Academia.eduAcademia.edu

Aşkımla Erir misin

2013, Feminist Politika, sayı 16

Abstract

Feminist Politika, Sayı 16, Bahar 2012. Nükhet Sirman-Evet; belki,..; bilmem..; nasıl olur bu?; ne demek ki bu? Bir dondurma üzerinden bir robotun diğerine yönelttiği bu sorunun doğru cevabı hangisi, normal cevabı hangisi, beklenen cevabı hangisi ya da farklı cevabı hangisi? Aşkı bu soruyla anlatan bu reklam, bizim hangi yanıtı vereceğimiz beklentisi üzerine inşa edilmiş. Yani bu sorunun beklenen bir yanıtı var elbet ve bu yanıt aynı zamanda doğru ve normal cevap: Evet! O olmazsa (biraz naz yapılacaksa) "Belki.." ya da "Bilmem ki.." de olabilir. "Nasıl olur?" soru ise kafamızı karıştırır. "Bu robot nerede yaşamış acaba?" diye düşünürüz. En farklı ve beklenmedik yanıt açıkça bunun ne demek olduğunu sormak. Bu robot kesinlikle bizim dünyamıza ait değil; hiç aşk filmi mi görmemiş, roman mı okumamış, en korkuncu, dizi de mi izlememiş!! Bizim dünyamızdan değil, gerçekten! Kültürümüz (popüler ya da diğeri) bu "evet!" cevabının verilmesini normal hale getiren senaryolar, anlatılar, atasözleri ile dolu. Ayrıca, bu cevabı gerektiren önemli toplumsal yapı ve kurumlar da var. Tabii başta aile. Modern ailenin aşk evliliği ile kurulmasının öngörülmesi, aşkı engelleyenlerin ya geri kafalı ya da farklı bir etnik gruba ait olduğu fikri (ki bunlar aslında aynı anlama geliyor), zaman içinde aşkın sevgiye dönüşeceğine dair beklentilerimiz bizi normal, toplumsal yapıları da meşru kılan, aynı topluma ait kişiler haline getiriyor. Bizler böyle yaşadıkça, istatistikler tutulabiliyor (hanehalkı birim olarak ele alınabiliyor), anne-baba ve çocuktan oluşan ailenin geçiminin kaç parayla sağlanabileceği, ne kadar vergi alınabileceği, tabii ki nüfusun artış hızı hesaplanabiliyor ve ona göre teşvikler veriliyor, maaşlar saptanıyor, sendikalara izin veriliyor ya da verilmiyor ve benim aklıma gelmeyen daha bir sürü öngörü sayesinde toplum idare ediliyor. Ama en başta ne kadar tüketileceği hesaplanıyor tabii. Ve tabii başta aşkla tüketmemiz, aşk için tüketmemiz (sevgililer gününden başlamak üzere) ya da aşksız kaldığımız için tüketmemiz öngörülüyor. Aşk üzerinden bir bütüne ait olabilecek öznelliklerin ve o bütünün işlemesini mümkün kılan ekonominin kurulmasına tanık oluyoruz. Bir yandan senaryolar tüketiliyor, bir yandan metalar; ikisini birbirinden ayrı düşünmemizi artık reklam denen müthiş alan engelliyor. Reklamlar da diziler de aşk üzerine aslında hepsi birbirine benzeyen senaryolar kurar. Bu senaryoların başında tabii aşkın doğallığı var. Aşk, deniyor, doğal bir duygu. İnsanın içinde var. Eğer aşık olamıyorsan sende bir bozukluk var. Çünkü insan aşksız kendini eksik hisseder. Aşk, o bütünleşme, bütün olma isteği, bir elmanın yarısı meselesi.. Aşk bir kimya, kime neden aşık olunacağı belli olmaz (gönül bu, ota da konar misali..). Aşk bir yıldırım çarpması gibi bir şey, ayaklarını yerden keser, ya da karnına nedeni bilinmez bir ağrı saplanır. Bu yüzden de "ben aşıkmıyım?" sorusu anlamsızdır. Normal insan hemen anlar aşkın onu çarpıp çarpmadığını. Aşkı anladıktan sonraki aşama önüne engel çıkması. Ama aşk bu, o engelleri yıkıp geçer.

Aşkımla Erir misin? Feminist Politika, Sayı 16, Bahar 2012. Nükhet Sirman - Evet; belki,..; bilmem..; nasıl olur bu?; ne demek ki bu? Bir dondurma üzerinden bir robotun diğerine yönelttiği bu sorunun doğru cevabı hangisi, normal cevabı hangisi, beklenen cevabı hangisi ya da farklı cevabı hangisi? Aşkı bu soruyla anlatan bu reklam, bizim hangi yanıtı vereceğimiz beklentisi üzerine inşa edilmiş. Yani bu sorunun beklenen bir yanıtı var elbet ve bu yanıt aynı zamanda doğru ve normal cevap: Evet! O olmazsa (biraz naz yapılacaksa) “Belki..” ya da “Bilmem ki..” de olabilir. “Nasıl olur?” soru ise kafamızı karıştırır. “Bu robot nerede yaşamış acaba?” diye düşünürüz. En farklı ve beklenmedik yanıt açıkça bunun ne demek olduğunu sormak. Bu robot kesinlikle bizim dünyamıza ait değil; hiç aşk filmi mi görmemiş, roman mı okumamış, en korkuncu, dizi de mi izlememiş!! Bizim dünyamızdan değil, gerçekten! Kültürümüz (popüler ya da diğeri) bu “evet!” cevabının verilmesini normal hale getiren senaryolar, anlatılar, atasözleri ile dolu. Ayrıca, bu cevabı gerektiren önemli toplumsal yapı ve kurumlar da var. Tabii başta aile. Modern ailenin aşk evliliği ile kurulmasının öngörülmesi, aşkı engelleyenlerin ya geri kafalı ya da farklı bir etnik gruba ait olduğu fikri (ki bunlar aslında aynı anlama geliyor), zaman içinde aşkın sevgiye dönüşeceğine dair beklentilerimiz bizi normal, toplumsal yapıları da meşru kılan, aynı topluma ait kişiler haline getiriyor. Bizler böyle yaşadıkça, istatistikler tutulabiliyor (hanehalkı birim olarak ele alınabiliyor), anne-baba ve çocuktan oluşan ailenin geçiminin kaç parayla sağlanabileceği, ne kadar vergi alınabileceği, tabii ki nüfusun artış hızı hesaplanabiliyor ve ona göre teşvikler veriliyor, maaşlar saptanıyor, sendikalara izin veriliyor ya da verilmiyor ve benim aklıma gelmeyen daha bir sürü öngörü sayesinde toplum idare ediliyor. Ama en başta ne kadar tüketileceği hesaplanıyor tabii. Ve tabii başta aşkla tüketmemiz, aşk için tüketmemiz (sevgililer gününden başlamak üzere) ya da aşksız kaldığımız için tüketmemiz öngörülüyor. Aşk üzerinden bir bütüne ait olabilecek öznelliklerin ve o bütünün işlemesini mümkün kılan ekonominin kurulmasına tanık oluyoruz. Bir yandan senaryolar tüketiliyor, bir yandan metalar; ikisini birbirinden ayrı düşünmemizi artık reklam denen müthiş alan engelliyor. Reklamlar da diziler de aşk üzerine aslında hepsi birbirine benzeyen senaryolar kurar. Bu senaryoların başında tabii aşkın doğallığı var. Aşk, deniyor, doğal bir duygu. İnsanın içinde var. Eğer aşık olamıyorsan sende bir bozukluk var. Çünkü insan aşksız kendini eksik hisseder. Aşk, o bütünleşme, bütün olma isteği, bir elmanın yarısı meselesi.. Aşk bir kimya, kime neden aşık olunacağı belli olmaz (gönül bu, ota da konar misali..). Aşk bir yıldırım çarpması gibi bir şey, ayaklarını yerden keser, ya da karnına nedeni bilinmez bir ağrı saplanır. Bu yüzden de “ben aşıkmıyım?” sorusu anlamsızdır. Normal insan hemen anlar aşkın onu çarpıp çarpmadığını. Aşkı anladıktan sonraki aşama önüne engel çıkması. Ama aşk bu, o engelleri yıkıp geçer. Senaryoları sonuna kadar takip etmemiz o engellerin nasıl aşılacağını seyretme arzumuz ve tabii aşkın galip gelmesini herşeyden çok arzu etmemiz. Dolayısıyla aşk senaryolarını sadece tüketmiyoruz, onlara yatırım da yapıyoruz. Yatırım yaptıkça da aşk sayesinde dönen toplumsal ilişkilere ait oluyoruz, yani buralı olabiliyoruz. Aşkın fenomenolojisi üzerine çalışanların bazıları, aşkın o kadar anlaşılmaz olmadığını söylerler. Onlara göre, aşk bir idealleştirme içerir. Yani aşkın nesnesi, kime aşık olacağımız, o kadar da bilinemez değildir. Kendimiz gibi olmayana ama kendimizde görmek istediğimiz nitelik ya da değere duyulan bir arzudur aşk. Bizim olmasını istediğimiz bu nitelik ya da değerler biz onları arzuladığımız için bizim tarafımızdan idealleştirilirler. Bu anlamda da aşk bir yatırımdır, kendi benliğimizde bize göre yetersiz olanı içermeye yaptığımız bir yatırım. Yani bir benlik meselesedir. Aşka yatırım yapmak kimine göre henüz bilemediğimiz bir dünyaya bağlanmaya çalışmak, yani içinde yaşadığımız dünyayı aşmaya çalışmak, (değişimi, farklıyı idealize etmek) kimine göreyse içinde yaşadığımız dünya ile aidiyetimizi pekiştirmek. Aşkın nesnesi bu anlamda bir muamma değil ama bir çok farklılıklar da içerir. Mesela illaki farklı bir cinsiyetten olana aşık olunacak, ya da illaki bir insana aşık olunacak diye bir gereklilik de yok ortada. Etrafımızdaki aşklar bu çeşitliliği yansıtıyor. Vatan aşkının mesela nelere kadir olduğunu her an etrafımızda görmek mümkün. Vatan aşk nesnesi olarak yüceltilirken aslında insanlar, bu ideal üzerinden birbirleriyle ilişkileniyorlar, saf tutuyorlar. Vatan aşkıyla yanıp tutuşmak, vatana aynı hislerle bağlı olmayanların varlığını da varsaymak ve onlara karşı durmak anlamını taşıyor. Böylece birileri vatana yatırım yapıp şimdi olmazsa bile ileride bu yatırımın karşılığını almaya beklerken, diğerlerine her çeşit şiddeti uygulamayı normal ve ait olmanın bir parçası olarak görebiliyorlar. Vatan bu karşılığı vermedikçe vatana duyulan aşk daha büyüyor, şiddetleniyor. Yani bu aşklar sayesinde toplum sadece idare edilmiyor, aynı zamanda kontrol altına da alınmış oluyor. Bir de aşkla hizmet meselesi var şimdilerde çok duyulur olan. Bu da tabii vatanla bağlantılı. Vatana, millete aşkla hizmet etmek artık siyasetin tanımı oldu. Daha doğrusu siyaseti siyasetten yok etmenin biçimi oldu. Nasıl bir toplumda yaşamak istiyoruz sorusu artık gerilerde kaldı ve biz sadece nasıl bir hayat yaşamak istiyoruz sorusuna odaklanmaya çağrılıyoruz. Bu da tabii hayat tarzı yani ne tükettiğimize gelip bağlanıyor yeniden. Aşkla hizmet edenler bu durumda aşksız hizmet edenlerden daha çok prim yapıyorlar. Ait olmanın vatanı daha çok sevmek ve daha çok tüketmek anlamına geldiği ortamda hizmet aşkı bu aşkı istemeyenleri korkutacak kadar güçlü hale geldiyse de genel kabul gördüğü aşikar. Aşkla hizmet etmek samimiyeti gösterir hale geldi. Eğer yaptığı hizmette samimiyse bir kişi, bize kendini olduğu gibi gösteriyor demektir. Gerçekten kişinin bu memleketi sevdiğini, aşksız hizmet edenlerin ise riyakarlıklarının ifşa edildiğini anlıyoruz aşkla hizmetten. Yani yine bir saf tutma, kendini bir tarafa yerleştirme, diğerini de samimiyetsizlikle suçlayarak saf dışı etme hali var. Aşkla hizmet edenler bu hizmet sayesinde siyasetten arınıyorlar, yani kendi geldikleri yeri aşıyorlar, daha iyi insanlar oluyorlar, idealize ettikleri vatana millete daha bir yaklaşıyorlar ve bu şekilde idealize ettikleri bu vatanın ve milletin kendilerine diğerlerinden daha yakın olduğunu ve uğruna ölünecek kadar değer verdiklerini bir kez daha göstemiş oluyorlar. Aşk bir aşkınlığı da beraberinde getiriyor galiba. Yani gerçekten de aşk ile erimiş mi oluyorlar? Aslında Leyla ile Mecnun’un kült dizi haline geldiği bu memlekette buna şaşmamak lazım. Dizide Leyla’nın gerçekten de erkekler arasındaki bağları güçlendirmekten başka bir işlevi yok. Leyla bahane. Bu adamların bütün absürdlüklerine rağmen adam gibi adam olduklarını göstermeye yarıyor. Değil mi ki en önemli şey bu erkek kardeşliği... Efsanede de böyle bir aşkınlık var tabii. Orada da Leyla Mecnun’un aşkın aşka yaklaşması için bir bahane. Ama Leyla o aşkın aşktan pek anlamıyor, diğerine duyduğu aşka saplanıp kalıyor. Acaba aşkın aşka ulaşmayı göze alanlar erkek cinsinden, dünyevi aşka takılıp kalanlar kadın cinsinden insanlar mı gerçekten? Kadınların duygusal olduğu meselesi de acaba bu saplantıyla mı ilişkili? Acaba kadınlar duygusal olmazlarsa hem kadınlıklarından hem de vatana aidiyetlerinden mi şüphe edilecek? Ya da “yanlış” aşklar bu kadınlar hakkında bize neler söyleyecek? Bu aşkınlık meselesine biraz daha dikkatle bakmak lazım. Senaryo bize diyor ki aşk bir tamamlanma arzusu. Kendini eksik hisseden aşkının nesnesi üzerinden kendini tam hissedebilecek. Ne de olsa psikanaliz, özne eksikliğin öznesidir der. Ne hizmet aşkı, ne vatan aşkı, ne de Leyla’nıın aşkı bir tamamlanma getirmiyor beraberinde. Aksine bir yayılma, genişleme, bir dinamizm getiriyor. Gerçekten de erimeyi ciddiye alırsak; erimek de yok olmaktan ziyade, böyle bir yayılma genişleme anlamına geliyor. Yaşamın bir çok alanına sızabilen, eridikçe değişen, değiştikçe de güçlenen bir aşktan söz ediyoruz artık. Ama toplumda dolaşan senayorlarda aşkınlığın hep bir adresi var. Kimi dünyevi olandan sıyrılabiliyor, kimiyse dünyevi olsa da yine de kutsal olana, yani vatana doğru yol alabiliyor aşk sayesinde. Kişiyi aşan bir aşk tüm bir toplumu sarınca, aidiyetin şartı haline gelince ortaya nasıl bir dünya çıkacak? Kimine göre aşkınlığın adresi olmayınca her an değişime açık, bütünsellikten arınmış, hayatiyet dolu, yaşayan bir dünya olacak bu. Kimine göre ise, Aldous Huxley’in gerçekten de herkesin robotlaştığı Cesur Yeni Dünya’sına bir adım daha yaklaşmış olacağız. Artık meşrebinize göre...