MÂTÜRÎDÎLİK
İslam’ı, Kur’an’a ve Sünnet’e Uygun Anlama, Anlatma
Gayreti
Derleyen:
Gürbüz MIZRAK
Ekim 2015
Ankara
MÂTÜRÎDÎLİK
İslam’ı, Kur’an’a ve Sünnet’e Uygun Anlama,
Anlatma Gayreti
Derleyen:
Gürbüz MIZRAK
Ekim 2015
Ankara
İÇİNDEKİLER
MÂTÜRÎDÎLİK ............................................................................ 2
Mâtürîdî’nin Yetiştiği Çevre .................................................. 3
Eserleri .................................................................................. 9
Bilginin Kaynakları ..............................................................13
Allah’ın Varlığı .....................................................................23
Peygamber..........................................................................24
Din ve Şeriat .......................................................................26
Mümin, Günahkâr Mümin ve Kâfir .....................................31
Din ve Akıl ...........................................................................33
Müminin Sorumluluğu ........................................................36
Mâtürîdîliğin Tarihi Gelişimi ...............................................37
Teşekkür .............................................................................51
Kaynaklar ............................................................................52
1
MÂTÜRÎDÎLİK
Mâtürîdîlik; Türkistan kültür çevresinde dokuzuncu
asırda doğan, kurucusu İmam Mâtürîdî’ye nispet edilen,
vahyi[1] ve güzel ahlak süzgecinden geçirilen aklı birlikte
kullanan kelâm[2] ekolüdür.
Vahiy: Allah (C.C.) nin buyruk ve talimatlarının
peygamberlere bildirilmesi eylemine veya bu bildirimin kendisine
denir. İslami inanışta vahiy peygamberlere gelir ve sadece Cebrail
aracılığıyla iner. Vahiy ile gelen her türlü söz Allah’ın sözüdür.
Dolayısıyla vahiy sonucu yazılan Kuranı Kerim mutlak doğruları
ihtiva eder. Kur’an dışındaki kutsal kitaplar tahrif olmuştur.
[1]
[2] Kelâm: Allah’a, peygamberlere ve ahirete iman İslam dininin
temel inanç konularıdır. Kelam ilmi bu konular hakkında vahyin
bildirdikleri çerçevesinde aklî açıklamalar yapar. Bu anlamda
kelâm imanla ilgili sorulara aklî deliller kullanarak izâh ve ispat
getirme amacıyla geliştirilen teolojik ilmin adıdır. Kelâm, tüm tarihi
boyunca olduğu gibi günümüzde de kesin delillerden hareket ederek
dini inançları ortaya koymayı, bunlarla ilgili zihinlerde var olan
şüpheleri ortadan kaldırmayı hedeflemektedir.
Kelam öncelikle Allah’ın varlığının delillerini, Allah’ın birliğini,
sıfatlarını ve fiillerini konu edinir. Allah’ın birliği, onun hiçbir varlığa
benzememesi, zaman ve mekândan münezzeh olması, yaratan,
bilen, gören, duyan ve işiten olması gibi özelliklerini ele alır. Kelam
ilmi, Allah’ın varlığını bazen Kur’an ayetlerinden hareketle, bazen
insanın özelliklerinden hareketle, bazen de Allah’ın ayeti olarak
kabul edilen tabiattan hareketle ispat eder. Bunun için kelamın alt
konuları, Allah’ın varlığını ispata götüren tabiattaki ayetlerinin
açıklamaları ile doludur. Böylece evrenin düzeni, evrendeki
varlıkların çeşitliliği ve düzenliliği Allah’ın varlığının ve birliğinin en
büyük işaretleri olarak kabul edilmektedir. Bu nedenle Kur’an-ı
Kerim insanı evren hakkında düşünmeye çağırmaktadır.
2
İmam Mâtürîdî, İslam’a çok değerli hizmetler vermiş
öncü İslâm âlimlerinin başında gelir. İmam A’zam Ebû
Hanîfe’nin akıl taraftarlığı fikirlerini işleyerek bu ekolün
geliştirilmesini sağlamıştır.
İslam’ı Allah’ın emrine, Hz. Peygamberin Sünneti’ne
uygun şekilde anlama ve anlatma, onu aykırı görüşlere
karşı savunma yolundaki hizmetleri sebebiyle övülmüş
ve güzel sıfatlarla anılmıştır.
Hanîfilik ile birlikte Mâtürîdîlik Türk toplumları arasında
yayılmış, bunların yaşandığı coğrafyalarda Türk-İslam
kültürü zirvesine ulaşmıştır. Zamanla Mâtürîdîliğin
ihmali; hurafe ve taassubun dinî, aklî ve ahlakî değerlerin
önüne geçmesi; din istismarcılığının alıp başını gitmesi,
toplumumuzun ve İslam coğrafyasının zamanımızdaki
perişan hale gelmesine sebep olmuştur.
Mâtürîdî’nin Yetiştiği Çevre
İmam Mâtürîdî, Seyhun ve Ceyhun ırmakları arasında
kalan Aşağı Türkistan’daki (Maveraünnehir'deki) Türk
kültür muhitinde yetişmiştir. Halkı Müslüman Türk olan
bölgeyi dönemin coğrafyacılar “mamur, toprakları
verimli, tarım ürünleri bol, insanları cömert ve
misafirperver, yol ve geçitleri mükemmel, hayır
3
müesseseleri çok, halkı cesur ve ilme meyilli” olarak
tasvir etmişlerdir.
Abbasi hilafeti iktidarının zayıfladığı dönemde İslam
coğrafyasında yarı müstakil devletler ortaya çıkmıştı.
Bunlardan biri de Maveraünnehir'de hüküm süren
Samanoğulları Devleti (844-999) idi. Samanoğulları ilim
ve edebiyata önem vermiş, yıkılıncaya kadar ilim
adamlarını korumuş ve onlara destek olmuştur.
Abbasi iktidarı eski gücünü kaybetmeye başlayınca,
Bağdat eskiden olduğu gibi tek ilim merkezi olmaktan
çıkmış, Aşağı Türkistan (Maveraünnehir) ve civarı önem
arz etmeye başlamış; Semerkant, Buhara, Merv gibi
şehirler eğitim, ilim ve kültür merkezleri olmuştu. Bu
çevre daha çok akli ve felsefi ilimler sahasında kendini
göstermiş, bu alanlardaki âlimler yönünden zirveye
ulaşmıştı. Bölge kültür ve ilim adamlarıyla önemini tarih
boyunca hissettirecektir. İmam Mâtürîdî böyle bir
ortamda yetişmiştir.
Mâtürîdî, Semerkant'ın (zamanımızda mahallesi olan)
Mâtürîd köyünde doğmuş, 944'te Semerkant'ta vefat
etmiştir. Semerkant’ta döneminin en önde gelen ve
bağları İmam A’zam Ebû Hanîfe’ye kadar ulaşan
âlimlerinden dersler almış. Döneminin dini ve felsefi
eserlerini incelemiş, bunlar hakkında değerlendirme ve
4
eleştiriler yapmış. Sınır karakollarında cihada hazırlanan
askerlerin ve gazilerin dini konulardaki eğitimlerine
katılmıştır.
Semerkand’da (Cakerdize mahallesinde) İmam
Mâtürîdî’nin türbesi.
İmam Mâturîdî’nin yaşadığı Semerkant şehri, kültür ve
dinlerin kavşak noktasıydı. Bölgede İslam’ı anlama,
açıklama ve yaşamaya yönelik kendilerine özgü bilgi
kuramları ve fikri yapıları olan, etkileri günümüze kadar
ulaşan mezhep, tarikat ve dinî cemaatler oluşmuştu.
Bunlar, dini anlama ve anlamlandırmada aşağıda
özetlenen çeşitli prensip ve yöntemleri izlemekteydiler:
5
Bir kısmı; olgunun tahliline[3] büyük önem vererek
aklın ve akıl yürütmenin etki alanını genişletmekte;
“felsefî [4] kültürün tahakkümü altına girmiş bir aklın
önderliğinde dinî bilgi üretme”ye yönelmekteydi.
Bunlar akla güvende aşırılığa kaçmakta, kendilerince
akıl ile nakil (Kuran ve sünnet) arasında bir çelişme
gördüklerinde ya akla güvenmekte ya da nakli akla
yaklaştırma gayreti içine girmekteydiler.
Bazıları dini anlamada; “Asr-ı Saadet’te[5] dini
yaşama biçimi olarak varsaydıkları yol ve
yöntemlerle, hadis olarak kabul ettikleri dinî
metinleri” ölçü olarak almakta, aklı bu geleneğe
hapseden bir yol izlemekteydiler. Ayetlerin ve hadis
olarak kabul ettikleri metinlerin düz anlamları ile
yetinmekte, yorumdan titizlilikle kaçınmakta,
çelişkileri çözememekteydiler. Bunların anlayışı ile
dinin savunulması ve yayılması, insanların iknası, din
düşmanları ile mücadele, samimi olarak akla takılan
hususların halli mümkün olmamaktaydı. Bunlar katı
ve hoşgörüsüzdüler.
[3] Olgunun tahlili: Olayların dayandığı sebeplerin veya bu
sebeplerin yol açtığı sonuçların tahlili, çözümlemesi.
[4] Felsefe: Varlığın ve bilginin bilimsel olarak araştırılmasıdır.
[5] Asr-ı Saadet: Peygamberimiz Hz. Muhammed'in (A.S.M.)
peygamber olarak dünyada bulunduğu devir.
6
Bir kısmı ise sorunların çözümünü belli şahıslara, yani
siyasî-karizmatik liderlere veya gizemli güçlerle
donatılmış önderlere havale etmekte; “doğru bir
inanca ve bilgiye ulaşmada, imamın gizli bilgisi ve
aklına bağlanma”yı şart koşmaktaydılar.
İmam Mâtürîdî’nin kabri (Özbekistan Hükümeti
tarafından restore ettirildi)
İmam Mâturîdî, yaşadığı bölgedeki bu dini anlayışlar ve
felsefî akımların temsilcileri ile tartışabilecek bir zemin
ve tutarlı bir bilgi kuramı oluşturmakla işe başlamış;
kendi din anlayışını, genel kabul gören vahiy ve akıl
esaslarına bağlı kalarak savunmuştur. Onun dini bilgi
7
üretme ve dini-toplumsal sorunları çözümlemedeki
yöntem ve yaklaşımının oluşmasında
öncelikle, tefekküre (düşünmeye), akla, akıl
erdirmeye ve delil göstermeye vurgu yapan Kur’an
ayetleri ve Hz. Muhammed’in uygulamaları;
ikinci derecede, değişen şartlar dolayısıyla ortaya
çıkan yeni hukûkî-siyasî sorunları, toplum yararını göz
önünde bulundurarak çözümleyen Hz. Ömer’in
yaklaşımı;
üçüncü olarak da şer’i hükümleri toplumun yararına
dayandıran ve dini sorunların çözümlenmesinde akla
büyük bir nüfuz alanı tanıyan Ebû Hanife’nin akılcı
yöntemi
etkili olmuştur.
Ayet ve hadisler sınırlı, hayatın akışı içinde ortaya çıkan
olay ve olgular ise sınırsızdı. İmam Mâturîdî, ortaya çıkan
yeni olay ve olgulara çözüm üretme için mevcut dini
bilgilerin ışığında aklın kullanılmasını önermiştir. Onun
bu yaklaşımı, sosyal yapıların ve kurumların sürekli
değiştiği, insanlar ve toplumlar arası ilişkilerin
çeşitlendiği Dünyamızda,
İslam âleminde ortaya çıkan yeni dinî ve hukûkî
sorunların çözümü için imkân sağlamış;
8
İslam dininin irşadı ve savunulmasında insanların
iknası, samimi olarak akla takılan hususların halli, din
düşmanları ile mücadele gibi alanlarda yardımcı
olmuş ve
İslam’ın yayılmasını hızlandırmıştır.
Eserleri
Mâtürîdî; kelâm, tefsir, mezhepler tarihi, fıkıh [6] ve fıkıh
usulünde derin bilgi sahibiydi. Bu konularda pek çok eser
yazmış, bize ulaşanlar arasında Te'vîlâtü'l-Kur'ân adlı
Kuran yorumu ile Kitâbü't-Tevhîd adlı kelâmî eseri en
önemlileridir. Ebû Hanîfe’nin hem itikat[7] hem de fıkıh
alanındaki görüşleri hakkında derin bilgi sahibiydi.
Bunlardan anlaşılması zor olanları açıklamış, döneminin
[6] Fıkıh: İslam hukukunda din ve dünya işleriyle ilgili ana
kaynaklardan yararlanarak konulmuş olan kuralların tümüdür. Fıkıh
bir bütün olarak dinin doğru biçimde anlaşılmasıdır. Şeriatin, ulema
tarafından verilen fetvaların da katkılarıyla genişletilmesi ve
Müslümanların hayatını düzenlemek amacıyla açıklanmasıdır İslam
hukuku (fıkıh) 4 ana kaynağa dayanır: Kur'an, Hadis, İcma, Kıyas.
Bunların dışında istihsan, ıstıhlah, örf, maslahat uygulamaları
vardır. Fıkıh ilmi ile uğraşan, Kur’an ve sünnet gibi delillerden dinî
hüküm ortaya koyabilme yeteneğine sahip kimseye fakih denir.
Buna göre, fıkıh ile içtihat, fakih ile müçtehit aynı anlamda
kullanılmıştır.
[7] İtikad: İnanmak. İnanç. Sıdk ve doğruluğuna kalben kararlı
olmaktır. Dinin temelini meydana getiren şeylere gönülden tasdik
ederek inanmak.
9
ihtiyaçlarına cevap verecek bir fıkıh usulü oluşturmaya
çalışmıştır. Kimi konularda Ebû Hanîfe’den farklı görüşler
ileri sürebilmiş, yeni tanımlar ve kavramlar ortaya
atabilmiştir. Bu yolla Hanefî geleneğine yeni bir açılım
getirmiş, ancak kendinde sonra gelenler bu açılımı
sürdürmekte, onun kadar başarılı olamamışlardır.
Akılcı tefsir geleneğinin ilk temsilcilerindendir.
Te'vîlâtü'l-Kur'ân adlı eseriyle tefsir çalışmalarına yeni
bir boyut kazandırmış. Bu eserinin başında
tefsiri, Allah’ın muradının ne olduğu konusunda
kesin bir fikir beyan etme;
te’vil’i[8] ise, Allah’ın muradının ne olduğu
konusunda kesin hüküm vermeksizin muhtemel
[8] Tefsir ve Te’vil: Peygamber efendimiz, hadis-i şerifleri ile Kur’an-ı
Kerimi açıklamıştır, bu açıklamalara tefsir denir. Bir âyet-i kerimenin
manasını Peygamber efendimiz açıkça bildirmemiş ise İslam âlimleri,
bu âyet-i kerimenin manalarından dinimize uygun olanı seçerler,
buna tevil etmek ve bu seçilen manaya da, meal denir. Meal, âyet-i
kerimenin tercümesi demek değildir. Tefsîr ilminde te'vîl,
âyetlerdeki olası anlamlardan birini, âyetin bağlamı ve Kur'ân
bütünlüğü dikkate alınarak tercih etmek anlamında kullanılır.
Tefsîr ile te'vîl arasında farklar vardır. Bunları şöyle sıralayabiliriz: Tefsîr'de kesinlik, te'vîlde ise ihtimaller vardır. Tefsîr te'vîlden
daha geneldir. Tefsîr, lafızlarda, te'vîl ise manalarda olur. Tefsîr
rivâyetle, te'vîl ise dirâyetle ilgilidir. Tefsîr, lafzın konulduğu manayı
hakîkî veya mecâzî olarak beyan etmektir. Te'vîl ise iç anlamını,
lafızdan murat edilen gerçeği açıklamaktır.
10
olanlardan, âyetin bağlamını ve Kur'ân bütünlüğünü
dikkate alarak, birisini tercih etme olarak
açıklamaktadır.
İmam Matürîdî, tefsîri, peygamberin ve ashabının
yorumu; te'vîli ise İslâm âlimlerinin yorumu olarak
açıklamıştır. Yalnızca akıl ve kişisel görüşlerle tefsir
yazılamayacağını, ancak tutarlı bir yöntem izlenerek
akılla tevil yapılabileceğini savunmuştur. Te’vile imkan
tanıyabilmek için de,’’Her kim Kuran hakkında kendi
reyiyle bir şey söylerse ateşteki yerini hazırlasın’’ hadisini,
‘’Her kim kendi reyiyle Kuran’ı tefsir ederse, ateşteki
yerine hazırlansın’’şeklinde alarak, reyle tefsir
yapılamayacağını,
ancak
te’vil
yapılabileceğini
vurgulamıştır. Yapılan te’villerin, sadece sahibini
bağlayacağını,
bunları
kutsallaştırma
yoluna
gidilmemesini önermiştir.
Nitekim Ebû Hanîfe’ye göre de, ayetlerden bazılarının
anlamı açık ve seçiktir, ne kadar te’vil edilirse edilsin aynı
anlam elde edilir; bazısının ise lafzından anlaşılanı
(tenzîl’i) ile te’vîl’i farklıdır. Ayetin lafzından anlaşılanın
dışında bir anlamı vardır, bu anlama te’vîl yoluyla
ulaşılır. Bu durumda ayetin tenzîl’i ve tevili farklılaşır.
Tenzîl’i ve te’vil’i farklı olan bir ayetin te’vîlini inkâr
etmek ayeti inkâr anlamına gelmez.
11
Matürîdî, yukarıda bildirdiği gerekçelerle kitabına,
Kur'ân’ın tefsiri yerine tevili anlamına gelen Te'vîlâtü'lKur'ân ismini vermiştir. Te'vîlâtü'l-Kur'ân‘da sırf
ayetlerin yorumuyla yetinmemiş, konuyla ilgili itikadî ve
fıkhî mezheplerin farklı yorumlarına da yer vererek
tartışmıştır. Bu eseri fıkhî ve itikadî görüşlerinin
tespitinde de önemli bir kaynaktır.
Döneminde değişik dini akımlar ortaya çıkmıştı. Bunların
temsilcileri pek çok konuda farklı görüşleri
savunmaktaydı. Bu akımlardan bir kısmı da Aşağı
Türkistan’a (Maveraünnehir’e) sızmıştı. İmam Mâtürîdî,
bu akımlara karşı mantıklı ve istikrarlı mücadeleler
vermiş, Kitâbü't-Tevhîd adlı eserinde bu cereyanları
irdelemiş ve bunlar hakkında tenkitler yapmıştır.
Yazıcıoğlu’na göre, İmam Mâtürîdî’nin takipçilerinden
Ebu’l-Mu’în Nesefî tarafından yazılan ve Mâtürîdî
kelamının temel kaynaklarından olan Tabsıretü'l-Edille,
Kitâbü't-Tevhîd’in kapalı kalan hususları anlamada,
yardımcı olmuştur.
12
Bilginin Kaynakları
Eserleri incelendiğinde, Mâturîdî’nin bilgi kuramını[9]
Kur’ân’dan hareketle oluşturduğu ve “… Şükredesiniz
diye size kulaklar, gözler ve kalpler (gönüller) verdi.”
(Nahl suresi,78) ayetine dayandırdığı anlaşılır. Mâturîdî,
bu ayette geçen
“kulaklar” kelimesini sesleri işitip ve ne olduğunu
belirleyen;
”gözler” kelimesini, şekil ve renkleri birbirinden
ayıran;
“kalpler” ise, gözle görülmeyen ve kulakla tespit
edilemeyen, kişinin lehine ve aleyhine olacak şeyleri
belirlemeye yarayan
nesneler olarak açıklamaktadır.
Verilen bu bilgilerden ve
Kitâbü't-Tevhîd‘deki
açıklamalardan, nesnelerin bilgisini elde etmeye yarayan
işitmeyi, haberlere; görmeyi, duyulara; kalbi de akıla
karşılık kullanıldığı anlaşılmaktadır. Bu bağlamda dinî
bilgiye
ulaşmada
kaynakları
aşağıdaki
gibi
sınıflamaktadır:
[9] Kuram: Sistemli bir biçimde düzenlenmiş birçok olayı açıklayan
ve bir bilime temel olan kurallar, yasalar bütünü, nazariye, teori.
13
Haberler: (1) İlahî hitap yolu (vahiy) ile duyurulanlar
ve (2) Peygamberimizden bize ulaştırılanlar
(hadisler)dir. Semî olarak isimlendirilen bu iki haber
kaynağı, genel olarak şeriatın ve bilemediğimiz ahiret
gibi gaip âleminin bilgilerini kapsar.
Duyular: Sağlıklı duyu organlarıyla (beş duyuyla) ve iç
duyuyla yapılan gözlemler ve idrak ile eşyanın ve
varlıkların bilgisine ulaşmayı ihtiva eder.
Akıl: Akıl yürütme ve derinlemesine analizler ile
bilgiye ulaşmayı, alternatifli tahminlerde bulunmayı
ve ortaya atılan fikirlerde değerlendirmeler yapmayı
kapsar.
Bunların yukarıda verilen kendilerine has bilgilendirme
alanlarının olması, diğer alanlar hakkında bilgi
sağlamayacakları anlamına gelmez. Bir bilginin
doğruluğuna insanları iknada bazen birden fazla
kaynaktan yararlanılabilir. Bir konuda bazen bir, bazen
iki, bazen da üç bilgi kaynağından da yararlanılabilir.
Mâturîdî, bu üç yolla (semi’, duyular ve akılla) elde edilen
dinî bilgileri, Allah’ın ayetleri (işaretleri) ve kanıtları
(delilleri) kapsamında değerlendirir. Bunları:
1) Semî (vahiy ve hadislere ait) deliller; Resullerin
getirdiği ve ancak haber verilme yolu ile
öğrenilebilen veya hakikatleri sadece Allah
tarafından bilinebilen haberleri içerirler. İnsanlar,
14
Allah’ın emir ve yasaklarını, şeriatın ve bilemediğimiz
ahiret gibi gaip âleminin bilgilerini bu haberlerle
öğrenirler ve kendileri için bunu bir delil olarak kabul
ederler.
2) Hissî (duyulara ait) deliller;
Allah’ın birliğine ve benzerinin olmamasına
delalet eden yarattıklarını (varlıkları),
İnsan gücünü aşan yaratılış örneklerini ve
Resullerin, peygamberlik iddialarını doğrulamaları
ve risaletlerini açıklamaları için Allah’ın kendilerine verdiği mucizeleri, bunlara tanıklık eden diğer
kanıtları
içerirler.
3) Aklî (akla ait) deliller; tevhidi (Allah’ın birliğini ve
benzerinin olmamasını), risaleti (peygamberlik
makamını) ve benzerlerini bilmeye götürecek türden
tecrübeleri ve tefekkürle ortaya konan kanıtları
içerir.
Mâtürîdî’ye göre, yukarıda verilen işaret ve delillerden
oluşan Allah’ın kanıtlarını inkâr edenler “Allah’ın
ayetlerini inkâr eden” kimselerdir.
Allah, bu delillerin tamamını Resul’üne kanıtlar
(mucizeler/ayetler) olarak vermiştir. Gerekli şartları
15
taşıdıkları sürece, bu üç grup kanıttan birisi, ikisi veya
üçü ile doğrulanan bilgi kesindir. Bu deliller insanları
inanmaya zorlamak için değil, ikna içindirler. İmana
zorlayan deliller, kişinin irade ve isteğini devre dışı
bıraktığı için, kişi iman etmiş gibi gözükse de, gerçekte
ikna olmadıkça (kalben tasdik etmedikçe) iman etmiş
olmaz. Mâtürîdî’ye göre “her inananın, tefekkürle
ulaştığı ve/veya akıl süzgecinden geçirdiği sağlam bilgi
ve delillerle inancını desteklemesi şarttır”. Bunu
başaramayan kimsenin taklit yoluyla inanması, mazur
görülmez. Çünkü taklit, mukallittin vicdanında dinlerin ve
mezheplerin doğruluğunun ölçüsü olamaz.
Haberin bilgi kaynağı olması için doğrulanması gerekir.
Kesin bilgiye kaynaklık eden haberlerin başında Kuran ve
Sünnet gelir. Kuran; Resul’e Allah katından inen, aklî
mucize olan ve doğru bilgiyi içeren kutsal kitabımızdır.
Mâtürîdî’ye göre, “Kuran’ın dışında Kuran’a ve akli
delillerle aykırı olan her haber reddedilmelidir”.
Mâtürîdî, Peygamberimizden bize ulaşan haberleri
mütevâtir[10] ve âhâd haberler olarak gruplar. Mütevâtir
[10] Mütevâtir: Çok kimselerin naklettikleri haber. Yaygın haber.
Herkesin veya alâkadarların işitip doğruluğunu kabul ettikleri kat'i,
şüphesiz, sağlam haber. Yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün
olmayan bir cemaatın bir hâdise hakkında verdikleri haber.
16
haberler çok kimse tarafından nakledilen haberlerdir.
Bunlardan;
“herkesin veya alâkadarların işitip doğruluğunu
kabul ettikleri,
yalan üzerine birleşmeleri aklen mümkün olmayan
bir cemaatin bir olay hakkında verdikleri,
yalan olmasına hiçbir şekilde ihtimal verilmeyenler
Peygamberimizin hadisleridir” ve bağlayıcıdırlar.
Âhâd haberler; ameli konularda bağlayıcılıkta mütevâtir
hadisler derecesinde olmayan, kesin tanıklık edilemeyen
ve doğruluğu şüpheli haberlerdir. Bunlara ancak
“nakledenlerin güvenilir olması, içeriklerinin Kuran’a ve
akli delillerle aykırı olmaması ve kesin bir nas[11] ile
karşılaştırılması şartıyla” amel edilmesi gerekir.
Duyularla ulaşılan bilgi, duyu organları sağlam oldukça
doğrudur. Semi’ ve akıl yürütmeyle ulaşılan bilgiler
hakkında oluşan şüphe ve vesveselerin, duyu organları
yoluyla ulaşılan kanıtlar suretiyle giderildiği malumumuzdur. Buna “Peygamberlerin, topluma mesajlarını verirken
tebliğ sırasında yalnızca aklî mucizelerle yetinmeyip,
[11] Nas: İslam fıkıhında Kur'anda yer alan ayetler
peygamberin söylediği sözler olan hadislere verilen genel ad.
17
ve
duyulara hitap eden mucizelerin ikna ediciliğinden de
yararlanmaları” örnek olarak gösterilebilir.
Mâturîdî’ye göre akıl, Allah’ın insanoğluna verdiği en
yüce bir emanetidir. Mâturîdî, diğer bilgi kaynaklarını da
kontrol etme niteliği dolayısıyla aklı, bilgi nazariyesinin
merkezine yerleştirir. Akla; “olay ve olguları inceleme,
onların iyi ve kötülüğünü belirleyebilme, olaylar arasında
ilişki kurma ve onları karşılaştırıp sınıflandırma, bunun
sonucunda genel hükümler elde etme” işlevini
yüklemiştir.
Allah; pek çok ayette “gerçeğe ulaştıran ve doğru yolu
gösteren aklı kullanmayı emretmiş; Kur'ân’ın kendi
katından olduğunu” akıl yürütme yöntemiyle ortaya
koymuştur. Kur’an Hz. Peygamber tarafından insanlara
tebliğ edildiğinde, dönemin belagatçilerine, hâkimlerine,
şairlerine ve dilcilerine meydan okumuştur; hiç kimse
onun bir benzerini getirmeye muvaffak olamamıştır.
“Resulün haberi” olarak bilinen vahiy, akıl tarafından
doğrulanmıştır. Bu anlamda Kuran, akli bir mucize olup,
mutlak ve doğru bilgiyi içermektedir.
Peygamberlerin mucizeleri ile sihirbazların mucize
olmayan davranışlarını ayırt edebilmek için akıl
yürütmeye ihtiyaç vardır. Mâturîdî’ye göre, Kur’an’ın
dışındaki haberlerden “Kur’ân’a ve aklî delillere aykırı
18
olanlar” reddedilmelidir. Bunlara, çok sayıda kişi
(mütevatir) ve bir kişi (ahad) tarafından Resulden
aktarılan haberlerde dahildir. Bir topluluk yalan üzerinde
birleşebileceği gibi, aksine tek bir kişi de doğru bir haber
verebilir. Her iki durumda da haberin doğruluğunu test
için Kur’an’a ve akla başvurulur. Bu ikisine ters
düşmeyen haberler, tek bir kişiden gelse dahi doğrudur.
Akıl, yalnız dini bilginin değil, aynı zamanda genel ve
ahlâki bilgilerin de kaynağıdır. Bu kapsamda akıl iyiyi
kötüden, yararlıyı zararlıdan, doğruyu yanlıştan ayıran
bir araçtır. Mâturîdî; aklı, genel anlamda haber ve
duyuların
sağladığı
bilgilerin
doğruluğunu
ve
güvenilirliğini belirlemede de ölçü alır. Gerek duyu
yoluyla, gerekse haber yoluyla bilgi edinirken akıl
yürütmek gereklidir. Yine duyularla algılanamayan
nesnelerin belirlenmesinde akıl yürütmeye ihtiyaç vardır.
Mâturîdî, akla önemli bir fonksiyon yüklemekle birlikte,
haber ve duyular gibi onun da bilgi elde edebilme gücü
ve alanının sınırlılığını kabul eder. Ona göre, varlık
âleminin bir parçası olan aklın bilme gücü sınırlıdır. Bir
takım arızalar isabet etmesi veya incelediği konunun çok
karmaşık olmasından dolayı eşyayı bütün yönleri ve
ayrıntılarıyla bilemez. Aklı hata ve yanlış algılamalardan
korumak ve bu konuda ihtiyatlı davranmak gerekir. Bu
19
hususta şu sözleri manidardır: "Kim aklı kullanmada
dikkatli ve ihtiyatlı olmaz, akıl erdiremeyeceği şeylerin
mahiyet ve tamamını anlamak ister, Hz. Peygamber'den
bir işaret olmaksızın yetersiz ve sınırlı aklıyla Allah'ın
hikmetlerinin tamamını kavramaya çalışırsa, aklına
zulmeder ve ona kaldıramayacağı şeyleri yüklemiş olur".
Akılların tek başına kavrayamadıkları iyiliklerle
kötülüklerin
haber ve duyu yoluyla,
"algılayanların" (anlama becerisi olan, ibretle bakıp
tefekkür eden veya akıllarından ve ilimlerinden
istifade etmeyi bilen insanların) konuşmaları ve
diğerlerinin de kulak verip dinlemeleriyle
öğrenilmeleri mümkün olur.
Yukarıda verilen bilgilerle ilgili olarak Mâturîdî, akıl-ilimâlim ve ilim-amel ilişkileri ile ilim ve âlimin önemini şu
anlama gelen ifadelerle açıklamaya çalışmıştır:
“Akıl ilmin önündedir, eşyanın sebebini ve delillerini
bilir fakat eşyanın hakikatini bilemez. Eşyanın
derinlemesine bilgilerine ulaşmak ilimle mümkündür.
Kuran’da bazı yerlerde yalnız (1) ‘Âlimler aklederler’,
(2) ‘Kuran âyetlerine tefekkür ve ibretle bakılınca
âyet olurlar, yoksa bir şey ifade etmezler’.
denmesinin nedenleri:
20
1. Kuran’da misaller, anlaşılması zor şeylerin
üzerindeki örtüyü açmak yani anlaşılmalarını
kolaylaştırmak için verilir. Âlim Allah’ın verdiği
göz, kulak gibi duyu organlarından hakkıyla
istifade ettiğinden bu misallerin niçin verildiğini
akledebilir.
2. Âyetlerin mesajlarından akleden, anlama becerisi
olan, ibretle bakıp tefekkür eden veya
akıllarından ve ilimlerinden istifade etmeyi bilen
insanlar bir şeyler elde eder. İnat ve kibir içinde
olanlar (şartlanmış olarak muhalefet edenler) hiç
bir şey elde edemezler.
İlimden, görmeden ve duymadan maksat bunlardan
faydalanarak salih amel işlemektir. Bunlardan
faydalanmayan kişi ilim sahibi olduğu halde ilmi
olmayan, gözü bulunmasına rağmen gözü olmayan,
kulak organı var olmasına halde kulağı olmayan
birisi gibi değerlendirilir. Çünkü bunlardan gereğince
faydalanmamış ve onlarla amel etmemiştir.”
Tüm yukarıdaki açıklamalar normal bir insan için aklı,
güvenilir ve doğru bilgiye ulaştıran bir kaynak olmaktan
çıkarmaz. Aksine akıl yürütmeyi reddeden kimse, kısır
döngüye yol açar ve çelişkiye düşer. İnsana aklını
kullanmaktan vazgeçmeyi telkin eden şeytanî
vesveseden başka bir şey değildir. Şeytanın vesvesesi;
21
kişiyi aklın
alıkoymaya,
ona
doğru
yolu
göstermesinden
kişinin kafasını karıştırmaya ve kendine güvenini
sarsmaya
zemin hazırlar.
Mâtürîdî; ilhama ve sezgiye (kalbe doğmaya) mutlak bilgi
kaynağı olarak yer vermez. İlham ve sezgiye dayalı olarak
bilgi elde ettiklerini iddia edenlerin birbirlerinden farklı
sonuçlara ulaşmalarını sebep göstererek, böyle bir
iddiayı mantıksız bulur. Ona göre, bu bilgilerin kaynağı
tek bir varlık, yani Allah olsaydı, ortaya konulan
inançların farklı olmamaları ve kişilerin birbiriyle
çelişmemeleri gerekirdi. Diğer taraftan bu tür bilginin
doğruluğunu veya yanlışlığını akıl veya Kur’an yoluyla
tayin etmek de mümkün değildir. Bu sebeple ilham ve
sezgi, genel olarak herkesin kabul edebileceği bir bilgiyi
veremez ve gerçeğe ulaştıramaz.
Kur’anda yüzlerce ayette “insanlığın; aklını kullanmaya,
idrake ve düşünmeye davet edilmesi”; bu bağlamda
Mâtürîdî’nin aklı dinin bilgi kaynakları arasında sayan
anlayışı, İslam dünyasının ilim ve fende yükselmesine;
özellikle de matematik, fizik, astronomi ve kimya gibi
ilimlerde öncülük yapmasına zemin hazırlamıştır.
22
Allah’ın Varlığı
Mâtürîdî’ye göre, Evren’in sonradan var olduğunu ortaya
koymak, Allah’ın varlığını ispat için yeterli delildir. Bu
âlemi ancak zat ve sıfatlarında kadim[12] olan bir varlık
yaratabilir. O da Allah’tır. Evreni ve her şeyi yarattığını
elçiler göndererek insanlara haber vermiştir. Allah’tan
başka hiçbir varlık bu sanatkârane kâinatı yarattığını
iddia etmemiştir.
Duyularla da evrenin bir yaratıcı tarafından yaratıldığı
idrak edilmektedir. Evrendeki her varlık yaratılır, değişim
gösterir ve yok olur. Kadim bir varlıkta bunların
(yaratılmanın, değişim göstermenin ve yok olmanın)
vuku bulması mümkün değildir. Bütün bunlar, âlemin
başlangıçta yokken dışarıdan bir güç tarafından varlık
alanına çıkarıldığını göstermektedir. Âlem kendi kendine
vücut bulsaydı, onda şu an izlenen zenginlikler oluşmaz,
aksine tek düze bir şekil arz ederdi. Evrende görülen
mükemmel yapı ve işleyiş, onun yaratıcısının ilim, kudret
ve irade sahibi olduğunu gösterir.
Allah her şeyi bir hikmete göre yaratır. Her şeyin bir
yaratılış sebebi, amacı ve hikmeti vardır. Allah’ın
[12] Kadim: Her zaman var olan, (başlangıcı ve sonu olmayan).
23
yarattıkları ve koyduğu yasalar aklın ilkeleri dışına
çıkmaz.
İnsan; Allah’ın varlığı ve birliği (Tevhit inancı) ile Allah’a
ibadetin gerekliliğini bireysel gayret göstererek, akıl
yürütmeyle ve tefekkürle bilir. Hatta akıl, “Allah’ın bazı
sıfatlarla nitelendiğine de kesinlikle hükmeder”.
Dolayısıyla Allah’ı bilmek aklen vaciptir. Bunun için akıl
yeterlidir. Bu sebeple vahiy ulaşmayan kimse, bu
hususlarda mazur görülmez. Resuller, Allah’ın varlığını
kuvvetlendiren bilgilerin yanında şerîat (şerî hükümler ve
ibadetlerin nasıl olacağı) konularındakileri de tebliğ
ederler. İnsan aklıyla şerî hükümleri ve ibadetlerin nasıl
olacağını bilemez. Bu nedenle Allah, insanın şeriat
konusundaki mazeretini ortadan kaldırmak için
Peygamberler göndermiştir.
Peygamber
Akıl;
Allah'ın varlığını ve bunun vacib oluşunu bilebilirse
de,
peygamber gönderilmeden
o ibadetlerin nasıl olacağını,
o Allah’ın emir ve yasakları ile
o diğer dinî hükümleri
24
tek başına bilemez.
Bu konudaki mazereti ortadan kaldırmak için de
Peygamberler gönderilmiştir. Mâturîdî, bu görüşünü
"Müjdeleyici ve sakındırıcı olarak peygamberler
gönderdik ki insanların peygamberlerden sonra Allah'a
karşı bir bahaneleri olmasın! Allah izzet ve hikmet
sahibidir." ayeti ile ilgili yaptığı yorumda ortaya
koymaktadır. Mâturîdî'ye göre, ayette dile getirilen
bahaneleri gidermek için getirilen deliller, ibadetler ve
dinî hükümler için söz konusudur. Çünkü onların bilgisine
ulaşabilmenin tek aracı akıl değil vahiy(semî)dir. İnsanlar
bu konuda Peygamberlerin gönderilmesinden sonra
Allah'a her hangi bir mazerette bulunamazlar.
Aklın bir sınırı vardır, her şeyi kavrayamaz. Tıpkı duyu
organlarına arıza geldiği gibi akla da gelebilir. Nefsani
arzular, dünya telaşı, ruhsal durumlar, hastalık gibi
hususlar aklı meşgul etmekte ve onu gerçeği
kavramaktan alıkoyabilmektedir. Bu sebeple insanlara
yol gösterecek ve belirsizliğin baş gösterdiği durumlarda
gerçeğe kılavuzluk edecek bir Allah elçisinin bulunması
gerekmektedir. İnsan bir peygambere hem din hem de
dünya açısından ihtiyaç duyar.
İman, yaratıcının insana yönelik mesajlarının bulunduğunu kabul etmekle başlar. İlahî mesajları getirip tebliğ
25
eden, onu hayata geçiren ve insanlara öğreten
peygamberlerdir.
Allah çok değerli bir varlık olan insanı ve onun uğruna
yarattığı evreni yok olmak üzere boşuna yaratmaz.
İnsanlar yaratıcının kılavuzluğu bulunmadan dirlik düzen
içinde bulunamaz. Aralarında anlaşmazlık durumunda
hakemlik görecek, anlaşmazlığa düşenlerin gönüllerini
birleştirecek birine ihtiyaç vardır. Bu peygamberdir.
Dolayısıyla Allah’ın peygamber göndermesi, O’nun
insanlığa bir lütfüdür.
Peygamberlik sorumlulukları kaldırmaz artırır, küçük
hatalar yapmayı ve Allah’ın azabından korkmayı
engellemez. Peygamberimiz Hz. Muhammed kendi
inisiyatifi ile yaptığı bazı davranışlarından dolayı nadiren
de olsa Allah (C.C.) tarafından uyarılmış, Kuran’da çeşitli
ayetlerle ikaz edilmiştir.
Resûlullah’ın akli ve hissi mucizeleri vardır. Akli mucizesi
ona indirilen Kuran’dır.
Din ve Şeriat
Mâturîdî dini, şeriattan ayırır. Ona göre,
Din, inanç ve itikat olarak tanımlanırken;
26
Şeriat; ibadetler, emir ve yasaklar ile diğer dinî
hükümleri içerir.
Mâtürîdî’ye göre (Allah’ın bütün peygamberlere tebliğ
ettiği şekilde) din;
Allah’ı birlemeye (tevhit inancı),
O’na kulluk etmeye,
ibadeti sadece Allah için yapmaya ve
Allah'a şükretmeye
inanma ve iman etme ile
ahlaki ilkelerden
oluşur.
Dinin bu unsurları, organlarla gerçekleştirilen davranışlar
(ameller) olmayıp, zihinde ve kalpte yer tutan
inançlardan (imandan) ibarettir. İnançlar, düşünce ve
duygu alanına özgü davranışlar olup, baskı ve
hâkimiyetin kurulamayacağı değerlerdir. Hiçbir yaratık
başkasının inancına buyruk olma veya ona engel teşkil
etme gücüne sahip değildir.
Dinin unsurlarına taklit ve bilgi edinme yoluyla ulaşılmaz.
Onları bilmenin ve onlara inanmanın (kalben tasdikinin)
yolu, kişinin kendisinin akıl yürütmesi, gayret etmesi,
kanıt bulması ve araştırması yoluyla elde ettiği kesin
bilgiden geçer. O halde din, hiçbir dış etkinin baskı ve
27
zorlaması altında kalmaksızın özgür irade ve kalbî
tasdikle gerçekleşen bir inançtır.
Mâtürîdî’ye göre din, Allah’ın bütün peygamberlere
tebliğ ettiği, Allah katında mutlak olan ve değişmeyen
İslam dinidir. Risalet görevini üstlenen bütün
peygamberler ve nebiler;
tevhid,
Allah’a kulluk ve
ahlaki ilkeleri ortak olan
tek bir dini bildirmek üzere gönderilmişlerdir. Bu din;
Allah katında mutlak olan,
ortadan kaldırılamayan ve değişmeyen,
nefsi, bütün samimiyet ve içtenlikle Allah’a teslim
eden ve
Allah’a başka birisini ortak koşmayan
İslam dinidir.
İslam, bütün akılların gerekli kıldığı ve bütün yaratıkların
yaratılışının şahadette bulunduğu tek dindir. Bu itibarla
mutlak yol, Allah’ın yolu; mutlak din, Allah’ın dinidir.
Mâtürîdî, İslam’ı tevhid dini, hak din, hanif dini, fıtrat
dini, gerçek ve kesin delil ve kanıtlarla ayakta duran akıl
dini olarak tanımlar.
28
Peygamberler tevhit, Allah’a kulluk ve ahlaki ilkelerden
oluşan ortak ve tek bir din tebliğ etmiş olmalarına
karşılık; onların şeriatları ve hukuki hükümleri
birbirinden farklıdır. Şeriat; ibadetlerin miktarı, sayısı ve
şekli ile şer’i hükümlerle ilgili bilgileri içerir. Farzlar,
hadler[13], emir ve yasaklardan oluşan şeriat, dinin
peygamberinin geldiği dönemin şartlarına ve toplumsal
ihtiyaçlara göre oluşturulan ve değişen boyutunu ifade
etmektedir. Din kalbin fiili iken, şeriat daha çok diğer
azaların fiilidir. Şeriat daha çok duyulara hitap eden
haram helal gibi hususları ilgilendirir. Sabit unsurlardan
oluşan din hiçbir zaman değişmezken, şeriat
peygamberden peygambere değişir. Hz. Muhammed’e
gönderilen şeriat, daha önceki peygamberlerin dinini
değil şeriatını değiştirmiştir. Kıyamete kadar başka bir
peygamber gelmeyeceğinden Hz. Muhammed’in şeriatı
devam edecektir.
Mâtürîdî;
imanı (dini) kalbin, yani aklın fiili;
şerîat’ı (amelleri/ibadetleri), bedenin veya diğer
azaların fiili
[13] Hadler: Bir hukuk terimi olarak hadler; İslâmî ölçüler, İslâm
Dininin ortaya koyduğu helâl-haram sınırları, miktarı ve niteliği
nasslarda belirlenmiş olan şer'î cezalar demektir.
29
kabul eder. Ona göre akılla din ve şeriatla vahiy arasında
zorunlu bir ilişki vardır.
Mâtürîdî, din (iman) ve şeriat (amel) ayrımını çağrıştıran
bazı ayetleri delil göstererek, bir kısım farzları terk eden
müminlere, Allah’ın “Ey inananlar!” şeklinde hitap
etmeye devam ettiğini söylemekte. Şayet din (iman),
şeriatı da kapsamış olsaydı, bir kısım farzları terk eden
kimselere Allah’ın “Ey imanın bir kısmını istisna eden
inananlar!” diye hitap etmesi gerekirdi demektedir. Ona
göre “dini (imanı) bütün farzların ismi olarak kabul
edenlerin bu anlayışı” geçersiz ve tutarsızdır.
Mâtürîdî’ye göre, belli dönemin şartları içerisinde
şekillenen şeriatın ilahi ve beşeri olmak üzere iki yönü
vardır:
Allah, her hangi bir hükmün süresi bittiğinde süresi
belirli yeni hükümler ve şeriatlar koyar. Bunu bazen
kendisi kitabıyla bazen de Resulünün diliyle açıklar.
Şeriattaki her hangi bir hükmün varlık sebebinin
ortadan kalkması halinde veya süresinin sona ermesi
durumunda beşer aklıyla, yani içtihatla bu hüküm
uygulamadan kaldırılabilir (içtihatla nesih). Mâtürîdî
bu konuda “Kalpleri İslam’a ısındırılacak olanlara
zekâttan pay verilmesi” hükmünün Hz. Ömer
tarafından uygulamadan kaldırılmasını örnek verir.
30
Şer’i hükümlerde neshin (uygulamadan kaldırma
işleminin) ne zaman ve nasıl olacağını aklın yetkisine
bırakmış ve şöyle demiştir: “Nesihten kaçınmanın
aklen imkânsız hale geldiği durumlarda nesih caizdir;
nesihten kaçınmanın mümkün olduğu durumlarda ise
caiz değildir”.
Bir hükmün uygulamadan kaldırma işlemi, ayetin
hükmünün ebediyen ortadan kaldırılması şeklinde
anlaşılmamalıdır. Varlık sebebinin devam ettiği ortam
ve toplumlarda veya ihtiyaç doğduğunda, o hüküm
tekrar uygulamaya konulur.
Mümin, Günahkâr Mümin ve Kâfir
Mâtürîdî’ye göre kişi;
Allah’ın birliğini ve Hz. Muhammed’in
olduğunu gönülden benimsemek,
Resul
gerçekten mümin oluğunu kalbiyle tasdik etmek ve
imanını ve mümin olduğunu açıkça, şek ve şüpheye
yer vermeden ifade etmek
suretiyle mümin ve müslüman sıfatı kazanmış olur. Bu
şartlarda günah işlediğinde dinden çıkmış olmaz ancak
günahkâr, fâsık yani ahlaksız mümin olur; Allah’ın
cezalandırma veya cehennemine koyma tehdidinin
muhatabıdır. Allah, isterse ahrette böyle birinin günahını
31
bağışlar veya o kişiyi cezalandırır. Ebedi cehennemine
koymakla tehdit ettiği kulunu, rahmeti sebebiyle
affedebilir. Mümin, ne günahından dolayı korkup
ümitsizliğe kapılmalı, ne de affedileceği ümidiyle güven
içerisinde yaşamalı; kaygı (korku) ve ümit arasında bir
tavır takınmalıdır.
Mümin kişi, iyi amelleri (1) hafife alamaz ve (2) inkâr
edemez. Kişi iyi amelleri hafife alarak ve/veya inkâr
ederek günah işlediğinde imanını kaybeder, dinden
çıkmış (kâfir) olur.
İman ya taklidî iman veyahut sağlam aklî
temellendirmelere, bilgi ve delillere dayandıran imandır.
Mâturîdî’ye göre kimin imanı taklidî imansa, onun imanı
hakikî bir iman değildir ve o zor durumda Allah’ın hususi
bir lütfü olmazsa imanından vazgeçirilebilir. Kimin imanı
da akılla elde edilen bir imansa, onu kimse imanından
geri çeviremez, zira o bu imanın güzelliğini ve hakikatini
akılla anlamıştır.
Mümin, “Allah’ın birliğini ve Hz. Muhammed’in resul
olduğunu” özgür iradesi ve ihtiyarıyla[14] tasdik eden, bu
tasdikini sağlam aklî temellendirmelere, bilgi ve delillere
[14] İhtiyar: İstemek, arzu etmek. Razı olmak. Katlanmak. Seçmek.
Tensib etmek. Seçilmek.
32
dayandıran kişidir. Bunu başaramayan kişinin taklit yolu
ile inanması mazur görülemez, böyle biri hakikaten iman
etmiş olamaz. Asıl iman, kişinin kendi aklı ve
düşüncesiyle güzelliğini ve hakikatini bildiği imandır.
Böyle bir imana sahip kişi, hiç kimse tarafından
saptırılamaz.
Mâtürîdî’nin tarif ettiği müminler (Müslümanlar,
inananlar) imanlarında eşittirler, birinin imanı diğerinden
daha üstün veya daha az değildir. Farklılık sadece
amellerde söz konusudur. İyi ameller, iman olmayıp
imanın dışındaki farzlardır. Namaz, oruç, zekât ve hac
gibi iyi ameller imanın unsurları değil, imanın dışında
birer farz veya iman ve İslam’ın ilkeleridir. İyi amellere
inanmak ayrı, farz olduklarını bilme halinde yerine
getirmek ayrıdır. İyi amelin farz olduğuna inanmayan
kâfir, inandığı halde yerine getirmeyen günahkâr
mümindir.
Din ve Akıl
Mâturîdî, din konusunda aklı yetkili olarak görmektedir.
Allah'ı bilmek aklen vaciptir. Eğer Allah hiç bir Resul
göndermeseydi, yine de insanların akıllarıyla Allah'ın
varlığını, birliğini ve evrenin yaratıcısı olduğunu bilmesi
gerekirdi. İnsan, bireysel gayret göstererek, tefekkür
ederek bunları akıl yoluyla bilir. Hatta akıl, “Allah’ın layık
33
olduğu bazı sıfatlarla nitelendiğine de kesinlikle
hükmeder”. Bu sebeple vahiy ulaşmayan kimse, din
konusunda mazur görülmez ve bundan sorumludur.
Allah’ın varlığı ve birliğini bilmede, sadece Allah’a ibadet
edilmesinin gerekliliği konusunda hiç bir insanın Allah'a
karşı bir mazeret uydurması mümkün değildir.
Allah hiçbir şeyi bütün yönleri ile zararlı, çirkin ve kötü
yaratmamıştır. Her şeyde mutlaka bir fayda, güzellik ve
iyilik bulunmaktadır. Bir şeyin yasak ve haram kılınması,
zararlı ve kötü yönlerinin fazlalığından, kulun fiili
üzerinde olumsuz etki bırakmasındandır.
Matüridi'ye göre insan aklının idraki açısından eşya ve
işler üç grupta değerlendirilir. Bunlar;
1) vacip (insan aklının
yararlılığını anlayabildiği),
doğruluğunu/güzelliğini/
2) mümteni (insan aklının yanlışlığını/çirkinliğini/
zararlılığını idrak edebildiği) ve
3) mümkin (sürekli değişebilir olduğu için insan aklının
tek başına karar veremediği ancak bazı alternatifler
ortaya koyduğu)
olarak tasnif edilirler. Bazı şeylerin aklî açıdan vacip veya
mümteni olması akıl tarafından idrak edilir. Örnek
vermek gerekirse
34
nimet veren Allah’ı tanıma ve O’na şükretmenin
vacip;
nimet veren Allah’ı inkâr ve O’na nankörlük etmenin
mümteni olması gibi.
Bu örneklerden de anlaşıldığı gibi, güzel ahlakın
denetimindeki akıl nimeti, vacip ve mümteni konusunda
karar verecek şekilde yaratılmıştır.
Mümkin ise farklı konumların bulunduğu ve değişken
olabilen alandır. Akıl, bu kısımda, derinlemesine
araştırdıktan ve üzerinde düşündükten sonra mümkün
olabilecek seçenekleri sunabilir. Ancak bu alan değişken
olabildiği için, akıl her hangi bir seçeneğin vacip kılınması
veya mümteni olmasında karar veremez. Burada
mümkinin alternatifleri arasından tercihe şayan olanın
belirlenmesinde ve aklın mümkin, vacip ve mümteni
olanı belirlemesinde yetersiz kalması durumlarında
insanlara hakikatleri öğretecek bir Peygamber’e ihtiyaç
duyulur. Peygamber’in semîne ihtiyaç vardır.
Peygamberler aklen mümkün olanı açıklamakla
görevlendirilmiştir ve her peygambere ait şeriat, bu
mümkün olabilecek alanla ilgilidir. Peygamberin vahiyle
bir konuyu bildirmesi kesin doğru bilgidir. Şeriat da bir
şeyi iyi olduğu için emretmiş, kötü ve zararlı olduğu için
yasaklamıştır. Din bu hususlarda akılla birleşmiştir. Yalnız
35
aklın, mükâfat ve cezayı, ahrette olan haram ve helali
belirleme yetkisi yoktur; bu yetkiler Allah’a aittir.
Müminin Sorumluluğu
Mâtürîdî’ye göre Allah, insana yol gösterici olarak akıl ve
duyular vermiş, Kuran ayetleri göndermiş; herhangi bir
fiile karar vermek için cüzi irade ve eylemde
bulunabilmek için de güç ve kuvvet vermiştir. Bunlarla
teçhiz edilen insana bazı görev ve sorumluluklar
yüklemiş, karşılığında mükâfat ve ceza koymuştur. İnsan
herhangi bir fiili özgün iradesi ile seçer ve gücüyle işler,
dolayısıyla o fiilden sorumludur. Ancak kulun bütün
fiillerinin yaratılması, her şeyin yaratıcı Allah’ın
kudretiyle olur.
Mâtürîdî’ye göre Allah insanı; güç yetirebileceği
şeylerden sorumlu tutar, güç yetiremeyeceği ibadet ve
taatlerle yükümlü kılmaz, yapamayacağı şeylere karşı
daha ağırıyla cezalandırmaz. Allah akla dayalı olarak veya
vahiy yoluyla ne emretmişse, onun anlaşılması için bir
yol göstermiştir. Bunu anlayamayacak düzeyde olan bir
kimse ilahi emrin muhatabı olamaz. Bu emirler akıl ve
akli deliller yoluyla bilinebilir.
Mâtürîdî’nin anlayışına göre bir eylem taklide değil
sağlam bilgiye dayandırılmalıdır. Kişinin fikrinin,
36
inancının ve doğru olan bilgisinin yapacağı eylemi
yönlendirmesi gerekir.
Mâtürîdîliğin Tarihi Gelişimi
İmam Mâtürîdî, vahiy ve akıl taraftarlığının Ebû
Hanîfe’den sonraki en mühim temsilcilerindendir. Köklü
bir kelam ekolünün gelişmesinde önemli bir rol oynadı.
İmam Mâtürîdî ve onu izleyen bilginler tarafından
Türkistan kültür çevresinde yeni bir kelamî gelenek
kuruldu. Pek çok kelamcı onun görüşlerini takip etti.
Mâtürîdî kelamına ait eserlerin çoğu Sâmânîler,
Karahanlılar ve Selçukluların sağladığı ilmi ve kültürel
ortamda yazıldı. Yazılan eserler, Osmanlının kuruluş
yıllarına kadar Anadolu, Kafkasya ve Balkanlara taşındı.
Bu dönemlerde Mâtürîdîlik bütün Türkistan’a ve İslam
dünyasının kuzeyinde yayıldı. Bu coğrafyalarda bilimsel
çalışmalar yapan ve dünyanın varoluşu hususunda
felsefi/bilimsel görüşler ileri süren birçok bilim adamı
kendi çalışmalarına cevaz verecek dini görüşe kavuşmuş
oldu. İslam tarihinin o kesiti incelendiğinde bilimsel
araştırma ve buluşların en yoğun yapıldığı, en çok eserin
verildiği dönem olduğu görülecektir. İslam dünyası her
yönden altın çağını yaşamaktaydı. Daha sonraki
dönemde ne yazık ki bu süreç Moğol istilasıyla kesintiye
uğratılmıştır. Moğol istilası sonlandığında ise neredeyse
37
İslam dünyasında bu tür çalışmaların
Türkistan’dan başka coğrafya kalmamıştır.
yapıldığı
İmam Mâtürîdî’nin yaşadığı dönemde İslam dünyasının
güneyinde yaşayan bazı din âlimleri ve bunların
takipçileri, “yöneticilerin, dini liderleri yanlarına çekme ve
politikaları doğrultusunda kullanma” yaklaşımına ayak
uydurmuşlar, genellikle
devlet reisi seçimi meselesinde Dört Halife
dönemindeki seçim sistemini önermek yerine
babadan oğula geçen saltanatın uygulanmasına
sessiz kalmışlar;
kargaşaya neden olacağı ve toplumu felakete
götüreceği saikını bahane ederek
o “en kötü lider (Emir) lidersizlikten
prensibine karşı çıkmamışlar ve
iyidir”
o iktidarın yanlışlarını düzeltme amacıyla yapılacak
hareketleri desteklememişler, bilakis telkinleriyle
engellemişler;
teslimiyetçi kader anlayışlarından kaynaklanan,
“yöneticilerinin almış olduğu kararların arkasında
Allah’ın bulunduğu” düşüncesinin yerleşmesine
sebep olmuşlardır.
38
Bu âlimler ve takipçileri, Peygamberimizin ilmin önemi
hakkındaki hadislerinde geçen ilimden kastın “amelî ilim”
olduğunu ileri sürmüşler, aklî ilimlere karşı tavır
almışlardır.
Neticede İslam dünyasının güney kanadı; nakle dayanan,
İslam’ı temel kaynaklarından araştırmayan, aklı yeterince
kullanmayan, teslimiyetçi bir yaklaşımla yapılan yanlışları
düzeltme basiretini gösteremeyen ve aklî ilimlere
gereken önemi vermeyen bir anlayış sonucu hızla
gerilemiştir. Mısır dışında bu topraklar üzerinde köklü
büyük bir medeniyet bir daha kurulamamıştır. Mısır’da
hüküm süren, yönetici ve askeri kesimi Türk ve Mâtürîdî
görüşte olan Memluk Devleti; basiretsiz hükümdarların
yerine daha faziletli ve ehil hükümdarların getirilmesi,
bunların emirler ve bürokrasi tarafından denetlenmesi
sayesinde, yüzlerce yıl iyi yönetim örneği sergilemiş,
huzur ve asayiş kaynağı olmuştur.
Türklerin yaşadığı coğrafyada ise Mâtürîdîlik, Hanefîlikle
birlikte yayılmaya başlamıştır. Mâtürîdî’nin Kitâbü'tTevhîd ve Te'vîlâtü'l-Kur'ân’ı, Türk’lerin dini düşünce
tarihi açısından çok önem arz etmiştir. Onun bu
eserleriyle akılcılık ve hoş görü, din anlayışımızın temel
taşları olmuştur.
39
Mâtürîdîliğin hâkim olduğu kültür havzasında Ahmed
Yesevî, Hacı Bektâş-ı Velî ve Yûnus Emre gibi büyük Türk
mutasavvıfları yetişmiştir. Bu büyüklerimiz ana dilde ve
hitap ettikleri insanımızın anlayacağı seviyede İslam’ı
irşada devam etmişlerdir. Bu sayede Kur’an ile Türk
kültürü arasında
kadına saygı, hoşgörü, farklı anlayıştakilerle bir
arada yaşama, doğruluk, alçak gönüllülük,
misafirperverlik, nefsine hâkim olma, kanaatkârlık,
kazançta helal olana yönelme, ahde vefa,
merhamet, fedakârlık, töreye göre hareket etme,
selamlaşma, gönül alma, atalara saygı ile millet,
vatan ve ilim sevgisi… gibi
ortak noktalar gösterilmiştir.
Tüm bu gayretler, Milletimizin İslâm Dini’ni kavramasına
ve bütün benliğiyle özümsemesine yardımcı olmuş.
Geleneksel Türk kültürü İslâm Dini’yle yoğrulmuş, hem
iyi bir Müslüman olma hem de millî benliği koruma
başarılmıştır.
Türk boylarının Hanefî-Mâtürîdî çizgide bir din anlayışı
etrafında sıkı sıkıya kenetlenmesi, kökü geçmişe dayanan
ve İslamiyet’le beslenen Türk Dünya Nizâmı’nın[15]
[15] Türk Dünya Nizâmının Millî, İslamî ve İnsanî Esasları: Türk
Dünya Nizâmında milliyet, din ve insanlık idealleri ahenkli şekilde
kaynaşmış ve dünya nizâmı hâlinde yükselmiştir. Türklerde milli
40
canlanıp gelişmesine zemin hazırlamıştır. Türk Dünya
Nizâmı; milliyet, din ve insanlık ideallerini ahenkli şekilde
kaynaştırmış, bu çerçevede
milli hudutlar genişleyip yabancı kavim ve dinler
üzerinde kurulu büyük devletlerimiz meydana
çıktıkça, milliyet duygularını insanlık ideali ile
birleştirmiş;
sosyal adalete ve nizâma bağlı milli devlet ve
demokratik cemiyet anlayışını yerleştirmiş,
yabancı dinlere saygı göstermiş,
Türk devletlerinin yöneticilerini geçmişte olduğu gibi
İslâm çağında da dindar ve Allaha samimi kalp ile
inanan, mazlumun yanında ve zalimin karşısında
olan, adalet dağıtan “Cihan ailesinin babaları”
mevkiine yükseltmiştir.
hudutlar genişleyip yabancı kavim ve dinler üzerinde kurulu büyük
devletler meydana çıktıkça, milliyet duygularının insanlık ideali ile
birleşmesi ve yükselmesi kolay olmuştur. Sosyal adalet ve nizâma
bağlı milli devlet ve demokratik cemiyet anlayışının gelişmesi
sayesinde milletin babası sayılmakta olan Türk hükümdarları büyük
devlet halinde ve özellikle İslâm çağında derhal “Cihan ailesinin
babası” mevkiine yükseliyor ve bunu bizzat ifade ediyorlardı. Türkler
Şamanî devrinde de ne kadar dindar ve Allaha inanmış idiyse
yabancı dinlere saygı göstermeyi o derece kendi hâkimiyet, adâlet
ve insanlık duygularına uygun buluyorlardı. İşte Türk Cihân
hâkimiyeti ve dünya nizâmı mefkûreleri de bu temeller üzerinde ve
bu sayede gelişmiştir (TÜRK CİHÂN HÂKİMİYETİ MEFKÛRESİ TARİHİ).
41
Bu temeller üzerinde geliştirilen “Türk Cihan Hâkimiyeti
ve Dünya Nizâmı Mefkûreleri”, Selçuklu ve Osmanlı
adıyla bilinen büyük Türk devletlerinin kurulmasına
zemin hazırlamış ve uzun süreler yaşatılmalarına vesile
olmuştur.
Anadolu; Mâtürîdîliğin kültür havzasında doğan Yesevî
Tarikatının öğretilerine (Allaha iman, “Ehl-i beyt” sevgisi,
bilime saygı, kadına saygı, riyasız ibadet, emeğe değer
verme ve yaratılmışa sevgiye) sıkı sıkıya bağlı olan
Türkmen aşiretlerinin sürekli yerleşimiyle, Türk
sosyokültürel ve dini algılarının yaşandığı bir iklim oldu.
Bu ortam ileriki dönemde Cihan Devletine dönüşecek bir
yapının daha sağlam bir temele oturmasını sağlayacaktı.
Takip eden dönemde Türk Milleti, İslâm Dini’nde kendi
kültürleriyle uyumlu unsurlar bularak kimliğini
kaybetmemiş, dilini ve diğer kültür unsurlarını, İslâm’ı
yaşayarak korumasını bilmiştir. Bunda etkili olan
hususlar:
Matüridî gibi büyük din bilginleri sayesinde İslâm,
(hurafeden ve Arap ırkçılığından kaynaklanan
taassuplardan arındırılarak) Kuran’a ve Sünnet’e
uygun anlaşılıp yaşanmaya başlanmış, aklı ön planda
tutan inanışa (akılcı, hoş görülü anlayışa) bağlanılmış.
42
Hoca Ahmet Yesevî öğretisi tasavvufi yaşayışta
kucaklayıcı, sevdirici bir anlayışı benimsenmiş.
Türk tarihi, edebiyatı, destanları, efsâneleri… İslâmi
ruh ve motiflerle yeniden düzenlenmiş.
İslâm Dini, Türk kimliği kaybedilmeden yaşayarak,
İslâm düşünce hayatına önemli katkılarda
bulunulmuştur.
Bu sayede Türk millî kimliği ile bütünleştirilen İslâm Dini,
Türk kültürüne, hayatına ve medeniyetine damgasını
vurup onu yeniden yoğururken, aynı zamanda Türklerin
İslâm Dini ile olan bağları da çok güçlenmiş ve
derinleşmiştir.
Selçuklular döneminde, Eş’arilik resmî bir mezhep olarak
benimsenmiş ve Nizamiye Medreseleri kurulmuş, aynı
zamanda Hanefî-Maturidîlerin kendi medreselerinde
Hanefî-Mâturîdî kültürü okutulmaya devam edilmiştir.
Bu dönem Mâturîdî’nin görüşlerini savunan âlimlerin
yetişmesi bakımından verimli olmuş; Hanefî- Mâturîdî
çizgide hem fıkıh hem de kelam sahasında çok sayıda
önemli eserler yazılmıştır. Nizamiye medreselerinde
okutulan felsefi Eş’arîliğin tesirinde Mâtürîdîlik ve
Eş’arîliğin sentezi olan metinler de üretilmiştir. Bu
medreselerde yetişen Râzi ve Eş’arî âlimler zaman zaman
43
Hanefîlik ve Mâtürîdîliğin karşısında yer almışlar ve iki
grup arasında tartışmalar da başlatılmıştır.
Osmanlıların ilk zamanlarında Anadolu'da medreselerden yetişen âlimler, sahalarında derinleşmek veya ihtisas
yapmak gayesi ile, genellikle Suriye, Irak ve 'Mısır'a
giderlerdi. Buralarda tefsir, hadis, fıkıh ve edebiyat gibi
ilimler daha çok gelişme göstermişti. Buna karşılık kelam
ve felsefe gibi akli ilimlerde, Semerkant ve Buhara
çevresi tercih ediliyordu.
Timur döneminde Aşağı Türkistan’ın (Mâverâünnehir’in)
çeşitli şehirlerinde kurulan medreselerde Mâtürîdîlik
hâkim görüştü. Buralarda İslami ilimler yanında fen,
matematik ve astronomi sahasında önemli ilerlemeler
kaydedildi. Timur’un Anadolu’ya gelişinden sonra,
Osmanlı Semerkant’taki ilmi ve dini gelişmeleri takibe
başladı. Mâtürîdîlik, İstanbul’un fethine kadarki
Osmanlının ilk döneminde büyük ilgi gördü.
İstanbul’u fetheden Fatih Sultan Mehmet devletinin
altyapısının bilimsel temellere dayandırılması gereğini
biliyordu. Anadolu’daki ve Timur imparatorluğundaki
ilim adamlarını ülkesine davet etti. Davete icap edip
gelenlere çok itibar gösterdi, taltif etti. Gelen âlimlere,
kurdurduğu Fatih medreselerinde eğitim verme imkânı
tanıdı. Bu medreselerde değişik görüşler üzerine
44
tartışmalar yapılıyor, ideal yöntemlerin tespitine
çalışılıyordu. Kendisi de çok iyi bir eğitim almış olan
Fatih, ülkesinin başkentindeki bu ilmi hayattan ziyadesi
ile memnun olmakta ve bu tür cemiyetlere katılmakta,
görüşlerini belirtmekteydi.
Kelam konularında yapılan tartışmaların;
akılcılığı öneren Mâtürîdîlik mezhebinin yaygın olarak
yaşandığı Türkistan kökenli ve o coğrafyada iktidar
olan Timur İmparatorluğu yöneticileri tarafından
takdir gören alimler,
kelam eğitimini Eşari ekolü üzerine almış Anadolulu
Hanefi mezhebinden Türk alimler ve
yine İmam Eş’ari’nin takipçilerinden olan yakın Arap
coğrafyasından gelmiş olan Arap kökenli alimlerin
arasında yapıldığı, dönemin kaynaklarında
görülmektedir.
Mâtürîdîlik görüşlerini savunan Türkistanlı âlimlerin en
tanınmışı Ali Kuşçu, Eş’arilik ve onu destekleyen İmam
Gazali ile Fahreddin Razi’nin görüşlerini savunan taraftan
ileri çıkan ise Hocezade Muslihiddin Mustafa’dır.
Bu iki ekolun hararetli kelam tartışmalarında Hocezade
Muslihiddin Mustafa’nın etkisiyle, Eş’ari okuluna bağlı
olanların görüşleri ağırlık kazanmış; Osmanlı ulemasının
45
tercihi de amelde İmamı Azam’ın görüşleri, itikadi
mezhep seçiminde ise Eş’ari görüşler doğrultusunda
olmuştur. Bazı araştırıcılara göre bu tercihte
Mâtürîdîliğin;
devlet başkanının saltanat sistemindeki gibi babadan
oğula geçmesi şeklinde değil de, İslam tarihinde Dört
Halife döneminde olduğu gibi seçim yoluyla ve
liyakat esasına göre yapılmasını savunması,
Emevi ve Abbasi iktidarlarının almış olduğu yanlış
kararlara sağlam dini referanslarla karşı çıkmış İmamı
Azam Ebu Hanife geleneğinden gelmesi
gibi özelliklerinin rol oynamıştır. Mâtürîdîliğin yukarıdaki
hassasiyetlerine karşılık; Eş’ari âlimler genel olarak,
saltanatın babadan oğla geçmesinde sakınca görmemiş,
devlet başkanında reşitlik ve fazilet aramamıştır. Devlet
başkanı büyük günah işlese bile, hallinin karışıklığa sebep
olacağını ileri sürerek ona müdahil olunmamasını, en
kötü yönetimin yönetimsizlikten iyi olduğu görüşlerini
savunmuştur. Eş’arilik, bu kabulleriyle saltanat
yönetimine daha uygun bulunarak tercih edilmiş olabilir.
Fatih Sultan Mehmet’in talebi ile İstanbul’a gelmiş olan
Timur İmparatorluğu âlimleri, itikadî mezhep tercihin
yanlışlığı konusunda uyarılarını sürekli olarak yapmışlar,
fakat her hangi gelişme olmamıştır. Bunların bir kısmı
46
yine Türkistan’a dönmüşler, Ali Kuşçu gibi bir kısım
âlim ise geldikleri coğrafya kadar Türk olan bu
topraklarda kalmaya karar vermişlerdir.
Gazalî ve Fahreddîn Râzî’nin görüşleri doğrultusundaki
Eş’arîlik, devlet yönetiminde etkili olmaya devam etmiş,
zamanla Hanefi-Mâturîdî kimliğinin zayıflamasına neden
olmuştur.
Yine bazı araştırıcılara göre; Yavuz Sultan Selim’in Hicaz
ve Mısır seferi dönüşü, yanında getirdiği iki bin
civarındaki Eş’ari ekolüne sahip din âlimi, Osmanlı
medreseleri, yönetimi ve coğrafyasında dinin
algılanışının gittikçe daraltılmasında etkili olmuştur.
Osmanlı medreselerinde Mâtürîdîlik görüşüne hâkim
kuşak Kanuni zamanına kadar gelmiş, fakat ilmi sahada
fazla bir etkinlik gösterememiştir. Seyrek de olsa İbn
Kemal Paşa (1534) ve Akkirmani (1760) gibi âlimler İmam
Mâturîdî ve onun din anlayışını destekleyen eserler
vermeye devam etmişler.
Böylelikle Fatih dönemine kadar gelen ilmi çalışmalar ve
yükseliş, Fatih Sultan Mehmet’ten sonra yavaşlamaya
başlamış, Kanuni döneminden sonra ise duraklamıştır.
Takip eden süreçte zaman zaman istisnaları olsa da,
genelde Emeviler ve Abbasilerdeki gibi yönetimin
47
kanatları altında ve onun kararları ile uzlaşmış din
adamları sınıfı oluşmuştur.
Müslümanlıkta ilmin önemi, Peygamberimizin
“İlim öğrenmek her Müslüman’a farzdır”,
“İlim Müslüman’ın kayıp malıdır onu nerede bulsa
almalıdır” ve
“İlim Çin’de bile olsa gidip onu alınız”
hadisleriyle ortaya konmuştu. Mâtürîdî bu hadislerde
geçen “ilim” sözcüğünü maddi ve manevi ilimler olarak
algılarken, Osmanlı medreselerinde etkili olan gruplar bu
sözcüğü manevi ilimler olarak empoze etmişler ve bu
anlayış, Maturidilik’ten gelen akli ilimlerin medreselerde
okutulmasına zaman içinde son vermiştir. Bazı
araştırmacılara göre; Osmanlı tarihi incelendiğinde Fatih’ten sonra dinî konularda verilen eserlerin
dışında tıp, kimya, fizik, astronomi ve bunun gibi dallarda
eser veren ilim adamı çok azdır. 12. ve 13. yüzyıllarda
olduğu kadar İslam dünyasında bir ilim ortamı olmamış,
sadece dini ve sosyal alanlarda eserler verilmiştir.
Bazı araştırmacılara göre:
Mâtürîdîliğin ihmali Türk dinî düşüncesine pahalıya
mal olmuştur. Türk toplumu Mâtürîdîlik ve Yesevî
sûfîliğinden uzaklaşmaya, Bağdat ve Horasan
merkezli Eş’arîlikle eklemlenen teslimiyetçi sûfîliğe
48
yaklaşmaya başlamıştır. Hanefîlik, teslimiyetçi
sûfîliğe yaklaştırılarak korunmuş, fakat Mâtürîdîlik
kimliği silikleşmiştir. Osmanlıda sözde benimsenen
fıkıhta Hanefî düşünce de etkin bir şekilde eyleme
dönüşmemiş, özellikle medrese eğitimi bundan
nasibini almamıştır.
Oluşan süreç Osmanlı’yı kendisinin içinden çıktığı
Türkmenlere yabancılaştırmış, hatta zaman zaman
düşmanlaştırmıştır.
Devletin
zayıflaması
ve
zayıflayan kurumların içinde sistem gereği yer almış
olan devşirmeler, devletin kurucusu olan asli unsura
düşman ve kindar kesilmiştir. Bu dönmeler bozulan
dini
atmosferi,
kendilerini
savunmak
ve
menfaatlerini korumak için kullanmışlardır.
Osmanlı’nın Mâtürîdî kelamına yer vermemesi,
asırlar içerisinde yeniliklere açılmadan çöküşe
geçmesine, dini ve fikri yapısında büyük kayıplara
sebep olmuştur.
Türkiye Cumhuriyeti’nin de bu akılcı din anlayışını
eyleme geçirememesi, bu kayıpların menfi
etkilerinin günümüzde de yaşanmasına neden
olmaktadır.
Yazıcıoğlu’na göre; zamanımızda din felsefesi olan ve
Mâtürîdî ekolüne ait Ebu’l-Mu’în Nesefî tarafından
49
geliştirilen ‘’Semantik Metot’’ bırakılmayıp devam
ettirilseydi, kelam ilminin boyutları bugün çok daha
değişik olacak, İslam inanç ve felsefesi çok daha akılcı,
felsefi ve etkili bir şekilde izah edilebilecekti.
İslâm’ı, Kuran’a ve peygamberimizin sünnetlerine
uygun anlama ve anlatma gayreti göstermiş olan
Mâtürîdî, yeterince anlaşılsa ve anlatılsaydı, büyük
ihtimalle Dünyada bilim çevrelerinin çoğu Müslüman
olur, İslam âlemi insanlığa güzel hizmetler sunmaya
devam ederdi. Gereken önem verilseydi, pek çok
düşünürümüzün paylaştığı gibi “gerek din anlayışımız,
gerekse İslam Kültür ve Medeniyeti her halde
bugünkünden çok farklı olurdu”.
Her şeye rağmen:
Sahip olduğumuz köklü kültür mirasımız yanında Ebu
Hanife, Matüridî ve öğrencileri, Ahmet Yesevî, Hacı
Bektaş Velî, Mevlana, Yunus Emre… gibi Türk
toplumunun takip ettiği önderlerinin İslâm Dini’ni
doğru yorumlamaları sayesinde
o İslâmiyet aslına sadık kalınarak Türk kültürü ile
kaynaştırılmış,
o milletimiz, Kur’an ve Sünnet’e karıştırılmak
istenen Arap kültürü ile asimile edilememiş,
varlığını devam ettirmiş.
50
XVIII. ve XIX. yüzyıllarda yazılan Bektaşi
erkânnâmelerinde Mâtürîdîliğe yönelik atıflar yer
almış.
Hacı Bektâş-ı Velî’nin Makâlâtı’nda Mâtürîdî’nin
savunduğu akılcı din anlayışı ve iman tasavvuru izleri
devam etmiş.
Türkiye Cumhuriyetinin kuruluşuyla Mâtürîdîlik daha
fazla ilgi görmeye ve öğretilmeye başlanmış, bu
alanda araştırmalar yoğunlaşmıştır.
Tüm bunlar teselli kaynağımız ve geleceğe ümitle
bakmamıza vesile olmaktadır.
Teşekkür
Bu derlemenin hazırlanmasında önemli ölçüde Prof Dr.
Sönmez KUTLU’nun aşağıda “Kaynaklar” kısmında
verilen eserlerinden yararlanılmıştır. Bu vesile ile
kendisine teşekkürü bir borç bilirim.
51
Kaynaklar
ECER, Yrd. Doç. Dr. A. Vehbi. Matûridî’nin Türk
Kültüründeki Yeri. Hikmet Yurdu, İmam Matüridî ve
Matürîdîlik Özel Sayısı, Yıl: 2, S.4 (Temmuz-Aralık 2009),
ss. 91 – 107.
ECER, Yrd. Doç. Dr.A. Vehbi. 2015. 115 Soruda Türk
Alimi İman Matûridî. Oğuz Çetinoğlu’nun röportajı.
Yesevi Yayıncılık, İstanbul.
KUTLU, Prof. Dr. Sönmez. 2011. TÜRKLER VE İSLÂM
TASAVVURU. Türkiye Diyanet Vakfı İslam Araştırmaları
Merkezi (İSAM) Yayınları.
KUTLU, Prof. Dr. Sönmez. 2011. MÂTURÎDÎ AKILCILIĞI VE
GÜNÜMÜZ SORUNLARINI ÇÖZMEYE KATKISI. e-makâlât
Mezhep Araştırmaları, II/1 (Bahar 2009), ss. 7-41
KUTLU, Prof. Dr. Sönmez. 2014. Maturidi Kimdir?
Maturidilik Nedir?:
http://maturidiyeseviotagi.com/
maturidi-kimdir.html
KUTLU, Prof. Dr. Sönmez. 2014. Maturidi ve İman-Amel
İlişkisi:
http://maturidiyeseviotagi.com/maturidi-veiman-amel-iliskisi.html
KUTLU, Prof. Dr. Sönmez. 2015. Türk Din Anlayışı
Maturidi ve Maturidilik: http://maturidiyeseviotagi.com/
turk-din-anlayisi-maturidi-ve-maturidilik.html
TUNÇPINAR, Ahmed Said. 2010. EBÛ MANSÛR ELMÂTURÎDÎ’NİN TE’VÎLÂTU’L-KUR’ÂN ADLI TEFSİRİNİN
52
EĞİTİM VE DİN EĞİTİMİ AÇISINDAN DEĞERLENDİRİLMESİ.
Yüksek Lisans Tezi. Ank. Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü
Felsefe ve Din Bilimleri Anabilimi.
TURAN, Prof. Dr. Osman. 1997. TÜRK CİHÂN HÂKİMİYETİ
MEFKÛRESİ TARİHİ. 10. Baskı. Boğaziçi Yayınları.
İstanbul.
YAZICIOĞLU, Doç. Dr. Mustafa Sait. Mâturîdi Kelam
Ekolü'nün İki Büyük Siması: Ebû Mansûr Mâturîdî ve
Ebu’l-Mu’în Nesefî
http://tr.wikipedia.org/wiki/Ebu_Mansur_elMat%C3%BCrid%C3%AE
http://www.dinimizislam.com/detay.asp?Aid=1776
http://www.enfal.de/ecdad85.htm
http://www.osmanlicaturkce.com/?k=Kadim&t=%40
http://www.yeniumit.com.tr/konular/detay/imammaturidi-nin-tevilatul-kur-an-tefsiri
53
DİZİN
A
B
Abbasi, 4, 46
âhâd, 16
Ahmed Yesevî, 40
akıl, 3, 6, 7, 8, 11, 16, 17,
18, 19, 20, 21, 22, 24,
25, 27, 28, 33, 34, 35,
36, 37
Akıl, 1, 14, 19, 20, 24, 33,
35
akıl yürütme, 6, 17, 18, 19,
21, 24, 27
Akılcı tefsir geleneği, 10
akılla tevil, 11
Akkirmani, 47
aklın bilme gücü, 19
Aklî, 15
akli deliller, 16, 17, 36
aklî ilim, 39
akli ilimler, 44, 48
aklî mucizeler, 17
Âlem, 23
Ali Kuşçu, 45, 47
âlim, 20, 47
amelî ilim, 39
Anadolu, 37, 42, 44
Asr-ı Saadet, 6
astronomi, 22, 44, 48
Aşağı Türkistan, 3, 4, 12,
44
Bağdat, 4, 48
Bektaşi erkânnâmeleri, 51
Bilginin Kaynakları, 1, 13
Buhara, 4, 44
C
Ceyhun, 3
Ç
Çin, 48
D
devlet reisi seçimi, 38
din, 3, 6, 7, 9, 25, 27, 28,
29, 30, 33, 38, 39, 40,
42, 47, 48, 49, 50, 51, 52
din felsefesi, 49
Din ve Akıl, 1, 33
Dört Halife, 38, 46
duyular, 14, 19, 36
Dünyada bilim çevreleri,
50
E
Ebû Hanîfe, 3, 4, 9, 11, 37
ECER, 52
Emevi, 46
Evren, 23
54
içtihatla nesih, 30
ikna, 16, 18
ilham, 22
ilim, 4, 20, 21, 22, 23, 39,
40, 44, 48
İmam Gazali, 45
İslâm âlimlerinin yorumu,
11
İslam dünyası, 22, 37, 38,
39, 48
İslami ilimler, 44
itikadi mezhep, 46
F
Fahreddin Razi, 45
Fatih medreseleri, 44
Fatih Sultan Mehmet, 44,
46, 47
fen, 44
Fıkıh, 9
fıkıh usulü, 9
G
gözler, 13
Günahkâr Mümin, 1, 31
K
H
kadim, 23
Kâfir, 1, 31
Kafkasya, 37
kalben tasdik, 16, 27
kalpler, 13
Kalpleri İslam’a
ısındırılacak, 30
Kanuni, 47
Karahanlılar, 37
Kelâm, 2
kulaklar, 13
Kuran, 6, 9, 11, 16, 17, 18,
20, 21, 26, 36, 42, 50
haberler, 16, 17, 19
Hacı Bektâş-ı Velî, 40, 51
Hacı Bektâş-ı Velî’nin
Makâlâtı, 51
Hanefî-Mâturîdî kültürü,
43
Hanîfilik, 3
Hissî, 15
Hocezade Muslihiddin
Mustafa, 45
Horasan, 48
Hz. Muhammed, 6, 8, 26,
29, 31, 32
Hz. Ömer, 8, 30
M
matematik, 22, 44
Mâtürîd köyü, 4
Mâtürîdîliğin Tarihi
Gelişimi, 1, 37
İ
ibadetler, 25, 27
İbn Kemal Paşa, 47
55
Mâtürîdîlik, 2, 3, 37, 39,
43, 44, 45, 47, 48, 51
Maveraünnehir, 3, 4, 12
Memluk Devleti, 39
Merv, 4
Mısır seferi, 47
Moğol istilası, 37
mucize, 16, 18
Mümin, 1, 31, 32
Mümin kişi, 32
Müminin Sorumluluğu, 1,
36
mümkin, 34, 35
mümteni, 34, 35
mütevâtir, 16, 17
R
Râzi ve Eş’arî âlimler, 43
Resul, 15, 16, 31, 33
Resulün haberi, 18
S
Sâmânîler, 37
Samanoğulları Devleti, 4
Selçuklular, 43
Semantik Metot, 50
Semerkant, 4, 5, 44
Seyhun, 3
Sünnet, 16, 42, 50
Ş
N
şeriat, 24, 29, 30, 35
Nahl suresi,78, 13
Namaz, 33
nas, 17
Nizamiye Medreseleri, 43
T
tefekkür, 20, 21, 33
tefsir, 9, 10, 11, 44
tenzîl, 11
Tevhit inancı, 24
Timur, 44, 45, 46
Timur imparatorluğu, 44
TUNÇPINAR, 52
TURAN, 53
Türk Cihan Hâkimiyeti ve
Dünya Nizâmı
Mefkûreleri, 42
Türk Dünya Nizâmı, 40
O
Olgunun tahlili, 6
Osmanlı, 42, 44, 45, 47, 48,
49
Osmanlı medreseleri, 47,
48
P
peygamber, 6, 24, 26, 29
Prof Dr. Sönmez KUTLU, 51
56
Türk Dünya Nizâmının
Millî, İslamî ve İnsanî
Esasları, 40
Türk kimliği, 43
Türk-İslam, 3
Türkistan, 2, 3, 4, 12, 37,
44, 45, 47
Vahiy, 2
Y
Yavuz Sultan Selim, 47
Yazıcıoğlu, 12, 49
Yesevî sûfîliği, 48
Yesevî Tarikatı, 42
Yûnus Emre, 40
V
vacip, 34, 35
57
Riyasız, saf, temiz, huzuru kalp ile yaratıcıya ibadet
Mâtürîdî’yi anlama, anlatma gayretleri sürüyor