yoksulluğu, o ezilmişliği,
sarkan incecik bacaklarını durmadan oynatan, ıstırap gülümsemesi yüzünden hiç gitmeyen çocuğu...
Elinde olmadan, kentteki insanlarla karşılaştırıyordu onları. Kasap, balıkçı, hazır elbise dükkânlarının
önünden geçerken —onları daha önce hiç görmemiş gibi— dükkân sahiplerinin şişmanlığına şaşıyordu.
Köyde böyle şişman bir tek insan yoktu. Bu dükkân sahipleri, sattıkları mallardan anlamayanları
kazıklamak olan uğraşlarının çok yararlı, bir uğraş olduğundan kuşku etmedikleri belliydi. Sırtlarında
kocaman düğmeleri olan geniş omuzlu arabacılar da; sırmalarla donatılmış, resmî kasketli kapıcılar da;
önlüklü,, kıvırcık saçlı oda hizmetçisi kızlar da; hele hele, yaylılarına kurulmuş, yayalara küçümseyerek,
küstahça bakan, enseleri traş edilmiş bıçkın arabacılar da şişmandı hep. Bunların, topraktan yoksun
oldukları için kente göç etmiş köylüler olduğunu düşünüyordu Nehlüdof. Bu insanlardan bazıları kentteki
koşullardan yararlanmasını bilmiş,
— 273 —
beyler gibi yaşamaya başlamışlardı, mutluydular, bazılarısa, köyde olduğundan daha ağır koşullar altında
yaşamak zorunda kalmışlardı kentte, daha perişan olmuşlardı. Bir bodrumun penceresinde çalışan
ayakkabıcıların bunlardan olduğunu düşündü Nehlüdof; sabunlu buharın çıktığı açık pencerelerin önünde
ütü yapan, cılız kolları çıplak, soluk benizli, üstlerinde başlarında olmayan, sıska çamaşırcı kadınlar da
bunlardandı... Nehlüdof, karşılaştığı önlüklü, çıplak ayaklarında delik deşik ayakkabılar, tepeden tırnağa
kadar boya içinde iki boyacının da öyle olduğunu düşündü. Güneşten yanmış, damarlı, ince kollarını
dirseklerine kadar sıvamış, boya kovalarını taşıyor, bir yandan da atışıyorlardı. Istırap, bitkinlik okunan
yüzleri öfkeliydi. Arabacı yerlerinde sarsıla sarsıla giden yük arabacılarının tozlu, simsiyah yüzleri de
öyleydi. Sokak başlarında çocuklarıyla durmuş, dilenen kadınların, üstleri başları yırtık erkeklerin
yüzlerinde de vardı aynı öfke. Önünden geçtiği meyhanenin açık penceresinde de gördü aynı yüzleri
Nehlüdof. Üzerleri şişe, çay takımı dolu, pis mi pis masaların arasından beyaz önlüklü garsonlar sağa sola
yalpa vurarak gidip geliyor; terden sırılsıklam yüzleri kırmızı müşteriler bağırıp çağırıyor, şarkı
söylüyorlardı. Bir tanesi —bir şeyi hatırlamaya çalışıyormuş gibi— kaşlarını kaldırmış, dudaklarını uzatmış,
pencerenin yanında oturuyor, önüne bakıyordu.
Nehlüdof, soğuk rüzgârın kaldırdığı tozla birlikte, her yana dağılmış boya kokusunu da ciğerlerine çekerek,
Niçin toplanmışlar bunlar buraya? diye geçirdi içinden.
Bir sokakta, birtakım demirler taşıyan bir yük arabasıyla beraber yürüdü bir süre. Girintili çıkıntılı yollarda
demirler öylesine gürültü çıkarıyordu ki, kulakları çınlamaya başladı Nehlüdof'un, adımların! çabuklaştırdı.
Tam o sırada, gürültünün arasından, birinin onu adıyla çağırdığını duydu. Durdu. Biraz ilerdeki yaylıda,
bembeyaz dişlerini göstererek gülümseyen, ona el sallayan, sivri bıyıklarının uçları kalkık, güzel yüzlü bir
subay gördü.
— Nehlüdof? Sen misin?
Birden sevindi Nehlüdof. Sevinçle:
Diriliş — F: 18— 274 —
- Ah! Şenbık, dedi.
Ama ortada sevinecek bir şey olmadığını anlamakta gecikmedi.
Bir zamanlar halalara uğrayan Şenbık'dı bu. Çoktan beri kaybetmişti onu Nehlüdof; alaydan ayrıldığını,
süvarilikte kaldığını, borçlarına rağmen, bir şeyler yapıp zenginler arasında yaşamayı sürdürdüğünü
duymuştu. Arkadaşının neşeli, mutluluk okunan yüzü, duyduklarının doğru olduğunu gösteriyordu.
Şenbık, yaylıdan inip, omuzlarını düzeltirken:
— Seni ele geçirmem iyi oldu! dedi. Kimsecikler yok koca kentte. İhtiyarlamışsın be kardeşim.
Yürüyüşünden tanıdım seni. Ne dersin, yemeği beraber yer miyiz? Sizin burada nerenin yemekleri
güzeldir?
Arkadaşından, onu gücendirmeden nasıl ayrılabileceğini düşünen Nehlüdof:
— Bilmem ki, dedi, pek zamanım yok da... Senin ne işin var buralarda?
— Var işte bazı işlerim. Vesayet işleri. Vasiyim ben. Sa-manof'un işlerini yönetiyorum. Tanıyor
musun onu? Denizde kum, herifte para. Biraz aptaldır yalnız. Ama elli dört bin hektar arazisi var.
(Arazi kendininmiş gibi kurularak söylüyordu bunu.) İşleri berbattı. Arazisinin hepsi köylülerin elindeydi.
Para falan vermiyorlardı ona. En azından seksen bin zarar ediyordu yılda. Bir yıl içinde düzelttim işlerini,
yüzde yetmiş fazla gelir sağla-dsm ona.
Nehlüdof, Şenbık'ın varını yoğunu har vurup harman savurduktan, ayrıca —ödemek niyetinde olmadığı—
bir sürü de borç ettikten sonra, sözü geçen birinin yardımıyla, malını, mülkünü ona buna yediren para
babası bir ihtiyarın vasisi olduğunu, bu işten elde ettiği kazançla yaşadığını duyduğunu hatırladı.
Nehlüdof, arkadaşının krem sürülmüş, pırıl pırıl parlayan yüzüne, bıyıklarına bakar, onun içten
konuşmasını, vasilik işlerini nasıl yoluna koyduğuyla övünmesini dinlerken düşünüyordu kendi kendine:
Gücendirmeden nasıl ayrılabilirim ondan acaba?
— Ee, nerede yiyeceğiz yemeğimizi? Nehlüdof saatine bakarak:
— Benim zamanım yok ama, dedi.
— 275 —
— Peki öyleyse. Akşama at yarışı var. Gelecek misin?
— Hayır.
— Gel canım. Benim atım yok, ama Grişin'leri tutacağım. Hatırlıyor musun? Çok iyi bir atı var.
Bekleyeceğim seni, beraber yeriz akşam yemeğimizi.
Nehlüdof gülümsedi:
— Akşam yemeği de yiyemem seninle.
— Ne oluyor sana? Nereye gidiyorsun böyle? İstersen bırakayım seni.
— Avukata gidiyorum. Hemen şu sokağı dönünce, oradadır evi.
— Ceza evinde bir işler çevirîyormuşsun, öyle mi? Cezalılara yardım mı ediyorsun? Korçagîn'ler
söylediler bana. (Şenbık gülümsedi.) Gittiler. Anlatsana!
Nehlüdof:
— Duyduklarının hepsi doğrudur, dedi. Sokakta anlatılmaz!
— Eskiden beri tuhaf huyların vardır zaten. Evet, yarışlara gelecek misin?
— Hayır. Zamanım da yok, canım da istemiyor. Ne olursun gücenme bana.
— Tanı da buldun gücenecek adamı! Nerede kalıyorsun?
Birden ciddileşti Şenbık, gözleri daldı, kaşlarını çattı. Bir şeyi hatırlamaya çalıştığı belliydi. Nehlüdof,
meyhanenin penceresinde gördüğü, kaşları kalkık, dudaklarını uzatmış adamın yüzündeki aptalca ifadeyi
gördü bir an arkadaşının yüzünde.
— Amma da soğuk, değil mi?
— Evet.
Şenbık, Nehlüdof'un elini sıkarken:
— Neyse, hadi allahaısmarladık, dedi. Seni gördüğüme çok çok sevindim.
Yaylıya atladı, son derece beyaz dudaklarında her zamanki gülümsemesi, pırıl pırıl parlayan yüzünün
önünde yeni güderi eldivenli, geniş elini salladı.
Nehlüdof yoluna devam ederken, Ben de böyle miydim bir zamanlar? diye düşünüyordu. Tam böyle
olmasam bile, böyle olmayı istiyor, ömrümün sonuna kadar böyle yaşayabileceğimi sanıyordum.XI
— 277 —
Avukat, sırada bekleyenleri atlatarak hemen içeri aldı Neh-lüdof'u. Önce Menşof'ların işini anlattı. Ama
oğulu haksız yere tutuklamaları şaşırtmıştı onu.
- Korkunç bir şey bu, diyordu. Yangını mal sahibinin, sigortadan para almak amacıyla çıkarmış olduğu
yüzde yüzdür. Ama asıl önemli olan, Menşof'ların suçlu olduklarının ispat edilemediğidir. Hiç bir delil yok.
Sorgu yargıcının işgüzarlığı, savcının da adam-sendeciliği işte. Yeter ki kasabada değil, burada bakılsın
dâvaya. Kazanacağımdan kuşkunuz olmasın, para falan da istemiyorum. Gelelim öteki işe, Çar'a dilekçe
hazır. Peters-burg'a gideceksiniz alın kendiniz götürün, tanıdıklarınızdan da yardım isteyin. Yoksa adalet
bakanlığından bilgi isterler, onlar da başlarından savar, yani olumsuz cevap verirler, boşuna uğraşmış
oluruz. Elinizden gelirse büyük kimselerle görüşmeye çalışın.
— Çar'la mı? diye sordu Nehlüdof. Avukat gülümsedi.
— Çar en büyüktür, dedi. Büyük dediğim, dilekçe komisyonu başkanı falandır. Başka bir isteğiniz?
Nehlüdof cebinden bir mektup çıkararak:
— Var, dedi. İncil okudukları için ceza evine atılan birkaç kişi bir mektup yazmış bana. Yazdıkları
doğruysa gerçekten çok tuhaf bir şey bu. Bugün görüşmeye çalışacağım onlarla, durumu öğreneceğim.
Avukat gülümsedi.
— Bakıyorum da ceza evindekilerin koruyucusu oldunuz. Yakınmalarıyla ilgileniyorsunuz. Ama o
kadar çoktur ki orada yakınma, korkarım hepsinin üstesinden gelemeyeceksiniz.
Nehlüdof:
— Hayır, dedi, gerçekten çok tuhaf bir şey bu. Köyde İncil okumak için toplanmış köylüler. Jandarmalar
gelip dağıtmışlar. Devrisi pazar gene toplanmışlar, o zaman komiseri çağırmışlar, tutanak, düzenlenmiş,
mahkemeye vermişler köylüleri. Sorgu yargıcı soruşturma yapmış, savcı iddianameyi hazırlamış,
yargıcın karşısına çıkarmışlar köylüleri. Savcı
iddianamesini okumuş, deliller —İnci!— masanın
üzerindeymiş. Sürgün cezasına çarptırmışlar adamları. Korkunç bir şey bu. Doğru mudur acaba?
— Şaşırtıyor mu sizi bu?
— Hem de çok. Emir kulu olan komiseri anlıyorum, ama savcının yaptığına ne buyrulur? Mektep
medrese görmüş bir insandan beklenir mi bu?
— Savcıların, mahkeme görevlilerinin ilerici insanlar olduğunu düşünmeye alıştığımız için yanılıyoruz
zaten. Bir zamanlar öyleydiler, ama değiştiler şimdi. Ayın sonunu getirmekten başka bir düşünceleri
olmayan memurlardır bunlar. Aylığın! alıyor, ama yetmiyor ona bu para, prensipleri burada bitiyor. Kimi
isterseniz suçlamaya, cezalandırmaya hazırdır.
- Topluca İncil okudular diye insanları sürgüne yollayacak yasalar var mıdır?
— Sürgüne değil, küreğe yollayacaklar bile vardır. Yeter ki, İncil'i okurken birbirlerine, yasak olduğu
biçimde anlatmış olsunlar onu, yani kiliseye hakaret yüz doksanıncı maddeye göre sürgünü gerektirir.
— Olamaz böyle bir şey.
- Bal gibi olur. Kendilerine minnettar olduğumu her fırsatta söylerim sayın mahkeme görevlilerine.
Çünkü ben de siz de, hepimiz ceza evinde değilsek, onların iyi yürekliliğindendir bu. İnsanları tüm
haklarından yoksun etmek, sürgüne yollamak son derece kolaydır onlar için.
- Peki ama, her şey savcının, yasaları uygulayıp uygulamamak ellerinde olan insanların keyfine bağlıysa
mahkemeler neye yarıyor?
Avukat kahkahayla gülmeye başladı.
- Neler soruyorsunuz! dedi. Felsefeye girer sizin bu dediğiniz. Konuşuruz bunu. Cumartesi günü bize
gelin. Bilginler, edebiyatçılar, sanatçılar gelecek. Bu genel sorunlar üzerinde konuşuruz. Karımla
tanışıyorsunuz. Bekleyeceğim, gelin.
Avukat genel sorunlar derken manalı manalı yükseltmişti sesini.
Nehlüdof:
— Gelmeye çalışırım, dedi.
Yalan söylediğinin farkındaydı. Çalışacaktı ama gelmeye değil, avukatın evinde toplanacak bilginlerin,
edebiyatçıların, sanatçıların araşma katılmamaya çalışacaktı.278 —
— 279 —
Nehlüdof'un, yasaları uygulamak ya da uygulamamak görevlilerin keyfine bağlıysa mahkemelerin neye
yaradığını söylemesi üzerine avukatın gülmesi, felsefe, genel sorunlar der-kenki ses tonu, onun avukattan
ne denli uzak olduğunu göstermişti Nehlüdof'a. Avukatın arkadaşları da onun gibi düşüneceklerdi yüzde
yüz. Nehlüdof eski arkadaşlarından —Şenbık gibi— olduğu kadar avukattan da, onun çevresinden de
daha bir uzak hissediyordu kendini şimdi.
XII
Ceza evi uzaktı, vakit de geç olmuştu; Nehlüdof ceza evine gitmek için bir arabaya bindi. Orta yaşlı, zeki
bakişlı, temiz yüzlü arabacı bir sokaktan geçerken Nehlüdof'a döndü, yapılmakta olan büyük bir evi
göstererek:
— Şu eve bakın, dedi, ne kadar büyük!
Evi kendi yapıyormuş da, bununla övünmek istiyormuş gibi bir hali vardi,
Gerçekten de büyük, acayip bir yapıydı bu. Demir çivilerle çakılı kalın çam kalasları yükselen yapıyı
çepeçevre sarıyor, onu sokaktan ayırıyordu. Kalas köprüler üzerinde, üstleri başları kireç, işçiler karınca
gibi çalışıyordu. Bazıları duvar örüyor, bazıları taş kırıyor, bazıları da ağır tekneleri yukarı çıkarıyor,
başlarını indiriyordu.
Temiz giyimli, şişman bir bey —mühendis olsa gerekti— merdivende duruyor, onu saygıyla dinleyen
Vladimir'Ii kalfaya yukarıyı göstererek bir şeyler söylüyordu. Mühendisle kalfanın yanındaki kapıdan boş
tekneler çıkıyor, doluları giriyordu.
Nehlüdof, bu eve bakarak düşünüyordu kendi kendine: Hepsi —çalışanlar da çalıştıranlar da— bunun
gerekli bir uğraş olduğuna nasıl da inanıyorlar! Evlerinde gebe karıları, güçlerini aşan işlerin altından
kalkmaya çalışırken, pılı pırtıya sarılı çocukları ince bacaklarını sallayarak, açlıktan ölmek üzere, acı acı
gülümserlerken onların burada, gereksiz bir insana, onları döven, soyup soğana çeviren bir aptala bu
konağı yapmak zorunda olduklarına inanıyorlar.
Düşüncesini yüksek sesle söyledi:
— Kafasızlık bu evi yapmak. Arabacı bozulmuştu.
— Kafasızlık mı dediniz? diye itiraz
etti. Kafasızlık olur mu hiç? Halk iş buluyor, daha ne
istiyorsunuz!
— Hiç bir şeye yaramayacak bir ev yapıyorlar.
— Yaptıklarına göre yarayacak demektir. Halk ekmek parası kazanıyor hem.
Nehlüdof —daha çok tekerlek gürültüsünden sesini duyu-ramayacağı için— cevap vermedi. Ceza evine
yaklaştıklarında arabacı parkeden toprak yola indi. Şimdi gürültü kesildiği, rahat konuşabileceği için,
arabacı yerinde yarım dönerek Nehiüdof'a baktı. Karşıdan gelen, omuzlarında hızarları, baltaları, çuvalları,
yarım kürekleriyle köylüleri göstererek:
— Bunları kente sürükleyen nedir? dedi. Para, para kazanmak tutkusu.
Nehlüdof:
— Önceki yıllardan daha mı çok geliyorlar şimdi? diye sordu.
— Oho! Bu yıl duldular da doldular. B.eyler birini atıp birini alıyorlar. Çok bol çünkü.
— Niçin böyle oldu bu yıl?
— Oldu işte. Ne yapsınlar zavallılar?
— Sebep ne ama? Köyde niçin kalmıyorlar?
— Ne yapsınlar böyle? Toprak yok ki.
İnsan, bir yerini incittiğinde nasıl ki inadınaymış gibi hep orasını çarpar, acıtırsa, Nehlüdof'un karşısına da
her yerde hep aynı şey çıkıyordu.
Bundan başka konu yok mu? diye geçirdi içinden. Sonra arabacıya, köylerinde ne kadar toprak olduğunu,
arabacının ne kadar toprağı olduğunu, niçin kentte oturduğunu sormaya başladı.
Arabacı seve seve cevaplar veriyordu:
— Can başına bir hektar düşer bizim orada, efendim. Üç canlık toprağımız var bizim. Babamla bir
kardeşim evdedir, öteki askerde. Aslında ekip biçecek bir şey de yok ya. Kardeşim de Moskova'da bir iş
tutmak istiyordu...
— Toprak kiralayamaz mısınız?
— Veren kim? Beyler satıp savdılar mallarını. Tüccarlar aldı hepsini. Onlar da dünyada vermezler kiraya,
kendileri ekip bici— 280 —
yorlar. Bizim köy bir Fransızm, parasını verip o aldı köyü. Kiraya Vermiyor.
— Adı nedir bu Fransızm?
V Düfar. Tanıyorsunuzdur belki de. Büyük tiyatroda aktrist-lerin saçlarını yapıyor. İyi bir iş. Zengin oldu.
Bizim eski bayandan aldı köyü. Onundur şimdi bizim orası. Ara sıra uğrar. Allah razı olsun ondan, iyi
adamdır. Ama bir Rus karısı var, köpekten beterdir, düşmanımın başına vermesin öylesini Tanrım.
Köylünün kanını emiyor. Felâket bir şey. İşte geldik ceza evine. Nerede ineceksiniz? İçeri mi gireceksiniz?
Sanırım bırakmazlar.
Nehlüdof, yüreği küt küt vurarak, Maslova'yı nasıl bir durumda bulacağını bilmemenin verdiği korkuyla
ceza evinin kapısını çaldı. Çıkan gardiyana Maslova'yı sordu. Gardiyan deftere baktı, revirde olduğunu
söyledi. Nehlüdof revire gitti. İyi yürekli" bir ihtiyar olan revir bekçisi içeri aldı onu, kimi görmek istediğini
öğrenince çocuk bölümüne yürüdü.
Üstü başı fenol kokan genç doktor koridora, Nehlüdof'un yanına çıktı, sert bir tavırla ne istediğini sordu. Bu
doktor, cezalılara karşı çok yumuşak davranırdı. Bu yüzden ceza evi yöneticileriyle, hattâ baş hekimle sık
sık tatsız olaylar geçerdi arasında. Nehlüdof'un ondan yasa dışı bir şey isteyeceği korkusuyla, sonra hiç
kimseye ayrıcalık tanımayacağını göstermek için böyle sert davranmıştı.
— Burada kadın yok, dedi, çocuk bölümüdür burası.
— Biliyorum, ceza evinden buraya hastabakıcı olarak verilen bir kadın vardı da.
— Var, evet. İki tane var. Ne istiyorsunuz? Nehlüdof:
— Onlardan biri, Maslova yakınımdır. Görmek istiyordum onu. Cezasının kaldırılması için dilekçe
vermeye Petersburg'a gidiyorum da. Şunu verecektim ona. Bir fotoğraf.
Nehlüdof bir zarf çıkardı cebinden. Doktor yumuşamıştı.
— Olur, dedi.
_ 281 —
Beyaz önlüklü yaşlı bir kadına hastabakıcı Maslova'yı Çağırmasını söyledikten sonra Nehlüdof'a döndü
gene:
-— Oturmak istemez miydiniz acaba? Bekleme odasına geçiniz bari.
Nehlüdof:
— Teşekkür ederim, dedi.
Doktordaki iyi değişmeden yararlanarak, Maslova'dan memnun olup olmadıklarını sordu. Doktor:
— Çalışıyor işte, dedi, içinde bulunduğu koşulları göz önüne alırsak fena değil. Geldi işte.
Bir kapıdan yaşlı kadın çıktı. Maslova da arkasındaydı. Üzerinde çizgili bir entariyle beyaz önlük vardı. Bir
başörtü bağlamıştı başına. Nehlüdof'u görünce kızardı, kararsızlık içinde bir an duraladı, sonra kaşlarını
çattı, başını önüne eğip, koridorun yol halısı üzerinde çabuk adımlarla ona doğru yürüdü. Nehlüdof'un
yanına gelince önce elini uzatmak istemedi ona, sonra uzattı, daha da kızardı uzatınca. Taşkınlığı için
Nehlüdof'tan özür dilediği görüşmelerinden sonra hiç görmemişti onu Nehlüdof; şimdi de öyle bulacağını
sanıyordu onu. Ama çok değişmişti Maslova. Yüz ifadesinde yeni bir şey vardı: çekingen, tutuk bir şey,
—Nehlüdof'un sezinlediği gibi— ona karşı beslenen bir öfke. Nehlüdof, doktora söylediğini ona da söyledi
Petersburg'a gideceğini; içinde Panovo'dan aldığı fotoğraf bulunan zarfı verdi ona.
— Panovo'da buldum bunu, çok eski bir fotoğraf, hoşunuza gider belki. Alın.
Maslova siyah kaşlarını kaldırarak, şehlâ gözleriyle —bunu ona niçin verdiğini soruyormuş gibi— şaşkın
şaşkın baktı Nehlüdof'un yüzüne, sessizce aldı zarfı, önlüğünün içine soktu.
Nehlüdof:
— Teyzenizi gördüm orada, dedi. Maslova umursamaz bir tavırla:
— Öyle mi? diye mırıldandı.
— Burada iyi misiniz?
— Eh işte, iyiyim.
- Ağır değil ya göreviniz?
— Değil. Alışmadım daha.— 282 —
— 283 —
tur.
— Sizin adınıza sevindim. Oradan iyi burası. Maslova:
— Nereden? dedi.
Yüzü kızardı. Nehlüdof hemen cevap verdi:
— Ceza evinden.
— Niçin?
— Burada insanlar daha iyidir sanırım. Oradaki gibiler yok— Çok iyileri vardı orada. Nehlüdof:
— Menşof'lar için elimden geleni yaptım, umarım serbest bırakacaklar onları, dedi.
Maslova hafifçe gülümsedi.
— İnşallah. Çok iyidir zavallı kadın.
— Bugün Petersburg'a gidiyorum. Sizin dosyayı incelemeleri yakındır, kararı bozacaklarını sanıyorum.
Maslova:
— Bozsalar da bozmasalar da önemli değil artık benim için, dedi.
— Niçin artık?
Maslova, soru dolu bakışlarını Nehlüdof'un yüzüne kaldırarak:
— İşte, dedi.
Nehlüdof bu cevabı da bakışı da Maslova'nın, Nehlüdof'un kararından dönüp dönmediğini öğrenmek
istediği anlamına aldı.
— Sizin için niçin önemli olmadığını biliyorum, dedi. Ama benim için sizi serbest bıraksalar da
bırakmasalar da gerçekten önemsizdir bu. Her iki durumda da, size söylediğimi yapmaya hazırım.
Mâslova başmı kaldırdı, siyah, şehlâ gözlerini Nehlüdof'un yüzünde takılı kaldı; yüzü bir sevinçle
aydınlandı. Ama ağzından çikan, gözlerinin söylediğinden bambaşkaydı:
— Boşuna konuşuyorsunuz böyle.
— Bilesiniz diye söyledim.
Maslova gülümsememek için kendini zorlayarak:
— Bu konuda konuştuk her şeyi, dedi, söyleyecek başka bir şey yok.
İçerde bir gürültü oldu. Bir çocuk ağlamaya başladı'. Maslo-telâşlı, bakınarak:
— Beni çağırıyorlar galiba, dedi.
— Allahaısmarladık öyleyse, dedi Nehlüdof.
Maslova, kendine uzatılan eli farketmemiş gibi yapıp, Nehlüdof'un elini sıkmadan döndü, gururunu
gizlemeye çalışarak ça-auk adımlarla uzaklaştı yo! halısı üzerinde.
Ne olup bitiyor ruhunda? Neler düşünüyor? Neler hissedi-/or? Beni mi denemek istiyor, yoksa gerçekten
affedemiyor mu? Düşüncelerini, duygularını söyleyemiyor mu, söylemek mi iste-..niyor? Bana karşı
yumuşadı mı biraz, yoksa kızıyor mu? Neh-jlüdof bu soruları kendi kendine soruyor, hiç birine bir cevap
bulamıyordu. Bildiği bir şey vardı: Maslova'nın değiştiğini, ruhunda önemli bir değişikliğin olduğunu, bu
değişikliğin yalnızca Nehlüdof'u Maslova'ya bağlamakla kalmayıp, onu, adına bu değişiklik olan varlığa da
bağladığını biliyordu. Bu değişiklik onu heyecanlandırıyor, sevindiriyor, duygulandırıyordu.
Maslova, sekiz çocuk karyolasının bulunduğu odaya dönünce, hemşireden aldığı emir uyarınca yatak
takımlarını değiştirmeye koyuldu. Elinde çarşaf, fazla öne uzandığı için az kaldı düşüyordu. Hastalığı
geçmek üzere olan, boynu sanlı bir çocuk güldü ona, Maslova da tutamadı artık kendini, yatağa oturup
kahkahalarla gülmeye başladı; gülüşü öylesine tuhaftı ki, birkaç çocuk daha gülmeye başlamıştı; hemşire
öfkeyle bağırdı ona:
— Ne gülüyorsun be? Eskiden çalıştığın yerde sandın ken-jdini galiba! Koş yemeği getir.
Maslova sustu, kapları alıp tam çıkıyordu ki, gülmesi yasak olan boğazı sarılı çocukla gözgöze gelince
ağzını tutarak güldü
I gene. Akşama kadar, yalnız kaldığı zamanlar zarftan resmin ucu--nü birkaç kere çıkarıp uzun uzun baktı.
Ama gece nöbeti bitip de, bir hastabakıcıyla beraber kaldığı odada yalnız kalınca fotoğrafı tamamen çıkardı zarftan, gözlerini uzun süre ayırmadan, bakışlarıyla her şeyi — yüzleri de, giysileri
de, balkonun basamaklarını da, Nehlüdof'un onun, halaların yüzlerinin arasındaki ağaçlan da —
okşayarak sararmış karta uzun süre baktı. Özellikle kendine, taptaze, güzel yüzüne, alnını çevreleyen
bukle bukle— 284 —
saçlarına bakmaya doyamıyordu. O kadar dalmıştı ki, oda arkadaşı hastabakıcının odaya girdiğini bile
farketmedi.
İyi yürekli, şişman hastabakıcı fotoğrafın üzerine eğilerek:
— Nedir bu? dedi. O mu verdi sana? Şu sen misin yoksa? Maslova, arkadaşının yüzüne bakıp
gülümseyerek:
— Ya şu kim? diye mırıldandı.
— Kim mi? O mu? Bu da annesi mi?
— Halası. Tanıyamadın mı beni?
— Tanıyamadım tabiî. Söylemesen dünyada tanıyamazdım. Yüzün çok değişmiş. On yıl geçmiş aradan!
Maslova:
— Yıllar değil, bir ömür, dedi.
Canlılığı birden geçti. Derin bir keder kapladı yüzünü, kaşlarının arasında derin kırışıklar belirdi.
— Orada rahattın galiba.
Maslova gözlerini kapayıp başını salladı:
— Evet, çok rahattım, dedi. Kürekten beter.
— Sebep?
— Öyle işte. Akşamın sekizinden sabahın dördüne kadar rahat vermezlerdi. Her gün böyleydi bu.
— Niçin ayrılmazdın onlardan? Maslova:
— İsterdim ayrılmak, ama ayrılamazdım ki, dedi. Boş ver! Ayağa kalktı, fotoğrafı masanın gözüne attı;
gözyaşlarını güç
tutarak, kapıyı küt dîye vurup koridora çıktı. Fotoğrafa bakarken, orada olduğu gibi hayal etmişti kendini; o
zaman ne kadar mutlu olduğunu, şimdi de Nehlüdof'la ne çok mutlu olabileceğini düşünmüştü.
Arkadaşının sözleri, şimdiki durumuyla o zamanki durumunu hatırlatmıştı ona; hayatın, o zamanlar hayal
meyal hissettiği, ama kendi kendine itiraf etmekten çekindiği korkunçluğunu getirmişti gözlerinin önüne. O
korkunç geceleri — özellikle, parasını ödeyip onu kurtaracağına söz veren üniversite öğrencisini beklediği,
yortudan önceki geceyi — düşünüyordu. Kırmızı ipek kumaştan, sağına soluna şarap dökülmüş, açık
elbisesiyle, karmakarışık saçlarına kırmızı bir kordelâ bağlı, yorgunluktan bitkin bir durumda, sarhoş,
gecenin ikisinde konukları yolcu ettikten sonra, dansa ara verildiğinde gidip sıska, elmacık
— 285 —
kemikleri çıkık, yüzü sivilceli bir arkadaşının yanına oturduğunu —kemancıya eşlik ederdi bu arkadaşı—
ona çekilmez hayatından yakınmaya başladığını hatırladı. Arkadaşı da kendi yaşayışından yakınmıştı,
buradan ayrılmayı düşündüğünü söylemişti. Klara gelmişti yanlarına, üçü hemen karar vermişlerdi: Bu
hayattan ayrılacaklardı. O gecenin son olacağını söylüyorlardı, tam yatmak için kalkıyorlardı ki, dışarda
sarhoş konukların gürültüsü duyuldu. Kemancı neşeli bir Rus halk şarkıcı çalmaya başladı, Maslova'nın
arkadaşı, piyanonun tuşlarına olanca gücüyle indiriyordu parmaklarını. Beyaz gömlekli, fraklı, ufak tefek
bir adam —pis pis şarap kokuyor, konuşurken hıçkınyordu; terlemişti— Maslova'yı kaldırdı dansa; kısa
boylu, sakallı, gene Iraklı (bir balodan gelmişlerdi) arkadaşı da Klara'yi kaptı, uzun süre döndüler, dans
ettiler, bağırıp çağırdılar, içtiler... Böyle bir yıl, bir yıl daha geçti aradan, bir yıl daha. Kurtulamadı! Bütün
bunların sebebi Nehlüdof'du. Maslova'nın içine, eskiden ona duyduğu nefret doldu birden; ona sitem
etmek, bağırıp çağırmak istedi. Onu tanıdığını, ona teslim olmayacağını, bedensel yönden ondan
yararlandığı gibi ruhsal yönden de yararlanmasına izin vermeyeceğini, onu soylu uygunun bir aracı
yapmasına göz yummayacağını yüzüne haykırma fırsatını kaçırdığı için üzülüyordu şimdi. Bu üzüntüsünü
bastırmak için içki istedi canı. Hücrede olsaydı sözünü tutmaz, içerdi de. Buradaysa sağlık memurundan
başka kimseden alamazdı içki; oysa korkuyordu sağlık memurundan, asılıyordu ona çünkü. Erkeklerle
konuşmaktan bile iğreniyordu. Koridordaki tahta kanepede bir süre oturduktan sonra odaya döndü,
arkadaşının sorularına cevap vermeden, mahvolmuş hayatı için uzun süre acı acı ağladı.
XIV
Petersburg'da Nehlüdof'un üç işi vardı: Maslova'ya verilen cezanın yargıtayca kaldırılmasına çalışacak;
Fedosya Birükova' nın dilekçe komisyonundaki işini izleyecek; Vera Bogoduhovs-kaya'nm isteği üzerine,
jandarma başkomutanlığında ya da üçüncü şubede, Şustova'nın serbest birakılması bir de Vera
Bogodu-hovskaya'nın mektubunda anlattığı, kalede tutuklu gencin, anne-.— 286 —
siyle görüştürülmesi için uğraşacaktı. Bu üç işten başka, oldukça onemli dördüncü bir işi daha vardı: İncil
okudukları için ailelerinden uzaklaştırılıp Kafkasya'ya sürüleni köylülerin işiyle ilgilenecekti. Bu işin
aydınlanması için elimden geleni yapacağına köylülerden çok kendi kendine söz vermişti.
Maslennikof'la son görüşmesinden, özellikle, köye gitmesinden bu yana, o güne kadar içinde yaşadığı
çevreye, küçük bir azınlığın mutluluğu, rahatı için milyonlarca insanın çektiği ıstırabın öylesine titizlikle gizli
tutulduğu çevreye karşı sonsuz bir nefret duymaya başlamıştı. Bu çevrenin insanlarının, çekilen bu
ıstırapları görmedikleri için bu hayatın kötülüğünü, çirkinliğini de farkedemediklerini düşünüyordu. Bu
çevrenin insanlarıyla utanç duymadan, kendi kendine kızmadan konuşamıyordu artık. Öte yandan, geçmiş
günlerinin alışkanlıkları, akrabaları, dostları hep bu çevreye çekmekteydi onu. En önemlisi de, şimdi
istediği tek şeyi yapabilmek; Maslova'ya, öteki zavallılara yardım edebilmek için bu çevrenin, yalnız saygı
duymamakla kalmayıp, üstelik nefret de ettiği iğrenç insanlarından yardım dilemek zorundaydı.
Petersburg'da, eski bir bakanın karısı olan teyzesi kontes Çarskaya'nın evinde kalıyordu. Kendini, öylesine
yabancılaştığı, uzaklaştığı aristokrat çevrenin içinde bulmuştu birden. Hiç hoşlanmamıştı bundan, ama
yapabileceği başka bir şey de yoktu. Teyzesinin evinden ayrılıp otele yerleşmesi gücendirdi onu; ayrıca,
çok tanıdıkları vardı teyzesinin; işlerinde çok yardımı dokunabilirdi ona.
Yoldan yeni gelmişti daha, kontes Katerina İvanovna onu kahveyle ağırlarken:
- Söylesene, doğru mu duyduklarım? dedi. Tuhaf şeyler yapıyormuşsun. Vous posez un Howard! (1)
Suçlulara yardım ediyor, ceza evlerinde dolaşıyor, aksaklıkları gidermeye çalışı-yormuşsun.
— Yo, aklımın ucundan bile geçirmedim.
— Bu hoşuma gitti işte. Ufak bir aşk hikâyesi olsa gerek. Anlatsana.
(')
Hovvard rolü oynuyorsun! (Fransızca)
— 287 —
Nehlüdof, Maslova'yla olan ilişkisini baştan sona kadar olduğu gibi anlattı.
— Ha evet, sen o kocakarıların yanında kalırken Elen bir şeyler anlatmıştı bana: Oda hizmetçileriyle
evlendirmek mi ne istemişler seni (kontes Katerina İvanovna Nehlüdofun halalarını küçük görürdü)... O kız
demek? Elle est encore joilîe? (')
Katerina İvanovna altmış yaşlarında, şen yaradılışlı, hareketli, konuşkan bir kadındı. Uzun boylu, çok
şişmandı; ince, siyah kıllar vardı üst dudağında. Nehlüdof çok severdi onu. Çocukluğundan beri onun
yanında daha bir canlı, neşeli hissederdi kendini, alışmıştı buna.
— Hayır, ma tante, (2) aşk falan yok, her şey bitti. Ona yardım etmek istememin iki sebebi var: Bir kere,
haksız yere, hiç suçu yokken çarptırıldı cezaya; sonra, benim yüzümden düştü bu duruma, başına
gelenlerin suçlusu benim. Onun için elimden gelen her şeyi yapmak zorundayım.
— Onunla evlenmek niyetinde olduğunu duydum, doğru mu bu?
— Doğru, ama istemiyor.
Katerina İvanovna kaşlarını çatıp, gözlerini açarak baktı yeğenine. Yüzü birden değişmişti. Bu habere
sevindiği belliydi.
— O senden akıllı, dedi. Ah ne aptalsın sen! Sahi evlenecek miydin onunla?
— Evlenecektim tabiî.
— Yaptıklarını bile bile mi?
— Evet. Bütün suç bende çünkü. Kontes gülümsemesini tutarak:
— Vallahi delisin sen, deli. Hem de zırdeli. Ben de bunun için severim seni zaten, zırdeli olduğun için.
Yeğenine her yönden yakıştığına inandığı bu zırdeli sözcüğünü pek sevdiği için tekrarlamıştı.
— Sırası gelmişken söyleyeyim, diye devam etti, Aline'in Magdalena'lar için çok hoş bir evi var. Bir kere
ben de gittim oraya. İğrenç şeyler. Eve gelince tepeden tırnağa iyice yıkandım.
(1)
Hâlâ güzel mî? (Fransızca) (2)
Teyzeciğim (Fransızca)— 288 —
Ama Aline corps et âme (') ilgileniyor bu işle. Seninkini de ona veririz. Aline'den iyi hiç kimse düzeltemez
onu.
— Ama kürek cezasına çarptırıldı. Buraya, mahkeme kararının bozulması için çalışmaya geldim zaten.
Sizden yardım isteyeceğim ilk iş bu.
— Bak hele! Nerede bakılacak onun dâvasına?
— Yargıtayda.
— Yargıtayda mı? Sevgili cousin'im Levuşka yargıtaydadır ya.
Sahi,
aptallar dairesinde saray
sözcüsüydü. Yargıtay asil üyelerinden hiç birini tanımıyorum. Kim bilir ne biçim adamlardırlar: Ya tout
alphabet'leri Ge, Fe, De olan Almanlar ya da birtakım İvanof'lar, Semyonof'lar, Nikilin'ler ya da pour varier
(2) İvanenko'lar, simonenko'lar, Nikitenko'lar. Des gens de l'autre monde. (3) Ama gene de söylerim
kocama. O tanır onları. Herkesi tanır o. Söyleyeceğim ona. Ama sen de anlat ona, yoksa dünyada
anlamaz söylediklerimi. Ne söylersem söyleyeyim; hep, bir şey anlamadığını söyler. C'est un parti pris. (4)
Herkes anlıyor da bir o anlamıyor.
Bu arada sırmalı pantalonlu bir uşak elinde gümüş bir tepsinin içinde bir mektupla geldi.
— Aline'den geliyor. Kizeveter'i de dinleyeceksin.
— Kim bu Kizeveter?
— Kizeveter mi? Bu akşam gel, öğrenirsin kim olduğunu. Öyle bir konuşuyor ki, en azılı haydutlar bile
ayaklarına kapanıyor, hüngür hüngür ağlayarak pişmanlıklarını bildiriyorlar.
Kontes Katerina İvanovna —gerçi çok tuhaf bir şeydi bu, üstelik yaradılışına da hiç gitmiyordu ya—
hıristiyanlığın aslının, inanç ve günahların bedelinin ödenmesi olduğunu savunan öğretiye sıkıdan sıkıya
bağlıydı. O zamanlar moda olan bu öğretinin anlatıldığı, konuşulduğu toplantılara gider, buna inananları
evine toplardı. Bu öğreti yalnızca ayinleri, tasvirleri değil, günah çıkartma, vaftiz gibi şeyleri de reddettiği
halde, kontes Katerina
(')
Bedenen de, ruhen de (Fransızca)
(2)
Değişiklik olsun diye. (Fransızca)
(3)
Başka çevrenin insanları. (Fransızca)
(4)
Kararını vermiştir önceden. (Fransızca)
— 289 —
îvanovna'nın bütün odalarında, yatağının başucunda bile tasvirler vardı; kilisenin istediği her şeyi de
—bunda herhangi terslik görmeden— yerine getirirdi.
— Senin Magdalena da bir kere dinlese onu, hemen değişir, dedi. Bu akşam ne et et, gel eve.
Olağanüstü bir adam bu.
— Hoşlanmam böyle şeylerden ben, ma tante.
— Ben de hoşlanacaksın diyorum. Muhakkak gel. Başka bir isteğin varsa benden, söyle. Vîdez votre
sac. (')
— Bir işim de kalede.
— Kalede mi? Olur, baron Krigsrnut'a bir pusla yazar veririm sana. C'est un tres brave homme (2). Sen
de tanıyorsun onu zaten. Babanın arkadaşıydı. II donne dans le spirît'sme. (3) Neyse, önemli değil bu. İyi
temiz yürekli bir insandır. Ne yapacaksın kalede?
— Orada yatan bir gencin, annesiyle görüşmesine izin verilmesine çalışacağım. Ama bana bu izni
Krigsmut'un değil, Çerv-yanski'nin verebileceğini söylediler.
— Sevmem Çervyanski'yi, ama Mariette'nin kocasıdır, biliyorsun. Ona söyleyebiliriz. Benim için yapar
bu işi. Elle est tres gentille. (4)
— Bir işim daha var. Bir kadınla ilgili. Üç dört aydir ceza evinde yatıyor, ama sebebini bilen yok.
— Vardır, vardır, kendi bilir niçin yattığını. Çok iyi bilirler onlar. Kimse boş yere içeri tıkmaz o kel kafalıları.
— Boş yere mi, boş yere değil mi, bilmiyoruz bunu. Bildiğimiz bir şey varsa, ıstırap çektikleridir.
Hıristiyansınız, teyze, İncil'e inanırsınız, ama gene de bu kadar acımazsınız...
— Hiç bir şey engel değildir buna. İncil'in yeri başka, böyle şeylerin yeri başka. İğreniyorsam
iğreniyorum... İmansızlardan nefret ediyorken, tutup da onları sevdiğimi söylesem, numara yapsam daha
kötüdür bu.
(')
Hepsini açıkla, (Fransızca)
(2)
Çok değerli bîr insandır. (Fransızca)
(3)
İspritizmayla uğraşır. (Fransızca)
(4)
Çok candan bir kadındır (Fransızca)
Diriliş — F: 19— 290
291
— Niçin nefret ediyorsunuz onlardan?
— Bir mart olaylarından sonra mı soruyorsun bunu?
— Hepsi katılmadı ki bir mart olaylarına.
— Olsun varsın. Onları ilgilendirmeyen işlere ne diye sokarlar burunlarını? Kadın işi değildir bunlar.
Nehlüdof:
— Şey, dedi, Mariette'nin bu işlerle ilgileneceğini söylüyorsunuz ama...
— Mariette mi? Mariette başka, onlar başka. Ne idüğü belirsiz birtakım Haltüpkina'lar çıkıp ona buna
ders vermeye kalkıyor.
— Ders vermeye değil; halka yardım etmek istiyorlar.
— Onlar olmadan da bilinir, kime yardım edileceği, kime edilmeyeceği.
— Öyle ama, halk sürünüyor. Köyden yeni döndüm. Bizler yan gelip yatalım, lüks içinde yaşıyalım diye
köylülerin, aç susuz bütün güçleriyle çalışmaları doğru bir şey midir?
Nehlüdof, teyzesinin iyi yürekliliğine inandığı için, düşüncelerini ona olduğu gibi açmak istiyordu. Teyzesi:
— Ne diyorsun yani ?dedi, benim de çalışmamı, aç durmamı mı istiyorsun?
Nehlüdof, elinde olmadan gülümseyerek:
— Hayır, aç durmanızı istemiyorum, diye cevap verdi; herkesin yemesini istiyorum, hepsi o kadar.
Kontes, gene kaşlarını çatıp gözlerini açarak dik dik baktı yeğeninin yüzüne.
— Mon cher, vous finirez mal. C) dedi.
— Neden?
O anda uzun boylu, geniş omuzlu bir general girdi odaya. Kontes Çarskaya'nın, emekli bakan kocasıydı
bu. Yeni traş ettirdiği yüzünü Nehlüdof'a uzatarak:
— A, hoş geldin Dmitri, dedi. Ne zaman geldin?
Bir şey söylemeden karısının alnından öptü. Kontes Kateri-na İvanovna kocasına döndü:
O
Sonun kötü olacak senin, dostum, (Fransızca)
— Non, il est impayable. (') Dereye gidip çamaşır yıkamamı, bir patatesle karnimi doyurmamı buyuruyor
bana. Korkunç bir aptaldır, ama senden istediklerini gene de yap. Zırdelidir. Duydun mu, Kamenskaya çok
fenaymış, umudu kesmişler ondan; bir uğrayıversen.
— Uğrayacağım.
— Hadi gidin ne konuşacaksanız konuşun, ben birkaç mektup yazacağım.
Nehlüdof konuk salonunun yanındaki odaya geçiyordu ki, teyzesi seslendi ona:
— Mariette'ye de yazayım mı?
— Lütfen, ma tante.
— Öyleyse en blanc (2) bırakırım, senin kel kafalı için söyleyeceklerini kendin anlatırsın, oda kocasına
buyurur. Kocası da yapar. Gaddar sanma beni. Senin bahsettiklerin hepsi iğrenç yaratıklardır, ama Je ne
leur pas de mal. (3) Cehennemin dibine kadar yolları var! Hadi git artık. Ama akşama muhakkak evde ol.
Kizeveter'i dinleyeceksin. Dua edeceğiz. İtiraz etmeyecek olursan ça vous fera beaucoup de bien (4)
Biliyorum, Elen de siz de bu yönden çok geri kaldınız. Hadi güle güle.
XV
Emekli bakan kont İvon Mihayloviç, inançlarına sıkı sıkı bağlı bir insandı.
Gençliğinden beri inandığı bir şey vardı: Nasıl ki kuşlar solucan yiyerek doyururlardı karınlarını, giysileri
tüydendi, havada uçarlardı; o da en iyi aşçıların hazırladığı en pahalı, en değerli yemekleri yer; en rahat,
en pahalı giysileri giyer; en uysal, en hızlı atların çektiği arabalara binerdi. Bütün bunlar ayağına getirildi
hem. Kont İvan Mihayloviç ayrıca, aylığı ne denli yükselirse, altınlı-elmaslı ne denli çok nişan alırsa,
saraylı kadınlarla
(1)
Hayır, hiç kimseye benzemiyor o. (Fransızca)
(2)
Bîr boş yer. (Fransızca)
(3)
Kötülüklerini istemem. (Fransızca)
(")
Çok yararı dokunacak sana bunun. (Fransızca)
— 292 —
,
erkeklerle ne denli çok görüşürse onun için daha iyi vb inanırdı. Bundan gayrısına boş verirdi kont İvan
Mihayloviç, değersiz bulurdu. İlgilenmezdi nasıl olup bittikleriyle. Kırk yıldır bu inançla yaşamıştı
Petersburg'da bakanlığa kadar da yükselmişti.
Kont İvan Mihayloviç'in böylesine bir başarı sağlamasına yardım eden nitelikleri şunlardı: bir kere,
evrakların, yaşatana anlamın! iyi kavrar tutarlı olmasa bile, kolay anlaşılır, gramer yanlışı bulunmayan
evraklar düzenlerdi; sonra, son derece gösterişliydi, gerektiği yerde sadece gururlu değil, mağrur, çok
yüksek bir kişiliğe sahipmiş gibi davranmasını bilir, gerektiğinde de küçülürdü; son olarak da, kişisel ya da
toplumsal hiç bir prensibi yoktu, bu yüzden, istediği zaman her şeye razı olur, gerekli görmediği zaman da
hiç bir şeyi kabul etmezdi. Böyle davranır ken yalnızca gururundan bir şey yitirmemeye, bir de davranışları
arasında göze batan çelişkilerin olmamasına çalışırdı; öte yandan, davranışının dürüst bir davranış mı,
alçaklık mı olduğunu., yaptığının Rus imparatorluğuna ya da bütün dünyaya büyük bir iyiliği mi, zararı mı
dokunacağını düşünmezdi bile.
Bakan olduğunda yalnızca ona bağlı olanlarla —çok insan bağlıydı ona—yakınları değil, uzak yakın
herkes, kendi de, onun çok zeki bir devlet adamı olduğuna inanıyordu. Ama aradan bir zaman geçtikten
sonra hiç bir şey yapmayınca, bir şey gösteremeyince; gene onun gibi evrak yazmayı, anlamayı öğrenmiş,
gösterişli, prensipleri olmayan memurları —varoluş yasası gereğince— onu sıkıştırmalarına dayanamayıp
emekliye ayrılmak zorunda kalınca, onun zeki, anlayışlı olmak şöyle dursun, kafasız, bilgisiz bir insan
olduğunu herkes anlamıştı. Görüşlerinde en bayağı gerici gazetelerin baş yazılarının düzeyine kadar
yükselebilmiş, kendine pek güvenen bir kafasız... Onu zorlayan ötekî bilgisiz, kendilerine güvenen
memurlardan ayrı bir yanının olmadığı çıkmıştı ortaya, kendi de anlamıştı bunu, ama inançları hiç
sarsmamıştı bu, devletten her yıl yüklü bir para almasının, parlak tören giysisine yeni yeni süsler
eklemesinin gerektiğine hâlâ inanıyordu. Bu inancı öylesine güçlüydü kî, bu konuda ona karşı koymaya hiç
kimse cesaret edemiyordu. Her yıl bir bakıma emekli parası, bir bakıma, devletin yüksek bir organında
üye— 293 —
ligine, birtakım komisyonlara, komitelere başkanlık etmesine karşılık ödül diye otuz, kırk bin ruble alıyor;
aynca, gene her yıl omuzlarına ya da pantalonuna yeni yeni sırmalar eklemek, frağı-na şeritler, mine
yıldızlar takmak hakkı kazanıyordu. Bütün bunların sonucu önemli kişilerden hayli tanıdığı vardı kont îvan
Mihayloviç'in.
Kont İvan Mihayloviç, Nehlüdof'un anlattıklarını —bir zamanlar kâtibini dinlediği gibi— dinledikten sonra,
ona biri yargı-tay üyesi Volf'a olmak üzere iki pusla vereceğini söyledi.
— Çeşitli şeyler derler onun için, diye devam etti, ama dans trus fes cas c'est un homme trescomme i!
faut. (') Çok iyiliğim dokunmuştu ona, elinden geleni yapacaktır.
Öteki puslayı, dilekçe komisyonunda önemli bir kişiye yazdı kont İvan Mihayloviç. Nehlüdof'un anlattığı
Fedosya Birükova' nın hikâyesi çok ilgilendirmişti onu. Nehlüdof, bir ara bu konuda çariçeye bir mektup
yazmayı bile düşündüğünü söyleyince kont, hikâyenin gerçekten çok dokunaklı olduğunu, bunu orada
anlatabileceğini söyledi. Ama söz veremedi buna. Bir yandan dilekçe de yürüsün, diyordu. Bir fırsat çıkar,
onu perşembe günü petit comite'ye (2) çağırırlarsa belki de anlatabileceğini düşünüyordu.
Nehlüdof, konttan iki puslayı, teyzesinden de Mariette'ye yazdığı puslayı aldıktan sonra hemen çıktı
evden.
Önce Mariette'ye gitti. Genç kızlığından tanırdı onu. Zengin olmayan aristokrat bir ailenin kızıydı. Devlet
hizmetinde yükselmeye çalışan bir adamla evlendiğini biliyordu. Kocası üzerine hiç de iyi şeyler
duymamıştı Nehlüdof. Yüzlerce, binlerce siyasî suçluya gösterdiği gaddarlığı —asıl görevi onlara ıstırap
çektirmek, eziyet etmekti zaten— biliyordu. Ezilenlere yardım edebilmek için, ezenlerin yanında olmak,
onların yaptıklarının doğru olduğunu kabul ediyormuş gibi, onlardan alışılmış, kuşkusuz farkında
olmadıkları canavarlıklarını biraz —hiç olmazsa bazı kimselere karşı— yumuşatmalarını dilemek her
zamanki gibi ağır geliyordu Nehlüdof'a. Böyle durumlarda bir huzursuzluk,
V)
Ama kim ne derse desin, çok değerli bir insandır. (Fransızca) P)
Küçük, dostça toplantı.
(Fransızca)— 294 —
can sıkıntısı duyar, dilekte bulunsun mu bulunmasın mı diye uzun süre kararsızlık içinde bocalar, ama her
keresinde de verirdi kararını, gider dilerdi dileyeceğini. Şu Mariette'nin, kocasının yanında can
sıkıntısından patlayacağını, yüzünün, kızaracağını biliyordu; ama tek başına kapatıldığı hücrede kıvranan
zavallı bir kadını kurtarabilirdi belki böylece akrabalarının da, kadının da çektiği acılara son verebilirdi...
Dahası var, artık onlardan olmadığını bildiği insanların arasına katılıp —oysa onlar kendilerinden
sanıyorlardı onu hâlâ— onlardan bir şey istemenin yapma-cıklığını hissediyor; bu insanların arasında,
gene eski yola girdiğini sezinliyor, elinde olmadan, bu çevrede sürüp giden başıboşluğa, ahlâksızlığa
kaptırıyordu kendini. Teyzesi Katerina İvanov-na'nın yanında bile hissetmişti bunu. O sabah ciddi
düşüncelerini ona anlatırken şaka ediyormuş gibi bir tavır takınmıştı.
Uzun zamandan beri gelmediği Petersburg, herkesin üzerinde bıraktığı etkiyi onun üzerinde de bırakmıştı:
Her şey öylesine temiz öylesine iyi düzenlenmiş, öylesine rahattı, insanlar ahlâk konusunda öylesine
hoşgörürdüler ki, hayat pek bir rahattı sanki, Dinç ahlâk yönünden daha bir duyarsız hissediyordu kendini
şimdi.
Üstü başı tertemiz, kibar, yakışıklı arabacı pırıl pırıl yıkanmış, sokaklarda dolaşan saygılı, zarif boylu poslu
polislerin; güzel, tertemiz evlerin önünden geçirerek, kanal boyundaki, Ma-Hette'nin oturduğu eve götürdü
onu.
Kapıda, gözlerinde meşin gözlükler olan iki İngiliz atı koşulu bir araba duruyordu. Favorileri yanağının
yarısından, resmi giysili, İngilize benzeyen arabacı, elinde kırbacıyl.a, pek bir kibirli oturuyordu arabacı
yerinde.
Tertemiz üniformalı kapıcı kapıyı açtı. Antrede gözalıcı favorileri güzelce taranmış, pırıl pırıl resmi giysili
sırmalı bir uşakla, yepyeni üniformalı, kılıçlı bir emireri vardı.
— General kabul etmiyorlar. Hanımefendi de. Şimdi çıkacaklar.
Nehlüdof Katerina İvanovna'nın yazdığı mektubu verdi, kartını çıkarıp, ziyaretçilerin yazıldığı defterin
bulunduğu küçük masaya yürüdü; görüşemediği için çok üzüldüğünü yazıyordu ki, uşak merdivene koştu,
kapıcı dışarı çıkıp Arabayı getir! diye
— 295 —
bağırdı; emireriyse hazırola geçip, merdivenden mağrur görünüşüne hiç de gitmeyen bir biçimde çabuk
çabuk inen orta boylu hanımefendiye dikti gözlerini.
Mariette'nin başında tüylü, büyük bir şapka, üzerinde siyah bir giysi, omuzlarında siyah bir şal vardı. Yeni,
siyah eldivenler takmıştı. Yüzü tülle örtülüydü.
Nehlüdof'u görünce tülü kaldırarak, sevimli yüzünü açtı, aydınlık bakışlı gözlerini ona dikti. İçten, tatlı bir
sesle:
— A, prens Dmitri İvanoviç! Dedi. Az kaldı tanıyacak-tım...
— Nasıl olur? adımı bile hatırlıyorsunuz. Mariette Fransızca:
— Elbette, dedi, kızkardeşimle bir zamanlar aşıktık bile size. Ama ne çok değişmişsiniz. Ah, ne yazık ki
gidiyorum.
Kararsızlık içinde bir an durdu.
—
Neyse, gelin yukarı çıkalım.
(Duvar saatine baktı.)
Yo, olmaz. Kamenkaya'nın duasına
gidiyorum. Çok fena durumda zavallı.
— Ne oldu ona?
— Duymadınız mı?... düelloda oğlu öldürüldü. Pozen'le düello etti. Tek oğluydu. Korkunç bir şey. Perişan
oldu kadıncağız.
— Duydum. Mariette:
— Gideyim, gideyim, dedi. Yarın ya da bu akşam gelin daha iyi.
Hafif, çabuk adımlarla kapıya yürüdü. Nehlüdof, onunla beraber dışarı çıkarken:
— Bu akşam gelemem, diye cevap verdi.
Merdivenin dibine yaklaşan doru atlara bakarak ekledi:
— Bir işim vardı sizinle.
— Nedir?
Nehlüdof, sol üst köşesinde Katerina İvanovna'nın adı, soyadının baş harfleri büyük büyük yazılı, uzunca
bir zarf uzattı ona.
— Teyzem yazdı size ne olduğunu, dedi.
— Biliyorum, kontes Katerina İvanovna kocama sözümün geçtiğini sanıyor. Yanılıyor. Yok öyle bir
şey, olsun da istemi-— 296
yorum. Ama kontes için, sizin için bu prensibimden vazgeçebilirim tabiî.
Siyah eldivenli, küçük elini cebine sokup bir şey arayarak:
— Nedir işiniz? diye sordu.
— Hastalıklı, suçsuz bir kızı kaleye atmışlar. — Soyadı ne?
— Şustova, Lidiya Şustova. Mektupta yazıyor. Mariette:
— Pekâlâ, dedi, bir şeyler yapmaya çalışırım.
Yürüyüp, güneşte pırıl pırıl parlayan kupa arabasına bindi, şemsiyesini açtı. Uşak çıkıp arabacının yanına
oturdu, arabacıya sürmesini söyledi. Araba henüz hareket etmişti ki, Mariette şemsiyesiyle arabacının
sırtına dokundu. Besili, gösterişli kısraklar güzel başların! kaldırarak durdular.
Mariette:
— Bekliyorum, dedi, lütfen gelin, ama iş için değil, oturmaya gelin.
Gülümsedi —bu gülümseyişinin ne denli güçlü olduğunu bildirdi—; oyun bitmiş de perdeyi indiriyormuş
gibi, indirdi tülünü. Şemsiyesiyle dokundu arabacının sırtına gene:
— Gidelim artık.
Nehlüdof şapkasını çıkardı. Safkan, doru kısraklar kişnedi-ler, nallarıyla kaldırım taşlarını döve döve hızla
çekip götürdüler, çukurlara girince yeni lâstik tekerlekleri üzerinde hafifçe yaylanan arabayı.
XVI
Mariette'nin gülümseyişini hatırlayınca kendi kendine başsın salladı Nehlüdof:
Saygı duymadığı insanların yüzüne gülmek zorunluğunun onda uyandırdığı kuşku, kararsızlık duygusunu
hissederek, Ne olup bitiyor, anlamadan gene bu hayatın ortasında bulacaksın kendini, diye geçirdi
aklından. Boşuna zaman kaybetmemek için önce nereye, sonra nereye gitmesi gerektiğini düşündü,
yargrtaya yollandı. Son derece kibar, temiz giyimli memurların çalıştığı geniş, güze! döşeli kalem odasına
aldılar onu önce.
— 297 —
Memurlar Nehlüdof'a, Maslova'nın dilekçesinin geldiğini, incelemek üzere yargıtay üyelerine verildiğini,
dilekçe üzerine konuşmayı Volf'un —Nehlüdof'un, teyzesinin kocasından mektup getirdiği yargıtay
üyesiydi bu— yapacağını söylediler.
— Oturum bu hafta, dedi bir memur, ama Maslova'nın dosyasına bu oturumda bakılabileceğini sanmam.
Bir rica ederseniz, bu hafta çarşamba günü bakarlar belki.
Nehlüdof kalem odasında eksik kalmış birkaç işlemin tamamlanmasını beklerken, dinliyordu çevresinden
konuşulanları. Düellodan söz ediyorlardı. Genç Kamenski'nin nasıl öldürüldüğünü, Petersburg'da günün
konusu olan bu düelloyu ayrıntılarıyla orada öğrendi. Olay şuydu: Subaylar istridye yiyorlarmış gazinoda,
her zamanki gibi de çok içiyorlarmış. Biri Kamenski'nin alayı üzerine kötü bir söz etmiş; Kamenski yüzüne
karşı yalancı demiş arkadaşının. O da tutmuş bir yumruk atmış Kamenski' ye. Devrisi gün düello etmişler;
kurşun Kamenski'nin karnına gelmiş, iki saat sonra da ölmüş. Katille düello tanıklarını tutuk-lamışlar, ama
askerî ceza evine atıldıkları halde, iki hafta sonra serbest bırakılacaklarını söylüyorlardı.
Yargıtay kaleminden dilekçe komisyonuna, komisyonda söz sahibi baron Vorobyef'e gitti. Sarayı andıran
bir devlet evinde oturuyordu. Kapıcıyla uşak, kabul günleri dışında baronu kimsenin göremiyeceğini, o gün
çarın yanında olduğunu, devrisi gün de gene konferansa gideceğini söylediler. Nehlüdof mektubu uşağa
verip, yargıtay üyesi Volf'a gitti.
Volf sabah kahvaltısını yeni yapmış, her zamanki gibi, sindirim kolay olsun diye sigara içerek odanın
içinde dolaşırken kabul etti Nehlüdof'u. Vladimir Vasilyeviç Volf gerçekten de un homme tres comme il faut
(') idi. Bu özelliğini her şeyin üstünde tutar, onun doruğundan bakardı öteki insanlara. Bu özelliğine değer
vermemek elinde değildi zaten, onun yardımıyla yükselmişti buraya kadar. Evlilik, on sekiz bin ruble geliri
olan bir mülk sahibi olmayı, kendi çabası da yargıtay üyeliğine kadar yükselmeyi sağlamıştı ona. Yalnızca
un homme tres comme il faut saymazdı kendini; şövalye ruh!u, dürüst bir insan olduğuna da ina(')
Çok efendi bir adam.— 298 —
nırdı. Dürüstlük onun için kişilerden gizlice rüşvet almamaktı. Devletin ondan istediği her şeyi köle gibi
yaparken, kendisi için her çeşit yolluk, kira istemeyi kötü bir davranış saymıyordu. Polonya Çarlığı
illerinden birinde valiyken yaptığı gibi, ulusuna, babalarından kalan dine bağlılıkları yüzünden suçsuz
yüzlerce insanı perişan etmek, sürgüne yollamak onun için kötü bir şey olmadığı gibi soylu, yiğitçe bir
davranış, bir yurtseverlikti. Ona aşık karısıyla, baldızını soyup soğana çevirmek de alçaklık değildi onun
için.
Vladimir Vasilyeviç'in ailesinde ondan başka üç kişi daha vardı: Kişiliği zayıf karısı, baldızı —onun da
malını mülkünü satıp, parasını kendi adına yatırmıştı—; uysal, ürkek yaradılışlı, çirkin, yalnız başına, ağır
bir hayat süren, son zamanlarda tek eğlencesi Aline'nin, kontes Katerina İvanovna'nın toplantılarına
katılmak olan kızı.
Vladimir Vasilyeviç'in on beş yaşamda sakallan bitince içmeye, düzensiz bir hayat sürmeye başlayan,
yirmi yaşma kadar böyle devam eden temiz ruhlu oğlu, okuyamadığı, kötü insanlarla düşüp kalktığı, borç
ettiği, babasını küçük düşürdüğü için evden kovulmuştu. Babası bir keresinde iki yüz otuz ruble borcunu
ödemişti oğlunun, bir keresinde altı yüz ruble. Ama sonunda oğluna bunun son olduğunu, yaşayışına bir
çeki düzen vermezse onu evden kovacağını, tüm ilişkisini de keseceğini bildirmişti. Ama oğlu yaşayışına
çeki düzen vermediği gibi bin ruble daha borç yapmış, babasına da bu evde yaşamanın onun için bir
ıstırap olduğunu söyleyecek kadar ileri gitmiş; Vladimir Vasilyeviç de bunun üzerine oğluna, gönlünün
dilediği yere gidebileceğini, bundan böyle onun oğlu olmadığını söylemişti. O gün bu gündür Vladimir
Vasilyeviç oğlu yokmuş gibi davranır, evde hiç kimse de ona oğlundan söz etmek yürekliliğini
gösteremezdi. Aile yaşayışını en iyi biçimde düzene koyduğundan kuşkusu yoktu.
Volf, odasında dolaşmaya ara vererek, alçakgönüllü, biraz alaylı bir gülümsemeyle —her zaman böyle
gülümserdi; insanların çoğundan üstün olduğu düşüncesinin gülümsemesine verdiği bir ifadeydi bu—
karşıladı Nehlüdof'u, elini sıktı, mektubu okudu.
— 299 —
— Buyrun oturun lütfen. İzin verirseniz ben
oturmayacağım.
Ellerini ceketinin ceplerine sokup, eski usul döşenmiş, geniş odanın içinde uzunlamasına, yumuşak
adımlarla dolaşmaya başladı. Külünü düşürmemek için sigarayı ağzından dikkatlice alırken, mavimsi,, hoş
kokulu dumanını burnundan çıkararak devam etti:
— Sizinle tanıştığıma, ayrıca kont İvan Mihayioviç'e bir hizmette bulunabilmek fırsatı eline geçtiğine çok
sevindim.
Nehlüdof:
— Bir dileğim olacaktı, dedi, dosya biran önce incelenirse çok iyi olur, çünkü cezalının Sibirya'ya gitmesi
gerekecekse bir an önce gitsin.
Her zaman karşısındaki leb demeden leblebiyi anlayan Volf o alçakgönüllü gülümsemesiyle:
— Evet, evet, Nijiniy'den ilk vapurla, biliyorum, dedi. Soyadı ne cezalının?
— Maslova...
Volf masaya gitti, dosyaların üstündeki kâğıda baktı.
— Tamam, Maslova. Pekâlâ, söylerim arkadaşlara. Çarşamba günü bakarız dosyaya.
— Avukata telgraf çekebilir miyim?
— Avukatınız da mı var? Ne diye tuttunuz avukat? Ama siz bilirsiniz.
Nehlüdof:
—
Kararın bozulmasını gerektiren nedenler yeterli olmayabilir, dedi, ama sanırım dosyanın
incelenmesinden anlaşılacaktır kararın bir yanlış anlama yüzünden verildiği.
Vladimir Vasilyeviç, sigarasının külüne dik dik bakarak:
— Olabilir, dedi, ama yargıtay dâvanın gerçek yanıyla ilgi-lenemez. Yasaların doğru uygulanıp
uygulanmadığına bakar, o kadar.
— Ama bu başka olaylara hiç benzemiyor bence.
— Biliyorum, biliyorum. Hiç bir olay benzemez ötekilere. Böyle işte.
Sigaranın külü hâlâ dayanıyordu, ama bir yerinden çatlamıştı artik, tehlikedeydi. Volf. sigarasını, külü
düşmeyecek biçimde— 300
301
tutarak:
— Petersburg'a seyrek geliyorsunuz galiba? diye sordu. Kül ha düştü ha düşecekti. Volf yavaşça tablaya
götürdü sigarasını, tam o anda da kül düştü.
— Ne korkunç bir şey şu Kamenski'lerin başına gelen! dedi. Aslan gibi bir gençti. Hem de ailenin tek
oğlu. Özellikle annenin durumu kötü...
Viadimir Vasilyeviç, Petersburg'da Kamenski için anlatılanları noktası noktasına bir kere daha anlattı.
Kontes aterina İva-novna'dan, onun yeni din akımına kendini kaptırdığından söz etti. Bu akımı ne olumlu
buluyor, ne de yeriyordu. Onun gibi bir kişi için böyle şeylerin gereksiz olduğunu düşündüğü belliydi.
Sözünü bitirdikten sonra çıngırağın ipini çekti.
Nehlüdof başıyla selâm verdi,
Volf ona elini uzatarak:
— Zamanınız varsa akşam yemeğine buyrun, dedi, çarşamba günü gelin hiç olmazsa. Kesin cevabı da
verebilirim size o zaman.
Geç olmuştu, Nehlüdof teyzesinin evine döndü.
XVII
Kontes Katerina İvanovna'nın evinde akşam yemeği yedi buçukta yeniyordu. Yemek, Nehlüdof'un o
zamana kadar görmediği, değişik bir biçimde veriliyordu. Yemekler masanın üzerinde duruyordu; uşaklar
yemekleri getirip bıraktıktan sonra gidiyorlardı, konuklar kendileri alıyorlardı yemekleri. Erkekler, kadınların
rahatsız olmalarına fırsat vermiyor, yemek dağıtma, içki koyma işinin bütün ağırlığını kendi üzerlerine
alıyorlardı, Bir kap bitince kontes masanın kenarındaki düğmeye basıyor, dışar-da zil çalıyor, uşaklar
sessizce içeri giriyor, tabaklan çabucak toplayıp yenilerini koyuyorlardı. İçkiler gibi yemekler de pek nefisti.
Geniş, aydınlık mutfakta Fransız baş aşçı, beyaz önlüklü iki yardımcısıyla beraber hazırlıyordu bu
yemekleri. Altı kişi vardı yemekte: Kont, kontes, asık yüzlü bir muhafız subayı olan oğullan —dirseklerini
masaya dayıyordu,— Nehlüdof, bir de kontun köyden gelmiş baş kâhyası.
İ
Burada da düellodan konuşuluyordu. Çar'ın bu olayı nasıl karşıladığından söz ediyorlardı. Çar'ın anne
Kamenskaya için üzüldüğü biliniyordu. Herkes üzülüyordu bahtsız kadın için. Öte yandan, çok üzüldüğü
halde, üniformasının onurunu koruyan katile karşı Çar'ın pek sert davranmamak niyetinde olduğu da
biliniyordu. Üniformasının onurunu koruyan katili herkes hoşgö-rüyordu zaten. Yalnız kontes Katerina
İvanovna suçluyordu katili.
— Oh, ne âlâ dünya, diyordu, içsinler içsinler, aslan gibi gençleri öldürsünler... dünyada affetmem ben
olsam.
Kont:
— Bunu anlamıyorum ben işte, dedi.
— Benim söylediğim hiç birşeyi anlamazsın sen zaten. (Kontes Nehlüdof'a dönerek devam
etti.) Herkes anlıyor da bir kocam anlamıyor. Zavallı anneye, acıdığımı; gençlerin birbirini öldürmelerini,
öldürenin sevinmesini istemediğimi söylüyorum.
O âna kadar susan oğlu karıştı söze, katili savundu. Bir subayın başka türlü davranamayacağını,
davranırsa subaylar mahkemesinin onu alaydan kovacağını kaba bir biçimde anlatarak annesine saldırdı.
Nehlüdof, söze karışmadan dinliyordu. Öne sürdüğü delilleri kabul etmese bile, eski bir subay olarak
anlıyordu Çarski'yi. Ama elinde olmadan, bir başka subayı öldüren subayla; ceza evinde gördüğü,
kavgadan adam öldürdüğü için kürek cezasına çarptırılmış güzel yüzlü delikanlının durumlarını şöyle bir
düşündü. İkisi de sarhoşken katil olmuşlardı. Köylü öfkeli bîr anında öldürmüştü. Karısından, çoluğundan,
çocuğundan, akrabalarından ayırmışlardı onu, ayaklarına zincir vurup, saçlarını kesmiş, ceza evine
atmışlardı. Yakında Sibirya'ya gidecekti. Oysa beriki askerî ceza evinde rahat bir o,dada oturuyor, güzel
güzel yemekler yiyor, en âlâsından şarap içiyor, kitap okuyordu. Bugün yarın da serbest bırakılacak, eski
yaşayışına devam edecekti. Daha bir ilgi görecekti hem bundan böyle çevresinde.
Bu konuda düşüncelerini söyledi. Başlangıçta yeğeninden yana göründü kontes Katerina İvanovna, ama
sonra sustu. Anlattıklarının saygısızlık olduğunun ötekiler gibi Nehlüdof da farkındaydı.
Akşam yemeğinden sonra, Kizeveter'in konuşacağı konuk-— 302
lar toplanmaya başladı. Yüksek arkalıklı oymalı sıra sıra sandalyeler dizilmişti buraya; konuşmacı için bir
sürahi su konmuş masanın arkasında da bir koltuk vardı.
Avluda güzel güzel arabalar duruyordu. Zengin döşeli salonda ipekler, kadifeler, danteller içinde, takma
saçlı, ince belli şık bayanlar oturuyordu. Bayanların araşma erkekler serpilmişti: Subaylar, siviller. Beş
erkek de aşağı tabakadandı: İki kapıcı, bir dükkâncı, bir uşak, bir de arabacı.
Kizeveter İngilizce konuşuyor; pînce nez'li sıska bir kız çabuk ve güzel, Rusçaya çeviriyordu söylediklerini.
Kizeveter günahlarımızın çok büyük, cezalarınınsa korkunç, kaçınılmaz olduğunu, bu cezayı bekleyerek
yaşanamayacağını söylüyordu.
— Sevgili kardeşlerim, kendimize şöyle bir bakar; nasıl yaşadığımızı, neler yaptığımızı, yüce
Tanrıyı nasıl öfkelendirdiğimizi, İsa'yı nasıl üzdüğümüzü düşünürsek, bizim için
bağışlanmak
diye bir şeyin, kurtuluşun olmadığını, sonumuzun felâket olduğunu anlarız. (Titrek, ağlamaklı bir sesle
konuşuyordu.) Korkunç bir felâkettir bu, sonsuz ıztırap bekliyor bizi. Nasıl kurtulacağız? Kardeşlerim, nasıl
kurtulacağız bu korkunç yangından? Evimizin her yanını sardı, çıkış yolumuz yok.
Bir an sustu. Yanaklarından sahici gözyaşı damlaları yuvarlanıyordu. Sekiz yıldır, pek hoşlandığı
konuşmasının tam bu yerine gelince, boğazına bir şey düğümlenir, burnunun direği sızlar gözleri yaşarırdı.
Bu gözyaşları daha da duygulandırırdı onu. Salonda hıçkırıklar duyuluyordu. Kontes Katerina İvanovna
mozayik masaya dirseklerini dayayarak başını elleri arasına almıştı, etli omuzları titriyordu. Arabacı,
arabayla üzerine üzerine gidiyor da Alman kenara çekilmiyormuş gibi şaşkınlık, korku dolu gözlerle
bakıyordu Kizeveter'e. Dinleyicilerin çoğunluğu kontes Katerina İvanovna gibi oturuyordu. Volf'un, ona
benzeyen, son modaya göre giyinmiş kızı yere diz çökmüş, elleriyle yüzünü kapamıştı.
Konuşmacının yüzü aydınlandı birden, gerçek gülümsemeyi andıran bir ifade —artistlerin sevinç
bildirdikleri ifadeydi bu— kapalı yüzünü, tatlı bir sesle devam etti:
— Ama kurtuluş vardır. Bizi mutlu eden, sevindiren de bu— 303 —
dur işte. Bu kurtuluş. Tanrının bizler için kendini ıstıraplara vermiş oğlunun dökülen kanıdır. Onun
çektikleri, onun kanı kurtarıyor bizi. Kardeşlerim —gene ağlamaklı konuşmaya başlamıştı— tek evlâdını
insanoğlunun bağışlaması uğruna feda eden Tanrıya şükredelim... Kutsal kanı...
Nehlüdof duyduklarından öylesine iğrendirmişti ki, sessizce kalktı, yüzünü buruşturarak, utançtan renk
vermemeye çalışarak çıktı, odasına gitti.
XVIII
Devrisi sabah Nehİüdof kalkmış, giyinmiş, aşağı inmeye hazırlanıyordu ki, uşak Moskova'lı avukatın
kartını getirdi ona. Bazı işleri için gelmişti avukat. Ayrıca, çok uzak bir güne atılmaz-sa, yargıtayda
Maslova'nın dosyasının incelenmesinde de bulunacaktı. Nehİüdof un telgrafı Moskova'ya varmadan yola
çıkmıştı. Maslova dâvasının yargıtayda ne zaman dinleneceğini, yar-gıtay üyelerinin kimler olduğunu
Nehlüdof'tan öğrenince gülümsedi.
— Demek ki üç tip üye var, dedi. Vali tam bir Petersburg memurudur, Skovorodnikof daha gerçekçi. En
çok ona güvenebiliriz. Dilekçe komisyonundan ne haber?
— Bugün baron Vorobyef'e ('} gideceğim, dün gittim, görüşemedim.
Bu yabancı unvanı böyle bir Rusça sözcükle beraber kullanırken Nehlüdof'un ses tonuna biraz alaycı bir
hava vermesi üzerine avukat:
— Vorobyef'in nereden baron olduğunu biliyor musunuz? dedi. Pavel, galiba baş uşak olan dedesine
bir hizmetine karşılık vermiş bu unvanı. Nasıl bir hizmetse, pek hoşuna gitmiş Pa-vel'in. Baron yapıvermiş
onu bir çırpıda. O günden sonra baron Vorobyef olmuş işte. Gurur duyuyormuş da bununla. Ne
anasının gözüdür!
Nehlüdof:
— Bugün gideceğim ona, dedi.
(1) Vorobyef Rusça serçe kuşu anlamına gelir. (F.A.)— 304 —
— Neyse, beraber gidelim. Bırakayım sizi.
Antrede uşak gibi Nehlüdof'un yanına, Mariette'den bir mektup verdi:
Pour vous faire plaisir, j'ai agi tout â fait contre mes principes, et jai intercede aupres de mon mari pour
votre protegee. ll se trouve que cette personne peut etre relachee immediatement. Mon mana â ecrit au
commandant, Venez done. Je vous attend. C)
Nehlüdof avukata döndü:
— Ne korkunç bir şey bu! dedi. Yedi ay tek kişilik hücrede yatırdıkları Asanın hiç bir suçu olmuyor,
oradan kurtulması için de bir sözcük yetiyor.
— Her zeman böyledir bu. İstenen sonucu elde ettiniz ya, ona bakın siz
— Ama acı veriyor bana bu başarı.
— Ne diye yakalayıp oraya attılar bu zavallıyı? Ne diye yedi ay ıstırap çektirdiler ona?
— Düşünün ki beterin de beteri vardır.
Dışarı çıktılar. Avukatın tuttuğu güzel kiralık araba merdivenin dibine yaklaşırken avukat:
— Bırakayım sizi, diye devam etti. Baron Vorobyef'e gidiyorsunuz, değil mi?
Avukat gideceği yeri söylen; arabacıya, güçlü atların çektiği araba biraz sonra baren Vorobyef'in evinin
önündeydi. Baron evdeydi. Birinci odada resmî giysili, son derece uzun boyluydu, gırtlak kemiği çıkık,
parmaklarının ucuna basarak yürüyen, genç bir memurla iki bayan vardı.
Genç memur, bayanların yanından ayrılıp çıt-kırıldım bir yürüyüşle Nehlüdof'un yanma geldi:
— Soyadınız? Nehlüdof söyledi.
— Baron biliyor geleceğinizi. Bir dakika!
(') Sizi sevindirmek için prensiplerimi hiçe saydım, koruduğunuz kimse için kocama gerekeni söyledim.
Sanıyorum yakında serbest bırakacaklar dediğiniz kızı. Kocam kale komutanına yazdı. Gelin... Bekliyorum
sîzi. (Fransızca)
— 305 —
Genç memur kapalı bir kapıdan girdi. Matem elbisesi giymiş, ağlamaktan yüzü gözü şişmiş bir kadın
çıkıyordu oradan. Kadın, gözyaşlarını gizlemek için, karışan tülünü kemikli parmaklarıyla indirmeye
çalışıyordu.
Genç memur, yumuşak adımlarla çalışma odasının kapısına yaklaştı, kapıyı açıp Nehlüdof'a yol verdi:
Nehlüdof içeri girince büyük bir yazı masasının arkasındaki koltuğa gömülmüş, neşeyle önüne bakan kısa
boylu, saçları kısa kesilmiş redingotlu bir adamın karşısında buldu kendini. Beyaz bıyıklarının, sakalının
arasında daha bir göze çarpan sevimli yüzü, Nehlüdof'u görünce içten bir gülümsemeyle aydınlandı.
— Sizi gördüğüme çok sevindim, annenizle eski dosttuk. Çocukluğunuzu bilirim. Subayken de
görmüştüm sizi. Oturun bakalım, anlatın, ne yardımım dokunabilir size?
Nehlüdof, Fedosya olayını anlatırken baron ak saçları kısa kesilmiş başını sallayarak:
— Evet, evet, diyordu. Anlatın, anlatın, anladım. Evet, gerçekten de çok acı bir şey bu. Dilekçe verdiniz
mi bari?
Nehlüdof dilekçeyi cebinden çıkararak:
— Hazırladım, dedi.
Yalnız, dilekçeyi size sunmayı
daha uygun buldum, o zaman daha bir
ilgilenirler çünkü.
— İyi etmişsiniz. Kendim götürür elimle veririm. (Baronun neşeli yüzünde büyük bir acıma ifadesi vardı.)
Yazık, çok yazık. Çocuktu besbelli zavallı, kocası kaba davrandı ona, dövdü falan, aradan zaman geçince
de sevdiler birbirini... Evet, ben veririm dilekçeyi.
— Kont İvan Mihayloviç durumu Çariçeye açacağını söyledi. Nehlüdof daha sözünü bitirmemişti ki,
baronun yüzü birden değişti.
— Neyse, dedi, dilekçeyi siz kaleme bırakın gene de, elimden geleni yaparım ben.
Tam bu sırada çıt-kırıldım yürüyüşlü genç memur girdi odaya.
— Deminki bayan iki sözcük daha söylemek istiyor.
— Gelsin bakalım. Ah, mon cher, o kadar gözyaşı görüyor ki insan burada! Hepsini dindirmek gelse
elimizden! Gücümüzün yettiğince bir şeyler yapmaya çalışıyoruz işte.
Diriliş — F: 20306
Kadın girdi:
— Söylemeyi unuttum efendim, kızını bırakmasına izin verilmesin sakın, yoksa her şeye...
— Elimizden geleni yapacağım, dedim ya.
— Baron, yalvarırım kurtarın zavallı bir anneyi. Kadın, baronun elini yakalayıp öpmeye başladı:
— Yapılabilecek her şey yapılacaktır.
Kadın çıkınca, Nehlüdof da gitmeye hazırlandı.
— Elimizden geleni yapacağız. Adalet Bakanlığına sorarız, onların vereceği cevaba göre ne
yapılabilecekse yaparız.
Nehlüdof çıkıp kaleme gitti. Yargıtayda olduğu gibi burada da güzel döşeli, geniş bir odada temiz giyimli,
saygılı, ciddî bir sürü memur vardı.
Nehlüdof, elinde olmadan düşünüyordu gene: Ne kadar da çoklar, hepsi de tok, üstleri başları
tertemiz, hepsinin çizmeleri gıcır gıcır. Kim yapıyor bütün bunları? Değil ceza evle-1 rindekilerden, köyde
yaşayan insanlardan bile ne kadar rahatlar!
XIX
Petersburg'daki cezalıların kaderleri, bir sürü nişanı olan, ama bunlardan yalnız Beyaz Haç'ı takan,
devlete çok hizmeti dokunmuş, ama —söylendiğine göre— bunamış, Alman baronlarından yaşlı bir
generalin elindeydi. Bu çok sevdiği haçı, Kafkasya'da gösterdiği yararlıklara karşılık vermişlerdi ona.
Komutası altından resmî giysili, saçları kısa kesilmiş, süngülü tüfeklerle silâhlandırılmış Rus köylülerine,
özgürlüklerini, evlerini, ailelerini savunan bini aşkın insan öldürmüştü orada. Sonra Polonya'da hizmet
etmişti, yurduna; orada da Rus köylülerine bir çok cinayetler işletmiş, bunun için de nişanlar, üniformasına
bir takım süsler almıştı. Daha sonra başka bir yerde daha göstermiş bu çeşit kahramanlıklar. Artık
çökmüştü. Şimdi de, ona iyi bir evde oturmak olanağını, rahat yaşamasına yetecek kadar bir gelir, ayrıca
saygı sağlayacak bîr görevdeydi. Büyük bir titizlikle yapıyordu görevini. Yukardan gelen emirlere büyük
değer verir, dünyada her şeyin değişebileceğine, ama yukardan gelen emirlerin hiç bir türlü
değiştirilemeyeceğine inanırdı. Görevi, kadın erkek siyasî suçluları zindanlarda, tek kişilik hücrede, on
— 307 —
yılda bu suçluların yarısının, bazıları aklını yitirerek, bazıları veremden ölerek, bazıları kendi canına
kıyarak —kimi yemek yemeyerek, kimi cam parçasıyla bilek damarlarını keserek, kimi kendini asarak, kimi
de kendini yakarak— telef olacak biçimde saklamaktı.
Yaşlı general hepsini biliyordu bunların, gözlerinin önünde olup bitiyordu zaten her şey; ama fırtınaların, su
baskınlarının sebep oldukları felâketler yüreğini sızlatmadığı gibi, bu olaylar da sızlatmıyordu. Yukardan,
Çar'dan gelen emir gereği oluyordu bütün bunlar. Bu emirler ne olursa olsun yerine getirilmeliydi; bu
bakımdan, onların sonuçlarını düşünmek gereksizdi. Yaşlı general, çok önemli olduklarına inandığı
görevini aksatacağı korkusuyla, böyle şeyler üzerinde düşünmemeyi bir yurtseverlik, askerlik görevi
sayardı.
Görevi gereği haftada bir kere zindanları dolaşır, cezalılara bir istekleri olup olmadığını sorardı. Cezalılar
çeşitli şeyler isterlerdi ondan. İhtiyar yüzlerine bön bön bakarak, sessizce dinlerdi onları, hiç bir isteklerini
de yerine getirmezdi; istenilen şeyler yasalarla uyuşmazdı hiç bir zaman çünkü.
Nehlüdof'un bindiği payton yaşlı generalin oturduğu eve yaklaşırken kuledeki saat iyice sesli canlarıyla,
Tanrının kutsallığı nı çalıyordu; sonra saat ikiyi vurdu. Can sesini dinlerken Nehlüdof elinde olmadan,
aralık, devrimcilerinin bildirilerinde okuduklarını; her gün yenilenen bu tatlı müziğin, bir daha çıkmamak
üzere zindana girmiş insanların ruhunda ne gibi bir etki uyandırabileceğini düşündü. Nehlüdof yaşlı
generalin avlusuna girdiğinde, o, karanlık bir odada oyma süslemeli bir masanın başına oturmuş,
memurlarından birinin kardeşi olan genç bir ressamla bir kâğıt üzerindeki fincan tabağını çeviriyordu.
Ressamın ince, terli zayıf parmakları yaşlı generalin yağlı, buruş buruş, eklem yerlerinde kemikleri çıkmış
parmaklarıyla iç içey-di. Birleşmiş bu iki el, üzerinde alfabenin bütün harfleri yazılı kâğıdın üstündeki ters
çevrilmiş fincan tabağını öteye beriye çekiyordu. Tabak, generalin ölümden sonra ruhların birbirlerini nasıl
tanıyacakları üzerine sorduğu soruya cevap veriyordu.
Kapıcı görevini yapan emirerlerden biri elinde Nehlüdof'un kartıyla içeri girdiğinde tabağın aracılığıyla Jan
d'Ark'ın ruhu ko-— 308 —
pusuyordu. Jan d'Ark'ın ruhu o ana kadar harflerle Ruhlar birbirlerini tanıyacaklar, ama... demişti,
yazmışlardı da bunu. Emireri geldiğinde tabak önce p, sonra o harfleri üzerinde durup s harfine geçmiş, bir
o yana bir bu yana gidip geliyordu. Bu kararsızlığın sebebi şuydu: Generalin düşüncesine göre sonraki
harf l olmalıydı; Jan d'Ark'ın, ruhların birbirlerini, kendilerini dünyayla ilgili her şeyden andıktan sonra (')
tanıyacaklarını söylemek zorunda olduğuna inanıyordu çünkü; bu yüzden sonraki harf l olmak
gerekiyordu. Oysa ressam sonraki harfin v olması gerektiğini, Jan d'Ark'ın, ruhlardan çıkacak kutsal
ışıktan (2) birbirlerini tanıyacaklarını söyleyeceğini düşünüyordu. General gür, kır düşmüş kaşlarını çatmış,
tabağın kendiliğinden !ye doğru gittiğini sanarak dikkatle bakıyordu tabağın üzerindeki ellere. Soluk
benizli, yağlı saçları ensesinde top olmuş genç ressam da mavi gözlerinin donuk bakışlarını konuk
odasının karanlık köşesine dikmiş, dudaklarını sinirli sinirli oynatarak tabağı v harfine doğru çekiyordu.
General emirerini görünce yüzünü buruşturdu, bir anlık sessizlikten sonra kartı aldı, pirince nez'ini taktı,
bel ağrısından inleyerek kalktı —boyu uzundu— kemikli ellerini oğuşturdu.
— Çalışma odama gelsin. Ressam de kalktı:
— İzninizle yalnız başıma bitireyim, efendim, dedi. Ruhun burada varlığını hissediyorum.
General kararlı, sert bir tavırla:
— Pekâlâ, bitirin dedi.
Dizlerden bükülmeyen bacaklarının ölçülü, kararlı adımlarıyla çalışma odasına yürüdü. Nehlüdof'a yazı
masasının yanındaki koltuğu göstererek:
— Sizi gördüğüme sevindim, dedi. Çok mu oluyor Peters-burg'a geleli?
Sözlerinde sevgi, içtenlik vardı ama sesi pek kabaydı. Nehlüdof yeni geldiğini söyledi.
— Anneniz, Prenses nasıl?
(1)
Rusça posle den sonra anlamına gelir (E.A.) (2)
Rusça po svety ışıktan demektir, (E.A.)
— 309 —
— Annem öldü.
— Affedersiniz. Çok üzüldüm buna. Oğlum söyledi, sizi görmüş.
Generalin oğlu da babası gibi devlet hizmetindeydi; bilgi toplama dairesinde çalışıyordu. Orada ona verilen
görevlerle pek ovunurdu. Aslında çaşıtlıktı görevi.
— Babanızla aynı yerde çalışırdık. Yakın dosttuk. Siz de çalışıyor musunuz bakalım?
— Hayır, çalışmıyorum.
General bunu beğenmemiş gibi başını önüne eğdi. Nehlüdof:
— Bir dileğim olacak sizden, general, dedi.
— Ço-o-ok sevindim buna. Buyrun.
— İsteğim yersiz kaçarsa bağışlayın beni lütfen. Ama dilemek zorundayım bunu sizden.
— Nedir?
— Gurkeviç adında bir cezalınız var. Annesi onunla görüşmesine, hiç değilse ona kitaplar yollamasına
izin verilmesini istiyor.
General cevap vermedi; düşünüyormuş gibi başını eğdi, gözlerini kıstı. Aslında bir şey düşündüğü falan
yoktu, vereceği cevabı bildiği için Nehlüdof'un sözleriyle ilgilenmemişti bile. Yasaların çizgisinden
çıkamayacağını söyleyecekti. Hiç bir şey düşünmüyor, başını dinliyordu. Biraz sonra:
— Bakın, dedi, benim yetkilerimi aşar bu. Cezalıların görüşmelerini düzenleyen bir Çarlık emri vardır, bu
emirden dışarı çıkamayız. Kitap konusuna gelince, kocaman bir kitaplığımız var, okuması sakıncalı
görülmeyen kitaplar veriliyor onlara.
— Ama bilimsel, kitaplar gerek ona, çalışmak istiyor.
— İnanmayın buna. (Bir an sustu general.) Çalışmak için istemiyordur. İş olsun işte.
Nehlüdof:
— Ama nasıl olur? dedi. İçinde bulundukları ağır koşullar altında bir şeyler yapmalılar.
— Daima yakınırlar zaten. Bilirim onları.
General, cezalılardan, çok kötü insanlardan söz eder gibi söz ediyordu.— 310
— Ceza evlerinde pek az görülen bir rahatlık sağlamış durumdayız onlara burada, diye devam etti.
Sonra, kendini temize çıkarmaya çalışıyormuş gibi, cezalılara sağlanan rahatlıkları bir bir sayıp dökmeye
başladı. Öyle bir anlatışı vardı ki, bu kuruluşun asıl amacı cezalılara hoş rahat yaşanacak bir yer
sağlamaktı sanki.
— Evet, önceleri hiç de iyi değildi durumları, ama şimdi keyiflerine diyecek yok. Her öğün üç kap yemek
yiyorlar, hem biri de etli oluyor: Kuşbaşı et ya da köfte. Pazarları dördüncü bir kap daha veriliyor: Tatlı.
Yurdumuzda herkes bu kadar yemek bulup yiyebilse ne mutlu.
General, cezalılanın isteklerinin sonunun gelmeyeceğini, nankörlüklerini ispatlamak için bir çok kereler
tekrarladığı şeyleri sıralamaya başlamıştı.
— Kitap veriliyor onlara; din kitapları, eski dergiler veriyoruz. Oldukça zengin bir kitaplığımız var. Ama
çok az okuyorlar. Önce ilgileniyorlar sanki, ama hemen bırakıyorlar. Bakarsanız, yeni kitaplarımızın
sayfaları yarıya kadar bile açılmamıştır; es-kileriyse yıllarca el dokunmamıştır zaten. (Manâlı manâlı
gülümsedi general.) Bir deneme bile yaptık, kitapların arasına küçük kâğıtlar koyduk. Oldukları yerde
kaldılar, dokunan olmadı. Yazmak da yasak değildir onlara. Yazsınlar, eğlensinler diye karatahta, tebeşir
veririz. Silip gene yazabilirler. Ama yazmıyorlar. İçeri atıldıktan kısa bir zaman
sonra duruluyor,
rahatlıyorlar. Başlangıçta sıkılıyorlar ama, sonra şişmanlıyorlar bile, çok uysal oluyorlar.
General, sözlerinden çıkan o korkunç anlamı düşünmeden konuşuyordu.
Nehlüdof onun kısık, cansız sesini dinliyor; kemikli ellerine, kır kaşlarının altından gözüken ölgün
gözlerine, resmî giysisinin kalkık yakasının alttan destek olduğu çıplak, çıkık elmacık kemiklerine; bu
adamın, hunharca insan öldürmesine karşılık aldığı için pek değer verdiği, onunla öğündüğü beyaz haçına
bakıyor; ona itiraz etmenin, sözlerinin ne anlama geldiğini açıklamanın bir şeye yaramayacağım
düşünüyordu. Bununla beraber, başka bir şeyi, serbest bırakılmas; için emir verildiğini bugün öğrendiği
Şustova'yı sordu ona gene de.
— 311 —
— Şustova mı? Şustova... Hepsinin adım bilmiyorum ki. Bir sürü var, biliyorsunuz.
Bu kadar çok oldukları için kızıyordu onlara sanki. Zili çaldı, kâtibi çağırttı.
Kâtibin gelmesini beklerlerken anlatmaya devam ediyordu general:
— Dürüst, soylu
insanlar —kendini de onlardan
saydığı belliydi— çok gereklidir. Çara...
yurdumuza da.
Yudumuza da diye deyişine bir heyecan, parlaklık vermek için eklemişti.
— Gördüğünüz gibi ihtiyarladım artık, ama gücümün yettiğince hizmet ediyorum gene.
Kâtip geldi, —huzursuz bakışlarında zekâ kıvılcımları olan zayıf, sağlam yapılı bir adamdı— Şustova'nın
içerde olduğunu, onunla ilgili herhangi bir emrin de alınmadığını söyledi. General:
— Emri alır almaz bırakırız onu, dedi. Zorla tutmayız kimseyi burada, hevesli değiliz onlara.
Gene gülümsedi. Buruş buruş yüzünü kırıştırmıştı yalnızca bu gülümseme.
Nehlüdof, bu korkunç ihtiyara duyduğu tiksintiyle acıma karışık duygusunu belli etmemeye çalışarak kalktı.
İhtiyarlar da, eski bir arkadaşının yolunu şaşırmış, akılsız oğluna karşı pek sert davranmaması, ona biraz
öğüt vermesi gerektiği kanısındaydı.
— Gülegüle canım, gücenmeyin bana, sizi sevdiğim için söylüyorum. Burada yatan insanlardan
uzak durun. Suçsuz yoktur aralarında. Son derece kötü, ahlâksız insanlardır hepsi de. Biliriz ne mal
olduklarını.
Söylediklerinin doğruluğundan kuşku edilemezmiş gibi kesin konuşuyordu. Böyle kesin konuşmasının,
söylediklerinin doğruluğundan kuşku etmemesinin nedeni, bunun böyle olduğu değil de, böyle olmasa
kendini artık değerli, yararlı bir insan sayamayacağı korkusuydu sanki. İhtiyarlık yıllarını bile yurduna
hizmet ederek geçiren bir kahraman olduğuna inanamazdı o zaman, kendi gözünde de vicdanını satan bir
alçak olurdu.
— İyisi mi çalışın, diye devam etti. Car'a dürüst insanlar gerek... anayurdumuza da. Herkes sizin gibi
çalışmazsa ne olur?— 312 —
Kim yapardı bu işleri? Durumu beğenmeyiz, ama devlete yardım etmeye gelince de yokuzdur.
Nehlüdof iyice öne eğilerek selâm verdi, kendisine alçak gönüllülükle uzatılan geniş, kemikli eli sıktıktan
sonra çıktı.
General iki yana salladı başını, belini oğuşturarak konuk salonuna yürüdü gene. Jan d'Ark'm ruhundan
alınan cevabı yazıp bitiren ressam bekliyordu onu. General pince-nez'ini takıp okudu: Ruhlar birbirlerini
tanıyacaklar, ama ruhlardan çıkacak kutsal ışıktan. Gözlerini kapayıp, bunu pek beğendiğini göstermek
isteğiyle:
— O-o-o, dedi. Peki ama her ruhtan çıkacak ışık aynı olacağına göre
nasıl anlayacağız
karşımızdakinin kim olduğunu?
Gene masaya oturup parmaklarını ressamın parmaklarına geçirdi.
Nehlüdof'un arabacısı, avlu kapısından çıkarlarken gen dönüp:
— Çok sıkıcı bir yer burası beyim, dedi. Az kaldı sizi beklemeden gidiyordum.
Nehlüdof, gökyüzündeki küme küme bulutlara, Neva'nın —üzerine gidip gelen kayıkların, vapurların
oluşturduğu— pırıl pırıl dalgacıklara bakarak göğüs geçirdi.
— Haklısın, çok sıkıcı, dedi.
XX
Devrisi gün Maslova'nın dosyası incelenecekti. Nehlüdof doğru yargıtaya gitti. Avukatla yargıtayın büyük,
görkemli kapısında buluştu. Birkaç araba vardı yanda. Geniş merdivenden ikinci kata çıktıklarında,
nereden nereye gidileceğini iyi bilen avukat sola döndü, üzerinde mahkemelerin kuruluş tarihi rakamla
yazılı kapıya yöneldi. Uzun birinci odada paltosunu çıkarıp, yargıtay üyelerinin hepsinin toplandığını,
sonucunun da şimdi geldiğini öğrenince —beyaz gömleği, beyaz kravatı, frağıyla— neşeli bir kararlılık
içinde öteki odaya geçti. Bu odanın sağ yanında büyük bir kapı, kapının ötesinde de bir masa, sol
yanın-daysa dönerek çıkan bir merdiven vardı. Onlar odaya girdiklerinde, koltuğunun altında bir çantayla,
resmî giysili, kibar görünüşlü bir memur iniyordu bu merdivenden. Odada dikkati en çok
— 313 —
çeken, ceketli, gri pantolonlu, ak saçları uzun bir ihtiyardı. İki memur büyük bir saygıyla duruyordu
karşısında.
Ak saçlı ihtiyar kalkıp sağ yandaki kapıdan çıktı. Bu sırada Fanarin, beyaz kravatlı, fraklı bir arkadaşını
görmüş, onunla heyecanlı heyecanlı konuşmaya başlamıştı. Nehlüdof odada bulunanları inceliyordu. On
beş kişi vardı içerde; bunlardan ikisi —biri pince-nez'Ii, genç, öteki yaşlı— kadındı. İncelenen dosya bir
basın yoluyla iftira dâvasının dosyasıydı; bu yüzden her zamankinden daha bir kalabalıktı şimdi burası.
Gazeteciler, dergi-ciler toplanmıştı hep.
Pembe yanaklı, güzel resmî giysili, yakışıklı mahkeme yöneticisi elinde bir kâğıtla Fanarin'in yanma geldi,
hangi dâvayla ilgili olduğunu sorup, Maslova dâvası için geldiğini öğrenince kâğıda bir şeyler yazıp gitti.
Bu arada sağ yandaki kapı açıldı, ak saçlı ihtiyar girdi odaya. Ceketini çıkarmış, sırmalarla süslü,
göğsünde parlak madenî düğmeler olan cübbesini giymişti. Bir kuşa benziyordu şimdi.
Bu gülünç giysi, besbelli, ihtiyarı da sıkıyordu. Her zamankinden daha çabuk adımlarla girişin karşısındaki
kapıya yürüdü.
Fanarin, Nehlüdofa döndü:
— Be'dir bu, dedi, çok saygıdeğer bir insandır.
Sonra arkadaşıyla tanıştırdı Nehlüdof'u. Şimdi bakılacak dâvadan söz etmeye başladı ona. Nedense çok
önem veriyordu
bu dâvaya.
Oturum başlamak üzereydi. Nehlüdof kalabalıkla beraber sol yandaki kapıdan duruşma salonuna geçti.
Hepsi —Fanarin de— parmaklığın arkasına, dinleyicilere ayrılan yere geçtiler. Yalnız Petersburg'lu avukat
kaldı bu yanda.
Yargıtayın duruşma salonu bölge mahkemesininkinden küçüktü. Daha bir sade döşeliydi hem. Üyelerin
oturduğu masa yeşil çuha kaplı değildi yalnız; altın sırmalarla işlenmiş, koyu kırmızı, kadife bir örtü vardı
üstünde. Ama geri kalan her şey aynıydı: Tasvirler, Car'ın portresi. Mahkeme yöneticisi gene öyle yüksek
sesle: Duruşma başlıyor, diye bildirdi. Gene öyle herkes ayağa kalktı, cübbeli yargıtay üyeleri gene öyle
girdiler salona, arkalıkları yüksek koltuklarına oturdular, olağan gözükmeye çalışarak dirseklerini masaya
dayadılar gene.
— 314 —
Dört üye vardı: Uzun yüzlü, donuk bakışlı, sakalsız bir adam olan başkan Nikitin; gözlerini manâlı manâlı
kısmış, bembeyaz elleriyle dâva dosyasını karıştıran Volf, sonra bilim adamı hukukçu, şişman, hantal,
yüzü çiçek bozuğu Skovorodnikof; dördüncü üye, en son gelen, ak saçlı ihtiyar Be idi. Üyelerin arkasından
baş sekreterle, baş savcı yardımcısı girdi. Savcı yardımcısı kara kuru, sakalsız yüzü esmer, siyah
gözlerinin bakışı hüzünlü, orta boylu bir gençti. Acayip giysisine, on yıldır hiç görüşmemiş olmalarına
karşın, Nehlüdof hemen tanımıştı onu. Üniversitede en yakın arkadaşlarından biriydi bu. Nehlüdof avukata
dönüp:
— Baş savcı yardımcısının adı Selyenin midir? diye sordu.
— Evet, ne olacak?
— Tanıyorum onu, çok iyi bir insandır... Fanarin:
— Baş savcının da iyi bir yardımcısıdır, görevine bağlıdır. Ona söyleseydik çok iyi olurdu.
Nehlüdof, Selyenin'Ie olan yakın dostluğunu, onun temiz yürekliliğini, dürüstlüğünü, sözcüğün tam
anlamıyla, soyluluğunu hatırlamıştı.
— Ne olursa olsun, vicdanının sesini dinleyecektir, dedi. Fanarin, okunmaya başlanan dâva raporunu
dinlemeye hazırlanarak:
— İstesek de söyleyemeyiz artık, diye fısıldadı, geçti. Bölge mahkemesinin verdiği cezayı onaylayan il
mahkemesinin kararına edilen itiraz inceleniyordu.
Nehlüdof dinliyor, ne olup bitiyor anlamaya çalışıyordu; ama bölge mahkemesinde olduğu gibi burada da
anlayamıyordu bir şey. Anlayamamasının başlıca sebebi de, en önemli olması olağan görünen şeylerden
değil de, bambaşka, önemsiz şeylerden söz etmeleriydi. Bir gazetede çıkan, hisse senetleri işiyle ilgili bir
kurumun yöneticisinin yolsuzluk yaptığı iddia edilen bir yazıydı dâva konusu. Görünüşte bir tek şeydi
önemli olan: Yöneticinin yolsuzluk yaptığı, kurumun ortaklarını dolandırdığı iddiasının doğru olup olmadığı;
doğruysa bu gidişe nasıl bir son verileceği. Ama bundan hiç söz edilmiyordu. Yalnız, yazı işleri
sorumlusunun, yazarın bu yazısını basmaya yasalara göre yet— 315 —
kili olup olmadığı, bu yazıyı basmakla ne gibi bir suç işlediği üzerinde duruluyordu. Yazıdaki iftira
unsurlarından, hukukla ilgilenmemiş bir insanın anlayamayacağı bir sürü şeyden, yasalardan, falanca
kurulun verdiği filanca karardan uzun uzun söz edildi.
Nehlüdof bir şeyi anlayabilmişti ancak; dün ona yargıtayın davanın gerçek yanıyla ilgilenmeyeceğini
öylesine kesin bir dille söyleyen Volf, bu dâvada il mahkemesinin kararının bozulması için çaba gösteriyor;
Selyenin de, soğukkanlılığından, ağırbaşlılığından hiç beklenmeyen bir heyecanla itiraz ediyordu.
Selye-nin'in, Nehlüdof'u şaşırtan bu heyecanının iki sebebi vardı: Hisse senetleriyle ilgili kurumun
yöneticisinin bir dolandırıcı, kötü bir insan olduğunu biliyordu; ayrıca, duruşmadan bir ya da birkaç gün
önce Volf'a bu iş adamının güzel bir akşam yemeği verdiğini öğrenmişti bir rastlantı sonucu. Volf —son
derece dikkatli olsa bile— açıktan açığa yan tutunca, Selyenin de buna Sinirlenmiş, olağan bir dâva için
aşırı heyecanlı, düşüncelerini söylemişti. Onun bu davranışının Volf'un gururuna dokunduğu belliydi:
Kızarıp bozarıyor, arada bir arkasına yaslanıyor, savcı yardımcısının sözlerine pek şaşmış gibi hareketler
yapıyordu. Kalkıp, öteki üyelerle beraber, bu duruma çok gücenmiş bir ta-ı/ırla, olanca ağırbaşlılığıyla
görüşme odasına yürüdü.
Üyeler çıkınca mahkeme yöneticisi Fanarin'in yanma geldi gene:
— Hangi dâva için geldiniz siz? Fanarin:
— Maslova dâvası için geldiğimi söyledim ya, dedi.
— Pekâlâ. Şimdi ona bakılacak. Yalnız...
— Bu dâvaya avukatsız bakılacaktı da, sanırım kararın açıklanmasından sonra çıkmayacaklar üyeler.
Ama bildireyim ben...
— Evet? diye sordu avukat.
— Ne demek istiyorsunuz?
— Söylerim ben efendim, söylerim.
Mahkeme yöneticisi elindeki kâğıda bir şeyler yazdı.
Gerçekten de, yargıtay üyeleri iftira dâvasının kararını açıkladıktan sonra geri kalan dosyaları —bu arada
Maslova'nınkini de— görüşme odasında çay, kahve içerek, sigara tüttürerek incelemek niyetindeydiler.XXI
Yargıtay üyeleri görüşme odasında masaya oturduklarından Volf hemen kararın bozulmasını gerektiren
durumları sayıp dökmeye başladı.
Genellikle kötümser bir insan olan başkan bugün her zamankinden daha bir huysuzdu. Duruşmada
raporları dinlerken vermişti kararını, şimdi de Volf'u dinlemiyordu, kendi düşüncelerine dalmıştı.
Düşünceleri, çoktan beri kendisinin atanmasını istediği önemli bir yere Vilyanof'un atanması üzerine dün
anı defterine yazdıklarıyla ilgiliydi. Başkan Nikitin, görevi süresince tanıdığı birinci, ikinci derece memurlar
üzerine düşüncelerinin çok değerli tarihî birer belge olduğuna tam bir içtenlikle inanırdı. Dünkü
yazdıklarında, —kendi deyimiyle— Rusya'yı, şimdiki yöneticilerin onu sürükledikleri felâketten
kurtarmasına engel oldular diye ilk iki derecedeki birkaç memura hayli atıp tutmuştu. Aslında bunun tek
sebebi, aylığının yükselmesine engel olmalarıydı. Bu olayın, onun yazdıklarının yardımıyla, gelecek
kuşaklarca ne denli iyi, doğru anlaşılacağını düşünüyordu şimdi.
Konuşulanları dinlemediği halde, ona bir soru soran Volf'a:
— Evet, tabiî, diye cevap verdi.
Be, önündeki kâğıda çiçek resimleri çizerek, kederli bir yüzle dinliyordu Volf'u. Son derece özgür düşünceli
bir insandı Be. Bin sekiz yüz altmış yıllarının geleneklerine saygıyla bağlıydı hâlâ; o zamandan bu yana
görüşlerinde bir değişiklik olduysa, özgür düşünceye daha da yaklaşan bir değişiklikti bu. Dolayısıyla,
iftiraya uğradığından yakınan hisse senetleri işiyle uğraşan kurum yöneticisinin güvenilir bir insan
olmamasından başka bir sebebi daha vardı Be'nin kararın bozulmamasından yana olmasının. Gazetecinin
iftira etmekle suçlanmasının basın özgürlüğüne baskı olacağı görüşündeydi. Volf sözünü bitirince Be, bir
çiçeği yarım bırakarak, canı sıkkın —böylesine gereksiz şeylerle uğraşıyorlar diye canı sıkılıyordu—
yumuşak, tatlı bir sesle dilekçenin yersizliğini anlatmaya çalıştı kısaca, sonra ak saçlı başını önüne eğip
çiçeğini tamamlamaya koyuldu.
Volf'un karşısında oturan, iri parmaklarıyla durmadan sakalını, bıyığını ağzına tıkan Skovorodnikof, Be
konuşmasını bitirince sakalını çiğnemeyi kesip, ince, kulakları tırmalayan sesiyle,
— 317 —
hisse senetleri işiyle uğraşan kurumun yöneticisinin büyük bir dalavereci olduğu halde, yasalara uygun
nedenler bulunsa kararın bozulmasından yana olabileceğini, ama böyle bir şey olmadığı için İvan
Semyonoviç'in (Be'nin) görüşüne katıldığını söyledi. Eline Volf'u iğnelemek fırsatı geçtiğine sevinmişti
Başkan da Skovorodnikof'un görüşüne katılınca karar olumsuz oldu.
Volf'un keyfi kaçmıştı. Yan tuttuğu anlaşılmıştı sanki. Umursamaz görünmeye çalışarak, ondan sonra
bakılacak dosyayı, Mas-lova'nın dosyasını açtı. Yargıtay üyeleri bu arada zili çalıp çay stediler. O günlerde
Kamenski'nin düellosu yanında Petersburg' Oda herkesin dilinde olan başka bir olaydan söz etmeye
başladılar.
Bir bakanlık danışmanının 995 inci maddede belirtilen suişlerken yakalanmış olmasıydı bu olay.
Be, tiksintiyle:
— Ne iğrenç bir şey! dedi.
Skovorodnikof, kalın parmaklarının tam dibinde, avucunun 5çinde tuttuğu buruşuk sigarasından derin bir
soluk çektikten sonra kahkahayla gülerek:
— Bunun kötülük neresinde? dedi. Edebiyatımızdan, bir Alman yazarını örnek alarak, bu gibi
şeylerin suç sayılmamasını salık veren, iki erkek arasında da nikâh kıyılabileceğini -savu-ınan parçalar
gösterebilirim size.
Be:
— Olamaz, dedi.
Skovorodnikof, birkaç romanın adını, basıldığı yeri, yılı
söyleyip:
— İstiyorsanız, bu kitaplarda sözünü ettiğimiz görüşün savunulduğu yerleri gösterebilirim size, dedi.
Nikitin karıştı söze:
— Dolaşan söylentilere bakılırsa, Sibirya'da bir ilin valiliğine atayacaklarmış onu.
Skovorodnikof:
— Bu güzel işte, dedi. Piskopos haçla karşılayacaktır onu orada. Böyle bir piskopos gerek artık o kente.
Ben olsam, öylesini yollamalarını söylerdim oraya.
Sigarasını kül tablasına atıp, sakalıyla bıyığını toplayıp ağzına soktu gene, çiğnemeye başladı.— 318 —
Bu arada mahkeme yöneticisi girdi odaya, avukatla Nehlü-dof'un, Maslova dosyasının incelenmesinde
hazır bulunmak istediklerini bildirdi.
Volf:
— Ha şu dâva mı? dedi. Doğrusu tam bir aşk hikâyesi bu.
Maslova'yla Nehlüdof'un ilişkisi üzerine bildiklerini anlattı.
Yargıtay üyeleri, bu konuda konuştuktan, çaylarını, sigaralarını içtikten sonra duruşma salonuna geçtiler,
bir önceki dosya için verilen kararı açıkladıktan sonra Maslova dâvasına geçtiler.
Volf ince sesiyle çok güzel okudu Maslova'nın dilekçesini. Okuyuşundan, mahkeme kararının bozulmasını
istediği belliydi gene.
Başkan, Fanarin'e döndü:
— Ekleyecek başka bir şeyiniz var mı?
Fanarin ayağa kalktı, beyaz gömleğinin içinde geniş göğsünü gererek, son derece inandırıcı, açık seçik
konuşarak, mahkemenin bu kararı verirken altı noktada yasaların gösterdiği yoldan ayrıldığını ispat etti;
ayrıca, dâvanın gerçek yanına, kararın tüyler ürpertici yanlışlığına, kısaca da olsa, dokundu. Fa-narin'în
konuşmasında, sayın yargıtay üyelerinin yüksek anlayışları, hukuk bilgileri durumu ondan daha iyi
kavramalarına yardım edeceğini, ama üzerine aldığı görev bunları burada bir kere de onun söylemesini
gerektirdiği için özür dilediğini gösteren bir hava vardı. Fanarin'in konuşmasından sonra yargıtayın kararı
bozacağından kuşku edilemezdi artık. Konuşmasını bitirdikten sonra gururla gülümsedi. Avukatından
gözlerini ayırmayan Nehlüdof onun bu gülümsemesini görünce dâvayı kazandıklarına iyice inandı. Ama
gözü yargıtay üyelerine kayınca, gülümseyenin, gurur duyanın yalnız Fanarin olduğunu gördü. Üyeler de
baş savcı yardımcısı da gülümsemiyorlardı. Yüzlerinde, Böyle palavralara karnımız toktur bizim, der gibi
bir ifade vardı. Avukat konuşmasını bitirip de onları artık boşuna oyalamayı kesince buna sevindikleri
belliydi. Avukat konuşmasını bitirir bitirmez başkan, savcı yardımcısına döndü. Selyenin, kararın
bozulması için öne sürülen delilleri yeterli bulmayarak, kısaca, kesin bir dille mahkeme kararının
onaylanmasından yana oldu— 319 —
ğunu söyledi. Sonra üyeler kalkıp, görüşmek için çekildiler. Görüşme odasında oylama yapıldı. Volf
kararın bozulması için verdi oyunu. Be de, durumu kavradığından, jüri üyelerinin düştükleri şaşkınlığı,
duruşmanın gidişini arkadaşlarına heyecanla anlatmaya çalışarak, kararın bozulmasını savundu. Daima
yasaların noktası noktasına uygulanmasından yana olan Nikitin olumsuz oy verdi. Her şey
Skovorodnikof'un oyuna bağlıydı. O da, sırf Nehlüdof'un bu kızla evlenmek niyetinde olmasından hiç
hoşlanmadığı için, kararın bozulmamasından yana çıktı.
Bir materyalist, Darvinistti Skovorodnikof. Soyun her çeşit ahlâk kuralını, hatta dini akılsızlık hatta küçüklük
sayardı. Bu sokak kadınıyla uğraşmaları, ünlü bir avukatın buraya, yargıtaya kadar gelip onu savunması,
duruşmada Nehlüdof'un bile hazır bulunması iğrendiriyordu onu. Sakalını ağzına sokarak, yüzünü
buruşturup, bu dâva konusunda, kararın bozulmasını gerektirecek delillerin yetersiz olduğundan başka hiç
bir şey bilmiyormuş gibi bir tavır takındı, bu sebeple başkanın görüşüne katıldığını bildirdi.
Böylece olumsuz cevap verilmiş oldu dilekçeye.
XXII
Nehlüdof, salondan çıkarlarken, çantasını düzeltmekte olan avukata:
— Korkunç bir şey bu! dedi. Gerçek apaçık ortadayken, biçime önem verip bozmuyorlar karan.
Korkunç bir şey!
—- Dâva mahkemede kaybedilmiş, dedi avukat.
— Selyenin de kararın bozulmamasından yana çıktı. Korkunç, korkunç bir şey! Şimdi ne yapacağız?
— Çar'a dilekçe verelim. Hazır buradayken kendiniz verin. Ben yazarım size.
Bu sırada ufak tefek Volf, resmî giysisinde yıldızlarıyla, bekleme odasına girdi, Nehlüdof'un yanına gelip,
gözlerini kıstı, dar omuzlarını kaldırarak:
— Elden ne gelir, sevgili prens? dedi. Deliller yeterli değildi. Yürüyüp gitti. Volf'un arkasından, yargıtay
üyelerinden eski dostu Nehlüdof'un burada olduğunu duyan Selyenin çıktı. Gülümseyerek —ama yalnız
dudaklarıydı gülümseyen, gözlerinde— 320 —
bir can sıkıntısı vardı— Nehlüdof un yanma geldi.
— Seni burada göreceğimi düşümde görsem inanmazdım, dedi. Petersburg'da olduğunu bilmiyordum.
— Ben de senin baş savcı olduğunu... Selyenin:
— Yardımcısı, diye düzeltti.
Arkadaşının yüzüne üzgün, kederli bakarak devam etti:
— Yargıtayda ne işin var senin? Hadi anladık, Petersburg' dasın; peki ama yargıtayda ne arıyorsun?
—
Ne mi
arıyorum? Adaleti bulacağım,
hiç suçu yokken mahvedilen
bir
kadını
kurtarabileceğimi umuyordum burada, onun için gelmiştim.
— Hangi kadını?
— Demin dosyasına baktığınızı. Selyenin hatırlayarak:
— Ha, Maslova dâvasını diyorsun. Hiç de iyi hazırlanmamış bir dilekçeydi.
— Önemli olan dilekçe değil, boşu boşuna cezaya çarptırr-lan kadındır.
Selyenin derin bir soluk aldı:
— Belki de...
— Hayır, belki de değil, yüzde yüz suçsuzdu.
— Nereden biliyorsun bunu?
— Jüri üyesiydim çünkü. Nerede yanlışlık yaptığımızı biliyorum.
Selyenin bir an düşündü:
— O zaman açıklamalıydın bunu öyleyse, dedi.
— Açıkladım.
— Tutanağa geçirtmeliydin. Dilekçede böyle bir açıklama olsaydı...
Boş zamanı olmadığı için akşam toplantılarına pek katılamayan Selyenin'in Nehlüdof olayını duymadığı
belliydi. Nehlüdof da bunu farketmiş, Maslova'yla arasındaki ilişkiyi ona anlatmamaya karar vermişti.
— Ama mahkeme kararının yanlış olduğu besbelliydi, dedi.
— Yargıtayın böyle bir şey söylemeye yetkisi yoktur. Yargıtay, mahkeme kararlarını dâva üzerine
düşüncesine göre bo— 321 —
zacak ya da onaylayacak olursa, yargıtayın anlamını yitirmesini, adaleti sağlayacağına yıkmasını bir yana
bırak (Selyenin bir önceki dâvayı hatırlamıştı) jüri üyelerinin kararları da anlamını kaybeder.
— Bildiğim bir şey var benim: Hiç bir suçu yoktur bu kadının; haketmediği cezadan kurtulması için son
umut da suya düşmüştür. En yüksek adalet organı büyük bir haksızlığı onayladı.
Selyenin gözlerini kısarak:
— Onaylamadı, çünkü olayın derinliklerine inmedi, inemezdi de, dedi.
Konuyu değiştirmek isteyerek:
— Teyzende kalıyorsun tabiî, diye ekledi. Senin burada olduğunu söylemişti dün. (Yalnız dudaklarıyla
gülümsedi Selyenin.) Yeni gelen bir din konuşmacısını seninle beraber dinlememi istiyordu.
Selyenin'in sözü başka yana çekmesine canı sıkılan Nehlüdof öfkeli:
Ben gittim toplantıya, dedi, ama dayanamayıp yarısında çıktım.
— Niçin dayanamadın? Bir din görüşü bu da, tek yanlı da
olsa bir inanç. Nehlüdof:
— Acayip bir delilik bu, dedi.
Selyenin, eski arkadaşına yeni düşüncelerini anlatmak için sabırsızlanıyormuş gibi çabuk çabuk
konuşarak:
— Yo, dedi. Burada acayip olan bir şey varsa o da bizlerin kilise öğretisinden habersiz olmamız,
dinimizin teme! düşüncelerini bile, bize anlatılmak istendiğinde, yeni düşünceler, görüşler olarak
karşılamamızdır.
Nehlüdof şaşkınlıkla, dikkatle bakıyordu Selyenin'e. Baş savcı yardımcısı yalnızca hüzün değil, can
sıkıntısı da okunan gözlerini önüne eğmemişti. Nehlüdof:
— Kiliseye inanıyor musun? diye sordu.
Selyenin Nehlüdof'un gözlerinin içine dalgın dalgın bakarak:
— İnanıyorum tabiî, dedi. Nehlüdof göğüs geçirdi:
Diriliş — F: 21— 322 —
— Hayret, diye mırıldandı. Selyenin:
— Neyse, sonra görüşürüz, dedi.
Saygıyla ona yaklaşan mahkeme yöneticisine döndü:
— Gidiyorum.
Derin bir soluk alarak Nehlüdof'a:
— Görüşelim, dedi. Bulabilecek miyim seni evde ama? Ben her gün saat yedide akşam yemeğini evde
yerim. Nadejdinskaya sokağında oturuyorum.
Numarayı söyledi. Çıkarken, gene yalnız dudaklarıyla gülümseyerek:
— O zamandan bu yana çok su geçti köprülerin altından, diye ekledi.
— Zamanım olursa gelirim, dedi Nehlüdof.
Bir zamanlar sevdiği, kendine yakın bulduğu Selyenin'den, bu kısa konuşma sonunda ne denli
uzaklaştığını düşünüyordu. Düşman olmasa bile yabancı, anlaşılmaz bir insandı onun için Selyenin artık.
XXIII
Nehlüdof, Selyenin'i üniversite öğrencisiyken tanımıştı. İyi bir çocuk, güvenilir bir arkadaş, yaşına göre çok
okumuş, daima kibar, yakışıklı, ayrıca son derece dürüst bir gençti. Kendini hiç zorlamadan, rahatlıkla
geliyordu derslerinin üstesinden; bununla beraber, gösterdiği başarıya karşılık her yıl altın madalyalar
alırken kibirlenmiyordu da hiç.
Yalnızca lâfta değil, gerçekte de tek emeli insanlara hizmet etmekti. Bu hizmetin devlet memurluğunda
çalışmaktan başka bir yolla gerçekleşebileceğine inanmadığı için, üniversiteyi bitirir bitirmez, kendini
verebileceği görevleri bir bir inceledikten sonra, en çok ikinci yasadairesinde yararlı olabileceğine karar
verdi, oraya girdi. Ne var ki, görevini harfi harfine, büyük bir dürüstlükle yerine getirdiği halde, yararlı
olduğuna, burada gerekeni yaptığına bir türlü inandıramadı kendini. Huzursuzluğu, kişiliği zayıf, yükselmek
için her küçüklüğü yapmaya hazır bir insan olan en yakın amiriyle çatışması sonucu öylesine arttı ki, ikinci
daireden ayrılıp yargıtaya girdi. Yargıtayda daha iyiydi du— 323 —
rumu, ama istediğince yararlı olamamanın verdiği huzursuzluk burada da bırakmıyordu peşini.
Hayattan beklediğini bulamadığı, gereksiz şeylerle zaman öldürdüğü duygusu vardı içinde hep. Yargıtayda
çalışırken, akrabaları saraya mabeyinci olarak atanmasını sağladılar; sırmalı üniformasını giyip kupa
arabasına bindi zorunlu olarak; kapı kapı dolaşıp, onun uşaklık görevine atanmasını sağladılar diye bir çok
kimseye minnettarlıklarını bildirdi. Durmadan düşünüyordu ama, bu görevine akla yatkın bir anlam
yakıştıramıyordu. İstediğinin bu da olmadığını hissediyor, gelgelelim, bununla ona büyük bir iyilik
yaptıklarına inanan insanları kırmamak için hayır da diyemiyordu. Öte yandan, bu atama ruhunu bazı
bakımlardan okşamıyor da değildi; ayrıca, aynalarda kendini sırmalı üniformayla görmek, bu görevin bazı
insanlarda uyandırdığı saygıdan yararlanmak fırsatını verecekti ona.
Evlilik konusunda da aynı durum gelmişti başına. Sosyetenin görüşüne göre, son derece iyi bir eş buldular
ona. Evlendi, ama daha çok, evlenmeyi reddederse, bu evliliği isteyen gelin adayını, sonra bu iş için
uğraşanları çok üzeceği için evlenmeye razı olmuştu; ayrıca, tanınmış bir ailenin sevimli kızıyla evlenmek
gururunu da okşamıştı..Ne var ki, evliliğin de devlet hizmeti gibi, saraydaki görevi gibi aradığı şey
olmadığını anlamakta gecikmedi. İlk çocuklarından sonra başka çocuk istemedi karısı, sosyete hayatına
daldı, balodan baloya dolaşmaya başladı; ister istemez Selyenin de girmişti bu hayata. Karısı pek güzel
sayılmazdı, sadık bir eşti; öte yandan, böyle yaşamakta diretmekle kocasının hayatını zehir etmekten,
büyük eziyetlere katlanmaktan, bitkin düşmekten başka bir şey elde etmediği halde, gene de bırakmıyordu
bu hayatı. Onu bu hayattan vazgeçirmek için Sel-yenin'in bütün çabaları taş bir duvara çarpmış gibi
parçalanmıştı. Karısının, bunun böyle olması gerektiğini söyleyen akrabala-rmca, tanıdıklarımca
desteklenen kararlılığıydı bu duvar.
Sapsarı saçları omuzlarına dökülen, ince bacaklı kızı babasına yabancıydı. Selyenin'in istediği gibi
yetiştirilmiyordu çünkü. Karı koca anlamıyorlardı birbirlerini, anlamak da istemiyorlardı. Başkalarından
gizlenen, sessiz, soğuk, ahlâk kurallarının •frenlediği bir savaş sürüp gitmekteydi aralarında; aile hayatını
,— 324 —
çekilmez yapıyordu bu durum Selyenin için. Öyle ki, ev devlet hizmetinden de saray görevinden de daha
büyük bir umutsuzluğa düşürdü onu.
Onu en çok umutsuzluğa düşüren de dinle olan ilişkisiydi. Onunla aynı çevrede, aynı çağda yetişen herkes
gibi o da, çocukluğundan beri ona verilen din bilgisinin saçmalığını kendi yetenekleriyle kolayca anlamıştı;
bu kör inançtan ne zaman kurtulduğunu kendi de hatırlamıyordu. Kişilik sahibi, dürüst bir inşan olarak, ilk
gençlik çağlarında, üniversitedeyken, Nehlüdof la arkadaşken saklamıyordu resmi
dinin kör
inançlarından kendini kurtardığını. Ne var ki zamanla, yükseldikçe, özellikle, o zamanlar toplumda iyice
yer eden gericiliğin etkisiyle bu ruhsal özgürlüğü canını sıkmaya başlamıştı. Evdeki durumlar, özellikle
babasının ölümü, babası için okutulan dualar, annesinin ille de oruç tutmasını istemesi, çevresinin de
bunu ondan beklemesi bir yana; görevde de hemen her gün ayinlere, dualara katılması gerekiyordu.
Devamlı olarak dış yönüyle ilgileniyordu dinin. BU ayinlere katılırken ya inanmadığı şeye inamyormuş gibi
numara yapacaktı (dürüstlüğü engel olurdu buna) ya da dinin derinliğine inmeyen bu göstermeliklerin
yalan olduğunu kabul edecek, yalan olduklarına inandığı şeylere katılmayacaktı bir daha. Oysa böylesine
basit görünen bu işi yapabilmek için çok şey gerekliydi: Çevresindekilerle, yakınlarıyla devamlı bir cenge
girmekten başka; toplumsal durumunu değiştirmesi, görevinden ayrılması, bu görevde insanlara yaptığı,
gelecekte daha da çok yapacağını umduğu yardımdan vazgeçmesi gerekiyordu. Sonra, bunu yapabilmesi
için, haklı olduğuna da kesinlikle inanmalıydı. İnanıyordu; biraz tarih bilen, dinin doğuşundan, hıristiyan
kilisesinin parçalanmasından haberi olan çağımızın aydın bir insanı sağduyunun doğruluğundan kuşku
edemez. Kilise öğretisinin yanlış olduğuna inanmakla doğru yolda olduğuna inanmamak elinde değildi.
Ama hayat koşullarının baskısıyla, dürüst bir insan olduğu halde, küçük bir yalana göz yumdu. Yalanın
yalan olduğunu kesinlikle anlamak için, önce bu yalanı incelemenin gerektiğine karar verdi kendi kendine.
Küçücük bir yalandı bu, ama bu kükücük yalan, şimdi içinde bulunduğu büyük yalanın içine gömdü jnu.
Bebekliğinden beri ona öğretilen, çevresindekilerin ondan beklediği, inanmazsa insanlar için yararlı olan
görevine devam ederneyeceği Ortodoksluğun doğru mu yanlış mı olduğunu düşünüyordu hep. Bu
bilinmezi çözmek için Voltaire'yi, Shophen-jauer'ı, Spencer'i, Cont'u değil de, Hegelin felsefe kitaplarını,
Emet'in, Homyakofun din kitaplarını aldı eline; gerçekten de, ona gerekli olanı buldu onlarda. Huzura
kavuşmasına; ona öğretilen, ama uzun zamandan beri inanmadığı, bu yüzden de bir sü-fü aksilikle
karşılaşmasına sebep olan; inanmaya başlayınca da bU aksiliklerin hepsini birden ortadan kaldıran dinin
doğruluğu-la inanmasına yardım ettiler bu kitaplar. Sonunda o da herkes gibi, tek insan zekâsının bir
başına gerçeğe yaramayacağına, gerçeğin yalnız elbirliğiyle ortaya çıkarılabileceğine, bunun tek yolunun
da kilise olduğuna o da inanmaya başladı. Artık huzur içinde, kendi kendini aldattığı duygusuna
kapılmadan ayinlere, dualara gidebiliyor; oruç tutabiliyor, tasvirlerin önünde haç çı-orabiliyor; insanlara
yararlı olmasına yardım ettiğine, aile haya-tımn huzursuzluğunda onu avutan görevine devam
edebiliyordu. İnandığını sanıyor, ama bu inandığı şeyin, ası! inanmak istediği şey olmadığını da
hissediyordu.
Bu yüzden bir hüzün vardı bakışlarında daima. Bütün bu yalanlar içinde henüz yer etmediği zamanlardan
tanıdığı Nehlü-Jof'u görünce, bir an kendini o zamanki Selyenin sanmasının se-jebi de buydu. Arkadaşına
şimdiki din görüşünü açıklamak için acele ederken, inandığı şeyin istediği şey olmadığını her
zaman-<inden daha bir açık seçik hissetmiş, yüreğine bir acı gelip sap-Janmıştı. Eski bir arkadaşı
görmenin verdiği sevinci izleyen bu acıyı Nehlüdof da hissetmişti.
Bu yüzden, ayrılırken görüşeceklerine birbirine söz verdikleri halde, aramadılar birbirlerini; Nehlüdof'un
Petersburg'a bu gelisinde görüşmediler.
XXIV
Yargıtaydan çıkınca Nehlüdof'la avukat yürüdüler. Avukat, arabasına arkadan gelmesini söyledikten
sonra; yargıtay üyele-— 326 —
rinin sözünü ettikleri, yasaya göre kürek cezasına çarptırılmasını gerektiren bir suçtan yakalanan, ama
küreğe gideceğine Sibirya'da bir ile vali olarak atanacak bakanlık danışmanından söz etmeye başladı
Nehlüdof'a. Bu olayı bütün iğrençliğiyle anlattıktan sonra, o sabah önünden geçtikleri hâlâ
tamamlanmamış anıt için toplanan paralan yüksek dereceli birkaç memurun nasıl cebe indirdiğini;
falancanın sevgilisinin borsada nasıl milyonlar kazandığını; falancanın, kârısını filancaya sattığını büyük
bir haz duyarak anlattı; sonra, cezaevinde yatacağına çeşitli kuruluşların başkanlık koltuklarında oturan en
yüksek devlet memurlarının yaptıkları rezillikleri, işledikleri suçları saydı. Sürüyle oldukları besbelli bu
hikâyeler avukata —para kazanmakta tuttuğu yolun ay nı amaçla Petersburg yüksek memurlarının tuttuğu
yoldan çok daha dürüst, iyi olduğunu kesinlikle gösterdikleri için— büyük haz veriyorlardı. İşte bu yüzden,
yüksek bir memurun dalavereleri üzerine anlattıklarını Nehlüdof sonuna kadar dinlemeden
Allahaısmarladık, deyip, bir arabaya atlayarak rıhtım caddesine çekmesini söylediğinde pek şaşırdı.
Nehlüdofun canı çok sıkılıyordu. İki sebebi vardı can sıkıntısının: Yargıtayın verdiği kararın, hiç bir günahı
olmayan Mas-lova'ya çektirilen manâsız ıstırabı onaylamasıyla; aynı kararın, Nehlüdofun, Maslova'yla
hayatını birleştirmek üzerine verdiği kararı gerçekleştirmesini güçleştirmesi. Avukatın öylesine haz
duyarak anlattığı o korkunç hikâyeleri hatırladıkça can sıkıntısı daha da artıyordu. Öte yandan, bir
zamanlar sevimli, açık yürekli, dürüst bir insan olan Selyenin'in içten pazarlıklı, soğuk, kötülük okunan
bakışı da gitmiyordu gözünün önünden.
Eve döndüğünde, kapıcı küçümser bir tavırla —adamın deyimiyle— bir kadının kapıcı odasında yazdığı bir
puslayı verdi Nehlüdof'a. Şustova'nın annesindendi pusla. Kadın velinimetine, kızının kurtarıcısına
teşekkür etmeye geldiğini yazıyor; ayrıca onu evlerine, Vasilyevski'de beşinci sokak falan numaradaki
dairelerine davet ediyordu. Vera Yefremovna'nın da bunu çok isteyeceğini, minnet gözyaşları dökerek
onun canını sıkacaklarından korkmamasını yazıyordu. Minnet duygularımızdan söz etmeyeceğiz size,
diyordu, sizi görelim, yeter bize. Bir engeliniz olmazsa yarın sabah gelebilir miydiniz acaba?
— 327 —
Öteki pusla Çarın emir subaylarından olan, Nehlüdofun es-Iki arkadaşı Bogatıryefdendi. Nehlüdof, İncil
okudukları için ya-|kalananlar adına yazdığı dilekçeyi elyazısıyla, söz verdiği gibi, dilekçeyi Çara kendi
eliyle vereceğini ama aklına yeni bir şey geldiğini yazıyordu: Nehlüdof önce, bu işlerle ilgilenen kimseyi
gidîp görse, ondan yardım dilese daha iyi olmaz mıydı acaba?
Nehlüdof, Petersburg'da son birkaç gündür başından geçen olayların etkisi altında, bir şey elde
edebileceğinden umudu ta-lamen kesmişti. Moskova'da kurduğu plânlarını, insan hayata atıldığında boşa
çıkması yüzde yüz olan gençlik hayallerine benzetiyordu şimdi. Ama hazır Petersburg'a gelmişken,
Moskova'da aklına koyduğu her şeyi yapmayı bir borç sayıyordu kendi için. farın Bogatıryef le görüştükten
sonra, onun öğüdünü tutup, din suçlularıyla ilgilenen kimseye gitmeye karar verdi.
Çantasından dilekçeyi çıkarmış, yeni baştan bir kere daha okuyordu ki, kontes Katerina ivanovna'nın
uşağı kapıyı çalıp giril, onu yukarda çaya beklediklerini bildirdi.
Nehlüdof, hemen geleceğini söyledi, kâğıtları katlayıp çantasına koydu, teyzesinin yanma gitmek üzere
kalktı. Merdivenleri çıkarken pencereden dışarı kaydı gözü bir ara, Mariette'nin doku atlarını gördü. Birden
neşelendiğini hissetti, gülümsemek geldi içinden.
Mariette, başında şapkayla —ama siyah değildi bu, açık renk bir şapkaydı— rengarenk elbisesiyle,
kontesin koltuğunun yanında oturuyor, elinde çay fincanı, güzel gözlerinin içi gülerek heyecanlı heyecanlı
bir şeyler anlatıyordu. Nehlüdof odaya girdiğinde Mariette son derece gülünç, gülünç olduğu kadar da ayıp
bir hikâyeyi —gülüşmelerinden anlamıştı bunu Nehlüdof— yeni bitirmişti; yüzü kıllı, temiz yürekli kontes
Katerina İvanov-na iri bedeniyle sarsıla sarsıla katılırcasına gülüyordu; Mariette ise pek mischievous (') Lir
tavırla gülümseyen dudaklarını büzmüş, neşeli, canlılık okunan yüzünü hafif yana yatırmış, sessizce
kontese bakıyordu.
Nehlüdof bazı sözcüklerden, kadınların Petersburg'da günün Sibirya'lı validen söz ettiklerini anlamıştı.
Kontes uzun süre ka(')
Yaramaz (Fransızca).— 328 —
tıla katıla güldüğüne göre, Mariette bu konuda çok gülünç bir şeyler anlatmış olmalıydı. Kontes öksürerek:
— Oh, bayılacağım, diyordu.
Nehlüdof selâm verip, yanlarına oturdu. Tam Mariette'ye aşırı neşesi için sitem etmeye hazırlanıyordu ki,
onun yüzündeki ciddi, can sıkıntısını andıran ifadeyi farkeden genç kadın, onun hoşuna gitmek için
—Nehlüdof'u ilk gördüğü andan beri hoşuna gitmek istiyordu aslında— hemen yalnızca yüz ifadesini değil,
ruhsal durumunu da değiştirdi. Birden ciddileşmiş, hayatından yakınan, bir şeyler arayan, bir şeyler
isteyen bir insan olmuştu. Yapmacık değildi bu, gerçekten de, o anda Nehlüdof'un içinde bulunduğu ruhsal
duruma—gerçi sorsalardı bu ruhsal durumun nasıl bir şey olduğunu anlatamazdı ya— girmişti.
Nehlüdof'a, işlerini halledip halletmediğini sordu. Nehlüdof, yargıtayda uğradığı başarısızlığı, Selyenin'le
karşılaşmasın! anlattı.
.— Ah! Ne temiz ruhlu bir insandır o! Tam bir chevalier sans peur et şans reproche. (2) Çok dürüsttür!
İki kadın da, Selyenin'in sosyetede dillerde dolaşan özelliklerini sayıp dökmeye başlamışlardı.
Nehlüdof:
— Karısı nasıl bir insan? diye sordu. Mariette:
— Karısı mı? dedi. Suçlamayacağım onu. Ama anlamıyor kocasını. O da mı dilekçenin reddini istedi
yoksa?
Dilekçenin reddedilmesine gerçekten çok üzüldüğü belliydi. İç geçirerek devam etti:
— Çok kötü oldu bu! Yazık zavallıya!
Nehlüdof yüzünü buruşturdu, konuyu değiştirmek isteyerek, genç kadının yardımıyla kaleden kurtulan
Sustova'dan söz açtı. Kocasına söylediği için teşekkür etti: zavallı kadının, ailesinin sırf onları hatırlayacak
kimse çıkmadığı için ıstırap çektiklerini düşünmenin ne korkunç bir şey olduğunu anlatmaya başlamıştı ki,
beriki sözünü kesti, sinirli bir sesle:
P)
Korkusuz, kusursuz şövalye. (Fransızca)
— 329 —
— Bunu bana anlatmayın, dedi, biliyorum. Kocam, onu serbest bırakılabileceğini söyler söylemez ben de
düşündüm aynı şeyi. Suçu yoktuysa ne diye tutuyorlardı onu orada? (Nehlüdof un söylemek istediğini
söylemişti.) Akıl almaz bir şey bu!
Kontes Katerina İvanovna, Mariette'nin yeğenine kur yaptığının farkındaydı, hoşuna gidiyordu bu. Bir anlık
sessizlikten yararlanarak:
— Bak ne diyeceğim sana, dedi, yarın akşam Aline'ye gel. Kızeveter konuşacak orada. (Mariette'ye
döndü.) Sen de. (Sonra gene yeğenine döndü.) li vous a remarque. (') Sözlerinin iyiye işaret olduğunu
—anlattım ona konuştuklarımızı— İsa'nın yolundan yürüyeceğini söylüyor. Yarın muhakkak gelmelisin.
Söyle ona da gelsin, Mariette. Sen de gel.
Mariette Nehlüdof'a bakarak:
— Bir kere, prense akıl vermeye hiç hakkım yoktur benim kontes, dedi; ikinci olarak, biliyorsunuz,
sevmem ben...
Bakışından, ses tonundan kontesin sözleri üzerine, bu din konuşmaları üzerine Nehlüdof'la aynı
düşüncede olduğunu anlatmak istediği belliydi.
Kontes:
— Her zaman aksisindir sen zaten, hep kendi bildiğini okursun, dedi.
Mariette gülümsedi:
— Ben mi kendi bildiğimi okurum? Aslında bir köylü kadını kadar kuvvetlidir inancım.
(Önceki
konuşmasına devam etti.) Üçüncü olarak da, yarın Fransız tiyatrosuna gidiyorum...
Kontes Katerina İvanovna:
— Ah! dedi Gördün mü sen şu... neydi adı canım kadının? Mariette ünlü Fransız aktristinin adını söyledi.
— Muhakkak git gör onu, görmeye değer. Nehlüdof gülümsedi.
— Önce hangisini göreyim ma tante, aktrisi mi, din konuşmacısını mı?
— Söz oyunu yapma bana lütfen. Nehlüdof:
(')
Seni farketmîş. (Fransızca)— 330 —
— Önce din konuşmacısını, sonra aktristi görmeliyim bence, dedi, yoksa din konuşmasından hiç tad
alamam bakarsınız.
Marlette:
— Hayır, diye itiraz etti,
Fransız tiyatrosundan başlayıp, sonra tövbekar olsanız daha iyi edersiniz.
—
Beni alaya alıyorsunuz bakıyorum da. Din başka, tiyatro başkadır. İnsanın günahlarından
temizlenmesi için oturup somurtması, habire ağlaması gerekmez hiç de. İnansın yeter. Neşeli de olur o
zaman.
— Siz bütün din konuşmacılarından daha iyi din dersi veriyorsunuz ma tante.
Mariette bir an düşündükten sonra:
— Yarın tiyatroda benim locama gelin, dedi.
— Korkarım ki gelemeyeceğim...
Konuşma, konuk geldiğini haber vermek için uşağın odaya girmesiyle yarıda kesildi. Kontesin başkanı
olduğu hayır kurumunun sekreteriydi gelen.
Kontes:
— Çok can sıkıcı bir adamdır bu, dedi. İyisi mi salonda görüşeyim onunla. (Her zamanki gibi çabuk
adımlarla kapıya yürürken devam ediyordu.) Onu savınca gelirim. Çay koyun ona Mariette.
Genç kadın eldivenini çıkardı, alyans parmağında birkaç yüzük olan, oldukça enli, hareketli eli gözüktü.
İspirto ocağının üzerindeki gümüş çaydanlığı —küçük parmağını tuhaf bir biçimde dimdik tutarak—
alırken:
— İstiyor musunuz? diye sordu.
Yüzünü ciddi, hüzün dolu bir ifade kaplamıştı.
—
Düşüncelerine değer verdiğim insanların, içinde bulunduğum koşullara bakarak beni yanlış
anlamalarına çok, hem de pek çok üzülürüm.
Ha ağladı ha ağlayacaktı Mariette. Şöyle bir düşünülürse, bu söylediğinin hiç bir anlamı olmayabilirdi, pek
soyut bir anlamı da olabilirdi. Nehlüdof büyük bir içtenlik, duygululuk hissetmişti bu sözlerde. Şık, güzel,
genç kadının bunları söylerken pırıl pırıl gözleriyle yüzüne bakması öylesine etkilemişti onu.
Nehlüdof gözlerini ayıramıyordu bu güzel gözlerden, sessiz— 331 —
ce bakıyordu ona.
— Sizi, ruhunuzda olup biteni anlamadığımı sanıyorsunuz. Yaptıklarınızı herkes biliyor. C'est le cetret de
poiichinelle (')
Duygulandırıyor da beni bu, hak veriyorum size.
— Duygulanacak bir şey yok aslında, henüz bir şey yapmış değilim.
— Olsun varsın. Duygularınızı anlıyorum, onu da anlıyorum.. (Nehlüdof'un yüzünün buruştuğunu
farkedince konuyu kapamak istedi.) Pekâlâ, pekâlâ, ondan söz etmeyeceğim. Anladığım bir şey daha
var, ceza evlerinde insanların çektiği ıstırapları gördükten sonra, bu zavallılara, böylesine ezilen, horlanan,
bu insanlara yardım etmek istiyorsunuz... Bunu, insanın uğruna canını bile verebileceği yüce bir görev
olduğunu biliyorum, ben de verebilirdim canımı. Ama herkesin bir kaderi vardır.
Marîette'nin o anda tek istediği, Nehlüdof'un ilgisini çekmekti. Genç adamın ruhunda olanları, değer verdiği
şeyleri kadın duyarlılığıyla sezinlemiş, onların üzerinde duruyordu. Herkesin bir kaderi var, diye pek bir içli
mırıldanmıştı.
— Kaderinizden yakmıyor musunuz yoksa?
Genç kadın, böylesine basit bir şeyi Nehlüdof'un nasıl so-rabildiğine şaşmış gibi:
— Ben mi? dedi. Yakınmamak zorundayım, yakınmıyorum da. Ama içimde bir şey var, arada uyanıyor...
— Uyumasına fırsat vermemelisiniz, daima inanmalısınız bu sese.
Genç kadının yalanma iyice kaptırmıştı kendini Nehlüdof.
Sonraları, Nehlüdof onunla olan bu konuşmasını utanç duyarak hatırladı hep. Yalnızca yalan sözlerini
değil, düzme bir içtenlik takındığı yüzünü de unutamadı uzun süre. Ceza evinde gördüğü korkunç olayları,
köy izlenimlerini anlatırken bütün bunlara büyük bir ilgi duyuyormuş gibi dinliyordu onu.
Kontes odaya döndüğünde, iki eski arkadaştan da öte, onları anlamayan insanların arasında birbirlerini
anlayan iki yakın dost gibi konuşuyorlardı.
(')
Polichinelle'nm (Fransız halk kukla tiyatrosunun soytarısı) sırrıdır bu. (Fransızca)— 332 —
XXV
Yönetim organlarının haksızlıklarından, insanlara çektirilen acılardan, halkın yoksulluğundan söz
ediyorlardı; oysa aslında, birbirlerinden ayırmadıkları gözleri konuşmanın arasında durmadan Sevebilir
misin beni? diye soruyor, öteki cevap veriyor-du: Sevebilirim. Kadının erkeğe, erkeğin kadına duyduğu o
duygu giderek daha bir yaklaştırıyordu onları.
Mariette giderken ona elinden gelen yardımı yapmaya her zaman hazır olduğunu, yarın akşam tiyatroda,
bir dakikalığına bile olsa, yanına uğramasını, onunla çok önemli bir konuda konuşacağını söyledi. Derin bir
göğüs geçirdikten sonra, yüzük dolu eline eldivenini dikkatle geçirirken:
— Bir daha ne zaman göreceğim sizi? dedi. Söz verin geleceğinize.
Nehlüdof söz verdi.
O gece odasına çekilince mumu söndürüp yatağa uzandı Nehlüdof, ama uzun süre uyuyamadı.
Maslova'yı, yargılayın verdiği kararı, Maslova'nın arkasından Sibirya'ya gitmeye kararlı olduğunu,
toprağını başkalarına verdiğini düşünüyordu; bütün bu sorulara cevapmış gibi, Mariette'nin yüzü geldi
gözlerinin önüne ansızın: Bir daha ne zaman göreceğim sizi? derkenki bakışını, göğüs geçirişini hatırladı.
Gülümseyişini görür gibi oldu, o da gülümsedi. Sibirya'ya gitmekle iyi mi ediyorum acaba? diye sordu
kendi kendine. Varımı yoğumu başkalarına vermek akıllıca bir iş mi?
İyice kapatılmamış perdenin arasından gözüken bu aydınlık Petersburg gecesinde kesin cevaplar bulmak
pek güçtü bu sorulara. Kafasının içi karmakarışıktı. Eskisi gibi düşünmeye zorluyordu kendini; ama eski
güçlerini yitirmişti bu düşünceler şimdi.
Neler düşünüyorum ben de, diye geçirdi içinden, yaptığım iyi şeylere bile pişman oluyorum. Bu sorulara
birer cevap bulamamak, çoktan beri duymadığı bir pişmanlığa, umutsuzluğa salmıştı onu. Sorulara cevap
bulamayınca, kumarda büyük para kaybettiği zamanlar olduğu gibi, derin bir uykuya daldı.
Devrisi sabah uyanır uyanmaz, dün iğrenç bir şey yaptığını hissetti Nehlüdof.
Düşünmeye başladı: Öyle kötü, iğrenç bir davranışı olmamıştı; ama düşünceler; şimdiki niyetlerinin
—Katyuşa'yla evlenmek, toprağını köylülere dağıtmak gibi— gerçekleşemeyecek birer hayal oldukları,
kararlılığını sonuna kadar sürdüremeyeceği bütün bunların yapmacık, gerçekdışı olduğu, şimdiye dek
nasıl yaşıyorduysa öyle yaşamaya devam etmesi gerektiği üzerine çirkin düşünceler vardı.
Kötü davranış yoktu ama, ondan çok daha kötü şeyler vardı: Bütün kötü davranışların kaynağı kötü
düşünceler. Kötü bir davranışı tekrarlamayabilir kişi, pişman olabilir yaptığına, kötü düşünceler öyle midir
ya, bütün kötü davranışlar onlardan doğar.
Kötü bir davranış, arkasından gelen kötü davranışlara kapar yolu; kötü düşüncelerse açar.
Nehlüdof, bir an için bile olsa, dün bu düşüncelere kendini nasıl kaptırabildiğine şaşıyordu şimdi. Yapmak
niyetinde olduğu şey ne denli güç, alışılmamış olursa olsun, bunu yapmadan yaşamayacağını; eski hayata
dönmesi ne denli kolay olursa olsun, bunun onun için ölüm olduğunu biliyordu artık. Dünkü bu kanısını,
sıcak yatağında uyanmış, daha uyumak isteyen, ama önemli bir işi için kalkma zamanının da geldiğini
düşünerek, biraz daha uyumak isteğiyle yatağın içinde sağa sola dönen bir insanın o anda duyduklarına
benzetiyordu.
Petersburg'da son günüydü bu, o sabah Vasilyevski'ye, Şus-tova'ya gitti.
İkinci katta bir dairede oturuyordu Şustova. Nehlüdof, kapıcının yol göstermesiyle arka kapıdan girip, dik
merdivenden çıktı, yemek kokan, sıcak mutfağa girdi doğru. Kollarını sıvamış yaşlı bir kadın, ocağın
başında ayakta duruyor, tüten bir tencerede bir şey karıştırıyordu. Gözlüklerinin üstünden Nehlüdof'a dik
dik bakarak:
— Kimi arıyorsunuz? diye sordu.
Nehlüdof daha kim olduğunu söyleyip bitirmemişti ki, kadının yüzü değişti birden, korkuyla sevinç karışık
bir ifadeyle kaplandı. Ellerini önlüğüne kurulayarak:
— 334 —
— Ah, prens! diye haykırdı. Peki ama niçin arka merdivenden geldiniz? Velinimetimiz bizim! Onun
annesiyîm ben. Mahvedeceklerdi yavrumu. Kurtarıcımızsız bizim. (Kadın Nehlüdof' un elini yakalamış,
öpmeye çalışıyordu.) Dün geldim size. Kız-kardeşim çok yalvardı git diye. O da burada.
Anne Şustova, Nehlüdof'u mutfağın dar kapısından, karanlık koridordan geçirirken —hem yürüyor, hem de
eteklerini, saçlarını düzeltiyordu— durmadan konuşuyordu.
— Şu, yandan efendim, şöyle.
Bir kapının önünde durup alçak sesle devam etti:
— Kornilova'dır
kızkardeşimin adı, duymuşsunuzdur belki de. Politikaya karışmıştı. Kafası çok
çalışan bir kadındır.
Anne Şustova kapıyı açtı, Nehlüdof'u, ortasında bir masa olan küçük bir odaya aldı. Masanın arkasındaki
küçük divanda çizgili basmadan bluzlu, orta boylu, şişmanca bir kız oturuyordu. Bukleli, san saçlarının
çevrelediği yuvarlak, renksiz yüzü annesininkine benziyordu. Tam karşısındaki koltukta, yakası işlemeli
Rus gömleği giyen, siyah bıyıklı, siyah sakallı genç bir adam iki büklüm oturuyordu. Besbelli konuşmaya
dalmışlardı. Nehlüdof odanın ortasına geldikten sonra dönüp baktılar ancak.
— Lida, prens Nehlüdof, seni...
Uçuk benizli kız, kulağının arkasından kurtulan bir tutam saçı düzelterek birden ayağa fırladı; iri, gri
gözlerini korkuyla Nehlüdof'a dikti.
Nehlüdof gülümseyerek elini uzattı ona.
— Serbest bırakılması için Vera Yefremovna'nın söylediği tehlikeli kadın siz miydiniz? dedi.
— Evet, benim.
İçten, çocukça bir gülümsemeyle aralandı genç kızın dudakları, güzel dişleri gözüktü.
— Teyzem çok görmek istedi sizi.
Yan kapıya doğru sevgi dolu bir sesle seslendi:
— Teyze! Nehlüdof:
— Sizin tutuklanmanız çok üzmüştü Vera Yefremovna'y'.
dedi.
Lidiya, genç adamın kalktığı yumuşak, kırık dökük koltuğu
göstererek:
— Şöyle oturun daha iyi, dedi.
Nehlüdof'un genç adamı yukardan aşağıya şöyle bir süzdüğünü farkedince:
— Teyzemin oğlu Zaharof, diye ekledi.
Genç adam da Lidiya gibi içtenlikle gülümseyerek elini sıktı konuğun; Nehlüdof onun yerine oturunca da
gidip pencerenin dibindeki sandalyeyi aldı, konuğun yanına oturdu. Öteki kapıdan, saçları daha bir açık
sarı, on altı yaşlarında bir lise öğrencisi çocuk çıktı, geçip sessizce pencerenin içine oturdu. Lidiya:
— Vera Yefremovna teyzemin çok yakın arkadaşıdır, dedi, ama ben tanımıyorum onu.
Bu sırada yan kapıdan beyaz bluzlu, beline deri kemer bağlamış, son derece temiz yüzlü, zeki bakışlı bir
kadın girdi odaya. Divana, Lidiya'nın yanına otururken:
— Hoş geldiniz, diye başladı, geldiğiniz için çok çok teşekkürler. Vera'cığımdan ne haber? Gördünüz mü
onu? Üzülüyor mu?
Nehlüdof:
— Üzülmüyor, dedi. Kendini çok iyi hissediyormuş, öyle diyor.
Kadın gülümseyerek başını salladı.
— Ah Vera'cık, ah! Bilirim onu. Ancak bilen bir insan anlayabilir onu. Üstün bir kişiliği vardır. Hep
başkaları için çalışır, kendi için bir şey istemez.
— Evet, kendi için hiç bir istekte bulunmadı benden, yalnız yeğeninizi düşünüyordu. Suçsuz yere
yakalandı diye —öyle söyledi bana— çok üzülüyordu.
Teyze:
— Evet, dedi, korkunç bir şeydi bu! Hiç bir günahı yokken, boşu boşuna acı çekti.
Lidiya karıştı söze:
— Hayır Teyze! Siz olmasaydınız da alırdım o kâğıtları. Teyzesi:
— İzninle ben daha iyi bilirim bu işleri, dedi. Nehlüdof'a dönerek devam etti:
— Olay şu, biri bazı kâğıtları bir zaman için saklamamı istedi benden; evim olmadığından, ben de getirip
ona verdim. O336 —
gece arama yapmışlar evinde, kâğıtları da onu da alıp götürmüşler; bugüne kadar tuttular, kâğıtları kimden
aldığını söylemesini istiyorlarmış.
Lidiya, aslında ona bir zararı olmayan saçını öfkeyle geri
atarak:
— Söylemedim de, diye atıldı.
Teyzesi:
— Söyledin demedim ben de zaten, dedi.
Lidiya kızararak, huzursuz bakışlarını odanın içinde gezdirdi.
— Martin'i benden öğrendikleri bir şeye karşılık tutukla-madilar, dedi.
Annesi karıştı söze: — Kapat bu konuyu Lidiya'cığım. — Niçin kapatacakmışım? Anlatmak istiyorum.
Artık gülümsemiyordu Lidiya, yüzü kıpkırmızı olmuştu, saçını da geri atmıyor, parmağına dolayarak
bakmıyordu. Annesi: — Anlatınca dün akşam ne oldu biliyorsun, dedi.
— Hiç de... Bırakın da anlatayım anneciğim. Söylemedim, sustum hep. İki kere sorguya çekti beni o
adam; teyzemle Mitin'i sordu. Ona cevap veremeyeceğimi söyleyip sustum. O zaman... Petrof...
Teyzesi yeğeninin neden söz ettiğini açıkladı Nehlüdof'a:
— Petrof dediği hafiyedir, jandarma, alçağın biri. Lidiya çabuk çabuk konuşarak devam ediyordu:
— O zaman o kandırmaya çalıştı beni. Bana anlatacaklarınızın hiç kimseye bir zararı dokunmayacaktır,
dedi, tersine... Konuşursanız, burada boşu boşuna ıstırap çektirdiğimiz insanları da kurtarmış olursunuz.
Gene
de konuşmayacağımı
söyledim. O zaman şöyle söyledi:
Pekâlâ, konuşmayın, ama
söyleyeceklerime de itiraz etmeyin. İsimleri saymaya başladı, bu arada Mitin'in adını da söyledi.
Teyzesi:
— Yeter artık, dedi.
— Of, bırakın da anlatayım teyze... Durmadan saçını çekeliyor, bakmıyordu.
— Düşünün, devrisi gün Mitin'in tutuklandığını öğreniyorum, duvarı tıklatarak bildirdiler bana bunu.
Benim yüzümden
__ 007 __
-137yakalandığını sandım tabiî. O" kadar acı vermeye başladı bana bu, o kadar ki, az kaldı çıldırıyordum.
Teyzesi:
— Senin yüzünden yakalanmadığı da anlaşıldı sonunda, dedi.
— Bilmiyorum ki. Ben onu ele verdim sanıyordum. Hücrenin içinde dolaşıp duruyor, düşünüyordum hep.
Ben ele verdim sanıyordum onu. Yatağa yatıp da gözlerimi kapayınca bir ses çınlamaya başlıyordu
kulağımda: Sen ele verdin onu, Mitin'i sen yakalattın, ele verdin Mitin'i. Bunun hayal olduğunu, gerçekten
böyle bir sesin olmadığını biliyor, uyumak istiyordum ama uyku girmiyordu gözüme; düşünmemek
istiyordum, yapamıyordum. Bu acı veriyordu bana işte!
Lidiya parmağına saçını dolayıp çözerek, durmadan çevresine bakınarak konuşuyordu. Giderek
heyecanlanıyordu. Annesi omzuna dokunarak:
— Lidiya'cığım, dedi, sakin ol.
Ama sakin olmak elinde değildi artık Lidiya'nın.
— Öyle bir acıydı ki bu... diye başladı.
Sözünün sonunu getiremedi, divandan atlayıp, koltuğa çarparak koşup çıktı odadan. Annesi de
arkasından gitti. Pencerenin içinde oturan lise öğrencisi:
— Hepsini aşmalı alçakların, diye söylendi. Annesi:
— Sana ne oluyor? dedi. Lise öğrencisi:
— Hiç... diye cevap verdi.
Masanın üzerindeki paketten bir sigara alıp yaktı. Teyze de bir sigara yaktı, başını sallayarak:
— Evet, dedi, tek kişilik hücreye kapatılmak gençler için çok kötü oluyor.
Nehlüdof:
— Herkes için kötüdür, dedi.
— Hayır, herkes için değil. Gerçek devrimciler için bunun bir dinlenme, rahata erme olduğunu duydum.
Devamlı bir kuşku, tehlike, maddî sıkıntı içinde yaşar devrimci; kendi için, arkadaşları için, yoluna baş
koyduğu dâva için korkar hep; en sonunda
Diriliş — F: 22— 338 —
yakalarlar onu, her şey bitmiştir artık, omuzlarındaki sorumluluk alınmıştır: Otur rahatına bak. Düpedüz
söylemişlerdir bana yakalanınca sevindiklerini. Gelgelelim genç suçsuzlar için —daima önce Lidiya gibi
suçsuzları atarlar içeri— bunlar için ilk şok korkunç oluyor işte. Özgürlüğünüzün elinizden alınması, itilip
kakılmanız, aç bırakılmanız, içersinin havasının kötü olması, çekilen her çeşit eziyet vız gelir. Bütün bunlar
iki kat daha kötü olsa gene kolaylıkla katlanır insan, yeter ki oraya ilk girdiğinde o şok sarsmasın benliğini.
— Siz nereden biliyorsunuz bunları? Lidiya'nın teyzesi içtenlikle acı acı gülümsedi.
— Ben mi? İki kere yattım hücrede. Beni oraya ilk atıldığımda —hiç suçum yokken yakalamışlardı beni—
yirmi iki yaşındaydım, çocuğum vardı kucağımda, ayrıca gebeydim de. Özgürlüğümden yoksun olmanın,
çocuğumdan, kocamdan ayrılmanın ağırlığı, artık insan olmaktan çıkıp bir eşya olduğumu anladığım
zaman hissettiklerimin yanında hiçti. Kızıma bir Allahaısmarladık demek istedim, yürümemi söylediler,
arabaya
bindirdiler beni. Beni
nereye götürdüklerini
soruyordum, götürdüklerinde göreceğimi
söylüyorlardı. Sorgu sualden sonra üstümdekileri çıkarıp numaralı ceza evi giysileri giydirdiler bana,
kemerlerin altından geçirdiler, bir kapıyı açıp içeri attılar beni, kapıyı kilitleyip gittiler. Koridorda bir aşağı bir
yukarı dolaşan, geçerken arada bir de kapımdaki delikten içeri bakan tüfekli nöbetçi kaldı yalnız. O anda
çok fena oldum. Hatırlıyorum, beni en çok şaşırtan, sorguya çekerken jandarma subayının bana sigara
uzatma-sıydı. Demek biliyordu insanların bazı anlarda sigara içmeyi nasıl istediklerini; insanların
özgürlüğü, ışığı nasıl sevdiklerini, annelerin çocuklarını, çocukların annelerini nasıl sevdiklerini biliyordu.
Evet, dünyada değer verdiğim her şeyden böylesine acımadan koparıp almışlardı beni, yabanî bir hayvan
gibi kilitli kapıların ardına atmışlardı. Öyle kolay kolay katlanılabilecek bir şey değildi bu. Tanrıya,
insanlara, insanların birbirini sevdiklerine inanan bir kimse başına böyle bir şey geldikten sonra hiç birine
inanmaz artık bunların. O günden sonra ben de inanmıyorum insanlara, nefret ediyorum onlardan.
Kadın gülümseyerek bitirdi sözünü.
— 339 —
Lidiya'nın biraz önce çıktığı kapıdan annesi girdi, Lidiya'nın sinirlerinin bozuk olduğunu, konuğun yanına
çıkamayacağını bildirdi.
Teyzesi:
— Niçin mahvediyorlar körpecik bir ruhu? dedi. Beni asıl üzen, istemeyerek böyle bir şeye sebep
olmamdır.
Annesi:
— İnşallah köy havası iyi gelir ona, dedi, babasının yanına yollayacağız onu.
Teyze, Nehlüdof'a döndü:
— Siz olmasaydınız tamamen mahvolacaktı. Minnettarız si--ze. Sizi görmek istememin bir sebebi daha
vardı; şu mektubu Vera Yefremovna'ya vermenizi isteyecektim, (cebinden bir mektup çıkardı.) Zarf kapalı
değildir, okuyun; ister yırtıp atın, ister verin, hangisini daha uygun bulursanız onu yapın. Gizli bir şey yok
içinde.
Nehlüdof mektubu aldı, onu Vera Yefremovna'ya ileteceğine söz verdi, vedalaşıp çıktı.
Okumadan ağzını kapadı mektubun, sahibine iletmeye kararlıydı onu.
XXVI
Nehlüdof'u Petersburg'da tutan son işi, din suçluları işiydi. Onlar için dilekçeyi Çar'a, alaydan eski
arkadaşı, Çar'ın yaveri Bogatıryef aracılığıyla verecekti. Erkenden gitti Bogatıryef'e, evdeydi arkadaşı,
kahvaltısını yapıyordu, biraz sonra çıkacaktı. Kısa boylu, tıknaz bir adamdı Bogatıryef; çok kuvvetlî —nalı
tuttu mu eğebiliyordu— temiz yürekli, dürüst, yalanı dolanı olmayan, hattâ özgür düşünceliydi. Bu
niteliklerine rağmen saraya yakındı, Çar'ı da ailesini de sever, —şaşılası bir durumdu— içinde bulunduğu
bu çevrenin yalnız iyi yanlarını görür, kötülüklerine, alçaklıklarına karışmazdı. Ne insanları ne de alınan
tedbirleri suçlar; ya susar, hiç bir şey söylemez, ya da gözüpek, gümbür gümbür öten bir sesle, bağırır
gibi, söylemesi gerekeni söyler, konuşurken gene öyle yüksek sesle gülerdi. Hem kendini zorlayarak,
gösteriş olsun diye yapmazdı bunu, yaradılışı öyleydi.
— Geldiğin çok iyi oldu. Kahvaltı eder misin? Otur. Biftek— 340 —
nefis. Elimin altındakinden başlarım ben daima, onunla da bitiririm. Ha, ha, ha!
Kırmızı şarap olan sürahiyi göstererek:
— Şarap iç bari, diye bağırdı. Ben de seni düşünüyordum. Dilekçeyi vereceğim. Hem de eline... buna
inan; yalnız, önce Toporof'a bir gitsen daha iyi olmazmıydı diye düşündüm.
Toporof adını duyunca Nehlüdof yüzünü buruşturdu.
— Her şey onun elindedir. Zaten sen gitmesen de ona soracaklar. Belki bir yardımı dokunurdu sana.
— Sen git dersen giderim. Bogatıryef:
— Çok güzel, diye bağırdı. Ee, söyle bakalım,
Piter (Pe-tersburg) nasıl bir etki bıraktı sende?
Konuşsana canım.
Nehlüdof:
— Hipnotize etti beni sanki, dedi. Bogatıryef:
— Hipnotize mi? diye sordu.
Kahkahayı bastı. Peçeteyle ağzını, bıyıklarını sildi.
— Gideceksin demek? Ha? Seninle gerektiği gibi ilgilenmezse bana getir, yarın ben veririm.
Bağıra bağıra konuşuyordu gene. Masadan kalkıp haç çıkardı —bunu da ağzını sildiği gibi bilinçsiz olarak
yaptığı belliydi— kılıcını kuşanırken:
— Şimdilik allahaısmarladık, dedi, acele işim var. Nehlüdof:
— Beraber çıkalım, dedi.
Dış kapıda Bogatıryef'in geniş, güçlü elini —her zamanki gibi bir dinçlik, canlılık, hafiflik duyarak— sıktı,
ayrıldılar.
Nehlüdof, hiç bir fayda beklemediği halde, Bogatıryef'in dediğini yaptı, din suçlularıyla ilgilenen Toporof'a
gitti.
Toporof'un bulunduğu görev ancak kör, ahlâk duygusundan yoksun bir insanın göremeyeceği bir çelişki
içindeydi. Toporof bu çelişkiyi göremeyecek kadar hem kördü, hem de ahlâk duygusundan yoksundu. Bu
çelişki Toporof'un görevinin amacıydı: Tanrının kurduğu, cehennem kapılarının da, hiç bir insan gücünün
de sarsamayacağı kiliseyi dış olanaklarla —bu arada kuvvetle de— korumaktı görevi. Tanrının bu kutsal,
güçlü kurumu, ba— 341 —
şında Toporof'la arkadaşlarının bulunduğu dünyasal kurumu desteklemek zorunda bırakılıyordu. Toporof
görmüyordu bu tezadı, ya da görmek istemiyordu; cehennem kapılarının bile yeneme-ceği kiliseye
herhangi bir din düşmanının zarar vermemesi için canla başla çalışmaktaydı. Asıl din duygusundan,
insanların eşitliği, kardeşliği bilincinden yoksun bütün insanlar gibi Toporof da, halkın, ondan tamamen
başka yaratıklardan oluştuğuna, onun için gerekli olmayan şeylerin halk için zorunlu olduğuna inanırdı.
Ruhunun derinliklerinde hiç bir şeye inanmaz, bu durumu da çok rahat bulurdu; ama halkın da bu duruma
gelmesinden korkar, —kendi deyimiyle— halkı bu tehlikeden korumayı en kutsal görev sayardı kendine.
Bir yemek kitabında, İstakozların canlı canlı kaynar suya atılarak haşlanmayı sevdikleri yazılı olduğu gibi,
Toporof da —yemek kitabındaki bu açık seçik ifade gibi kesin— halkın batıl inancı sevdiğini düşünür, bunu
söylerdi.
Koruduğu din onun için, bir tavukçu için tavuklarını beslediği solucan neydiyse oydu. Ölmüş solucan, pisti,
iğrençti, ama tavuklar seviyorlardı onu, yiyorlardı, öyleyse vermek gerekirdi onlara solucan.
Elbette kaba anlamıyla puta tapmaktı şu İversk'lilerin, Ka-zan'lılarm, Smolensk'lilerin yaptıkları; ama halk
seviyordu bunu, inanıyordu, öyleyse desteklemek gerekirdi bu batıl inançları. Böyle düşünüyordu Toporof,
halkın batıl inancı sevdiğini sanıyordu. Oysa halkın batıl inancı sevmesinin suçu Toporof'un, onun gibi
aydınlığa kavuşmuş, ama ellerindeki ışığı, bilgisizliğin karanlığından kurtulmaya çalışan halka yardım için
değil, onu bu karanlığa iyice gömmek için kullanan insanlarında.
Nehlüdof bekleme odasına geldiğinde Toporof, çalışma odasında, ülkenin batısında zorla ortadoks edilen
halk arasında Ortodoksluğu yayan, yaşatan soylu bir rahibeyle sohbet ediyordu.
Bekleme odasında görevli memur ne istediğini sordu Neh-lüdof'a; onun, bazı din suçlularının dilekçesini
Çar'a iletme işini üzerine aldığını öğrenince, dilekçeyi görüp görmeyeceğini sordu. Nehlüdof dilekçeyi
verdi, memur dilekçeyle çalışma odasına girdi. Şapkasının kenarlarından tülü omuzlarına kadar uzanan,
etekleri yerlerde sürünen rahibe, topaz bir teşbih tuttuğu, tırnak— 342 —
lan temizlenmiş, beyaz ellerini göğsünün üzerinde kavuşturmuş, çalışma odasından çıktı, gitti. Hâlâ
çağırmıyorlardı Nehlüdof'u. Toporof dilekçeyi okuyor, başını sallıyordu. Dilekçenin güçlü anlatımı
şaşırtmıştı onu, canını sıkmıştı.
Dilekçeyi sonuna kadar okuduktan sonra Çar'ın eline geçerse birtakım hiç de hoş olmayan yanlış
anlamalara yo! açabilir bu, diye geçirdi içinden. Dilekçeyi masanın üzerine koyduktan sonra zile bastı,
Nehlüdof'u içeri almalarını söyledi.
Bu din suçlularını hatırlıyordu, daha önce de bir dilekçeleri vardı. Durum şuydu: Hıristiyanlıktan
uzaklaşmış oldukları ihbar edilmişti, yakalanıp mahkemeye vermişlerdi onları, ama mahkeme suçsuz
olduklarına karar vermişti. O zaman piskoposla vali nikâhlarının yasa dışı olduğu gerekçesiyle, aileleri
dağıtmış, kocalarını bir yana, karılarını bir yana, çocukları da başka bir yana sürgün etmişti. İşte bu
babalar, karılar ailelerinin dağıtılmamasını diliyorlardı. Toporof, bu olay kendisine aksettiği zamanki
düşüncelerini hatırlıyordu. Dilekçeyi kabul etse mi diye karar verememişti bir türlü. Ama bu köylü ailelerinin
her bir üyesini başka bir yana sürülmesi üzerine verilen kararı onaylamanın sakıncalı herhangi bir yanı
olamazdı; oysa ailelerin yerli yerinde bırakılmaları dinden kopma yolunda öteki köylüler üzerinde kötü
örnek olabilirdi; sonra, piskoposun görevine ne denli bağlı olduğunu gösteriyordu bu olay. Bütün bunları
göz önüne alarak, işlemin yürütülmesine karar vermişti.
Şimdi de, Petersburg'da çok tanıdığı olan Nehlüdof gibi bir koruyucunun yardımıyla durum Çar'a haksız
verilmiş bir karar olarak anlatılabileceği, ya da Avrupa gazetelerine aksedebileceği korkusuyla bir anda
verdi kararını. Beklenmeyen bir karardı bu.
Nehlüdof'u ayakta, başı pek kalabalık bir insan tavrıyla karşılayarak:
— Hoş geldiniz, dedi.
Hemen konuya girdi, dilekçeyi eline alıp Nehlüdof'a göstererek:
— Haberim vardı bu durumdan, diye devam etti. İsimleri okur okumaz hatırladım. Gerçekten de haksız
bir işti. İnanın ki bunu bana hatırlattığınız için minnettarım size. İl yöneticilerinin işgüzarlığı işte...
(Nehlüdof, karşısındakinin soluk yüzündeki ha— 343 —
reketsiz maskeye tiksintiyle bakıyor, susuyordu.) İşlemin durdurulması, köylülerin ailelerine dönmesi için
gerekeni yapacağım. Nehlüdof:
— Öyleyse bu dilekçeyi vermeyeyim mi? diye sordu.
— Vermeyin. Ben söz veriyorum size.
Ben sözcüğünü —onun dürüstlüğüne, onun sözüne her şeyden çok güvenebileceğinden emin olduğu
besbelli— üzerine basa basa söylemişti.
— İyisi mi hemen şimdi yazıvereyim, diye ekledi. Buyrun oturun bir dakika.
Masaya gidip yazmaya başladı. Nehlüdof ayakta duruyor, yukardan aşağı bu dar, uzun, dazlak kafaya, uç
kalemi kâğıt üzerinde çabuk çabuk dolaştıran, koyu mavi iri damarları çıkık bu ele bakıyor; hiç bir şeyi
umursamadığı besbelli bu adamın bunu niçin yaptığına, bu işle niçin böylesine ilgilendiğine akıl
erdire-miyordu. Niçin?..
Toporof zarfı kaparken:
— Tamam işte, dedi. (Dudaklarında gülümsemeye benzer bir şey belirdi.) Koruduğunuz köylülere
söyleyin bunu.
Nehlüdof zarfı alırken:
— Niçin onca ıstırabı çekti bu insanlar? diye sordu. Toporof, Nehlüdof'un sorusu pek hoşuna gitmiş gibi
başını
kaldırıp gülümsedi.
— Bunu söyleyemem size. Yalnız şu kadarını söyleyebilirim, koruduğumuz halkın çıkarları öylesine
önemlidir ki, din sorunları konusunda gösterilen her türlü aşırı titizlik, son zamanlarda yaygınlaşan dine
karşı aşırı umursamazlıktan daha korkunç, daha zararlı değildir.
— Peki ama, iyilik kavramının ilk koşulu olan aile, din adına nasıl dağıtılabiliyor...
Toporof, besbelli Nehlüdof'un sözlerinden hoşlandığı için, alçak gönüllülükle gülümsemeye devam
ediyordu. O anda Nehlüdof ne söylerse söylesindi; Toporof, devletin yüksek organlarından birinin
doruğunda bulunmanın verdiği büyüklük duygusuyla, onun her söylediğini hoş, tek yanlı bulurdu.
— Kişi böyle düşünebilir bu konuda, dedi, ama devlet başka türlü düşünüyor.— 344 —
Başıyla selâm verip elini uzatarak:
— Neyse, saygılarımla, diye ekledi.
Nehlüdof uzatılan eli sıktı, aceleyle çıktı. Bu eli sıktığına pişman olmuştu.
Sokağa çıktığında düşünüyordu: Halkın çıkarları ha! Halkın değil senin çıkarların aslında. Yalnız
senin çıkarların.
Nehlüdof, görevi, hakkı hukuku, dini korumak, halkı eğitmek olan kuruluşlarda çalışan memurları gözünün
önünden şöyle bir geçirdikten sonra, izinsiz içki sattı diye cezaya çarptırılan köylü kadını, hırsızlıktan yatan
ufaklığı, boş gezdiği için yakalanan aylağı, yangın çıkardı diye yargılanan köylüyü, para çaldı gerekçesiyle
deliğe tıkılan bankacıyı, sırf gerekli bilgileri ağzından alabilmek umuduyla karanlık hücrede yatırılan zavallı
Lidiya'yı, Ortodoksluğa kötülükleri dokundu iddiasıyla içeri atılan köylüleri, anayasa istiyor diye tutuklanan
Gurkeviç'i düşündü. Nehlüdof bütün bu insanların yakalanmalarının, ceza evine atılmalarının, ya da
sürgüne yollanmalarının sebebinin hiç de başkalarına zararları dokunduğu, ya da yasalara aykırı iş
yaptıkları olmadığını; memurların, zenginlerin, halktan topladıklarından diledikleri gibi yararlanmalarını
engelledikleri için ezildiklerini kesinlikle biliyordu artık.
İzinsiz içki satan köylü kadın da, kentte başıboş dolaşan hırsız da, bâtıl inancı yıkmaya çalışan din
suçluları da, elinde bildirilerle Lidiya da, anayasa üzerine düşünceleriyle Gurkeviç de ayak bağıydılar onlar
için. Bu yüzden Nehlüdof, teyzesinin kocasından, yargıtay üyelerinden, Toporof'tan tutun da, bakanlık
kalemlerinde oturan ötemiz giyimli, çıt-kırıldım küçük memurlara kadar bütün devlet memurlarının, suçsuz
insanların ıstırap çektiklerini hiç mi hiç umursamadıklarına, yalnızca bütün bu tehlikeli insanlardan nasıl
kurtulacaklarını düşündüklerine inanıyordu.
Öyle ki, bir suçsuzu cezalandırmamak için on suçluyu/salı-vermeli kuralı kulak arkası edilmiş; tersine,
yaşla beraber kuru da yanar hesabı, gerçek bir tehlikeyi ortadan kaldırmak için on gerçek tehlikesiz
gözden çıkarılıyordu.
Çevresinde olup bitenleri böyle açıklamak Nehlüdof'a pek kolay, açık seçik geliyordu, onu bu görüşü
benimsemekte kuşkuya düşüren de bu açık seçiklikle kolaylıktı zaten. Böylesine
— 345 —çapraşık, karmakarışık bir oluşun böylesine basit, korkunç açıklamasının olması akıl almaz bir şeydi; hak,
hukuk üzerine, iyilik, yasa, din, Tanrı v.b. üzerine söylenen bunca sözün kuru lâf kalabalığı olduğuna, en
kaba bir cencilliği, civdansızlığı gizlediğine inanmak güçtü.
XXVII
O akşam istese gidebilirdi Nehlüdof, ama Mariette'ye tiyatroda ona uğramaya söz vermişti; ne var ki,
oraya gitmemesi gerektiğini bildiği halde, kendi kendini aldatarak, verdiği sözü tutmak zorunda, olduğunu
düşünerek gitti.
Beni yolumdan çevirmeye çalışan bu çekici şeylere karşı koyabilecek miyim? diye düşünüyordu. —Hiç de
içten değildi düşünürken.— Son bir kere daha bakalım ne var ne yok.
Frak giyinip tiyatroya geldiğinde ikinci perde başlamıştı. Konuk Fransız aktristinin, veremli kadınların nasıl
öldüklerini yepyeni bir biçimde sunduğu şu Dame aux camelîas (1) oynuyordu.
Tiyatro doluydu. Mariette'nin locasını —orayı ayırtan kimseye saygıyla— hemen gösterdiler Nehlüdof'a.
Koridorda resmi giysili bir uşak duruyordu, Nehlüdof'u görünce tanıdı, öne eğilip selâm vererek açtı kapıyı.
Karşı sıradaki localarda oturanların da, oturanların arkasında ayakta duranların da, önde yalnız sırtları
görünenleri de, parterde oturan ak saçlıların, saçlarına ak düşmüşlerin, saçları dökülmüşlerin, dazlak
kafalıların da, saçları briyantinlilerin, ondü-lelilerin de bütün dikkati sahnedeki ipeklilere, dantellere
bürünmüş, kendini paralayan, hiç de olağan olmayan bir sesle durmadan konuşan sıska, kemikleri fırlamış
aktris üzerinde toplanmıştı. Kapı açılınca biri şişşt dedi; sıcak hava akımıyla koridordan gelen soğuk hava
akımı çarptı Nehlüdof'un yüzüne.
Locada Mriette'yle, omuzunda kırmızı şalı, kocaman saç tu-valetiyle orta boylu bir kadından başka iki
erkek vardı: Mariette' nîn kocası, kemerli burnu yüzü sert, resmî giysisinin geniş göğsü nişanlarla dolu,
yakışıklı, uzun boylu general; bir uzun fa-vorili, top sakallı, saçları dökülmüş sarışın bir adam. Zarif, ince
C)
Kamelyah kadınlar. (Fransızca)— 346 —
yapılı, dekolte giyimli Mariette —yuvarlak omuzlarında bir canlılık, iki omuzunun tam ortasında sırtında da
bir ben vardı— dönüp de Nehlüdof'u görünce yelpazesiyle hemen arkasındaki sandalyeyi ona göstererek
içtenlikle, —Nehlüdof'un anladığı kadarıyla— pek manalı gülümsedi. Kocası, her zamanki tavrıyla
ağırbaşlı, baktı Nehlüdof'a, başıyla selâm verdi. Her halinden —oturuşundan da, karısıyla gözgöze
gelişinden de— güzel karısının her yönden tek sahibi olduğu belliydi.
Aktrisin konuşması bitince alkıştan çınladı tiyatronun içi. Mariette kalktı, locanın arka bölümüne çekilip,
kocasıyla Nehlüdof'u tanıştırdı. Generalin gözlerinin içi gülüyordu. Nehlüdof la tanıştığına çok sevindiğini
söyleyerek sakin, sustu.
Nehlüdof, Mariette'ye dönerek:
—
Bugün gitmem gerekiyordu, ama söz vermiştim size, dedi. Marietie, Nehlüdof'un sözünün
anlamına karşılık vermek
amacıyla:
— Beni görmek istemiyorsanız, üstün bir aktris görün bari, dedi.
Kocasına döndü:
— Son sahnede ne başarılıydı değil mi? Kocası başını salladı.
Nehlüdof:
— Bunlar etkilemem beni, dedi. Bugün öylesine gerçek zavallılar gördüm ki...
— Oturun da anlatın.
General dinliyor, gözlerinin içindeki alaylı gülümseme giderek daha bir belirginleşiyordu.
— Hiç suçu yokken onca zaman hücrede yatırılan, serbest bıraktıkları kızı gördüm. Mahvolmuş bir
zavallı.
Mariette kocasına:
— Sana söylediğim kız bu, dedi. General, başını öne eğerek:
— Evet, diye cevap verdi, onu kurtarabildiğinize çok sevindim. Ben sigara içmeye çıkıyorum.
Nehlüdof, adamın bıyığının altından alaylı alaylı gülümsedi-ğini farketmişti. Yalnız kaldıklarında
Mariette'nin ona bir şeyler söylemesini bekliyordu; ama genç kadın hiç oralı değildi, şaka
— 347 —
ediyor, Nehlüdof'u duygulanması gerektirdiğine inandığı oyundan söz ediyordu.
Nehlüdof, Mariette'nin ona bir şey söylemek niyetinde olmadığını anlamıştı. Akşam tuvaleti içinde bütün
çekiciliğiyle, omuzlarının güzelliğiyle, beniyle görünmek istemişti ona, hepsi o kadar, Nehlüdof hem
hoşlanıyordu bu durumdan, hem iğreniyordu.
Dün bu güzellik üzerinde bulunan örtü Nehlüdof için tamamen kalkmış değildi şimdi, ama örtünün altında
ne olduğunu görüyordu. Bakarken haz duyuyordu Mariette'ye, ama onun bir yalancı olduğunu, yüzlerce
insanın hayatı, gözyaşı üzerinde yükselen kocasını sevdiğini, bütün bunları umursamadığını, dün ona
söylediklerinin hepsinin yalan olduğunu, yalnız Nehlüdof'un onu sevmesini istediğini —ama bunun
sebebini ne Nehlüdof ne de Mariette biliyordu— anlamıştı. Hem hoşlanıyor, hem de iğreniyordu bu
durumdan. Birkaç kere kalkıp gitmek istemiş, şapkasını eline almış, ama kalkmamıştı. En sonunda, kocası
bıyıklarında tütün kokusuyla locaya dönüp, tanımamış gibi küçümser bir tavırla Nehlüdof'u yukardan aşağı
süzünce, Nehlüdof, kapı kapanmadan koridora çıktı, paltosunu buldu orada, tiyatrodan çıkıp gitti.
Nehlüdof Nevski caddesinden eve doğru yürürken birden uzun boylu, düzgün bedenli, giyinişi albenili bir
kadın gördü. Geniş, asfalt tratuarda yavaş yavaş yürüyordu. İğrenç etkisinin farkında olduğu yüzünden de,
hallerinden de belliydi. Karşıdan gelenler de, arkadan gelip onu geçenler de tepeden tırnağa süzüyorlardı
kadını. Nehlüdof ondan hızlı yürüyordu, geçerken o da .baktı yüzüne. Boyalı yüzü güzeldi; kadın, gözlerini
parlatarak gülümsedi. Nehlüdof'a. Tuhaftır, o anda Marîette'yi hatırladı Nehlüdof. Tiyatroda duyduğu
istekle tiksintiyi beraberce duymuştu çünkü gene. Adımlarını çabuklaştırıp uzaklaştı —kendi kendine
kızmıştı— Morskaya'ya saptı, rıhtıma çıkıp —oradaki bekçiyi şaşırtarak— bir aşağı, bir yukarı dolaşmaya
başladı.
Tiyatrodaki de, locaya girdiğim zaman aynı öyle gülümse-mişti. diye düşünüyordu, iki gülümsemede de
aynı mâna vardı. Yalnız tek ayrılık var ikisinin arasında, bu açık, Bana ihtiyacın varsa al beni. Yoksa çek
arabanı, diyor. Ötekiyse, bunları dü-— 348 —
şünmüyormuş, bir takım soylu duyguları varmış gibi göz boyamaya çalışıyor, numara yapıyor, oysa ikisinin
de hamuru aynı. Hiç değilse yapmacık değil bu, öteki yalancı. Dahası var, bunu yoksulluk düşürdü bu
duruma; oysa öteki bu hoş, iğrenç korkunç tutkuyla oynuyor, eğleniyor. Bu sokak kadını, susuzluğu
iğrenme duygusundan kuvvetli olanlara sunulan pis kokulu, çamurlu bir sudur; ötekîsiyse, tiyatrodaki,
üzerine damladığı her şeyi hiç belli etmeden zehirleyen bir zehir. (Nehlüdof, soylular başkanının karısıyla
olan ilişkisini hatırladı, yüz kızartıcı anılar geldi aklına.) İnsan içinde hayvanî duyguların bulunması iğrenç
bir şey. Ama bu yalınsa insan ruhsal dünyasının yüksekliğinden görüyor bunu, iğreniyor; ama düşünce ya
da yorulunca gerçek kişiliği çıkıyor ortaya; ama bu duygu yalancı üstelik, şiirsel örtünün altına gizlenip de
kendisine değer verilmesini istediği zaman, insan onu zenginleştiriyor, artık iyiyle kötüyü ayırdetmek-ten
yoksun, tamamen tutsağı oluyor bu duygunun. O zaman müthiş bir şey oluyor işte bu.
Nehlüdof bunu, sarayları, nöbetçileri, kaleyi, nehri, kayıkları, kiralık araba durağını gördüğü gibi açık seçik
görüyordu şimdi.
Kişiye rahatlık veren karanlığın yerine o gece kaynağı belirsiz, soluk, küskün, tuhaf bir aydınlık olduğu gibi,
Nehlüdof'un ruhunda da, bilinmezliğin ona huzur veren karanlığı yoktu artık. Her şey apaydınlıktı, nemli, iyi
sayılan her şeyin değersiz, iğrenç olduğunu açık seçik görüyordu şimdi. Bu parlak ışıkların, bu lüksün,
eskiden beri alışılagelmiş, yalnızca cezalandırılmakla kalmayıp, üstelik yüceltilen, kişioğlunun
düşünebildiği tüm güzellikle bezenmiş suçları saklamaktan başka bir işe yaramadığını biliyordu.
Nehlüdof unutmak, görmemek istiyordu bunu, ama görmemek elinde değildi artık. Petersburg'un
üzerindeki ışığın kaynağını göremediği gibi bu ışığın kaynağını da göremediği, bu ışık ona ölgün, kasvetli,
gerçekten uzak geldiği halde, bu ışığın aydınlattığı şeyleri görmemek elinde değildi, aynı anda hem
neşeliydi, hem telâşlı.
XXVIII
Nehlüdof Moskova'ya iner inmez, kötü haberi Maslova'ya
— 349 —
bildirmek, yargıtayın mahkeme kararını onayladığını, Sibirya yolculuğuna hazırlanmak gerektiğini
söylemek için doğru cezaevi revirine gitti.
Avukatın Çara yazdığı dilekçeyi de getirmişti beraberinde. Maslova'ya imzalatacaktı onu. Ama pek umut
var değildi bu dilekçeden. Tuhaftır, başarıya ulaşmak da istemiyordu artık. Sibir-lya'ya yolculuğu,
sürgünlerin kürek cezalılarının arasındaki hayat [düşüncelerine iyice alıştırmıştı kendini; Maslova'yı
affetseler jne yapacağını, kendi hayatını, Maslova'nın hayatını nasıl düzen-jleyeceğini düşünemiyordu bile.
Amerika'lı yazar Toro'nun sözle-Jrini hatırlıyordu; Amerika'da kölelik olduğu zamanlar şöyle delmişti Toro:
Köleliğin yasalarda öngörüldüğü, savunulduğu bir [ülkede dürüst insanlara en yakışan yer cezaevidir.
Petersburg'a [gidip geldikten sonra, orada öğrendiklerinden sonra Nehlüdof da [böyle düşünüyordu şimdi.
Evet, diye geçiriyordu içinden, bu devirde Rusya'da dürüst bir insana en yakışan yer cezaevidir.
Cezaevine yaklaşırken, ka-jpısmdan girerken açık seçik hissediyordu da bunu.
Nehlüdof'u tanıyan revir kapıcısı, Maslovanın oradan ayrıl jdığını söyledi.
— Nerede şimdi?
— Gene içerde.
— Niçin geri yolladılar onu?
Kapıcı, küçümser bir tavırla gülümseyerek:
— Bunlar hep böyledir efendim, dedi. Sağlık memuruyla mercimeği fırına verdi, başhekim de kovdu
onu.
Nehlüdof, Maslova'nın, onun ruhsal durumunun onu böyle-Jsine etkileyebileceğini hiç düşünmemişti. Bu
haber şaşkına çe-Jvirmişti onu. Kişinin, beklenmedik büyük bir haber aldığında duy-Iduklarını duydu bir
anda. Bir acı saplanmıştı yüreğine. Bu haber Ikarşısında duyduğu ilk duygu utançtı. Maslova'nın ruh
dünyasını değiştireceğini sandığı için gülüyordu şimdi kendi kendine. Yardımımı istememesi, o sitemler,
gözyaşları, benden elden geldiğince yararlanmak isteyen aşağılık bir kadının .kurnazlıklarıydı hep. Son
görüşmelerinde Maslova'nın düzelemeyeceğini sezinler gibi olduğunu hatırladı. Şimdi doğru çıkmıştı her
şey. Şapkasını başına koyup, uyur gezer gibi revirden çıkarken geçmişti— 350 —
bütün bunlar aklından,
Ama ne yapmalıyım şimdi? diye soruyordu kendi kendine. Ona bağlı mıyım? Özellikle bu davranışından
sonra özgür değil miyim artık?
Ne var ki, bu soruyu kendine sorar sormaz, kendini özgür sayarak Maslova'yı bırakmakla, istediği gibi,
Maslova'yı değil, kendi kendini cezalandıracağını anladı, dehşete kapıldı.
Hayır! dedi. Bu olan, verdiğim kararı değiştiremeyeceği gibi, onu daha bir güçlendirmişti de. Varsın, ruhsal
durumunun gerektirdiği her şeyi yapsın. Sağlık memuruyla fırına mı verdi mercimeği, varsın versin, bu onu
ilgilendiren bir iş. Benim isimse, vicdanımın benden istediğini yapmaktır. Vicdanım, işlediğim günahı
ödemem için özgürlüğümden vazgeçmemi, —kâğıt üzerinde de olsa— onunla evlenmemi, onu nereye
yollarlarsa arkasından gitmemi istiyor; yapacağım bunu. Öfkeli bir inatla söylemişti, yapacağım bunu diye.
Revirden çıkıp, kararlı adımlarla cezaevinin büyük kapısına doğru yürüdü.
Kapıya yaklaşınca nöbetçiye, geldiğini müdüre haber vermesini, Maslova'yla görüşmek istediğini söyledi.
Nöbetçi, Nehlü-dof'u tanıyordu. Nehlüdof'u kendine yakın bularak, cezaevindeki büyük değişikliği haber
verdi ona: Yüzbaşıyı görevinden almışlar, yerine yeni, çok sert bir müdür vermişlerdi. Nöbetçi:
— Anasını ağlatıyor herkesin, diyordu. Kendisi burada, hemen bildirirler ona geldiğinizi.
Gerçekten de içerdeydi müdür, biraz sonra çıktı Nehlüdof'un yanına. Yeni müdür elmacık kemikleri çıkık,
hareketleri pek ağır, asık suratlı, uzun boylu bir adamdı.
Başım çevirip Nehlüdof'un yüzüne bakmadan:
— Görüşmeler belirli günlerde görüşme yerinde olur, dedi.
— Ama Çara yandığımız bir dilekçeyi imzalatmam gerek.
— Bana verin, ben imzalatayım.
— Cezalıyı görmem gerek. Eskiden her zaman izin veriyorlardı bana.
Müdür, Nehlüdof'a göz ucuyla bakarak:
— O eskidendi, dedi.
Nehlüdof, cebinden kâğıdı çıkarırken:
— Valilikten iznim var benim, diye diretiyordu.
— 351 —
Müdür, hâlâ Nehlüdof'un yüzüne bakmadan:
— Veriniz, dedi.
Kuru, uzun parmaklarıyla —işaret parmağında altın bir yüzük vardı— Nehlüdof'un uzattığı kâğıdı aldı, ağır
ağır okudu:
— Odama buyrun, dedi.
Müdür odasında bu keresinde hiç kimsecikler yoktu. Müdür, masasına oturup, üzerindeki kâğıtları
karıştırmaya başladı. Görüşme sırasında dışarı çıkmak niyetinde olmadığı belliydi. Neh-Jüdof, siyasî
suçlulardan Bogaduhovskaya'yı görüp göremeyeceğini sorunca müdür, bunun imkânsız olduğunu söyledi.
— Siyasî suçlularla hiç kimseyi görüştürmüyoruz, dedi. Sonra kâğıtlara daldı gene. Nehlüdof, cebinde
Bogoduhoskaya'ya mektupla, gizli niyetleri anlaşılmış bir suçlu gibi hissetti kendini.
Maslova odaya girince müdür başını kaldırdı, ne Nehlüdof'a ne de Maslova'ya bakarak:
— Görüşebilirsiniz! dedi.
Önündeki kâğıtları karıştırmaya devam etti.
Maslova gene eskisi gibi giyinmişti: Beyaz bluz, eteklik, başörtüsü. Nehlüdof'a yaklaşıp onun soğuk, öfkeli
yüzünü görünce kulaklarına kadar kızardı birden; bluzunun eteğiyle oynayarak gözlerini yere indirdi. Onun
bu bozulması revir kapıcısının sözlerini doğruluyordu.
Nehlüdof son görüşmelerinde olduğu gibi davranmak istiyordu ona, ama elini uzatamıyordu. Öylesine
iğreniyordu şimdi ondan.
Elini uzatmadan, yüzüne de bakmadan, buz gibi bir sesle:
— Kötü haber getirdim size, dedi, yargıtayda reddettiler dilekçenizi.
Maslova, tıkanıyormuş gibi tuhaf bir sesle:
— Biliyordum zaten, dedi.
Eskiden olsaydı, Nehlüdof nereden bildiğini sorardı ona; oysa şimdi öyle yüzüne bakıyordu. Gözleri dolu
doluydu Maslo-va'nm. Ama bu Nehlüdof'u yumuşatmamış, daha da sinirlendirmişti.
Müdür kalktı, odanın içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı.
— 352 —
Nehlüdof, o anda Maslova'ya karşı duyduğu tiksintiye rağmen, yargıtayın kararına üzüldüğünü söylemesi
gerektiğini düşündü.
— Umutsuzluğa kapılmayın, dedi. Çara yazdığımız dilekçeden bir sonuç alabiliriz belki, sonra öyle
sanıyorum ki...
Maslova ağlamaklı, nemli gözlerle Nehlüdof'a bakarak:
— Benim dediğim bu değil... diye mırıldandı.
— Ya ne?
— Revire uğradınız, yüzde yüz benden söz ettiler size... Nehlüdof kaşlarını çatarak, soğuk:
— Sizi ilgilendiren bir şey bu, dedi.
Maslova revirden söz edince, Nehlüdof'un unutur gibi oî-duğu öfkesi gene, bu kez daha bir güçlü, sarmıştı
içini. Maslova' nın yüzüne nefretle bakarak, Yüksek çevreden her kızın seve seve evleneceği, bunu kendi
için bir mutluluk sayacağı bir insan, karısı olmasını istiyor ondan da, o bekleyemiyor, sağlık memuruyla
işler beceriyor diye geçiriyordu içinden.
— İmzalayın şu dilekçeyi, dedi.
Cebinden büyük bir zarf çıkarıp masaya koydu. Maslova başörtüsünün ucuyla gözyaşını sildi, masanın
önündeki sandalyeye oturup nereyi, nasıl imzalayacağını sordu.
Nehlüdof gösterdi ona. Maslova sol eliyle bluzunun sağ kolunu yukarı çekti. Nehlüdof yanında ayakta
duruyor, sessizce Maslova'nın masaya eğilmiş sırtına bakıyordu. Genç kadının bedeni, tutmaya çalıştığı
hıçkırıklarla sarsılıyordu arada bir. İki duygu çarpışıyordu Nehlüdof'un ruhunda: Gururunun incinmesinden
doğan öfkeyle, acı çeken bir insana duyulan acıma. İkinci duygu daha baskın çıktı. Eskiden de yürekten
acıyor muydu ona, yoksa günahlarını, bayağılığını Maslova'yı suçladığı şeylerde mi görmüştü,
hatırlamıyordu. Nedense, ansızın suçlu hissetmişti kendini, acımıştı ona.
Maslova dilekçeyi imzalayıp, mürekkeplenen parmağını eteğine sildikten sonra kalktı, Nehlüdof'a baktı.
Nehlüdof:
— Ne olursa olsun, kararım hiç bir zaman değişmeyecektir, dedi.
Genç kadını bağışladığı düşüncesi acıma duygusunu daha da güçlendirdi, avutmak istedi onu.
353
— Söylediğim bir şeyi yaparım ben. Nereye yollarlarsa yoî-iasmlar sizi, ben de geleceğim.
Maslova'nın gözlerinin içinde sevince benzer bir ışık belirdi, aceleyle kesti Nehlüdof'un sözünü: — Boşuna
uğraşıyorsunuz.
— Yolda nelere ihtiyacınız olacağını biliyor musunuz?
— Hiç bir şeye. Sağolun.
Müdür yanlarına geldi, Nehlüdof onun uyarmasını beklemeden, Allahaısmarladık, deyip ayrıldı
Maslova'dan, çîktı. O güne kadar hiç tatmadığı, huzur verici bir duygu vardı içinde; sevinçliydi, insanları
seviyordu. Maslova ne yaparsa yapsın, ona karşı olan sevgisini sarsamayacağı bilinci Nehlüdof'u
mutluluğun doruğuna çıkarmıştı. Varsın sağlık memuruyla istediğini yapsındı Maslova, bu onu ilgilendiren
bir şeydi: Kendi için sevmiyordu onu, onun için, Tanrı için seviyordu.
Öte yandan, Maslova'nın revirden kovulmasına yol açan, Nehlüdof'un da inandığı, sağlık memuruyla gizli
ilişkisinin aslı şöyleydi: Maslova, hemşirenin istediği ıhlamuru getirmek için koridorun sonundaki eczaneye
gitmişti. Onu durmadan rahatsız eden, yüzü sivilceli, uzun boylu sağlık memuru Ustinof yalnızdı içerde.
Adam hemen sarılmak istemişti ona gene, o da ondan kurtulmaya çalışırken öyle itmişti ki onu, sağlık
memurunun başı rafa çarpmış, birkaç şişe yere düşüp kırılmıştı.
Tam o sırada koridordan geçmekte olan başhekim şangırtıyı duyup, koşarak eczaneden çıkan yüzü
kıpkırmızı Maslova'yı görünce öfkeyle bağırmıştı ona:
— Burada namusunla çalışmayacaksan yollarım seni geldiğin yere.
Koridora çıkan sağlık memuruna gözlüklerinin üstünden sert sert bakarak:
— Ne oluyoruz? diye sormuştu.
Sağlık memuru gülümseyerek temize çıkarmaya çalışmıştı kendini. Doktor onu dinlemeden, gözlüğüyle
bakmak için başını kaldırıp odasına gitmiş, hemen o gün müdüre Maslova'nın yerine daha ağırbaşlı bir
yardımcının gönderilmesini söylemişti. Maslova'yla sağlık memuru arasındaki olayın hepsi buydu işte.
Dirilis — F: 23
— 354 —
Erkeklerle oynaştı gerekçesiyle revirden kovulması, özellikle Nehlüdof'la görüşmesinden sonra çok ağır
gelmişti Maslova'ya-Erkeklerden tiksiniyordu. Geçmişini, şimdiki durumunu gözönün-de bulundurarak bazı
kimseler, bu arada sivilceli yüzlü sağlık memuru da onu horlama hakkını buluyordu kendilerinde, onun
direndiğini görünce de şaşıyorlardı. Bu çok dokunuyordu ona, kendi kendine acıyor, ağlamak istiyordu.
Şimdi de, Nehlüdof'la görüşmeye gelirken, onun sonunda yüzde yüz duyacağı bu haksız suçlamayı ona
anlatmak, kendini temize çıkarmak niyetindeydi. Konuşmaya başlayınca, Nehlüdof'un inanmadığını, ne
söylerse söylesin, bunun onun kuşkularını doğrulamaktan başka bir şeye yaramayacağını hissederek
susmuş, gözleri yaşarmış, gırtlağına bir hıçkınk düğümlenmişti.
Maslova hâlâ —ikinci görüşmelerinde Nehlüdof'a söylediği gibi— onu affetmediğine, ondan nefret ettiğine
inandırmaya çalışıyordu kendini; oysa çoktan tekrar sevmeye başlamıştı onu. Hem öyle seviyordu ki,
elinde olmadan Nehlüdof'un ondan istediklerini yapıyordu. İçkiyi, sigarayı bırakmıştı, şuna buna cilve
yapmıyordu artık, revire girmeyi kabul etmişti. Bütün bunları, Nehlüdof'un böyle istediğini bildiği için
yapıyordu. Evlenmeyi her keresinde öylesine kesinlikle reddetmesinin asıl nedeni, ona bir zamanlar
söylediği o gurur dolu sözleri gene söyleyebilmek isteğiydi; sonra, evlenirlerse Nehlüdof'un mutsuz
olacağını biliyordu. Nehlüdof'un kendini feda edişini kabul etmemeye kararlıydı; öte yandan, Nehlüdof'un
onu küçümsediğini, eskisi gibi bir sokak kadını olarak kalacağını düşündüğünü, onda olan büyük
değişikliği göremediğini düşünmek de çok acı veriyordu ona. Nehlüdof'un, revirde onun kötü bir şey
yaptığını düşünebileceği, küreğe gitmesinin artık kesinleştiği haberinden daha çok ıstırap veriyordu ona
şimdi.
XXIX
İlk kafileyle yollayabilirlerdi Maslova'yi, onun için yol hazırlıklarına hemen başlamıştı Nehlüdof. Ama işi o
kadar çoktu ki, kendini ne kadar zorlarsa zorlasın, onları bitiremeyeceğini biliyordu. Eskisinden çok
değişikti şimdi durum. Eskiden ne yapması gerektiğini önceden düşünerek yapardı, her işinde tek dü— 355 —
sunduğu şey de Dmitri İvanoviç Nehlüdof'un çıkarıydı. Ne var ki, şimdiye kadar her şey Dmitri İvanoviç
Nehlüdof içindi ama, gene de sıkıcıydı hayat. Oysa şimdi işleri başkalarıyla ilgiliydi, Dmitri İvanoviç
Nehlüdof'la değil; ama gene de ilginç, çekiciydi bu işler, hem çoktular.
Dahası var, eskiden Dmitri İvanoviç Nehlüdof'un işleriyle uğraşmak pek sıkıcı bir şeydi; başkalarının
işleriyle uğraşmaksa haz veriyordu ona.
O sırada üç çeşit işi vardı Nehlüdof'un; her zamanki titizliğiyle kendi yapmıştı bu ayırımı, her biri için ayrı
bir çanta taşıyordu yanında.
Birinci iş Maslova ve ona yardım işiydi. Çar'a verilen dilekçenin izlenmesi, desteklenmesiyle, Sibirya
yolculuğu için hazırlıkları içine alıyordu bu.
İkinci iş: mal, mülk sorunuydu. Panovo'da toprak köylülere verilmişti; köylüler, köyün ortak parasına
yatıracaklardı paralarını. Gelgelelim bunu resmî bir anlaşmayla kesinleştirmek gerekiyordu.
Kuzminsk'deyse onun bıraktığı gibi kalmıştı iş; yani toprağın parasını o alacaktı, ama ödemenin nasıl
olacağını, bu paranın ne kadarını kendine alacağını, ne kadarını köylülere bırakacağını bir karara
bağlamak gerekiyordu. Sibirya yolculuğunda ne gibi harcamalarda bulunması gerektiğini bilmediği için,
zaten yarıya indirdiği bu gelirinden tamamen yoksun olmak istemiyordu.
Üçüncü iş de, durmadan ona başvuran cezalılara yardım işiydi. Önceleri, ondan yardım isteyen cezalılar
için bir şeyler yapmaya koşuyordu hemen; ama yardım isteyenler o kadar çoktu ki, herkese yardım
edemeyeceğini anladı bir zaman sonra, kendiliğinden dördüncü bir iş çıktı ortaya.
Son zamanlarda öteki işlerinden çok zamanını alan bu dördüncü iş, ceza mahkemesi denilen garip
kuruluşun nereden geldiğini, ne olduğunu araştırmaktı. İçindeki cezalıların bir bölümünü tanıdığı cezaevi
de, Petropavlovski kalesi de, Sahalin de bu mahkemenin marifetleriydi. Bir türlü akıl erdiremediği şu ceza
yasası böyle buyururdu diye yüz binlerce insan ıstırap çekiyordu oralarda.
Cezalılarla görüşmelerinden, sorunlarına avukatın, ceza evipapazının, müdürünün verdikleri cevaplardan,
notlarından Nehlü-dof, suçlu denilen cezalıların beş grup altında toplandığı sonucuna vardı.
Birinci gruptakiler Menşof gibi, Maslova gibi, ötekiler gibi tamamen suçsuz insanlardı, adlî yanlışlıklar
sonucu düşmüşlerdi buraya. Papazın gözlemlerine göre, çok değildi böyleleri, cezalıların yüzde yedisi
kadar bîr şey. Ama bunların durumu pek bir ilgi çekici oluyordu.
İkinci gruba öfke, kıskançlık, sarhoşluk gibi olağan olmayan anlarda yaptıkları yüzünden cezalandırılanlar
giriyordu. Aslında yaptıkları, onları yargılayanların, cezalandıranların aynı koşullar altında yapacakları
yüzde yüz olan şeylerden başka bir şey değildi. Nehİüdof'a göre bu gruptakiler cezalıların hemen hemen
yarısından fazlasını oluşturuyordu.
Üçüncü gruptakiler, kendi anlayışlarına göre son derece olağan, hattâ iyi; ama yasaları yapan, ona
yabancı insanların anlayışına göre de kötü sayılan şeyler yaptıkları için cezalanan insanlardı. Bunlar gizli
şarap satanlar, kaçakçılık yapanlar, bey yerinden ya da devlet ormanlarından ot, odun kesenlerdi. Hırsızlık
eden dağlılar, kilise soyan dinimize henüz girmemişler de bu gruptandı.
Dördüncü gruba, sırf toplumun genel düzeyinden yukarda oldukları için suçlu sayılan insanlar giriyordu.
Din suçluları da, özgürlükleri için savaşan Lehler de, Çerkesler de, —devlet kuvvetlerine karşı koymakla
suçlanan— siyasî suçlular da bu gruptandı. Nehlüdof'un gözlemlerine göre, toplumun bu en gözde
insanları hayli çoktu cezaevlerinde.
Beşinci gruptaysa, onların topluma olduğundan çok, toplumun onlara karşı suçlu olduğu insanlar giriyordu.
Bunlar, yol kilimi çalan çocuk gibi, Nehlüdof'un cezaevinde de, dışarda da gördüğü, koşulların suç sayılan
o davranışa adım adım yaklaştırdığı insanlar gibi, devamlı yoksulluğun, ezilmenin yoldan çıkardığı
zavallılardı. Nehlüdof'un gözlemleri, son zamanlarda bazılarıyla ilişki kurduğu hırsızların, katillerin
çoğunun bu gruba girdiği sonucunu vermişti. Yeni okulun suç işler diye adlandırdığı, toplumda bulunmaları
ceza yasası için, ceza için en güçlü delil olarak öne sürülen insanları da —onları yakından tanıdıktan
sonra—
— 357 —
bu gruba sokmuştu Nehlüdof. Bozulmuş, suç işler, kötü diye adlar takılan bu insanlar Nehİüdof'a göre,
onların topluma olduğundan çok toplumun onlara karşı suçlu olduğu insanlarla aynıydılar, yalnız toplum
doğrudan doğruya onlara karşı değil de, babalarına, dedelerine karşı suçluydu.
Bu gibiler arasında Nehlüdofu en çok şaşırtan, hırsızlıktan bir çok kereler yakayı ele vermiş Ohotin adında
bir suçlu olmuştu. Babası belli değildi Ohotin'in, bir genel kadından doğmuş, çocuk yuvasında büyümüştü.
Otuz yaşma kadar bekçiden yukarı insan görmediği belliydi. Genç yaşta bir hırsızlar çetesine girmişti.
Olağanüstü bir güldürü yeteneği vardı, insanları kendine bağlıyordu bu yönüyle. Nehlüdof'dan yardım
istemiş, o arada kendi kendiyle de, yargıçlarla da, cezaeviyle de, yalnızca ceza yasalarıyla değil, din
yasalarıyla da alay etmekten geri kalmamıştı. Öteki, başında bulunduğu çeteyle yaşlı bir memuru
öldürdükten sonra soyan yakışıklı Fyodorof'du. Bir köylüydü bu. Babasının elinden, yasalara hiç de
uymayan bir biçimde evini almışlardı. Sonra askere gitmişti Fyodorof, subayının sevgilisine tutulduğu için
çok ıstırap çekmişti orada. Coşkun yaradılışlı, heyecanlı, hayatta ne olursa olsun her şeyden zevk almak
isteyen bir insandı. Ömründe herhangi bir şey için eğlencesinden, zevkinden vazgeçebilecek bir insanla
karşılaşmamış, hayatta zevkten başka şeylerin de olabileceği üzerine bir tek sözcük duymamıştı.
Nehlüdof, bunların ikisinin de ruhsal yönden değerli insanlar olduğuna, ama ilgilenilmeyen, bir kenarda
bırakılan bitkiler gibi onların da bozulduğuna, soysuzlaştığına inanıyordu. Kaba anla-yışsızlıklarıyla her
şeyi reddeden bir aylakla bir kadın da gördü. Ama İtalyan okulunun suç işler, dediği yaradılışı bir türlü
bulamadı onlarda. İkisinden de —fraklı, apoletli, danteller içindeki bir çok tanıdığından olduğu gibi—
iğrendi yalnızca.
İşte, bu denli değişik yaradılışta insanların niçin ceza evlerine atıldığı, oysa onlardan hiç bir ayrılığı
olmayan başka insanların dışarda dolaştıkları, hattâ onları cezalandırdıkları sorununun çözümüydü
Nehlüdof'un dördüncü işi.
Başlangıçta bu sorunun cevabını kitaplarda bulabileceğini sanıyordu; bu konuyu inceleyen bütün kitapları
almıştı. Lomb-ro'nun Garofalo'nun, Ferri'nin, List'in, Maudsleyin. Tardın'ın ki-papazının, müdürünün
verdikleri cevaplardan, notlarından Nehlü-dof, suçlu denilen cezalıların beş grup altında toplandığı
sonucuna vardı.
Birinci gruptakiler Menşof gibi, Maslova gibi, ötekiler gibi tamamen suçsuz insanlardı, adlî yanlışlıklar
sonucu düşmüşlerdi buraya. Papazın gözlemlerine göre, çok değildi böyleleri, cezalıların yüzde yedisi
kadar bîr şey. Ama bunların durumu pek bir ilgi çekici oluyordu.
İkinci gruba öfke, kıskançlık, sarhoşluk gibi olağan olmayan anlarda yaptıkları yüzünden cezalandırılanlar
giriyordu. Aslında yaptıkları, onları yargılayanların, cezalandıranların aynı koşullar altında yapacakları
yüzde yüz olan şeylerden başka bir şey değildi. Nehİüdof'a göre bu gruptakiler cezalıların hemen hemen
yarısından fazlasını oluşturuyordu.
Üçüncü gruptakiler, kendi anlayışlarına göre son derece olağan, hattâ iyi; ama yasaları yapan, ona
yabancı insanların anlayışına göre de kötü sayılan şeyler yaptıkları için cezalanan insanlardı. Bunlar gizli
şarap satanlar, kaçakçılık yapanlar, bey yerinden ya da devlet ormanlarından ot, odun kesenlerdi. Hırsızlık
eden dağlılar, kilise soyan dinimize henüz girmemişler de bu gruptandı.
Dördüncü gruba, sırf toplumun genel düzeyinden yukarda oldukları için suçlu sayılan insanlar giriyordu.
Din suçluları da, özgürlükleri için savaşan Lehler de, Çerkesler de, —devlet kuvvetlerine karşı koymakla
suçlanan— siyasî suçlular da bu gruptandı. Nehlüdof'un gözlemlerine göre, toplumun bu en gözde
insanları hayli çoktu cezaevlerinde.
Beşinci gruptaysa, onların topluma olduğundan çok, toplumun onlara karşı suçlu olduğu insanlar giriyordu.
Bunlar, yol kilimi çalan çocuk gibi, Nehlüdof'un cezaevinde de, dışarda da gördüğü, koşulların suç sayılan
o davranışa adım adım yaklaştırdığı insanlar gibi, devamlı yoksulluğun, ezilmenin yoldan çıkardığı
zavallılardı. Nehlüdof'un gözlemleri, son zamanlarda bazılarıyla ilişki kurduğu hırsızların, katillerin
çoğunun bu gruba girdiği sonucunu vermişti. Yeni okulun suç işler diye adlandırdığı, toplumda bulunmaları
ceza yasası için, ceza için en güçlü delil olarak öne sürülen insanları da —onları yakından tanıdıktan
sonra—
— 357 —
bu gruba sokmuştu Nehlüdof. Bozulmuş, suç işler, kötü diye adlar takılan bu insanlar Nehİüdof'a göre,
onların topluma olduğundan çok toplumun onlara karşı suçlu olduğu insanlarla aynıydılar, yalnız toplum
doğrudan doğruya onlara karşı değil de, babalarına, dedelerine karşı suçluydu.
Bu gibiler arasında Nehlüdofu en çok şaşırtan, hırsızlıktan bir çok kereler yakayı ele vermiş Ohotin adında
bir suçlu olmuştu. Babası belli değildi Ohotin'in, bir genel kadından doğmuş, çocuk yuvasında büyümüştü.
Otuz yaşma kadar bekçiden yukarı insan görmediği belliydi. Genç yaşta bir hırsızlar çetesine girmişti.
Olağanüstü bir güldürü yeteneği vardı, insanları kendine bağlıyordu bu yönüyle. Nehlüdof'dan yardım
istemiş, o arada kendi kendiyle de, yargıçlarla da, cezaeviyle de, yalnızca ceza yasalarıyla değil, din
yasalarıyla da alay etmekten geri kalmamıştı. Öteki, başında bulunduğu çeteyle yaşlı bir memuru
öldürdükten sonra soyan yakışıklı Fyodorof'du. Bir köylüydü bu. Babasının elinden, yasalara hiç de
uymayan bir biçimde evini almışlardı. Sonra askere gitmişti Fyodorof, subayının sevgilisine tutulduğu için
çok ıstırap çekmişti orada. Coşkun yaradılışlı, heyecanlı, hayatta ne olursa olsun her şeyden zevk almak
isteyen bir insandı. Ömründe herhangi bir şey için eğlencesinden, zevkinden vazgeçebilecek bir insanla
karşılaşmamış, hayatta zevkten başka şeylerin de olabileceği üzerine bir tek sözcük duymamıştı.
Nehlüdof, bunların ikisinin de ruhsal yönden değerli insanlar olduğuna, ama ilgilenilmeyen, bir kenarda
bırakılan bitkiler gibi onların da bozulduğuna, soysuzlaştığına inanıyordu. Kaba anla-yışsızlıklarıyla her
şeyi reddeden bir aylakla bir kadın da gördü. Ama İtalyan okulunun suç işler, dediği yaradılışı bir türlü
bulamadı onlarda. İkisinden de —fraklı, apoletli, danteller içindeki bir çok tanıdığından olduğu gibi—
iğrendi yalnızca.
İşte, bu denli değişik yaradılışta insanların niçin ceza evlerine atıldığı, oysa onlardan hiç bir ayrılığı
olmayan başka insanların dışarda dolaştıkları, hattâ onları cezalandırdıkları sorununun çözümüydü
Nehlüdof'un dördüncü işi.
Başlangıçta bu sorunun cevabını kitaplarda bulabileceğini sanıyordu; bu konuyu inceleyen bütün kitapları
almıştı. Lomb-ro'nun Garofalo'nun, Ferri'nin, List'in, Maudsleyin. Tardın'ın ki-— 358 —
taplarını büyük bir dikkatle okuyordu. Ama okudukça daha bir umutsuzluğa düşüyordu. Bilime, bilimsel
alanda bir şeyler yapmak —yazmak, tartışmalara girmek, öğrenim yapmak— için değil de basit, hayatla
ilgili sorulara cevap bulmak için başvuran kimselerin karşılaştığı durumla o da karşılaşmıştı. Bilim, ceza
yasasıyla ilgili kurnaz, güç binlerce soruya cevap verdiği halde, yalnızca onun cevap aradığı soruyu es
geçiyordu. Çok basit bir şeydi öğrenmek istediği: Bir bölük insanın, kendilerinden hiç bir ayrılığı olmayan
insanların özgürlüğünü ne hakla ellerinden aldığım; ne hakla onları kırbaçladığını, sürgüne yolladığını,
öldürdüğünü, onlara acı çektirdiğini öğrenmek istiyordu. Oysa insanda irade özgürlüğü olup olmadığı
üzerine bir takım düşüncelerle cevap veriyorlardı ona. Kafatası ölçülerinden, insanın suç işleyebilecek bir
tip olup olmadığı anlaşılabilir miymiş? Suç işlemede irsiyetin rolü neymiş? Kişi doğuştan kötü, ahlâksız
olabilir miymiş? Ahlâk neye denirmiş? Delilik neymiş? Soysuzlaşmak neymiş? Kendini kaybederek nasıl
suç işlermiş insan? İklimin, beslenmenin, bilgisizliğin, görgünün, hipnotizmanın, tutkunun suç işlemedeki
etkileri neymiş? Toplum neymiş? Toplumun görevleri neymiş? v.b., v.b.
Bunlar Nehlüdof'a bir keresinde okuldan dönen küçük bir çocuktan aldığı cevabı hatırlatıyordu. Nehlüdof
yazı yazmasını öğrenip öğrenmediğini sormuştu çocuğa. Öğrendim. demişti çocuk. Pençe yaz bakayım
öyleyse. Çocuk bir an duralamış, kurnazca Ne pençesi? demişti. Köpek pençesi mi? Sorusuna bilimsel
kitaplarda bulduğu cevaplar da bu çeşitti işte.
İlginç, bilimsel, derin anlamlı çok şey vardı içlerinde, ama asıl soruya, insanların birbirini ne hakla
cezalandırdıkları sorusuna cevap yoktu. Yalnızca bu soruya cevap vermemekle kalınmıyor, bütün
düşünceler de, gerekliliği aksiyon olarak alınan cezayı doğrulamak, açıklamak yönünde yürütülüyordu.
Nehlüdof çok, ama aralıklı okuyor, sorusuna cevap bulamamasını da incelemelerinin böyle yüzeyde
kalmasından sanıyor, sonunda cevabı bulacağını umuyordu. Bu yüzden, son zamanlarda giderek daha bir
sık karşısına çıkan o cevabın doğruluğuna inanmamakta diretiyordu.
XXX
Maslova'nın da içinde olduğu kafile beş temmuzda yola çı-Ikacaktı. Nehlüdof da tamamlamıştı
hazırlıklarını. Yola çıkmadan Ibir gün önce, onunla vedalaşmak üzere Nehlüdof'un ablası koca-Jsıyla geldi
kente.
Ablası Natalya İvanovna Ragojinsya on yaş büyüktü Nehlü-Idof'tan. Bir bakıma ablasının etkisi altında
büyümüştü Nehlüdof. (Çocukken çok severdi onu ablası, evlenmeden önce de iki arka-Idaş gibiydiler.
Ablası yirmi beş yaşında genç bir kız. Nehlüdof on beş yaşında bir çocuktu. Ablası o zamanlar,
Nehlüdof'un -sonra ölen— arkadaşı Nikolenka İrtenyef'e aşıktı. Nikolenka' yi, ondaki ve kendilerindeki iyi,
insanları birbirine bağlayan şey-jleri seviyorlardı.
O zamandan bu yana ikisi de çok değişmişlerdi: Nehlüdof'u askerlik, kötü yaşayışı;
anlamıysa,
duygu yönünden sevdiği, lama onun Dmitri'yle bir zamanlar en değerli saydığı şeyleri sevmemekten
başka, onları anlamayan, ruhsal üstünlüğe erişme çabalarını, insanlara hizmeti kendini göstermek isteğine
veren bir ] insanla evlilik değiştirmişti.
Ragojinski'nin malı mülkü yoktu, ama becerikli bir memur-Idu. İlericilikle tutuculuk arasında ustalıkla gidip
gelerek —gü-] nün koşullarına ya da olayın durumuna göre bazan bu yanda, ba-Izan öte yanda olurdu—
özellikle, kadınların hoşuna gitmesiyle hukuk alanında hayli yükselmişti. Pek genç sayılmayacak bir
yaşta Avrupa'da Nehlüdoflarla tanışmış,
gene pek genç
sa-jyılamayacak Nataşa'yı kendine
âşık etmiş, bu evlilikte mesalli* ance V) gören annesinin itirazlarına aldırmadan
evlenmişti
onunla. Nehlüdof —gerçi kendi kendinden saklardı bu duygusunu, cenkleşirdi onunla ya— nefret ederdi
eniştesinden. Duygularının basitliğinden, kendine güven dolu akılsızlığından hazet-mezdi. Ablasının da
etkisi vardı bunda. Onun, içindeki tüm iyi, soylu duyguları bir yana iterek bu duygusuz, zavallı insanı
böylesine tutkuyla nasıl sevebildiğin! aklı almıyordu. Nataşa'nın bu dazlak kafalı, uzun sakallı, kendini bir
şey sanan adamın karısı olduğu aklına gelince yüreği sızlıyordu. Bütün çabasına rağmen, çocuklarından
iğrenmesine bile engel olamıyordu. Ablasının co(1)
Denk olmayan evlilik. (Fransızca)
— 360 —
cuğu olacağını duyduğu her keresinde, onun, bu her şeyini yabancı bulduğu insandan gene kötü bir
hastalık kaptığını duymuş gibi olmuştu.
Ragojinski'ler çocuklarım getirmemişler —biri erkek, biri kız iki çocukları vardı,— en iyi otelin en iyi
dairesine yerleşmişlerdi. Natalya İvanovna, annesinin eski evine gitti hemen, ama kardeşini bulamadı
orada. Agrafena Petrovna'dan onun mobilyalı bir odaya taşındığını öğrenince oraya gitti. Üstü başı pis
erkek bir hizmetçi gündüz gaz lâmbasıyla aydınlatılan, karanlık, ağır kokulu koridorda karşıladı onu,
prensin evde olmadığını söyledi. Natalya İvanovna, bir pusula bırakmak için kardeşinin odasına girmek
istedi. Hizmetçi yol gösterdi ona.
İki küçük odası vardı Nehlüdof'un. Natalya İvanovna her yanı dikkatle gözden geçirdi. Ona hiç de yabancı
olmayan temizlik, düzen vardı bu odalarda; ama burada karşılaştığı alçakgönüllülük de şaşırtmıştı onu.
Çalışma masasının üzerinde, köpek başlı bronz, tanıdık kâğıt baskısını gördü. Çantalar, yazılı kâğıtlar,
yazı takımları, hukuk kitapları, Henry George'nin İngilizce, —sayfalarının arasında fildişinden, iğri, tanıdık
kâğıt bıçağıyla— Tard'ın Fransızca kitapları da ona hiç yabancı olmayan bir özenle yerleştirilmişti.
Masaya oturup kardeşine kısa bir mektup yazdı, hemen o gün ona gelmesini istiyordu; sonra, gördüklerini
anlayamamış gibi başını sallayarak otele döndü.
Natalya îvanovna'yı kardeşiyle ilgili iki sorun düşündürüyordu şimdi; Katyuşa'yla evlenmesi —oturdukları
kentte duymuştu bunu, herkes bundan söz ediyordu çünkü; —bir de onun malını köylülere dağıtması— bu
da herkesin dilindeydi; çoğunluk kötüye yorumluyordu bunu, politik, tehlikeli bir takım düşünceleri
olduğundan söz ediyorlardı. —Katyuşa'yla evlenmesi bir bakıma hoşuna gidiyordu Natalya İvanovna'nın.
Onun bu kararlılığı, gururunu okşuyor, ona evlenmeden önceki o mutlu günleri, Nataşa'yla Nehlüdof'u
hatırlatıyor; öte yandan kardeşinin böylesine korkunç bir kadınla evleneceğini düşündükçe de dehşete
kapılıyordu. Bu sonuncu duygu daha bir güçlüydü, ne yapıp yapıp kardeşini kararından döndürmeye
—bunun ne denli güç bir şey olduğunu bilmiyor da değildi— karar vermişti.
— 361 —
Toprağını köylülere verme işi o kadar ilgilendirmiyordu onu. Ama kocası çok kızıyordu buna, kardeşine
etki etmesi için sıkıştırıyordu onu. İgnatiy Nikiforoviç bu davranışın düşüncesizlikten, akılsızlıktan, aşın
gururdan da öte bir şey olduğunu, böyle bir davranışı açıklamak gerekirse —açıklanabilecek bir
dav-ranışsa bu tabiî— bunun, kendini göstermek, övünmek, kendisinden söz ettirmek isteğinden başka bir
şeyden doğmadığını söylüyordu.
— Toprağı, ücretini kendi kendilerine ödemek üzere köylülere vermenin anlamı nedir? diyordu. Böyle bir
şey istiyorduysa köy bankası aracılığıyla satabilirdi onlara malını. Bir anlamı olurdu bunun. Akim sınırlarını
aşan bir davranıştır bu.
İgnatiy Nikiforoviç'in asıl düşündüğü, Nehlüdof'un, malının mülkünün yönetimini ona bırakmasıydı; bu
nedenle kardeşiyle konuşmasını, bu garip kararından onu vazgeçirmesini istiyordu karısından..
XXXI
Odasına dönüp de masasının üzerinde ablasının puslasını bulunca hemen ona gitti Nehlüdof. Akşamdı.
İgnatiy Nikiforoviç öteki odada uzanmıştı; Natalya İvanovna yalnız karşıladı onu. Beli dar siyah ipek bir
elbise vardı üzerinde, göğsüne kırmızı bir kordelâ takmış, siyah saçlarını genç işi taramıştı. Kendisiyle
hemen hemen aynı yaşta olan kocası için fazla süslenip püslendiği, genç görünmek istediği belliydi.
Kardeşini görünce birden fırladı oturduğu kanepeden, ipek etekliğini hışırdata hışırdata, çabuk adımlarla
yürüdü ona doğru. Öpüştüler, birbirinin yüzüne bakarak gülümsediler. Sözle anlatılamayan, içinde her
şeyin gerçek olduğu bu esrarlı bakışmadan sonra konuşmaya —pek o kadar gerçek yoktu artık bunda—
başladılar. Annelerinin ölümünden bu yana görüşmemişlerdi.
Nehlüdof:
— Şişmanlamışsın, dedi, gençleşmişsin de. Sevinçten ağzı kulaklarına varmıştı Natalya İvanovna'nın.
— Sen de zayıflamışsın.
— İgnatiy Nikiforoviç nerede?
— Yatıyor. Dün gece hiç uyumadı.— 362 —
Bu konuda söylenecek çok şey vardı, ama sözle değil bakışlarıyla söylediler birbirlerine söylenmesi
gerekeni.
— Sana geldim.
— Biliyorum. Evden ayrıldım. Büyük geliyordu bana, yalnız başıma sıkılıyordum. Hiç bir şey istemiyorum
ben oradan, hepsini sen al, eşyaları, mobilyaları, hepsini.
— Agrafena Petrovna söyledi bana. Oradaydım. Çok teşekkür ederim. Ama...
Tam bu sırada garson gümüş bir çay takımı getirdi.
Garson çay takımını yerleştirirken sustular. Natalya İvanov-na masanın yanındaki koltuğa geçti;
konuşmadan çay koyuyordu. Nehlüdof da susuyordu.
.Nataşa kardeşinin yüzüne bakarak kararlı:
— Her şeyi biliyorum Dmitri, dedi.
— Buna çok sevindim işte.
— Böylesine bir hayattan sonra onu düzeltebileceğini gerçekten düşünebiliyor musun?
Nehlüdof ablasının karşısındaki sandalyede, dirseğini masaya dayamadan oturuyor, sözlerini iyi anlamak,
iyi cevaplar verebilmek için dikkatle dinliyordu onu. Maslova'yla son görüşmesinin verdiği ruhsal durumun
mutluluk dolu sevinci, insanlara sevgisi içindeydi hâlâ.
— Onu değil, kendimi düzeltmek istiyorum ben, dedi. Natalya İvanovna göğüs geçirdi:
— Evlenmekten başka yollar da vardır.
Ben en iyi yolun bu olduğu kanısındayım. Hem bu beni, insanlara daha yararlı olacağım bir çevreye
sokacaktır. Natalya İvanovna:
— Mutlu olabileceğini hiç sanmıyorum, dedi.
— Önemli-olan benim mutluluğum değildir.
— Öyle tabiî, ama onda kalp diye bir şey varsa o da mutlu olamaz, isteyemez senden böyle bir şeyi.
— İstemiyor zaten.
— Anlıyorum, ama hayat...
— Ne olmuş hayata?
— Başka şeyler ister hayat.
Nehlüdof, ablasının —gözlerinin, ağzının çevresinde küçük
— 363 —
kırışıklar olsa da— güzel yüzüne bakarak:
— Yapmamız gerekenden başka bir şey istemez bizden hayat, dedi.
Natalya İvanovna göğüs geçirdi:
— Anlaşmıyorum seni.
Nehlüdof, Nataşa'yı evlenmeden önceki durumuyla hatırlayarak, Zavallı ablacığım! diye geçirdi içinden.
Nasıl bu kadar değişebildim? Sayısız çocukluk anılarından örülmüş bir sevgi besliyordu ona.
Bu sırada her zamanki başı kalkık, geniş göğüslü dimdik, yumuşak adımlı yürüyüşüyle İgnatiy Nikiforoviç
girdi odaya. Gözlükleri, saçsız başı, siyah sakalları parlıyordu. Gülümseyerek:
—
Merhabalar, merhabalar, hoşgeldiniz! dedi. Sözcüklerin üzerine tuhaf bir biçimde basarak
konuşuyordu.
(İgnatiy Nikiiforociç, Natalya İvanovna'y'a evlendikten sonra Nehlüdof da, o da senli-benli olmak için hayli
uğraşmışlardı ama başaramamıışlardı bunu, siz diyorlardı birbirine.) Tokalaştılar, İgnatiy Nîkiforoviç
yavaşça çöktü koltuğa:
— Konuşmamıza engel olmuyorum ya?
— Hayır. Söylediklerimi de, yaptıklarımı da hiç kimseden
saklamam ben.
Nehlüdof bu yüzü, bu kıllı elleri görüp, bu kendine güven dolu, karşısımdakini küçümseyen sesi duyunca
iyi ruhsal durumu bir anda kaybolmuştu.
Natalya İvanovna:
— Onum kararından konuşuyorduk, dedi. Çaydanılığa uzanarak ekledi:
— Sama da koyayım mı?
— Lütfen. Ne kararı bu? Nehlüdof açıkladı:
— Kendimi ona
karşı
suçlu bulduğum
kadını yolladıkları kafileyle beraber Sibirya'ya gitmek
kararım.
— Duyduğuma göre yalnızca gitmek değilmiş kararınız, başka kararlarınız da varmış.
— Evet, kabul ederse evleneceğim de onunla.
— Öyle mi? Sizce bir sakıncası yoksa durumu anlatır mısınız bana? Anlayamadım pek de.
364 —
— Durum şudur, bu kadın... onun kötü yola düşmesinin... (Söyleyecek söz bulamadığı için kendi kendine
kızıyordu Neh-lüdof.) Durum şu, suçlu olan benim, cezalandırılansa o.
— Cezalandırıldığına göre o da masum değil demektir.
— Tamamen masumdur.
— Nehlüdof, gereksiz bir heyecanla her şeyi baştan sona anlattı:
—
Evet, dedi İgnatiy Nikiforoviç, mahkeme başkanının dalgınlığı, jürinin de cevabını tam
hazırlayamaması sebep olmuş buna. Ama bu durumlarda başvurulacak yer, yargıtay vardır.
— Yargıtay reddetti.
— Reddettiğine göre dilekçede gösterilen deliller yeterli değildi demek. (İgnatiy Nikiforoviç mahkeme
kararının gerçeği yansıttığı inancında olduğu belliydi.) Yargıtay olayın nasıl olduğuyla ilgilenemez.
Mahkeme kararında gerçekten bir yanlışlık varsa, o zaman Çara başvurmak gerekir.
— Dilekçe verdik, ama hiç bir umut yok bundan da. Bakanlıktan soracaklar, bakanlık yargıtaya soracak,
yargıtay verdiği kararı tekrarlayacak, her zamanki gibi bir suçsuzu cezalandıracaklar gene.
İgnatiy Nikiforoviç alçakgönüllülükle gülümsedi:
— Bir kere, bakanlık yargıtaya sormayacak, mahkemeden dâva dosyasını isteyecek, kararda bir yanlışlık
görürse bozacak. Sonra, suçsuzlar hiç bir zaman cezalandırılmazlar, cezalandırıl-salar bile çok ender olur
bu. Suçlulardır cezalandırılanlar.
İgnatiy Nikiforoviç gururla gülümseyerek çabuk çabuk konuşuyordu.
Nehlüdof, eniştesinden nefretle:
— Bense bunun tam tersine inanıyorum, dedi; olaylar, gördüklerim, mahkemelerin cezalandırdığı
insanların yarısından çoğunun suçsuz olduğuna inandırdı beni.
— Nasıl olur?
— Evet, bu kadının zehirleme olayında suçsuz olduğu gibi sözcüğün tam anlamıyla suçsuzdurlar;
işlemediği bir cinayet suçundan cezaya çarptırılan tanıdığım bir köylü gibi; ev sahibinin çıkardığı bir
yangın yüzünden az kaldı ceza yiyecek ana-oğul gibi suçsuzdur yarısından çoğu cezalıların.
— 365 —
— Adlî yanlışlıklar her zaman olmuştur, olacaktır da. Kişioğlu kusursuz olamaz.
— Sonra, büyük bir çoğunluk da, belirli bir çevrede yetişmenin sonucu, yaptıklarının suç olduğunu
bilmedikleri için suçsuzdur.
— İzninizle burada haksızsınız. Her hırsız bilir hırsızlığın kötülüğünü, hırsızlık yapmaması gerektiğini,
ahlâksızlık olduğunu.
İgnatiy Nikiforoviç kendine güven dolu bir tavırla, dudaklarında hep o —Nehlüdof'un canını sıkan—
küçümser güiümseme-siyle konuşuyordu.
— Hayır, dedi Nehlüdof, her hırsız bilmez bunları. Çalma diyorlar ona, ama fabrikatörlerin, onun
parasını, emeğini çaldıklarının; devletin vergi adı altında onu durmadan soyduğunun farkındadır.
İgnatiy Nikiforoviç sakin, niteledi kayınının sözlerini:
— Bu da anarşizm oluyor artık. Nehlüdof:
— Ne olduğunu bilmiyorum ben, dedi. Gerçeği söylüyorum. Halk, devletin onu soyduğunu biliyor. Biz
toprak sahiplerinin, çok eskiden soyup elinden herkesin ortak malı olan toprağı aldığımızı, ondan
çaldığımız bu topraktan, sobasını yakmak için çalı çırpı toplarken yakalayınca da onu deliğe tıktığımızı,
onu hırsız olduğuna inandırmaya çalıştığımızı da biliyor. Evet, hırsızın kendisi değil, toprağını çalan
olduğunu; elinden alınan şeyin her çeşit restitutlon'un (') ailesine karşı bir görev olduğunu biliyor.
İgnatiy Nikiforoviç, Nehlüdof'un bir sosyalist olduğundan, —sosyalizmin toprağı yurttaşlar arasında eşit
paylaştırılmayı öngördüğünü, bunun budalaca bir düşünce olduğunu bildiği için— Nehlüdof'un iddialarını
kolay çürüteceğinden eminim:
— Anlamıyorum, diye başladı, anlıyorsam da kabul etmiyorum. Toprak belirli kişilerin malı olmak
zorundadır. Bugün herkese eşit olmak zorundadır. Bugün herkese eşit ölçüde bölüş-türseniz onu, yarın
daha çalışkan, daha yetenekli insanların elinde toplanacaktır gene.
(1) Telâfi. (Fransızca)— 366 —
— Toprağın eşit olarak pay edilmesini isteyen yok. Toprak herhangi bir insanın malı olmamalıdır; alınıp
satılmamalı, kiraya verilmemelidir.
— Mülkiyet
hakkı
yaradılışında
vardır
insanın.
Mülkiyet hakkı olmazsa toprağın işlenmesi
önemini yitirir. Mülkiyet hakkını ortadan kaldırırsanız, yabanî hayvanlardan hiç bir ayrılığımız kalmaz.
İgnatiy Nikiforoviç, toprak mülkiyetinden yana düşünceler içinde en sağlam, en sarsılmazı olarak kabul
edilen bu düşünceyi öne sürerken pek mağrurdu. Nehlüdof itiraz etti:
— Tam tersine, ancak o zaman boş boş durmaz toprak şimdiki gibi. Toprak sahipleri, köpeğin kuru ot
üzerine çöreklendiği gibi
çöreklenmişler
toprağın
üzerine,
kendileri
işleyemiyorlar onu,
işleyebilecekleri de bırakmıyorlar işlesinler.
— Bakın Dmitri İvanoviç, deli saçması sizin bu dedikleriniz! Günümüzde toprak mülkiyeti kaldırılabilir mi
hiç? Biliyorum, sizin eski dada'nızdır (') bu. Ama izninizle açık açık söyleyeyim... (İgnatiy Nikiforoviç'in
yüzü kireç gibi olmuştu, sesi titriyordu: bu sorunun onu çok ilgilendirdiği belliydi.) İş işten geçmeden iyice
düşünüp taşınmanızı salık veririm size.
— Kişisel işlerimden mi söz ediyorsunuz?
— Evet. Toplumda belirli yeri olan bizlerin, bu yerin bizlere yüklediği sorumlulukları taşımamız gerektiği
inancındayım ben.
— Bence benim sorumluluklarım...
İgnatiy Nikiforoviç, sözünün kesilmesine izin vermeden devam etti:
— Bir dakika, kendim için değil, çocuklarım için konuşuyorum. Çocuklarımın gelecekleri güven altındadır;
oldukça iyi bir para geçiyor elime, çocuklarımın ilerde sıkıntı çekmeyeceklerini sanıyorum, biz de
çekmiyoruz. Bu nedenle —izninizle, biraz düşünmeden verilmiş, diyeceğim— kararınıza karşı durmam
kişisel çıkarlarımdan değildir. Verdiğiniz karar yanlış. Biraz daha okumanızı, düşünmenizi salık veririm
size...
Nehlüdof un yüzü bembeyaz olmuştu.
— İzin verin de kendi işlerime, neyi okuyup neyi okumaya(')
En sevilen konu. (Fransızca).
— 367 —
cağıma kendim karar vereyim, dedi. Öfkeden ellerinin soğuduğunu, kendine hâkim olamadığını hissedince
sustu.
XXXII
Nehlüdof, biraz kendine geldikten sonra ablasına döndü:
— Çocuklardan ne haber?
Natalya İvanovna, çocukları babaannelerine bıraktıklarını söyledi. Kocasıyla kardeşi arasındaki
tartışmanın bittiğine çok sevinmiş; çocuklarının, bir zamanlar Nehlüdof'un, iki bebeğiyle —birinin adı Arap,
öbürünün Fransız matmazeldi— oynadığı gibi seyahatçilik oynadıklarını anlatmaya başladı.
Nehlüdof gülümseyerek:
— Hatırlıyor musun o bebeklerimi? dedi.
— Düşün bir kere, tıpkı senin gibi oynuyerlar.
Can sıkıcı konuşmalar bitmişti artık. Nataşa rahatlamıştı, ama yalnız kardeşinin anlayabileceği şeylerden
kocasının yanında söz etmek istemiyordu. Bir şeyler söylemiş olmak için, Pe-tersburg'dan buralara kadar
ulaşan haberden, tek oğlunu düelloda kaybeden anne Kamenskaya'nın acısından açtı.
İgnatiy Nikiforoviç, düelloda öldürme olaylarının cinayet sayılmamasını kınadı.
Onun bu sözlerine itiraz etti Nehlüdof, gene aynı konuda tartışmaya başladılar. Bu tartışma da bir sonuca
varmadı; herkes İçendi düşüncesinin doğru, karşısındakinin de yanlış olduğuna inanmakta devam etti.
İgnatiy Nikiforoviç, Nehlüdof'un onu suçladığını, görevini küçümsediğini hissediyor, böyle düşünmekle
yanıldığını göstermek istiyordu ona. Nehlüdof da, eniştesinin onun toprak işlerine burnunu sokmasından
duyduğu can sıkıntısı bir yana (ruhunun derinliklerinde, mirasçıları olarak ablasının da, eniştesinin de,
onların çocuklarının da buna hakları olduğunu hissediyordu) bu kafasız insanın kendine güvenle, büyük
bir gönül rahatlığıyla, Nehlüdof'un kesin olarak anlamsız, kötü olduğuna inandığı şeyi doğru, yasalara
uygun saymakta diretmesinden de nefret ediyordu. Bu kendine güven, sinirini bozuyordu.
— Mahkeme ne yapabilirdi? diye sordu. İgnatiy Nikiforoviç:— 368 —
— Düello edenlerden birini herhangi bir katil gibi kürek cezasına çarptırabilirdi pekâlâ, dedi.
Nehlüdof'un elleri söğüdü gene, heyecanlı heyecanlı konuşmaya başlamıştı.
— Ne olurdu o zaman?
— Hak yerini bulurdu.
— Mahkemelerin asıl amacı hakkın yerini bulmasıymış gibi konuşuyorsunuz.
— Nedir ya?
— Sınıf çıkarlarının korunması. Bence mahkemeler, bizim sınıf çıkarına olan yürürlükteki düzenin
devamını sağlamak için kurulmuş bir yönetim silâhıdır.
İgnatiy Nikiforoviç sakin, gülümsedi.
— Yeni ortaya atilmış bir görüş bu galiba, dedi, ilk kez duyuyorum çünkü. Mahkemeler üzerine daha bir
başka düşünülür genellikle.
— Kitaplarda evet, ama gördüğüm kadarıyla pratikte hiç de öyle değildir. Mahkemelerin tek amacı
toplumun bugünkü durumunun sürdürülmesini sağlamaktır; bunun için, toplum düzeyinden yukarda olup,
onu kaldırmak isteyen siyasî suçlular dediğiniz insanları olduğu gibi, ondan aşağıda olan, suç işleyebilir
diye adlandırılan insanları da cezalandırır.
— Bu görüşünüzü kabul edemeyeceğim. Siyasi suçluların toplum düzeyinden yukarda oldukları
için cezalandırıldıklarını sanmakla yanılıyorsunuz. Bu gibiler çoğunlukla, toplum düzeyinden aşağıda
olduğunu söylediğiniz insanlardan çok daha bayağı, iğrençtirler.
— Oysa onları yargılayanlardan çok çok üstün insanlar tanıyorum ben. Sözgelimi, din suçluları diye ceza
evlerine atılan insanların hepsi üstün ahlâklı, kişilik sahibi kimselerdir...
Ne var ki, İgnatiy Nikiforoviç, konuşurken sözünün kesil-memesine alışmış bir insan alışkanlığıyla,
Nehlüdof'u dinlemeden —bu daha da bozmuştu sinirini Nehlüdof'un— devam ediyordu:
—Mahkemelerin amacının yürürlükteki düzenin sürdürülmesi olduğu düşüncesini kabul edemem ben.
Mahkemelerin amacı, düzeltmek...
— 369 —
Nehlüdof araya girdi:
— Ceza evlerinde düzeltmeye de lâf yok doğrusu. İgnatiy Nikiforoviç inatla devarn ediyordu:
— ... ya da uzaklaştırmaktır, toplumun varlığını tehdit eden canavar ruhlu insanları.
— Önemli olan da bu zaten, ne onu ne ötekini yapıyor. Bunu yapacak olanakları yok toplumun.
İgnatiy Nikiforoviç zoraki gülümseyerek:
— Nasıl yani? diye sordu. Anlamıyorum... Nehlüdof:
— Şunu söylemek istiyorum, dedi; sağduyunun kabul edebileceği, olumlu ceza çeşidi ikidir yalnızca,
eskiden kullanılıyordu bunla: Dayak, bir de ölüm cezası. Ama insan yaradılışının yumuşaması nedeniyle
giderek kaldırılıyor bunlar.
— Sizden böyle bir şeyi duymak da çok şaşırtıcı doğrusu.
— Evet, aynı şeyi bir daha yapmaması için insanın canını yakmak iyi bir yoldur. Toplum için zararlı,
tehlikeli bir yaratığın kafasını kesmek de son derece akıllıca bir tutumdur. Bu iki çeşit cezanın da akla
yatkın bir anlamı vardır. Peki ama kötü örneklerin, işsiz güçsüzlüğün boğduğu, zararlı bir duruma getirdiği
bir insanı ceza evine, zoraki bir işsiz güçsüzlüğün içine, en tehlikeli, kötü insanların arasına atmanın ya da
herhangi bir nedenle Tulsk'dan İrkuts iline davet parasıyla —her biri beş yüz rubleden pahalıya mal
oluyor— yollamanın ne anlamı var sizce?
— Ama devlet parasıyla yapılan bu yolculuktan korkuyor insanlar; bu çeşit yolculuklarla cezaevleri
olmasaydı şu anda oturduğumuz gibi oturamazdık burada sizinle.
— Cezaevleri
güvenliğimizi
sağlayamaz, oradakiler ömürlerinin sonuna kadar yatmıyorlar çünkü
içerde. Tam tersine, bu gibi kuruluşlarda insanları bozulmuşluğun, ahlâksızlığın son kertesine getiriyorlar
zorla, yani tehlikeyi büyütüyorlar.
— Günümüzün ceza usulünün düzeltilmesi gerektiğini söylemek istiyorsunuz.
— Hayır, imkânsızdır böyle bir şey. Cezaevlerinin düzeltilmesi, halk eğitimine harcanan paradan daha
çok bir parayı gerektirir ki, bu da halkın sırtına yeni yeni ağırlıklar yükler.
Diriliş — F: 24— 370 —
İgnatiy Nikiforoviç, kaynını dinlemeden devam etti gene:
— Ama cezaevlerinin durumunda aksaklıklar varsa, bu mahkemeleri ilgilendirmez.
Nehlüdof sesini yükselterek:
— Bu, aksaklıklar hiç bir zaman, giderilemeyecek çeşittendir, dedi.
İgnatiy Nikiforoviç karşısındakini küçümser bir tavırla gülümsedi.
— Ne olacak yani? Öldürmek mi gerek bunu niçin? Ya da, bir devlet büyüğünün önerdiği gibi, gözleri
dağlamak?
— Evet, gerçi biraz sert olurdu bu, ama akla da yatkın olurdu. Şimdi yapılan da zorbalıktır, ayrıca,
sağduyuyla uzlaşmaması bir yana, öylesine budalacadır ki, ruhsal yönden sağlıklı insanların, ceza
mahkemeleri denilen bu anlamsız, insan yaradılışına aykırı düşen dalda çalışanları anlamak çok güçtür.
îgnatiy Nigiforoviç'in yüzü bembeyaz olmuştu.
— Ben de bu dalda çalışıyorum, dedi.
— Sizin işiniz bu, beni ilgilendirmez. Ama ben anlamıyorum.
İgnatiy Nikiforoviç sesi titreyerek:
— Öyle sanıyorum ki çok şeyi anlamıyorsunuz siz, dedi.
— Her duygulu insanın gördüğünde acıyacağı zavallı bir çocuğu suçlamak için bir savcının nasıl
çırpındığına tanık oldum mahkemede. Başka bir savcının İncil okudular diye
köylüleri mahkemeye
verdiğini biliyorum. Mahkemelerin bütün işi gücü bu çeşit, incir çekirdeğini doldurmaz, haince işlerdir işte.
İgnatiy Nikiforoviç:
— Sizin gibi düşünsem çalışmazdım, dedi.
Kalktı. Nehlüdof, eniştesinin gözlüklerinin arkasından gözlerinin parladığını farketti. Gözyaşı mı onlar
yoksa? diye geçirdi içinden. Gerçekten de gözyaşıydı bunlar; gururu çok incinmişti, îgnatiy Nikiforoviç
pencereye gitti, mendilini çıkardı, ök-sürerek gözlüğünün camlarını sildi, sonra gözlüğünü çıkarıp gözlerini
sildi. Kanepeye dönünce bir daha karışmadı söze. Enişte-siyle ablasını bu kadar üzdüğü için kendi
kendinden utanıyordu şimdi Nehlüdof; yarın gideceğini, bir daha onlarla görüşmeyeceğini düşündükçe içi
sızlıyordu. Üzgün, allahaısmarladık deyip
— 371 —
ayrıldı onlardan, eve gitti.
Söylediklerim pekâlâ gerçek olabilir, diye düşünüyordu, hiç değilse itiraz etmedi bana. Ama öyle
konuşmamalıydım. Öfkeye kapılıp ona öylesine hakeret ettiğime, zavallı Nataşa'ys da üzdüğüme göre
henüz pek az değişmişim demektir.
XXXIII
Maslova'nın da içinde bulunduğu kafile gardan saat üçte yola çıkacaktı; bu yüzden, kafilenin ceza evinde
olmak niyetindeydi.
Eşyalarını yerleştirirken günlüğünü eline aldı Nehlüdof, birkaç yerine şöyle bir göz gezdirdi, son sayfaları
okudu. Peters-burg'a gitmeden önce şöyle yazmıştı: Katyuşa benim kendimi feda etmemi istemiyor,
kendini feda etmek istiyor. O kazandı, ben de kazandım. Onun ruhun da olduğunu gördüğüm değişiklik
—inanamıyorum böyle bir şeye— sevindiriyor beni. İnanamıyorum, ama farkındayım, değişiyor. Bundan
hemen sonra da şöyle yazıyordu: Çok acı çektim, çok da sevindim. Katyuşa'nın revirde birtakım kötü
davranışları olduğunu öğrendim. Birden dayanılmaz bir acı hissettim yüreğimde. Korkunç bir acı. Nefretle,
iğrenerek konuştum onunla, sonra birden kendimi hatırladım; ondan nefret etmeme sebep olan suçu
kendimin kaç kereler işlediğim, —düşüncede bile olsa— şimdi de işlediğim geldi aklıma; kendimden nefret
etmeye, ona acımaya başladım, bir sevinç doldurdu içimi. Kişi gözündeki merteği zamanında görebilse
daima, ne iyi olur. O gün şöyle yazmıştı: Nataşa'ya gittim, sevincimden kabalık ettim, tatsızlık çıktı. Elden
ne gelir? Yarın yepyeni bir hayata başlıyorum. Geçmişim, elvdeâ! Sürüyle anım var, topar-layamıyorum
onları şöyle bir.
Devrisi sabah uyanınca Nehlüdof'un ilk duygusu dün eniş-tesiyle arasında geçen olaydan duyduğu
pişmanlık oldu.
Böyle gitmek olmaz, diye düşündüm, gidip ablamla onun gönlünü almalıyım.
Ama saate bakınca zamanı olmadığını kafilenin cezaevinden ayrılışına geç kalmamak için acele etmesi
gerektiğini gördü. Çabucak hazırlanıp kapıcıyla Taras'ı—Fedosya'nın kocasıydı bu, beraber gidiyorlardı—
eşyalarla doğru gara yolladıktan sonra kendi de önüne çıkan ilk kiralık arabaya atlayıp cezaevine
yollan-372
di. Cezalılar treni Nehlüdof'un bineceği posta treninden iki saat önce kalkacaktı; bu yüzden, bir daha
uğrayamayacağı için kaldığı evin sahibiyle hesabını kesmişti.
Temmuz sıcağı bastırmıştı. Sokakların, evlerin bunaltıcı gecede bile soğumamış, taşlan, damların
tenekeleri serinliklerini durgun, kavurucu sıcak havaya dağıtıyorlardı. Rüzgâr yoktu; yal-nız arada bir
hafiften esiyor, yağlıboya kokusuyla toz yüklü, pis kokan, sıcak havayı bir yerden bir yere taşıyordu.
Sokaklar pek tenhaydı, birkaç kişi varsa, onlar da evlerin gölgelerinden yürümeye çalışıyorlardı. Yalnızca,
ayaklarında sandallar, güneşte yanmış, simsiyah olmuş kaldırım işçisi köylüler sokakların ortasında
oturmuş, kızgın kuma yerleştirdikleri kaldırım taşlarına ellerindeki çekiçlerle vuruyorlardı. Kalkık yakalı
beyaz ceketlerinin beyazlığı, kalmamış, tabancalarının kemerleri san, asık yüzlü polis memurları can
sıkıntısından bir bu bir öbür ayağına yaslanarak dikiliyorlardı sokak başlarında; delik kulakları dimdik
duran beyaz atlar koşulu, güneş içeri vurmasın diye bir yanlarına bez asılı tramvaylar çıngırak çala çala
gidip geliyorlardı.
Nehlüdof'un bindiği araba ceza evine yaklaştığında kafile çıkmamıştı henüz; sabah dörtte başlayan
cezalıların sayılıp teslim alınma işi hâlâ devam ediyordu. Kafilede altı yüz yirmi üç erkek, altmış kadın
vardı: Her birinin kâğıtlarına teker teker bakılması, hastalarla güçsüzleri ayırmak, kafileyi götürecek
görevlilere teslim etmek gerekiyordu. Yeni müdür, iki yardımcısı, doktor, sağlık memuru, kafile komutanı,
bir de yazıcı avluda, duvarın dibine gölgeye konulmuş, üzerinde kâğıtlar, yazı takımları olan masada
oturmuşlar, yanlarına peşpeşe gelen cezalılara sorular soruyorlar, onları tepeden tırnağa inceliyorlar,
sonra listeye geçiyorlardı.
Masanın yarısına kadar gelmişti güneş. Rüzgâr olmadığı için boğucu bir sıcak vardı; biriken cezalıların
solukları daha bir çekilmez sıcak yapıyordu orayı .
Uzun boylu, şişman, kalkık omuzlu, kolları kısa, kırmızı yüzlü, bıyıklı kafile komutanı sigarasından bir soluk
çekerek:
— Bunun sonu geleceğe benzemiyor hiç! dedi. Amma da yorulduk. Nerede bulmuşsunuz bunları? Daha
çok var mı?
Yazıcı listeye baktı.
— 373 —
— Yirmi dört kişi var, bir de kadınlar, efendim.
Henüz kontrolden geçmeyen cezalılar birbirlerinin arkasına sıkışarak durunca komutan:
— Ne bekliyorsunuz —hem de gölgede değil, güneşin altında— sıralarını bekliyorlardı cezalılar.
İçerde oluyordu bunlar, dışardaysa yapıda her zamanki gibi silâhlı bir nöbetçi bekliyordu. Cezalıların
eşyalarıyla hastaları gara götürmek için yirmi kadar yük arabası vardı kapının önünde; köşede de
akrabaları, dostları cezalıları çıkarken görmek, olursa onlara bir şeyler söylemek, vermek için küçük bir
kalabalık toplanmıştı. Nehlüdof da bu kalabalığa katıldı.
Bîr saat kadar bekledi burada. Sonra içerden zincir şakırtıları, ayak sesleri, emirler, öksürmeler, büyük bir
kalabalığın alçak sesle konuşmasından çıkan uğultu duyuldu. Beş dakika devam etti bu böyle; arada
gardiyanlar girip çıkıyorlardı yan kapıdan. En sonunda yüksek sesle bir emir duyuldu.
Büyük kapı gürültüyle açıldı. Zincir şakırtıları yaklaştı, beyaz ceketli erler ellerinde silâhlarla dışarı çıktılar,
—besbelli, alışık oldukları bir manevrayla— kapının önünde düzgün, geniş bir yarım daire yaptılar. Sonra
yeni bir emir duyuldu. Usturaya vurulmuş başlarında yamuk yumuk şapkalarıyla, omuzlarında tor-balarıyla
cezalılar ikişer ikişer çıkmaya başladılar. Zincirli ayaklarını yere sürtüyor, bir eliyle omuzlarındaki torbayı
tutarken boşta kalan öbürünü sallıyorlardı. Önde erkeklerdi. Hepsinin üzerinde aynı gri pantalon, sırtları
numaralı, gömlekler vardı. Hepsi de —genci, yaşlısı, zayıfı, şişmanı, uçuk benizli, al yanaklısı, esmer
yüzlüsü, bıyıklısı, sakallısı, sakalsızı, Rus'u, Tatar'ı, Yahudisi— zincirlerini şakîrdata şakırdata, çok uzak
bir yere gidiyormuş gibi kollarını sallaya sallaya çıkıyordu kapıdan, ama birkaç adım sonra duruyor, uysal
uysal dörder sıra oluyorlardı. Onların hemen arkasından, gene saçları kesilmiş, ayakları zin-cirsiz,
bileklerinden birbirine kelepçeli, öndekiler gibi gri pantalon gömlekli cezalılar çıktı. Sürgünlerdi bunlar...
Onlar da öndekiler gibi canlı adımlarla çıkıyorlardı kapıdan, sonra duruyor, dörder dörder sıraya
giriyorlardı. Onların arkasından eşlik edenler, daha arkadan da kadınlar da aynı sırayla çıkıyorlardı; önce
kürek cezalılar —gene gri etek blûzlu, başörtülüydüler— sonra— 374 —
sürgünler, daha sonra da sivil giysileriyle, kafileye kendi istekleriyle katılanlar. Bazı kadınların kucağında
bebek vardı.
Kadınlarla beraber kızlı erkekli çocuklar yürüyordu. Bu çocuklar, at sürüsünde küçük taylar gibi, kadınlara
sokuluyorlardı. Erkekler sessiz duruyorlardı; yalnızca arada bir öksürenler ya da yüksek sesle bir şey
söyleyenler oluyordu. Kadınlarsa durmadan konuşuyorlardı. Nehlüdof, kapıdan çıkarken görür gibi oldu
Mas-lova'yı; ama kalabalık arasında kaybetti onu sonra. Erkeklerin arkasında gri giysileriyle, kucaklarında
bebekler, aralarında çocuklarla insanlık, özellikle kadınlık niteliklerini yitirmiş gibi duran büyük kalabalıktan
başka bir şey görmüyordu şimdi.
Cezalıları içerde teker teker saydıkları halde, erler bir kere daha saymaya başladılar onları. Bu sayma işi
oldukça uzun sürdü: Bazı cezalılar yer değiştiriyor, erlerin hesabını karıştırıyorlardı çünkü. Erler,
dediklerini uysal, ama kötü kötü bakarak yapan cezalılar küfrediyor, itip kakıyorlardı onları, yeniden
saymaya başlıyorlardı. Hepsi bir kere daha teker teker sayıldıktan sonra subay bir emir verdi, kalabalıkta
bir çalkalanma oldu. Yürü-yemeyecek kadar güçsüz erkekler, kadınlar, çocuklar birbirleriyle yarış ederek
arabalara koştular, önce torbalarını atıp, sonra kendileri çıktılar. Kucaklarında viyaklayan bebekleriye
kadınlar, yer için birbirleriyle kavga eden neşeli çocuklar, asık yüzlü, kederli erkekler yerleştiler sonunda.
Birkaç cezalı erkek şapkalarını çıkararak subayın yanına —besbelli bir şey dilemek için— gittiler. Onların
da arabalara binmek istediklerini sonra öğrendi Nehlüdof. Subay başka yana bakarak sigarasını içiyor,
cezalıyı dinlemiyordu bile; sonra bir şey söylemeden, kısa kolunu vuracakmış gibi kaldırıyor; beriki, saçsız
başını tokattan korumak için omuzlarının arasına çekerek geri sıçrıyordu.
— Araba yaparım seni şimdi ben! diye bağırıyordu subay. Yürüyeceksin!
Yalpa vura vura yürüyen, ayakları zincirli, uzun boylu bir ihtiyarın arabaya binmesine izin verdi yalnızca.
Bu ihtiyarın, şapkasını çıkarıp nasıl haç çıkardığını, sallana saliana arabaların yanına yürüdüğünü gördü
Nehlüdof. Güçsüz, zayıf bacağını kaldırmasına engel olan zincirlerden, uzun süre çıkamadı arabaya,
sonra arabadaki bir köylü kadın kolundan tutarak yardım etti ona.
Arabalar torbalarla dolup, torbaların üzerine de arabaya binmesine izin verilenler oturunca subay
şapkasını çıkardı, mendiliyle alnını, saçsız başını, kırmızı, kalın boynunu sildikten sonra haç çıkardı.
— Kafile, marş! diye emir verdi.
Askerlerin silâhları sakırdadı; cezalılar şapkalarını çıkarıp —bazıları sol elleriyle— haç çıkarmaya
başladılar. Akrabalarını, dostlarını yolcu etmeye gelenler bağırarak bir şeyler söylüyor-cezalilar onlara
cevap veriyorlardı. Kadınlar ağlaşıyordu. Beyaz ceketli askerlerin kuşattığı kafile, bacaklarına bağlı
zincirler toz kaldırarak yürüdü. En önde askerler, onların arkasında, dörderli sıra olmuş, ayaklarında
zincirler sakırdayan kürek cezalıları, sonra elleri birbirine kelepçeli sürgünler, daha arkada gönüllüler, en
arkada da kadınlar vardı. Kafilenin arkasından, torbalarla zayıf cezalılarla yüklü arabalar yola çıktı.
Arabalardan birinde torbaların en yüksek yerine oturmuş, sıkı sıkı sarınmış bir kadın durmadan hüngür
hüngür ağlıyordu.
XXXIV
Kafile o kadar uzundu ki, son araba hareket ettiğinde en ön-dekiler gözden kaybolmuştu. Nehlüdof, onu
bekleyen paytona bindi, kafileyi geçmesini söyledi sürücüye. Erkek cezalılar arasında tanıdık kimse olup
olmadığına bakacak, sonra kadınlar arasında Maslova'yı bulacak, gerekli her şeyi alıp almadığını
soracaktı ona. Hava çok sıcaktı. Binden çok ayağın kaldırdığı toz, sokağın ortasından yürüyen cezalıların
üzerinde duruyordu. Kafile çabuk adımlarla yürüyor, Nehlüdof'un bindiği payton yavaş yavaş geçiyordu
yanından. Tuhaf, korkunç görünüşlü yüzler sıra sıra geride kalıyorlardı. Aynı renk pantalonlu, potinli
ayaklarını güçlükle öne atıyor, boşta kalan kollarını, kendilerine cesaret vermek istiyormuşcasma,
sallıyorlardı. Sayıları o denli çoktu, birbirlerine öylesine benziyorlardı, özellikle öylesine tuhaf koşullar
altında bulunuyorlardı ki, Nehlüdof insan değil de, acayip, korkunç yaratıklar sandı onları bir an. Ama
kürek cezalıları arasında katil Fyodorof'u, sürgünler arasında da komik Ohotin'le, bir keresinde ona gelip
yalvaran bir aylağı görünce bu izlenimi kaybol-— 376 —
du. Cezalıların hemen hepsi, yanlarından geçen paytona, içindeki beye yan gözle bakıyorlardı. Fyodorof,
onu tanıdı anlamına başını yukarı doğru salladı: Ohotin göz kırptı. Yasak olduğu için ne biri, ne öteki
selâm vermişlerdi ona. Kadınların yanından geçerken hemen tanıdı Maslova'yı Nehlüdof. İkinci sıradaydı.
Kenarda yüzü sıcaktan kıpkırmızı olmuş, eteğini kuşağının arasına sıkıştırmış, kısa bacaklı, siyah gözlü,
biçimsiz bir kadın vardı; Çalımlıydı bu. Onun yanında, güçlükle adım atan gebe bir kadın yürüyordu.
Üçüncü kadın Maslova'ydı. Omuzunda bir torba vardı, önüne bakarak yürüyordu. Yüzü sakin, kararlıydı.
Onun yanındaki dördüncü kadın, dinç adımlarla yürüyen, etekleri kısa, başörtüsünü köylü işi bağlamış,
genç, güzel kadın, Fedosya'ydı. Nehlüdof paytondan indi, Maslova'ya her şeyi alıp almadığını, kendini
nasıl hissettiğini sormak amacıyla kadınlara yaklaşınca, kafilenin bu yanında yürüyen assubay gördü onu,
koşarak yanına gelirken:
— Kafileye yaklaşmak yasaktır efendim, diye bağırıyordu.
İyice yakına gelip de Nehlüdof'u tanıyınca (ceza evinde herkes tanıyordu artık Nehlüdof'u) elini kasketine
götürerek selâm verdi, Nehlüdof'un yanında durup:
— Şimdi olmaz, dedi. Garda konuşabilirsiniz, burada yasak. Cezalılara dönüp bağırdı:
— Hadi durmayın, yürüyün, yürüyün!
Sonra yeni çizmelerini gıcırdata gıcırdata —sıcağa aldırmadan— koşarak yerine gitti.
Nehlüdof kaldırıma döndü, paytoncuya peşinden gelmesini söyleyip, kafileyle beraber yürümeye başladı.
Geçtiği her yerde acımayla dehşet karışık bir dikkat gösteriliyordu kafileye. Arabayla geçenler, başlarını
pencereden çıkarıp, gözden kaybolunca-ya kadar bakıyorlardı kafilenin arkasından. Yayalar duruyor,
şaşkınlıkla, korkuyla bakıyorlardı bu dehşet verici gidişe. Bazıları yaklaşıp sadaka veriyordu. Askerler
alıyordu sadakaları. Bazı, fazla etkilenenler kafilenin peşi sıra bir süre yürüyor, sonra durup, başlarını
sallayarak arkasından bakıyorlardı. Kapılardan birbirini çağırarak çıkıyorlar, pencerelerden sarkıyorlar;
kıpırdamadan, sessizce bakıyorlardı geçenlere. Bir yol ağzında kafile zengin bir kupa arabasının yolunu
kesti. Arabacı yerinde, yüzü güneşte parlayan, şişman sırtında iki sıra düğmesiyle resmi giysili
— 377 —
bir arabacı vardı. Arabada arka koltukta bir karı koca oturuyordu: Kadın zayıf, soluk benizliydi; şapkası
beyaz, şemsiyesi parlaktı. Kocası silindir şapkalı, şık, açık renk pardösülüydü. Onların karşısında, ön
koltuktaysa çocukları vardı: Sarı saçları omuzlarına dökülen, taptaze, cici bir kız —onun da şemsiyesi
parlaktı—; bir de, ince uzun boyunlu, omuz kemikleri çıkık, kordelâlar-la süslü denizci şapkalı, sekiz
yaşlarında bir erkek çocuk. Baba, kafileyi zamanında geçemedi diye öfkeyle söyleniyordu arabacıya;
anneye, iğrenerek gözlerini kısmış, yüzünü buruşturmuş; güneşten, tozdan korunmak için ipek şemsiyesini
iyice indirmişti. Şişko arabacı, bu yoldan gelmesini kendi emreden efendisinin haksız sitemlerine sinirli
sinirli kaşlarını çatıyor, yürümek isteyen, terlemiş bedenleri güneşte parlayan doru atları tutmaya
çalışıyordu.
Polis memuru, bu güzel kupa arabasının sahibine elinden hizmeti yapmak için çırpınıyor, kafileyi durdurup
ona yo! vermek istiyor —ama bu gidişte, böylesine zengin bir bey için bile bojzulamayacak elemli bir görkem olduğunu hissettiğinden olsa gerek— durdurmuyordu. Yalnızca,
zenginliğe saygılarını belirtiyorjmuşcasma elini kasketine götürmüş; cezalılara —herhangi bir durumda kupa arabasındakileri onlardan
korumaya hazır olduğu'nu göster istiyormuş gibi— sert sert bakıyordu. Kupa arabası bütün kafile geçinceye kadar bekledi. Ancak
torbalar yüklü, cezalı kadınların bindiği son yük arabası da geçtikten sonra hareket edebildi. Ceza evinden
yola çıkıldığında hüngür hüngür ağlayan
j kadında bu son geçen arabadaydı. Sakinleşmişti biraz, ama zenjgin kupa arabasını görünce gene sarsıla sarsıla ağlamaya başlajmıştı.
Yerlerinde duramayan, besili, doru atlar arabacı yuları hafifçe
[oynatınca, nallarıyla taşlan döve döve, lâstik tekerlekleri üzerin]de yumuşak yaylanan kupa arabasını, karı kocayla kızın, ince bojyunlu, omuz kemikleri çıkık çocuğun eğlenmeye gittikleri yazlık
[eve doğru hızla uzaklaştıfmışlardı.
Ne anne baba gördükleri şeyi anlatmışlardı çocuklara. Öyjle ki, çocuklar gördükleri şeye kendilerince birer anlam vermek
[zorunda kalmışlardı.
Kız, annesiyle babasının yüzüne bakarak, bu insanların on-— 378 —
lardan, onların tanıdıklarından bambaşka insanlar olduklarına, bu nedenle de onlara böyle
davranmadığına karar verdi. Böyle düşündüğü için korkmuştu kız, bu insanlar uzaklaşınca da sevinmişti.
Ama cezalıların geçişine gözlerini kırpmadan bakan ince, uzun boyunlu çocuk başka türlü çözmüştü
sorunu. İçgüdüsüyle, bu insanların da onun gibi bütün insanlar gibi birer insan olduklarını kesinlikle bildiği
için, onlara birisinin kötülük, yapılmaması gereken bir şey yaptığını hissetmişti. Acımıştı onlara; ayakları
zincire vurulmuş, saçları kesilmiş bu insandan da, onları zincire vuran, saçlarını kesen insanlardan da
korkmuştu. Bu yüzden giderek şişiyordu çocuğun dudakları, ağlamamak için güç tutuyordu kendini; bu gibi
durumlarda ağlamanın ayıp olduğunu biliyordu çünkü.
XXXV
Nehlüdof cezalıların adımlarına uydurmuştu adımlarını, çabuk çabuk yürüyordu; ama üzerinde ince bir
ceketle ince bir par-dösü olduğu halde, gene de bunalıyordu sıcaktan. Sokakların üzerinde asılı duran toz
bulutundan durgun yakıcı sıcak havadan boğulacak gibi oluyordu. İki yüz elli, üç metre yürüyemedi,
pay-tona bindi gene, kafilenin önüne geçti, ama sokağın ortasında paytonun içi daha sıcak geldi ona.
Eniştesiyle dünkü konuşmasını düşünmeyi denedi, ama sabahki gibi heyecanlandırmıyordu onu şimdi bu.
Kafilenin ceza evinden çıkışı, sokaklardan geçişi bir kenara itmişti bu düşünceleri.
Dayanılacak gibi değildi sıcak. Duvarın dibinde, ağaçların gölgesinde, şapkalarını çıkarmış okullu iki
çocuk, yere diz çökmüş dondurmacının başında dikiliyorlardı. Çocuklardan biri kaşıklamaya başlamıştı bile
dondurmasını; öteki, dondurmacının tepeleme doldurduğu bardağı sabırsızlıkla bekliyordu.
Nehlüdof, biraz serinlemek isteğini yenemeyerek payton-cuya sordu:
— Bir şeyler içecek bir yer var mıdır buralarda?
— Hemen şurada temiz bir meyhane vardır efendim. Faytoncu köşeyi döndü, büyük bir tabelânın altında
durdu. Bölmenin arkasındaki gömlekli, şişko, barmen de müşteri
— 379 —
yok diye masalarda oturan bir zamanlar beyaz gömlekli garsonlar da bu değişik konuğu merakla süzdüler,
hizmetine koştular hemen. Nehlüdof bir maden suyu istedi, pencereden uzak, pis örtülü küçük bir masaya
oturdu.
Biraz ötede, üzerinde çay takımıyla bir şişe olan masada iki kişi oturuyordu. Alınlarından terlerini siliyor,
dostça bir şeyi bölüşüyorlardı. Biri esmerdi, İgnatiy Nikiforoviç gibi dökülmüştü saçları, ensesinde bir tutam
siyah saç vardı yalnızca. Onu görünce gene eniştesiyle dünkü konuşmasını, gitmeden önce ablasıy-la onu
bir kere daha görmek istediğini hatırladı Nehlüdof. Trenin kalkmasına az kaldı, yetişemem, diye geçirdi
içinden. İyisi mi mektup yazayım. Zarf, kâğıt, pul istedikten sonra, soğuk maden suyunu yudumlarken, ne
yapacağını düşünmeye koyuldu. Ama düşünceler karmakarışıktı kafasının içinde, bir türlü karar
veremiyordu ne yazacağına.
Sevgili Nataşa, îgnatiy Nikiforoviç'le dünkü konuşmamın verdiği üzüntü içimdeyken gidemiyorum... diye
başladı. Ne yapabilirim? Dün söylediklerim için özür mü dilesem? Ama düşündüğümü söylemiştim
yalnızca. Düşüncelerimin değiştiğini sanır sonra. Hem işlerime karışması... Hayır, yapamam. Nehlüdof bu
yabancı, kendini pek beğenen, onu anlamayan adama karşı gene aynı nefreti duyarak, yarım kalan
mektubu cebine koydu, hesabı ödeyip çıktı, paytona bindi, kafilenin arkasından gitti.
Sıcak daha da artmıştı şimdi. Duvarlar, taşlar sıcaklık kusuyorlardı sanki. Kızgın kaldırım taşları ayaklarını
yakıyormuş gibi bir tuhaf yürüyordu herkes. Nehlüdof, paytonun tavanına dokununca, elinin yandığını
sandı bir an.
At, tozlu kaldırım taşlarında nallarıyla düzenli bir ses çıkararak tembel bir tırısla gidiyor; arabacı arada bir
hafiften kestiriyor; Nehlüdof da hiç bir şey düşünmeden, dalgın dalgın önüne bakıyordu. İnişte büyük bir
evin önünde bir kalabalıkla silâhlı bir er gördüler. Nehlüdof paytonu durdurdu. Evin kapıcısına:
— Ne oluyor burada? diye sordu.
— Cezalının biri fenalaştı.
Nehlüdof paytondan İndi, kalabalığa yaklaştı. Meyilli yaya kaldırımın tümsek taşları üzerinde, başı aşağı
doğru, iri yarı, sarı sakallı kırmızı yüzlü, genç sayılamayacak bir cezalı sırtüstü— 380 —
upuzun yatıyordu. Burnu yamyassıydı. Gri pantalon, gri gömlek vardı üzerinde. Çilli ellerini açıp avuçlarını
yere yapıştırmış; hırlıyor, uzun aralıklarla, geniş göğsünü düzenli olarak indirip kaldırarak soluk alıyor, kan
çanağına dönmüş gözleriyle donuk donuk gökyüzüne bakıyordu. Asık yüzlü bir polis memuru, bir postacı,
bir tezgâhtar, bir hizmetçi, elinde şemsiyesiyle yaşlı bir kadın, bir de başı kabak, elinde boş bir sepet olan
bir çocuk dikiliyordu başında.
Tezgâhtar, yaklaşan Nehlüdof'a birilerinden yakınmaya başladı hemen:
— İçerde canlarını çıkarmışlar zavallıların, iyice bitkin düşürmüşler, sonra da böyle sıcak bir günde
yürütüyorlar...
Şemsiyeü kadın ağlamaklı:
— Ölecek galiba, diyordu. Postacı:
— Gömleğinin önünü açmak gerek, dedi.
Polis memuru titreyen kalın parmaklarıyla beceriksizce, cezalının damarlı boynunu saran bağı çözmeye
çalışıyordu. Heyecanlı, şaşkın olduğu belliydi, ama gene de kalabalığa çıkışmayı gerekli gördü:
— Ne toplandınız canım? Zaten sıcak. Çekilin de hava alsın adam.
Tezgâhtar:
— Yola çıkarmadan önce doktora göstermeliydiler bunları, dedi. (Bu konudaki bilgisiyle övünmek istediği
belliydi.) Dayanamayacaklar götürülmez. Yoksa yolda ölürler böyle.
Polis memuru bağı çözdükten sonra doğruldu, bakındı.
— Açılın diyorum, duymuyor musunuz? dedi. Hadi işinize gidin, hasta adam görmediniz mi hiç?
Konuşurken, onu desteklesin diye Nehlüdof'a bakıyordu. Ama onun ilgisiz bakışı karşısında ere döndü. Er
bir kenarda duruyor, kopmuş topuğuna bakıyordu; polis memurunun karşılaştığı güçlüğü umursadığı
yoktu.
Toplananlar söyleniyorlardı:
— Kimsenin baktığı yok ki. Göz göre göre öldürülür mü bir insan?
— Çezalıysa cezalı, o da insan.
— 381 —
Nehlüdof:
— Başını yukarı alın, su getirin, dedi. Polis:
— Getirmeye gittiler, dedi.
Yerde yatan cezalıyı koltuk altlarından tutup, güçlükle başını yukarı aldı. Birden sert bir ses duyuldu:
— Nedir bu kalabalık burada?
Bembeyaz ceketiyle, pırıl pırıl çizmeleriyle mahalle komiseriydi bu. Daha niçin toplanıldığmı anlamadan:
— Dağılın! diye bağırıyordu. Toplanmayın!
Çabuk adımlarla yaklaşıp, can çekişen cezalıyı görünce- — zaten bunu bekliyormuş gibi— başını evet
anlamına sallayarak polis memuruna döndü.
— Nedir?
Polis memuru, kafile geçerken bu cezalının yere yuvarlan-diğını, subayın onu düştüğü yerde bırakılmasını
emrettiğini anlattı.
— Demek öyle? Karakola götürülmesi gerekiyor. Bir araba çağırın.
Polis memuru elini kasketine götürerek:
— Kapıcıyı yolladım efendim, dedi. Tezgâhtar sıcaktan söz edecek oldu. Komiser:
— Sana ne be? Hadi? Hadi çek arabanı, diye bağırdı. Adamın yüzüne öyle sert baktı ki, tezgâhtar kesti
sesini.
Nehlüdof:
— Su vermeli ona biraz, dedi.
Komser Nehlüdof'a da sert sert baktı, ama hiç bir şey söylemedi. Kapıcı tasla su getirince komiser polis
memuruna cezalıya su içirmesini emretti. Polis memuru cezalının düşen başını kaldırdı, ağzına su
dökmeye çalıştı, ama belliki içmiyordu; su sakallarından göğsüne, tozlu gömleğine akıyordu.
Komiser:
— Başına dök! diye emir verdi.
Polis cezalının bez şapkasını çıkardı, sarı kıvırcık, çıplak tepesine döktü suyu.
Cezalının gözleri, korkmuş gibi daha da açıldı, ama durumunda en küçük bir değişiklik olmadı. Yüzünden
çamurlu sularakıyor, gene hırlıyor, göğsü düzenli olarak inip kalkıyordu.
Komiser polis memuruna Nehlüdof'un paytonunu göstererek:
— Şu araba kimindir? diye sordu. Getirin onu buraya. Hey, arabacı!
Faytoncu başını kaldırmadan, üzgün:
— Boş değilim, dedi.
— Benimdir, dedi. Ama olsun, alın onu. Faytoncuya dönerek ekledi:
— Ben vereceğim ücretini. Komiser:
— Hâlâ ne bekliyorsunuz? diye bağırdı. Tutun!
Polis memuru, kapıcılar, bir de er, ölmek üzere olan cezalıyı kaldırıp paytonun koltuğuna oturttular. Ama
oturamadı cezalı, başı geri düştü, koltuktan aşağı kaydı. Komiser, sert:
— Yatırın onu! diye bağırdı.
Polis, ölmek üzere olan cezalının yanma oturup, onu güçlü sağ koluyla belinden kavrayarak:
— Olsun efendim, dedi, böyle de götürürüm.
Er, cezalının sandallı, çorapsız ayaklarını kaldırıp arabacı yerinin altına uzattı.
Komiser şöyle bir bakındı yerde cezalının yamru yumru şapkasını gördü, alıp geriye düşmüş, ıslak başına
geçirdi onu. Sonra,
— Marş! diye komut verdi.
Arabacı canı sıkkın, sağına soluna baktı, başını salladı, geri dönüp yavaş yavaş karakola doğru yürüdü. Er
de yanısıra yürüyordu. Cezalının yanında oturan polis memuru, payton sallandıkça bir o yana bir bu yana
düşen bedeni, başı tutmaya çalışıyordu. Er arada bir eğilip ayakkabısını düzeltiyor, Nehlüdof arkalarından
yürüdü.
XXXVI
Payton, yangın nöbetçisinin yanından geçip avluya girdi, kapılardan birinin önünde durdu.
Avluda itfaiye erleri kollarını sıvamışlar, yüksek sesle konuşarak, kahkahalarla gülerek arabalarını
yıkıyorlardı.
Payton durur durmaz birkaç polis memuru koşup geldiler,
— 383 —
yarı canlı cezalıyı koltuk altlarından, bacaklarından tutarak, atlarında gıcırdayan paytondan indirdiler.
Cezalıyı getiren polis paytondan indi, uyuşmuş kolunu salladı, şapkasını eline alıp haç çıkardı. Ölüyü
kapıdan sokup merdivenden çıkardılar. Nehlüdof da peşlerinden gitti. Ölüyü getirdikleri küçük, pis odada
dört kerevet vardı. İkisi de pijamalı iki hasta oturuyordu. Birinin ağzı çarpık, boynu sargılıydı. Öteki
veremliydi. İki kerevet boştu. Birine cezalıyı uzattılar. Gözleri parlayan kaşlarını durmadan oynatan,
üzerinde bir gömlekten, ayaklarında çoraptan başka bir şey olmayan ufak tefek bir adam çabuk, yumuşak
adımlarla cezalıya yaklaştı, yüzüne baktı sonra Nehlüdof'a döndü, kahkahayla gülmeye başladı. Burada
yatan bir deliydi bu.
— Beni korkutmak istiyorlar sözde, dedi. Ama avuçlarını yalasınlar.
Biraz sonra komiserle sağlık memuru geldiler.
Sağlık memuru ölüye yaklaştı; henüz yumuşak, ama ölüm beyazlığının yavaş yavaş sardığı, çilli elini tutup
kolunu kaldırdı, bir an havada tutup bıraktı. Kol taş gibi düştü ölünün karnının üzerine. Sağlık memuru
başını sallayarak:
— Tamamdır, dedi.
Ama —besbelli adet yerini bulsun diye— ölünün kaba kumaştan ıslak gömleğinin önünü açtı, kıvırcık
saçlarını kulağının arkasına atıp, cezalının hareketsiz, sarı, geniş göğsüne koydu kulağını. Herkes
susmuştu odanın içinde. Sağlık memuru doğruldu, bir kere daha salladı başını; ölünün açık duran mavi
gözlerinin önce birine, sonra öbürüne dokundu parmağıyla.
Deli durmadan sağlık memuruna doğru tükürerek:
— Korkutamazsınız beni, boşuna uğraşmayın, diyordu. Komiser.
— Evet? diye sordu. Sağlık memuru:
— Evet, dedi. Ölü odasına almak gerek onu.
— İyi baktınız mı, gerçekten ölmüş mü? diye sordu komiser. Sağlık memuru, nedense ölünün göğsünü
öreterek:
— Ortada, dedi. Matvey İvanıç'ı çağırtayım, bir de o baksın. Petrof, koş Matvey İvanıç'ı çağır.— 384 —
;
Sağlık memuru çıkıp gitti. Komiser:
— Ölü odasına götürün, dedi.
Ölünün yanından bir an ayrılmayan ere döndü:
— Sonra odama gel sen, imza atacaksın. Er:
— Başüstüne efendim, dedi.
Polisler ölüyü kaldırdılar, merdivenden geri indirdiler. Nehlüdof peşlerinden gitmek istiyordu, deli durdurdu
onu.
— Siz onlarla birlik değilsiniz anlaşılan, dedi, öyleyse bir sigara verin.
Nehlüdof sigara paketini çıkarıp verdi ona. Deli, kaşlarını oynatarak, burada ona telkin yoluyla nasıl eziyet
ettiklerini çabuk çabuk anlatmaya koyuldu.
— Hepsi düşman bana, medyumları aracılığıyla durmadan kötülük ediyorlar, acı...
Nehlüdof:
— Kusura bakmayın, diye kesti sözünü.
Onu dinlemeden avluya çıktı. Ölüyü nereye götüreceklerini görmek istiyordu.
Polisler yükleriyle avluyu geçmiş, bodrum kapısından giriyorlardı. Nehlüdof arkalarından yürüdü, ama
komiser durdurdu onu,
— Bir isteğiniz mi vardı?
— Hayır, dedi Nehlüdof.
— Öyleyse gidin buradan.
Nehlüdof ses çıkarmadı, paytonunun yanına gitti. Paytoncu uyuyordu. Nehlüdof uyandırdı onu, gara
çekmesini söyledi.
Daha yüz adım gitmemişlerdi, bir yük arabasıyla karşılaştılar. Arabanın.yanmda gene silâhlı bir er
yürüyordu. Besbelli ölmüş, bir başka cezalı vardı arabada. Cezalı sırtüstü yatıyordu yük arabasının içinde;
bez şapkası burnunun üzerine kaymıştı; siyah sakallı, saçları kesilmiş başı arabanın her sarsılışında
sallanıyordu. Kalın çizmeli arabacı atın yularından tutmuş, yanısıra yürüyordu. Arkada bir polis vardı.
Nehlüdof paytoncunun sırtına dokundu. Paytoncu, atı durdurarak:
— Ne yapıyor bunlar? dedi.
Nehlüdof indi paytondan, yangın nöbetçisinin yanından ge. — 385 —
cip, yük arabasının arkasından avluya girdi gene. İtfaiye erleri arabaları yıkamış, götürmüşlerdi; şimdi
onların yerinde açık mavi sırmalarıyla uzun boylu, elmacık kemikleri çıkık itfaiye komutanı duruyor, elleri
cebinde, bir itfaiye erinin, önünden geçirdiği, boynu incelmiş, kula ata sert sert bakıyordu. At ön
ayaklarından birine basarken hafiften aksıyordu. İtfaiye komutanı, yanındaki veterinere öfkeli öfkeli bir
şeyler söylüyordu.
Komiser de oradaydı. Yeni gelen ölüyü görünce arabanın yanına geldi. Başını iki yana sallayarak:
— Nerede buldunuz bunu? dedi. Polis memuru:
— Staraya Gorbatovskaya'da, diye cevap verdi. İtfaiye komutanı:
— Gazali mı? dedi.
— Evet efendim. Komiser:
— Bugün ikinci bu, dedi.
— Ne yaparsınız! diye mırıldandı. Hava da çok sıcak olunca. Sonra aksak kula atı götüren itfaiye erine
dönüp bağırdı:
— Köşedeki ahıra götür onu! Eşşoğlu essek seni, senden on kat değerli olan atları topal etmeyi
gösetereceğim ben sana!
Ölüyü, birincisini olduğu gibi kaldırdı polisler, yukarı odaya götürdüler. Nehlüdof, hipnotize olmuş gibi
peşlerinden gidiyordu. Bir polis memuru:
— Siz ne istiyorsunuz? diye sordu ona.
Nehlüdof cevap veremeden gidiyordu ölünün arkasından. Deli yatağına oturmuş, Neflüdof'un verdiği
sigarayı hırsla içiyordu.
— A, siz! dedi
Kahkahayla gülmeye başladı gene. Ölüyü görünce yüzünü buruşturdu.
— Gene mi? Kabak tadı verdiniz artık, çocuk mu sanıyorsunuz beni? (Nehlüdof'a dönüp gülümsedi.)
Öyle değil mi?
Nehlüdof ölüye bakıyordu. Polisler çekilmişti önünden, yüzünü örten şapkasını da kaldırmışlardı. Öteki
ölünün tersine, yüzü son derece güzeldi bunun, bedeni de biçimliydi. Gücü kuvDiriliş — F: 25— 386 —
vetli olduğu belliydi. Yarısını traş ederek çirkinleştirdikleri başına; siyah, şimdi hayat ışığı kaybolmuş
gözlerinin üstünde yükselen dar alnına rağmen çok yakışıklıydı. İnce, siyah bıyıkların üstündeki kemerli,
küçük burnu da pek güzeldi. Yavaş yavaş morarmaya yüz tutmuş dudaklarında bir gülümseme vardı
sanki. Küçük sakalı yüzünün altını çevreliyordu yalnızca; başının traş edilmiş yanında, küçük, sağlam,
güzel bir kulak çarpıyordu göze. Yüz ifadesi hem sakin, hem sert, hem içtendi. Bu insanın ruhsal
yaşayıştan- nasıl yoksun bırakıldığı belliydi yüzünden; ellerinin, zincire vurulmuş ayaklarının ince
kemiklerinden, ölçülü, biçimli bedeninin her şeyinden onun bir zamanlar ne denli güzel, güçlü, becerikli bir
insan, itfaiye komutanının ayağı inciltildi diye öylesine kızdığı o kula attan ne denli üstün bir yaratık olduğu
belliydi. Oysa öldürmüşlerdi onu; bir insan olarak ölümüne hiç kimse acımadığı gibi, insanlığın
boşuboşuna bîr güç kaynağını yitirdiğine de üzülmüyordu kimse. Ölümü herkeste, yakında kokacak bu
cesedi ortadan kaldırmak zorunda olmanın verdiği telâşın can sıkıntısından başka bir duygu
uyandırmamıştı.
Odaya doktor, sağlık memuru, baş komiser girdiler. Doktor kısa boylu, şişman bir adamdı; açık gri ipek bir
ceket, aynı kumaştan, adaİeİi baldırlarına yapışmış dar bir pantalon giyiyordu. Başkomiser ufak-tefek,
şişmandı. Havayı ağzında tutmak alışkanlığı kırmızı, yuvarlak yüzünü daha da yuvarlak gösteriyordu.
Doktor ölünün yattığı kerevete oturdu, tıpkı sağlık memuru gibi, kolunu kaldırıp bıraktı, kalbini dinledi,
pantalonunu çekeleyerek kalktı sonra.
— Ölmüş, dedi.
Başkomiser, ağzını tıka-basa hava doldurup, yavaşça bıraktıktan sonra ere döndü.
— Hangi ceza evinden?
Er cevap verdi, ölünün üzerindeki zincileri hatırlatı.
' Başkomiser:
— Söylerim çıkarırlar, dedi; neyse ki demircimiz var. Gene ağzını hava doldurup yanaklarını şişirdi, sonra
yavaş
yavaş bırakarak kapıya yürüdü. Nehlüdof doktora:
— Niçin ölüyor bunlar böyle? diye sordu.
— 387 —
Doktor gözlüklerinin arkasından baktı ona.
— Niçin olacak? dedi. Güneş çarpmasından. Güneş ışığının girmediği hücrede bütün bîr kış hareketsiz
oturduktan sonra birden güneşe, hem de bugünkü gibi bir güneşe çıkarsa insan böyle olur işte. Hem
kalabalık gidiyorlar, hava akımı yok. Çarpıyor güneş.
— Neden böyle götürüyorlar onları öyleyse?
— Bana ne soruyorsunuz bunu, gidin götürene sorun. Hem siz kimsiniz?
— Bir yurttaş.
— Ya!.. Kusura bakmayın, hiç zamanım yok.
Doktor pantalonunu can sıkıntısıyla aşağı doğru çekerek hastaların yanına gitti.
Boynu sargılı, ağzı çarpık, soluk yüzlü hastaya:
— İşler nasıl bakalım? dedi.
Bu arada deli sigara içmeyi bırakmış, yatağında oturuyor, doktora doğru tükürüyordu.
Nehlüdof aşağı indi, avluya çıktı, itfaiye atlarının, tavukların, bakır miğferli nöbetçinin yanından geçip
sokağa çıktı, gene uykuya dalmış paytoncuyu uyandırıp gara yollandı.
XXXVI!
Nehlüdof gara geldiğinde cezalılar, pencereleri parmaklıklı vagonlara binmişlerdi bile. Tanıdıklarını yolcu
etmeye gelen birkaç kişi vardı peronda; vagonlara yaklaştırmıyorlardı onları. Erler pek bir telâşlıydılar
şimdi. Ceza evinden gara gelinceye kadar, Nehlüdof'un gördüğü ikisinden başka üç cezalı daha ölmüştü
güneş çarpmasından: Birini, öncekiler gibi, en yakın karakola götürmüşlerdi, öbür ikisi burada, garda
ölmüşlerdi ('). Erlerin telâşı, götürdükleri kafilede sapasağlam beş kişinin ölmesinden değildi. Bunu
umursadıkları bile yoktu; bütün düşündükleri, bu gibi durumlarda yasada öngörülen şeyi noktası noktasına
yapmaktı: Ölüleri kâğıtlarıyla birlikte gerekli yere teslim etmek, Nij(') 1880 yıllarında Butirski cezaevinde Nijegorodsk garına götürülürken güneş çarpmasından bir günde
beş cezalı ölmüştü. (L. N. Tolstoy'un notu.)— 388 —
niy'e götürülmesi gereken cezalılar sayısından bunu düşmek. Özellikle böyle bir sıcakta oldukça büyük bir
işti bu.
Görevlilerin hepsi bu işle uğraştığı için Nehlüdof'u da öteki bekleyenleri de vagonların yanma
bırakmıyorlardı. Ama Nehlüdof'u bıraktılar gene de: Assubaya para vererek almıştı bu izni. Assubay,
komutanın görmemesi için çabuk konuşup hemen geri gelmesini söyleyerek bırakmıştı onu. Bütün tren on
sekiz vagondu. Komutanlık vagonu dışında geri kalanların hepsi tıka basa cezalı doluydu. Vagonların
pencerelerinin önünden geçerken içerde olanlara kulak kabartıyordu Nehlüdof. Her vagondan zincir
şakırtısı, gürültü patırtı, yakası açılmadık küfürlerle karışık konuşmalar duyuluyordu. Ama Nehlüdof'un
beklediği şeyden, yolda düşüp ölen cezalılardan söz eden yoktu. Daha çok torbalardan, içecek sudan,
oturacak yerden söz ediliyordu. Bir pencereden içeri baktı Nehlüdof, ortadaki yolda birkaç er, cezalıların
kelepçelerini çıkarıyorlardı. Cezalı ellerini uzatıyor, er anahtarla kelepçenin kilidini açıp çıkarıyordu onu.
Bir başka er de kelepçeleri topluyordu. Erkek vagonlarını geçtikten sonra kadın vagonlarına geldi
Nehlüdof. İkinci vagondan bir kadın iniltisi duyuluyordu: O-o-of! anam, babam o-o-of!
Nehlüdof yürüyüp geçti, bir erin yol göstermesiyle, üçüncü vagonun penceresine yaklaştı. Nehlüdof
yüzünü parmaklığa yaklaştırınca, acı ter kokusuyla yüklü sıcak bir hava çarptı yüzüne; ince kadın sesleri
daha bir açık seçik duyulmaya başladı. Tahta sıralarda terli yüzleri kıpkırmızı olmuş, önlüklü, blûzlu
kadınlar oturuyor, yüksek sesle konuşuyorlardı. Nehlüdof'un parmaklığa dayanan yüzü dikkatlerini çekti.
Pencere dibinde oturanlar susup ona doğru uzandılar. Maslova —üzerinde bir tek bluz vardı, başörtüsünü
bile çıkarmamıştı— karşı pencerenin dibinde oturuyordu. Beyaz yüzünde bir gülümseme olan Fedosya bu
yandaydı. Nehlüdof'u tanıyınca Maslova'yi dürttü, pencereyi gösterdi ona. Maslova aceleyle kalktı, siyah
saçlarını başörtüsüyle örttü; birden aydınlanan kırmızı, terli yüzünü bir gülümseme kapladı, pencerenin
yanına gelip parmaklığı tuttu. Sevinçle gülümseyerek:
— Çok da sıcak, dedi.
— Eşyaları aldınız mı?
— Aldım, teşekkür ederim.
— 389 —
Güneşte kızdıkça kızmış vagonun penceresinden soba borusu gibi sıcak hava püskürüyordu Nehlüdof'un
yüzüne.
— Başka bir şey lâzım mı? dîye sordu. — Değil, sağolun.
Fedosya karıştı söze:
— İçecek bir şey olsaydı...
— Evet, dedi Maslova, içecek bir şey olsa...
— Suyunuz yok mu?
— Hepsini içtiler, getirecekler. Nehlüdof:
— Hemen, dedi, ere söylerim, getirir. Niyniy'e kadar gö-rüşemeyeceğiz bir daha.
Maslova sevinçle, Nehlüdof'un gözlerinin içine bakarak, bundan haberi yokmuş gibi:
— Siz de geliyor musunuz? diye sordu.
— Arkadaki trendeyim.
Maslova hiç bir şey söylemedi, birkaç saniye sonra derin bir göğüs geçirdi yalnızca. Kaba sesli, yaşlı bir
kadın:
— Bey, dedi, yolda on iki kişiyi öldürdükleri doğru mu? Korableva'ydı bu. Nehlüdof:
— On iki kişi olduğunu duymadım, diye cevap verdi. Ben iki tanesini gördüm.
— On iki kişi ölmüş, öyle diyorlar. Bunun için ceza vermezler mi onlara acaba? Şeytanın
doğurduklarına?
Nehlüdof:
— Kadınlardan kimse fenalaşmadı mı? diye sordu. Kısa boylu bir kadın gülümsedi:
— Kadınlar daha sağlamdır. Yalnız birinin aklına doğurmak esmiş. Bakın, bağırıp duruyor orada.
Hep aynı iniltinin geldiği yandaki vagonu gösterdi. Sevinç gülümsemesini tutmaya çalışan Maslova:
— Başka bir şey lâzım olup olmadığını soruyorsunuz, dedi, bu kadını bırakamazlar mı acaba burada?
Çok acı çekiyor zavallı. Komutana bir söyleseydiniz.
— Söylerim.
Maslova, gülümseyen Fedosya'yı bakışıyla göstererek:— 390 —
— Bir de Taras'ı, kocasını göremez mi acaba? Sizinle aynı trene binecek.
Bir assubayın sesi duyuldu yakında:
— Beyefendi, cezalılarla konuşmak yasaktır. Nehlüdof'u bırakan assubay değildi bu.
Nehlüdof çekildi pencereden, doğum yapmak üzere olan kadınla Taraş işini söylemek için komutanı
aramaya gitti, ama uzun süre bulamadı onu, askerlerden de bir cevap alamadı. Hepsi de pek telâşlıydılar.
Bazıları cezalıları bir yerden bir yere götürüyor, bazıları kendilerine yemeklik bir şeyler almaya koşuyor,
eşyalarını vagonlara yerleştiriyor, bazıları da komutanın, kafileyle beraber gelen karısına hizmet
ediyorlardı. Hepsi de isteksiz cevap veriyorlardı Nehlüdof'a.
Nehlüdof komutanı bulduğunda ikinci zil çalmıştı. Subay, ağzını örten bıyıklarını, kısa kolunu kaldırarak
sıvazlarken bir şey için haşlıyordu sağlık memurunu. Omuzlarını kaldırmıştı:
— Ne istiyorsunuz? diye sordu Nehlüdof'a.
— Bir kadın doğurmak üzere vagonda, düşündüm ki, acaba... Komutan ilgisiz:
— Doğursun varsın, dedi.
Kısa kollarını hızlı hızlı sallayarak vagonuna doğru yürüdü.
Bu arada elinde düdükle hareket memuru geçti; son zil duyuldu, düdük öttü, perondakiler arasında, kadın
vagonlarında ağlayanlar, yüksek sesle dua edenler vardı. Nehlüdof, Taras'la yan-yana duruyor, tıraşlı
erkek başlarının gözüktüğü pencereleri parmaklıklı vagonların, önünden peşpeşe geçişine bakıyordu.
Sonra birinci kadın vagonu geçti önlerinden; düz saçlı, başörtüsüz kadın başları vardı parmaklıkların
arkasında; arkasından, hâlâ aynı kadın inlemesinin duyulduğu ikinci vagon, daha sonra Mas-lova'mn
bulunduğu. Öteki kadınlarla beraber parmaklığa yapışmış, acı acı gülümseyerek Nehlüdof'a bakıyordu.
XXXVIII
Nehlüdof'un bineceği yolcu treninin kalkmasına iki saat kalmıştı. Nehlüdof bu arada ablasına bir kere daha
uğramayı düşünüyordu, ama sabahtan beri tanık olduğu olaylardan sonra şimdi kendini o denli heyecanlı,
bitkin hissediyordu ki, birinci
391
mevkiin küçük kanepesine oturunca birden bir uyku çöktü üzerine, döndü, elini yanağının altına koyup
hemen uyudu.
>
Elinde peçete, fraklı bir garson uyandırdı onu.
— Beyefendi, beyefendi, Nehlüdof, prens Nehlüdof siz milsiniz? Bir bayan sîzi arıyor.
Nehlüdof gözlerini oğuşturarak fırladı yerinden, nerede ol-jduğunu, o sabah olanları hatırladı.
Belleğinde şunlar vardı yalnızca: Cezalılar kafilesinin yürüyüşü, ölüler, pencereleri parmaklıklı vagonlar,
parmaklıkların arkasındaki kadınlar, kimsenin yardım elini uzatmadığı, doğum sancıları çeken kadınla, bir
de, demir parmaklıkların arkasından ona acı acı gülümseyen kadın. Gerçekteyse bambaşka şeyler vardı
önünde: Şişelerle, yemişliklerle, mumlarla, yemek takımlarıyla donatılmış bir masa; masanın çevresinde
dolaşan becerikli garsonlar. Şişelerin, yemişliklerin arasından görünen, salonun öte ucundaki büfenin
önündeki büfeci, büfede oturan yolcuların sırtları...
Nehlüdof doğrulup otururken biraz toparlayabilmişti de kendini; çevresindekilerin merakla kapıya
baktıklarını farketti birden. O da baktı o yana, iki kişinin, şemsiyeli koltuğunda oturan bir bayanı taşıdığını
gördü. Taşıyanlardan öndeki bir uşaktı, Nehlüdof'un gözü ısırmıştı onu. Arkadaki, kasketi sırmalı kapıcı da
yabancı değildi ona. Koltuğun peşinden önlüklü, saçları bukle bukle, zarif bir oda hizmetçisi yürüyordu.
Deri bir çantayla, şemsiyeler vardı elinde. Daha arkada kalın dudaklı, boynu tutuk, göğsünü öne çıkarmış,
yol şapkasını giymiş prens Korçagin yürüyordu. Sonra Missi, Mişa, Nehlüdof'un da tanıdığı, uzun boyunlu,
gırtlak kemiği çıkık, daima neşeli diplomat Osten. Gülümseyen Missi'ye —besbelli şakadan— heyecanlı
heyecanlı bir şey anlatıyordu yürürken. En arkada, öfkeyle sigara içe içe doktor yürüyordu.
Korçagin'ler, prensesin kızkardeşinin Nijegorod yolundaki malikânesine gidiyorlardı.
Koltuğu taşıyanların, oda hizmetçisinin, doktorun, kadınlar bölümünde son bulan bu geçişi yolcularda
büyük bir merak, bir saygı uyandırmıştı. Yaşlı prens masaya oturup garsonu çağırdı hemen, bir şeyler
istedi ondan. Missi'yle Osten de yemek salo-— 392 —
— 393 —
nunda kalmışlardı; tam oturuyorlardı ki, kapıda tanıdık bir bayan görüp yanına yürüdüler. Natalya
İvanovna'ydı bu tanıdık. Na-talya İvanovna, yanında Agrafena Petrovna, bakınarak yemek salonuna
giriyordu. Missi'yi de, kardeşini de hemen hemen aynı anda görmüştü. Nehlüdof'a başıyla selâm vererek
Missi'nin yanına gitti önce; ama onunla öpüştükten sonra hemen Nehlüdof'a döndü:
— En sonunda buldum seni.
Nehlüdof ayağa kalkıp Missi'yle, Mişa'yla, Osten'le tokalaş-tı; konuşmaya başladılar. Missi, köydeki
evlerinin yandığını, bu yüzden teyzesinin yanına gitmek zorunda kaldıklarını anlatıyordu Nehlüdof'a. Osten
fırsattan yararlanarak, yangınla ilgili gülünç bir fıkra anlatmaya başladı:
Nehlüdof, Osten'i dinlemeden ablasına döndü:
— Geldiğine sevindim, dedi.
— Geleli çok oluyor. Agrafena Petrovna'yla geldik. Natalya İvanovna, biraz ötede duran Agrafena
Petrovna'yı
gösterdi. Yaşlı kadının üzerinde ince bir pardesü, başında şapka vardı; uzaktan içten bir gülümsemeyle,
çekingen, başıyla selâm verdi Nehlüdof'a. Natalya İvanovna devam ediyordu:
— Aramadık yer bırakmadık seni.
— Uyuyakalmışım şurada. Geldiğine çok sevindim. Bir mektup yazıyordum sana.
Natalya İvanovna ürkek:
— Sahi mi? dedi. Niçin?
Abla-kardeş arasında kişisel bir konuşmanın başladığını far-keden Missi, yanındaki erkeklerle uzaklaştı
oradan. Nehlüdof, ab-lasıyla beraber pencerenin dibindeki kadife kanepeye, birinin eşyalarının, yol
battaniyesiyle bir takım kutularının yanına oturdu. Hemen başladı Nehlüdof:
— Dün sizden ayrıldığımda geri dönmeyi, özür dilemeyi çok istedim, ama nasıl karşılayacağını
bilmiyordum. Kocana karşı kabalık ettim, üzüldüm sonra.
Natalya İvanovna:
— İsteyerek yapmadığını biliyordum, dedi, inanıyordum buna. Biliyorsun ki...
Birden dolu dolu gözleri, kardeşinin elini tuttu. Açık seçik,
belirgin bir anlamı -yoktu bu cümlenin, ama Nehlüdof ablasının ne demek istediğini tam olarak anlamış,
duygulanmıştı. Natalya İvanovna, kocasına karşı olan büyük sevgisinin yanında ona, kardeşine olan
sevgisinin de önemli, değerli olduğunu, onların arasındaki her anlaşmazlığın ona çok ıstırap verdiğini
anlatmak istemişti bu cümlesiyle. Nehlüdof:
— Teşekkür ederim, çok teşekkür ederim sana... dedi. Ah, bugün ne korkunç şeylere tanık oldum. (Ölen
ikinci cezalıyı hatırlamıştı birden.) İki cezalıyı öldürdüler.
— Öldürdüler mi? Nasıl?
— Basbayağı. Bu sıcakta çıkardılar onları dışarı. Güneş çarpmasından öldü ikisi de.
— Olamaz! Nasıl? Bugün mü? Şimdi...
— Evet, şimdi. Cesetlerini gördüm. Natalya İvanovna heyecanlanmıştı:
— Peki ama niçin öldürsünler? Öldüren kim?
Ablasının bu konuda da kocası gibi düşündüğünü fark eden Nehlüdof sinirli:
— Onları bu yolculuğa zorla çıkaranlar, diye cevap verdi. Yanlarına gelen Agrafena'Petrovna:
— Aman Allahım! dedi. Nehlüdof:
— Bu zavallılara yapılanlardan hiç haberimiz yok, dedi. Biraz ötede bir masada oturmuş, peçeteyi
boynuna bağlayıp
meyvalı içkisini içmeye hazırlanan yaşlı prense bakarak —bir an gözgöze gelmişlerdi— ekledi:
— Oysa olmalı. Prens seslendi ona:
— Nehlüdof! Serinlemek ister misiniz? Bu sıcakta iyi gider! Nehlüdof başını istemem anlamına sallayıp
ablasına döndü. Natalya İvanovna:
— Ne yapmak niyetindesin peki? dedi.
— Elimden gelen her şeyi... Bilmiyorum, ama bir şeyler yapmak zorunda olduğumu hissediyorum.
Elimden gelen her şeyi yapacağım.
— Evet, evet, anlıyorum seni. (Gülümseyerek gözüyle Kor— 394 —
çagin'i gösterdi Natalya İvanovna) Ya bunların işi ne olacak? Her şey bitti mi artık?
— Bitti. Hem sanıyorum, iki yan da hiç üzülmedi buna.
— Yazık. Ben üzüldüm. Severim onu. Natalya İvanovna kararsız, ürkek devam etti:
— Tutalım ki senin dediğin gibi olsun durum. Peki ama kendini bağlamak istemenin sebebi ne? Niçin
gidiyorsun Sibirya'ya?
Nehlüdof, bu konuyu kapamak istiyormuş gibi ciddî, soğuk:
— Öyle gerektiği için gidiyorum, dedi.
Ama ablasına karşı böyle soğuk davrandığı için kendi kendinden utandı. Düşüncelerimin hepsini niçin
anlatmayayım ona, diye geçirdi içinden. Yaşlı oda hizmetçisine bakarak kendi kendine, Varsın Agrafena
Petrovna da duysun dedi. Agrafena Pet-rovna'nın yanlarında bulunması, kararını ablasına açması için
daha bir kışkırtmıştı onu.
— Katyuşa'yla evlenmek niyetimden mi söz ediyorsun? dedi. Şunu bilesin ki, onunla evlenmeye kararlı
olduğumu kendisine söyleyince kesinlikle reddetti bunu. (Bundan söz etmeye başladığında her zaman
olduğu gibi titriyordu sesi.) Benim onun için böyle bir fedakârlıkta bulunmamı istemiyor, kendisi bir çok
şeyi feda ediyor buna karşılık. Bir anlıksa, ben de bu fedakârlığı kabul edemem. İşte bu yüzden onunla
beraber gidiyorum, her yerde yanında olacağım, elimden geldiğince yardım edeceğim ona, az acı çekmesi
için çalışacağım.
Natalya İvanovna susuyordu. Agrafena Petrovna soru dolu bakışlarını doğrulttu Natalya İvanovna'ya,
başını salladı. Tam bu sırada kadınlar bölümünden çıktı gene deminki grup. Aynı yakışıklı uşak Filipp'Ie
kapıcı taşıyorlardı prensesi. Prenses durdurdu onu taşıyanları, başını sallayarak Nehlüdof'u yanına
çağırdı; parmakları yüzük dolu beyaz elini güçlükle uzattı ona. Hemen sıcaktan söz etmeye başladı.
— Epouvantable! (') Dayanamıyorum. Ce climat me tue. (2) Rusya ikliminin kötülüklerini sayıp döktükten,
Nehlüdof'un
onlara gelmesini söyledikten sonra taşıyıcılarına işaret verdi.
(')
Korkunç! (Fransızca)
'
(2)
Bu iklim öldürecek beni. (Fransızca)
— 395 —
Uzaklaşırken uzun yüzünü Nehlüdof'a dönerek:
— Bekliyoruz, gelin, diye ekledi.
Nehlüdof perona indi. Prensesi sağa, birinci mevkiye doğru götürdüler. Nehlüdof, eşyalarını taşıyan gar
hamalının arkasından Taras'la beraber sola yürüdü. Taras'ı göstererek, ablasına:
— İşte yol arkadaşım, dedi.
Taras'tan, daha önce söz etmişti ona. Nehlüdof üçüncü mevkinin önünde durup da hamal eşyalarla,
peşinden de Taraş içeri girince Natalya İvanovna:
— Üçüncü mevkiyle mi gideceksin? diye sordu.
— Evet, dedi Nehlüdof. Burası daha rahat benim için, Taras'la beraber yolculuk edeceğim. (Birden
değişti ses tonu.) Aklıma gelmişken söyleyeyim. Kuzmînsk'de toprağı köylülere vermiş değilim
henüz. Ölürsem senin çocuklarına kalacak orası.
Natalya İvanovna:
— Kes artık Dmitri, dedi.
— Versem bile, geri kalan her şey onların olacak, çünkü evleneceğimi hiç sanmıyorum, evlensem bile
çocuğum olmayacak sonra...
Natalya İvanovna:
— Dmitri, kapat bu konuyu lütfen, diye kesti sözünü.
Öte yandan, sözlerinin ablasının hoşuna gittiği kaçmamıştı Nehlüdof'un gözünden.
Birinci mevkinin önünde küçük bir kalabalık vardı yalnızca; prenses Korçagina'yı götürdükleri vagona
bakıyorlardı. Geri kalan yolcular yerlerini almıştı. Geç kalan birkaç yolcu peronun tahtalarında topukları
ses çıkara çıkara yerlerine koşuyor, görevliler kapıları kapıyor, yolculara yerlerini almalarını, yolcu
olmayanlara da peronu boşaltmalarını söylüyorlardı.
Nehlüdof, güneşte kızdıkça kızmış vagona girdi, sahanlığa
çıktı hemen.
Natalya İvanovna şık şapkasıyla, salıyla Agrafena Petrovna' nın yanında duruyordu. Söyleyecek bir şey
aradığı, ama bulamadığı beliydi. Ecrivss (') bile diyemezdi; ayrılışlarda söylenmesi âdet olan bu sözcüğe
kardeşiyle çok gülmüşlerdi eskiden.
(')
Mektup yaz. (Fransızca)— 396 —
Para işleri, miras üzerine o kısacık konuşma ralarında yavaş yavaş kurulan kardeşçe ilişkiyi bir anda
darmadağın etmişti; şimdi yabancı hissediyorlardı kendilerini birbirine. Öyle ki, tren hareket edince Natalya
İvanovna sevinmişti bile buna; başını eğerek, Güle güle, demişti yalnızca, Hadi güle güle Dmitri, yolun
açık olsun! Tren uzaklaşınca da kardeşiyle konuşmasını kocasına nasıl ileteceğini düşünmeye başlamıştı;
ciddileşmişti yüzü, bir telâş ifadesiyle kaplanmıştı.
Ablasına karşı en içten duygulardan başka bir duygu beslemediği, ondan hiç bir şey gizlemediği halde,
Nehlüdof da aynı soğukluğu duymuştu ona karşı, bir an önce uzaklaşmak istemişti ablasından. Bir
zamanlar ona öylesine yakın olan Nataşa'nın artık var olmadığını; yalnızca, yabancı hiç hoşlanmadığı
kara sakallı bir adamın karısının, kölesinin var olduğunu hissetmişti. Kesinlikle biliyordu bunu şimdi;
ablasının yüzünün ancak, kocasını en çok ilgilendiren sorudan, toprağını köylülere verme, miras işinden
söz edince aydınlandığını görmüştü çünkü. Acı bir şeydi bu onun için.
XXXIX
Kızgın güneşin sabahtan beri kavurduğu, insan dolu, büyük üçüncü mevki vagonun içinde öylesine
boğucu bir hava vardı ki, Nehlüdof içeri girmemiş, sahanlıkta kalmıştı. Ama burada da yoktu hava; tren
evleri geçip de, hava akımı başlayınca derin bir soluk aldı ancak Nehlüdof. Ablasına söylediğini tekrarladı
kendi kendine: Evet, şimdi. Cesetlerini gördüm. O günün anılan içinde birden ikinci ölünün güzel yüzü,
gülümseyen dudakları, sert ifadeli alnı, başının morarmaya başlamış saçsız yanındaki küçük, sağlam
kulağı olağanüstü bir canlılıkla geldi gözlerinin önüne. İşin en kötü yanı da, öldürüldüğü halde, katilin kim
olduğunun bilinmemesiydi. Öldürdüler onu. Öteki cezalılar gibi onu da Maslennikof'un emri uyarınca
götürüyorlardı. Maslennikof her zaman yaptığı şeyi yapmıştır gene yüzde yüz; resmî kâğıdın altına o
budalaca imzasını atmıştır; suçlu da hissetmiyordur tabiî şimdi kendini. Cezalıları muayene eden cezaevi
doktoru daha az suçlu hissedebilir kendini; görevini titizlikle yerin getirdi çünkü, zayıfları ayırdı; ne
böylesine korkunç bir sıcağın olaca397
ğını bilebilirdi, ne de kafileyi bu kadar geç saatte yola çıkaracaklarını onları böyle kalabalık götüreceklerini.
Ya cezaevi müdürü?.. Ama müdür falan günde şu kadar kürek cezalısı, sürgün erkek, kadının trene
bindirilmesi üzerine verilen emrin gereğini yaptı yalnızca. Görevi, burada sayıyla aldığı cezalıları oraya
sayıyla teslim etmek olan kafile komutanı da suçlu olamaz. Kafileyi her zamanki gibi, yasanın buyurduğu
biçimde götürüyordu; Nehlüdof'un gördüğü iki cezalı gibi güçlü kuvvetli insanların dayanamayıp
öleceklerini nereden bilebilirdi? Hiç kimse değildi suçlu, ama öldürülmüştü insanlar, hem de onların
ölümünde suçsuz olan bu insanlarca.
Bütün bu valilerin, müdürlerin, komserlerin, polis memurlarının bazı durumlarda insana insan gibi
davranmanın zorunlu olmadığına inandıkları için oluyor böyle. Bunlar —Maslennikof da, müdür de, kafile
komutanı da— vali, müdür, ya da subay ol-masaydılar, insanları böylesine sıcak bir günde, böylesine
kalabalık, yola çıkarmadan önce yirmi kere düşünürlerdi; yolda yirmi kere mola verirlerdi; birisinin düşecek
gibi olduğunu, sık sık solumaya başladığını görünce sıradan çıkarırlardı onu, gölgeye götürür, su verir,
dinlendirirlerdi; üzücü bir olay olunca da içleri sızlardı. Ama onlar yapmadılar bunu, yapmak isteyenlere de
engel oldular; onlar için önemli olan insan, insanlara karşı görevleri değil, her şeyin üstünde gördükleri
görevlerdir çünkü. Asıl sebep bu işte. Bir saat için bile olsa, özel bir durumda da olsa, insan sevgisinden
daha önemli bir duygunun bulunmadığı kabul edilebilirse, kişi kendini suçlu saymadan hiç bir kötülük
edemez insanlara.
Nehlüdof düşüncelere dalmış, havanın değiştiğini fark etmemişti: Güneş öndeki alçak, dağınık bulutların
arkasına saklan-mışt!; batıdan doğru açık gri bir yağmur bulutu yaklaşıyordu. Uzaklarda tarlalara,
ormanlara yağmaya başlamıştı yağmur. Nemli bir yağmur kokusu kaplamıştı her yanı. Şimşekler
aydınlatıyordu arada bir yağmur bulutunu; trenin gürültüsüne giderek daha bir sık karışıyordu gök
gürültüsü. Bulut yaklaştıkça yaklaşıyordu; rüzgârın sürüklediği iri yağmur taneleri sahanlığa, Nehlüdof'un
pardesüsüne düşmeye başlamıştı. Öte yana geçti Nehiüdof, uzun zamandan beri yağmur bekleyen
toprağın ıslak se-— 398 —
rinliğini, kokusunu ciğerlerine çekerek; geriye doğru koşan bahçelere, ağaçlıklara, sararan çavdar
tarlalarına, henüz yeşil yulaflara, koyu koyu gözüken yeşil, çiçek açmış patates tarlalarına bakmaya
başladı. Her şey cilâlanmıştı sanki: Yeşil daha bir yeşil, sarı daha bir sarı, siyah daha bir siyahtı.
Nehlüdof, bereketli yağmur altında canlanan tarlalara, bahçelere, bağlara sevinçle bakarken:
— Yağ, daha çok yağ! diye mırıldanıyordu kendi kendine.
Bardaktan boşanırcasına yağan yağmur kısa sürdü. Bulut geçti. Islak yere yağmurun son, küçük damlaları
düşüyordu şimdi. Gene güneş çıktı, her şeyi parlak bir aydınlığa boğdu. Doğuda, ufkun hemen üstünde,
pembe rengi daha bir belirgin, bir ucu boşlukta kaybolan bir gökkuşağı oluşmuştu.
Doğanın bütün bu değişiklikleri sona erip de tren yüksek kenarlı bir yarmaya girerken Nehlüdof sordu
kendi kendine: Ne düşünüyordum? Ha evet, bütün bu insanların —müdürün de. kafile komutanının da—
aslında çoğunlukla temiz yürekli, iyi insanlar olduklarını, devlet hizmetinde çalıştıkları için böyle
duygu-suzlaştıklarını düşünüyordum.
Cezaevinde olup bitenleri ona anlatırkenki ilgisizliğini hatırladı Maslennikof'un; müdürün sertliğini, kafile
komutanı subayın cezalıların arabalara binmesine izin vermemekle, trende doğurmak üzere bir kadının
bulunduğunu duyunca bunu hiç umursamamakla gösterdiği katı yürekliliği hatırladı. Bu insanların
böylesine hain, en olağan acıma duygusundan böylesine yoksun olmalarının tek nedeni devlet hizmetinde
çalışmalarıdır tabiî. —:Nehlüdof, yarmanın çeşitli renkte tas kaplı kenarlarından akan yağmur sularına
bakarak düşünmeye devam ediyordu—. Devlet memuru oldukları için, şu toprağın suya olduğu gibi onlar
da insan sevgisine karşı duyarsızdırlar. Yarmaların kenarlarının taşla kaplanması zorunludur belki, ama şu
yukardaki gibi buğday, ot, ağaç, yetişebilecek bu toprağın bitkiden böyle yoksun bırakılması dokunuyor
insana. İnsanlarda da aynı durum var; belki gereklidir valiler, müdürler, polisler, ama insanlara vergi en
önemli duygudan, birbirine acıma, birbirini sevme duygusundan yoksun insan görmek korkunç bir şey.
Bunun tek nedeni, bu insanların, yasa olmayan şeyi yasa
— 399 —
olarak kabul etmeleri, insanoğlunun kalbine Tanrının koyduğu değişmez, dünya kaldıkça kalacak şeyiyse
yasa diye kabul etmemeleridir. Onun için sıkılıyorum bu insanların yanında. Düpedüz korkuyorum
onlardan. Gerçekten de korkunçturlar. Haydutlardan bile korkunç. Acıyabilir haydut, ama bunlar
acıyamazlar: Şu taşlar bitkilere karşı olduğu gibi onlar da acıma duygusuna karşı sigortalıdırlar. Korkunç
olmaları da bu yüzden işte. Pugaçoflar, Razin'ler korkunçtur derler. Bunlar bin kat daha korkunçtur. Şöyle
bir psikoloji sorunu verilse: Günümüzde insanların, hıris-tiyanların, temiz ruhlu, iyi insanların, kendilerini
suçlu hissetmeden korkunç canavarlıklar yapabilmeleri için nasıl bir düzen olmalı? Bir tek çözüm yolu
olurdu bu sorunun: Şimdiki düzen. İnsanların vali, müdür, subay, polis olmaları, yani önce, insanlara eşya
gibi, kardeşçe bir sevgi duymadan davranılmasına izin veren devlet hizmeti diye bir şeyin olduğuna inanan
insanların bulunması; sonra, devlet hizmetindeki bu insanların, yaptıklarının sorumluluğu belirli olarak
birisinin üzerine düşmeyecek biçimde örgütlenmeleri gerekir. Bugün gördüğüm canavarlıklar başka hiç bir
koşul altında olamaz. İnsanlara sevgisiz davranıla-bilecek durumların olduğunu sanıyorlar, oysa yoktur
böyle bir durum. Eşyalara karşı sevgisiz davranabilir insan: Ağacı kesebilir, çamurdan tuğla yapabilir,
acımadan dövebilir demiri, ama arılara karşı dikkatsiz davranamayacağı gibi, insanlara karşı da sevgisiz
davranamaz. Arıların yanında bir dikkatsizlik edersen hem onlara, hem kendine zararı olur bunun.
Yaradılışı böyledir arıların. İnsanlar konusunda da aynıdır durum. Başka türlü de olamaz zaten, çünkü
insan hayatının temel yasası insanlar arasında karşılıklı sevgidir. Evet, kişioğlu çalışmaya zorladığı gibi
sevmeye de zorlayamaz kendini; ama bu demek değildir ki, insanlara karşı, özellikle onlardan bir şey
istediğin zaman, sevgisiz davranabilirsin. İnsanları sevmiyorsan otur oturduğun yerde —kendi kendine
söylüyordu bunu Nehlüdof—, kendi işinle, eşyalarla, neyle istersen onunla ilgilen, insanlarla ilgilenme de
ne yaparsan yap. Nasıl ki insanın canı yemek istediği zaman yediği yemek yarar ona, bir zararı
dokunmaz; insanlara karşı davranışlarının da ancak onlar sevdiğin zaman bir yarar olur, zararı dokunmaz.
Ama dün eniştene yaptığın gibi insanlara sevgisiz dav-— 400 —
ranırsan, bugün tanık olduğun canavarlıkların da sonu gelmez, ömrünce çektiğin acıların da. Evet, evet
böyle bu. Ne güzel de esiyor! Korkunç sıcaktan sonraki serinlik, çoktan beri aklından çıkmayan soruna
açık seçik bir cevap bulması tatlı bir haz veriyordu ona.
XL
Nehlüdof'un yerinin olduğu vagon yarım doluydu. Hizmetçiler, tamirciler, fabrika işçileri, boyacılar,
yahudiler, kâhyalar vardı burada; işçilerin karısı iki kadınla, bir er, biri genç, biri yaşlı, kibar görünüşlü iki
kadın —yaşlısının çıplak kolunda bilezikler parlıyordu—, bir de siyah kaskelti kokartlı, sert yüzlü bir bey
vardı. Hepsi de yer sorununu yoluna koyduktan sonra rahatlamış,-bazısı ay çiçeği çekirdeği çıtırdatıyor,
bazısı sigarasını tüttürüyordu; bazısı da yanındakilerle heyecanlı heyecanlı konuşmaya dalmıştı.
Taraş orta yolun sağında güleç bir yüzle oturuyor —yanında da Nehlüdof'a yer ayırmıştı— karşısında
oturan, kaba kumaştan ceketinin önü açık, sağlam yapılı adamla— iş yerine giden bir bahçıvan olduğunu
sonra öğrendi Nehlüdof heyecanlı heyecanlı konuşuyordu. Nehlüdof Taras'ın yanına gitmeden, yolun
hemen kenarında oturan, köylü bir genç kadınla konuşan, keten bezinden pardesülü, görünüşü insanda
saygı uyandıran, ak saçlı bir ihtiyarın önünde durdu. Kadının yanında, ayakları yere değmeyen, entarisinin
kollan kısa, saçları sapsarı, yedi yaşında bir kız çocuğu oturuyor, habire ay çiçeği çekirdeği çıtırdatıyordu.
Nehlüdof'u gören yaşlı adam, yalnız başına oturduğu, oturula kalkıla cilâlıymış gibi parlayan tahta sıradan
topladı pardesüsü-nün eteğini, babacan:
— Buyurun oturun., dedi.
Nehlüdof teşekkür ederek oturdu gösterilen yere. O oturur oturmaz, kadiri yarıda kesilen sözüne devam
etti. Kentte kocasının onu nasıl karşıladığını anlatıyordu.
— Yortuda gelmiştim, bir de şimdi geldim. Kısmet olursa yılbaşında gene görüşeceğiz.
İhtiyar, Nehlüdof'a bir göz atarak:
— İyi ediyorsun, dedi, boş bırakmaya gelmez, genç çünkü,
— 401 —
bakarsın birine kaptırıverir gönlünü kentte.
— Yok, dedeceğîm, öyle insan değildir benimki. Onu bırak, çiçeği burnunda bir kız gibi tertemizdir.
Kazandığı parayı son köpeğine kadar eve yollar. (Gülümsüyordu genç kadın.) Kızını gördüğüne öyle
sevindi, öyle sevindi ki anlatamam.
Durmadan ay çiçeği çekirdeği atıştıran, bir yandanda annesini dinleyen kız, annesinin sözlerini
doğrulamak istiyormuş gibi sakin, zeki bakışlarını önce ihtiyarın, sonra Nehlüdof'un yüzüne doğrulttu.
İhtiyar:
— Akıllı adam demek, dedi, aferin.
Karşı pencerenin dibinde oturan, giyinişlerinden fabrika işçisi oldukları belli karı kocayı bakışıyla işaret
ederek ekledi:
— Bir de şunlara bak!
Fabrika işçisi koca, votka şişesini dikmiş, içiyor, karısı da şişeyi çıkardıkları torba elinde, kocasına
bakıyordu.
Kocasını bir kere daha övmek fırsatını kaçırmak istemeyen köylü kadın:
— Hayır, dedi, benimki ne içki içer, ne de sigara. Böyle iyi insan az gelmiştir dünyaya dedeciğim.
Nehlüdof'a döndü sonra:
— Bulunmaz bir kocadır.
ihtiyar, içen fabrika işçisine bakarak:
— Ne mutlu sana, dedi.
Fabrika işçisi içeceği kadar içtikten sonra şişeyi karısına verdi. Kadın şişeyi aldı, başını sallayarak
gülümsedi, o da ağzına götürdü şişeyi. Nehlüdof'la ihtiyarın ona baktığını farkeden işçi:
— Bir şey mi oldu, bey? dedi. Garibinize mî gitti içmemiz? Çalışırken hiç kimse görmez bizi de, içerken
herkes görür. Çalıştım, şimdi de içiyorum, karımı da içiriyorum. Kimseyi ilgilen-dirrnez bu.
Nehlüdof ne cevap vereceğini bilemeden :
— Evet, doğru, dedi.
— Sahi mi, bey? Karım iyi bir kadındır! Seviyorum onu, o da beni seviyor. Öyle değil mi Mavra?
Kadın şişeyi kocasına uzatıp:
— Evet, evet, al, dedi. Ben içmeyeceğim daha. Kes sesini
Diriliş — F: 26— 402 —
de işine bak.
İşçi anlatmaya devam ediyordu:
— Gerçi iyidir iyi olmasına
ama, çenesi düşüktür
biraz, yağlanmamış öküz arabası gibi gıcırdar
durur hep. Öyle değil mi Mavra?
Mavra kolunu sarhoş sarhoş sallayarak gülümsedi:
— Amaan sen de...
— İyidir, iyidir ama tepesi atmaya görsün bir kere, o zaman anasından emdiği sütü burnundan getirir
adamın... İnanın ki yalanım yok. Bağışlayın beni beyim, kusuruma bakmayın. Çok içtim, şöyle biraz
kestireceğim...
İşçi, gülümseyerek ona bakan karısının dizine koydu başını, uyumay hazırlandı.
Nehlüdof bir süre daha oturdu ihtiyarın yanında, dinledi onu. İhtiyar, sobacı olduğunu, elli iki yıldır
çalıştığını, sayısız soba kurduğunu, şimdi de dinlenmek istediğini, ama, bir türlü dinle-nemediğini
anlatıyordu. Kentteymiş, çocukları işe yerleştirmiş, şimdi de evdekilerin yanına, köye gidiyormuş. İhtiyarın
anlattıklarını sonuna kadar dinledikten sonra kalktı yanından Nehlüdof, Taras'ın onun için ayırdığı yere
geçti.
Taras'ın karşısında oturan bahçıvan, aşağıdan yukarı Nehlüdof un yüzüne bakarak, babacan:
— Buyrun oturun beyim, dedi. Torbayı şu yana alalım. Taraş en azından otuz kilo gelen torbasını güçlü
kollarıyla
bir tüy gibi kaldırıp, pencerenin yanına koydu. Gülümseyerek, ince desiyle:
— Yer çok, dedi. Olmasa bile ne çıkar, ayakta da durabiliriz, kanepenin altına bile girerim. Siz rahat edin
yeter ki.
İçtenlikle, sevgiyle parlıyordu gözlerinin içi. İçmediği zamanlar söyleyecek söz bulamadığını, içince çok
güzel konuştuğunu söylüyordu Taraş. Gerçekten de, ayık olduğu zamanlar susardı hep. İçtiği zamanlarsa
—pek seyrek, özel durumlarda içerdi— tatlı tatlı konuşurdu. Susmak bilmezdi böyle zamanlarda; içten,
mavi gözlerinde, dudaklarından hiç eksik olmayan tatlı gülümsemesinde söylediklerinin doğru, içten, sevgi
dolu olduğunu açığa vuran bir şey vardı.
Bugün de içmişti. Nehlüdof'un gelmesi üzerine bir an ke— 403 —
silmişti sözü. Ama torbayı yerleştirdikten sonra, kalın, güçlü ellerini dizlerine koyarak eski yerine oturdu
gene, gözlerini bahçıvanın gözlerinin içine dikip anlatmaya devam etti. Yeni tanıştığı arkadaşına, en ince
ayrıntılarına varıncaya kadar karısının hikâyesini, niçin cezaya çarptırıldığını, onun da karısının peşinden
niçin Sibirya'ya gittiğini anlatıyordu.
Nehlüdof ayrıntılarıyla hiç dinlememişti bu hikâyeyi, dikkatle dinlemeye koyuldu. O geldiğinde Taraş,
zehirleme olayından sonra bunu yapanın Fedosya olduğunun ailede öğrenilmesi-nî anlatıyordu.
Nehlüdof'a dönerek dostça bir içtenlikle:
— Başıma gelen felâketi anlatıyorum, dedi. Böyle iyi bir arkadaş buldum, içimi döküyorum,
— Haklısın, dedi Nehlüdof.
— İş böyle anlaşıldı işte kardeşcağızım. Anam çöreği kaptığı gibi, Ben polise gidiyorum, dedi. Babam
aklı başında, doğrucu bir insandır. Dur bakalım kocakarı, dedi, daha çocuk bu, ne yaptığının farkında bile
değil, bağışlamalıyız onu. Belki aklı başına gelir. Anacığımın söz dinlediği yoktu. Onu bu evde saklarsak
tahtakurusu gibi gebertir hepimizi. Sözün kısası, kardeşim, gitti ipolise. Adam soluğu bizde aldı tabiî...
Tutanak, tanıklar.
Bahçıvan:
— Senin durumun nasıldı peki? diye sordu.
— Ben danalar gibi böğürüyordum bir yanda, kardeşim. İçim dışıma çıkıyordu, konuşamıyordum. Babam
arabayı hazırladı hemen, Fedosya'yı bindirdi, doğru karakola, oradan sorgu yargıcının karşısına. Her şeyi
bize olduğu gibi sorgu yargıcına da bir bir anlattı. Arseniği nereden aldığını, çöreği nasıl yaptığını. Sorgu
yargıcı Niçin zehirledin kocanı? diye sordu. İğreniyorum ondan çünki, dedi. Onun yanında yaşamaktansa
Sibirya'ya giderim daha iyi. (Taraş gülümsedi.) Benim yanımda yaşamak istiyordu. Anlayacağın, her şeyi
itiraf etti. Hemen dama attılar onu tabiî. Babam yalnız döndü. İş zamanı
yaklaşıyordu. Kadın olarak
bir anam vardı evde, onun elinden de bir şey geldiği yoktu. Kefaletle serbest bıraktırabilir miyiz acaba diye
düşündük. Babam bir âmire gitti, bir şey elde edemedi, bir başkasına gitti. Beş âmir dolaştı böyle. Artık
vazgeçecektik uğraşmaktan, bir memurla ta-— 404 —
nişti sonunda. Öyle bir anasının gözüydü ki adam, o kadar olur. Ver beş ruble, çıkarayım onu, dedi. Üç
rubleye pazarlık ettiler. Evde dokunan kumaşları satıp parasını verdim adama. Kâğıdı yazar yazmaz
(Taraş, tabanca atışından sözediyormuş gibi uzatmıştı yazmaz sözcüğünü.) çıktı emir. O arada ben de
iyileşmiştim, onu almaya ben gittim kente. Kente indim, kardeşcağızıma söyleyeyim, atı bana bırakıp,
kâğıt elimde, doğru cezaevinin yolunu tuttum. Ne istiyorsun? Böyleyken böyle efendim, dedim, karım
burada yatıyor. Emir var mı? Hemen çıkarıp uzattım kâğıdı. Baktı, Bekle, dedi. Oradaki peykeye çöktüm.
Öğle olmuş da geçmişti. Komutan geldi. Varguşof sen misin? dedi. Evet efendim. — Peki, al öyleyse.
Hemen açtılar kapıyı. Kendi elbisesiyle çıkardılar onu dışarı. Gidelim. — Yayan mısın yoksa? — Hayır,
atla geldim. Hana geldik, hesabı verdim, hayvanı koştum, kalan otu heybeye doldurdum. Bindirdim onu,
atkısına sarındı. Yola düzüldük Hiç konuşmuyordu, ben de susuyordum. Eve yaklaştığımızda sordu
ancak: Anan yaşıyor mu? — Yaşıyor. — Ya baban? — Yaşıyor. — Ettiğim aptallık için bağışla beni, Taraş,
dedi. Ne yaptığımın farkında değildim. — Korkma, dedim; çoktan bağışladım ben seni.
Daha bir şey
söylemedim.
Eve geldik, anamın ayaklarına
kapandı
hemen.-Anam Allah affetsin seni, dedi.
Babam: Geçmişi unutmaktır en iyisi, dedi. Bugüne bak. Hem eskiyle uğraşacak zaman değil şimdi, ekin
tarlada bekliyor. Başaklar yerlerde yatıyor. Biçmek gerek onları. Yarın Taras'la gidip çalışmaya başlayın.
Gelir gelmez işe girişti, kardeşcağazım. Öyle bir çalışıyordu ki, görsen şaşardın. O yıl üç hektarlık yer
almıştık kiralık. Çavdar, yulaf başakaları iri iriydi. Ben biçiyordum, o demet yapıyordu. İşte üstüme
yoktur benim, elimden her şey gelir, ama o her işte benden daha becerikliydi. Genç, akıllı, çalışkandı.
Durmadan dinlenmeden çalışmak istiyordu. Zorla eve getiriyordum onu ak--şamları. Sabahtan beri
çalıştığımız için parmaklarımız sızlıyordu, ama onun aldırdığı yoktu bir şeye, yemeğini bile yemeden
ambara koşuyor, sabah için bağ hazırlamaya koyuluyordu. Akıl alacak şey değildi! Bahçıvan: — Sana
karşı da iyi miydi? diye sordu.
— 405 —
— Hem de nasıl! Canciğer olmuştuk. Aklımdan geçeni an-layıveriyordu hemen. Ona o kadar kızan anam
bile: Bizim Fe-dosya'nın yerine başka bir kadın yolladılar sanki, diyordu. Bu kadar değişir bir insan. Bir gün
kestiğimiz ekini getirmeye gidiyorduk onunla. Nereden aklına esti böyle bir şey, Fedosya? diye sordum
ona. Senle yaşamak istemiyordum, dedi. Ölürüm daha iyi, diyordum kendi kendime. —"Ya şimdi? diye
sordum. Şimdi kalbimdesin, dedi. (Taraş bir an sustu, sevinçle gülüm-
Iseyerek başını salladı.)
O gün tarladan döndüğümüzde baktım bir kâğıt masanın üzerinde.
Mahkemeden çağırıyorlardı onu. Ni-çin çağırdıklarını bile unutmuştuk oysa. Bahçıvan:
— Şeytan kandırmış zavallıyı, dedi, yoksa bile bile cehennemlik olmak ister mi bir insan? Bizde bir adam
vardı...
Bahçıvan uzun bir hikâye anlatmaya hazırlanıyordu, ama tren yavaşlayınca sustu.
— İstasyona geldik, dedi, gidip bir şeyler içmeli. Nehlüdof da kalktı, bahçıvanın arkasından çıktı,
peronun
|ıslak tahtalarında yürüdü.
XL!
Nehlüdof daha vagondan çıkmadan istasyonun önünde, çıngıraklarının tok sesi duyulan, besili atlar koşulu
güzel kupa arabaları görmüştü. Bazı arabalara üç, bazılarınaysa dört at koşuluydu. Yağmurdan kararmış,
ıslak perona inince birinci mevkinin önünde küçük bir kalabalık gördü. Değerli tüylerle süslü şapkalı,
yağmurluklu, şişman, uzun boylu bir bayanla; ince bacaklı, spor giyimli, uzun boylu, genç bir adam dikkati
çekiyordu bu kalabalıkta. Genç adamın yanında güzel, taşımalı, iri bir köpek vardı. Onların arkasında
pardesülü, şemsiyeli uşaklar, bir de arabacı duruyordu. Bu kalabalıkta şişman bayandan, uzun kaftanının
eteklerini tutan arabacıya kadar herkesin duruşunda bir kendine güven, tokluk vardı. Bu kalabalığı,
zenginliğe hayran, meraklı insanlar kuşattı hemen: Kırmızı kasketiyle istasyon şefi, jandarma, yazın her
treni karşılayan, boynunda boncuğu, sırtında Rus laik giysisiyle zayıf bir kız, telgrafçı, kadınlı erkekli
yolcular.
Yanında köpek olan genç, Korçagin'lerin lisede okuyan oğ-— 406 —
luydu. Şişman kadın da prensesin, Korçagin'lerin konuk geldikleri kızkardeşiydi. Parlak sırmaları,
çizmeleriyle baş kondüktör vagonun kapısını açtı; Flipp'le beyaz önlüklü garson uzun yüzlü prensesin
koltuğunu dikkatle dışarı çıkarırlarken, saygılarını göstermek için tuttu kapıyı. Kızkardeşler kucaklaştılar;
prensesin hangi arabaya bineceği üzerine Fransızca cümleler duyuldu; kalabalık, istasyonun kapısına
doğru yürüdü.
Nehlüdof onlarla karşılaşmamak için kapıya kadar gitmeden durdu, alayın geçmesini bekledi. Prensesle
oğlu, Missi, doktor, oda hizmetçisi önden gidiyorlardı. Yaşlı prens, baldızıyla geride kalmıştı. Nehlüdof
uzaktan kopuk kopuk Fransızca cümleler duyuyordu konuşmalarından. Bu cümlelerden prensin söylediği
bir cümle nedense —çoğunlukla olduğu gibi— ses tonunun bütün kıvrımlarıyla Nehlüdof'un belleğinde
kalmıştı. Prens, kondüktörlerin, hamalların saygıyla yol gösterdikleri baldızıyla istasyon kapısına yürürken
kendine güven dolu o tavrıyla yüksek sesle birinden söz ediyordu:
— Oh! il est du vrai grand monde, du vrai grand monde. (') Tam bu sırada istasyon yapısının köşesinden
ayaklarında sandallarıyla, yarım kürkleriyle, sırtlarında torbalarıyla bir grup işçi çıkageldi. Kararlı adımlarla
birinci mevkiye gittiler, binmek istediler, ama kondüktörler hemen kovdular onları. İşçiler hiç
duraksamadan aceleyle, birbirinin ayağına basa basa, öteki vagona yürüdüler; torbalarını sağa sola
çarparak yukarı çıkmaya çalışıyorlardı, bu durumu gören, istasyon kapısında duran başka bir kondüktör
bağırdı onlara. İşçiler hemen indiler, gene aynı yumuşak, kararlı adımlarla ondan sonraki vagona,
Nehlüdof'un yolculuk ettiği vagona yürüdüler. Kondüktör gene durdurdu onları. İşçiler öteki vagona gitmek
için bir an duraladılar. Nehlüdof, vagonda boş yerin olduğunu, binmelerini söyledi onlara. Bindiler.
Nehlüdof, da arkalarından girdi. İşçiler kendilerine yer bulup oturmaya çalışıyorlardı. Kokartlı adamla iki
kadın, onların bu vagona binmelerini kendilerine hakaret sayarak öfkeyle karşı duruyorlardı buna,
kovuyorlardı onları. İşçiler —yirmi kişiydiler; gençler, ihtiyarlar vardı içlerinde; güneşte yanmış yüzlerinde
yor(')
Oh, gerçek bir sosyete insanıdır o, gerçek bîr sosyete insanı. (Fransızca).
— 407 —
günlük, bitkinlik okunuyordu— torbalarını duvarlara, kapılara, öteye beriye çarparak —kendilerini suçlu
hissettikleri belliydi— yürüdüler. Dünyanın öteki ucuna kadar gitmeye, nereye izin verirlerse oraya
—çivilerin üzerine bile olsa— oturmaya hazır bir halleri vardı. Karşılarına çıkan başka bir kondoktör:
— Nereye gidiyorsunuz be mendeburlar! diye bağırdı. Burada kalın. Kadınlardan biri:
— Voilâ eneore des nouvelles! (') diye mırıldandı.
Güzel Fransızcasıyla Nehlüdof'un dikkatini çekeceğine inanıyordu. Bilezikli kadın durmadan havayı
kokluyor, yüzünü buruşturup, pis kokan köylüler arasında bulunmanın hoşluğu üzerine bir şeyler
söylüyordu. İşçiler, büyük bir tehlikeyi atlatan, insanların gönül rahatlığı, sevinciyle durdular, bedenlerini
sallayarak omuzlarından indirdikleri ağır torbalarını, kanepelerin altına sokup yerleşmeye koyuldular.
Taras'la konuşan bahçıvan kendi yerine gitmişti; öyle ki Taras'ın yanında ve karşısında üç kişilik boş yer
vardı şimdi. Üç işçi oturdu bu yerlere; ama Nehlüdof gelince, onun efendi giyinişi ürküttü onları, kalkıp
gitmek istediler. Nehlüdof kalmalarını söyledi, kendi de kanepenin yol kenarındaki koluna oturdu.
Elli yaşlarındaki iki işçi şaşkın, hattâ korkuyla genç olanına baktılar. Nehlüdof'un her bey gibi
küfredeceğine, onları kovacağına; yerini onlara vermesi şaşırtmıştı onları, ürkütmüştü. Bu durumun
başlarına bir iş açmasından korkuyorlardı bile. Ama bunda bir bit yeniğinin falan olmadığını, Nehlüdof'un
Taras'la konuşmaya daldığını görünce rahatladılar: ufaklığa torbanın üzerine geçmesini söylediler,
Nehlüdof'un yerine oturmasını rica ettiler. Nehlüdof'un karşısında oturan yaşlı işçi, sandallı ayaklarını,
beye değmesinler diye dikkatle toplayıp büzülerek oturuyordu başlangıçta; ama sonraları Nehlüdof'la
Taras'la öylesine dostça konuşmaya başladı ki, konuşmasının Nehlüdof'un dikkatini çekmek istediği
—bazı yerlerinde elinin tersiyle dizine bile vuruyordu.— Hayatından, şimdi döndükleri bataklıktaki
işlerinden söz ediyordu. İki buçuk ay çalışmışlar bataklıkta, eve dönerken arkadaşlarının cebinde onar
ruble varmış şimdi; biraz da işe başlarken almışlar. Anlattığına göre, gün doğumundan batınıma kadar diz(')
Al bir yenilik daha sana! (Fransızca)— 408
lerine kadar suyun içinde çalışmışlar; yalnız öğlenleri iki saat dinleniyorlarmış.
— Alışık olmayanlar için çok ağır bir iştir bu elbette, diyordu, ama dişini sıkarsan alışırsın. Yemek iyi
olsun, gerisi kolay. Önceleri kötüydü yemek. Bizimkiler diretince iyi yemek vermeye başladılar, o zaman
kolayladı iş.
Sonra yirmi sekiz yıldır nasıl çalıştığını, bütün kazancını eve verdiğini anlattı. Önce babasına vermiş
parasını, sonra ağabeyine; şimdi de ev işlerine bakan yeğenine veriyormuş. Yılda kazandığı elli altmış
rublenin ancak iki üç rublesini kendi keyfine —tütüne, kibrite falan— harcıyormuş. Suçlu suçlu
gülümseyerek:
— Votka içmek iyi değildir zaten, diye ekledi.
Sonra onların yerine kadınların evleri nasıl yönettiklerini, işverenin bugün ayrılmadan önce onlara yarım
kova içki verdiğini, arkadaşlarından birinin nasıl öldüğünü, birini de geri hasta götürdüklerini anlattı.
Sözünü ettiği hasta köşede oturuyordu. Yüzü sapsarı, dudakları morarmış bir gençti bu. Sıtmaya
yakalandığı belliydi. Nehlüdof yanına gitti, ama çocuk öylesine sert, öylesine ıstırap dolu gözlerle
bakıyordu yüzüne ki, sorularıyla rahatsız etmek istemedi onu; yaşlı işçiye kinin almalarını söyledi. İlâcın
adını bir kâğıda yazıp verdi ona. Para vermek istedi, ama yaşlı işçi almadı, ilâcı kendi parasıyla alacağını
söyledi.
Taras'a döndü:
— Bunca yer gezdim, böyle bir bey görmedim ömrümde, dedi. Gırtlağımızı sıkmadığı bir yana, yerini bile
verdi bize. Beyler de çeşit çeşit oluyor demek.
Nehlüdof bu kuru, adaleli kollara, ev dokuması kaba kumaştan giysilere, güneşte yanmış, içtenlikle
ışıldayan yüzlere bakarken Evet, yepyeni, bambaşka bir dünya bu diye geçiriyordu içinden. O güne dek
tanımadığı insanlarla, onların ciddi ilgileriy-ie, sevinçleriyle, çalışan insanın ıstıraplanyla kuşatıldığını
hissediyordu.
Nehlüdof, Prens Korçagin'in söylediği cümleyi; Korçagin'le-rin zavallı, değersiz düşünceleriyle içinde
yaşadıkları o işsiz, lüks çevreyi hatırlayarak le vrai grand monde budur işte, diye düşündü. Önünde
yepyeni, o güne dek bilmediği, göz kamaştırıcı bir dünya açılan bir yolcunun duyduğu o sevinci duydu
içinde.
ÜÇÜNCÜ
BÖLÜM
I
Maslova'nın da içinde bulunduğu kafile hemen hemen beş bin verst yol gitmişti. Permi'ye kadar trende de
vapurda da ağır suçlular arasında yolculuk etti Maslova; Nehlüdof ancak orada, gene bu kafiledeki
Bogoduhovskaya'nın salık vermesi üzerine, siyasî suçlular arasına aldırabildi onu.
Permi'ye kadarki yolculuk Maslova için her yönden çok ağır geçmişti: Sıkışıklık, pislik, insana rahat
vermeyen iğrenç böcekler bir yandan; böcekler kadar iğrenç —her menzilde başka başka oldukları halde,
her yerde aynı derecede can sıkıcı, yapışkan olan, ona rahat vermeyen erkekler— bir yandan. Kadın
erkek cezalılar, gardiyanlar; erler arasında öylesine çirkin bir ahlâksızlık alıp yürümüştü ki, kadınlığından
yararlanmak istemeyen her kadının gözünü dört açması, her an tetikte olması gerekiyordu. Bu devamlı
korku, dikkat dayanılması güç bir şeydi. Güzelliği, herkesin bildiği geçmişi nedeniyle Maslova pek karşı
karşıya kalıyordu bu saldırılarla. Ona yaklaşmak isteyen erkeklere şimdi gösterdiği kesin direnç
gururlarına dokunuyordu erkeklerin; kin besliyorlardı ona. Fedosya'yla Taras'ın yakınlığı bu bakımdan
hayli yaramıştı ona. Taraş, karışma yapılan saldırıları öğrenince, onu savunabilmek için cezalılar arasına
atılmasını istemiş, Nijniy'den sonra, bir cezalı gibi, cezalılarla beraber yola devam ediyordu.
Siyasî suçlular arasına alınması Maslova'nın durumunu her bakımdan düzeltmişti. Siyasî suçluların
yerlerinin daha rahat olmaları, yemeklerinin daha iyi çıkması, onlara karşı daha az kaba davranılması bir
yana; Maslova siyasî suçlular arasına alınmakla, erkeklerin saldırılarından, unutmayı öylesine istediği
geçmişin ona her an hatırlatılmasından da kurtulmuş oluyordu. Bu yer değiştirmenin Maslova'ya en büyük
yararı da, orada, onun üzerinde büyük, son derece olumlu etkisi olan birkaç kişiyle tanış-— 410 —
maşıydı. Menzillerde siyasî suçlularla beraber kalmasına izin verilmişti Maslova'nın, ama sağlığı yerinde
bir kadın olarak, yürürken öteki suçluların yanımda olması gerekiyordu. Ta Tomsk'dan beri böyle
geliyordu. İki siyasî suçluyla beraber yürüyordu: Mari-ya Pavlovna çetinina —Bogoduhovskaya'yla
görüşmesinde Neh-lüdof'un dikkatini çeken iri gözlü, güzel kızdı bu— bir de. Yakut iline sürgün giden
Simonson adında biri —Nehlüdof'un aynı görüşmede gördüğü, gözleri çukura kaçmış, saçı sakalı birbirine
karışmış esmer adam— Mariya Pavlovna, arabadaki yerini gebe bir kadına verdiği için yürüyordu;
Simenson da sınıf ayrıcalığından yararlanmayı haksızlık saydığı için. Bu üçü arabalarla daha sonra yola
çıkan siyasî suçlulardan önce, öteki suçlularla sabah erken yola çıkıyorlardı. Kafile>yi yeni bir komutanın
aldığı, büyük bir kente varmadan son menzile kadar böyle gelmişlerdi.
Puslu bir eylül sabahıydı. Yağmur yağıyor, arada kar serpiştiriyordu. Soğuktu rüzgâr. Dört yüz erkek, elli
kadar da kadından oluşan kafile menzilin avlusuna çıkmıştı. Bazıları, iki günlük yemek parasını onbaşılara
dağıtan assubayım çevresine toplanmış; bazıları, menzilin avlusuna girmelerine izin verilmiş satıcılardan
yiyecek bir şeyler alıyorlardı. Para sayan, yiyecek alan cezalıların konuşmaları, satıcıların cırlak sesleri
duyuluyordu.
Katyuşa'yla Mariya Pavlovna —ikisi de çizmeli, yarım kürklüydü, başlarında atkı vardı— avluya çıkıp
satıcılara doğru yürüdüler. Rüzgârdan korunmak için kuzey duvarının dibine toplanmış satıcılar
birbirlerinin önüne konmuş sergilerindeki mallarını satmaya çalışıyorlardı: iTaze beyaz ekmek, börek,
balık, erişte, pilâv, çörek, haşlanmış dana eti, yumurta, süt; birinde kızarmış domuz yavrusu bile vardı.
Simonson da avludaydı, kafilenin yola çıkmasını bekliyordu. Çok düğmeli deri bir ceket vardı sırtında.
Lâstik çizmeler giymişti; yün çoraplarını üstten sicimle (veceteryan olduğu için öldürülmüş hayvan derisi
kulllanmazdı) sağlamlaştırmıştı. Kapıda duruyor, aklına gelen bir düşünceyi küçük defterine not ediyordu.
Şuydu bu düşünce: Bir mikrop insan tırnağını kendince in-celese, diye yazıyordu, omun organik olmadığı
sonucuna varır. Biz insanların, yeryüzü kabuğunu inceleyerek dünyamızın organik olmadığı sonucuna
vardığımıız gibi tıpkı. Yanlıştır bu.
— 411 —
Maslova aldığı yumurtaları, bir bağ simidi, balıkları, taze buğday ekmeğini torbasına yerleştirirken Mariya
Pavlovna satıcılara parayı veriyordu. O sırada cezalılar arasında bir hareket oldu. Herkes susmuş, sıraya
girmeye başlamıştı. Subay çıktı avluya, son emirlerini veriyordu.
Her şey her zamanki gibi oluyordu: Saydılar, ayak zincirlerini kontrol ettiler, kelepçeli gidecekleri ikişer
ikişer kelepçelediler. Ama subayın öfkeli sesi gürledi ansızın, tekme tokat sesleri duyuldu, bir çocuk
ağlamaya başladı. Bir anda kesildi sesler, kalabalık arasında boğuk bir mırıldanma dolaştı. Maslova'yla
Mariya Pavlovna seslerin geldiği yere yürüdüler.
Olay yerine gelince Mariya Pavlovna'y'a Katyuşa'nın gördükleri şuydu: Sarı bıyıklı, iri yarı subay, kaşlarını
çatmış, bir cezalının yüzüne vururken incittiği sol elini oğuşturuyor, durmadan yakası açılmadık küfürler
savuruyordu. Karşısında başının yarısı usturaya vurulmuş, ceketi pantolonu kısa, zayıf, uzun boylu bir
cezalı duruyordu. Bir eliyle kanayan yüzünü oğuyor, öbürüyle kucağındaki atkıya sarılı, yırtınırcasına
ağlayan çocuğu tutuyordu.
Subay:
— Seni (kaba küfür) seni, diye bağırıyordu, öğretirim ben sana fikir yürütmesini, (kaba küfür); kadınlara
vereceksin onu... Tak. Subay, sürgüne götürülen cezalıya kelepçe vurulmasını istiyordu. Cezalı, Tomsk'da
tifodan ölen karısının geride bıraktığı kızını buraya kadar kucağında taşımıştı. Kelepçeyle çocuğu
taşıyamayacağını söylemesi, canı daha önce bir şeye sıkılan subayı kızdırmıştı. Subay, emre hemen
boyun eğmeyen cezalıyı dövmüştü. (1)
Dayak yiyen cezalının karşısında bir erle, bir elinde kelepçe kaşlarının altından üzgün üzgün bir subaya bir
dayak yiyen cezalıya bakan siyah sakallı bir cezalı duruyordu. Subay ere, kızı almasını emretti bir kere
daha. Cezalılar arasında söylenmeler gi(')
D. A. Linyef'in Menzilde adlı kitabında anlatılan, olmuş bir olaydır bu. (L. N. Tolstoy'un notu.)derek
daha bir yüksek sesle oluyordu. Arka sıralardan kısık bir ses duyuldu:
— Tomsk'dan beri takılmıyor ona kelepçe.
— Köpek yavrusu değil ki bu, çocuk...
— Ne yapsın kızını adam? Biri daha da yükseltti sesini:
— İnsanlık değil bu.
Subay kalabalığa doğru saldırarak:
— Kimdir onu diyen? diye haykırdı. İnsanlığı gösteririm ben sana. Kim söyledi onu? Sen mi?
Sen mi?
Kısa boylu, ablak yüzlü bir cezalı:
— Herkes söylüyor, dedi. Çünkü... Adam sözünü bitiremedi. Subay iki eliyle tokatlamaya başlamıştı onu.
— Baş kaldırıyorsunuz demek! Nasıl baş kaldırılacağını öğretirim ben size. Köpekler gibi kurşunlarım
sizi! Bunu yaptığım için de teşekkür ederler bana yalnızca. Al kızı!
Kalabalık sustu. Bir er avazı çıktığınca bağırarak ağlayan kızı çekti aldı; öbürü, kolunu uysal uysal uzatan
cezalıya kelepçeyi takıyordu.
Subay, kılıcının kayışını düzeltirken: ,
— Kadınların yanma götür onu, diye bağırdı.
Kız çocuğu yüzü kıpkırmızı, küçük kollarını atkıdan çıkarıp uzatarak ağlıyordu. Mariya Pavlovna öne çıktı,
subaya yaklaştı.
— İzninizle ben götüreyim çocuğu. Kız kucağında olan er durdu.
— Sen kimsin? diye sordu subay.
— Siyasî bir suçlu.
Mariya Pavlovna'nın iri gözleri, güzel yüzü etkilemişti besbelli subayı. (Kafileyi teslim alırken dikkatini
çekmişti bu kız.) Tepeden tırnağa süzdü onu.
— Bana göre hava hoş, dedi. İstiyorsanız götürün. Acımasına acıyorsunuz onlara ama, ya kaçarsa kim
sorumlu olur?
Mariya Pavlovna:
— Çocuk kucağında nasıl kaçar? dedi.
— Sizinle çene yarıştıracak zamanım yok benim. İstiyorsanız alın çocuğu. Er:
— 413 —
— Vereyim mi komutanım? diye sordu.
— Ver.
Mariya Pavlovna çocuğu kucağına alırken:
— Gel bana, dedi.
Ama erin kucağından babasına doğru atılan kız çocuğu ağlamaya devam ediyor, Mariya Pavlovna'ya
gitmek istemiyordu. Maslova torbasından bir simit alarak:
— Durun Mariya Pavlovna, bana gelir, dedi. Kız tanıyordu Maslova'yi, onu ve elindeki simidi görünce ona
gitti.
Gürültü kesildi. Kapılar açıldı, kafile dışarı çıkıp sıra oldu. Erler bir kere daha saydılar cezalıları, torbaların
içine baktılar, zayıfları arabalara bindirdiler. Maslova, kucağında çocukla kadınların yanına gitti,
Fedosya'nın sırasında durdu. Olayı başından sonuna kadar izleyen Simonson, gerekli emirleri verdikten
sonra yaylısına binmeye hazırlanan subayın yanına geldi kararlı
adımlarla:
— İyi bir şey değildi yaptığınız bay subay, dedi.
— Yerinize gidin, sizi ilgilendirmez benim yaptığım. Simonson gür kaşlarının altından subayın
yüzüne dik dik
bakarak:
— Benim görevim size yaptığınızın kötü olduğunu söylemekti, söyledim ben de, dedi.
Subay başını yana çevirerek:
— Hazır mı? diye bağırdı. Kafile, marş!
Er, arabacının omuzuna tutunarak yaylıya bindi. Kafile hareket etti, uzayarak; iki yanında hendek olan,
orman içindeki çamurlu yola çıktı.
!!!
Son altı yıldır kentteki kötü, lüks, kibar yaşayışından, ceza evinde cezalılar arasında geçirdiği iki aydan
sonra, siyasî suçluların yanında —içinde bulundukları koşulların bütün ağırlığına karşın— çok rahat
hissediyordu kendini şimdi Katyuşa. İyi yemek yiyerek günde yirmi otuz verst yol gitmek, iki gün yol
yürüdükten sonra bir gün dinlenmek bedence güçlendirmişti onu; yeni arkadaşlar edinmesi, o güne kadar
bilmediği şeyleri tanıtmıştı ona. Şimdi yan yana yürüdüğü —kendi deyimiyle— böyle— 414 —
sine harika insanlar görmediği gibi, böyle insanların var olabileceğini düşünmemişti bile.
— Cezaya çarptırıldım diye ağlamıştım, diyordu. Oysa ömrümün sonuna kadar şükretmeliyim Tanrıya.
Buralara gelmesey-dim dünyada öğrenemeyecektim bu öğrendiklerimi.
Bu insanların düşüncelerini kolaylıkla en küçük ayrıntılarına varıncaya dek kavrıyor, halktan bir insan
olarak onlara yürekten hak veriyordu. Bu insanların halk için beylere karşı geldiklerini; onların da
beylerden olduklarını, ellerindeki her şeyi, özgürlüklerini, canlarını halk için verdiklerini anlamıştı; bu,
onlara büyük değer vermeye, hayran olmaya zorluyordu onu.
Yeni arkadaşlarının hepsine hayrandı; ama en çok beğendiği Mariya Pavlovna'ydı; yalnızca beğenmiyordu
onu, saygı dolu, hayranlık dolu bir sevgi de besliyordu ona. Üç dil bilen bu zengin, güzel general kızının en
basit bir işçi gibi yaşamasına, zengin ağabeynin yolladığı şeyleri başkalarına dağıtmasına, dış görünüşünü
hiç önemsemeden yalnızca sade değil, bir yoksul gibi giyinmesine şaşıyordu. Kendini gösterme,
başkalarının ilgisini çekme duygusundan bu tamamen arınmışlığı aklı almıyordu Mas-lova'nm. Mariya
Pavlovna'nın, güzel olduğunu bildiğinin, bundan hoşlandığının da farkındaydı Maslova. Ama dış
görünüşünün erkekler üzerindeki etkisini sevmediğini, bu etkiden nefret ettiğini, aşktan korktuğunu
görüyordu. Onun bu yönünü bilen erkek arkadaşları, ona tutkun olsalar bile belli etmiyorlardı bunu, bir
erkek arkadaşmış gibi davranıyorlardı ona karşı. Ama yabancılar sık sık yaklaşmak istiyorlardı ona, bu
saldırılardan, pek gurur duyduğu —onun deyimiyle— bilek kuvveti kurtarıyordu onu. Gülümseyerek şöyle
anlatıyordu: Bir keresinde bir bey takıldı peşime sokakta, ne yaptıysam kurtulamadım ondan, sonra
omuzlarından söyle bir sarstım onu, tabanları yağladı hemen.
Anlattığına göre, çocukluğundan beri zengin yaşayıştan nefret ettiği, halkın yaşayışını sevdiği için devrimci
olmuştu. Zamanını konuk salonunda değil de, hizmetçi kızların odasında, mutfakta, ahırda geçirdiği için
hep sitem ederlermiş ona.
— Ne yapayım, diyordu, ahçıların, seyislerin yanında neşeleniyor, bizimkilerin yanındaysa sıkılıyordum.
Yavaş yavaş aklım ermeye başlayınca, yaşayışımızın kötü olduğunu gördüm. Annem
— 415 —
yoktu, babamı sevmiyordum; on dokuz yaşındayken hizmetçi kızlardan bir arkadaşımla kaçtım evden, işçi
olarak fabrikaya girdim. Fabrikadan ayrılınca köye gidip orada yaşamış bir süre, sonra kente gelmiş, gizli
baskı makinasının bulunduğu dairede oturuyormuş, yakalanıp kürek cezasına çarptırılmış. Mariya
Pav-lovna kendi bu konuda hiçbir şey anlatmamıştı Katyuşa'ya. Ama Katyuşa, onun arama sırasında bir
devrimcinin karanlıkta ettiği ateşi üzerine aldığı için kürek cezasına çarptırıldığını başkalarından
öğrenmişti.
Katyuşa onu tanıyalı beri nerede, hangi koşullar altında olursa olsun, onun kendini hiç bir zaman
düşünmediğini, çevresindekilere küçük ya da büyük olsun, bir yardımda bulunabilmek için çırpındığını
görmüştü. Şimdiki arkadaşlarından biri olan No-vodvorof —şakayla— onun kendini iyilik sporuna adadığını
söylüyordu. Doğruydu da bu. Hayatının tek amacı —bir avcınınki av hayvanı bulmak olduğu gibi—
başkalarına yardım etmek için fırsat bulmaktı. Bu spor alışkanlıktı onda artık, hayatını doldurmuştu. Hem
bunu öylesine olağan bir şeymiş gibi yapıyordu ki, onu tanıyanlar onun bu yanına alışmışlardı artık,
bekliyorlardı bunu ondan.
Maslova onların yanına gelince önceleri Mariya Pavlovna tik-sinmişti ondan. Katyuşa farkındaydı bunun,
ama Mariya Paviov-na'nın, kendini zorlayarak ona yakınlık gösterdiği de kaçmamıştı gözünden. Böylesine
üstün bir insanın gösterdiği yakınlık Mas-lova'yı çok duygulandırmıştı; bütün ruhuyla bağlanmıştı ona;
elinde olmadan düşüncelerini benimsiyor, ona benzemeye çalışıyordu. Katyuşa'nın bu bağlılığı etkiledi
Mariya Pavlovna'yı, o da Katyuşa'yı sevdi. İkisinin de cinsel ilişkiye duydukları nefret de yakınlaşmalarına
yardım etmişti. Biri, korkunç yanlarını yaşadığı için nefret ediyordu bu ilişkiden; öbürü, onu tatmadan, onu
anlaşılmaz, insanı küçülten, iğrenç bir şey saydığı için.
IV
Maslova'yı etkileyenlerden biri Mariya Pavlovna'ydı. Mas-lova'nm Mariya Pavlovna'yı sevmesiydi bu
etkinin kaynağı. Öteki etki Simonson'un etkisiydi. Bu etkinin kaynağıysa Simonson' un Maslova'yı
sevmesiydi. Her insan bir ölçüde kendi düşünce— 414 —
sine harika insanlar görmediği gibi, böyle insanların var olabileceğini düşünmemişti bile.
— Cezaya çarptırıldım diye ağlamıştım, diyordu. Oysa ömrümün sonuna kadar şükretmeliyim Tanrıya.
Buralara gelmesey-dim dünyada öğrenemeyecektim bu öğrendiklerimi.
Bu insanların düşüncelerini kolaylıkla en küçük ayrıntılarına varıncaya dek kavrıyor, halktan bir insan
olarak onlara yürekten hak veriyordu. Bu insanların halk için beylere karşı geldiklerini; onların da
beylerden olduklarını, ellerindeki her şeyi, özgürlüklerini, canlarını halk için verdiklerini anlamıştı; bu,
onlara büyük değer vermeye, hayran olmaya zorluyordu onu.
Yeni arkadaşlarının hepsine hayrandı; ama en çok beğendiği Mariya Pavlovna'ydı; yalnızca beğenmiyordu
onu, saygı dolu, hayranlık dolu bir sevgi de besliyordu ona. Üç dil bilen bu zengin, güzel general kızının en
basit bir işçi gibi yaşamasına, zengin ağabeynin yolladığı şeyleri başkalarına dağıtmasına, dış görünüşünü
hiç önemsemeden yalnızca sade değil, bir yoksul gibi giyinmesine şaşıyordu. Kendini gösterme,
başkalarının ilgisini çekme duygusundan bu tamamen arınmışlığı aklı almıyordu Mas-lova'mn. Mariya
Pavlovnanın, güzel olduğunu bildiğinin, bundan hoşlandığının da farkındaydı Maslova. Ama dış
görünüşünün erkekler üzerindeki etkisini sevmediğini, bu etkiden nefret ettiğini, aşktan korktuğunu
görüyordu. Onun bu yönünü bilen erkek arkadaşları, ona tutkun olsalar bile belli etmiyorlardı bunu, bir
erkek arkadaşmış gibi davranıyorlardı ona karşı. Ama yabancılar sık sık yaklaşmak istiyorlardı ona, bu
saldırılardan, pek gurur duyduğu —onun deyimiyle— bilek kuvveti kurtarıyordu onu. Gülümseyerek şöyle
anlatıyordu: Bir keresinde bir bey takıldı peşime sokakta, ne yaptıysam kurtulamadım ondan, sonra
omuzlarından şöyle bir sarstım onu, tabanları yağladı hemen.
Anlattığına göre, çocukluğundan beri zengin yaşayıştan nefret ettiği, halkın yaşayışını sevdiği için devrimci
olmuştu. Zamanını konuk salonunda değil de, hizmetçi kızların odasında, mutfakta, ahırda geçirdiği için
hep sitem ederlermiş ona.
— Ne yapayım, diyordu, ahçıların, seyislerin yanında neşeleniyor,-bizimkilerin yanındaysa sıkılıyordum.
Yavaş yavaş aklım ermeye başlayınca, yaşayışımızın kötü olduğunu gördüm. Annem
— 415 —
yoktu, babamı sevmiyordum; on dokuz yaşındayken hizmetçi kızlardan bir arkadaşımla kaçtım evden, işçi
olarak fabrikaya girdim. Fabrikadan ayrılınca köye gidip orada yaşamış bir süre, sonra kente gelmiş, gizli
baskı makinasının bulunduğu dairede oturuyormuş, yakalanıp kürek cezasına çarptırılmış. Mariya
Pav-lovna kendi bu konuda hiçbir şey anlatmamıştı Katyuşa'ya. Ama Katyuşa, onun arama sırasında bir
devrimcinin karanlıkta ettiği ateşi üzerine aldığı için kürek cezasına çarptırıldığını başkalarından
öğrenmişti.
Katyuşa onu tanıyalı beri nerede, hangi koşullar altında olursa olsun, onun kendini hiç bir zaman
düşünmediğini, çevresindekilere küçük ya da büyük olsun, bir yardımda bulunabilmek için çırpındığını
görmüştü. Şimdiki arkadaşlarından biri olan No-vodvorof —şakayla— onun kendini iyilik sporuna adadığını
söylüyordu. Doğruydu da bu. Hayatının tek amacı —bir avcınınki av hayvanı bulmak olduğu gibi—
başkalarına yardım etmek için fırsat bulmaktı. Bu spor alışkanlıktı onda artık, hayatını doldurmuştu. Hem
bunu öylesine olağan bir şeymiş gibi yapıyordu ki, onu tanıyanlar onun bu yanına alışmışlardı artık,
bekliyorlardı bunu ondan.
Maslova onların yanına gelince önceleri Mariya Pavlovna tik-sinmişti ondan. Katyuşa farkındaydı bunun,
ama Mariya Pavlov-na'nın, kendini zorlayarak ona yakınlık gösterdiği de kaçmamıştı gözünden. Böylesine
üstün bir insanın gösterdiği yakınlık Mas-lova'y çok duygulandırmıştı; bütün ruhuyla bağlanmıştı ona;
elinde olmadan düşüncelerini benimsiyor, ona benzemeye çalışıyordu. Katyuşa'nın bu bağlılığı etkiledi
Mariya Pavlovna'yı, o da Katyuşa'yı sevdi. İkisinin de cinsel ilişkiye duydukları nefret de yakınlaşmalarına
yardım etmişti. Biri, korkunç yanlarını yaşadığı için nefret ediyordu bu ilişkiden; öbürü, onu tatmadan, onu
anlaşılmaz, insanı küçülten, iğrenç bir şey saydığı için.
IV
Maslova'yı etkileyenlerden biri Mariya Pavlovna'ydı. Mas-lova'nın Mariya Pavlovna'yı sevmesiydî bu
etkinin kaynağı. Öteki etki Simonson'un etkisiydi. Bu etkinin kaynağıysa Simonson' un Maslova'yı
sevmesiydi. Her insan bir ölçüde kendi düşünce-— 418 —
Daha cezaevinde başlamıştı bu Siyasî suçluları topladıklarında Maslova, Simonson'un kaşlarının altından,
temiz bakışlı, koyu mavi gözlerini ona diktiğini farketmişti. Onun başkalarına benzemediğini, ona bakışının
bir tuhaf olduğunu da o zaman farketmişti daha. Yüzünde iki ifadenin, dimdik saçlarıyla çatık kaşlarının
kendiliğinden uyandırdığı sert ifadeyle, içten, masum bakışının çocuksu ifadesinin yanyana olduğunu
görmüştü. Sonra Tomsk'da, siyasî suçluların yanma verildiğinde karşılaştı onunla. Hiç konuşmamışlardı,
ama birbirlerine bakışlarıyla, birbirlerini anladıklarını, birbirleri için değerli olduklarını itiraf ediyorlardı
karşılıklı. Anlamlı konuşmalar sonraları da geçmedi aralarında; ama Maslova, Simonson'un onun yanında
konuşurken sözlerinin hep ona dönük olduğunu, elinden geldiğince anlaşılmak amacıyla onun için
konuştuğunu hissediyordu. Simonson ağır cezalılarla yürümeye başlayınca başladı asıl yakınlaşmaları.
Nijniy'den Permi'ye kadar iki kere görüşebilmişti Nehlüdof Katyuşa'yla: Bir kere Nijiniy'de, cezalılar ağla
çevrili mavnaya yerleştirilirken; bir kere de Permi'de, ceza evi müdürünün odasında. Bu iki görüşmede de
Nehlüdof pek bir soğuk, içten pazarlıklı bulmuştu Maslova'yi- Nasıl olduğu, bîr şey isteyip istemediği
üzerine sorduğu sorulara kaçamak, düşmanca bir sitemle —eskiden de vardı onda bu sitem— cevaplar
vermişti. Maslo-va'nın, sırf o sıralar erkekler onu çok rahatsız ettikleri için kapıldığı bu karamsarlık
Nehlüdof'u üzüyordu. Yolculuğun ağır koşulları altında Maslova'nın gene eski umutsuzluğa düşeceğinden,
ondan nefret etmeye başlayacağından, her şeyi unutmak için kendini gene sigaraya, içkiye vereceğinden
korkuyordu. Ama hiç bir türlü yardım edemezdi ona; yolculuğun başlangıcında pek görüsernemişti onunla
çünkü. Ancak siyasî suçluların arasına alınmasından sonradır ki, korkusunun boş olduğunu anladı. Her
görüşmelerinde, ondan olmasını öylesine istediği ruhsal değişikliğin biraz daha güçlendiğini görüyordu.
Tomsk'da, yola çıkama-dan önceki Maslova'ydı gene. Onu görünce yüzünü asmadı, kaşlarını çatmadı,
tam tersine, sevinçle karşıladı onu, ona yaptık— 419 —
lan için, onu şimdi aralarında bulunduğu insanların yanına aldığı
için teşekkür etti.
Maslova'nın ruhunda oluşan değişiklik, menzil menzil uzayan iki aylık yürüyüş sırasında dış görünüşünde
de gösterdi kendini. Zayıfla'dı, güneş yaktı yüzünü, yaşlandı sanki. Şakaklarında, ağzının çevresinde
kırışıklar belirdi; kâhküllerini alnına bırakmıyordu artık, başörtünün içine alıyordu bütün saçını; giyinişinde
de, davranışlarında da o eski kendini beğendirme isteği yoktu. Ondaki bu değişiklik Nehlüdof'u pek
sevindiriyordu.
Ona karşı bambaşka bir duygu besliyordu şimdi. Bu duygunun, ilk baştaki ozanca sevgisiyle de, sonraki
duygulu tutkusuyla da, mahkemeden sonra onunla evlenmeye karar verdiği zamanki, bencillikle karışık,
Maslova'yla ceza evinde ilk görüşmesinde, revirden ayrıldıktan sonra —uydurma olduğu sonra anlaşılan—
sağlık memura olayını içindeki tiksintiyi, nefreti bastırarak bağışladığı zamanki acıma, şefkat duygusuyla
aynıydı. Yalnız bir ayrılık vardı bu duygular arasında: O zaman geçiciydi, şimdiyse kalıcı olmuştu. Son
zamanlarda düşüncelerinde, davranışlarında yalnızca Maslova'ya değil, herkese karşı vardı bu acıma,
şefkat duygusu.
Bu duygu, Nehlüdof'un ruhundaki, o zamana kadar çıkış yolu bulamayan sevgi selinin önündeki engeli
kaldırmıştı. Karşılaştığı insanlara sevgiyle bağlanıyordu.
Yolculuk süresince heyecanlı bir duygululuk içindeydi Nehlüdof. Arabacıdan, erlerden tutun da ceza evi
müdürüne, valiye kadar, ilişkisi olan herkese yakın bir ilgi besliyordu elinde olmadan.
Maslova'nın siyasî suçlular arasına alınmasından sonra Neh-iüdof bir çok siyasî suçluyla tanıştı. Önce
Yekaterinburg'da tanıştı onlarla. Orada yolda, Maslova'nın beraber yolculuk ettiği beş erkekle dört kadınla
tanıştı. Bu sürgün siyasî suçlularla yakınlaşması Nehlüdof'un onlar üzerine düşüncelerini tamamen
değiştirmişti.
Rusya'da devrim hareketlerinin başlamasından, özellikle bir mart olaylarından bu yana Nehlüdof
devrimcileri küçümser, onlardan hazzetmezdi. Her şeyden önce, devlete karşı açtıkları savaştaki
davranışlarının sertliğini, gizliliğini sevmezdi. Özellikle,— 420
— 421
işledikleri cinayetlerden, kendilerini pek büyük görmelerinden nefret ederdi. Ama onları yakından
tanıdıktan; devletin, çoğuna günahsız yere acı çektirdiğini öğrendikten sonra onların da olağan birer insan
olduklarını gördü.
Ağır suçlu dedikleri insanlara edilen eziyetler ne denli korkunç, canavarca olursa olsun, yargılandıktan
önce de sonra da yasalar bir ölçüde uygulanıyordu onlara gene de; oysa siyasî suçlulara yapılmıyordu
böyle bir şey. Şustovaya da, sonra tanıdığı bir çok siyasî suçluya da, ağa düşmüş balığa davranıldığı gibi
davranıldığını görmüştü, Nehlüdof: Ağı sahile çeker balıkçılar, işlerine yarayan iri balıkları alır, geri kalan
küçükleri karada ölüme bırakırlar. Burada da yalnızca suçsuz değil, devlete hiç bir kötülüğü
dokunmayacak yüzlerce insanı yakalıyor, bazan yıllarca tutuyorlardı onları ceza evlerinde. Vereme
yakalanıyorlardı zavallılar orada, bazıları çıldırıyor ya da kendi canlarına kıyıyorlardı. Hem serbest
bırakılmalarını gerektirecek bir neden bulunmadığı; ayrıca, el altında tutulmakla, herhangi bir sorunun
aydınlatılmasında işe yarayabilecekleri düşünüldüğü için yoksun ediliyorlardı özgürlüklerinden. Suçsuz
olduklarına devletin bile inandığı bu insanların kaderi Jandarma subayının, polisin, çaşıtın, savcının, sorgu
yargıcının, valinin, bakanın o andaki ruhsal durumuna, keyfine bağlıdır çoğunlukla. Böyle bir memur, cani
sıkılıyor ya da kendini göstermek istiyorsa tutup içeri atabilir onu; kendinin ya da amirinin ruhsal durumuna
göre ya tutar cezaevinde ya da serbest bırakır. En yüksek bir memur bile —kendini göstermesinin gerekip
gerekmediğine, ya da bakanla arasındaki havaya göre— ya da dünyanın öte ucuna sürer, ya tek kişilik
hücrede yatırır, sürgüne, küreğe yollar, ölüm cezasına çarptırır ya da, bir bayan söylediği zaman serbest
bırakır onu.
Savaştaymış gibi davranılıyordu onlara karşı; tabiî onlar da, kendilerine karşı kullanılan yolları
kullanıyorlardı. Askerlerinki gibi bir ruhsal durum içindeydiler, bu ruhsal durum yaptıklarının kötü olduğunu
saklamakla kalmıyordu onlardan, bunları birer kahramanlık olarak da gösteriyordu onlara. Politikacılar da
böyle bir ruhsal durum içindeydiler; onlar da, onların yanında olanlar da —özgürlüklerinden, hayatlarından,
insan için değerli olan her şeylerinden olma korkusuyla— yaptıkları her çeşit sertliği
kötü görmek şöyle dursun, soylu davranışlar olarak görüyorlardı. O güne kadar akıl erdiremediği bir
durumu bununla açıklıyordu şimdi Nehlüdof: Bir canlıya değil kötülük etmek, onun acısına içi sızlamadan
bakamayacak kadar yumuşak yürekli bir insanın son derece büyük bir soğukkanlılıkla cinayet işlemeye
kalkışmasının nedeni buydu demek; bu gibi durumlarda hemen hepsi cinayeti bir savunma aracı,
insanlığın mutluluğu uğruna edinilen yüce amaca erişebilmek içi haklı, doğru bir yol olarak görüyorlardı.
Dâvalarına, dolayısıyla kendilerine böylesine büyük önem vermelerinin sebebi devletin onlara büyük önem
vermesinden, onları böylesine sert cezalandırmasmdn ileri geliyordu. Katlandıkları acıya dayanabilecek
güçte olabilmeleri için kendilerine büyük önem vermeleri gerekirdi zaten.
Nehlüdof onları daha bir yakından tanıyınca bunların —bazı çevrelerde sanıldığı gibi— toptan kötü,
canavar ruhlu insanlar olmadığını anlamıştı. Bazılarının sandığı gibi üstün insan da değildi hepsi. Her
yerde olduğu gibi, içlerinde iyisi de, kötüsü de, ortası da olan, olağan insanlardı bunlar. İçlerinde, düzenin
bo-zukluğuyla cenkleşmek zorunda olduklarına inandıkları için devrimci olanlar vardı; ama bu yolu kişisel
çıkarlarını düşünerek, ün kazanmak isteyerek seçenler de vardı. Çoğunluksa, Nehlüdof un savaş
zamanından çok iyi bildiği, tehlike tutkusuyla, kendi hayatıyla oynama hazzını tatmak isteğiyle —gençlere
özgü duygulardır bunlar— devrimciliğe gönü! vermişlerdi. Bunların olağan insanlardan bir üstünlükleri
vardı: Ahlâk anlayışları daha bir yüksekti. Yalnızca aşırılıktan kaçınmak, dürüstlük, hak gözetmek, çıkarını
düşünmemek değildi onlar için zorunlu olan; kişinin toplum uğruna her şeyini, canını bile fedaya hazır
olması gerektiği inancındaydılar. Bu nedenle, onların ortadan yukarda olanları çok çok üstündü
Nehlüdof'dan, yüce bir ahlâk anlayışları vardı; ortadan aşağı olanlarsa çok çok aşağıydı ondan; bunlar
çoğunlukla, olduğu gibi görünmeyen, kibirli, kendine aşırı güvenen, dürüstlükten uzak insanlardı. Öyle ki,
yeni tanıdıklarının bir bölümüne yalnızca saygı duymuyordu Nehlüdof, yürekten seviyordu da onları, bir
bölmüne karşı da ilgisizdi.
VI
Nehlüdof en çok, Katyuşa'nın kafilesindeki Krıitsof adında, kürek cezasına çarptırılmış, veremli genci
sevmişti. Nehlüdof daha Yekaterinburg'da tanışmıştı onunla; sonra yolculuk sırasında birkaç kere
görüşmüş, sohbet etmişlerdi. Yazın bir menzilde verilen günlük molada bütün günü beraber geçirmişlerdi;
açılan Krıltof öyküsünü, devrimci nasıl olduğunu anlattı ona. Ceza evine düşünceye kadarki öyküsü çok
kısaydı. Güney illerinden birinin zengin toprak sahiplerinden olan babası, o daha bebekken ölmüş. Ailenin
tek çocuğuymuş, annesi yetiştirmiş onu. Lisede de üniversitede de çok rahat okumuş, fen fakültesinin
matematik bölümünü birincilikle bitirmiş. Üniversitede kalmasını, yurt dışına gitmesini önermişler ona.
Karar veremiyormuş. Sevdiği bir kız varmış; evlenip tarımla uğraşmayı düşünüyormuş. Canı her şeyi
istiyormuş, ama kararını veremiyormuş bir türlü. Bu arada üniversiteden birtakım arkadaşları toplumsal
sorunları için para istemişler ondan. Bu toplumsal sorunun, o zamanlar hiç ilgi duymadığı devrimci
çalışmalar olduğunu biliyormuş, ama arkadaş sevgisiyle, korktuğu sanılmasın diye gururundan, vermiş
parayı. Parayı alanlar yakalanmışlar; parayı verenin Krıitsof olduğunu gösteren bir de pusla geçirilmiş ele;
tutuklamışlar onu, ceza evine atmışlar.
— Beni attıkları ceza evi, diye anlatıyordu Krıitsof (Yüksek ranzasında, ellerini dizlerine dayamış oturuyor;
parlayan, zeki, içtenlik okunan gözleriyle arada bir bakıyordu Nehlüdof'a yalnızca. Göğsü içeri çöküktü.)
Pek o kadar kötü değildi: Duvarı tıklatarak haberleştiğimiz gibi, koridorda da dolaşabiliyor, fısıltıyla
konuşuyor, sigaramızı, yiyeceğimizi paylaşabiliyor, akşamları koroyla şarkı bile söyleyebiliyorduk. Sesim
çok güzeldi benim. Evet. Annem olmasaydı —perişandı kadıncağızın durumu— cezaevinde hiç
sıkılmazdım, sevinirdim bile oraya düştüğüme. Çok ilginçti çünkü. Başkaları yanında, ünlü Petrof'la da
(sonra kalede camla bileklerini keserek intihar etti) tanıştım orada. Ama bir devrimci değildim. İki hücre
komşum vardı. İkisinin de suçu aynıydı. Polonya devrimcilerinin bildirileriyle yakalanmışlardı. Trenle
götürülürken kafileden ayrılıp kaçmak istedikleri için yargılanıyorlardı. Biri Lozinski adında bir Polonyalıydı;
öteki ya-yudiydi, Rozovski'ydi adı. Evet. Daha çocuktu bu Rozovski. On
— 423 —
yedi yaşında olduğunu söylüyordu, ama on beş yaşında gösteriyordu. Cılız, ufak tefek, simsiyah gözlerinin
içi pırıl pırıl, hayat dolu bir çocuktu; bütün yahudiler gibi, müziği de çok seviyordu. Sesi kıvamını
bulmamıştı henüz, ama güzel şarkı söylüyordu. Öyle işte. Ben oradayken götürdüler onları mahkemeye.
Sabahtı götürdüklerinde. Akşam döndüler, ölüm cezasına çarptırıldıklarını söylediler. Hiç kimse
beklemiyordu bunu. Çok önemsizdi suçları: Kafileden ayrılıp kaçmaya yeltenmişlerdi yalnızca, hiç kimseyi
yaralamamışlardı bile. Hem Rozovski gibi bir çocuğu idam etmek aklın alabileceği bir şey değildi.
Cezaevinde hepimiz, bunun bir gözdağı olduğu, kararın uygulanmayacağı inanandaydık. Önce
heyecanlanmış, ama sonra durulmuştuk; eskisi gibi geçiyordu günlerimiz gene. Evet. Ama bir gün
gardiyan benim kapıya yaklaştı, marangozların geldiğini, darağacı kurduklarını fısıldadı kulağıma. Kimlerin
geldiğini, gardiyanın ne darağa-cından söz ettiğini anlamamıştım önce. Ama yaşlı gardiyan öylesine
heyecanlıydı ki, yüzüne bakınca, darağacının bizimkiler için hazırlandığını anladım. Duvarı tıklatarak
arkadaşlarla konuşmak istiyordum ama onların duyacağından korktum. Arkadaşların da sesi çıkmıyordu.
Besbelli herkes biliyordu durumu. Koridorda hücrelerde bir ölüm sessizliği vardı o gece. Duvar tıklatarak
konuşmuyor, şarkı söylemiyorduk. Saat onda gene geldi gardiyan, Moskova'dan cellât getirildiğini söyledi.
Hemen uzaklaştı. Geri gelmesi için seslendim ona. Kordorun karşı sırasındaki odasından Rozovski'nin
sesi duyuldu ansızın: Ne oldu? Niçin çağırıyorsunuz onu? Bir şeyler söylemeye çalıştım, tütün
isteyecektim de dedim. Ama içine doğmuştu sanki; niçin şarkı söylemediğimizi, niçin duvarı
tıklatmadığımızı sormaya başladı. Ne cevap verdiğimi hatırlamıyorum, onunla konuşmamak için geri
çekildim kapıdan. Evet. Ne korkunç bir geceydi o! Bütün gece en küçük bîr tıkırtıya kulak kabarttım.
Sabaha karşı koridorun ucundaki kapının açıldığını duydum birden. Ayak sesleri vardı. Hücremin
kapısındaki küçük pencereden bakıyordum. Gaz lâmbası yanıyordu koridorda. En önde müdürdü. Şişko
bir adamdı müdür. Görünüşte .sertti, gururluydu. Şimdi kireç gibiydi yüzü, korkuyordu sanki. Yardımcısı iki
adım arkasından yürüyordu. Yüzü asıktı, kararlıydı. Daha arkada nöbetçi bir er vardı. Benim_424 —
kapının önünden geçip, bitişik hücrenin önünde durdular. Müdür yardımcısının tuhaf bir
sesle
seslendiğini duydum: Lozinski, kalkın, temiz çamaşırlarınızı giyin. Evet. Sonra kapı gıcırdayarak açıldı,
Lozinski'nin hücresine girdiler; Lozinski'nin ayak seslerini duydum. Koridorun karşı yanına yürüdü. Yalnız
müdürü görebiliyordum. Yüzü bembeyaz, öyle duruyor ceketinin düğmelerini çözüp ilikleyerek oynuyor,
omuzlarını kaldırıp indiriyordu. Evet. Ansızın bir şeyden ürkmüş, bir kenara sinmişti sanki. Lozinski
geçmişti o anda yanından, benim hücremin kapısına yaklaşmıştı. Yakışıklı bir gençti, Polonyalıların
yakışıklısının nasıl olduğunu bilirsiniz: İnce, kıvırcık, sarı saçların çevrelediği geniş, düz bir alın; güzel,
mavi gözler. Kanlı canlı, sağlıklı, aslan gibi bir delikanlıydı. Tam önümde durdu, yüzünü görüyordum.
Korkuyla kaplanmıştı yüzü, sarkmış, sararmıştı. Krıltsof, sigaranız var mı? Veriyordum ki, müdür
yardımcısı, ona uzattı. Bir sigara aldı. Müdür yardımcısı yaktı sigarasını. İçmeye başladı, bir yandan da
düşünüyordu sanki. Sonra bir şeyi hatırlamış gibi konuşmaya başladı: Canavarlık bu, haksızlık. Hiç bir
suçum yok benim. Ben... Gözlerimi ayıramadığım beyaz, taze boynunda bir şey kıpırdadı, devam
edemedi, sustu. Evet. O sırada Rozovski' nin ince, Yahudi sesi çınladı koridorda. Bir şeyler söylüyordu.
Lozinski sigarayı yere attı, uzaklaştı kapımdan. Küçük pencerenin önünde Rozovski belirdi. Nemli, siyah
gözlerinin parladığı çocuksu yüzü güzeldi, terliydi. O da temiz çamaşırlarının giymişti; pantolonu çok
boldu. İkide bir yukarı çekiyordu onu, zangır zangır titriyordu. Acıyla kaplı yüzünü kapımdaki küçük
pencereye yaklaştırdı: Anatoli Petroviç, doktor ıhlamur içmemi söylemişti, değil mi? Hastayım, biraz daha
ıhlamur içmeliyim. Hiç kimse cevap vermiyordu ona, soru dolu bakışlarını bir bana bir müdüre çeviriyordu.
Bununla ne dernek istediğini anlayamamıştım. Evet. Sonra birden sertleşti müdür yardımcısı, gene o cırlak
sesiyle, Ne oyalanıyorsunuz? diye bağırdı. Yürüyün. Onu nelerin beklediğini anlayacak güçte olmadığı
belliydi Rozovski' nin. Acelesi varmış gibi önden yürüdü. Sonra durdu. Ku!ak tırmalayan sesini,
hıçkırıklarını duyuyordum. Bir patırtıdır başladı, ayak seslen doldurdu koridoru. Sonra giderek uzaklaştı
sesler. Koridorun ucundaki kapı açılıp kapandı, bir sessizliğe gö— 425 —
müldü her şey... Evet. Astılar onları. İkisini de astılar. Asılışla-rmı gören başka bir gardiyan anlattı bana.
Lozinski karşı koymamış hiç, ama Rozovski uzun süre çırpınmış; öyle ki, sürüyerek çıkarmışlar onu
darağacına, ilmiği zorla geçirmişler boynuna. Evet. Biraz aptaldı bu gardiyan. Bunun korkunç bir şey
olduğunu söylüyorlardı, beyim. Hiç de korkunç değilmiş meğer. Sarkm-omuzlarını iki kere şöyle yaptılar,
—omuzlarını hızla kaldırıp İndirdi iki kere—, sonra, ilmikler iyi otursun diye çevirdi onla--ı cellât, tamam...
bir daha kıpırdamadılar. Krıltsof gardiyanın sözlerini tekrar etti:
— Hiç de korkunç değilmiş meğer.
Gülümsemek istedi, ama hıçkıra hıçkıra ağlamaya başladı lirden.
Sonra uzun süre sustu. Sık sık soluk alıyor, boğazına düğüm-Jlenen hıçkırıkları tutmaya çalışıyordu.
Sakinleştikten sonra:
— O günden sonra devrimci oldum işte, dedi. Evet. Kısaca anlattı öyküsünü.
Halk kurtuluş örgütündenmiş; hattâ devleti, iktidarı halka bı-rakıncaya dek sıkıştırmayı amaç edinmiş
bozguncu grubunun önderiymiş. Bu amaçla kâh Petersburg'a, kâh yurt dışına, kâh Kiyef'e, Odesa'ya
gidiyormuş. Her yerde başarı sağlamış. En çok güvendiği adam ele vermiş onu sonunda. Tutuklamışlar,
yargılamışlar, iki yıl sürmüş yargılaması, ölüm cezasına çarptırmışlar, ölüm cezasını müebbet küreğe
çevirmişler sonra.
Ceza evinde verem yapışmış yakasına. Şimdi içinde bulunduğu koşullar altında en çok birkaç aylık
ömrünün kaldığı belliydi, kendi de biliyordu bunu, ama yaptığına pişman değildi gene de; bir ömrü daha
olsa, onu da aynı yolda —düzenin yıkılması yolunda— kullanacağını söylüyorlardı.
Krıltsof'un öyküsü, onunda dostluğu Nehlüdof'un, o güne kadar anlamadığı çok şeyi anlamasına yardım
etmişti.
VII
Çocuk yüzünden kafile komutanı subayla cezalılar arasında çatışma çıktığı gün Nehlüdof geç uyanmış,
—handa kalıyordu— kente varınca postaya atacağı mektuplardan birkaçını yazmış, handan her
zamankinden daha bir geç çıktığı için kafileye eski-— 426 —
den olduğu gibi yolda yetişememiş, ara menzilin bulunduğu köye ancak ortalık karardıktan sonra varmıştı.
Beyaz boynu son derece kalın, yaşlı, şişman, dul bir kadının hanında ıslak üstünü başını kuruttuktan;
bir.sürü tasvirle, tabloyla süslü temiz konuk odasında doya doya çay içtikten sonra Nehlüdof aceleyle
çıkmıştı; subaydan görüşme izni almak için menzile gidiyordu. Bundan önceki altı etapta da kafile
komutanı subaylar —değiştikleri halde— Nehlüdof'u menzile sokmamışlardı. Öyle ki bir haftadan çok
oluyordu Nehlüdof Katyuşa'yı görmeyeli. Bu sertliğin sebebi, cezaevleri genel müdürlüğünde görevli büyük
bîr memurun geçeceğinin öğrenilmiş olmasıydı. Büyük memur, kafileye bakmadan gelip geçmişti şimdi.
Nehlüdof, kafileyi o sabah teslim alan subayın, öteki subaylar gibi, cezalılarla görüşmesine izin vereceğini
umuyordu.
Han sahibesi, köyün sonundaki menzile gitmesi için pay-tona binmesini söyledi Nehlüdof'a, ama yayan
gitmeyi yeğledi. Yeni boyanmış kocaman çizmeleri zift kokan, geniş omuzlu, yiğit görünüşlü genç işçi yol
göstermek için onunla geldi. Zifiri karanlıktı, genç işçi pencerelerden sokağa düşen ışıktan üç adım
uzaklaşınca Nehlüdof gözden kaybediyordu onu artık, yalnız çizmelerinin çamurda çıkardığı sesi
duyuyordu.
Kilisenin olduğu alanı, peşinden iki yanında aydınlık pencerelerin uzandığı uzun sokağı geçtikten sonra,
Nehlüdof yol göstericisinin arkasında, karanlığa daldılar. Ama biraz sonra, menzilin çevresinde yanan
fenerlerin soluk ışıklan göründü. Önce kırmızı lekeleri andıran bu ışıklar giderek büyüdüler,
belirginleş-tiler. Duvar, bir aşağı bir yukarı dolaşan nöbetçinin siyah gölgesi, çizgili direk, kulübe göründü.
Nöbetçi her nöbetçi gibi karşıladı yaklaşanları: Kim var orada? Gelenlerin yabancı olduğunu anlayınca
öyle sertleşti ki, kapının önünde durmalarına bile izin vermek istemedi. Ama Nehlüdof'un yol göstericisi
nöbetçinin sertliğine aldırmadı.
— Ne kadar da sertsin öyle, canım! dedi. Hadi koş çavuşu çağır, biz bekliyoruz burada.
Nöbetçi cevap vermeden bağırarak bir şeyler söyledi içeri; sonra, geniş omuzlu delikanlının, yerden aldığı
bir çöple fenerin ışığında da Nehlüdof'un çizmelerinin çamurunu temizleyişine
_ 427 —
bakmaya başladı dikkatli dikkatli. Duvarın ötesinden kadın erkek sesleri geliyordu. Üç dakika sonra demir
kapı açıldı, paltosunu omuzuna asmış çavuş karanlıktan fenerin aydınlığına çıktı, ne olduğunu sordu.
Nehlüdof, özel bir iş için görüşmek istediğini önceden yazdığı kartı uzattı çavuşa, onu komutana vermesini
söyledi. Çavuş nöbetçi kadar sert değildi, ama çok meraklıydı o da. Nehlüdof'un niçin komutanla
görüşeceğini, kimin nesi olduğunu ille de öğrenmek istiyordu. Bir çıkar kokusu aldığı, fırsatı kaçırmak
istemediği belliydi. Nehlüdof, önemli bir işinin olduğunu, ona hakkını vereceğini, kartı komutana
götürmesini söyledi. Çavuş kartı aldı, başını peki anlamına sallayıp gitti. Biraz sonra gene açıldı kapı,
ellerinde sepetlerle, süt kaplarıy-la, torbalarla kadınlar çıkmaya başladı dışarı. Sibirya aksanıyla yüksek
sesle konuşa konuşa çıkıyorlardı kapıdan. Hepsi de köylü gibi değil, kentli gibi giyinmişti; bazılarının
üzerinde manto, bazılarının kürk vardı. Etekleri kısaydı, başörtülüydüler. Fenerin ışığında Nehlüdof'la
yanmdakini merakla tepeden tırnağa süzüyorlardı geçerken. Bir tanesi tatlı tatlı küfretti geniş omuzlu
delikanlıya —onunla karşılaştığına sevindiği belliydi.—
— Burada ne arıyorsun, deli? diye ekledi.
Delikanlı cevap verdi:
— Konuğa yol gösterdim. Sen ne getirdin?
— Yemek. Sabah gene gelmemi söylediler.
— Gece kalmanı istemediler mi? dedi delikanlı. Kız kahkahayla gülmeye başladı:
— Allah canını alsın e mi?! Hadi köye beraber dönelim. Delikanlı bir şeyler daha söyledi, yalnız kadınları
değil nöbetçiyi de güldürdü. Sonra Nehlüdof'a döndü:
.'— Yalnız bulabilir misiniz yolu? Kaybolmazsınız ya?
— Bulurum, bulurum.
— Kiliseyi geçtikten sonra iki katlı evi de geçin, sağdan ikinci sokak. Şu değneği de alın.
Elindeki, bir adam boyundan uzun değneği Nehlüdof'a verdi; kocaman çizmeleriyle çamurlara bata çıka,
kadınlarla beraber kayboldu karanlıkta.
Kapı gene açılıp, çavuş dışarı çıkarak Nehlüdof'u içeri, komutanın yanına buyur ettiğinde geniş omuzlu
delikanlının, kadınlarınkini bastıran gür sesi hâlâ duyuluyordu karanlığın içinden.VIII
Bu ara menzil de Sibirya yolundaki menzillerin, ara menzillerinin aynıydı: Uçları sivri kalın kalaslardan
yapılmış bir duvarla çevrili avluda tek katlı üç yapı vardı. Pencereleri demir parmaklıklı olan en büyük
yapıda cezalılar vardı; ötekinde de ışık vardı. Yalancı bir ışıktı bu, içersinin rahat, sıcak, huzur verici
olduğunu söyleyen yalancı bir ışık. Kapıların önünde fenerler yanıyordu, ayrıca beş fener de duvarlarda
vardı. Assubay, tahta yoldan, yapıların en küçüğüne götürdü Nehlüdof'u. Üç basamağı çıkınca konuğu
öne geçirdi. Nehlüdof gaz lâmbasıyla aydınlanan, yanık kokan hole girdi. Kaba bezden gömlekli, kravatlı,
siyah pantolonlu bir er yere çömelmiş, sarı konçlu çizmelerinden birinin koncu elinde, onunla üfleyerek
semaverin altını yakmaya çalışıyordu. Nehlüdof'u görünce doğruldu, pardösüsünü aldı, içeri odaya girdi.
— Geldi, efendim. Öfkeli bir ses duyuldu:
— Çağır bakalım. Er:
— Girin, dedi.
Aceleyle semaverin önüne çöktü gene.
Tavana asılı bir lâmbanın aydınlattığı odada, iki şişeyle yemek artıkları olan masanın başında, geniş
omuzlarını, göğsünü saran Avusturya işi bir ceket giyen sarı, uzun bıyıklı, çok yakışıklı bir subay
oturuyordu. Sıcacık odada sigara kokusundan başka insanın burun kemiğini sızlatan birtakım kokular
daha vardı. Nehlüdof'u görünce hafifçe doğruldu yerinden subay, dik dik baktı ona. Alaya, kuşkuya benzer
bir şey vardı bu bakışında.
— Ne istiyorsunuz? dedi.
Cevap beklemeden kapıya doğru seslendi:
— Bernof! Ne zaman hazır olacak şu semaver?
— Yanıyor efendim.
Subay, gözleri öfkeyle parlayarak:
— Yanıyor yapacağım seni, göreceksin o zaman!
diye bağırdı.
Er:
— Getiriyorum! dedi. Semaverle girdi odaya.
Er, semaveri koyarken Nehlüdof bekliyor, subay —neresine
_ 429 _
tokadı yapıştıracağını hesaplıyormuş gibi— ufak gözleriyle hain hain bakıyordu ona. Semaver koyulduktan
sonra subay çayı demledi, dolaptan dört köşeli konyak şişesiyle, Albert marka biskü-vitini aldı. Hepsini
masaya koyduktan sonra gene Nehlüdof'a döndü.
— Emriniz? Nehlüdof oturmadan:
— Cezalı bir bayanla görüşmek istiyordum da, dedi.
— Siyasi mi? diye sordu subay. Siyasilerle görüşmek yasalarca yasaklanmıştır.
— Siyasi değil.
— Buyrun oturun lütfen. Nehlüdof oturdu.
— Siyasi değil, diye tekrarladı, ama benim ricamla, gene! lüdürlük siyasilerin arasına almıştı onu.
Subay:
— Biliyorum, diye kesti sözünü. Ufak tefek, esmer bir kalın mı? Olur tabiî. Sigara ister miydiniz?
Sigara kutusunu Nehlüdof'a doğru itti; dikkatle iki bardak çay koyduktan sonra birini Nehlüdof'un önüne
sürdü.
— Buyrun, dedi.
— Teşekkür ederim. Hemen görüşsem çok iyi olurdu.
— Gece uzun. Görüşürsünüz. Çağırtırım onu size.
Nehlüdof:
— Çagırmasanız da, ben oraya gitsem olmaz mıydı acaba? diye sordu.
— Siyasilerin yanına mı? Yasaları çiğnemek olur bu.
— Birkaç kere bıraktılardı beni. Onlara herhangi bir şey vereceğimden korkulacaksa, görüşeceğim kadın
aracılığıyla da verebilirim.
Subay pis pis gülümseyerek:
— Veremezsiniz, dedi, ararlar üzerini.
— Benim üzerimi arayın.
Subay, mantarını çıkardığı konyak şişesini Nehlüdof'un bardağına götürerek:
— İster misiniz? dedi. Önemli değil canım, bunu yapmasak da olur. Nasıl isterseniz. İnsan şu Sibirya'da
okumuş, kibar bi-— 430 —
riyle karşılaşınca seviniyor bayağı. Bildiğiniz gibi, bizim görevimiz en can sıkıcı görevdir dünyada. Hele
başka görevlere alışmış bir insan için daha da ağırdır. Halk arasında, kafile komutanı subayların kaba,
karacahil insanlar olduğu düşüncesi yaygındır; oysa onların arasında da bambaşka yaradılışta insanların
olabileceği hiç kimsenin aklına gelmez.
Subayın kırmızı yüzü, kullandığı lavantaların kokusu, yüzüğü, özellikle soğuk gülüşü tiksindiriyordu
Nehlüdof'u; ama yolculuk boyunca olduğu gibi, şimdi de ciddi, dikkatli bir ruhsal durum içindeydi; bu ruhsal
durum, karşısındakine nefretle davranmasına izin vermiyordu. Herkese karşı içten olmak zorunda olduğu
inancındaydı. Subayı sonuna kadar dinledikten sonra; onun, emri altındaki insanlara ıstırap çektirilmesine
katıldığı için üzüldüğünü düşünerek, ciddi:
— Sanırım, bulunduğunuz görevde de, insanların çektiği ıstırabı hafifleterek avunabilirsiniz, dedi.
— Ne ıstırabı? Böyledir bunlar. Nehlüdof:
— Nasıl? dedi. Onlar da insan. Aralarında suçsuz olanları da var.
— Her çeşidi vardır elbette. Elinde olmadan acıyor insan. Başka subaylar gözlerinin yaşma bakmazlar,
ben elimden geldiğince iyi davranıyorum onlara. Onlar acı çekeceğine ben çekeyim daha iyi. Başkaları bir
şey olunca yasaları uygularlar hemen, tetiğe asılırlar.
Gene çay koyarak devam etti:
— İster misiniz? Bisküvit de alın. Görüşmek istediğiniz kadın kim?
— Geneleve düşen bahtsız bir kadın. Haksız yere cinayetle suçladılar onu, aslında çok iyi bir insandır.
Subay başını salladı.
— Evet, oluyor böyle şeyler. Kazan'da da bir kadın vardı. Em-ma'ydı adı.
Bu anısını hatırlayınca elinde olmadan gülümsedi.
— Macardı, ama bir İranlı kadar iri iriydi gözleri. Öylesine çalımlıydı ki, kontes sanırdınız...
Nehlüdof subayın sözünü kesti, eski konuya döndü gene:
— 431 —
— Emriniz altındayken, bu insanların çektikleri acıları hafifletebilirsiniz sanıyorum. Böyle davranmakla
mutluluğa da erişeceğiniz kanısındayım.
Nehlüdof, bir yabancıyla ya da çocukla konuşuyormuş gibi, elinden geldiğince tane tane, anlaşılır bir
biçimde konuşmaya çalışıyordu.
Subay, gözlerinin içi parlayarak bakıyordu Nehlüdof'a. O anda aklının takıldığı, bîr İranlı kadar iri gözlü
Macar kadından söz edebilmek için Nehlüdof'un susmasını sabırsızlıkla beklediği belliydi.
— Evet, dedi, haklısınız. Acıyorum da onlara. Yalnız şu var, Emma'yıanlatıyordum size. Öyle bir...
Nehlüdof:
— Beni ilgilendirmiyor böyle şeyler artık, diye kesti sözünü. Açık açık söyleyeceğim size, eskiden başka
türlü düşünürdüm bu konuda, ama şimdi, kadınla erkek arasındaki bu çeşit ilişkiden nefret ediyorum.
Subay ürkek ürkek baktı Nehlüdof'a.
— Bir bardak daha içer misiniz?
— Hayır, teşekkür ederim. Subay:
— Bernof! diye seslendi. Beyi Bakulof'a götür, siyasilerin yanma bıraksınlar onu. Yoklamaya kadar
kalabilir orada.
IX
Nehlüdof, emirerinin arkasından, fenerlerin soluk ışığının aydınlattığı karanlık avluya çıktı gene.
Karşılarına çıkan nöbetçi er, Nehlüdof'u götüren emirerine sordu:
— Nereye?
— Siyasilerin yanına, beş numaraya.
— Buradan geçemezsin, kapı kilitli, arkadan dolaşın.
— Kim kilitledi?
— Çavuş kilitleyip köye gitti.
— Böyle buyrun efendim.
Emireri, Nehlüdof'u arkadan dolaştırıp, tahtaların üzerinden geçerek bir kapıya götürdü. Daha uzaktan
duyuluyordu içerdeki— 432 —
uğultu; iyi bir oğula hazırlanan bir kovan gibi kaynaşma vardı içerde. Kapı açılınca çoğaldı uğultu, bağırıp
çağırmalar, küfürler, kahkahlar duyuldu. Zincir şakırtısıyla tanıdık ağır pislik, katran kokusu birbirine
karışmıştı.
Bu iki izlenim —uğultuyla zincir şakırtısı ve bu korkunç koku— Nehlüdof'un üzerinde mide bulantısını
andıran bir etki uyandırırdı daima. Bu iki izlenim birbirine karışır, birbirini güçlendirirdi.
Pis kokan kocaman bir teknenin
bulunduğu hole girince Nehlüdof'un dikkatini ilk çeken, teknenin
kenarında oturan bir kadın oldu. Kadının karşısında, traş edilmiş başında yana yat-, mış yamru yumru
şapkasıyla bir adam oturuyordu. Konuşuyorlardı. Adam, Nehlüdofu görünce göz kırptı ona:
— Su içene yılan bile dokunmaz, diye mırıldandı. Kadın eteğini düzeltti, başını önüne eğdi.
Holden sonra, hücrelerin kapılarının açıldığı koridor geliyordu. İlk hücre ailelerindi, sonra bekârların büyük
hücresi geliyordu, koridorun sonunda da siyasilere ayrılmış iki küçük hücre vardı. Yüz elli kişilik menzil
yapısına dört yüz elli kişiyi doldurunca öylesine sıkışık olmuştu ki, cezalılar hücrelere sığmamış, koridoru
doldurmuşlardı. Bazıları yerde oturuyor, yatıyor; bazıları da ellerinde boş ya da sıcak su dolu
çaydanlıklarla bir aşağı bir yukarı gidip geliyorlardı. Taraş da onlardandı. Nehlüdof'un arkasından yetişti,
sevgiyle gülümseyerek:
— Hoş geldiniz, dedi.
Taras'ın güzel yüzünde, burnunun üzerinde, gözünün altında morluklar vardı.
— Ne oldu san? diye sordu Nehlüdof. Taraş gülümsedi.
— Bir şey yok.
Assubay, küçümser bir tavırla:
— Yiyorlar birbirlerini, dedi. Arkalarından gelen bir cezalı:
— Kadın yüzünden, diye ekledi, Fedka'ya tutulmuş biri kör kütük.
Nehlüdof:
— Pedosya nasıl? diye sordu.
— 433 —
Taraş:
— İyi, dedi, çay suyu götürüyorum ona. Aile hücresine girdi.
Nehlüdof başını uzatıp içeri baktı. Hücre tıklım tıklım doluydu. Kadınlı erkekli cezalılar ranzalarda, yerlerde
yatıyordu. İçersi kuruyan ıslak çamaşırlardan çıkan buharla doluydu. Kadınlar bağıra çağıra
konuşuyorlardı. Sonraki kapı bekârların hücresinin kapısıydı. Burası daha da kalabalıktı. Kapının hemen
dibinde bile, yarısı koridorda, aralarında bir şeyi paylaşmaya çalışan, üstleri başları ıslak sekiz on kişi
vardı. Assubay, çavuşun yemek parası dağıtttığını söyledi Nehlüdof'a. Assubayla yanında kibar konuğu
görünce sustular kapıdakiler, önlerinden geçen- . lere kötü kötü baktılar. Para alan cezalılar arasında
Nehlüdof, çekik kaşlı, beyaz yüzlü, gözleri şiş gibi duran, zavallı görünüşlü bir çocuğu yanından hiç
ayırmayan kürek cezası yemiş Fyo-dorof'la; sözde Sibirya taygalarında dolaşırken arkadaşını öldürüp
yemesiyle ün yapmış yüzü çiçek bozuğu, iğrenç, burunsuz aylağı gördü. Aylak, ıslak ceketini omuzuna
atmış, koridorda duruyor, kenara çekilmeden alaylı alaylı, küstahça Nehlüdof'un gözünün içine bakıyordu.
Nehlüdof yürüyüp geçti.
Gerçi bu görünüm hiç de yabancısı değildi Nehlüdof'un; üç aydan beri bu dört yüz ağır cezalıyı çeşitli
durumlarda görmüştü —yakıcı sıcakta da, zincire vurulmuş bacaklarının çıkardığı toz bulutu içinde de,
yolda verilen molalarda da, menzillerdeki açık ahlâksızlığa dalmış durumda da— ama aralarına her
girdiğinde, şimdi olduğu gibi, hepsinin, bakışlarını ona yönelttiğini hissettiğinde de, her zaman kendi
kendinden utanır, ıstırap duyar, bu insanlara karşı suçlu olduğu duygusuna kapılırdı. Onun için en acı olan
da, bu utanç duygusuyla, suçluluk duygusuna bir de dayanılmaz iğrenme duygusuyla korkunun
karışmasıydı. Bu insanların, içine sokuldukları durumda başka türlü olamayacaklarını biliyor, gene de
onlardan iğrenmemek gelmiyordu elinden.
Nehlüdof, siyasilerin kapısına yönelince bir ses duydu arkasında:
— Hanımevlâtlarına gelmiş, asalaklara.
Diriliş — F: 28— 434 —
Kısık bir ses cevap verdi:
— Birine bir şey olmuştur gene, karıncığı ağrımasın sakın. Arkasından kâba bir küfür geldi. Alaylı, nefret
dolu kahkahalar duyuldu.
X
Nehlüdofu getiren assubay, bekârların hücresini geçtikten sonra, yoklamadan önce gelip onu alacağını
söyleyerek geri döndü. Assubay gider gitmez, çıplak ayaklı bir cezalı, zincirlerini tutarak çabuk adımlarla
yaklaştı Nehlüdof'a, —ekşi ter kokuyordu— esrarlı bir fısıltıyla:
— Yardım edin bize
efendim, dedi.
Ufaklığın işi tamam. İçirdiler onu. Bu
sabah yoklamada
Karmanof'un yerine geçti. Yardım edin, yalnız yapamayız bu işi, öldürürler bizi.
Konuşurken telâşlı bakışlarını çevresinde dolaştırıyordu. Sözünü bitirir bitirmez ayrıldı Nehlüdof'un
yanından.
Olay şuydu: Kürek cezasına çarptırılmış Karmanof, yüzce kendisine çok benzeyen sürgün bir delikanlıyı
onunla yer değiştirmeye razı etmişti. Delikanlı onun yerine küreğe gidecek Karmanof da sürgün.
Nehlüdof'un haberi vardı bu olaydan. Aynı cezalı bir hafta önce açmıştı ona bu yer değiştirmeyi. Nehlüdof,
anladı, elinden geleni yapacak anlamına başını salladı, kimseye bakmadan yoluna devam etti.
Nehlüdof daha Yekaterinburg'dan tanıyordu bu cezalıyı. Karısının onunla beraber gelmesine izin verilmesi
için yardım istemişti Nehlüdof tan. Onun bu davranışı şaşırtmıştı Nehlüdofu. Orta boylu, otuz yaşlarında,
tam bir köylüydü. Adam soymaya ve öldürmeye teşebbüsten kürek cezasına çarptırılmıştı. Makar
Devkin'di adı. Çok tuhaftı suçu. Nehlüdof'a suçu kendisinin değil, içindeki şeytanın işlediğini anlatmıştı.
— Bir adam gelip, kırk verst ötedeki bir köye gitmek için babamın kızağını kiraladı, diye anlatıyordu.
Babam müşteriyi benim götürmemi söyledi. Atı kızağa koştum, giyindim, müşteriyle oturup çay içtim. Çay
içerken adam evlenmeye gittiğini, yanında beş yüz ruble olduğunu anlattı bana. Bunu duyunca avluya
çıktım, baltayı alıp kızağa, samanların altına sakladım. Baltayı
— 435 —
unutmuştum bile. Ancak, gideceğimiz köye yaklaştığımızda... altı yedi verst yolumuz kalmıştı. Şoseden
ayrılıp dağ yoluna saptım. İndim, kızağın arkasından yürümeye başladım. O ses durmadan fısıldıyordu
kulağıma: Daha ne düşünüyorsun? Dağa çık, şosede gelen geçen olur, orada ağaçtan başka canlı yok.
Bir sürü para var adamın cebinde. Bekleme artık, tamam. Samanları düzeltecekmişim gibi eğildim kızağın
üzerine, balta hemen geliverdi elime. Adam dönüp baktı o anda birden. Ne yapıyorsun? dedi. Baltayı
salladım, kafasını uçurmak için tabiî... ama çakı gibi adamdı, birden aşağı atladı, ellerimden yakaladı. Ne
yapıyorsun be hayvan?... dedi. Bir yumrukta karların içine yolladı beni. Kavgaya bile girişmedim onunla,
hemen teslim oldum. Kuşağıyla bağladı kollarımı kızağa attı, doğru karakola götürdü. İçeri tıktılar,
yargıladılar. Tanıdıklar iyi bir insan olduğumu, kötü bir şeyimin o zamana kadar görülmediğini söylediler
yargıca. Yanında çalıştığım karı koca da söyledi. Avukat tutmaya lüzum bile yoktu, onun için dört yıl
verdiler.
İşte bu Makar, hemşerisini kurtarmak için, hayatını bile bile tehlikeye atarak, cezalıların bir sırrını
Nehlüdof'a açmıştı. Yaptığından arkadaşlarının haberi olsa, onu, boğazım sıkarak öldüreceklerini
biliyordu.
XI
Siyasî suçluları, kapıları koridorun tahta bîr perdeyle ayrılmış bölümüne açılan iki küçük hücreye
koymuşlardı. Tahta perdeyi geçince Nehlüdof'un ilk gördüğü, elinde bir çam odunuyla, yeni tutuşan
sobanın önüne çömelmiş Simonson oldu. Ceket vardı üzerinde.
Nehlüdof'u görünce yerinden kalkmadan, kalın kaşlarının altından aşağıdan yukarı baktı ona. Nehlüdof'un
gözlerinin içine manalı manalı bakarak:
— Geldiğinize çok sevindim, dedi, konuşmalıyım sizinle.
— Ne var? diye sordu Nehlüdof.
— Sonra. Şimdi işim var.
Simonson sobayla ilgilenmeye başladı gene. Özel bir kuramına göre, ısı enerjisini en az kayba uğratarak
yakmaya çalışıyordu onu.- 436 Nehlüdof birinci kapıdan giriyordu ki, öteki kapıdan, süpürgenin üzerine yığdığı çöpü sobaya götüren
Maslova'nın çıktığını gördü. Beyaz bir bluz vardı üzerinde, eteğini alttan bağlamış, çorap giymişti. Toz
olmasın diye beyaz başörtüsünü kaşlarına kadar indirmişti. Nehlüdof'u görünce telâşlandı, yüzü kıpkırmızı
oldu, süpürgeyi aceleyle yere koyup, ellerini etekliğine sildi, geldi tam karşısında durdu.
Nehlüdof elini uzattı ona:
— Ortalığı mı temizliyorsunuz? diye sordu. Maslova gülümsedi.
— Evet. Eskiden de aynı şeyi yapardım. Öyle pisti ki her yan, anlatamam. Ne zamandan beri
temizliyoruz, ancak bu kadar oldu.
Simonson'a döndü.
— Battaniyeniz kurudu mu?
Simonson Maslova'ya, Nehlüdof'u şaşırtan tuhaf bir biçimde bakarak:
— Hemen hemen, dedi.
Maslova uzaktaki kapıya doğru yürürken:
— Şimdi gelip ahrım onu, önce kürkleri getireyim, dedi. Uzaklaşırken Nehlüdof'a birinci kapıyı göstererek
ekledi:
— Bizimkilerin hepsi burada.
Nehlüdof kapıyı açıp, yerde duran teneke bir gaz lâmbasının yarım yamalak aydınlattığı küçük hücreye
girdi. Soğuktu içersi, kalkmış toz, rutubet, tütün kokuyordu. Teneke gaz lâmbası yakımndakileri iyi
aydınlatıyordu, ama ranzalar karanlıktaydı, duvarlarda sallanan gölgeler dolaşıyordu.
Yiyecek, sıcak su almaya gitmiş iki erkekten başka herkes küçük hücredeydi. Nehlüdof'un eskiden tanıdığı
Vera Yefremov-na da buradaydı. Daha da zayıflamış, benzi solmuştu şimdi, iri gözlerinde bir ürkeklik vardı
gene, alnındaki damar gözüküyordu. Gri bir bluz giymişti, saçları kısaydı. Yere serdiği gazete kâğıdının
içine tütün koymuş, sigara sarıyordu.
Nehlüdof'un siyasi suçlu kadınlar arasında en çok hoşlandığı Emiliya Rantseva da buradaydı. Hücrenin iç
işlerine bakardı Emiliya Rantseva, en ağır koşullar altında bile bir kadın sıcaklığı, çekiciliği verirdi hücreye.
Bluzunun kolunu kıvırmış —gü— 437 —
neşte yanmış kolları çok güzeldi— çanakları, fincanları kuruluyor, kuruladıklarını yandaki yatağa serdiği
havlunun üzerine koyuyordu. Çirkin denebilecek, genç bir kadındı Rantseva. Yüzünün, gülümserken
neşeli, içten, çekici oluveren zeki, cana yakın bir ifadesi vardı. Şimdi Nehlüdof'u böyle bir gülümsemeyle
karşılayarak:
— Biz de sizi Rusya'ya geri döndünüz sanıyorduk, dedi. Mariya Pavlovna da buradaydı. Köşede,
karanlıkta oturuyor,
tatlı çocuk sesiyle bağırıp çağıran sarı saçlı kız çocuğuyla bir şeyler yapıyordu. Nehlüdof'u görünce:
— Ne iyi ettiniz geldiğinize, dedi. Katya'yı gördünüz mü? Kız çocuğunu göstererek ekledi:
— Bakın ne güzel bir konuğumuz var.
Anatoli Krıltssof de içerdeydi. İyice zayıflamış, sararıp solmuştu. İçi kürklü çizmeli bacaklarını altına alarak
en köşedeki yatağın üzerine iki büklüm oturmuş, ellerini yarım kürkünün kollarına sokmuş, zangır zangır
titriyor, parlayan gözleriyle Neh-lüdof'a bakıyordu. Nehlüdof ona doğru yürüdü, ama kapının hemen
sağında gülümseyen, güzel Grabets'le konuşarak torbasında bir şey arayan gözlüklü, deri ceketli, sarı
saçları kıvırcık bir adam oturuyordu. Adını herkesin duyduğu ünlü devrimci No-vodvorof'du bu. Nehlüdof
hemen selâm verdi ona. Nehlüdof, kafiledeki siyasi suçlular içinde bir tek bu adamdan hoşlanmadığı için
selâm vermekte acele etmişti ona. Novodvorof gözlüklerinin arkasından mavi gözlerini parlatarak baktı
Nehlüdof'a, yüzünü buruşturarak elini uzattı. Açık bir küçümsemeyle:
— Nasıl, yolculuğunuz iyi geçiyor mu? diye sordu. Nehlüdof, karşısındakinin
küçümser tavrını
farketmemiş,
bunu yakın ilgi sanmış gibi davranarak:
— Evet, dedi çok iyi geçiyor. Krıltsof'un yanma yürüdü.
Nehlüdof umursamaz davranıyordu Novodvorof'a karşı, ama gerçekte hiç de öyle değildi. Novodvorof'un
bu sözleri, gizlemediği nefreti, Nehlüdof'un içinde bulunduğu iyi ruhsal durumu bozuyordu. Canı sıkılıyor,
üzülüyordu.
Krıltsof'un soğuk, titreyen elini sıkarak:
— Nasılsınız? dedi.— 438 —
Krıltsof, elini aceleyle yarım kürkünün koluna sokarak:
— İyiyim, dedi, yalnız ısınamıyorum bir türlü, sırılsıklam üstüm başım. Burası da öyle soğuk ki.
Demir parmaklıkların dışındaki, iki camı kırılmış pencereyi gösterdi.
— Pencereler de kırık. Sizden ne haber? Nerelerdeydiniz bu zamana kadar?
— Bırakmadılar, komutanlar çok sertti. Neyse bugünkü biraz yumuşak çıktı.
— Ne de yumuşak ya! dedi Krıltsof. Bu sabah ne yaptığını Maşa'ya sorun.
Manya Pavlovna, yerinden kalkmadan, o sabahki kız çocuğu olayını anlattı.
Vera Yefremovna kararlı bir sesle —ama kararsız, ürkek bakışlarını hücredekilerin yüzünde dolaştırarak:
— Bence topluca dilekçe vermeliyiz, dedi. Vladimir söyle- • di, ama yetmez bu.
Kırıltsof yüzünü ekşiterek:
— Dilekçe mi? dedi.
Vera Yefremovna'nın tavırlarındaki yapmacıktan, sinirli davranışlarından çoktan beri hoşlanmadığı belliydi.
Nehlüdof'a döndü hemen.
— Katya'yı mı arıyorsunuz? Durup dinlenmeden çalışıyor, ortalığı temizliyor. Önce burayı, erkek
hücresini temizledi, şimdi kadınlarınkini temizliyor. Yalnız pireleri temizlemek gelmiyor elinden. Onlar da
rahat rahat yiyorlar bizi.Başıyla Mariya Pavlov-na'nın olduğu köşeyi göstererek:
— Maşa ne yapıyor orada? diye sordu. Rantseva:
— Evlâtlığının saçlarını tarıyor, dedi. Kırıltsof gülümsedi.
— Biti pireyi bizim üzerimize salmasın da. Mariya Pavlovna:
— Yo. dedi, dikkatli oluyorum. Temizlendi artık zaten. (Rantseva'ya döndü) Alın onu, gidip Katya'ya
yardım edeceğim ben. Battaniye de götüreyim ona.
Rantseva çocuğu aldı; çıplak, tombul kollarını bir anne şef— 439 —
katiyle sıkarak yanına oturttu onu, bir parça şeker verdi eline. Mariya Pavlovna çıktı, biraz sonra sıcak
suyla, yiyecekle iki erkek girdi içeri.
XII
Girenlerden biri orta boylu, zayıfça bir gençti. Kalındı kürkü, çizmeleri uzundu. Sıcak su dolu, buhar çıkan
iki çaydanlık tutuyordu elinde, koltuğunun altında beze sarılı ekmek vardı. Çaydanlığı fincanların yanına
koyup, ekmekleri Maslova'ya verirken:
— Bizim Prens gelmiş demek en sonunda, dedi.
Yarım kürkünü çıkarıp, başının üzerinden ranzanın kenarına atarken devam etti:
— Çok güzel şeyler aldık. Markel sütle yumurta aldı, balo var sanki bu akşam. Rantseva'ya bakıp
gülümsedi:
— Kirilovna da her şeyi gıcır gıcır yapmış. Hadi koy çayı. Bu gencin hareketlerinden, ses tonundan
bakışma kadar her
şeyinde bir canlılık, neşe vardı. Gene orta boylu olan ötekîsiyse tersine, asık yüzlü, bakışlarından hüzün
okunan bir adamdı. Renksiz, kuru yüzünde elmacık kemikleri hemen dikkati çekiyordu. Güzel, yeşil gözleri
iri iri, dudakları inceydi. Eski, pamuklu kumaştan bir palto vardı üzerinde, çizmeleri lâstikti. İki çömlekle bir
sepet vardı kucağında. Getirdiklerini Rantseva'nın önüne koyduktan sonra başını hafifçe eğerek selâm
verdi Nehlüdof'a. Öyle ki, selâm verirken gözlerini ayırmamıştı ondan. Sonra terli elini isteksiz isteksiz
uzattı ona, sepettekileri çıkarmaya başladı. Bu iki siyasi suçlu da halktandı: Birincisi köylü Nabatof, ikincisi
fabrika işçisi Markel Kondratyef'di. Markel otuz beş yaşında genç bir adamken katılmıştı devrimciler
arasına; Naba-tof'sa on sekiz yaşında. Köy okulunu bitirdikten sonra, üstün başarı gösterdiği için liseye
alınmıştı Nabatof. Derslerinden başka bir şeyle ilgilenmediği için orayı da altın madalya alarak bitirmiş,
ama —daha yedinci sınıfta, unutulmuş kardeşlerini aydınlığa kavuşturmak için, arasından çıktığı halkın
arasına dönmeye karar verdiğinden— üniversiteye girmemiş, büyük bir köye kâtip olmuş. Ama köylülere
kitap okudu, aralarında alış-veriş için küçük ortaklıklar kurdurdu gerekçesiyle kısa bir zaman sonra
tutuklanmış. Bu birinci tutuklanışında sekiz ay yatmış ceza-— 440 —
evinde; davranışları gizliden izlenilmek üzere serbest bırakılmış. Cezaevinden çıkar çıkmaz başka bir il'e
gitmiş, bir köye öğretmen olmuş, aynı şeyi orada da yapmış. Gene yakalamışlar onu, bu kez bir yıl iki ay
tutmuşlar içerde. Cezaevinde daha da güçlenmiş inançları.
Cezaevine ikinci girişinden sonra Permi iline sürmüşler onu, Kaçmış oradan. Gene yakalanmış, yedi ay
cezaevinde yatırdıktan sonra Arhangelsk iline sürmüşler. Orada bu kez yeni Çar'a bağlılık yemini etmediği
için Yakut bölgesine sürgün edilmiş. Öyle ki, kendini bildi bileli ömrünün yarısı cezaevlerinde geçmiş.
Bütün bunlar onu hiç öfkelendirmediği gibi, canlılığını da azaltmıyor, tersine, daha da neşeli ediyordu.
Sindirim sistemi çok iyi çalışan, daima neşeli, çalışkan, hareketli bir insandı. Hiç bir zaman pişmanlık
duymaz, gelecek üzerine kafa yormaz, aklının bütün gücünü, becerikliliğini, iş bilirliğini, günün koşullarına
göre kullanırdı. Dışardayken, kendine amaç olarak seçtiği şey için —işçi, özellikle köylü sınıfının aydınlığa
kavuşması, örgütlenmesi için— çalışıyor; içerdeyken de gene aynı heyecanla, aynı beceriklilikle dış
dünyayla ilişki kurmak için, günün koşulları altında, yalnız kendisinin değil, bütün arkadaşlarının en iyi
biçimde yaşamaları için elinden geleni yapıyordu. Her şeyden önce bir toplum insaniydi. Kendisi için hiç bir
şey istemez, en küçük bir şeyle yetinir, ama arkadaşları için çok şey ister, her çeşit işi —beden işini de,
fikir işini de— durmadan dinlenmeden, yemeden, uyumadan yapabilirdi. Bir köylü olduğu için çalışkan,
açıkgöz, becerikli, davranışlarında ölçülü, kendini zorlamadan kibar, başkalarının yalnızca duygularına
değil, düşüncelerine karşı da saygılıydı. Okuma yazması olmayan, dinine bağlı, dul, yaşlı annesi sağdı;
Nabatof yardım ederdi ona; cezaevinde olmadığı zamanlar da sık sık gider görürdü onu. Nabatof eve
geldiğinde annesinin yaşayışının içine girer, işlerinde yardımcı olur, eski arkadaşlarıyla, köyün
delikanlılarıyla ilişkisini kezmezdi. Gizli gizli tütün içerdi onlarla, yumruk yumruğa dövüşürdü; nasıl
aldatıldıklarını, aldatılmaktan kurtulmak için ne yapmaları gerektiğini anlatırdı onlara. Devrimin halka
getirecekleri üzerine düşünmeye, konuşmaya başlayınca, içinden çıktığı halkı hep olduğu gibi —yalnız
toprağa kavuşmuş, memurlardan, beylerden kurtulmuş
— 441 —
olarak— getirirdi gözünün önüne. Onun düşüncesine göre, halkın yaşayışını temelinden değiştirmemeliydi
—bu konuda Novodvo-rof'la, onun öğrencisi Markel Kondratyef'le ayrılıyordu görüşleri;— devrimin bütün
yapıyı yıkmaması gerektiğini düşünüyordu o; bu, çok sevdiği, sağlam, yüce yapının iç kuruluşunda
birtakım değişiklikler yapmalıydı yalnızca.
Din konusunda da tam bir köylüydü: Fizik ötesi sorunları, her şeyin başlangıcı, ölümden sonra ne olacağı
üzerine hiç düşünmezdi. Tanrı —Arago için olduğu gibi— onun için de, incele-leyi aklının ucundan
geçirmediği bir varsayımdı. Dünyanın na-nasıİ kurulduğunu, Moisey'in dediklerinin mi yoksa Darvin'in
dediklerinin mi doğru olduğunu umursadığı yoktu. Arkadaşlarının öylesine önemsedikleri Darvinizm de, altı
günde yaratılma kuramı gibi bir düşünce oyuncağıydı onun için.
Dünyanın nasıl kurulduğu sorunuyla ilgilenmemesinin sebebi, dünyada daha iyi nasıl yaşanılabileceği
sorununun bir an ak-rından ona da kalmıştı, ruhunun derinliklerinde taşıyordu onu; la uğraşan insanların
hepsinde ortak olan o kesin inanç, atalarından ona dal kalmıştı, ruhunun derinliklerinde taşıyordu onu;
Dünyada canlılardan, bitkilerden hiç birinin yok olmadığına, devamlı olarak bir biçimden başka biçime
girdiklerine inanıyordu. Gübre, buğday, buğday tavuk oluyordu; larva kurbağaya, tırtıl kelebeğe, fidan
ağaca dönüşüyordu. Öyleyse insan da yok olmayacak, biçim değiştirecekti yalnızca. Buna inanıyor, bu
yüzden ölümden hiç mi hiç korkmuyor, ölümün getireceği ıstırapları önemsemiyor, ama bu konuda
konuşmayı da sevmiyor, becere-miyordu. Çalışmaktı onun sevdiği, insanı başarıya götürecek işlerle
uğraşırdı daima, arkadaşlarını da bu çeşit işlerde çalışmaya zorlardı.
Kafiledeki, halktan öteki siyasi suçlu Markel Kondratyef, yaradılış bakımından çok değişikti Nabatof'tan.
On beş yaşında işe girmiş, aşağılık duygusunu yenmek için sigaraya, içkiye başlamıştı. Bu aşağılık
duygusunu ilk kez, çocukken bir yil başında duymuştu: Fabrikatörün karısının hazırladığı çam ağacının
yanına götürmüşlerdi onları; ona da, öteki işçi çocuklarına da bir rublelik birer düdük, elma, fındık, çilek
vermişlerdi; fabrikatörün çocuklarınaysa, o zaman ona büyülü gibi görünen, —elli rubleden442 —
— 443 —
pahalı olduklarını sonra öğrendiği— oyuncaklar armağan etmişlerdi. Fabrikaya tanınmış bir kadın devrimci
işçi olarak girdiğinde yirmi yaşındaydı Kondratyef. Kadın, onun kafası çalışan bir genç olduğunu anlamış,
ona kitaplar, bildiriler veriyor, onunla uzun uzun konuşuyor, toplumun içinde bulunduğu durumu, bu
durumun sebeplerini, düzeltilmesi için gerekli olan şeyleri anlatıyordu ona. İçinde bulunduğu kötü
durumdan kendisinin de başkalarının da kurtulmak olanağının bulunduğunu öğrenip, bu haince haksızlığı
getirenlerin, yürütenlerin cezalandırılmaları için de önüne geçilmez bir istek doldurdu benliğini. Bu olanağı
kişi-oğluna bilimin sağladığını söylemişlerdi ona; o da büyük bir hırsla bilime vermişti kendini. Bilimin
sosyalist ülküyü nasıl gerçekleştireceğini bilmiyordu, ama içinde bulunduğu durumun haksızlıklarını ona
gösterdiğine göre, aynı bilimin bu haksızlıkları düzelteceğine de inanıyordu. Sonra kendi gözünde öteki
insanlardan daha bir yükseğe çıkarmıştı onu bilim. Bu nedenle sigarayı, içkiyi bırakmış, fabrika deposuna
yazıcı olarak alındıktan sonra çoğalan boş zamanının hepsini okumaya vermişti. Devrimci kadın gerekli
bilgileri veriyordu ona, her şeyi öğrenmekte gösterdiği üstün kavrama yeteneğine, hırsına şaşıyordu. İki yıl
cebir, geometri, tarih çalıştı —öellikle tarihi çok seviyordu;— edebiyat kitaplarını, eleştiri yazılarını, sosyal
yayınları okudu.
Devrimci kadını cezaevine attılar, Kondratyef'i de, odasında yasak kitaplar bulunduğu için tutuklayıp, bir
süre cezaevinde tuttuktan sonra Vologorsk iline sürgün ettiler. Orada Novodvo-rof'la tanıştı, devrimci bir
sürü kitap daha okudu, eski bilgilerini tazeledi, sosyalist görüşleri daha da güçlendi. Sürgünden döndükten
sonra, çalıştığı fabrikanın yıkılması, müdürünün öldürülmesiyle sonuçlanan bir işçi ayaklanmasına önderlik
etti. Cezaevine attılar onu, yurttaşlık haklarından yoksun edilerek sürgün cezasına çarptırıldı.
Ekonomik düzene olduğu gibi, dine karşı da olumsuzdu tutumu. Yetiştirildiği dinin anlamsızlığını
gördükten, kendini ondan büyük çaba harcayarak, —önceleri korkuyla, sonra heyecanla, coşkunlukla—
kurtardıktan sonra; onun da, atalarının da böylesine aldatılmalarının öcünü almak istiyormuşcasına,
papazlarla, dînle alay etmeye başlamıştı.
l
Kendi için çok şey istemez, en küçük bir şeyle yetinirdi. Çalışmaya çocukluktan başlamış herkes gibi
adaleli, sağlam bünyeli bir insandı; en ağır işte rahatlıkla uzun süre çalışabilir; okumaya devam edebilmesi
için cezaevlerinde, menzillerde boş zamanı olsun çok isterdi. Şimdi Marks'ın birinci cildini okuyor, kitabı,
büyük değeri olan bir şey gibi özenle saklıyordu torbasında. Arkadaşlarına karşı pek bir soğuktu. Yalnız
Novodvorof'a yakınlık gösteriyordu; yürekten bağlıydı ona, her konudaki düşüncesini tartışma götürmez
gerçek sayıyordu.
Önemli işlerde ayak bağı olarak gördüğü kadınlara karşı sonsuz bir küçümseme duyardı. Ama Maslova'ya
acırdı; alt tabanın üst tabakaca ezilmesinin bir örneği olarak gördüğü için iyi davranırdı ona karşı. Bu
yüzden Nehlüdof'u sevmez, onunla pek konuşmazdı. Nehlüdof ona selâm verdiği zaman yalnızca elini
uzatırdı, kendi Nehlüdof'un elini sıkmaz, Nehlüdof'un, onun elini sıkmasını beklerdi.
XIII
Soba tutuşmuş, çay demlenmiş, bardaklara, fincanlara konmuş, üzerine süt eklenmiş; taze ekmekler,
haşlanmış yumurtalar, yağ, dana başı, ayağı çıkarılmıştı. Herkes masa diye kullanılan ranzanın başına
toplanmış, yiyor, içiyor, konuşuyordu. Rant-seva bir sandığın üzerinde oturuyor, bardağı boşalana çay
koyuyordu. Islak yarım kürkünü çıkarıp kuru battaniyesine sarınmış, yatağına uzanmış, Nehlüdof'la
konuşan Krıltsof'dan başka herkes Rantseva'nın çevresindeydi.
Yolculuk sırasındaki soğuktan, yağmurdan, çamurdan, burada karşılaştıkları pislikten, düzensizlikten,
ortalığa bir çeki-düzen vermek için yorucu çalışmadan sonra karınları doyunca, sıcak çay içinde hepsi de
neşelenmişti şimdi.
Duvarın arkasından duyulan öteki suçluların gürültü patırtısı, bağırıp çağırmaları, küfürleri, nasıl bir
ortamda olduklarını onlara hatırlatıyormuş gibi daha bir huzur veriyordu onlara. Denizin ortasındaki
küçücük bir adadaymış gibi, bu insanlar, onları kuşatan ıstıraplardan, hor görülmeden bir an uzak
hissetmişlerdi kendilerini, neşelenmiş, heyecanlanmışlardı. İçinde bulundukları durumdan, onları nelerin
beklediğinden başka her şeyden— 444 —
sözediyorlardı. Ayrıca, zoraki bir araya getirilmiş kadınlı erkekli gençler arasında her zaman görüldüğü
gibi, onlar arasında da bilinen, bilinmeyen gönül bağları doğmuştu. Hemen hemen hepsi birbirine
tutkundu. Novodvorof, hep gülümseyen, güzel Gra-bets'e âşıktı. Grabets pek az düşünen, genç bir
üniversite öğrencisiydi; devrime karşı da ilgisizdi... Ama zamanın etkisine kapılmış, ne yapıp yapıp sürgün
cezasına çarptırtmıştı kendini. Onca en önemli olan, erkekler konusundaki başarılarıydı; sorgularda da,
cezaevinde de, sürgünde de bundan başka bir düşündüğü olmamıştı. Şimdi de Novodvorof'un kendisiyle
ilgilenmesiyle avunuyordu; o da Novodvorof a âşıktı. Her önüne gelene tutulan, ama nedense sevilmeyen
Vera Yefremovna kâh Nabatofa, kâh Novodvorof'a âşık oluyordu. Kriltsof da Mariya Pavlovna'ya karşı
aşka benzeyen bir duygu besliyordu. Erkeklerin kadınlara karşı duydukları sevginin aynıydı bu, ama onun
aşk üzerine düşüncelerini bildiği için bu duygusunu dostluk, minnettarlık —Mariya Pavlovna çok yakın ilgi
gösteriyordu ona, hizmetini yapıyordu— perdesi arkasında ustalıkla gizli tutuyordu. Nabatof'ia Ront-seva
çok seviyorlardı birbirlerini. Mariya Pavlavna'nın sağduyulu bir kız olduğu kadar, Rantseva da sağduyulu,
kocasına bütün varlığıyla bağlanan bir kadındı.
On altı yaşında, daha lisedeyken, Petersburg üniversitesinde öğrenci Rantsef'e tutulmuş, on dokuz
yaşında, Rantsef daha üniversitedeyken evlenmişti onunla. Kocası, dördüncü sınıfta üniversite olaylarına
katılmış, Petersburg'dan sürülmüş, devrimci olmuş. O da tıp fakültesinden ayrılmış, kocasının peşinden
gitmiş, devrimci olmuştu. Kocasını dünyadaki bütün erkeklerin en iyisi, en akıllısı bilmeseydi sevmezdi
onu, sevmeyince de ev-lenmezdi onunla. Dünyanın en iyi, en akıllı erkeğini sevip, onunla evlendikten
sonra hayatı, hayatın amacını en iyi, en akıllı erkeğin anladığı gibi anlamaya, görmeye başladı. Kocası
önceleri hayatı okuyup öğrenmek olarak bilirdi, o da bu görüşü benimsemişti. Kocası devrimci olunca o da
oldu. Bu düzenin sürüp gidemeyeceği, her insanın bu düzene karşı savaş açması; kişinin özgürce
gelişebileceği politik, ekonomik ortamın sağlanması için elinden geleni yapması gerektiği üzerine oldukça
inandırıcı konuşuyordu. Gerçekten böyle düşündüğünü, hissettiğini sanıyor— 445 —
du da, oysa aslında kocasının düşünceleriydi bunlar. İstediği tek şey de kocasıyla arasında hiç bir görüş
ayrılığının olmamasıydı.
Kocasından, annesinin yanına bıraktığı oğlundan uzakta olmak çok ağır bir şeydi onun için. Ama bu
ayrılığa ruhsal çöküntüye uğramadan, soğukkanlılıkla katlanıyordu: Bunu kocası için, —kocası da ona
hizmet ettiğine göre— doğruluğundan kuşku edilemeyecek bir dâva uğruna yaptığını biliyordu çünkü. Her
an kocası vardı aklında, eskiden olduğu gibi şimdi de kocasından başka hiç kimseyi sevemezdi.
Gelgelelim, Nabatof'un yürekten, temiz aşkı duygulandırıyor, heyecanlandırıyordu onu. Kocasının
arkadaşı olan dürüst, kişilik sahibi Nabatof, kızkardeşiymiş gibi davranıyordu ona karşı; ama
davranışlarında kardeş duygusundan öte bir şey vardı sanki, bu şey ikisini de ürkütüyor, aynı zamanda
güç yaşayışlarına bir tad veriyordu.
Öyle ki, bu grupta aşk duygusundan tamamen uzak olan, Mariya Pavlovna'yla Kondratyef'ti yalnız.
XIV
Nehlüdof, her zaman olduğu gibi Katyuşa'yla, çaydan sonra yalnız görüşmek niyetindeydi. Kriltsof'un
yanına oturmuş, onunla konuşuyordu. Söz arasında Makar'ın ona baş vurmasını, işlediği suçun öyküsünü
anlatıyordu ona, Kriltsof, parlayan bakışını Mehlüdof'un yüzüne doğrultmuş, büyük bir dikkatle dinliyordu.
Birden:
— Evet, dedi. Sık sık düşünürüm aynı şeyi. Kimlerle beraber gidiyoruz Sibirya'ya? Mutlulukları için
buralara sürüldüğümüz insanlarla. Oysa hiç tanımıyoruz onları, tanımak da istemiyoruz. Üstelik nefret
ediyorlar bizden, düşman sayıyorlar. Asıl korkunç olan bu işte.
Nehlüdof'la Krıltsof'un konuşmasına kulak kabartan Novodvorof, çatlak sesiyle:
— Korkunç olan
bir şey yok burada, dedi. Halk iktidara saygı duyar daima. Bugün hükümettir
iktidarda olan, ona saygı duyuyor, bizden nefret ediyor; yarın biz olacağız iktidarda, o zaman bizi
sayacaklar...
Tam o sırada duvarın öte yanında bir gürültü oldu; küfürler, zincir sesleri, bağırıp çağırmalar duyuldu,
duvarı yumrukluyor-446 —
— 447 —
lardı. Birini dövüyorlardı, biri, Nöbetçi! diye bağırıyordu. Novodvorof sakin:
— Baksanıza hayvandan farkları var mı? dedi. Onlarla bizim aramızda bir yakınlaşma söz konusu olabilir
mi?
Krıltsof sinirli:
— Hayvan, diyorsun ama, dedi, Nehlüdof şimdi bir olay anlattı.
Makar'ın, hemşerisini kurtarmak için hayatını nasıl tehlikeye attığını anlattı ona.
— Bu hayvanlık değil, soylu bir davranıştır, diye ekledi. Novodvorof alaylı:
— Duygululuk! dedi. Bu insanların ruhlarında olup bitenleri, davranışlarını anlayamayız biz. Sen soyluluk
görüyorsun bu davranışta, oysa belki de kıskanmıştır o kürek cezalısını.
Birden Mariya Pavlovna karıştı söze, öfkeli:
— Başkalarında iyi bir yan göremezsin sen zaten, dedi. (Herkesle senli benliydi.)
— Olmayan bir şeyi nasıl göreyim?
— Hayatını bile bile korkunç bir tehlikeye atıyor adam, nasıl olmaz bunda iyi bir yan?
Novodvorof:
— Bence, dedi, başarıya ulaşmak istiyorsak, bunun için ilk koşul (Kondratyef, lâmbanın yanında okuduğu
kitabı bir kenara koydu, dikkatle dinlemeye başladı öğretmenini) olayları, gözümüzde büyütmeden,
olduğu gibi görmektir. Her şeyi halk içirt yapmak, ondan hiç bir şey beklememek. Halk, çalışmamızın
ereğidir bizim, ama bugünkü durgunluk içinde bulunduğu sürece, yardımcı olamaz bize. Bu nedenle,
halkı hazırladığımız gelişme gerçekleşinceye kadar ondan yardım beklemek kendimizi hayale kaptırmak
olur.
Söylev veriyormuş gibi konuşuyordu. Krıltsof, yüzü kızararak:
— Ne gelişmesi? dedi. Keyfî yönetime, yönetimde baskıya karşı olduğumuzu söylüyoruz, bu da bir çeşit
baskı değil midir?
Novodvorof sakin, cevap verdi:
— Değildir. Halkın hangi yoldan yürümesi gerektiğini bildiğimi söylüyorum ben, gösterebilirim de bu yolu.
— Peki ama gösterdiğin yolun doğru olduğunu nereden biliyorsun? Engizisyonu, büyük devrimin
cinayetlerini doğuran bas-kı da bu değil midir? Onlar da biliyorlardı doğru olan tek yolu.
— Onlar yanıldılarsa, bizim de yanıldığımızı göstermez bu. hem onların saçmalarıyla ekonomi biliminin
delilleri arasında büyük ayrılık vardır.
Novodvorof un sesi hücreyi dolduruyordu. Yalnız o konuşu-yor, ötekiler dinliyordu. Bir an ara verince
Mariya Pavlovna:
— Durmadan tartışırlar, dedi. Nehlüdof sordu ona:
— Siz ne düşünüyorsunuz bu konuda?
— Bence Anatoli haklıdır, halkı bizim gibi düşünmeye zor-fayamayız.
Nehlüdof, Maslova'ya döndü, gülümseyerek:
— Ya siz, Katyuşa? dedi.
Onun cevabını beklerken, uygunsuz bir şey söyleyeceği korkusuyla titredi içi.
Maslova, kulaklarına kadar kızararak:
— Bence ezilmiştir basit halk, dedi, hem de çok. Nabahof:
— Doğru Mihaylovna, çok doğru, diye haykırdı. Adamakıllı ezildi şimdiye kadar. Artık ezilmemeli. Biz de
bunun için çalışı yoruz zaten.
Novodvorof:
— Devrimin amacı üzerine tuhaf bir düşünce, dedi. Canı sıkkın, sigara içmeye başladı.
Krıltsof:
— Onunla konuşamıyorum, diye fısıldadı. Nehlüdof:
— Konuşmamak çok daha iyi, dedi.
XV
Novodvorof bütün devrimcilerce sayıldığı, çok bilgili, çok zeki olarak bilindiği halde, Nehlüdof, ahlâk
yönünden ortanın altında, ondan aşağı devrmicilerden sayardı onu. Bu adamın akıl gücü —bölüneni—çok
büyüktü; ama kendi üzerine düşüncesi de —böleni— bölüneninden kat kat büyüktü, akıl gücünü çoktan
— 448 —
gerilerde bırakmıştı.
Ruhsal yönden Simonson'un tam tersi bir insandı. Simon-son, davranışları düşünceden doğan, düşünce
sınırlarını aşmayan insanlardandı, —çoğunlukla erkekler arasında görülür böy-leleri.— Novodvorof ise
—daha çok kadınlarda görüldüğü gibi— düşünce eylemi bir ölçüde, duygunun koyduğu amaca, bir ölçüde
de gene duygunun sebep olduğu davranışları haklı göstermeye yönelmiş insanlardandı.
Novodvorof'un devrim çalışması —onu son derece inandırıcı delillerle, çok güzel açıkladığı halde—
Nehlüdof'a bir kendini göstermek, önder olmak çabası olarak görünüyordu. Başlangıçta, başkalarının
düşüncelerini kavramakta, onları oldukları gibi aktarmakta yetenekli olduğu için öğrenimi süresince, bu
yeteneğe büyük değer verildiği çevrede (lisede, üniversitede) önderdi daima, seviyordu önderliği. Ama
diplomasını alıp da okuldan ayrılınca bu önderliği de sona ermişti —Novodvorof'tan hoşlanmayan Krıltsof
böyle anlatmıştı Nehlüdof'a;— yeni çevresinde de önder olabilmek için bu kez tüm düşüncelerini
değiştirmiş, ılımlı ilericilikten aşın ilericiliğe geçmişti. Yaradılışında kuşku, kararsızlık uyandıran ruhsal,
estetik niteliklerden bulunmadığı için kısa bir zaman sonra devrim çevresinde de istediği önderliği elde
etmişti. Kendine bir yol seçtikten sonra bu konuda hiç bir şeyden kuşku etmezdi artık, kararsızlığa
düşmezdi; bu yüzden de hiç bir zaman yanılmadığına inanırdı. Her şey son derece basit, açık seçik,
kesindi onun için. Görüşlerinin darlığı, tek yanlılığı nedeniyle gerçek, sade, açık seçik görünüyordu ona;
gerçeğin akla yatkın olması gerektiği inanandaydı. Kendine güveni öylesine büyüktü ki, bu güven ya
uzaklaştırıyor-du insanları kendinden, ya da buyruğu altına alıyordu. Çalışmaları, onun kendine bu sınırsız
güvenini derin düşünce, sağduyu sanan çok genç insanlar arasında olduğu için, çoğunluk boyun eğiyordu
ona; devrimciler arasında önemli bir yeri vardı. Çalışmaları, gençleri baş kaldırmaya hazırlamak yönünde
oluyordu. Sonra yönetimi eline alacak, insanları çevresinde toplayacaktı. Onun yaptığı program
uygulanacaktı. Bu programın her çeşit sorunu ortadan kaldıracağına, onun uygulanmasının zorunlu
olduğuna inanıyordu.
— 449 —
Arkadaşları gözüpekliği, kararlılığı yüzünden saygı duyuyorlardı ona, ama sevmiyorlardı onu. O da hiç
kimseyi sevmiyor, yetenekleriyle dikkati çekenleri kendine rakip görüyordu. Elinden gelse, yaşlı erkek
maymunların genç maymunlara yaptığını yapardı onlara. Kendi yeteneklerini göstermesine engel
olmasınlar diye hepsinin yeteneklerini, akıllarını alırdı ellerinden. Onun önünde eğilen insanlara karşı iyi
davranıyordu yalnızca. Şimdi de etkisi altına aldığı işçi Kondratyef'e, Vera Yefremovna'ya, bir de güzel
Grabets'e karşı iyi davranıyordu. Vera Yefremovna'yla Grabets âşıktılar ona. Gerçi kadın sorunu
yanındaydı görünüşte, ama ruhunun derinliklerinde, bütün kadınları akılsız, değersiz yaratıklar sayardı.
Yalnız, duygu yönü ağır basan —şimdi Grabets'e olduğu gibi— bir sevgiyle sık sık bağlandığı kadınları,
yüksek yeteneklerini yalnız kendisinin görebileceği olağanüstü kadınlar olarak görürdü. Kadın erkek
arasındaki ilişkileri, bütün öteki sorunlar gibi son derece basit, açık seçik, serbest sevginin tamamen
çözümlenmiş bir yanı sayardı. Bîri yasa dışı, biri resmî nikâhlı iki karısı olmuş; nikâhlı karısından,
aralarında gerçek aşk olmadığını anlayınca ayrılmış; şimdi Grabets'le serbest bir evlilik kurmayı
düşünüyordu.
Nehlüdof'u, Maslova'yla —onun dediği gibi— fingirdeşti-ği; en önemlisi de, düzenin aksaklıkları, bu
aksaklıkların düzeltilmesi üzerine noktası noktasına onun —Novodvorof'un— düşünmediği —bîr prens
gibi, yani aptalca düşündüğü—için küçük görüyordu. Nehlüdof, Novodvorof'un ona karşı olan bu tutumunu
biliyor, yolculuk sırasındaki iyi ruhsal durumuna rağmen, onun da ona aynı biçimde karşılık vereceğinden
korkuyor, bu adama duyduğu aşırı soğukluğu bir türlü yenemiyordu.
XVI
Bitişikteki odada emirler duyuldu. Ses kesildi, sonra yanında iki erle, çavuş girdi içeri. Yoklama
yapacaklardı. Çavuş, herkese parmağıyla dokunarak bir bir sayıyordu hücredekileri. Sıra Nehlüdof'a
gelince yılışık bir gülümsemeyle:
— Yoklamadan sonra kalamazsınız artık burada, dedi. Çıkmalısınız. Bunun ne anlama geldiğini bilen
Nehlüdof yaklaştı çaDiriliş — F: 29— 450 —
— 451
vuşa, önceden hazırladığı üç rubleyi eline sıkıştırdı.
— Ne yaparsınız! Oturun biraz daha bari.
Çavuş dönüp çıkıyordu ki, arkasında seyrek sakallı, gözü şişmiş, uzun boylu, zayıf bir cezalıyla, başka bir
assubay girdi içeri. Cezalı:
— Kızımı almaya geldim, dedi.
Birden bir çocuk sesi çınlattı hücrenin içini:
— Babam geldi!
Kız çocuğunun sarı saçlı başı, Rantseva'nın verdiği etekten ona yeni bir entari diken Rantseva'nın, Marya
Pavlovna'nın, Kat-yuşa'nın arasından uzandı.
Buzovkin şefkatle:
— Benim, kızım, ben, dedi.
Mariya Pavlovna, Buzovkin'in şiş yüzüne acıyarak baktı.
— Burada rahattı, dedi. İzin verin yanımızda kalsın. Kız çocuğu, entarisini babasına göstererek:
— Bayanlar bana yeni lopat (') dikiyorlar, dedi. Çok güzel oluyor.
Rantseva, kızın başını okşayarak:
— Bizim yanımızda uyumak istiyor musunuz? diye sordu.
— İstiyorum. Babamı da istiyorum ama.
Rantseva sevgiyle gülümsedi.
— Baban olmaz, dedi. Kızın babasına döndü:
— Bırakın onu bize. Çavuş kapıdan:
— Hadi bırakın, diye mırıldandı.
Assubayla çavuş koridora çıktılar. Erler de çıkar çıkmaz Na-batof, Buzovkin'in yanma sokuldu, elini
omuzuna koyarak:
— Karmanof'un yer değiştirmek istediği doğru mu? dedi. Buzovkin'in içtenlikle kaplı yüzü birden değişti,
bulutlandı,
gözlerine bir gölge indi sanki.
— Bilmiyorum, duymadım, dedi. Öyle bir şey mi var? Gözlerinde gene o gölge:
— Peki Aksütfa, diye ekledi, bayanların yanında keyfine bak.
(') Lopat: Sibîryaca entari. (L. N. Tolstoy'un notu.)
Aceleyle çıkıp gitti. Nabatof:
— Bilmesine biliyordur, ama söylemez, dedi. Yer değiştiler anlaşılan. Ne yapacaksınız şimdi?
Nehlüdof:
— Kentte komutanlığa bildireceğim durumu. İkisini de tanıyorum.
Besbelli gene tartışmanın başlamasından çekindikleri için, hepsi susuyordu. Deminden beri ellerini başının
altına almış, söze karışmadan köşedeki yatağında sırtüstü yatan Simonson kararlı, doğruldu yerinden,
oturanları dikkatle gözden geçirdikten sonra Nehlüdof'a yaklaştı.
— Şimdi dinleyebilir misiniz beni? Nehlüdof:
— Elbette, dedi.
Simonson'un arkasından çıkmak için ayağa kalktı, O anda Nehlüdof'la gözgöze gelen Katyuşa kızardı,
şaşırmış gibi başını salladı. Koridora çıktıklarında Simonson:
— Sizinle bir şey görüşmek istiyorum, diye başladı. Öteki cezalıların bağırıp çağırmaları, gürültüleri
daha çok
duyuluyordu koridorda. Nehlüdof yüzünü buruşturdu, ama Simonson'un bunu umursamadığı belliydi.
İçtenlik okunan gözleriyle Nehlüdof'un yüzüne dikkatli dikkatli bakarak devam etti:
— Katerina Mihayiovna'yla aranızdaki ilişkiyi bildiğimden, kendimi... O sırada kapıda iki kişi bağıra
bağıra bîr şeyin tartışmasını yapmaya başladıkları için susmak zorunda kalmıştı.
Adamlardan biri:
— Anlamıyor musun gâvur suratlı herif, benimki değil! diye bağırıyordu.
Kısık bir ses cevap veriyordu ona:
— Allah belânı versin, şeytan tohumu! Tam o anda Mariya Pavlovna çıktı koridora.
— Burada konuşulmaz, dedi. Bizim odaya gelin, Vera'dan başka kimse yok orada. Önden yürüdü,
besbelli tek kişilik bir hücre olan, şimdi siyasi suçlu kadınlara ayrılmış küçük odaya girdi. Vera
Yefremovna, yüzükoyun uzanmıştı bir yatağa. Mariya Pavlovna:
— 452 —
— 453 —
— Migreni tuttu, dedi, uyuyor, duymaz sizi, ben de gidiyorum! Simonson:
— Hayır, diye atıldı, kal, hiç kimseden özellikle senden gizlim yoktur benim.
Mariya Pavlovna:
— Pekâlâ, dedi.
Çocuksu bir hareketle bedenini iki yana sallayarak ranzaya çöktü; iri güzel gözleriyle uzaklarda bir yere
bakarak dinlemeye hazırlandı.
— Sizinle bir şey görüşmek istiyorum, diye tekrarladı Simonson, Katerina Mihaylovna'yla aranızdaki
ilişkiyi bildiğimden, kendimi, onunla ilgili düşüncelerimi size açmak zorunda hissediyorum.
Simonson'un içtenliğinden hoşlanan Nehlüdof:
— Yani? diye sordu.
— Yani, Katerina Mihaylovna'yla evlenmek isterdim... Mariya Pavlovna bakışını Simonson'a doğrultup:
— Şaşılacak şey! dedi. Simonson devam ediyordu:
— ... karım olmasını isteyeceğim ondan, kararımı verdim. Nehlüdof:
— Benim yapacağım bir şey yok burada? dedi. Onun bileceği iş bu.
— Öyle, ama sizin bu konuda ne düşündüğünüzü bilmeden karar veremez.
— Neden?
— Çünkü, aranızdaki ilişkiler kesin bir sonuca bağlanmadıkça bir seçim yapamaz kendiliğinden.
— Benim yönümden kesin sonuca bağlanmıştır. Kendimi yapmak zorunda saydığım şeyi yapmak
istedim; ayrıca, durumunu kolaylaştırmak için çalışıyorum, ama özgürlüğünü ne olursa olsun, kısıtlamak
istemem.
— Evet, ama sizin kendinizi feda etmenizi istemiyor.
— Öyle bir şey yok ortada zaten.
— Bu konuda kararının kesin olduğunu da biliyorum. Nehlüdof:
— Benimle görüşmek istediğiniz nedir öyleyse? diye sordu.
— Sizin de onun gibi düşünmenizi istiyor.
— Yapmam gerektiğine inandığım şeyi yapmamam gerektiğini nasıl söyleyebilirim? Söyleyebileceğim
bîr şey vardır bu konuda: Ben serbest değilim, ama o serbesttir.
Simonson, düşünceye dalarak bir an sustu.
— Pekâlâ, dedi, böyle söylerim kendisine. Ona âşık olduğumu sanmayın sakın. Temiz ruhlu, çok ıstırap
çekmiş, iyi bir insan olduğu için seviyorum onu. Hiç bir şey istemiyorum ondan, ama ona yardım etmeyi,
duru...
Simonson'un sesinin titremesi şaşırtmıştı Nehlüdof'u, Simonson devam ediyordu:
— ... durumunu kolaylaştırmayı çok istiyorum. Sizin yardımınızı kabul etmezse benimkini kabul etsin.
Razı olsa, cezasını çekeceği yere yollanmam için dilekçe verirdim. Dört yıl göz açıp kapayana kadar
geçer. Yanında kalır, belki de üzüntülerini hafifletirdim... Heyecandan susmak zorunda kaldı gene.
Nehlüdof:
— Ne söyleyebilirim? dedi. Sizin gibi bir koruyucu bulduğu için sevinçliyim...
Simonson:
— Ben de bunu öğrenmek istiyordum işte, diye devam etti. Onu seven, iyiliğini isteyen bir insan olarak,
benimle evlenmesini iyi karşılayıp karşılamayacağınızı bilmem gerekti.
Nehlüdof kararlı:
— Elbette iyi karşılıyorum, dedi.
Simonson, böylesine durgun, üzgün görünüşlü bir insandan beklenmeyen çocuksu bir içtenlikle baktı
Nehlüdof'a.
— Her şey onun kararına bağlı, dedi, benim tek isteğim, çok ıstırap çekmiş bu ruhun artık huzura
kavuşmasıdır.
Simonson ayağa kalktı, elini tuttu Nehlüdof'un, uzandı, çekimser gülümseyerek öptü onu.
— Böyle anlatacağım kendisine, dedi. Çıktı.
XVII
Mariya Pavlovna:
— Nasıl? dedi. Sırsıklam âşık. Kırk yıl düşünsem, Vladimir
— 454 —
Simonson'un böylesine aptalca, çocukça âşık olacağı aklıma gelmezdi.
Nehlüdof:
— Ya Katya? diye sordu. Bu konuda Katya ne düşünüyor
sizce?
— Katya mı?
Mariya Pavlovna, besbelli, bu soruya elinden geldiğince doğru cevap vermek için bir an durduktan sonra:
— O mu? diye devam etti. Size bir şey söyleyeyim mi, geçmişi ne denli karışık olursa olsun, yaradılış
bakımından çok iyi bir insandır... duyguları da incedir... Seviyor sizi, tertemiz bir sevgi besliyor size karşı;
kendisine bağlanmanıza izin vermemekle size bir iyilik yapabildiği için de mutludur. Sizinle evlenmek onun
için, tüm geçmişinden de kötü, korkunç bir düşüş olurdu. Dahası var, sizin varlığınız da huzursuz ediyor
onu.
— Ne yapayım yani, kayıp mı olayım? dedi.
Mariya Paviovna'nın dudaklarında o sevimli çocuksu gülümsemesi dolaştı.
— Evet, bir ölçüde öyle.
— Bir ölçüde nasıl kaybolur insan?
— Yanlış söyledim. Asıl söylemek istediğim, Katyuşa'nın, Simonson'un aşırı heyecanlı sevgisini (hiç
söz etmiyordu ona bundan çünkü) anlamsız bulduğu, bu sevginin onu etkilediği, korkuttuğuydu.
Biliyorsunuz, bu konularda bilgim yoktur pek, ama bence Simonson, gizli de olsa, son derece olağan
bir sevgi besliyor Katya'ya. Simonson, bu sevginin ona güç verdiğini, sevgisinin plâtonik olduğunu
söylüyor. Ama, bu ne denli olağanüstü bir sevgi olursa olsun, temelinde gene de iğrençliğin yatti-ğını
biliyorum... Novodvorof'la Lyuboçka arasındaki sevgide olduğu gibi.
Mariya Pavlovna, onu en çok ilgilendiren şeyden söz etmeye başlamış, konuyu dağıtmıştı. Nehlüdof:
— Peki ama benim ne yapmam gerekiyor? diye sordu,
— Bence, onunla konuşmalısınız. Gizli kapaklı bir şeyin olmaması daima iyidir. Konuşun kendisiyle;
çağırayım mı onu, ister misiniz?
— 455
Nehlüdof:
— Lütfen, dedi. Mariya Pavlovna çıktı.
Küçük odada yalnız kalınca, Vera Yefremovna'nın, ara sıra iniltiyle kesilen durgun soluklarını, ağır
cezalıların iki kapı arkasından duyulan uğultusunu dinlerken tuhaf bir duygu doldurdu Nehlüdof'un içini.
Simonson'un söylediği şey, zayıf anlarında ona ağır, tuhaf gelen bir zorunluluktan kurtarıyordu onu; ama
tatsız, acı bir duygu vardı içinde nedense. Bu duyguda, Simonson'un önerisinin, onun bu davranışını
olağanlaştırması, Nehlüdof'un yaptığı fedakârlığı onun da başkasının da gözünde küçültmesi vardı. Öyle
ya, bu denli iyi, üstelik Maslova'yla uzaktan yakından ilişkisi olmayan bir insan, kaderini onunkiyle
birleştirmek istediğine göre, Nehlüdof'un fedakârlığı anlamını yitirmiş sayılırdı artık. Ayrıca, küçücük de
olsa, bir kıskançlık duygusu da vardı içinde belki; Maslova'nın onu sevmesine öyle alışmıştı ki, şimdi onun
başkasını sevmesini aklı almıyordu. Verilmiş bir kararın bozulmasından duyulan can sıkıntısı da söz
konusuydu burada: Maslova' nın cezası sona erene kadar yanından ayrılmamaya karar vermişti çünkü.
Maslova, Simonson'la evlenirse, onun yanında kalmasının gereği kalmayacaktı artık, yeni bir karar
vermesi gerekecekti. Duygularını bir düzene koyamıyordu. Açılan kapıdan ağır cezalıların uğultusu doldu
içeri (daha bir bağırıp çağırıyorlardı bu gece) Katyuşa girdi hücreye.
Çabuk adımlarla Nehlüdof'un yanına geldi. Tam yanında durdu.
— Mariya Pavlovna yolladı beni, dedi.
— Biliyorum, sizinle konuşmam gerek. Oturun. Vladimir İva-noviç anlattı bana. Katyuşa ellerini
dizlerinin üzerine koyarak oturmuştu. Sakin görünüyordu, ama Nehlüdof, Simonson'un adını söyleyince
kıpkırmızı oldu yüzü bir anda.
— Ne anlattı size? diye sordu.
— Sizinle evlenmek istediğini söyledi.
Katyuşa, büyük bir acı çekiyormuş gibi buruşturdu yüzünü. Hiç bir şey söylemeden başını önüne eğdi:
— Bu işe razı olup olmadığınızı soruyor, ona bir akıl ver-— 456 —
memi istiyor. Kararı sizin vereceğinizi, vermeniz gerektiğini söyledim ona. Maslova:
— Ah, nedir bu? diye mırıldandı. Niçin?
Nehlüdof'u her zaman çok etkileyen o şehlâ, tuhaf bakışını tam gözlerinin içine dikti. Hiç bir şey
söylemeden birkaç saniye öyle kaldılar gözgöze. BU bakışma ikisine de çok şeyler anlatmıştı.
— Kararı siz vermelisiniz, dedi Nehlüdof.
__ Ne kararı verebilirim? Her şeye çoktan karar verilmiş.
Nehlüdof:
__ Hayır, dedi, Vladimir İvanoviç'in önerisini kabul edip etmeyeceğinize siz vermelisiniz kararı. Katyuşa
kaşlarını çattı.
— Kürek mahkûmundan karı mı olurmuş? Ne diye bir de Vladimir İvanoviç'in hayatını mahvedeyim?
— Öyle ama, ya affedilirseniz? Katyuşa:
— Ah, bırakın beni, dedi. Konuşacak bir şey kalmadı artık. Kalkıp kapıya doğru yürüdü, çıktı hücreden.
XVIII
Nehlüdof, Katyuşa'nın peşinden erkek hücresine girdiğinde herkes heyecanlıydı orada. Her yerde
dolaşan, herkesle ilişki kuran, her şeyi inceleyen Nabatof'un şaşırtıcı bir haberi heyecana boğmuştu
hücredekileri. Haber şuydu: Kürek cezasına çarptırılmış devrimci Petlin'in yazdığı bir pusla bulmuştu
duvardaki bir delikte. Herkes, Petlin'in çoktan Kara'ya varmış olduğunu sanıyordu, oysa bu pusladan onun
kısa bir zaman önce buradan geçtiği anlaşılıyordu. Şöyle yazıyordu puslada: On yedi oğus-tosta, ağır
cezalıların arasında tek siyasi suçlu olarak yola çıkarıldım. Neverof benimle beraberdi, Kazan'da akıl
hastanesinde astı kendini. Ben iyiyim, iyi şeyler düşünüyorum.
Herkes Petlin'in durumunu, Neverof'un intihar sebeplerini konuşuyordu. Krıltsof düşünceliydi, susuyordu.
Durgun, parlayan bakışlarını önüne eğmişti.
Rantseva:
— Kocam, Neverof'un daha Petropavlovski'de kötü bir düş
— 457 —
gördüğünü söylemişti, dedi. Novodvorof:
— Evet, dedi, ozan ruhlu, hayalci bir insandı, böyleleri yalnızlığa dayanamazlar. Tek kişilik hücreye
atıldığımda, hayalimin çalışmasına izin veremiyordum, zamanımı çeşitli şeyler yaparak dolduruyordum.
Böylelikle dayanabildim ancak.
Nabatof, besbelli odadakilerin üzerine çöken kederi dağıtmak isteyerek neşeli bir sesle:
— Dayanmak da ne oluyor? dedi. Beni yalnız hücreye kapadıklarında sevinmiştim bile buna. Devamlı bir
kuşku, korku içinde yaşıyor insan: Ha yakalandım ha yakalanacağım korkusu, arkadaşların ne yaptığı
düşüncesi, işlere bir kötülüğünün dokunup dokunmayacağı
kuşkusu... Ama hücreye girince
sorumluluklarından kurtuluyorsun, dinlenebilirsin artık. Otur keyfine bak, sigaranı tellendir.
Mariya Pavlovna, Krıltsof'un birden değişen, bulutlanan yüzüne bakarak:
— Yakın arkadaşın mıydı? diye sordu.
Krıltsof, uzun süre bağırıp çağırmış, ya da şarkı söylemiş gibi sık sık soluyarak:
— Neverof muydu hayalci? dedi. Neverof, bizim kapıcının deyimiyle, toprak ananın az doğurduğu
insanlardandı... Evet... İçi dışı bir, pırlanta gibi bir insandı o. Evet... yalan söylemeyi bırakın, şakadan
numara bile yapamazdı. Ruhunda en küçük bir gizlilik yoktu. Evet... üstün bir insandı Neverof, başkalarına
benzemezdi... Neye yarar artık! Bir an sustu. Kaşlarını çatarak öfkeli, devam etti:
— Önce halkı eğitip, istediğimiz biçime getirip sonra yaşayışını mı değiştirelim, yoksa yaşayışını
değiştirdikten sonra propagandayla, baskıyla onu istenilen biçime mi getirelim, bunu tartışıyoruz. Oysa
onlar tartışmıyorlar, işlerini biliyorlar onlar, yüzlerce insanın ölmesini umursamıyorlar bu uğurda. Hem de
ne insanların! En iyi, en değerli insanların ölmesini zorunlu buluyorlar üstelik. Evet, Gertsen, Aralık
devrimcilerini ölüm cezasına çarptırmakla toplumsal düzeyimizin çok düşürüldüğünü söylüyordu. Hem de
çok düşürüldü! Sonra Gertsen ve arkadaşlarına yaptılar aynı şeyi. Şimdi de Neverof'lara...
— 458 —
Nabatof gür sesiyle:
— Her şeyi yok edemezler ki, dedi. Gelecek kuşaklara kalacaktır anıları.
Krıltsof, sözünün kesilmesine izin vermeden, sesini yükselterek:
— Onlara acırsak kalmaz, dedi. Bir sigara ver bana. Manya Pavlovna:
— İçme lütfen Anatoli, dedi, zararlı senin için. Krıltsof öfkeli:
— Boş ver, diye söylendi.
İçmeye başladı. Ama birkaç soluk çektikten sonra öksürmeye başladı. Bir türlü dinmek bilmiyordu
öksürüğü. Sonunda gırtlağını temizledi.
— Oysa biz aynı şeyi yapmıyoruz, diye devam etti. Bu nasıl olsun, şunu nasıl yapsak acaba diye
tartışmayı bırakıp birleşmeli... hepsini yok etmeliyiz onların. Evet.
Nehlüdof:
— Ama onlar da insandır, dedi.
— Hayır, insan değildir onlar. İnsan yapmaz çünkü onların yaptığını... Evet, şu bombayı da balonu da
bulanlar çok iyi etmişler. Balona binip yükselmeli, yükselmeli, sonra hepsi gebe-rene kadar bomba
yağdırmalı tepelerine... Evet. Çünkü...
Devam edemedi, birden deminkinden çok öksürmeye başladı, ağzından kan geldi. Nibatof kar getirmeye
koştu. Mariya Pavlovna valeryan damla getirdi, ama Krıltsof gözlerini kapayarak, beyaz, zayıflamış eliyle
itti ilâcı. Sık sık soluyordu. Karla soğuk su gelince biraz rahatladı; yatağına yatırdılar onu. Nehlüdof, onu
almaya gelen, hanidir bekleyen assubayla çıktı.
Ağır cezalılar susmuşlardı şimdi, çoğu uyuyordu. Hücrelerde ranzalarda da, yerde de, kapı ağızlarında da
yatanlar olduğu halde, gene de sığmamışlardı, bir o kadarı da koridorda, torbalarını başlarının altına yastık
yapmış, ıslak paltolarını üstlerine almış yerde yatıyordu.
Hücrelerin kapılarından, koridorda horlayanların, inleyenlerin, uyku arasında konuşanların sesleri
duyuluyordu. Her yan paltolarla örtülü insan kümeleriyle doluydu. Yalnız, bekârlar hücresinde köşedeki
mumun çevresinde oturan birkaç adamla —as— 459 —
subayı görünce mumu hemen söndürmüşlerdi— koridorda gaz lâmbasının dibinde oturan yaşlı adam
—üstü çıplaktı, fanilâsın-daki bitleri topluyordu— uyumuyordu. Siyasi suçluların bölümündeki ağır hava,
buradaki pis kokan, boğucu havaya oranla çok çok temizdi. İsli yanan lamba koyu bir sis içinde yanıyordu
sanki; güçlükle soluk alabiliyordu insan. Uyuyanlardan birinin üstüne basmamak, ya da ayağına
takılmamak için önünde boş bir yer bulup ayağını oraya koymak, sonra öteki adımını atacağı yeri aramaya
koyulmak zorundaydı insan. Üç kişi —koridorda yer bulamadıklarından olacak— girişteki her yanından
sular sızan, pis kokan el yüz yıkama teknesinin yanına yere uzanmıştı. Bunlardan biri, Nehlüdof'un
yolculuk sırasında sık sık gördüğü, biraz aptalca bir ihtiyardı. On yaşlarında bir çocuk, iki cezalının
arasında, elini yanağının altına koymuş, onlardan birinin bacağını kendine yastık yapmış uyuyordu.
Dışarı çıkınca durdu Nehlüdof, buz gibi soğuk havayı uzun süre hırsla çekti ciğerlerine.
XIX
Yıldızlar pırıl pırıldı gökyüzünde. Nehlüdof çamurlara bata çıka döndü hana, karanlık pencerenin camına
vurdu, geniş omuzlu delikanlı yalınayak açtı ona kapıyı. Sağ yandan arabacıların horlaması geliyordu.
Avluda atlar yulaf yiyorlardı. Solda, kibar müşteriler bölümüne açılan kapı vardı. Burası içki, ter kokuyordu.
Yandaki odada biri geniş ciğerlerine havayı çekerek düzenli olarak horluyor; ikon dolabının önünde kırmızı
şişeli küçük bir gaz lâmbası yanıyordu. Nehlüdof soyundu, muşamba divanın üzerine yo! battaniyesini
serdi, deri yastığını başının altına alıp yattı, o gün gördüklerini, duyduklarını düşünmeye başladı. O gün
gördükleri içinde ona en korkunç geleni, başını bir cezalının bacağına koyup, tekneden sızan pis suların
içinde uyuyan çocuktu.
O akşam Simonson ve Katyuşa'yla konuşması gerçi hiç beklenmeyen, son derece önemli bir olaydı, ama
durmuyordu bunun üzerinde: Bu olay pek karışık, aynı zamanda belirsiz bir izlenim bırakmıştı üzerinde; bu
yüzden, düşünmek istemiyordu onu. Ama havasızlıktan güç soluk alan, tekneden akan pis suların içinde
uyuyan o zavallı insanların; özellikle, bir kürek cezalısının ba-460 —
cağının üzerine başını koyup uyumuş o masum yüzlü çocuğun anıları çok canlıydı belleğinde.
Uzaklarda bir yerde birtakım insanların öteki insanlara ıstırap çektirdiklerini, onları insanlık dışı
ahlâksızlıklara, küçük görülmeye, ezilmeye katlanmak zorunda bıraktıklarını bilmekle, üç ay aralıksız
buna, insanların başka insanlarca ezilmesine tanık olmak aynı şey değildi. Nehlüdof da hissediyordu
bunu. Üç aydır durmadan sormuştu kendi kendine: Başkalarının göremediğini gördüğüm için ben mi
deliyim, yoksa benim gördüğümü yapanlar mı deli? Gelgelelim, onu öylesine şaşırtan, korkutan şeyi
yapanlar (hem çoktu bunlar) yaptıklarının gerekli, üstelik önemli, yararlı bir şey olduğuna inanarak o
derece sakin, kendilerinden emindiler, bütün bu insanları deli saymak kolay değildi; öte yandan kendine de
deli diyemezdi, düşünceleri açık seçikti çünkü. Bu yüzden, devamlı bir kararsızlık, kuşku içindeydi.
Bu son üç ay süresince gördükleri Nehlüdof u şöyle düşünmeye zorluyordu: Mahkemeler, yönetim
organları özgür insanlar arasından en sinirli, heyecanlı, ateşli, yetenekli, güçlü, ötekilerden daha bir az
kurnaz ve sakıngan olanlarını ayırıyorlardı; oysa bu insanlar, ötekilerden suçlu, ya da toplum için zararlı
değildirler hiç de. Cezaevlerine, menzillere kapatıyorlardı onları, kürek cezasına çarptırıyorlardı. Aylarca,
yıllarca bomboş, ekmek elden su gölden yaşıyorlardı orada. Doğadan, ailelerinden, emekten uzak, yani
insanca yaşayışın doğal, ruhsal tüm koşullarının dışında... Sonra bu insanlar buralarda gereksiz
küçümsemelerle karşı karşıya bırakılıyorlardı: Zincire vuruluyorlardı, saçları kesiliyordu, yüz kızartıcı
giysiler giydiriyorlardı onlara; yani kişioğ-lunu iyiye götüren güçlerden yoksun bırakılıyorlardı onlar. En
aşağılık ahlâksızlığın, utanmazlığın içine atılıyorlardı. Ayrıca, devamlı olarak tehlikeyle —güneş çarpması,
suda boğulma, yangın gibi seyrek görülenler dışındaki tehlikelerdi asıl önemli olanlar— evet, devamlı
olarak tehlikeyle karşı karşıya bulunmanın, kapatıldıkları yerlerdeki bulaşıcı hastalıkların, bitkin düşmenin,
dayağın verdiği, en iyi bir insanı bile, kendini koruma duygusuyla başkalarını en canavarca, ahlâksızca
şeyleri yapmakla suçlamaya iten bir ruhsal duruma sokuluyordu bu insanlar. Bu insanlar (gene bu
kuruluşlarda) hayatın alabildiğine bozduğu, ahlâk— 461 —
sızlaştırdığı katillerle, kötülerle bir arada yaşamak zorunda bırakılıyordu. O güne kadar tamamen
ahlâksızlaşmayanlar böylece mayalanıyor, istenilen kıvama getiriliyordu. Son olarak da, bu insanlara en
inandın yollarla, —kendilerine, çocuklarına, karılarına, yaşlı ana babalarına işkence ederek, onları
döverek, kırbaçlayarak; bir kaçağı ölü ya da diri yakalayana armağanlar vererek; karı kocayı birbirinden
ayırıp, onları başkalarının kanlarıyla, kocalarıyla beraber yaşamaya zorlayarak; kurşuna dizerek, asarak—
işte bu en inandırıcı yollarda, devletin her çeşit zor kullanmayı, zorbalığı, canavarlığı —bu onun
yararınaysa— yasaklamak şöyle dursun, buna izin bile verdiği, özellikle özgürlüğü elinden alınmış, yoksul,
zayıf insanlara bunların yapılmasını daha bir hoş gördüğü düşüncesi aşılanıyordu bu insanlara.
Başka hiç bir koşul altında erişilemeyecek en düşük bir ahlâksızlığı elde etmek, sonra bu ahlâksızlığı halk
arasında yaygınlaştırmak için sanki mahsus düşünülmüştü bu kuruluşlar. Nehlüdof, cezaevlerinde,
menzillerde olup bitenleri gözünün önüne getirerek Elden geldiğince çok insan en iyi, en güvenılir biçimde
nasıl soysuzlaştırılır? diye bir sorun verilmiş sanki onlara, diye düşünüyordu. Her yıl yüz binlerce insan
ahlâksızlığın doruğuna vardırılıyor, tamamen ahlâksızlaştıktan sonra da, cezaevlerinde edindikleri
ahlâksızlığı halkın arasına yaymaları için serbest bırakılıyordu.
Nehlüdof, toplumun benimsediği bu amaca Tümensk, Yeka-terinburg, Tomsk cezaevlerinde, menzillerde
başarıyla varıldığını görmüştü. Hıristiyan ahlâkına, Rus, köylü gelenek göreneklerine bağlı dürüst temiz
insanlar düşüncelerini, anlayışlarını değiştiriyorlardı buralarda; yararlıysa, insan kişiliğine yapılan her çeşit
baskının, hakaretin hoş görülebileceği düşüncesini benimsiyorlardı. Cezaevine düşen bir insan onlara
yapılanlardan, kilisenin, ahlâk öğretmenlerinin öğrettikleri insana saygı, insana acıma yasalarının gerçekte
kaldırıldıkları, bu nedenle onların da artık böyle şeylere inanmamaları gerektiği sonucuna varıyordu.
Tanıdığı bütün cezalılarda aynı inanç değişikliğini görmüştü Nehlüdof: Fedorof'da, Makar'da menzillerde
geçirdiği iki aydan sonra ahlâksızca düşünceleriyle Nehlüdof'u şaşırtan Taras'da bile. Yolda ayakların,
arkadaşlık kurdukları zavallıları kandırıp onlar-— 462 —
— 463 —
la beraber Sibirya taygalarına nasıl kaçtıklarını, orada onları öldürüp etlerini nasıl yediklerini öğrenmişti
Nehlüdof. Bu suçtan cezaya çarptırılmış, suçunu da itiraf eden bir insanla karşılaşmıştı bu yolculuk
sırasında. Asıl korkunç olanı da insan yeme olayları tek tuk olan bir şey değildi, devamlı olarak
görülüyordu.
Ancak bu gibi kurumlarda yapıldığı gibi, ahlâksızlık böylesine çoğalınca bugünkü durumuna getirilebilirdi
Rus toplumu, Nietzsche'nin en son öğretisi benimsenmiş, dünyada her şeyi serbest sayan, yasak kabul
etmeyen aylaklar ancak böyle türe-yebilirdi. Bu öğreti önce cezaevlerinde, sonra halk arasında yayılmıştır.
Bütün bu yapılanların, kötülüklere son vermek, korkutmak, düzeltmek, suçluya yasaların buyurduğu cezayı
vermek, amacını güttüğü söylenmektedir. Oysa bunların hiç birinin aslı yoktur. Son verileceğine, daha da
yaygınlaştırılmıştır kötülükler. Suçlular, korkutulacak yerde kışkırtılmıştır; sözgelişi, aylaklar seve seve
giriyorlar cezaevine. Kötüler düzeltilmemiş; tersine, daha da kötü olmaları için elden gelen her şey
yapılmıştır. Suçlulara verilen cezalar ağırlaştıldıkça ağırlaştırılmış, halk buna alışmıştır.
Nehlüdof kendi kendine Nedir bütün bunların sebebi? diye soruyordu, bir cevap bulamıyordu bu soruya.
Onu en çok şaşırtan da şuydu: Bütün bunlar yanlışlıkla, bilmeden, bir kere yapılmıyor; yüz yıllardan beri
aralıksız yapıla geliyordu. Yalnız, eskiden cezalıların burnunu yırtıyor, kulağını kesiyorlardı; sonra
damgalanmaya, kaim demir tellerle bağlamaya başlamışlardı onları; şimdiyse kelepçeli, eskisi gibi at
arabasıyla değil, trenle götürüyorlardı Sibirya'ya.
Onu üzen durumun, görevlilerin dediği gibi, cezaevlerinin, sürgün yerlerinin iyi olmamasından ileri geldiği;
yeni, rahat cezaevlerinin yapılmasıyla bu durumun düzeleceği üzerine yürütülen düşünceleri yeterli
bulmuyordu Nehlüdof. Çünkü onu üzen şeyin, cezaevlerinin iyi ya da kötü durumunun olmadığını
hissediyordu. Cezaevlerine elektrik zili konması, ölüm cezalarını Tard' in önerdiği elektrikli sandalyelerde
yerine getirmek üzerine bir çok yazı okumuştu; insanları daha da ezmek için düşünülen bu yenilikler
koruyordu onu.
Nehlüdof'un aklının almadığı bir şey daha vardı: Mahkemelerde, bakanlıklarda halktan toplanan parayı
aylık olarak alan —hem de çok yüksekti aylıkları—memurlar vardı; bu memurlar, gene onlar gibi
memurların yazdıkları kitapları karıştırıyor, onların yazdıkları yasaları çiğneyen insanları bu yasalara göre
yargılıyor, onları uzak yerlere sürüyorlardı. Bu insanları gittikleri yerde hiç görmemiştirler bu memurlar;
insanlıktan uzaklaşmış, kaba, duygusuz gardiyanların, erlerin kesin buyruğu altında ruhen de bedenen de
milyonlarcası mahvoluyordu oralarda bu insanların.
Cezaevlerini, menzilleri daha bir yakından tanıyınca, cezalılar arasında görülen ahlâksızlıkların
—sarhoşluğun, kumarın, katı yürekliliğin, buralarda işlenen korkunç cinayetlerin, hattâ deinsan yemenin—
dar görüşlü bilginlerin dediği gibi —devletin de işine gelir böylesi— birer rastlantı, ya da kişinin doğuştan
sahip olduğu niteliklerin sebep olduğu olaylar değil, insanın insanı cezalandırabileceğini sanmakla içine
düşülen kaçınılmaz anlayışsızlık olduğuna inanmıştı. Nehlüdof insan yemenin tayga-da değil;
bakanlıklarda, komitelerde, dairelerde başladığının, ancak taygada sonuçlandığının farkındaydı. Sözlerini,
eniştesinin de yargıçların da, köy bekçisinden bakana kadar bütün memurların da, sözünü öylesine çok
ettikleri halkın haklı olup olmadığını, mutluluğunu umursamadıklarını; bu ahlâksızlığın, ıstırabın
yayılmasını sağlamak olan görevlerine karşılık aldıkları rublelerden başka bir şey düşünmediklerini
biliyordu. Apaçık ortadaydı bu.
Bütün bunlar yanlışlıkla yapılmış olabilir mi hiç? diye soruyordu kendi kendine Nehlüdof. Bu memurların
aylıklarını güven altına almak, şimdi yaptıklarını yapmamaları için onlara daha yüksek aylık vermek için ne
yapmalı? Horozlar ikinci kere de ötmüştü; o düşünüyordu hâlâ, sonunda bitkin düştü; birazcık kıpırdayınca
her yanından fıskiye gibi atlayan pirelere karşın, derin bir uykuya daldı.
XX
Nehlüdof uyandığında, handa kalan arabacılar çoktan gitmişti. Han sahibesi çayını içtikten sonra terli,
kalın ensesini mendiliyle silerek geldi Nehlüdof'un yanına, kafileyi götüren— 464 —
erlerden birinin bir pusla getirdiğini söyledi. Mariya Pavlovna' dandı pusla. Krıltsof'un durumunun onların
sandığından ağır olduğunu yazıyordu. Onu burada bırakmak, biz de onun yanında kalmak istedik, ama
izin vermediler buna, beraberimizde götürüyoruz onu, ama çok da korkuyoruz. Elinizden geleni yapın,
kentte yatırsınlar onu, yanında bizden birimizin kalması için de uğraşın. Bunun için onunla evlenmem
gerekiyorsa, hazırım buna. Nehlüdof delikanlıyı araba getirmesi için istasyona yolladı, kendi de aceleyle
hazırlanmaya başladı. Daha ikinci bardak çayını içmemişti ki, troykanın çıngırak sesi duyuldu. Tekerlekleri
donmuş, çamurda kaldırım taşında gibi ses çıkararak yaklaştı kapıya. Hesabı ödedikten sonra aceleyle
çıktı Nehlüdof, arabaya bindi, arabacıya hızlı sürmesini söyledi. Kafileye yetişmek istiyordu. Gerçekten de,
köyden çıktıktan biraz sonra, çözülmeye yüz tutmuş çamurda güçlükle ilerleyen, torbalar, hastalar yüklü
arabalara yetişti. Subay yoktu, önden gitmişti. Besbelli, kafaları çekmiş erler neşeyle konuşarak arabaların
arkasından, yolun kenarından yürüyorlardı. Çok araba vardı. Öndekilerde ağır cezalılardan hasta olanlar
altışar altışar sıkışmıştı; arkadakilerdeyse —her arabada üçer kişi— siyasi suçlular vardı. En arkadaki
arabada Novodvorof, Grabets bir de Kondratyef oturuyordu; ikincide Rantseva, Nabatof, bir de, Mariya
Pavlovna'nın kendi yerini verdiği romatizmalı, hasta kadın vardı. Üçüncü arabada samanların, yastıkların
üzerinde Krıltsof yatıyordu. Hemen yanında, arabacı yerinde Mariya Pavlovna oturuyordu. Nehlüdof,
Kırıltsof'un olduğu arabanın yanında durdurdu arabasını, inip yanına gitti. Sarhoş bir er kolunu salladı ona,
ama Nehlüdof başını çevirip bakmadan arabaya yaklaştı, kenarından tutup onunla beraber yürüdü. Kalın
kürkün içinde, başında kuzu postundan şapkasıyla daha bir zayıf, renksiz görünüyordu şimdi Krıltsof.
Ağzına bir başörtü sarmışlardı. Güzel gözleri her zamankinden daha bir iri, parlaktı. Arabanın
sarsıntısından, bedeni yavaşça sallanıyor, gözlerini Nehlüdof'dan ayırmıyordu. Sağlığının nasıl olduğu
sorusuna gözlerini kapayarak cevap verdi yalnızca, öfkeyle başını salladı. Bütün gücünü, arabanın
sarsıntısına dayanabilmeye harcadığı belliydi. Mariya Pavlovna arabanın öte yanındaydı. Krıltsof un
durumundan duyduğu endişeyi açığa vuran manalı bir bakışla
— 465 —
baktı Nehlüdof'a, sonra neşeli bir sesle;
— Subay utandı galiba, dedi. (Arabaların tekerlek gürültüsü arasından sesini Nehlüdof'a duyurabilmek
için bağırıyordu.) Buzovkin'in kelepçelerini çıkardılar. Kızını kendi taşıyor şimdi. Katya'yla Simonson,
benim yerime de Veriçka yanlarında.
Krıltsof, Mariya Pavlovna'yı göstererek, duyulamayacak de-jrecede alçak sesle bir şey söyledi; kaşlarını
çatarak sustu biriden —öksürüğünü tutmaya çalıştığı belliydi.— Ne dediğini duy-Jmak için başını uzattı
Nehlüdof. Krıltsof ağzındaki başörtüyü Içekip:
— Şimdi çok daha iyiyim, dedi. Üşütmesem iyi. Nehlüdof evet anlamına
başını salladı. Mariya
Pavlovna'yla bakıştı.
Krıltsof, güçlükle gülümseyerek:
— Üçlü problem konusundaki düşünceniz? diye fısıldadı. Güzel çözülmüş, değil mi?
Nehlüdof anlamadı ne demek istediğini. Mariya Pavlovna laçıkladı ona: Güneşle ayın, dünyanın
arasındaki ilişki üzerine j kurulmuş bir problemdi bu; Krıltsof şakadan bu problemi Neh-jlüdof'la
Katyuşa'nın, Simonson'un arasındaki ilişkiye uygulamış-Itı. Krıltsof, Mariya Pavlovna'nın onun şakasını iyi
açıkladığı an-Jlamına başını salladı.
Nehlüdof:
— Çözüm bana bağlı değil, dedi. Mariya Pavlovna:
— Puslamı aldınız mı? diye sordu. Bir şeyler yapacak milsiniz?
— Elbette yapacağım, dedi Nehlüdof.
Krıltsof'un yüzünü buruşturduğunu görünce uzaklaştı ara-jbanın yanından, gidip arabasına bindi; yolun
bozuk yerinde sar-jsılarak ilerleyen arabanın kenarına tuttu. Gri paltolu, yarım kürk-Jlü, ayakları zincirli,
elleri ikişer ikişer kelepçeli cezalılar kafile-jsinin derinliği bir verst kadardı. Başa doğru yaklaşıyordu yavaş
[yavaş Nehlüdof. Bir ara yolun karşı yanında Katyuşa'nın mavî başörtüsü, Vera Yefremovna'nın siyah
mantosunu, Simonson'un
Diriliş
F: 30
— 466 —
ceketini, örme şapkasını, sandalet gibi sicimle bağlanmış, beyaz yün çoraplarını gördü. Kadınların
yanısıra yürüyor, heyecanlı heyecanlı bir şeyler anlatıyordu.
Nehlüdofu görünce kadınlar selâm verdiler; Simonson ise mağrur bir tavırla başını salladı. Onlara
söyleyecek bir şeyi yoktu Nehlüdof'un arabacısına durmasını söylemeden, geçti. Gene düz yola çıkınca
arabacı biraz daha hızlı sürdü; ama yol boyunca uzanan yük arabalarını geçmek için sık sık bozuk yola
inmek zorunda kalıyordu.
Derin tekerlek izleriyle oyuk oyuk yol, karanlık bir çam ormanından geçiyordu. Yolun iki yanında, sarı
yapraklarını henüz dökmemiş kayın ağaçları vardı. Yarı yolda orman bitti, bir ma-nastsrm altın haçları,
kubbeleri gözüktü. Hava tamamen değişmişti; bulutlar dağılmış, güneş ormanın üstünde yükselmişti. Islak
yapraklar, su birikintileri, manastırın haçları, kubbeleri parlıyordu güneşte. Troyka, kente yakın olduğu
belli, büyük bir köye girdi. Köyün sokağında büyük bir kalabalık vardı: Ruslar, garip şapkalarıyla,
giysileriyle yabancıları. Sarhoş-ayık kadınlar, erkekler sergilerin, meyhanelerin, arabaların çevresinde
kaynaşıyor, bağırıp çağırıyorlardı. Kentin yakın olduğu hissediliyordu.
Arabacı, sağdaki ata kamçıyla hafifçe dokunup, yularını şöyle bir çektikten sonra oturduğu yerde, yular
sağında kalacak biçimde yan döndü —çevresine çalım satmak istediği belliydi— hızını azaltmadan geçti
sokaktan, salla geçmeleri gereken nehre yaklaştı.
Sal akıntının tam ortasındaydı, karşı sahilden bu yana geliyordu. Onbeş yirmi araba bekliyordu
onu.Nehlüdof çok beklemedi. Başını yukarı veren sal, akıntıyla sürüklene sürüklene geldi, iskeleye
yanaştı.
Geniş omuzlu, uzun boylu, çok az konuşan, güçlü kuvvetli salcılar —hepsinin sırtında yarım kürk,
ayaklarında çizme vardı— alışkanlıkla, ustalıkla attılar halatları, direklere bağladılar; sürgüleri çekip,
soldaki arabaları sahile çıkardılar; bekleyen arabaları, sudan ürken atları yüklemeye koyuldular. Hızla
akan geniş nehrin suları salın kenarına çarpıyor, halatları geriyordu. Sal iyice dolduktan sonra
—Nehlüdof'un arabası bir kenarda arabaların, atların arasına sıkışmıştı— salcılar sürgüleri sürdüler;
— 467-sığmayıp sahilde kalanların yalvarıp yakarmalarına aldırmadan halatları çözdüler, açıldılar. Solda
salcıların ayak sesinden, atların ayak değiştirirken nallarının tahtada çıkardığı tok sesten başka bir ses
yoktu.
XXI
Nehlüdof kenarda duruyor, hızla akan nehre bakıyordu. Sî-rayla, bir Krıltsof'un araba sarsıldıkça sallanan
başı; bir, Katyu-şa'nın yolun kenarında Simonson'la yanyana kararlı adımlarla yürüyüşü geliyordu
gözlerinin önüne. Ölmek üzere olan, ama ölüme henüz hazırlanmamış Krıltsof'un anısı ağır, hüzün
vericiydi. Simonson gibi bir insanın sevdiği, artık iyi, doğru yola girmiş, kararlı adımlarla yürüyen
Katyuşa'nın anısıysa sevindirici olmalıydı, oysa bu da ağır geliyordu Nehlüdof'a, dayanamıyordu bu
ağırlığa.
Kentten doğru bir uğultu yayılarak geliyordu suyun üzerinde. Kilisenin büyük çanının madeni sesi
duyuluyordu. Nehlüdof un yanında ayakta duran arabacı, peşinden öteki arabacılar şapkalarını ellerine
alıp haç çıkardılar. Parmaklığın dibinde ayakta duran saçı sakalı birbirine karışmış, kısa boylu
ihtiyar—daha önce farketmemişti onu Nehlüdof— çıkarmadı haç; başını kaldırıp Nehlüdof'un yüzüne
bakmaya başladı. Yamalı bir palto vardı bu ihtiyarın sırtında, pantolonu kaba kumaştandı; çizmeleri delik
deşikti. Küçük bir torba vardı omuzunda, kürkü, şapkası eski püsküydü.
Nehlüdof'un arabacısı, şapkasını giyip özenle düzelttikten sonra:
— Niye haç çıkarmadın moruk? dedi. Hıristiyan değil misin yoksa?
Saçı başı karmakarışık ihtiyar çabuk çabuk konuşarak, kararlı:
— Kime haç çıkarayım? diye sordu. Arabacı alaylı:
— Kime olacak, Tanrıya, dedi.
— Göstersene bana neredeymiş o? Tanrı dediğin? İhtiyarın konuşuşunda ciddî, kesin bir şey vardı.
Arabacı,
J— 468 —
karşısındakinin boş bir adam olmadığını anlamış, biraz bozulmuştu. Ama onları dinleyenlere karşı mahcup
olmamak için belli etmemeye çalışıyordu bunu. Hemen cevap verdi:
— Nerede olduğunu bilmiyor musun?... Gökte.
— Gittin mi oraya hiç?
— Gittim ya da gitmedim, seni ilgilendirmez bu. Tanrıya haç çıkarmanın gerektiğini herkes bilir.
İhtiyar, kaşlarını çattı, gene çabuk çabuk konuşarak:
— Tanrıyı hiç bir kimse görmemiştir, dedi. Tek oğul, gerçek baba odur.
Arabacı kamçısını kuşağının araşma sokup, sağdaki atın
koşumunu düzeltirken:
— Putperestin sen galiba, dedi. Puta tapıyorsun... Bir kahkaha duyuldu.
Salın kenarında, arabasının
yanında duran orta
yaşlı bir arabacı:
— Hangi dindensin sen, amca? dedi.
İhtiyar gene çabuk çabuk konuşarak, kararlı, cevap verdi:
— Dinim falan yoktur benim. Çünkü kendimden başka hiç kimseye inanmam ben, hiç kimseye.
Nehlüdof karıştı söze:
— İnsan nasıl yalnız kendine inanır? Yanılabilir sonra. İhtiyar, başını iki yana sallayarak kararlı:
— Yanılmaz, dedi. Nehlüdof:
— Öyleyse niçin çeşitli dinler var yeryüzünde? diye sordu.
— İnsanlar yalnız kendilerine değil de başkalarına inanıyor lar da onun için. Ben de inandım bir zamanlar
insanlara, taygada gibi şaşırdım yolumu. Zor kurtardım paçamı. Ne kadar din, mezhep varsa hepsi
ötekileri kötüler, kendini göklere yükseltir; dünya kurulalıberi böyledir bu. Görüyorsunuz, ne yana
bakarsanız kör kutyata (') gibi süründüklerini görürsünüz yerde. Din çok var, ruh tektir. Senin ruhun da,
benimki de, onunki de aynıdır. Demek kî herkes kendi ruhuna inanırsa birleşecek insanlar. Kendine
inanmalı insan, birlik o zaman olur ancak.
(')
Kutyata: enik, (L. N. Tolstoy'un notu.)
l
İhtiyar, yüksek sesle, durmadan çevresine bakmarak konuşuyordu. Herkesin onu dinlemesini istediği
belliydi. Nehlüdof sordu ona:
— Bu inancı yaymaya başlayalı çok oluyor mu?
— Oluyor. Yirmi üç yıldır kovalıyorlar beni.
— Nasıl kovalıyorlar?
— İsa'yı kovaladıkları gibi beni de kovalıyorlar. Yakalayıp yargılıyorlar; papazların dediğine, kitapların
yazdığına göre içeri tıkıyorlar. Birkaç kere de tımarhaneye attılar. Gene de hiç bir şey yapamıyorlar bana,
özgürüm çünkü. Adın nedir senin? diye soruyorlar. Bîr adım olduğunu sanıyorlar. Oysa yoktur benim
adım. Hepsini attım; ne adım vardır, ne yurdum. Ben varım yalnız. Adın nedir? İnsan. Kaç yaşındasın?
Saymadım, istesem de sayamazdım zaten, daima
vardım, daima da var
olacağım çünkü. Anan,
baban kim? diye soruyorlar. Tanrıdan bir de topraktan başka ne anam ne babam vardır, diyorum. Tanrı
babam, toprak ananıdır. Çar'ı sayıyor musun? diye soruyorlar. Niçin saymayayım? O kendine göre çar,
ben de kendime göre Çarım. Seninle konuşulmaz, diyorlar. Benimle konuş diye yalvarma-dım zaten sana,
diyorum. Canımı sıkıyorlar.
Nehlüdof:
— Şimdi ne yana gidiyorsunuz böyle yayan? diye sordu.
— Tanrı hangi yanı gösterirse o yana, işçisiyim ben, ama iş yok, bulamadım, dileniyorum.
İhtiyar, salın iskeleye yaklaştığını farkedince sustu, onu dinleyenlerin yüzüne gururla baktı.
Sal yanaştı. Nehlüdof para kesesini çıkarıp, ihtiyara para vermek istedi. İhtiyar almadı.
— Almam, dedi, ekmek alırım ben.
— Kusuruma bakma öyleyse.
— Kusura bakılacak bir şey yok ki. Gururumu incitmedin. İncinmez benim gururum.
Omuzundan indirdiği torbasını gene omuzuna aldı. Bu arada Nehlüdof'un arabası sahile çıkarılmış, atları
koşulmuştu.
Arabacı, güçlü kuvvetli salcılara bahşiş verip arabaya bindikten sonra Nehlüdof'a döndü:— Konuşmayı
çok seviyorsunuz beyim, dedi. Serserinin tekiydi.
XXII
Kente yaklaşınca arabacı gene döndü Nehlüdof'a:
— Hangi otele götüreyim sizi?
— En iyi hangisidir?
— Sibirskaya'dır en iyisi. Dükof'un oteli de güzeldir.
— Hangisine istersen ona götür.
Arabacı gene yan oturdu, biraz daha hızlı sürdü. Kentin öteki kentlerden ayrı bir yanı yoktu: Aynı cumbalı,
damlan yeşil evler, aynı kilise, küçük dükkânlar, ana caddede mağazalar. Polis memurları bile aynıydı.
Yalnız evlerin hemen hepsi ahşap, sokaklar topraktı. Kalabalık sokaklardan birinde bir otelin kapısında
durdurdu troykayı arabacı. Ama boş yer yoktu otelde, ötekine gitmeleri gerekti. Orada buldular yer.
Nehlüdof, alışık olduğu temizlikle, rahatlığı iki aydır ilk kez buluyordu. Ona verilen daire gerçi pek lüks
değildi; ama menzillerden, hanlardan, onu buraya getiren arabadan sonra büyük bir hafifleme, rahatlık
duymuştu burada. Her şeyden önce, menzillere girip çıkmaya başlayalı beri bir türlü tamamen
kurtulamadığı bitlerden temizlenmeliydi bir. Eşyalarını yerleştirdikten sonra banyoya girdi; oradan çıkınca
kentte gerektiği gibi giyindi: kolalı gömlek, ütülü pantolon, redingot, pardesü. Bölge komutanına gitmek
üzere çıktı. Otel kapıcısının çağırdığı, besili, kocaman bir at koşulu, her yanı dökülen payton Nehlüdof'u,
kapısında nöbetçilerin, bir de polisin beklediği büyük, güzel bir eve getirdi. Evi, yapraklarını dökmüş söğüt,
kayın ağaçlarının çıplak dalları arasından çam ağaçları, laden ağaçları yeşil yeşil gözüken bir bahçe
kuşatıyordu.
General hastaydı, hiç kimseyi kabul etmiyordu. Nehlüdof gene de verdi kartını uşağa, .generale
götürmesini söyledi. Uşak
iyi haberle döndü:
— Buyrun, görüşecekler sizinle.
Giriş, uşak, emireri, merdiven, parkesi pırıl pırıl salon... hepsi Petersburg'u andırıyordu bunların. Yalnız
biraz pis, daha bir gösterişliydiler, Nehlüdof'u çalışma odasına götürdüler.
— 471 —
Patates burunlu, alnında, dazlak kafasında şişler, gözlerinin altında torbacıklar olan şişko general
—heyecanlı bir insan olduğu belliydi— üzerinde ipek bir Tatar gömleği, elinde sigara, oturuyor, gümüş
tabaklı bir bardaktan çay içiyordu.
Arkası kat kat, kalın ensesini gömleğiyle örterek:
— Hoşgeldiniz efendim, hoş geldiniz! dedi. Gömlekle kabul ettiğim için bağışlayın beni; hiç kabul
etmemekten daha iyidir böylesi. Biraz keyifsizim de, çıkmıyorum. Hangi rüzgâr attı sizi bu kuş uçmaz,
kervan geçmez kente?
Nehlüdof:
— Bir yakınımın da bulunduğu cezalılar kafilesiyleyim, dedi. Bir yakınım, birde başka bir şey için dileğim
olacaktı sizden.
General uzandı, bir yudum aldı çayından, sigarasını yeşil bakır taşından küllükte söndürdü; şiş, fıldır fıldır,
ufak gözlerini Nehlüdof'dan ayırmadan ciddi, dinlemeye başladı. Ancak, sigara isteyip istemediğini sormak
için kesti sözünü.
General, mesleğinin insanlıkla, özgür düşünceyle bağdaşabileceğini sanan aydın askerlerdendi. Ne var ki,
doğuştan zeki, temiz yürekli bir insan olduğu için bu bağdaşmanın olamayacağını anlamakta gecikmemiş,
ruhundaki bu çelişkiyi görmemek için, askerler arasında pek yaygın bir alışkanlığa, çok içki içmek
alışkanlığına giderek daha bir vermişti kendini; öyle ki, askerlik hayatının otuz beşinci yılında, doktorların
alkolik dediği insanlardan olmuştu. Benliğine işlemişti içki. Sarhoş olmak için herhangi bir sıvı içmesi
yetiyordu artık. Onsuz yaşayamayacak kadar düşkündü içkiye. Her akşam adamakıllı sarhoş oluyordu;
ama artık öylesine alışmıştı ki duruma, yürürken yalpa vurmuyor, konuşurken saçmalamıyordu.
Saçmalasa bile önemi yoktu bunun: Çevresindekilerin en büyüğü olduğu için, ne denli saçmalarsa
saçmalasın, saygıyla karşılanıyordu ağzından çıkan her söz. Ancak sabahları, Nehlüdof'un onu görmeye
geldiği saatlerde aklı başında bir insana benzer; ona söylenenleri anlayabilir; çok sevdiği, sık sık
tekrarladığı, Hem sarhoş, hem akıllı, iki işe yarıyor adam, atasözünde sözü edilen insan gibi iyi ya da kötü,
bir şeyler yapabilirdi. Komutanları sarhoş olduğunu biliyorlardı; ama gene de daha bilgiliydi
meslekdaşlarından —oysa bilgisi sarhoşluğa başladığı zamanki bilgisiydi, daha ilerlememişti—;— 472 —
yürekliydi, becerikliydi, kendini kabul ettirmesini bilirdi, sarhoşken bile ağırlığından hiç bir şey eksilmezdi.
Böylesine önemli, büyük bir görevde bunun için tutuyorlardı onu.
Nehlüdof, kafilede bir kadınla ilgilendiğini, kadının hiç suçu yokken cezaya çarptırıldığını, affedilmesi için
Çar'a dilekçe verildiğini anlattı ona. General:
— Evet efendim, dedi. Öyle demek?
— Petersburg'da söz verdiler. Dilekçenin cevabını en geç bu ayın sonuna kadar bildirecekler bana.
Buraya yazacaklar.
General, gözlerini Nehlüdof'dan ayırmadan, küt parmaklı eli-ni masaya uzattı, zili çaldı; yüksek sesle
öksürerek gırtlağını temizledikten sonra, sigarasını fosurdatarak sessizce dinlemeye devam etti
Nehlüdof'u.
— İmkânı varsa, dilekçenin cevabı gelene kadar bu kadım burada bekletmenizi dileyecektim sizden.
Emireri girdi odaya. General:
— Sor bakalım Anna Vasilyevna kalkmış mı? dedi. Daha çay da getir. (Nehlüdof'a döndü.) Başka?
Nehlüdof devam etti:
— Öteki dileğim, aynı kafiledeki siyasi bir suçluyla ilgili. General başını anlamlı anlamlı salladı:
— Ya! dedi'.
— Ağır hasta, ölmek üzere. Belki de burada hastaneye yatırırlar onu. Siyasi suçlulardan bir kadın
yanında kalmak istiyor.
— Neyi oluyor?
— Hiç bir şeyi. Ama bu ona, hastanın yanında kalmak olanağını sağlayacaksa, onunla evlenmeye de
hazır.
General hiç bir şey söylemeden dinliyor, parlak gözlerini Nehlüdof'un yüzünden ayırmiyordu. Bakışının
etkisiyle onu şaşırtmak istediği belliydi. Durmadan sigara içiyordu.
Nehlüdof sözünü bitirince general masanın üzerindeki kitabı aldı, parmağını tükürükleyerek çabuk çabuk
çevirdi sayfaları; evlilik maddesini bulup okudu. Sonra başını kitaptan kaldırıp:
— Cezası nedir kadının? diye sordu.
— Kürek.
— Cezalının cezası evlenmekle hafifleyemez.
— Evet...
— 473 —
— Onunla serbest biri evlense bile cezasını çekmek zorundadır. Önemli olan şu burada: Hangisinin
cezası daha ağır, kadının mı erkeğin mi?
— İkisinin cezası da kürek. General gülümsedi:
— Eşitler demek. Kadınınki neyse erkeğinki de o. Hasta ol-I düğü için burada bırakılabilir; iyileşmesi için
elden gelen her şey yapılacaktır tabiî; ama kadın, onunla evlense bile kalamaz
burada...
Uşak gelip haber verdi:
— Bayan kahvelerini içiyorlar. General başını öne eğerek devam etti:
— Ama gene de düşüneyim ben bir. Soyadları nedir? Şuraya yazıverin.
Nehlüdof yazdı. General, Nehlüdof'un hastayla görüşmek için izin istemesi üzerine:
— Bu olamaz işte, dedi. Kuşkulanmasına kuşkulanmıyorum sizden tabiî; ama bu hastayla olduğu gibi
ötekilerle de ilgileniyorsunuz, zenginsiniz de. Bizim burada her şey satılıktır. Rüşveti kaldır, diyorlar bana.
Herkes rüşvet alıyorken nasıl kaldırırsınız rüşveti? Küçükler daha çok alıyor hem. Beş bin verst ötede
adam nasıl engel olursun ona? Benim burada olduğum gibi o da
| orada kral. (Gülümsedi general.) Para verip görüşmüşsünüzdür siyasi suçlularla yüzde yüz,
bırakmışlardır sizi yanlarına. Öyle değil mi?
— Öyle.
— Başka çıkar yolunuzun olmadığını biliyorum. Bir siyasi suçluyu görmek istiyorsunuz siz. Acıyorsunuz
ona. Gardiyan ya da er parayı alıp bırakıyor sizi içeri; kırk köpektir aylığı çünkü, ailesinin ihtiyacı vardır
paraya; almak zorundadır. Sizin ya da onun yerinde olsam ben de aynı şeyi yapardım. Ama bulunduğum
görevdeyken yasaların dışına çıkamam; ben de insanım çünkü, acıyabilirim. Uygulayıcıyım ben,
belirli koşullar altında güvenilmiştir bana, bu güveni haketmeliyim. Bu iş de böyle. Şimdi anlatın bakalım
neler olup bitiyor sizin oralarda? General, aynı di anlatın bakalım neler olup bitiyor sizin oralarda?
General, aynı zamanda hem yeni haberler almak, hem de— 474 —
bilgisini, iyi bir insan olduğunu göstermek için sorular sormaya, bazı şeyler anlatmaya başladı.
XXIII
— Nerede kalıyorsunuz kentte? Dük'ün otelinde mi? Orası da iğrenç bir yerdir. General, Nehlüdof'u yolcu
ederken:
— Akşam yemeğine gelin, diye ekledi. Saat beşte İngilizce biliyor musunuz?
— Biliyorum.
— Çok güzel. Bir İngiliz var burada. Sibirya'nın sürgün yerleriyle cezaevlerini incelemeye gelmiş. Akşam
yemeğini bizde yiyecek, siz de gelin. Saat beşte yeriz yemeğimizi, karım titizdir böyle şeylerde. Bu kadınla
hastayı ne yapacağımız üzerine cevabımı da o zaman bildiririm size. Belki de bırakabiliriz hastanın
yanında birisini. Nehlüdof, generale selâm verdikten sonra, iyi bir şeyler yapmış olmanın verdiği gönül
rahatlığıyla postaneye gitti.
Alçak tavanlı, direkli bir salona girdi. Bölmenin arkasında memurlar vardı, bekleyen halka bir şeyler
veriyorlardı. Bir memur, başını yana eğmiş, zarfları damgalıyordu. Çok çabuk, büyük bir ustalıkla
yapıyordu bunu. Uzun süre bekletmediler Nehlüdof'u. Soyadını söyleyince oldukça büyük bir paket
verdiler ona. Pakette para, birkaç mektup, kitap, Anayurt Notları dergisinin son sayısı vardı. Nehlüdof, bir
erin oturduğu —küçük bir defter vardı elinde, bir şey bekliyor olmalıydı— tahta sıraya gidip oturdu; gelen
mektupları gözden geçirmeye koyuldu. Bir tanesi taahhütlüydü; güzel bir zarfı vardı, üzeri inci gibi bir
yazıyla, özenilerek yazılmıştı. Zarfı açtı, içinden Selyenin'in mektubuyla bir de resmî kâğıt çıkınca yüzünün
bir anda kıpkırmızı olduğunu, yüreğinin sıkıştığını hissetti. Katyuşa için verilen kesin karardı bu. Nasıl bir
karardı acaba? Red cevabı mıydı? Nehlüdof güç okunan, küçük küçük, karmakarışık yazılmış kâğıtta
yazılanı çabucak okudu, derin bir soluk aldı. Karar olumluydu.
Selyenin Sevgili dostum! diye yazıyordu. Son konuşmamın büyük bir etki bıraktı üzerimde. Maslova
konusunda haklıymışsın. Dosyayı dikkatle inceledim, kadıncağızın büyük bir haksızlığa uğradığını
gördüm. Bu haksızlığı dilekçe komisyonu düzel— 475 —
tebilirdi ancak. Senin dilekçen de oradaydı zaten. Komisyona başvurdum, elimden geleni yaptım. Af
kararının kopyasını yolluyorum sana. Adresini kontes Yekaterina İvanovna'dan aldım. Kararın aslı,
Maslova'mn mahkemesi yapılırken yattığı cezaevi müdürlüğüne yollandı, sanırım oradan da hemen
Sibirya'da gerekli yere yollarlar onu. Bu mutlu haberi bir an önce duyurayım sana dedim. Dostça sıkarım
elini. Arkadaşın Selyenin.
Çarlık katına verilen dilekçeleri kabul komisyonu. başlıklı resmî kâğıtta sayı numarası, masa numarası,
tarihten sonra şöyle yazıyordu: Çarlık katma verilen dilekçeleri kabul komisyonu başkanlığı emriyle
Yekaterina Maslova'ya dilekçesinin gözönüne alınarak kürek cezasının Sibirya'da daha yakın bir yere
sürgün cezasına çevrildiği bildirilir.
Haber hem sevinç verici, hem önemliydi: Nehlüdof'un Katyuşa için de kendi için de yapabileceği her şey
gerçekleşmişti. Katyuşa'nın durumundaki bu değişiklik Nehlüdof'ia onun arasındaki ilişkiye yeni güçlükler
getirecekti. Katyuşa bir kürek cezalısı olduğu sürece, Nehlüdof'un onunla evlenme önerisi olamayacak bir
şeydi, onun durumunu hafifletmeye yarıyordu yalnızca. Oysa beraber yaşamalarına bir engel kalmıyordu
şimdi. Nehlüdof hazır değildi böyle bir şeye. Hem sonra ya Simonson'Ia ilişkisi? Dünkü sözlerinin anlamı
neydi Katyuşa'nın? Simonson' la evlenmeye razı olursa akıllıca bir karar mı vermiş olurdu acaba?
Nehlüdof cevap bulamıyordu bu sorulara. Şimdilik bir yana bıraktı onları. Sonra anlaşılır her şey geçirdi
içinden, şimdi bir an önce onu görmeye, sevinçli haberi ona vermeye, onu kurtarmaya çalışmalıyız.
Elindeki kopyanın bunun için yeterli olduğunu sanıyordu. Postaneden çıkınca arabacısına cezaevine
çekmesini söyledi.
General cezaevine gitmesine izin vermemişti; ama Nehlü-dof, o güne kadar başından geçen olaylardan,
büyük memurlardan elde edilemeyen bir şeyin küçüklerden çoğu kez kolaylıkla elde edilebildiğini bildiği
için, Katyuşa'ya mutlu haberi iletmek, Kriitsof'un sağlık durumunu öğrenmek, Mariya Pavlovna'yla ona,
generalin söylediğini duyurmak amacıyla cezaevine gitmeye karar vermişti. Olursa, Katyuşa'yı serbest de
bıraktıracaktı.
Cezaevi müdürü çok uzun boylu, şişman, mağrur duruşlu— 476 —
bir adamdı. Bıyıkları, favorileri ağzının çevresinde kıvır kıvırdı, Nehlüdof'u pek sert karşıladı; komutanlığın
izni olmadan hiç kimseyi cezalılarla görüştüremeyeceğini açıkça söyledi. Nehlü-dof'un, başkentle bile
görüştüğünü söylemesi üzerine:
— Olabilir, dedi, ama ben görüştüremem.
Ses tonuyla şöyle söylemek istiyordu sanki: Siz başkent beyleri bizi şaşırtacağınızı sersemleteceğinizi
sanırsınız, ama doğu Sibirya'da bile olsak, dünyadan haberimiz vardır bizim, bunu gösteririz de size.
Çar'ın dilekçe komisyonundan gelen kâğıt da etki etmedi müdüre. Nehlüdof'un cezaevine girmesine
kesinlikle izin vermedi. Nehlüdof büyük bir saflıkla, bu kopyanın belki de Maslo-va'nın serbest
bırakılmasına yeteceğini söylemesi üzerine, müdür küçümsemeyle gülümsedi; bir cezalının serbest
bırakılması için doğrudan doğruya genel müdürlükten yazı gelmesi gerektiğini anlattı. Ama affedildiğini
Maslova'ya bildireceğine, emir gelir gelmez de onu bir saat bekletmeden hemen serbest bırakacağına söz
verdi.
Kriltsof'un sağlık durumu üzerine bilgi de vermedi; cezaevinde böyle bir cezalının bulunduğunu söylemeye
bile yetkisi olmadığını anlattı. Böylece, hiç bir şey elde edemeden arabasına bindi Nehlüdof( otele döndü.
Müdürün ona böylesine sert davranmasının sebebi, alacağından bir kat fazla insan doldurulmuş
cezaevinde tifo salgını olmasıydı. Yolda arabacı şöyle anlatıyordu ona: Cezevinde sapır sapır dökülüyor
insanlar. Bir hastalık var içerde. Günde yirmi, yirmi beş kişi gömüyorlar.
XXIV
Nehlüdof, cezaevinde işi ters gittiği halde neşesinden, heyecanından hiç bir şey kaybetmeden,
Maslova'nın affedilmesiy-le ilgili yazının gelip gelmediğini öğrenmek için valiliğe uğradı. Gelmemişti.
Hemen otele gitti, Selyenin'le avukata birer mektup yazıp bildirdi durumu. Mektupları bitirince saatine
baktı; generalin yemeğine gitme zamanı gelmişti.
Yolda, Katyuşa'nın bu haberi, affedilmesini nasıl karşılayacağını düşünüyordu. Nereye yollayacaklardı onu
acaba? Nasıl
— 477 —
yaşayacaklardı beraber? Simonson ne olacaktı? Katyuşa'nın Si-monson'a karşı tutumu neydi? Katyuşa'da
olan değişikliği hatırladı. Arkasından geçmişi geldi aklına.
Unutmalıyım bunu, silip atmalıyım belleğimden, diye geçirdi içinden. Bu düşünceyi hemen kovdu. Zaman
gösterecek her şeyi dedi kendi kendine; generale ne söylemesi gerektiğini düşünmeye koyuldu.
Nehlüdof'un yabancısı olmadığı, ancak varlıklıların, büyük memurların evinde görülen zenginlik generalin
masasında da vardı. Aylardan beri her şeyden yoksun olan Nehlüdof'un pek hoşuna gitmişti böyle bir
sofraya oturmak.
Generalin karısı eski Petersburg sosyetesinden, Nikola sarayının önde gelen kadınlarındandı. Fransızcayı
Rusçadan daha rahat konuşuyordu. Dimdik duruyor, el kol hareketi yaparken dirseklerini bedeninden
ayırmıyordu. Kocasına karşı ağırbaşlı bir saygıyla, şefkatle; konuklarınaysa başka başka davranıyordu.
Nehlüdof'u içtenlikle, gizli bir yakın ilgiyle karşıladı. Bu ilgi, yeteneklerini yeniden tanıttı Nehlüdof'a, tatlı bir
haz verdi ona. Generalin karısı, Nehlüdof'un, onu Sibirya'ya getiren tuhaf, ama dürüst davranışından
haberdar olduğunu, Nehlüdof'u çok çok iyi, saygıdeğer bir insan saydığını gizlemiyordu. Bu ince ilgi,
generalin evindeki huzur, rahatlık, zenginlik üzerinde etkisini göstermişti. Zenginliğin, güzel yemeklerin
hazzına; alışık olduğu çevrenin insanları rasındaki ilişkilerin inceliğine, hoşluğuna bıraktı kendini. Son
zamanlarda içinde yaşadığı dünya bir düştü sanki: uyanmıştı şimdi, gerçek hayata dönmüştü.
Yemekte, aileden olanlardan —generalin, kocasıyla gelmiş kızından, yaverden— başka bir İngiliz, altın
ticareti yapan bir tüccar; bir de Sibirya'nın uzak illerinden birinin valisi vardı. Hepsinden de hoşlanmıştı
Nehlüdof.
Fransızcayı çok kötü, ama İngilizceyi son derece etkili konuşan, al yanaklı, sağlıklı İngiliz çok dolaşmıştı;
Amerika, Hindistan, Japonya, Sibirya üzerine ilginç şeyler anlatıyordu.
Bir köylünün oğlu olan altın tüccarı —Londra'da dikilmiş, pırlanta düğmeli takım frak giyiyordu; büyük bir
kitaplığa vardı, hayır işlerine yardım ederdi her zaman, Avrupa aydınlan gibi düşünürdü— Avrupa kültürü
aşılanmış sağlıklı bir Rus köylüsün-— 478 —
den elde edilen yeni, iyi insan örneği olduğu için hoşuna gitmişti Nehlüdof'un.
Uzak ilin valisi, Nehlüdof Petersburg'dayken sözü öylesine çok edilen bakanlık danışmanından başkası
değildi. Seyrek saçları kıvırcık, mavi gözlerinden kibarlık okunan, bedeninin ait bölümü çok kalın, beyaz
tombul parmaklan yüzük dolu, gülüşü içten, şişman bir adamdı. Ev sahibi, rüşvetçiler içinde olduğu halde,
rüşvet almadığı için severdi onu. Müziğe pek düşkün, kendi de iyi piyano çalan ev sahibesiyse, iyi bir
müzikçi olduğu, iki kişi beraber piyano çaldıkları için büyük değer veriyordu ona. Nehlüdof öylesine iyi bir
ruhsal durum içindeydi ki, bu adama karşı bile nefret duymuyordu.
Herkese yardıma koşmaya hazır, gerdanı hafif morarmış, neşeli, hareketli yaver içtenliğiyle canayakın bir
insandı.
Nehlüdof'un hoşuna en çok, generalin sevimli kızıyla kocası gitmişti. Günleri iki çocuğuyla dopdolu, güzel
sayılamayacak, temiz yürekli, genç bir kadındı generalin kızı, Anne, babasıyla uzun süre cenkleştikten
sonra severek evlendiği, Moskova üniversitesini bitirmiş, alçakgönüllü, zeki kocası, sevdiği, incelediği, yok
olmaktan kurtarmaya çalıştığı azınlıklarla ilgili istatistikler işinde çalışıyordu.
Nehlüdof'a hepsi de yakınlık gösteriyordu; ilgi çekici bir insanla karşılaştıklarına sevindikleri belliydi.
Salona resmî giysisi, boynunda beyaz haç nişanıyla gelen general, Nehlüdof'un elini eski bir dostuymuş
gibi sıktı; konuklarını masaya buyur etti. Generalin, sabahki görüşmelerinden sonra neler yaptığı sorusuna
Nehlüdof, postaneye gittiği, ilgilendiği cezaimin affedildiğini öğrendiği cevabını verdi; cezaevine girmesine
izin verilmesini istedi gene.
General, besbelli yemekte işten söz edildiğine canı sıkılmış, yüzünü buruşturdu, cevap vermedi
Nehlüdof'a, İngilizce döndü, Fransızca:
— Votka ister misiniz? dedi.
.
İngiliz, o gün büyük kiliseyi, atelyeyi gördüğünü, cezaevini dolaşmayı da çok istediğini anlattı. General,
Nehlüdof'a döndü:
— Bu güzel işte, beraber gidersiniz.
479 —
Yaverine:
Giriş kâğıdı verin onlara, dedi. Nehlüdof, İngilizce:
— Cezaevine akşam gitmeyi yeğlerim ben, dedi,
yoktur, her şey olduğu gibidir. General:
herkes içerdedir o zaman, herhangi bir hazırlık
— Bütün güzelliğiyle mi görmek istiyor orasını? diye sordu. Görsün bakalım. Kaç kere yazdım,
dinlemiyorlar beni. Varsın yabancı basından öğrensinler.
Nehlüdof ev sahibesiyle İngilizin arasında oturuyordu. Karşısında generalin kızıyla vali vardı.
Yemekte aralıklarla devam ediyordu konuşma. İngiliz, Hin-distandan söz etti; generalin pek sert eleştirdiği
Tonkinsk bilimsel gezisinden, Sibirya'da alıp yürümüş düzenbazlıktan, rüşvetçilikten konuştular. Bütün
bunlar pek az ilgilendiriyordu Neh-lüdof'u.
Ama yemekten sonra konuk salonunda kahve içerlerken ev sahibesiyle İngiliz, bir de Nehlüdof arasında
Glanstone üzerine çok ilginç bir konuşma başladı. Nehlüdof oldukça güzel şeyler söyledi. Güzel bir
yemekten, içkiden, kahveden sonra kibar, kültürlü insanlar arasında yumuşacık bir koltukta oturmak
giderek neşelendiriyordu onu. İngilizin isteği üzerine ev sahibesiyle vali piyanonun başına oturup
beraberce piyanoya uyguladıkları Bethoven'in beşinci senfonisini çalmaya başladıklarından Nehlüdof'un
içini çoktan beri duymadığı bir duygu doldurdu. Ne denli iyi bir insan olduğunu ilk kez şimdi anlıyormuş gibi
sevinçliydi.
Piyano çok güzel, beşinci senfoninin çalmışı daha güzeldi. Hiç değilse, bu senfoniyi iyi bilen, seven
Nehlüdof'a öyle gelmişti. O güzelim andanteyi dinlerken kendi iyiliğini, erdemlerini sezinlemenin verdiği
duygululuktan burun kemiğinin sızladığını hissetti.
Çoktan beri uzak olduğu bir hazzı ona tattırdığı için ev sahibesine teşekkür ettikten sonra gitmeye
hazırlanıyordu ki, generalin kızı kararlı adımlarla geldi Nehlüdof'un yanına, yüzü kı-zararak:
— Çocuklarımı
sormuştunuz, dedi,
görmek ister misiniz onları?— 480 —
Annesi, kızının içten, sevimli kabalığına gülümsedi:
— Çocuklarını herkesin görmekten haz duyacağını sanır. Prense ne senin çocuklarından?
Bu taşan, mutlu analık sevgisi duygulandırmıştı Nehlüdof'u.
— Tersine, çok isterim, dedi. Gösterin lütfen.
General, oyun masasından —damadı, altın tüccarı, bir de yaveriyle kâğıt oynamaya oturmuştu— seslendi:
— Prense ufaklıklarını gösterecek. Gidip görevinizi yapın.
Prens, gidin.
Genç kadın —şimdi çocukları eleştirmeye başlayacaklarından korktuğu için olacak— Nehlüdof'un
önünden çabuk adımlarla yürüdü. Yüksek tavanlı, duvar kâğıtları beyaz, koyu abajurlu, küçük bir lâmbanın
ısıttığı odada yanyana iki karyola vardı; karyolaların arasında elmacık kemikleri çıkık, içten görünüşlü,
beyaz önlüklü bir dadı oturuyordu. Genç kadınla Nehlüdof'u görünce ayağa kalktı, selâm verdi. Generalin
kızı birinci karyolanın üzerine eğildi. Karyolada uzun, kıvır kıvır saçları yastığın üzerine serilmiş, küçücük
ağzı açık, sere serpe uyuyan iki yaşlarında bir kız çocuğu vardı.
Anne, altından çocuğun beyaz, minnacık ayağı çıkmış mavi çizgili battaniyeyi düzeltirken:
— Bu Katya'dır, dedi. Güzel mi? İki yaşında daha.
— Çok güzel!
— Bu da Vasük, dedesi öyle diyor ona. Bambaşka bir yüzü var. Tam bir Sibiryalı. Öyle değil mi?
Nehlüdof, yüzükoyun uyuyan tombul çocuğa iyice baktıktan sonra:
— Çok tatlı bir çocuk dedi.
— Sahi mi? diye sordu.
Annesi derin anlamlı bir gülümsemeyle:
Nehlüdof, zincirleri, traş edilmiş kafaları, cezalılara atılan kırbaçları, menzillerdeki yüz kızartıcı ahlâksızlığı,
ölmek üzere olan Kriltsof'u, bütün geçmişiyle Katyuşa'yı hatırladı.
İmrendirmişti onu bu huzur, böyle mutlu olmak isteği doldurmuştu içini. Çocukları birkaç kere daha
övdükten; onu büyük bir dikkatle dinleyen genç anneyi böylece mutlu ettikten sonra, onun arkasından
konuk salonuna yürüdü. İngiliz bekliyordu onu.
— 481 —
cezaevine beraber gideceklerdi, öyle sözleşmişlerdi. Nehlüdof, herkesin elini sıkarak, İngilizle beraber
çıktı.
Dışarda hava değişmişti. Lapa lapa kar yağıyordu. Yol, evlerin damları, ağaçlar, avlu, paytonun üstü, atın
sırtı bembeyaz olmuştu. İngilizin kendi arabası vardı; Nehlüdof, İngilizin arabacısına cezaevine gideceğini
söyledikten sonra paytona bindi, içinde hiç de hoş olmayan bir görevi yerine getirmenin verdiği tatsız
duygu, karda güçlükle ilerleyen, yaylı paytonuyla İngilizin arkasından gitti.
XXV
Büyük kapısının dibinde nöbetçisiyle, feneriyle cezaevinin kasvetli yapısı —şimdi yolunu da, damını da,
duvarlarını da örten tertemiz, beyaz örtüye karşın— hepsinde ışık olan ön pen-cereleriyle sabahkinden
çok daha kasvetli görünüyordu.
Mağrur müdür kapıya çıktı, Nehlüdof'la İngilize verilen giriş kâğıdını fenerin ışığında okuduktan sonra,
buna akıl erdireme-miş gibi silkti güçlü omuzlarını; ama emrin gereğini yaparak, konuklara arkasından
gelmelerini söyledi. Avludan geçirdi onları, sağdaki kapıdan girip merdiveni çıkardı, kendi odasına götürdü.
Oturmalarını söyledikten sonra, onlara ne gibi hizmetinin dokunabileceğini sordu. Nehlüdof'un Maslova'yı
hemen görmek istediğini öğrenince, gardiyana gidip onu getirmesini söyledi. Sonra İngiliz'in Nehlüdof
aracılığıyla sorduğu sorulara cevap vermeye başladı. İngiliz:
— Cezaevi kaç kişiliktir? diye soruyordu. Kaç cezalı var burada şimdi? Kaç erkek, kaç kadın, kaç çocuk?
Kürek cezası kaç kişi, sürgünler, gönüllüler kaçar kişi?
Nehlüdof, İngiliz'in söylediklerini Rusçaya, müdürün cevaplarını İngilizceye, ne anlama geldiklerini
anlamadan çeviriyordu. Katyuşa'yla biraz sonra görüşeceği düşüncesi nedense çok heyecanlandırıyordu
onu. Bir cümleyi İngilizceye çevirirken yaklaşan ayak sesleri duyduğunda yüreği daha hızlı vurmaya
başladı; odanın kapısı açılıp da—çoğunlukla olduğu gibi— gardiyanın arkasında örtülü, blûzlu Katyuşa'yı
görünce ağır bir duygu çöktü içine. Katyuşa, başı önünde, çabuk adımlarla odaya girerken, NehDiriliş — F: 31— 482 —
lüdof ona bakarak, Yaşamak istiyorum diye düşündü, Bir ailem, çocuklarım, insanca bir hayatım olsun
istiyorum.
Ayağa kalkıp ona doğru birkaç adım attı. Katyuşa'nın yüzünde soğuk, tuhaf bir ifade vardı. Nehlüdof'a
sitem ettiği zaman yüzünde olan ifadeydi bu. Kâh kızarıp bozararak, kâh kanı çekilerek bluzunun kenarıyla
sinirli sinirli oynuyor, arada bir başını kaldırarak Nehlüdof'a bakıyor, sonra gene yere indiriyordu bakışım
Nehlüdof.
— Affedildiğinizi duydunuz mu? diye sordu.
— Duydum. Gardiyan söyledi.
— Emir gelir gelmez cezaevinden çıkıp, istediğiniz yere yerleşebilirsiniz. Düşünürüz...
Maslova sabırsızlıkla kesti Nehlüdof'un sözünü:
— Düşünecek bir şey yok. Vladimir İvanoviç nereye giderse ben de oraya gideceğim. Heyecanlı olduğu
halde, Nehlüdof'un gözlerinin içine bakarak, —ne söyleyeceğini önceden hazırlamış gibi—çabuk, tane
tane konuşuyordu.
Nehlüdof:
— Öyle mi, dedi.
— Evet Dmitri İvanoviç, onunla beraber yaşamamı isterse —korkuyla sustu bir an, düzeltti— yani onun
yanında olmamı isterse, daha ne isterim? Bunu mutluluk saymalıyım kendim için. Daha ne?.. Nehlüdof,
İkisinden biri diye geçirdi içinden, Ya Simonson'u sevdi, yapmayı düşündüğüm fedakârlığı istemiyor, ya
da hâlâ beni seviyor, mutluluğum için reddediyor beni, Simon-son'a giderek, geri dönüş yollarını tamamen
kapıyor, gemilerini yakıyor. Kendi kendinden utanıyordu Nehlüdof. Yüzünün kızardığını hissetti.
— Onu seviyorsanız... diye başladı.
— Sevmenin ya da sevmemenin bir anlamı yoktur artık benim için. Bıraktım öyle şeyleri. Vladimir
İvanoviç çok iyi bir insan.
— Evet, öyle olsa gerek... İyi bir insan, hem sanırım... Katyuşa, Nehlüdof'un gereksiz bir şey
söyleyeceğinden, ya
da kendisinin her şeyi açığa vuracağından korkmuş gibi kesti gene Nehlüdof'un sözünü. Esrarlı, şehlâ
bakışını Nehlüdof'un gözlerinin içine dikerek:
— Sizin istediğiniz şeyi yapmıyorsam bağışlayın beni Dmit— 483 —
ri İvanoviç, dedi. Belli zaten bunun istediğiniz şey olmadığı. Hem sizin de hakkınız var yaşamaya.
Katyuşa, biraz önce kendi kendine söylediği şeyin aynını söy-lüyordu Nehlüdof'a, ama şimdi bambaşka
duygular vardı içinde. Yalnızca utanç duymuyordu, Katyuşa için kaybettiği her şeye de acıyordu.
— Bunu beklemiyordum, dedi. Katyuşa tuhaf bir gülümsemeyle:
— Bunda üzülecek bir şey yok, dedi.
— Üzülmüyorum, hoşuma bile gitti, elimden gelse daha da /ardım etmek isterdim size.
Katyuşa:
— Bize, dedi —Bize diyordu— hiç bir şey lâzım değil, Benim için o kadar çok şey yaptınız ki. Siz
olmasaydınız.,
Sesi titredi, sözünün sonunu getiremedi. Nehlüdof:
— Bana teşekkür etmenizin gereği yok, dedi. Katyuşa:
— Bırakalım, diye mırıldandı. Tanrı karar versin. Siyah gözleri dolu dolu olmuştu.
— Ne iyi kadınsınız! dedi Nehlüdof. Katyuşa gözyaşları arasından:
— Ben mi iyiyim? diye sordu. Acı bir gülümseme ısıttı yüzünü. İngiliz girdi araya:
— Are you ready? (1) Nehlüdof:
— Dîrectly, (2) dedi.
Maslova'ya dönüp Krıltsof'u sordu. Genç kadın, heyecanı biraz yatıştıktan sonra, bildiklerini anlattı: Krıltsof
yolda çok ağırlaşmıştı, buraya gelince hemen revize yatırmışlardı onu. Mariya Pavlovna çok üzülmüş,
revire hastabakıcı olarak alınması için yalvarmış, ama kabul etmemişler.
Maslova, İngilizin sabırsızlandığını farkedip:
— Gidebilir miyim artık? diye sordu. Nehlüdof:
(1) Hazır mısınız? (İngilizce, L. N. Tolstoy'un çevirisi.) (2) Şimdi. (İngilizce, L. N. Tolstoy'un çevirisi.)—
484 —
— Vedalaşmıyorum sizinle, dedi, görüşeceğiz gene. Maslova işitilir işitilmez bir sesle:
— Bağışlayın beni, dedi.
Gözgöze geldiler. Şehlâ bakışından, Allahaısmarladık diyeceğine, Bağışlayın derkendi içli
gülümseyişinden Nehlüdof, Katyuşa'yı bu kararı vermeye zorlayan nedenin düşündüğü nedenlerden
ikincisinin doğru olduğunu anlamıştı: Seviyordu onu Katyuşa; onu kendine bağlamakla Nehlüdof un
hayatını zehir edeceğini, Simonson'a giderse onu özgürlüğüne kavuşturacağını düşünmüştü; çoktan beri
yapmayı istediği şeyi en sonunda yapabildiğine seviniyordu şimdi, ama ondan ayrıldığına da üzülüyordu.
Nehlüdof'un elini sıktı, hızla dönüp çıktı odadan.
Nehlüdof, İngiliz'e baktı. Küçük not defterine bir şeyler yazıyordu İngiliz. Nehlüdof duvarın dibindeki tahta
sıraya oturdu. Oturur oturmaz korkunç bir bitkinlik çöktü üzerine. Ne uykusuzluktu onu böyle bitkin
düşüren, ne aylarca süren yolculuk, ne de heyecan; yasamaktan, hayatın tümünden yorulduğunu
hissediyordu. Sıranın arkalığına yaslandı, gözlerini kapadı, bir an derin bir uykuya daldı.
Müdür:
— Hücreleri dolaşmak ister misiniz artık? diye sordu.
Nehlüdof gözlerini açtı, şaşkın şaşkın bakındı çevresine. İngiliz yazmayı bitirmiş, hücreleri görmek
istiyordu. Nehlüdof yorgun argın, isteksiz, onlarla beraber çıktı.
XXVI
Holü, boğucu bir pis kokunun doldurduğu koridoru —doğrudan doğruya döşemeye işeyen iki cezalıyı
görünce çok şaşırmışlardı orada— geçip, gardiyanların arkasından ilk hücreye girdiler. Kürek cezalılarının
hücresiydi burası. Ranzalar orta yerdeydi, cezalıların hepsi yatmıştı. Yetmiş kişiydiler. İstif olmuşlardı
sanki. Girenleri görünce, zincirlerini şakırdatarak hepsi fırladı yerinden, ranzalarının yanında ayakta
durdular. Tepeleri traş-h başları parlıyordu. İki kişi doğrulmamıştı. Biri, yüzü kıpkırmızı —ateşli olduğu
belliydi— genç bir adamdı; öteki yaşlıydı, durmadan inliyordu.
İngiliz, genç cezalının çoktan beri mi hasta olduğunu sordu.
— 485 —
Müdür, sabah hastalandığını, ihtiyarınsa midesinin eskiden beri ağrıdığını, ama revir dolu olduğu için
yatıramadıklarını söyledi. İngiliz, başını iki yana salladı; bu insanlara birkaç sözcük söylemek istediğini
söyledi; Nehlüdof'dan, söyleyeceklerini Rusçaya çevirmesini rica etti. İngiiizin, Sibirya'daki sürgün yerlerini,
cezaevlerini görüp yazmaktan başka bir amacının daha olduğu anlaşılmıştı: Kişinin dinle, günahlarının
cezasını çekmekle huzura kavuşacağına inancını yaymaya çalışıyordu.
— İsa'nın onlara acıdığını, onları sevdiğini, onlar için de öldüğünü söyleyin onlara, dedi. Buna
inanırlarsa, kurtulurlar.
İngiliz konuşurken cezalılar ranzalarının yanında hazırolda dinliyorlardı onu.
— Söyleyin onlara, bu kitapta böyle deniyor. Okuma yazması olanlar var mı?
Yirmiden çok okuma yazması olan çıktı. İngiliz, çantasından ciltli birkaç Kutsal Kitap çıkardı; kaba
kumaştan yenlerden uzanan kalın, siyah tırnaklı, adaleli eller, birbirini iterek uzandı ona. iki İncil verdi bu
hücreye, ötekine yürüdü. Öteki hücrede de aynı durum vardı. Hava pis mi pisti gene; karşıda, pencerelerin
arasında aynı tasvir asılıydı, kapının hemen sağında bir el yüz yıkama teknesi vardı gene. Burada da istif
olmuş gibi yatıyorlardı cezalılar, konukları görünce fırladılar yattıkları yerden —üçü inmedi yere bu kez—
ikisi yataklarında doğruldu hafifçe, biri yatmaya devam etti, başını kaldırıp bakmadı bile gelenlere; üçü de
hastaydı. İngiliz aynı şeyleri burada da söyledi, iki de İncil verdi.
Üçüncü hücreden gürültü patırtı, bağrışmalar geliyordu. Müdür kapıya vurdu, Susun! diye bağırdı. Kapı
açılınca, birkaç hastadan, kavga eden iki kişiden başka hepsi ranzanın yanında hazırola geçti gene.
Kavga edenlerden biri ötekinin saçına, öteki de sakalına yapışmıştı, öfkeyle çekiyorlardı. Gardiyan
yanlarına koşunca bıraktılar birbirlerini. Birinin burnu kanamış; salyası, sümüğü birbirine karışmıştı,
kaftanının yeniyle siliyordu onları; öteki de sakalından kopan kılları ayıklıyordu.
Müdür, sertçe:
— Çavuş! diye bağırdı.
Kırmızı yüzlü, güçlü kuvvetli bir adam çıktı öne. Gözlerinin iÇi gülerek:
.—
486 —
.— Engel olamıyorum onlara efendim, dedi. Müdür kaşlarını çatarak:
— Ben olurum, dedi.
— What did they fight for? (') diye sordu.
Nehlüdof hücre çavuşuna cezalıların niçin kavga ettiklerini sordu. Çavuş gülümsemeye devam ederek:
— Ayaklarına sardıkları bez için dedi. Bu vurdu önce, öteki de geri kalmadı ondan.
Nehlüdof anlattı İngiliz'e. İngiliz müdüre döndü:
— Birkaç sözcük söyleyebilir miyim onlara? Nehlüdof, Rusçaya çevirdi. Müdür:
— Söyleyebilirsiniz, dedi.
İngiliz, deri ciltli İncil'ini çıkardı. Nehlüdof'a:
— Lütfen çevirin, dedi. Sizler bir konuda anlaşamadığınız için kavga ettiniz, oysa bizlerin uğruna canını
veren İsa, aramızdaki anlaşamamazlıkları halletmek için başka bir yol göstermiştir bize. Sorun onlara
bakalım, İsa'nın yasasına göre, bize kötülük eden bir insana karşı nasıl davranmamızın gerektiğini
biliyorlar mı?
Nehlüdof, İngiliz'in sözlerini, sorusunu Rusçaya çevirdi. Cezalılardan biri, yan gözle mağrur müdüre
bakarak, çekingen:
— Komutana mı bildiririz? diye sordu. Bir başkası:
— Ağzının payını verdim mi bir daha etmez sana kötülük, dedi. Gülüşmeler duyuldu. Nehlüdof cezalıların
cevaplarını İn-gilizceye çevirdi. İngiliz:
— Söyleyin onlara, dedi, tam tersini yapmalıdırlar bunun: Bir yanağına vurulursa ötekini uzatacaksın.
Bunu söylerken yanağını uzatmıştı.
Nehlüdof, Rusçaya çevirdi.
Bir ses duyuldu cezalılar arasından:
— Kendi bir denese bunu bakalım. Yatan hastalardan biri:
— Ya ötekine de yapıştırırsa tokatı herifçioğlu? dedi, o zaman neyi uzatacaksın?
O Niçin kavga ediyorlardı? (İngilizce, L. N. Tolstoy'un çevirisi.)
— 487 —
— Geberinceye kadar sopa yersin. Köşedekilerden biri:
— Denesin hele bir de görelim, dedi.
Kahkahayla gülmeye başladı. Herkes katıla katıla gülüyordu. Dayak yiyen cezalı bile —yüzü gözü kan
içinde— gülüyordu.
İngiliz hiç bozulmadı buna; Nehlüdof'dan, olamayacak gibi görülen bir şeyin inananlar için çok kolay
olduğunu onlara söylemesini istedi.
— Sorun bakalım, içki içiyorlar mı? Bir ses duyuldu:
— Elbette.
Gene makaraları koyverdiler.
Bu hücrede dört hasta vardı. İngilizin, hastalan için bir hücreye toplamadıkları sorusuna müdür,
kendilerinin istemedikleri cevabını verdi.
— Bulaşıcı değildir hastalıkları. Sağlık memurumuz devamlı olarak ilgileniyor onlarla.
Bir ses duyuldu cezalılar arasından:
— İki haftadır adımını atmadı buraya...
Müdür sesini çıkarmadı, konukları öteki hücreye götürdü. Gene açtılar kapıyı, gene kalktılar cezalılar,
gürültüyü kestiler, ingiliz İncil dağıttı gene. Beşinci, altıncı, daha sonraki hücrelerde de aynı şeyler oldu.
Kürek cezalılarından sürgünlere, sürgünlerden gönüllülere, kendi isteğiyle gelenlere geçtiler. Her yerde
aynı durum vardı: Aç, hasta, duygusuz, horlanmış, özgürlüklerinden yoksun edilmiş bu insanların yabani
hayvanlardan ayrı yanları yoktu.
Dağıtacağı kadar İncil'i dağıtan İngiliz başka vermiyor, cezalılarla konuşmuyordu bile. Burada gördükleri,
-en önemlisi de— boğucu hava enerjisini tüketmişti anlaşılan; hücreleri, her hücrede hangi cezalıların
yattığını söyleyen müdüre yalnızca, All right(') diyerek dolaşıyordu. Hâlâ aynı bitkinliği, umutsuzluğu
hisseden Nehlüdof, onları bırakıp gidemeyecek kadar güçsüz, uykuda gibi dolaşıyordu onlarla.
(1)
Çok güzel. (İngilizce).XXVII
Sürgünlerin hücrelerinden birinde, o sabah salda gördüğü tuhaf ihtiyarı görünce çok şaşırdı Nehlüdof. Saçı
sakalı karmakarışık bu ihtiyar—yüzü kırış kırıştı; sırtında yırtık pırtık, kiril, kül rengi bir gömlek, ayağında
gene öyle bir pantolon vardı; yalın ayaktı— ranzalardan birinin dibinde yerde oturuyor, soru dolu, sert
bakışlarla, gelenlere bakıyordu. Kirli bir görünüşü vardı; ama yüzü salda olduğundan daha bir ciddî,
canlıydı. Müdür içeri girince, öteki hücrelerde olduğu gibi, cezalılar hemen fırladılar yattıkları yerden,
hazırola geçtiler; ihtiyar kıpırdamadı yerinden. Gözlerinin içi parlıyordu, öfkeyle çatmıştı kaşlarını.
Müdür:
— Ayağa kalk! diye bağırdı.
İhtiyar hâlâ kıpırdamıyordu. Küçümser bir gülümseme vardı
dudaklarında.
— Uşakların kalkar ayağa senin karşında, diye mırıldandı.
Ben uşağın değilim ama.
Müdürün alnını göstererek:
— Alın yazınım senin... diye ekledi. Müdür öfkeyle üzerine yürüdü ihtiyarın.
— Ne-e-e? Ne dedin?
Nehlüdof müdürü tuttu, çabuk çabuk konuşarak:
— Tanıyorum bu adamı, dedi. Niçin attılar onu buraya? Müdür, ihtiyara yan gözle, öfkeli öfkeli bakarak:
— Kimlik kâğıdı olmadığı için polis yollamış, dedi. Yolla-mayın, diyoruz, hâlâ yolluyorlar.
İhtiyar Nehlüdof'a döndü:
— Sen de bu gâvurlardansın galiba?
— Hayır, dedi Nehlüdof, görmeye geldim cezaevini.
— Gâvurların insanlara nasıl eziyet ettiklerini görmeye geldin demek? Gör işte. Toplayıp kafese
sokmuşlar hepsini. Kişioğlu alın teriyle kazanıp yemelidir; oysa bu adam domuz gibi kapamış onları,
hayvanlaşsınlar diye, çalıştırmadan besliyor.
İngiliz:
— Ne diyor? diye sordu.
Nehlüdof, ihtiyarın, insanları cezaevine kapadığı için müdürü suçladığını söyledi. İngiliz:
— 489 —
— Sorun ona bakalım, dedi, yasaları çiğneyen insanları ne yapmalı onca?
Nehlüdof soruyu Rusçaya çevirdi. İhtiyar, sık dişlerini parlatarak gülümsedi. Küçümser bir tavırla:
— Yasaları! diye tekrar etti. Önce soydu soğana çevirdi herkesi; toprağı, zenginlikleri aldı insanların
elinden, üzerine oturdu, ona karşı çıkanları öldürdü; sonra da aldıklarını ondan geri almasınlar, onu
öldürmesinler diye yasalar koydu. Eskiden koysaydı ya bu yasaları.
Nehlüdof, İngilizceye çevirdi. İngiliz gülümsedi.
— Söyleyin ona, dedi, hırsızları, katilleri ne yapmalı şimdi, onu söylesin.
Nehlüdof gene çevirdi soruyu. İhtiyar kaşlarını çattı.
— Söyle ona, dedi, gâvurluğu bırakırlarsa ne hırsız kalır dünyada, ne de katil. Böyle söyle ona.
Nehlüdof, ihtiyarın söylediklerini İngilizceye çevirince İngiliz:
— He is crazy, (') dedi. Omuz silkerek çıktı hücreden. İhtiyar, oyalanan Nehlüdof'a:
— Sen kendi işine bak, diye mırıldandı. Her koyun kendi bacağından asılır. Kimi cezalandıracağını, kimi
bağışlayacağını Tanrı bilir, biz bilemeyiz bunu. Kendi kendinin efendisi ol, efendi kalmaz yeryüzünde. Hadi
git, git... Gâvurların insanları bitlere pirelere nasıl yem ettiklerini gördün artık. Git, git!..
Nehlüdof koridora çıktığında müdürle İngiliz, kapısı açık, boş bir hücrenin önünde duruyordu İngiliz, bu
hücrenin ne işe yaradığını soruyor, müdür de ona buranın ölü odası olduğunu anlatıyordu. Nehlüdof,
müdürün söylediklerini İngilizceye çevirince, İngiliz:
— O! dedi. İçeri girmek istedi.
-Ölü odası, değişik yanı olmayan, küçük bir hücreydi. Duvarda bir gaz lâmbası yanıyor; soluk ışığı, sol
köşedeki gelişigüzel yığılmış torbaların, odunların, sağdaki ranzalara uzatılmış dört ölünün üzerine
düşüyordu. Ev dokuması keten bezinden gömlekli kaba ayakkabılı birinci ölü uzun boyluydu; küçük sivri
bir sakalı
(1)
Deli bu adam. (İngilizce.)— 490 —
vardı, başının yarısı traş edilmişti. İyice katılaşmıştı bedeni, morarmış kolları —önlüğünde göğsünün
üzerine kavuşturuldukları belliydi— yana düşmüştü. Çorapsız bacakları da ayrılmıştı. Yanında beyaz etek
blûzlu, çıplak ayaklı, düz saçlı yaşlı bir kadın yatıyordu. Buruşuk bir yüzü, küçük, sivri bir burnu vardı. Yaşlı
kadının ötesinde pembe giysili bir erkek cesedi yatıyordu. Bu renk bir şeyi hatırlatır gibi oldu Nehlüdof'a.
Yaklaşıp baktı.
Küçük, sivri, dimdik duran bir sakalı, güzel bir burnu, beyaz geniş bir alnı, seyrek, kıvırcık saçları vardı.
Tanımıştı bunları, gözlerine inanamıyordu. Dün bu yüzü öfkeyle, ıstırapla kaplı görmüştü. Şimdi sakin,
kıpırtısız, son derece güzeldi. Evet, Krıltsof du bu, hiç değilse onun maddi varlığının bir izi. Nehlüdof, Niçin
ıstırap çekti? Niçin yaşadı? Şimdi biliyor mu acaba bunları? diye geçirdi içinden; bu sorulara cevap
bulunamayacağını, ölümünden başka hiç bir şeyin gerçek olmadığını hissetti. Birden fena-laşmıştı.
İngiliz'e Allahaısmarladık demeden, gardiyana onu dışarı çıkarmasını söyledi; o akşam hissettiklerini enine
boyuna düşünmek için yalnız kalmak ihtiyacını duydu, otele gitti.
XXVIII
Nehlüdof yatmadı otele gelince, odasının içinde bir aşağı bir yukarı dolaşmaya başladı. Katyuşa'yla
arasındaki ilgi sona ermişti. Artık gerekli değildi Katyuşa'ya; bu hem üzüyordu onu, hem utandırıyordu.
Ama bu değildi ona şimdi ıstırap veren. Başka bir işi daha vardı, bitirmemişti henüz bu işini; her
zamankinden daha bir acı veriyordu ona şimdi bu, bir şeyler yapmasını istiyordu.
Son zamanlarda tanık olduğu, özellikle o akşam şu korkunç cezaevinde gördüğü, sevimli Krıltsof'u da
mahveden o kötülükler bütün gücüyle sürüp gidiyordu. Bunları yenmenin imkânı yoktu görünüşte, nasıl
yenilebileceklerini düşünmek bile imkânsızdı.
Hiç bir şeyi umursamaz generallerin, savcıların, müdürlerin bu havasız, pis yere tıktıkları yüzlerce, binlerce
insan geldi gözünün önüne; onları içeri atanları suçladığı için deli denen özgür ihtiyarı, öfke içinde ölen
Krıltsof'un cesetler arasındaki gü— 491 —
zel, balmumu yüzünü hatırladı. Eskiden aklına sık sık gelen soru bu kez daha bir güçlü dikilmişti karşısına,
cevap bekliyordu: O muydu deli, yoksa kendilerini akıllı sanan, bütün bunları yapanlar mı?
Dolaşmaktan yorulunca lâmbanın önünde, kanepeye oturdu; İngilizin ona verdiği, geldiğinde ceplerini
boşaltırken kanepenin üzerine attığı İncil'i bir şey düşünmeden açtı. Her şeyin cevabı vardır orada diyorlar,
diye geçirdi içinden, rasgele açtığı sayfayı okumaya başladı: Matfet. Başlık XVIII.
1.
O zaman öğrencileri İsa'nın yanına sokuldular, sordular Ona: Kim daha yakındır Tanrı katına?
2.
İsa bir çocuk çağırdı yanma, onların arasına koydu onu.
3.
Sonra şöyle dedi: Gerçeği söylüyorum size, çocuk gibi olmaz, çocuk gibi davranmazsanız
çıkamazsınız Tanrı katına;
4.
İşte kim bu çocuk kadar çocuklaşırsa o daha yakın olacak Tanrı katına.
Nehlüdof, kendini önemsiz gördüğü zamanlar ne denli mutlu, huzur içinde olduğunu hatırlayarak Evet,
evet çok doğru bu. diye geçirdi içinden.
5.
Böyle bir çocuğu benim adıma kim yanına alırsa, beni almış sayılır yanına:
6.
Bana inanan böyle bir küçüğü yoldan çıkaranıysa, boynuna bir değirmen taşı bağlayıp denizin dipsiz
derinliklerine at-salar daha iyi olurdu onun için.
Ne demek yanına alırsa? diye geçirdi içinde Nehlüdof. Benim adıma'nın anlamı ne? (Bu sözlerin ona hiç
bir şey anlatmadıklarını hissediyordu Nehlüdof.) Boynuna değirmen taşı bağlayıp denize atmak? Hayır,
belirli anlamı yok bunların. Daha önceleri de İncil'i birkaç kere eline alıp okumaya başladığını, her
keresinde de, bu gibi yerlerin belirsiz anlatımı yüzünden bıraktığını hatırladı. Yedinci, sekizinci,
dokuzuncu, onuncu sözleri de okudu: Günahlardan, öteki dünyadan, cehennemde insanların çekecekleri
korkunç acılardan, Tanrının yüzünü gören çocuk meleklerden söz ediliyordu bunlarda. Ne yazık ki pek
düzensiz anlatılmış bunlar, diye düşünüyordu Nehlüdof, ama gene de tatlı bir duygu doluyor insanın içine
okurken.— 492 —
11.
...Kişioğlu, mahvolanı aramaya, kurtarmaya geldi çünkü.
12.
ne dersiniz? Yüz koyunu olsa birisinin, bîr tanesi kaybolsa; doksan dokuz koyunu dağ başında
bırakıp kaybolan o bir taneyi aramaya gitmez mi?
13.
Hem şuna inanın ki, bulursa o koyunu, kaybolmayan o doksan dokuz koyuna sevindiğinden çok
sevinir buna.
14.
Babanız da yavrularından birinin yok olmasını istemez işte.
Nehlüdof Babamız bir tanesinin yok olmasını istemiyor, oysa burada yüzlerce, binlercesi birden yok
oluyor. Kurtuluşları da yok. diye geçirdi içinden.
21.
O zaman Pyotr yanına sokuldu, şöyle dedi: Rabbim! bana
kötülük eden kardeşimi
kaç
kere bağışlayacağım? yedi kere mi?
22.
İsa cevap verdi: Yedi kere değil, yedi tane yetmiş kere bağışlayacaksın.
23.
Tanrı katında hesap bu bakımdan, halkıyla hesap görmek isteyen kralın yaptığının aynıdır;
24.
Hesap görülürken, ona on bin talant borcu olan bîr yurttaşı getirmişler karşısına;
25.
Borcunu ödeyecek parası olmadığı için kral adamın da, karısının da, çocuklarının da, vannın
yoğunun da satılmasını, parasının ona getirilmesini buyurmuş.
26.
O zaman adam ayaklarına kapanmış kralın, Yüce Kralım! demiş, biraz izin ver bana, ödeyeceğim
borcumu.
27.
Kral acımış ona, salıvermiş, borcunu da bağışlamış.
28.
Bu adam saraydan çıkınca doğru gitmiş, ona yüz dinar borcu olan arkadaşının yakasına yapışmış,
borcunu ver diye sıkıştırmış onu.
29.
Arkadaşı ayaklarına kapanmış, yalvarmış yakarmış. ona, bîraz izin ver bana, ödeyeceğim
borcumu, demiş.
30.
Âmâ beriki vermemiş izin, borcunu vermedi diye zindana attırmış onu.
31.
Bunu gören tanıdıkları gidip krala anlatmışlar durumu.
32.
Kral çağırmış adamı sarayına, kötü bîr insansın sen! demiş, yalvardığın için bütün borcunu
bağışladım sana.
— 493 —
33. Benim sana yaptığımı senin de arkadaşına yapman gerekmez miydi?
Bu satırları okuyunca birden yüksek sesle:
— Hepsi bu kadar mı? dedi Nehlüdof.
Sonra, bütün benliğini kaplayan bir ses, Evet, bu kadar diye fısıldadı kulağına.
Duygu yönü ağır basan insanlarda sık sık görülen değişiklik Nehlüdof'da oluyordu şimdi. Bir zamanlar ona
tuhaf, akıl almaz, şaka gibi gelen düşünce, günlük olaylarla doğrulana doğrulana, onunda birden gerçeğin
ta kendisi oluvermişti gözünde. İnsanlara ıstırap çektiren bu korkunç kötülüklerden kurtulmanın tek
yolunun, insanların kendilerini Tanrıya karşı suçlu hissetmeleri, bu nedenle başkalarını cezalandırmaya ya
da düzeltmeye yetenekli olmadıklarının olduğu düşüncesi şimdi açık seçikti onun için. Ceza evlerinde,
Sibirya'da tanık olduğu bu korkunç kötülüğün de, bu kötülüğü sürdürenlerin öylesine sakin, kendilerinden
emin olmalarının da sebebinin, insanların olmayacak bir şeyi gerçekleştirmek, kendileri kötüyken
kötülükleri düzeltmeye çalışmak istemelerinden ileri geldiğini biliyordu artık. Aşağılık insanlar, kendileri gibi
aşağılık insanları düzeltmek istemiş, bunu mekanik bir yolla yapmayı düşünmüş. Ne var ki bir tek sonuç
vermiş bu düşünce: Gözü yükseklerde olan, çıkarcı bazı insanlar bu uydurma cezadan, düzeltmeden bir
meslek çıkarmışlar kendilerine; alabildiğine ahlâksızlaştırıyorlardı durmadan. Tanık olduğu bu korkunç
kötülüğün nereden geldiğini, onu ortadan kaldırmak için ne yapmanın gerektiğini açık seçik görüyordu
artık. Şimdiye kadar bir türlü bulamadığı cevap, İsa'nın Pyotr'a verdiği cevaptı: Kişioğlu her zaman, sonsuz
kere bağışlamalıydı; çünkü suçsuz insan, başkalarını cezalandırmaya, düzeltmeye hakkı olan insan yoktu
yeryüzünde.
Nehlüdof Hayır, bu kadar basit, bu kadar kolay olamaz bu diye düşünüyor; öte yandan da —bambaşka
şeylere alışık olduğu için başlangıçta bunu çok yadırgadığı halde— bunun gerçek, sorunun en doğru
çözüm yolu olduğunu hissediyordu. Her zaman aklına takılan Canavar ruhlu insanları ne yapmalı?
Cezalandırmama!! mı? sorusu artık rahatsız etmiyordu onu. Cezanın suç— 494 —
lan azalttığı, suçluları düzelttiği ispatlanmış olsaydı bir anlamı olabilirdi bu sorunun; oysa bunun tam tersi
ispatlanmışken, insanların başka insanları düzeltmeye yetenekli olmadıkları kesinlikle biliniyorken
tutulabilecek en akıllıca yol, yalnızca yararsız değil, üstelik zararlı, kötü, çirkin olanı sürdürmekten
vazgeçmektir. Suçlu saydığımız insanları birkaç yüzyıldır öldürüyorsunuz. Bitirdiniz mi bari onları? Ne
gezer, üstelik çoğaldılar. Cezalarınızın iyice kötüleştirdiği suçlular doldurdu her yanı. Oturdukları yerde
adam cezalandıran kendileri de, suçlu yargıçlarınız, savcılarınız, sorgu yargıçlarınız, cezaevi
yöneticileriniz de onlardandır aslında. Toplumun, düzenin, insanları yargılayan, cezalandıran bu yasal
(kanuni) suçlular yüzünden değil, insanların —bunca kötülüğe karşın— hâlâ birbirlerine acımaları
yüzünden var olduğunu anlamıştı Nehlüdof.
Bu düşüncesini doğrulayacak bir şeyler bulmak umuduyla İncil'i açtı gene, baştan okumaya başladı. Onu
her zaman duygulandıran Nagorni âyetini okurken, şimdi ilk kez soyut, süslü düşüncelerle, yerine
getirilemeyecek isteklerle karşılaşmamıştı bu âyette; açık seçik, yerine getirilmesi kolay emirler veriliyordu
burada; bu emirler yerine getirilirse bambaşka, Nehlüdof'u öylesine üzen kötülüklerin görülmeyeceği,
mutluluğun doruğuna varılacağı bir toplum düzeni kurulurdu. Beş taneydi bu emirler:
Birinci emir (Mt. V, 21-26) insanın insanı öldürmesini yasaklamakla kalmıyor, insanların birbirlerine
kızmamasını, birbirlerini küçük görmemelerini, kavga ederlerse Tanrıya yakarmadan önce barışmalarını
buyuruyordu.
İkinci emir (Mt. V, 27-32) erkeklerin kadın güzelliğinden haz duymak şöyle dursun, bu hazdan
kaçmalarının, bir kadınla yuva kurduktan sonra da, ömrünün sonuna kadar o kadına bağlı kalmalarının
gerektiği üzerineydi.
Üçüncü emir (Mt. V, 33 - 37) insanın yemin ederek bir şeye söz vermesini yasaklıyordu.
Dördüncü emir (Mt. V, 38-42) insanın göze göz, dişe diş diye düşünmemesini buyurduğundan başka; bir
yanağına vurulunca ötekini de uzatmasını, kendisine yapılan her çeşit kötü— 495 —
lüğü affetmesi, bu kötülüklere yakınmadan katlanması, ondan her istenileni yapması gerektiğini
söylüyordu.
Beşinci emir (Mt. V, 43-48) insanın, düşmanlarından nefret etmek, onlarla savaşmak bir yana, onları
sevmesini, onlara yardım etmesini, hizmetlerine koşmasını buyuruyordu.
Nehlüdof'un bakışı lâmbanın ışığına takıldı, gözleri daldı. Yaşayışımızın tüm çirkinliğini hatırladı bir an;
insanlar bu emirleri benimseyip, yaşayışlarını onlara göre düzenleseler insan hayatının nasıl olacağı geldi
gözünün önüne, uzun zamandır duymadığı bir coşkunluk doldurdu ruhunu. Yıllarca çektiği ıstıraptan
kurtulmuş, gerçek huzura, özgürlüğe kavuşmuştu sanki.
Bütün gece uyumadı. İncil'i okuyanların çoğunda görüldüğü gibi o da, önceleri bir çok kereler okuduğu, bir
anlam çıkaramadığı sözcüklerin anlamını açık seçik görüyordu şimdi. Bu kitapta bulduğu onun için gerekli,
önemli, sevindirici şeyleri süngerin suyu içtiği gibi yutarcasına benimsiyordu. Okudukları yabancı değildi
ona sanki; çoktan beri bildiği, ama bilincine varmadığı şeyleri doğruluyor gibiydiler. Şimdi varmıştı artık bu
bilince, inanmıyordu.
Bu emirlere uymakla insanların, en büyük mutluluğa ulaşacaklarına inanmaktan başka, insanların bu
emirlere uymak zorunda olduklarına, insan hayatının anlamının bu olduğuna, bu yoldan en küçük bir
sapmanın bile, cezayı gerektiren bir hata olduğuna da inanamıyordu. Kutsal kitabın öğretisinden
anlaşılıyordu bu; hele üzüm bağcıları âyetinde büyük bir güçle, apaçık anlatılıyordu. Üzüm bağcıları, mal
sahibi için çalışmaya gönderildikleri bağın kendilerinin olduğunu, bağdaki her şeyin onlar için
hazırlandığını, yapacakları tek şeyin bu bağda gönüllerince yaşamak olduğunu sanmış, mal sahibini
unutmuş, bağın onların olmadığını, görevlerini onlara hatırlatanları öldürmüşlerdi.
Aynı şeyi biz de yapıyoruz, diye düşünüyordu Nehlüdof, hayatımızın sahibi olduğumuzu, onun bize
zevkimiz için verildiğini sanıyoruz aptalca. Gerçekten de aptallık bu. Buraya gönderildiğimize göre birisi,
bir görevle yollamış olmak- gerekir bizi. Oysa yalnızca kendi sevinçlerimiz, mutluluğumuz için yaşamamıza
karar vermişiz biz. Ma! sahibinin istediğini yapmayan işçi— 496 —
gibi bizim de sonumuzun kötü olduğu kuşku götürmez. Dünyanın sahibinin istediği de bu emirlerde var. Bu
emirlere uysalar insanlar, yeryüzü cennete döner; insanlar akıllarının ucundan ge-çiremeyecekleri bir
mutluluğa erişirler.
Mutluluğu, gerçeği arayın, gerisi verilecektir size. Oysa biz gerisini arıyor, tabiî bulamıyoruz.
Asıl görevim, hayatımın amacı bu işte. Biri gitti, öteki başlıyor.
Bu geceden sonra yepyeni bir hayat başladı Nehlüdof için; eski koşulların yerini yenileri aldığından değil, o
geceden sonra her şeyi eskisinden bambaşka bir gözle gördüğündendi bu değişiklik. Hayatının bu yeni
döneminin ne kadar süreceğini zaman gösterecek.
16 aralık 1899
SON