Academia.eduAcademia.edu

Sedad Hakkı Eldem Olunmaz, Doğulur (mu?)

2008, “Sedad Hakkı Eldem olunmaz, doğulur (mu?)” Edhem Eldem, Bülent Tanju and Uğur Tanyeli (eds.), Sedad Hakkı Eldem, I, Gençlik Yılları, Istanbul, Osmanlı Bankası Arşiv ve Araştırma Merkezi, 2008, pp. 10-40.

sedad hakki eldem olunmaz, doğulur (mu?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930 EDHEM ELDEM 11 Mimar Sedad Eldem, 31 Ağustos 1908 günü İstanbul’da İsmail Hakkı Bey ile Azize Hanım’ın üçüncü çocuğu olarak doğmuştur. O tarihte aile İstanbul’da, Kadıköy’ün Bahariye semtinde Vidalı Köşk adıyla bilinen bir evde yaşamaktaydı. 1 İlginç bir şekilde doğumu, Osmanlı tarihinin önemli bir dönüm noktasını oluşturan ve Sultan II. Abdülhamid’i otuz sene boyunca askıya almış olduğu anayasayı tekrar tesis etmeye zorlayan 23 Temmuz 1908 Jön Türk ihtilalinden bir ay kadar sonrasına rastlamıştı. 1908 olaylarının Sedad’ın ailesi üzerinde herhangi bir etkisi olup olmadığını söyletecek bir bilgiye sahip değiliz. Ancak her halükârda üst-orta sınıfa mensup birçok Osmanlı vatandaşı gibi onların da ülkelerinin padişahın mutlakıyetçi ve otokratik etkisinden kurtulmuş olmasından rahatlamış olduklarını varsaymak yanlış olmayacaktır. İttihatçıların siyasi söylemi hürriyet ve terakkiden dem vuruyordu ve Fransız devrimine birçok açık göndermede bulunuyordu. 1789’un Hürriyet (liberté), Müsavat (égalité) ve Uhuvvet (fraternité) üçlemesi Jön Türk hareketi ve taraftarları tarafından anında benimsenmiş, buna Osmanlı siyasi kültüründe ve halkın gönlünde özellikle manidar olan Adalet sözcüğü de eklenmişti. Sedad, bu tür söyleme özellikle yatkın olan “modern” Müslüman bir Osmanlı ailesinde hayata gözlerini açmıştı. Ancak ebeveyninin ihtilal karşısında duydukları heyecan belli ki ona dönemin birçok örneğinde olduğu gibi günün kahramanı Enver Bey’den mülhem Enver adını verecek kadar büyük değildi. 2 Onların modernliği bu tür davranışlara başvurabilecek militan ve heyecan dolu kitlelerinkine benzemiyordu; çocuklarına taktıkları Sedad adı çok daha sakin ve dolayısıyla daha içselleştirilmiş bir modernlik anlayışına işaret ediyordu. Gerçekten de bu ad, Arapça olmakla beraber geleneksel İslami bir nitelik taşımıyordu. Sedad kelimesi bir erdemi tarif etmekte ve “doğruluk” manasına gelmekteydi. Bu ad, en çok 19. yüzyılın ortalarında kullanılmaya başlanan ve herhangi bir dini mana veya gönderme taşımadığından geleneksel adlardan ayrışan “nev icat” bir isimdi. 3 Gerçi kendisine ayrıca gelenek ve din açısından daha uygun olan bir ön isim de verilmişti: Ömer. Bu tür çift isimlilik, Osmanlı Müslüman toplumunun önde gelen kesimlerinde 19. yüzyılda gerek erkeklerde, gerek kadınlarda giderek sık rastlanan bir durumdu. Gerçi ilk ismin çoğunlukla Ahmed, Mehmed, Hasan, Hüseyin, Ali, Mustafa gibi son derecede geleneksel ve yaygın olmasından olsa gerek, ikinci sıradaki isim genellikle daha belirleyici olmaktaydı; ama çoğu zaman her iki isim beraber anılmak- taydı. Hatta bazı isim eşleşmeleri —Ali Rıza, Mehmed Emin vs.— neredeyse tek bir isim gibi telakki edilme noktasına varmıştı. Ancak Ömer Sedad’ın durumu bundan çok farklıydı. Hayatının sonuna kadar Ömer ismini kendi kullanmadığı gibi çocukluğunda da bu ismi aile içinde de kullanılmamıştır. Aslında burada söz konusu olan, modernleşen Osmanlı Müslüman toplumunda gelişmekte olduğu hissedilen yeni bir âdettir. O da iki ismin sadece ikincisini öne çıkaran, ilkini ise giderek kenara bırakan, hatta olduğu gibi hiçe sayan bir uygulama. Aslında bu yeni tür davranış, günümüz Türkiye’sinde çok yaygın olan ve ilk ismin “göbek adı” nitelemesi altında artık neredeyse sadece nüfus kayıtlarında ve hüviyet işlemlerinde kullanılan lüzumsuz bir eke dönüştüğü uygulamayla özetlenebilir. Dolayısıyla Sedad Eldem’in gençliğinde ilk ismini hiç kullanmadığı gibi, sonraları onun yerine adından sonra baba adı olan Hakkı’yı ekleyerek bir tür Avrupai göbek adı (middle name) oluşturmuş olmasına şaşırmamak gerekir. Aslında bu, geç Osmanlı ve erken Cumhuriyet dönemlerinde, 1934 Soyadı Kanunu’ndan önce, soyadı ihtiyacını gidermek için baba adının kullanıldığı dönemden esinlenmiş bir uygulamaydı. Şu farkla ki, ağabeyi ve kardeşi de gençliklerinde Hakkı baba adını kullandıkları halde Soyadı Kanunu’ndan sonra onun yerine Eldem’i kullanmışlarken, kendisi her ikisini de tutup bugün hâlâ anıldığı Sedad Hakkı Eldem adını oluşturmuştur. Yeni bir isim seçmek modern bir davranıştı; Sedad gibisini seçmiş olmak ise belli bir kültür düzeyinin varlığına işaret ediyordu. Bu durum 1906’da doğmuş olan ağabeyi Vedad’ın adıyla birlikte düşünüldüğünde daha da belirgin hale gelmektedir. Vedad da bir erdem veya bir meziyeti, dostluk ve sevgiyi ifade eden bir kelimeden türetilmiş bir isimdi. Her iki isim de ortalama Osmanlının sahip olamayacağı düzeydeki bir lisan bilgisine dayanmaktaydı; manaları ve mükemmel kafiyeleri itibariyle de belirli bir edebi meraka da bağlanabilecek nitelikteydi. 4 Sedad’dan iki sene sonra, 1910 yılında ailenin dördüncü çocuğu doğduğunda ise artık bu mükemmel kafiyeyi devam ettiremeyen İsmail Hakkı Bey ile Azize Hanım, meşhur İran şairinden mülhem Sadi ismini seçmişler, önüne de Sedad’ın Ömer’ini hatırlatır türden bir Osman eklemişlerdi. Çiftin çok daha büyük olan ilk çocuğu, 1898 yılında doğmuş olan Galibe ismindeki kız, aile geleneğine uygun bir şekilde adlandırılan tek çocuk olmuştu. Galibe ismi Azize Hanım’ın 1896 yılında vefat etmiş olan babası İsmail Galib Bey’den doğrudan esinlenmişti. 5 Ancak anlaşılan aile geleneğinin gerekleri bir kere yerine ge- GENÇLİK YILLARI 1 “Eldem (Ömer Sedad)”, Reşad Ekrem Koçu (derl.), İstanbul Ansiklopedisi, c. 9, İstanbul 1968, s. 4995-4997. 2 Hürriyet kahramanı Enver Bey’in dönemin birçok çocuğuna “isim babalığı”nın yaygınlığının en belirgin işareti bu âdetin imparatorluğun taşrasına, hatta dışına taşmış olmasıdır. En meşhur örnekler, 1908 doğumlu Arnavutluk lideri Enver Hoca ile 1918 doğumlu Mısır cumhurbaşkanı Enver Sedat’tır. 3 Bu ismin ne derecede “nev icat” olduğunun iyi bir işareti, Mehmed Süreyya Bey’in 1311/1893 tarihinde yayımlanan meşhur Sicill-i Osmanî’sinde ancak iki kere görülmesidir. Her iki durumda da bu ismi taşıyan kişi 1850’den sonra doğmuştur (Mehmed Süreyya, Sicill-i Osmanî, Matbaa-i Âmire, İstanbul, 1311/1893-1894). 4 Bu iki ismin iki kardeşe verilişinin tespit edebildiğim ilk örneği, 1860’ların sonunda vefat eden Ârif Ahmed Efendi adındaki bir ordu görevlisinin iki oğludur (M. Süreyya, Sicill-i Osmanî, c.III, 277). 5 Buna bir de ailenin çok küçük yaşta ölmüş olan ikinci çocuğu Edhem’i eklemek gerekir. 1900 civarında doğduğu ve üç yaşlarında öldüğu bilinen bu çocuğa da Azize Hanım’ın büyük babası Edhem Paşa’nın adı verilmişti. 12 6 Sedad Eldem’in kendi kaleme almış olduğu elyazısı otobiyografi, 2 Şubat 1981. Bu vesikanın daktilo edilmiş birkaç nüshası bulunmaktadır ve 50. meslek yılı vesilesiyle yayımlanan kitapta verilen özgeçmişe temel oluşturmuştur (Mimar Sinan Üniversitesi 100. Yıldönümü Armağanı. Sedad Hakkı Eldem. 50 Yıllık Meslek Jübilesi, Mimar Sinan Üniversitesi, İstanbul, 1983). 7 Age Ordu görevlisi olan Arab Ahmed Paşa, Rodos ve Kıbrıs sancakbeyi olmuş, 1586’da ölmüştür. Kanuni Sultan Süleyman’ın hareminden çıkma Perizat Hatun adında bir kadınla evlenmişti. Tekke ise Tophane-Fındıklı’da Ahmed Paşa tarafından vakfedilmiş olan bir arsaya inşa edilmişti. Perizat Hatun ile Ahmed Paşa tekkenin yanına Mimar Sinan tarafından inşa edilmiş olan bir türbeye defnedilmişlerdir (Baha Tanman, “Keşfî Cafer Efendi Tekkesi,” Dünden Bugüne İstanbul Ansiklopedisi, İstanbul, 1994, c. 4, s. 549-551). 8 Tabibzâde Derviş Mehmed Şükri ibn İsmâil, İstanbul Hânkâhları ve Meşâyihi, Turgut Kut (derl.), Harvard University, 1995, s. 21. tirildikten sonra İsmail Hakkı Bey ile Azize Hanım çocuklarının isimlerinin seçiminde kendilerini daha serbest hissetmişler, bir daha herhangi bir aile ferdinin adını kullanmak gereğini duymamışlardı. Çocukların hiçbirine büyükbabaları Cavid Bey’in ismi verilmemişti. Oysa bu isimlerde hissedilen edebi tarzdan, isimlerin seçiminde babalarının daha etkin bir rol oynamış olabileceği hissi uyanmaktadır. Gerçekten de İsmail Hakkı Bey’in gayet olağan bir bürokrat ve diplomat kariyerinin yanında çok ciddi bir edebiyat merakı olduğu bilinmektedir. Maalesef bu kişinin aile kökeni ve gençliği büyük ölçüde karanlıkta kalmıştır. Sedad Eldem’in kendi notlarında bile babasının menşei ve mesleği konusundaki bilgiler son derecede yüzeysel kalmaktadır: [İsmail Hakkı Bey], Fındıklı’da Sümbül Sinan tarikatına ait tekkesinde son şeyhin halazadesi olarak yetişmiş ve oradan Mülkiye’den mezun olarak Hariciyeye intisab etmiştir. Hayatı boyunca diplomaside çeşitli yerlerde hizmette bulunmuştur. Ortanca oğlu SHE’nin en fazla geçirdiği seneler Zürich ve Münich başkonsolosluğu zamanıdır. 6 Gerçekten bu üstün körü bilgiler İsmail Hakkı Bey’in ailesi hakkında pek fazla bilgi vermemektedir. Gerçi aynı belgede Sedad Eldem “şeceresi baba tarafından tekke baniyesi Saraylı Perizat Hanım ve kocası bahriye ümerasından Arab Ahmet Paşa’ya dolaylı intisabı ile 16cı yüzyıla kadar takip” edilebildiğini de eklemektedir. 7 Ancak “dolaylı” sözünden de anlaşılacağı gibi bu silsilenin ailevi olmaktan çok “kurumsal” olduğu, tekkenin kurucularıyla hizmet eden şeyhler arasında herhangi bir kan bağı gözükmemesinden ortaya çıkmaktadır. İsmail Hakkı Bey’in “son şeyhin halazadesi” olmasından ise, annesi Fatma Hanım’ın Mehmed Kudretullah Efendi’nin (öl. 1313/1895-1896) halası, dolayısıyla da onun babası ve tekkenin bir önceki şeyhi Hafız Seyyid Ahmed Şevkî Efendi’nin (öl. 1302/1884-1885) kız kardeşi veya ablası olduğu anlaşılmaktadır. 8 İsmail Hakkı Bey’in annesinin tarikat dünyasıyla önemli bağları var idiyse de, adının Cavid Bey olduğunu ve Tophane’de mümeyyiz (müfettiş) olarak görev yaptığını bildiğimiz babasıyla ilgili başka bilgimiz yok gibidir. Bu kişinin kimliği ve menşei konusundaki en önemli ipucu, oğlunun arada sırada muhtemelen baba tarafından almış olduğu Âlişanzade (soy)adını kullanmış olmasından ibarettir. Bu tür bir isim, bir dereceye kadar önemli bir aile veya soyun varlığına işaret edebilmekle beraber, işin doğrusu aile geleneğinde ve hafızasında bu tür bir şecereye ait herhangi bir iz kalmamıştır. Buna mukabil İsmail Hakkı’nın 1871 civarınSEDAD HAKKI ELDEM OLUNMAZ, DOĞULUR (MU?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930 Husrev Paşa’nın dört kölesi. Paris, 1831. Gravür, Flora Géraldy. Soldan sağa: Edhem, Abdüllatif, Ahmed, Hüseyin. Cenan Sarç’ın izniyle. İbrahim Edhem Paşa. İstanbul, yakl. 1863. E. E. A. 13 da doğmuş olduğu, Mekteb-i Mülkiye’den muhtemelen 1890’ların başlarında mezun olduğu bilinmektedir. Edebi şöhretini ise daha da erken bir yaşta yakalamış, Nahl-i Emel isimli bir edebiyat mecmuasında 17 Mart 1302/29 Mart 1886 tarihinde Voltaire’den bir parça çevirmişti.9 Tarikat şeyhlerinin neslinden gelen ve tekkede yetişmiş olan genç bir adamın bir mecmuada Voltaire tercümeleri yayımlaması şaşırtıcı gelebilir. Nitekim Sedad Eldem’in kendisi de babasının hayatının bu iki veçhesi arasındaki bu görünürdeki tezatın altını çizmeyi ihmal etmemiştir: İsmail Hakkı bin Cavit, menşeine rağmen son derece Batıya dönük ve sanat meraklısı idi. Denebilir ki devrinin kültürlü bir diletantı idi. Sulu boya ve yağlı boya tabloları olduğu gibi, edebiyat kolunda Serveti Fünun grupuna iltihak etmiş ve Haydar Rifat Bey’in tercüme serisine çeşitli eserlerle iştirak etmiştir. Müziğe merakı vardı, ve her hafta çocuklarından birini operaya götürürdü. Gebze’deki bağevini kendisi çizmiş, bir dülgere inşa ettirmiştir. 10 “Oğlum Galib Bey’e”, İbrahim Edhem Paşa. Viyana, yakl. 1879. E. E. A. Osman Hamdi (arkada sağda) ve İsmail Galib (en solda) kardeşler. İstanbul, yakl. 1855. E. E. A. İsmail Hakkı Bey’in on beş gibi çok erken yaşta gerçekleştirdiği bu ilk edebi denemesinin ardından başka yayınlar gecikmemişti. 1307/1890 yılında Mekteb adında bir edebiyat mecmuasının neşrine önayak olmuş, aynı sene İbrahim Fehim adındaki bir kişiyle birlikte bir “Meşhurlar Biyografileri Seçkisi” (Müntehabât-ı Terâcim-i Meşâhir) yayımlamıştı. Ertesi sene, ilk şiir mecmuasını Sevda-yı Hazan yahud Tahassür adıyla yayımlamış, Ahmed Midhat Efendi, Cevdet Paşa ve Recaizade Mahmud Ekrem Bey gibi dönemin meşhur yazarlarıyla ilgili üç kitapçık neşretmişti. 11 Yirmi yaşına geldiğinde İsmail Hakkı Bey, beş eser yayımlamayı başarmıştı. Genç İsmail Hakkı Bey’in edebi üretkenliğinin bürokrasideki kariyerinin ilginçliğiyle ters orantılı olduğunu söylemek herhalde yanlış olmayacaktır. İsmail Hakkı Bey’in Başbakanlık Osmanlı Arşivi’nde muhafaza edilmekte olan 1890-1898 yıllarını kapsayan sicil dosyası sayesinde Sedad Eldem’in babasının kariyeriyle ilgili verdiği gayet muğlak bilgileri büyük ölçüde tamamlamayı başardığıma sevinmekle birlikte, bu detaylı bilgilerden ortaya çıkan manzaranın pek heyecan verici olmadığını itiraf etmeliyim. Sicilde yer alan rütbe, maaş ve mevki detaylarının sıkıcı listesinden Zilhicce 1287’de —yani 21 Şubat ile 23 Mart 1871 arasında— doğmuş olduğunu, Feyziye Mektebi’nde okuduğunu ve ardından da Mülkiye’den mezun olduğunu, nihayet 13 Ekim 1890 tarihinde, muhtemelen mezuniyetinden birkaç ay sonra, Hariciye Nezareti’nin Umur-ı Şehbenderi (Konsolosluk İşleri) kaleminde meGENÇLİK YILLARI 9 Hakkı Tarık Us, Elli Yıl, İstanbul, 1943, s. 51-52, 84, 86. 10 Sedad Eldem’in elyazısı otobiyografisi. 11 İsmail Hakkı, Ahmed Midhat Efendi, Artin Asaduryan Şirket-i Mürettibiye Matbaası, İstanbul, 1308/1891; İsmail Hakkı, Cevdet Paşa, Âlem Matbaası Ahmed İhsan ve Şürekâsı, İstanbul, 1308/1891; İsmail Hakkı, Ekrem Bey, Mahmud Bey Matbaası, İstanbul, 1308/1891. 14 İbrahim Edhem Paşa kütüphanesinde. İstanbul, yakl. 1890. E. E. A. SEDAD HAKKI ELDEM OLUNMAZ, DOĞULUR (MU?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930 15 Osman Hamdi Bey. Paris, yakl. 1862. Rana Eldem’in izniyle. Osman Hamdi Bey. İstanbul, 1875. Rana Eldem’in izniyle. İsmail Galib Bey. İstanbul, 1875. Rana Eldem’in izniyle. muriyete başlamış olduğunu öğrenmek mümkün. İlginç bir şekilde İsmail Hakkı Bey’in sicil kaydı, o tarihe kadar yayımlamış olduğu bütün eserleri zikretmekte, Şemseddin Sami Bey hakkında bir risalenin beklenmekte olduğunu da belirtmektedir. Ancak sicillin kalanı son derecede yeknesak bir şekilde sekiz senelik bir kariyer boyunca yaşamış olduğu bütün maaş zamlarını —1891’de 200 kuruştan 1897’de 2837 kuruşa—, mevki ve rütbe değişimlerini ve rutine benzer nişan ihsanlarını sıralamaktadır. Böylece Mart 1896’da “vezaif-i mevduasını hüsn-i ifada müşahid olan ikdam ü gayretine mebni” ihsan buyurulan dördüncü derece Osmanî nişanının üçüncü derecesinin de Eylül 1898’de kelimesi kelimesine aynı sebeplerden dolayı verildiğini görmek mümkündür. 1897 yılında da kendisine —savaşa herhangi iştiraki söz konusu bile olmadan —Yunan Muharebe madalyası verilmişti. Sicillin vardığı en yüksek nokta ise, Ağustos 1897’de “ûlâ sınıf-ı sâni” rütbesine geçişi olarak gözükmektedir. 12 Bu kariyerin belki de en çarpıcı tarafı, İsmail Hakkı Bey’in Hariciye’deki sekiz yıllık hizmetine rağmen henüz yurtdışına herhangi bir vazifeyle gönderilmemiş olmasıydı. Mayıs 1899’da üçüncü dereceden Mecidi nişanına hak kazanmış, 13 dokuz sene öncesinde göreve başladığı Umur-ı Şehbenderi kaleminin ikinci müdür muavinliğine getirilmişti. 14 Üzerinden bir sene geçmeden, Nisan 1900’da Mecidi nişanının ikinci rütbesine nail olmuş; 15 ağustos ayında ise kaleminin birinci müdür muavini olmuştu. 16 Bundan neredeyse dört sene sonra, Şubat 1904’te ise nihayet yurtdışındaki ilk görevlendirmesi gerçekleşmiş, Korfu ve İtalya’daki konsoloshanelerin teftişine memur edilmişti. 17 Bu küçük teneffüs İsmail Hakkı Bey’in kariyerindeki monotonluğu bir nebze kırmış olabilir; ama kalıcı bir değişiklik getirmediği de muhakkaktır, zira aynı kalemde dört sene daha memuriyetine devam etmiş, nihayet de 16 Ağustos 1908 günü, ihtilalden üç hafta sonra ve Sedad’ın doğumundan iki hafta önce, daire müdürü olmuştu. 18 Şüphesiz, İsmail Hakkı Bey’in edebiyat merakı ve bu konudaki faaliyeti —özellikle yazma ve tercüme— bürokratik kariyerinin tekdüzeliğini bir ölçüde telafi etmiştir. 1311/1894 senesinde 1891’deki beş eserine iki yenisini katmayı başarmıştı. Bunların ikisi de dönemin edebi kişiliklerinin, Muallim Naci ile Şemseddin Sami’nin, tenkit ve tanıtımını amaçlamaktaydı. 19 Aynı sene Muasır Şairlerimiz adlı küçük bir incelemeyle İki Hakikat başlıklı bir eser yayımlamıştı. 20 Yine aynı sene gençliğindeki Fransız edebiyatından çeviri merakına dönmüş ve iki roman tercüme etmişti: Jules Verne’den Balonda Facia (Un drame dans les airs) 21 ve GENÇLİK YILLARI 12 Başbakanlık Osmanlı Arşivi (BOA), DH. SAİD.85/205. 13 BOA, İ..TAL. 174, 1316/Z-202, 25 Zilhicce 1316. 14 BOA, İ..HR. 363, 1317/S-16, 12 Safer 1317. 15 BOA, İ..TAL. 207, 1317/Z-061, 15 Zilhicce 1317. 16 BOA, İ..HR. 368, 1318/Ca-02, 2 Cemaziyülevvel 1318. 17 BOA, İ..HR. 387, 1321/Za-09, 21 Zilkade 1321. 18 BOA, İ..HR. 414, 1326/B-19, 19 Receb 1326. 19 İsmail Hakkı, Osmanlı Meşâhir-i Üdebası. Birinci Defter Muallim Naci Efendi, Nişan Berberyan Matbaası, İstanbul, 1311/1894; İsmail Hakkı, Şemseddin Sami Bey. Ondördüncü Asrın Türk Muharrirleri, Kasbar Matbaası, İstanbul, 1311/1894. 20 İsmail Hakkı, Muasır Şairlerimiz, Âlem Matbaası Ahmed İhsan ve Şürekâsı, İstanbul, 1311/1894; İsmail Hakkı, İki Hakikat, Nişan Berberyan Matbaası, Arakel Kütübhanesi, İstanbul, 1311/1894. 21 Jules Verne, Balonda Facia, Âlem Matbaası, İstanbul, 1311/1894. 16 22 Octave Feuillet, Talihsiz, Matbaa-i Ebüzziya, İstanbul, 1311/1894. 23 Alphonse de Lamartine, Rafael, Âlem Matbaası Ahmed İhsan ve Şürekâsı, İstanbul, 1314/1896. 24 İsmail Galib, Takvim-i Meskûkât-ı Osmaniye, Mihran Matbaası, İstanbul, 1307/1890; İsmail Galib, Takvim-i Meskûkât-ı Selçukiye, Mihran Matbaası, İstanbul, 1309/1892; İsmail Galib, Müze-i Hümâyun Meskûkât-ı İslâmiye Kısmından Meskûkât-ı Türkmaniye Kataloğu, Mihran Matbaası, İstanbul, 1311/1894; İsmail Galib, Müze-i Hümayun Meskûkât-i Kadime-i İslâmiye Kataloğu Kısm-i Sânî. Sâsâniyan ve Bizantin Tarzındaki Sikkeler, Hulefay-i Emeviye ve Abbasiye Meskûkâtı, Fürû-ı Abbasiyeden Beni Tolon, Beni Ahşid, Âl-i Saman, Beni Hamdan, Âl-i Büveyh, Beni Mervan Meskûkâtı, Mihran Matbaası, İstanbul, 1312/1895. Octave Feuillet’den Talihsiz (Le roman d’un jeune homme pauvre). 22 1896’da ise bu listeye bir de Lamartine’in Rafael’i eklenmişti. 23 İlginç bir şekilde, İsmail Hakkı Bey’in edebi faaliyetleri bu noktada birden kesintiye uğramıştı. 1927 senesine kadar, yani otuz yıldan uzun bir süre boyunca bu konudaki üretimini tamamen durdurmuş gözükmektedir. Bunun nedeni belki de nezaretteki sorumluluklarının artmasıyla birlikte edebiyata ayırabileceği zamanın azalmış olması olabilir. Ancak buna bir de özel hayatındaki önemli bir değişimi herhalde eklemek gerekir; o da 1897 yılında o zaman on yedi yaşındaki Azize Hanım’la (1880-1957) olan evliliğiydi. Buradaki iddia, evliliğin birden bire bu genç adamın dikkatini edebiyattan çektiği değildir; ancak bu yeni durumun getirdiği sorumluluk ve ilk çocukları Galibe’nin Mart 1898’de doğmasıyla birlikte İsmail Hakkı Bey’in eski düzeninin ne de olsa sekteye uğradığını düşünmek mümkündür. Aslında bu evliliğin İsmail Hakkı Bey’in günlük hayatına olmuş olabilecek etkisi bir yana, onu dönemin çok daha üst düzeydeki entelektüel çevrelerine taşımış olması önemlidir. Zira genç Azize Hanım’la evlenerek İsmail Hakkı Bey dönemin en şöhretli çevrlerinden birine “intisab” etmiş oluyordu. Azize Hanım, İsmail Galib Bey’in (1847-1896) kızıydı. İsmail Galib Bey ise dönemin İstanbul’unun entelektüel çevrelerinin üzerinde son derecede etkin rol oynamış bir ailenin kurucusu olan İbrahim Edhem Paşa’nın (1818?-1893) oğluydu. Galib Bey, 49 yaşında, nispeten genç bir yaşta ölmüştü; ama o zamana kadar ülkenin en önemli nümizmatı olarak şöhret kazanmış, İslam, Selçuk, Türkmen ve Osmanlı meskûkatı konusunda önemli eser ve kataloglar neşretmişti. 24 Aslında İsmail Galib Bey, sanat ve bilim çevrelerinde büyük bir ağırlığı olan gayet etkileyici bir aile ağının sadece bir parçasıydı. Azize ile İsmail Hakkı’nın evliliğinden dört yıl kadar önce vefat etmiş olan Edhem Paşa, on 19. yüzyıl Osmanlı eliti içinde en atipik profile sahip kişilerden biriydi. Rum olarak doğmuş olan ve meşhur Sakız katliamı esnasında yetim kalarak esir alınan bu çocuk, sonunda II. Mahmud döneminin en güçlü simalarından biri olan Kapudan-ı Derya Husrev Paşa’ya (1755?-1855) köle olarak satılmıştı. Paşa’nın kapısında kendi gibi onlarca köleyle birlikte yetişen genç Edhem, 1831’de Fransa’da “modern” eğitim almak üzere gönderilmek için seçilen dört kölenin arasına girmişti. Paris’teki Institution Barbet isimli hazırlık okulunu bitirdikten sonra meşhur Madencilik Okulu’ndan mezun olmuş, ve toplam sekiz senelik bir eğitimin sonunda ülkesine dönerek hemen maden mühendisi sıfa- SEDAD HAKKI ELDEM OLUNMAZ, DOĞULUR (MU?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930 “Azizecik iki buçuk yaşında, 1883. Amcam Hamdi Bey çıkarmışdır. Arnavudköy” İstanbul, 1883. Rana Eldem’in izniyle. Azize. İstanbul, yakl. 1890. E. E. A. 17 Azize. İstanbul, yakl. 1890. Rana Eldem’in izniyle. Azize ile ağabeyi Mübarek. İstanbul, yakl. 1890. E. E. A. tıyla orduya alınmıştı. Ne var ki kısa bir müddet sonra yurtdışındaki eğitimi ve lisan bilgisi sayesinde saraya alınmış, Sultan Abdülmecid ile şehzadelere Fransızca dersi vermekle görevlendirilmiş, sonunda mabeyn feriki olmuştu. Böylece askeri silsileden mülkiyeye geçmiş, 1856’da da vezir payesi alarak dönemin ricali arasında yerini almıştı. Birkaç kere nazırlık —Hariciye, Nafıa, Ticaret, Maarif...—, dönemin yüksek meclis üyelikleri, Tırhala ve Yanya valiliği, Viyana ve Berlin sefaretleri gibi görevlerde bulunan Edhem Paşa, Sultan II. Abdülhamid’in saltanatının başlarında bir yıl boyunca da devletin en yüksek payesine, sadrazamlığa kadar yükselmişti. 25 Gerçi Edhem Paşa’nın hayatı ve şahsiyetini ilginç kılan muhakkak ki siyasi varlığı ve başarıları değildi; gerçekten de çoğu kaynak, imparatorluğun siyasi ve idari kaderine olan katkısının gayet az, hatta belki de olumsuz olduğunda birleşmektedir. Değişken, takıntılı ve bazen hiddetli mizacı nedeniyle ve Rum kökenine de gönderme yaparak “Deli Corci” takma adıyla bilinen Edhem Paşa’nın bilinen ve aktarılan birçok diplomatik ve siyasi gafı ve hatası gerçekten de kariyerinin olumsuz bir şekilde algılanmış olmasını bir dereceye kadar haklı gösterebilecek niteliktedir. Aslında onu olağandışı kılan başlıca özelliklerden biri, kariyerinden çok kökeni ve sisteme girişinin Osmanlıların erken dönemlerinde fethedilen halklara dayattıkları ve en üst makamlardan en basit yeniçeriye kadar askeri ve idari zümrelerinin oluşumunda kullanmış oldukları devşirme usulünü hatırlatıyor olmasıydı. İnsanı —ve özellikle Batılıları— şaşırtan diğer bir özelliği de Victor Hugo’nun Sakız katliamı ile ilgili meşhur şiirinde yer alan “Yunan çocuğu”na (l’enfant grec) tekabül ettiği halde, onun gibi hemcinslerinin intikamını almak için “barut ve kurşun” (de la poudre et des balles) 26 istemek yerine bu çocuğun, hemcinslerinin Osmanlı hükümranlığına karşı başkaldırısını bu denli şiddetli bir şekilde bastıran sistemin bir parçası haline gelmiş olmasıydı. Ancak Edhem Paşa’nın hayatında tesadüfi veya kazai bir nedenle değil de gerçekten olağanüstü olan, kültürel ve düşünsel bir proje olarak Batı medeniyetine olan neredeyse iman mertebesindeki bağlılığı ve geriye bakıldığında bu tavrı bütün ailesine, üstelik birkaç nesil boyunca aşılamış olabilmesidir. Çok küçük yaşta ölen bir oğlunun dışında hayatta kalan dört oğlunun üçü, şu veya bu şekilde düşün, ilim veya sanat dallarında temayüz ederek şöhrete ulaştılar. Oğulların en büyüğü olan Osman Hamdi (1842-1910) bunun en bariz örneğidir: Paris’te geçirdiği on yıla yakın süre; kendisini döneminin en önemli Osmanlı ressamı koGENÇLİK YILLARI 25 İbrahim Edhem Paşa’nın biraz eskimiş olmakla birlikte zevkle okunan bir biyografisi için bkz. İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Osmanlı Devrinde Son Sadrâzamlar, Maarif Matbaası, İstanbul, 1940-1953, s. 600-635. 26 Victor Hugo, “L’enfant”, Les orientales. 1 27 Osman Hamdi Bey’in detaylı bir biyografisi için bkz. Mustafa Cezar, Sanatta Batı’ya Açılış ve Osman Hamdi, İş Bankası, İstanbul, 1971. 28 Sedad Eldem’in kendi biyografisinde ondan bahsetmiyor olmasına herhalde şaşırmamak gerekir. numuna getirecek olan bir maharet; Müze-i Hümayun müdürü ve imparatorluğun ilk arkeoloğu olarak gayet başarılı bir kariyer; “Osmanlıların en Parislisini” hayranlıkla seyre gelen Batılıların gözünde bir fenomene dönüşmesine yol açan uluslararası bir ün. 27 Birçok açıdan Osman Hamdi’yi babası yaratmıştı. Kendisiyle aynı türden bir eğitim fırsatını yakalamasını sağlamak için oğlunu Paris’e gönderme fikri ona aitti. Gerçi Osman Hamdi yoldan sapmış ve babasının kendisi için öngördüğü hukuk diplomasını alamadan dönmüştü, ama gene de bu deneyim hayatının tamamını etkileyecek derecede Fransız kültür ve medeniyetiyle bir bütünleşmeyle sonuçlanmıştı. Fransızca onun temel lisanı, babasıyla muhaberatında ve Fransız karısı ve çocuklarıyla aile içinde kullandığı tek lisan haline gelmişti. Aynı model diğer kardeşlerle de değişen ölçülerde de olsa tekrarlanmıştı: İsmail Galib (1847-1896) yurtdışında eğitim görmemişti ama yüksek eğitiminin ardından Şura-yı Devlet’te başladığı bürokratik kariyerinin yanında kendi kendini yetiştiren bir sikke uzmanı ve Müze-i Hümayun’da ağabeyiyle teşrik-i mesaiye giren bir bilim insanı olmuştu; genellikle Halil Edhem [Eldem] adıyla bilinen Halil Nesib (1861-1938), kimya ve jeoloji dallarında Avusturya ve İsviçre’de eğitim görmüş, ardından o da ağabeyinin himayesinde bir bilim kariyerine yönelmişti. Bu gidişata uyum göstermediği anlaşılan tek kardeş Mustafa Mazlum (1851-1893), kısa bir hariciye deneyiminden sonra gümrük idaresinde bürokratik bir kariyerde karar kılmış, bilim veya sanata karşı belirgin herhangi bir ilgi göstermemişti. 28 Edhem Paşa’nın aklındakinin bilim adamlarından ve sanatçılardan oluşan ikinci bir nesil vücuda getirmek olduğunu düşünmek herhalde yanlış olur. Tam aksine, Osman Hamdi’nin kendi gibi bir bürokrat olmasını sağlayacak olan hukuk diplomasını alamayışından duyduğu hayal kırıklığı, asıl rüyasının oğlunun bir ressama dönüşmesi olmadığını düşündürmeye yeterlidir. Ancak diğer taraftan da kendisi de bir bilim insanıydı —ya da en azından bilime büyük saygısı ve merakı olan bir mühendis— ve dönemin Batı medeniyetiyle özdeşleşen bilgi ve terakki mefhumlarından son derecede etkilenen bir değerler sistemine sahip olduğu gibi, sanat ve mimarinin cazibesine de duyarsız değildi. Ne de olsa Edhem Paşa Encümen-i Daniş’in (Bilimler Akademisi) bir üyesi olmuş, bazıları birer bilim insanı olmuş olan Madencilik Okulundan dönem arkadaşlarıyla temasını koparmamış, 1873 Viyana Sergisi için bir tanıtım aracı olarak düşünülmüş ve Osmanlı mimarisini tarihi bir bağlamda ele almaya çalışan Usul-ı Mimari-i Osmanî isimli abidevi ebatlardaki kitabın hazırlanı- SEDAD HAKKI ELDEM OLUNMAZ, DOĞULUR (MU?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930 İsmail Galib Bey ile oğlu Mübarek. Rheinfelden, 1889. E. E. A. İsmail Galib Bey ile oğlu Mübarek ve kızı Azize. İstanbul, yakl. 1883. E. E. A. 19 Osman Hamdi Bey’in oğlu Edhem. İstanbul, yakl. 1905. E. E. A. Osman Hamdi Bey’in çocukları Nazlı (önde), Edhem ve Leyla. Gebze, yakl. 1896. E. E. A. şına nezaret etmiş bir kişiydi. 29 Erken denebilecek bir noktada kendi oğullarını da bu tür bilimsel girişimlere ortak etmeyi de ihmal etmemişti. 1869’da uygulamaya koymaya çalıştığı metrik sistem reformuyla ilgili bir risalenin 1870’te ikinci oğlu İsmail Galib’in imzasıyla çıkmasını sağlamıştı. 30 Üç sene sonra da, Nafıa Nezareti elindeyken, en büyük oğlu Osman Hamdi’nin Viyana Sergisi’ne komiser olarak tayin edilmesini ve imparatorluğun etnik ve dini çeşitliliğinin bir tür etnofotografik sayımı niteliğindeki Elbise-i Osmaniye adlı albümün hazırlanması görevinin ona verilmesini sağlamıştı. 31 Bütün bunların vardığı nokta, bir babanın oğullarının geleceğiyle ilgili duygusal tutkularıyla akılcı beklentilerinin arasında bir tür uzlaşmaydı. Devletin bürokrasisinde sağlam ve istikrarlı bir mevkiin sağlayacağı rahatlık ve emniyeti elde etmelerini istiyordu; ama aslında aynı zamanda onları kendi toplumlarıyla uyumsuzluk veya dışlanmışlık riski taşıyan değer ve inançlar ile yetiştirmişti. Bu çelişkili mesaj neticesinde en kötü ihtimalle bir türlü iş bulamayan bilim delileri, en iyi ihtimalle de iş bulabildikleri takdirde ilgi alanlarını bir hobiye dönüştürüp bir tür diletant olarak entelektüel hayatlarına devam etmek zorunda kalan kişiler haline gelmeleri söz konusuydu. Osman Hamdi Bey’in bir aralar en büyük hülyasının Floransa’daki Osmanlı elçiliğinde birinci kâtip olup bu sayede resme yönelik merak ve tutkusunu tatmin edebilmek olması bunun iyi bir örneğidir. 32 Bu iki ters eğilimin uyumsuzluğu karşısında —bir taraftan fen ve sanat konusunda idealist iddialar, diğer taraftan ise sosyal ve ekonomik statü konusunda gerçekçi kaygılar— işler çok da ters gidebilirdi. Aslında bir bakıma Edhem Paşa’nın kendisinde bile işlerin pek iyi gitmediğini, inişli çıkışlı bir kariyerden ve sadaret makamından azledildikten sonra işlerin bir tür siyasi unutulmuşluğa doğru yokuş aşağı gittiğini söylemek de mümkün. Nereden bakılırsa bakılsın, çoğunlukla da tam fark edilmese de, Edhem Paşa eğer ölümünden sonra günümüze dek bir dereceye kadar tarihi bir önem muhafaza edebilmişse bunun sebebini kariyerindeki başarılara bağlamak pek doğru olmayacaktır. Aslında eğer belirli bir şöhret kazanmışsa, bunu daha çok büyük oğlu Osman Hamdi Bey’e borçlu olduğunu itiraf etmek gerekir. Edhem Paşa’nın ününü bugüne kadar taşımış olan, Osman Hamdi Bey’i göklere çıkaran ve oğulun büyüklüğünü (ve farklılığını) babanın karakterine, hatta bazen de Rum kökenine bağlayan Batıcı ve modernist söylemdir. Bu kurgunun en ironik tarafı da aslında Osman Hamdi Bey’in 1881’de Müze-i Hümayun’un başına getirildiği tarihe ya da daGENÇLİK YILLARI 29 Edhem Pacha, Marie de Launay, Pierre Montani, Boghos Chachian, Maillard vd., Usûl-ı Mimarî-i Osmânî. L’architecture ottomane. Die ottomanische Baukunst, İstanbul, 1873. 30 İsmail Galib, Yeni Mikyaslara Dair Risaledir, Tatyos Divitciyan Matbaası, İstanbul, 1287/1870. 31 Osman Hamdi ve Marie de Launay, Les costumes populaires de la Turquie en 1873. Ouvrage publié sous le patronage de la commission impériale ottomane pour l’Exposition universelle de Vienne, İstanbul, 1873. 32 “Pek muhterem pederim, herhalde onuncu defa sizden beni bir yere tayin ettirmenizi rica ediyorum. Lutfen bu defa kararınızı verin, istirham ederim, sevgili pederim, ve beni Floransa’ya tayin ettirin. Benim için harika olur; kariyerime başlayabilir ve şu anda az bildiğim İtalyancamı geliştirebilirim. Resme gelince, bu sanat memleketinden alabileceğim faideyi bir düşünün! (Osman Hamdi’den Edhem Paşa’ya, Paris, 14 Aralık 1866). 20 33 Cezar, Sanatta Batı’ya Açılış, s. 188-190. Gerçi Mustafa Cezar bu bilgileri vermekle birlikte “Edhem Paşa’nın etkisinin mevcut olabileceğine kuvvetle ihtimal” vermekte ve “tek bir kişinin âni hatırlama veya tavsiyesine bağlı bir tesadüfün sonucu olamıyacağına” kanaat getirmektedir. 34 Edhem Eldem, “An Ottoman Archaeologist Caught Between Two Worlds: Osman Hamdi Bey (1842-1910)”; David Shankland (ed.), Archaeology, Anthropology and Heritage in the Balkans and Anatolia: The Life and Times of F. W. Hasluck, 1878-1920, Isis Press, İstanbul, 2004, c. I, s. 146-147. ha doğrusu bu mevkide başarısını ispatlamaya başladığı 1880’lerin sonlarına kadar olan mesleki performansının nispeten başarısız olmuş olmasıdır. Genç Osman Hamdi Bey’in kısa süreli tayinleri, belirli projelerdeki anlık görevlendirmeleri, bürokratik bir kariyerin ne kadar öngörülemez ve güvenilmez olduğunu çok iyi bilen babasının beklenti ve ümitlerini yerine getirmekten uzaktı. Osman Hamdi Bey’i Anton Dethier’nin halefi olarak müzenin başına getiren 4 Eylül 1881 tarihli ferman ile yeni kurulan Sanayi-i Nefise Mektebi’nin de idaresini kendisine veren 1 Ocak 1882 tarihli karar, beklenmedik bir devlet kuşu misali kendisine şöhret ve istikrar getirdiği gibi, bütün ailenin de kaderini belirleyecek olan gelişmelerdi. Müze-i Hümayun gerçekten bir kurtuluş yoluydu. Osman Hamdi Bey’e güvenilir ve saygın bir mevkiyle entelektüel olarak tatmin edici bir uğraşın bileştiği bir imkân sağladı. Aslında bu tayinin gerçekleşmesinin Dethier’nin o tarihte ölmüş olmasına, Millhofer adında Alman bir adaydan son dakikada vazgeçilmiş olmasına, kimine göre Münir Paşa’nın, kimine göre ise Kâmil Paşa’nın bu kararı tetiklemiş olmasına bağlı olması, Osman Hamdi Bey’in veya babasının ise bu süreçte herhangi bir talep veya müdahalelerine dair hiçbir kayıt olmaması, bu gelişmenin büyük ölçüde “tesadüfi” olduğu ihtimalini kuvvetlendirmektedir. 33 Fakat asıl önemli olan, tesadüfi de olsa bu tayinden itibaren Osman Hamdi Bey’in uzun ve zahmetli uğraşlarla Müze-i Hümayun’a dönemin en önemli müzeleriyle mukayese edilebilecek uluslararası bir saygınlık kazandırmayı, kendini de Batı arkeolojisinin en şöhretli isimleriyle birlikte anılabilecek bir konuma getirmeyi başarmış olmasıydı. Bu başarının arkasında kendi gayretleriyle ortaya çıkan 1884 Asar-ı Atika Nizamnamesi’ne dayanarak yabancı arkeologların faaliyetleri üzerinde oluşturabildiği kontrolün payı az değildi. Babasından ve neredeyse on yıllık Paris ikametinden etkilenerek hayran olduğu kültürel modele uygun bir şekilde hayatını yaşayabilmek arzusuyla yanıp tutuşan Osman Hamdi Bey için Müze-i Hümayun, kendisini Osmanlı gerçeğinin belirsizliklerinden korurken aynı anda da tutkuyla bağlı olduğu Batı dünyasıyla ilişkilerinin devamını sağlayan vazgeçilmez bir sığınak halini almıştı. 34 Osman Hamdi Bey’in başarısının ailesi üzerindeki etkisi son derecede büyüktü. Müze sayesinde kendisi Avrupa’nın kültür haritasında yer alabilmişti; ama bu sayede bütün aile çevresi de kültürel ve bilimsel iddialarının yeşerebileceği bir alan bulmuş oluyordu. Edhem Paşa’nın oğullarına sağlamış olduğu eğitim imkânları ve bilimsel ilkeler nihayet işe yarayabilecekleri bir SEDAD HAKKI ELDEM OLUNMAZ, DOĞULUR (MU?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930 İsmail Hakkı Bey. İstanbul, yakl. 1895. E. E. A. Soldan sağa: İsmail Hakkı Bey, Osman Hamdi Bey’in oğlu Edhem, Osman Hamdi Bey. İstanbul, yakl. 1895. E. E. A. 21 “Hakkı Beyefendiye yadigârımız” Ahmed Reşid Bey ile kızı Samime. İstanbul, 1899. E. E. A. İki damat bir arada: Solda, İsmail Hakkı Bey ile kızı Galibe ve kısa bir müddet sonra ölecek olan oğlu Edhem; sağda, Ahmed Reşid Bey ve kızı Samime. İstanbul, yakl. 1902. Ali Eldem’in izniyle. Osman Hamdi Bey’in damadı Vahid Bey’in Azize Hanım’a ithaflı portresi. İstanbul, 1908. E. E. A. alan bulmuştu. Osman Hamdi Bey için bir sığınağa dönüşen müze, ailenin geri kalanı açısından bir kale, hatta bir nevi arpalık halini almakta gecikmedi. Kardeşi İsmail Galib İslamî meskûkatın sorumluluğunu üstlendi; diğer kardeşi Halil 1892’de müdür muavini oldu; yeğeni, İsmail Galib’in oğlu Mübarek Galib (1868-1938), babasının ölümü üzerine İslamî sikke koleksiyonunu devralarak müzenin nümizmatik kataloğunun üçüncü cildini yayımladı; 35 nihayet kendi oğlu Edhem Hamdi [Eldem] (1882-1957) 1901’de Tralles kazılarını üstlendiği gibi müzenin mimarı olarak da 1909’a kadar görev yaptı. Nihayet, damadı Vahid Bey de bu işe ucundan da olsa katıldı ve 1902 ile 1921 yılları arasında tam dört baskısını gerçekleştireceği bir müze rehberi hazırladı. 36 Osman Hamdi Bey’in 1910’daki ölümü kurum üzerindeki aile kontrolünü etkilemedi: kardeşi Halil Bey halefi olarak 1931’deki emekliliğine kadar müze müdürlüğü yaptı. Kısacası 1881’den 1931’e tam elli yıl boyunca müze tek bir aile tarafından idare edilmiş oldu. 1897 yılında İsmail Hakkı Bey’i Azize Hanım’a uygun bir eş olarak kabul eden aile bu aileydi. Azize Hanım’ın büyükbabası Edhem Paşa dört sene evvel, babası İsmail Galib Bey de birkaç ay önce vefat etmişlerdi. Artık ailenin reisi hiçbir şüpheye mahal bırakmayacak şekilde Osman Hamdi Bey’di; o tarihte de Osman Hamdi Bey, büyük itibar kazanmış, imparatorluğun kültürel ve bilimsel elitinin zirvesinde yer alan bir kişi haline gelmişti. Ailenin bütün fertleri Fransızca biliyor, hatta bu lisanı Türkçe’ye tercih bile edebiliyordu; hepsinin şu veya bu şekilde öne çıkarabileceği bir sanatsal, bilimsel veya entelektüel faaliyeti veya kabiliyeti vardı. Artık 1880’lerin sonlarında daha önce ailede bir eğilim olarak hissedilen bu olgu neredeyse kural haline gelmişti. Yeni neslin temsilcileri ve onların eş adayları için sanat, bilim veya en azından Hariciye’de memurluk dışında kabul edilebilir meslek pek kalmamıştı. Sanatçılardan, yazarlardan, müzisyenlerden ve diplomatlardan oluşan bu atipik Osmanlı ailesinde ne bir subaya, ne bir işadamına rastlamak mümkündü. Ailenin evlilik yoluyla oluşturduğu ilişkiler de büyük ölçüde bu durumun bir yansımasıydı. Eski nesil bu konuda zaten epeyce modernist bir tutum sergilemişti: Osman Hamdi’nin her iki evliliği Fransız kadınlarla olmuştu; Mustafa Mazlum Bey yüksek bir bürokratın kızıyla, Halil Bey ise bir sefirin kızıyla evlenmişlerdi. Bir sonraki neslin seçimleri daha da belirgin ve tutarlı bir hal almıştı. Osman Hamdi Bey’in kızlarından Fatma Saime bir mühendisle, Leyla ise nazır torunu, sefir oğlu, ülkenin ilk sanat tarihçilerinden Mustafa Vahid Bey’le evlenmişti. Oğlu Edhem gene bir sefirin kızı ve bir nazıGENÇLİK YILLARI 35 Mehmed Mübarek, Müze-i Hümayun Meskûkât-i Kadime-i İslâmiye Kataloğu Kısm-ı Sâlis. Mülûk-ı Cengiziye ve İlhaniye ve Celâiriye ve Kırım Hanları Meskûkâtı, Mahmud Bey Matbaası, İstanbul, 1318/1901. 36 Vahid, Müze-i Hümayun-ı Osmanîye Mahsûs Muhtasar Rehnümâ, Mahmud Bey Matbaası, İstanbul, 1319/1902; Vahid, Müze-i Hümayun-ı Osmanîye Mahsûs Muhtasar Rehnümâ, Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matbaacılık Osmanlı Şirketi, İstanbul, 1325/1909; Vahid, Müze-i Hümayun. Rehnüma, Ebuzziya Matbaası, İstanbul, 1330/1914; Vahid, Müze-i Hümayun. Rehnüma, Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matbaacılık Osmanlı Şirketi, İstanbul, 1337/1921. 22 37 Hakkı Tarık Us, Elli Yıl, İstanbul, 1943, s. 50, 84, 88; Evin İlyasoğlu, Cemal Reşit Rey. Müzikten İbaret Bir Dünyada Gezintiler, Yapı Kredi Yayınları, İstanbul, 1997, s. 5-14. rın torunu olan Kâmuran Hanım’la evlenmişti. Ailedeki bu kurallar o kadar belirginleşmişti ki, Azize’nin İsmail Hakkı Bey’le olan izdivacının neredeyse aynısı bir sene öncesinde kuzini Fethiye’ye (18821964) isabet etmişti. Mustafa Mazlum Bey’in kızı olan Fethiye, 1896 yılında Ahmed Reşid Bey (1870-1956) adındaki bir gençle evlenmişti. Ahmed Reşid’in mesleki ve kültürel profili İsmail Hakkı’nınkiyle neredeyse tıpatıp aynıydı. Sadece bir yıl önce doğmuş ve aynı şekilde Mülkiye Meketbi’nden 1888’de mezun olmuştu; hatta o da daha talebeliğinde ilk şiirlerini neşrettirmeyi başarmıştı. 1892’de ise Mabeyn-i Hümayun’da üçüncü kâtip olarak çalışmaya başlamış, Hariciye’de ömür tüketen İsmail Hakkı Bey gibi o da bu görevde on dört sene boyunca kalmıştı. 37 Kısacası İsmail Hakkı Bey gibi Ahmed Reşid Bey de edebi maharet ve iddiaları olan ama dönemin bürokrasisinin sağlayabileceği emniyete ihtiyaç duyan genç bir adamdı. 1896’da Fethiye’nin babası artık hayatta değildi; dolayısıyla bu genç bürokrat ile evlenmesi konusundaki kararın artık aile reisliğini üstlenen Osman Hamdi Bey tarafından verilmiş olduğu kuvvetle muhtemeldir. Reşid Bey’in bürokratyazar karışımı herhalde Fethiye’nin gönlünü çeldiği gibi, ailenin de olumlu bir karar vermesinde önemli bir rol oynamıştı. Bu durumda Fethiye’den bir sene sonra ailenin diğer bir genç kızı, o da babasını yeni kaybetmiş olan Azize için çok benzer bir tarzda bir evlilik düşünülmüş olması pek şaşırtıcı değil. Böylece Azize ailenin damatlarından olan beklentilerine mükemmelen uyan edebi kabiliyet ve eğilimleri olan genç bir bürokratla evlendirildi. Mustafa Vahid, Ahmed Reşid ve İsmail Hakkı: Herbiri Edhem Paşa’nın bir oğlunun kızıyla evlenmiş ailenin üç damadı. Osmanlı geleneğinde bu kişilerin güçlü bir aileye girmiş olan damat tipine —neredeyse iç güveyisine— mükemmelen uyduğunu söylemek mümkün. Bu üç gencin düşük seviyeli bir çevreden geldiklerini söylemek tabii ki yanlış olur; ama Osman Hamdi’nin reisi bulunduğu klanın gücü ve şanı karşısında kendilerini ezik ve güçsüz hissetmeleri kaçınılmazdı. Bu durumun en bariz işaretlerinden biri, bu kişilerin karılarını klandan koparıp kendi ailelerini kurmak yerine kendileri Osman Hamdi Bey’in ve onun ölümünden sonra da kardeşi Halil Edhem Bey’in etrafında gelişen geniş aileye katılmayı ve eklemlenmeyi tercih etmiş olmalarıdır. Bu durum İsmail Hakkı Bey için özellikle geçerliydi. Bu güdümlü ve edilgen halin herhalde en çarpıcı ifadesini 1934’ten sonra ailenin seçmiş olduğu soyadı meselesinde takip etmek mümkündür. Aslında İs- SEDAD HAKKI ELDEM OLUNMAZ, DOĞULUR (MU?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930 “Mini mini sevgili ablamıza”, Vedad (ayakta) ve Sedad (oturan) kardeşler. Marsilya, yakl. 1910. E. E. A. Soldan sağa: Sadi, Vedad ve Sedad kardeşler. Marsilya, yakl. 1914. Rana Eldem’in izniyle. 23 İsmail Hakkı Bey’in Osmanlı Bankası’ndaki esham ve tahvilat müşteri fişi. 1915. Osmanlı Bankası Arşivi. Galibe’nin Osman Hamdi Bey’in karısı Marie (Naile) Hanım’a ithaflı portresi. Sofya, 1916. E. E. A. mail Hakkı Bey’in zaten Âlişanzade diye, kendisinin ve oğullarının özellikle 1920’lerde az çok düzenli bir şekilde kullandıkları bir soyadı vardı. Ancak 1934 tarihli Soyadı Kanunu’yla her Türk ailesinin bir soyadı altında kaydedilmesi hukuki bir mecburiyete dönüştüğünde, aile “Eldem” soyadını seçmişti. Ailenin kendi anlatımına göre bu soyadını seçerek bir taraftan ailenin kurucu babası Edhem Paşa’ya bir gönderme yapılmış, diğer taraftan ise her yerde telaffuz edilebilecek ve kabul görecek derecede “kozmopolit” bir kimlik kurgulanmış olacaktı. Bu karar bir aile meclisinde alınmış, hemen de ailenin en yaşlı ferdi olan Halil Edhem Bey ile Osman Hamdi Bey’in oğlu Edhem Bey tarafından uygulanmıştı. Ancak aynı soyadını İsmail Hakkı Bey de almıştı; oysa onun bu aileyle sadece karısı Azize Hanım’dan dolayı ilişkisi vardı. Bu şaşırtıcı bir karardı, zira ailenin diğer iki damadı klana olan saygılarında bu kadar ileri gitmemişlerdi. Gerçi Vahid Bey 1931’de, yani kanundan önce ölmüştü, ama oğlu Hamdi, “Kerman” soyadını almıştı; Ahmed Reşid Bey ise “Rey” soyadında karar kılmıştı. Bu durumda İsmail Hakkı Bey neden zaten var olan soyadını tutmak veya biraz değiştirmek yerine bariz bir şekilde karısının ailesine ait olan bir soyadını almayı tercih etmişti? Bu soruya herhangi bir kesinlikle cevap vermek mümkün olmamakla beraber, bu garip duruma muhtemel birkaç izah getirilebilir mümkün olabilir. Bunlardan biri, İsmail Hakkı Bey’in bu seçimin sonuçlarından pek rahatsız olmadığı ve “Eldem” kabilesine —hatta belki de bu soyadının sesine— olan bağlılığının kendi baba ismini muhafaza etme arzusundan baskın çıkmış olabileceğidir. Ayrıca kendi şeceresinin bu denli muğlak kalmış olması ve Âlişanzade soyadının nispeten geç bir dönemde kullanılmaya başlanmış olması, aslında muhafaza edilecek pek de bir aile geleneğinin bulunmadığını düşündürebilir. Buna ilâveten bildiğimiz kadarıyla hayatta kalmış erkek akrabasının yokluğu, babadan kalma ismini koruma ihtiyacını azaltan bir etken olmuş olabilir. Şunu da unutmayalım ki, kanunun çıktığı tarihte İsmail Hakkı Bey’in bütün çocukları yetişkin yaşlara gelmiş ve dolayısıyla zaten küçüklüklerinden beri içinde yetiştikleri anne tarafındaki ailelerinin adını almakta beis görmedikleri gibi bazı yararlar da görmüş olabilirler. Nihayet, bütün bu bilinmezlerin içinde Azize Hanım’ın da önemli bir rol oynamış olabileceği de aşikârdır. Aile içinde hâlâ hatırlandığı kadarıyla edinmiş olduğu şöhret bunu muhtemel kılmaktadır. Kadınlara iltifatın genellikle güzellik, sevecenlik, yumuşaklık ve vericilik gibi eşlere ve annelere yakışır meziyetlere dayandırıldığı bir dönem ve ortamda AziGENÇLİK YILLARI 24 38 Marsilya’da eski limanın (Vieux Port) güney tarafında bulunan Cours Pierre Puget isimli caddede oturdukları bana babam tarafından aktarılmıştı. 39 BOA, DH.EUM.SSM., 55/58, 8 Zilhicce 1335. ze Hanım, genellikle akıllı ve kuvvetli bir kadın olarak hatırlanmaktadır; oysa bu tür ifadeler sert ve otoriter bir karakteri tarif etmek için kullanılan tipik yumuşatılmış ifadelerdir. Bu durumda Azize Hanım’ın kendi soyadını kocasına vermek konusunda ısrarcı davranmış olması ya da diğer aile fertlerinin onun bu yönde bir beklentisi olacağını düşünerek kendisini hoş tutmak için böyle bir karar almış olması hiç de imkânsız değildir. Yukarıdaki tartışma ne kadar spekülatif ise de, 1897’de oluşan çifti ve takip eden on yıl kadar süre içinde bu çiftten doğacak olan aileyi tanımlamakta ve anlamakta yardımcı olabilir. Edebi kabiliyeti bulunan ama anlaşılan pek de hırslı olmayan bir bürokrat ile Osmanlı modernleşmesinin sanat ve bilimdeki doruk noktasını temsil eden bir aileden çıkmış genç ama aynı zamanda “kuvvetli” bir kadın. Bir tür “entelektüel aristokrasi” gibi algılanan bu ailenin erkekleri kültürel itibar sağlayan işlerle ve tek eşli burjuva evliliklerle meşguldüler; kadınları modern ve ladini bir görüntüye sahip, Fransızca’yı aile lisanı olarak kullanan tiplerdi, hatta Osman Hamdi Bey’in iki eşinin de örneğindeki gibi doğrudan doğruya yabancıydılar; ailenin kızları eş seçiminde bazı kısıtlamalar getireceği kaçınılmaz bir kültürel üstünlük hissine sahiptiler; gelin ve damatların aileye giriş hakları ise entelektüel ve artistik değerlerine göre saptanıyordu. Sedad’ın doğumunu takip eden yıl içinde aile, İsmail Hakkı Bey’in ilk yurtdışı tayin yeri olan Marsilya’ya taşındı. 38 Bütün ailenin Avrupa’yla olan bu ilk teması Birinci Dünya Harbi yüzünden sekteye uğradı ve 1914’te İstanbul’a dönme mecburiyeti hasıl oldu. Bu da aile için henüz çok genç yaşta olan kızları Galibe’ye 1916’da uygun bir eş bulma fırsatını getirdi. Söz konusu olan kişi siyasi açıdan mükemmel bir seçimdi: Ali Fethi Bey [Okyar] (1881-1943), Jön Türk hareketinin öncüleri arasında yer alıyordu. Gerçi ailenin profiline uymayan tarafları çoktu: Makedonya’ya dayanan oldukça mütevazı bir kökeni bulunduğu gibi, entelektüel bir kişiliği de yoktu; üstelik kariyerine orduda başlamış bir subay olarak harekete iştirak etmişti. Ama ihtilali takip eden birkaç yıl içinde bu profili çok köklü bir şekilde değişmişti, en önemlisi de üniformasını çıkarıp bir diplomat olarak hayatına devam etmeye karar vermiş, 1913-1917 yılları arasında da Sofya’da sefir olarak görev yapmıştı. Böylece de anında yeni kayınpederinin üstünde bir mevkiye atanmış oluyordu. Gerçekten de 1917’de İsmail Hakkı Bey bir kez daha başkonsolos tayin edilmiş, bu defa görev yeri Zürih olarak belirlenmişti. 39 Bu da aile için bir kez daha Avrupa’ya taşınma- SEDAD HAKKI ELDEM OLUNMAZ, DOĞULUR (MU?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930 İsmail Hakkı Bey ve Azize Hanım (solda) tespit edilemeyen bir çiftle beraber. Baden, yakl. 1916. E. E. A. “Sevgili Sadi’ye”, imza okunamadı. Soldan sağa Sadi, Sedad, Vedad, Samime (?). Cenevre, 1916. Rana Eldem’in izniyle. “Sevgili Sedad ve kardeşlerine”, imza okunamadı. Ortada denizci kıyafetiyle soldan sağa, Sadi, Sedad ve Vedad. Cenevre, 1918. Ceyda Eldem’in izniyle. 25 Soldan sağa: Vedad, Sedad ve Sadi kardeşler. Zürih, 1918. Ali Eldem’in izniyle. “Muhterem valideme” İsmail Hakkı Bey. Zürih, 1917. Rana Eldem’in izniyle. Azize hanım. Zürih, 1918. Rana Eldem’in izniyle. yı, 11, 9 ve 7 yaşlarındaki üç oğlanın da eğitimlerini orada devam ettirmelerini gerektirmişti. Ailenin ikinci Avrupa seferinin epeyce karışık olduğunu hemen belirtmek gerekir. Sedad Eldem’in kısa özgeçmişinde “ilk tahsili Cenevre’de École Cuchet, lise olarak Münih’de Altes Realgymnasium’da okudu”40 sözleriyle geçiştirdiği 1916-1924 döneminin aslında çok daha karmaşık olduğunu 1929’da çizdiği ve 1908-1929 tarihleri arasında gitmiş olduğu yerleri belirleyen bir haritadan anlamak mümkündür. 41 Bu harita ve yanındaki listeden çıkarılabildiği kadarıyla 1916’da veya biraz öncesinde Cenevre’ye ilk bir seyahat ve (görevsiz) ikametin söz konusu olduğu, bu dönemde de bir müddet Interlaken yakınındaki Beatenberg’de kalındığı, ama ardından Bükreş üzerinden İstanbul’a dönülüp 1916’da Sofya ve Viyana üzerinden Zürih’e gidildiği anlaşılıyor. 1916’dan 1918’e kadar Zürih’te kalan aile, Luzern ve Rohrbach gibi yerleri de muhtemelen tatil nedeniyle ziyaret etmişti. İsmail Hakkı Bey’in Zürih’teki görevinin 1918 senesi ortalarında sona erdiği, yerine Faik Bey adında yeni bir konsolosun haziran ayında tayin edilmesinden anlaşılmaktadır. 42 Sedad Eldem’in harita ve listesinden 1918 yılının Münih’te geçirildiği, ama aynı şekilde 1918-1919 yılları için Cenevre’de ve kısa sürelerle Zürih ile Lindau’da (Bodensee gölünün Doğusunda Bavyera şehri) ikamet ettikleri anlaşılmaktadır. Osmanlı devlet arşivlerinden elde edilen bilgiye göre İsmail Hakkı Bey’in Münih başşehbenderliğine tayini 15 Temmuz 1918 günü kararlaştırılmış, 43 Zürih’ten ayrılması ise aynı senenin eylül ayını bulmuştu. 44 Bundan da İsmail Hakkı Bey’in ekim ayı civarında Münih’e varıp görevini devraldığını tahmin etmek mümkündür. Ancak bir sene sonra, 1919 yılının sonunda Münih başşehbenderliği lağvedilmiş olduğundan, fiili görevinin yaklaşık bir seneyi bulduğu söylenebilir. 45 Bu durumda aynı tarihlere rastlayan Cenevre ikametini ve Sedad Eldem’in okuduğunu söylediği Cuchet okulundaki tahsilini bu bilgilerle nasıl bağdaştırabiliriz? Akla gelen ihtimal, üç kardeşin de École Cuchet’de tahsillerinin ve dolayısıyla Cenevre’de ikametlerinin, babalarının göreviyle alakası olmadığıdır. Gerçekten de İsmail Hakkı Bey’in 1917-1918 senelerinde Cenevre’de değil, Zürih’te konsolos olduğu kesindir. Cenevre’de 1918’de çekilmiş bir fotoğrafta her üç kardeşin bir arada ama anne ve babaları olmadan görüntülenmesi, ama aynı tarihte Zürih’te de çekilmiş fotoğraflarının varlığı, Cenevre’de yatılı olduklarını ve tatillerde anne ve babalarını Zürih’te ziyarete gittiklerini akla getirmektedir. Bunun sebebini de iki ihtimale bağlamak herhalde doğru olacaktır. Birincisi, çoGENÇLİK YILLARI 40 Sedad Eldem’in elyazısı otobiyografisi. 41 Bir harita ve listeden oluşan bu çift sayfa, 1929 yılına ait olan ve AAA koduyla kataloglanmış olan defterde yer almaktadır. Listenin Font-Romeu’de kalmış olduğu Grand Hôtel’in mektup kâğıdı üzerine yazılmış olmasından, 1928’de yazılmış olduğu ve sonradan haritanın yanına yapıştırılmış olduğu anlaşılıyor. 42 BOA, HR.HMŞ.İŞO., 231/35, 19 Haziran 1334. 43 BOA, İ..DUİT., 49/100, 6 Şevval 1336. 44 BOA, HR.SYS., 2459/11, 29 Eylül 1918. Bu belgeye göre Zürih gümrüğündeki memurlar, altın kaçakçılığı yaptığı iddiasıyla İsmail Hakkı Bey’in çantasına el koymuşlardı. 45 BOA, İ..DUİT., 57/64, 2 Rebiyülahir 1338. 26 46 1864’te II. Ludwig tarafından kurulan Realgymnasium (Krallık Lisesi), 1918 yılında ikiye ayrılmış, Klenzestraße’deki şube “Neues Realgymnasium”, Siegfriedstraße’deki ana bina ise “Altes Realgymnasium” adını almıştı. Bu lise 1966 yılında Oskar-von-Miller-Gymnasium adını almıştır (http://www.ovmg. de/chronik.html). 47 Bu soğumanın nedenleri, hatta ne dereceye kadar doğru veya ciddi olduğu pek belli değildir. 1922 tarihli bir belgede kendisinden “sabık Münih başşehbenderi” diye söz ediliyor olması görevden ayrılıp yeni bir göreve getirilmediğini teyit ediyorsa da, aynı belgeye maaş ve tahsisatının konu olması, kurum ile ilişkilerinin de kopmadığına işaret etmektedir (BOA, HR.HMŞ.İŞO., 236/4, 10 Temmuz 1338). 48 Azize Hanım’ın hesap defteri, Ocak 1923-Eylül 1935, E. E. A. cukların o tarihe kadar bütün eğitimlerini Fransızca almış olmaları ve dolayısıyla Alman İsviçre’sinde bulunan Zürih’tense Cenevre’de bu eğitimlerine devam etmelerinin daha mantıklı gelmiş olabileceğidir. İkincisi ise çocukların zaten 1916’daki Cenevre ikametinde bu okula kaydedilmiş olduklarından Zürih tayini üzerine bu durumu devam ettirmeyi ve ailenin aslında kısa sayılabilecek bir mesafede bulunan iki şehir arasında bölünmeyi tercih etmiş olabileceğidir. Sedad Eldem’in harita ve listesine bakılırsa Cenevre’den Münih’e 1919 yılında geçmişlerdi. İsmail Hakkı Bey’in Münih’e hareketinin ancak Ekim 1918’de gerçekleşebildiğini düşünürsek, çocukların da muhtemelen eğitim yılını bitirdikten sonra, 1919 yazında katıldıklarını, 1919 sonbaharında da üç kardeşin Münih’in Siegfriedstraße’sinde bulunan Altes Realgymnasium’a kaydedildildiğini düşünmek herhalde doğru olacaktır. 46 Aile, 1924 yılına kadar Münih’te kalacaktı; oysa aslında İsmail Hakkı Bey’in görevi 1919’un sonlarında Münih başkonsolosluğunun kapatılmasıyla sona ermişti. Görevi bittiği halde Münih’te dört sene daha kalma kararının arkasında birçok sebep olabilirdi. Bunlardan biri, herhalde çocukları daha yeni intibak etmeye çalıştıkları bir ortamdan koparmayıp eğitimlerini sekteye uğratmamaktı. Diğer taraftan da harpte yenik düşmüş imparatorluğa ve işgal altındaki İstanbul’a dönmek de pek cazip bir düşünce olmasa gerekirdi. Buna bir de İsmail Hakkı Bey’in hükümetle ilişkilerinin soğumuş olduğuna dair aile içinde dolaşan rivayetler de eklenirse, 47 Münih’te kalmanın mecburiyet ile tercih arasında alınmış bir karar olduğunu tahmin etmek makul gözükmektedir. Azize Hanım’ın o döneme ait hesap defteri, harp sonrası Almanya’sında hayatı devam ettirmenin zorluklarına işaret etmektedir. Kullandığı Fransızca’dan ve sert yazısından olduğu kadar ailenin harcamalarının hesabını en ince ayrıntısına kadar tutuşundan da kültürlü ve otoriter kimliği ortaya çıkan Azize Hanım’ın bu defteri, çocuklarının giyecek ve okul masraflarını veya evin mutfak ve ısınma harcamalarını yansıtan, 1923’te yaşanan hiperenflasyonla defterin sütünlarına sığmamaya başlayan sıfırlarla ekonomik bir çöküşün hikâyesini anlatan ilginç bir belge olarak bir döneme tanıklık etmektedir. 48 Kira, ısınma, mutfak gibi başlıca masrafların yanında biri dadı, diğeri hizmetçi olmak üzere iki maaş ve muntazam bir şekilde kitap, gazete, dergi ve eğitim masraf kalemleriyle tipik bir burjuva yaşantısına işaret eden bu hesaplar, hiperenflasyonda doların kurunun kaydedilmesi veya Mart 1924’ten itibaren hizmetçi kaleminin yok olması gibi ufak belirtilerle bazı sıkıntıların da varlığı- SEDAD HAKKI ELDEM OLUNMAZ, DOĞULUR (MU?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930 Yukarıdan aşağıya: Vedad, Sedad, Sadi. Zürih, 1918. Rana Eldem’in izniyle. 27 Soldan sağa, arkada: İsmail Hakkı Bey, ?; ortada: ?, Sadi, Azize Hanım, Sedad; önde: Vedad. Zürih?, yakl. 1917. E. E. A. Aile evlerinin bahçesinde. Soldan sağa, Sadi, Azize Hanım, Sedad, Vedad ve İsmail Hakkı Bey. Münih, yakl. 1919. Ceyda Eldem’in izniyle. na tanıklık etmektedir. Defterin bir diğer faydası da ailenin muhtelif tarihlerdeki adresini takip etmeyi mümkün kılmasıdır. Tespit edebildiğimiz ve Sedad Eldem’in anılarında hep zikrettiği ilk ikametgâhları, Münih’in Schwabing semtinde, üniversitenin biraz kuzeyindeki Georgenstraße’deki bahçeli bir evdi. Burası Siegfriedstraße’deki Altes Realgymnasium’a pek uzak değildi: Leopoldstraße’den kuzeye doğru bir kilometre mesafede bulunan okullarına tramvayla rahatlıkla gidebiliyorlardı. Bu evde birkaç sene kaldıktan sonra Ocak 1923’te Martiusstraße 4 adresinde, Ekim 1923’ten sonra da Herschelstraße’nin 22 numarasında ikamet ettikleri anlaşılıyor. 49 Üç kardeşin Altes Realgymnasium’daki eğitim süreçleri hakkında maalesef pek bir bilgiye sahip değiliz. Sedad Eldem hatıratında liseyi burada okuduğunu söylemekte, ancak başka bir detay vermemektedir. Münih’e geldiğinde 11 yaşında olduğuna göre, gerçekten de ilkokulu Cenevre’de bitirip burada ortaokula başlamış olması kuvvetle muhtemeldir. Fakat Münih’te geçirdikleri beş yıllık sürenin lise eğitiminin sonuna kadar gitmesine imkân vermiş olması pek mümkün gözükmüyor. Kendinden sadece iki yaş küçük olan kardeşi Sadi’nin İstanbul’a döndükten sonra Galatasaray Lisesi’ne kaydolup ancak 1930’da lise diplomasını almış olması bile, Sedad’ın 1924’te daha 16 yaşında Alman lise sisteminden mezun olmuş olmasının ne derecede imkânsız olduğunu göstermeye yeterlidir. Anlaşılan odur ki Sedad lisenin bir veya iki sınıfını okuduktan sonra İstanbul’a dönmüş, Sanayi-i Nefise Mektebi’ne kaydı için de herhangi bir diploma istenmediğinden bu eksiğini tamamlamaya herhangi bir ihtiyaç duymamıştır. Diğer bir bilinmeyen de, küçüklüklerinden beri Fransızca (ve muhtemelen biraz da Türkçe) eğitim görmüş olan bu çocukların Almanca’ya geçiş ve uyum süreçlerinin ne şekilde olduğudur. Gerçekten de tahmin ettiğimiz gibi eğitimlerinde devamlılık sağlamak için 1919 yılına kadar Cenevre’de okumuşlar idiyse, birden bire bir Alman lisesine intibak etmenin ne gibi sorunlar yaratmış olduğu merak konusudur. Hele ki tespit edebildiğimiz kadarıyla aile içinde Fransızca ve Türkçe dışında konuşulan başka lisan yoktu: İsmail Hakkı Bey’in tercümeleri Fransızca’sının kalitesini, Azize Hanım’ın defteri ise bu lisanı anadil mertebesinde kullandığını göstermeye yeterliydi. 1910’dan beri çocukların dadısı olarak ailede bulunan İtalyan Milia (Emilia) da Fransızca konuşuyordu. Ancak her ne güçlükle olursa olsun, Sedad’ın ve kardeşlerinin kısa müddette Almanca öğrenmiş oldukları ve Alman kültürüyle hızla aşinalık kespettikleri şüphesizdir. Sedad’ın 1923-1924 GENÇLİK YILLARI 49 Azize Hanım’ın hesap defterindeki muntazam aylık masraflardan biri çocukların tramvay parasıdır. 28 50 Velhagen und Klasings yayınevinin Velhagen & Klasings Monatshefte isimli aylık dergisi, 1889’dan 1953’e kadar (1944-1952 hariç) yayımlanmıştır. 51 Muhtemelen 1899-1943 yılları arasında Münih’te F. Bruckmann yayınevi tarafından yayımlanmış olan Die Kunst und das schöne Heim isimli dergi. Bu dergi Freie Kunst ve Angewandte Kunst isimli iki kısım halinde neşredilmekteydi. Azize Hanım’ın hesap defterinde Haziran 1924’te ilk defa Kunst dergisi gazete, dergi ve posta masraf kaleminin içinde ismen belirtilmekte, ardından da İstanbul’da Werner adlı kitapçıya verilen paranın başlıca nedeni olarak ortaya çıkmaktadır. 52 Hermann Julius Meyer, Meyers grosses KonversationsLexikon. Ein Nachschlagewerk des allgemeinen Wissens, Leipzig-Viyana, Bibliographisches Institut, 19071913, 24 cilt. 53 Leipzig’in Gewandhaus adındaki konser salonu ilk olarak 1781’de mimar Dauthe tarafından inşa edilmişti. Burada sözü edilen ikinci Gewandhaus 1884’te Martin Gropius ile Heino Schmieden’in planlarına göre inşa edilmiş, bir kopyası da Boston’da Symphony Hall olarak inşa edilmiştir. Bina 1943 ve 1944 senelerindeki bombardımanda yerle bir olmuştur. Konversations-Lexikon’da bütün aramalarıma rağmen Gewandhaus’un sadece cephe çizimine “Leipzig” maddesinde, tiyatro binası kesiti olarak da Budapeşte tiyatrosununkine “Theaterbau” maddesinde rastlayabildim. 54 Karl Friedrich Schinkel (17811841), 19. yüzyıl Almanya’sının en önemli mimarı. 55 Bruno Taut (1880-1938), Alman mimar ve şehir plancısı. 56 Joseph Feinhals’ın 1908’de mimar Joseph Maria Olbrich tarafından tasarlanan Köln’deki evi. 57 Adalbert Niemeyer (18671932), Alman mimar. 58 “Kapı üstü” manasına gelen ve Almanca’da kullanılan bir terim. 59 Ammersee, Münih’in güneybatısındaki bir göldür. Tutzing ise gene Münih’in güneyinde bulunan Starnberger See isimli gölün batı sahilindeki bir köydür. 60 Sedad Eldem’in 50. meslek yılı kitabında kullanılmış olan otobiyografisinin “Sanayi-i Nefise’den Akademi’ye” başlıklı elyazısı taslağı, 28 Aralık 1979. yıllarından kalmış çizimleri, resme ve mimariye istidadının çok erken bir yaşta geliştiğini göstermenin ötesinde, Wagner operalarından esinlenmiş birçok karakterin varlığı —Brunhilde’ler, Siegfried’ler, Hagen von Tronje’ler...— Alman kültürünün ne kadar derin bir iz bıraktığını göstermektedir. Münih’teki beş yıllık hayat ve eğitim, Sedad’ı artık üç dilde düşünen ve yazan — Fransızca, Almanca, Türkçe—, hatta belki de ilk ikisinde daha büyük bir ifade rahatlığı bulan bir genç haline getirmişti. Münih’in kendi oluşumunda oynadığı önemli rolü Sedad Eldem otobiyografisinde net bir şekilde ortaya koymuştu: Almanya’dan İstanbul’a döndüğümüz zaman, birkaç seneden beri mimar olmak kararı ve hevesinde idim. Münih’de, Real Gymnasium’a devam ettiğim müddetce, Bogenhausen’da yapılan inşaatı gıpta ve büyük ilgi ile takip ederdim. O zaman (sonradan öğrendiğime göre) Almanya’da (Handwerk) dedikleri elişi yani geleneksel yapı tarzı hakimdi. Zanaatlar ustalarının elinde idi. Saatlerce sıvacıyı, taşcıyı seyretmek, en ince ayrıntısına kadar düşünülmüş ve işlenmiş doğramanın yerine alıştırılmasını seyretmek, benim için büyük bir zevkdi. Bundan evvel Georgenstraßede oturduğumuz evin zengin kitaplığında, Velhagen & Klasings’in 50 ve Kunst mecmuasının 51 komple koleksiyonlarını ezberlemiştim. Meyers Konversations Lexikon’da 52 Leipzig’teki Gewandhaus’un (19ncu y.y. sonlarında yapılmış bir konser sarayı) kesitlerini incelemekten bıkmamıştım. 53 Klasik mimar ve sanatkârlar sanki eski tanıdıklarımdı. Schinkel beni fazlasiyle etkilemişdi. 54 Yaşıtlar arasında Bruno Taut’un hayranı idim. 55 Kölndeki Feinhals villasını 56 her inceliğiyle tanır olmuşdum. Essen’deki Krawehl Konağı’nın de hayranı idim. Mimarı Adalbert Niemeyer’di. 57 Sonradan anlaşıldığına göre Niemeyer zamanında (yani 1900’larda) Hamdi Bey amcamın (ressam Osman Hamdi) yalısında misafir kalmış ve kapular üzerinde süpraport 58 bezemeler yapmış. Ailece benim gibi meraklı bir gencin Niemeyer’a tanıtılması, yaptığım karalamaların kendisine gösterilmesine karar verildi. Bir gün Ammersee’de Tutzing, yani Niemeyer’ın göl kenarındaki evine gittik. 59 Benim hakkımda gayet nazikâne mütaalalarda bulundu. Bunların hepsine inanma[k] gerekmediğini oracıkta anlamıştım. Bu bana bir ders olmuştu. Fakat asıl dersi Niemeyer’in evinden, ve evindeki ailesiyle yaşantısından almışdım. Evin her köşesi ailece benimsenmişti. Sanki ev, odalar, aile ile beraber yaşıyordu. Bazı yerleri senelerden beri hâlâ kesin şeklini almamıştı. Odaların isimleri vardı. Sanki birer canlı şahsiyettiler. İçinde yaşıyanın aynası, bir parçası. Birden bire yaptığım hayal resimlerinden utandım. 60 SEDAD HAKKI ELDEM OLUNMAZ, DOĞULUR (MU?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930 Muhtelif çizimler. Münih, yakl. 1924. E. E. A. 29 4 İsmail Hakkı Bey ve ailesinin Münih’teki adresleri ve Altes Realgymnasium. Karl Baedeker, Allemagne, Leipzig, Karl Baedeker Verlag, 1914, s. 479. 2 1 3 GENÇLİK YILLARI 1 Georgenstraße. 2 Martiusstraße. 3 Herschelbstraße. 4 Altes Realgymnasium, Siegfriedstraße. 30 61 BOA, HR.İM., 22/16, 20 Ekim 1923. 62 BOA, HR.İM., 94/9, 2 Ocak 1924; BOA, HR.İM., 94/82, 12 Ocak 1924; BOA, HR.İM., 97/82, 17 Şubat 1924; BOA, HR.İM., 99/83, 14 Mart 1924. 63 Şark-ı Karib Umurı Hakkında Lozan Konferansı 1922-1923. Konferansda Tezekkür Olunan Senedat Mecmuası, Birinci Takım. c. 3, Üçüncü Komisyonun ve Bu Komisyona Merbut Tali Komisyonların Zabıtname ve Raporları, Matbaa-i Ahmed İhsan ve Şürekâsı, İstanbul, 1340-1924. 64 BOA, HR.İM., 108/61, 21 Haziran 1924; BOA, HR.İM., 110/65, 17 Temmuz 1924; BOA, HR.İM., 115/33, 2 Eylül 1924. 65 Bu adres, 1 Nisan 1924 tarihinde, İsmail Hakkı Bey’in adına düzenlenmiş Dersaadet Telefon Şirketi’nin 35 hisselik senedinde bulunmaktadır. E. E. A. Azize Hanım’ın hesap defteri de Ağustos 1924 sayfasında “rue Ahmed Bey” ibaresini taşımaktadır. 66 Bugün Şair Nigâr Sokağında 83 numara. 67 Alfred Rizzo (yay.), Annuaire oriental. Oriental Directory, İstanbul, Alfred Rizzo, 1921, s. 968. 68 Jacques Pervititch, Nichantach 4. Plan cadastral d’assurances levé et dessiné en juin 1925, Seden Ersoy ve Çağatay Anadol (derl.), Jacques Pervititch Sigorta Haritalarında İstanbul. Istanbul in the Insurance Maps of Jacques Pervititch, Tarih Vakfı-Axa Oyak, İstanbul, t.y., s. 234. 69 Age; Annuaire oriental, 1921, s. 540, 967. 70 Sedad Eldem’in 1925-1926 yıllarına ait şifreli günlüğü (AAE 038-AAE 115), Aralık 1925 (AAE 102, AAE 100). Metnin tamamı için bkz. s. 144-152. Azize Hanım’ın hesap defteri ailenin Münih’ten İstanbul’a dönüşünü kesin bir şekilde tarihlendirmemize izin vermektedir. Temmuz 1924’te 2300 rentenmark karşılığında evin bütün mobilyaları satılmış, elde edilen paranın 2200 marklık kısmıyla Viyana ve Budapeşte üzerinden memlekete dönüşün masrafları karşılanmıştı. Ailenin Münih’i terk edip İstanbul’a yerleşmesinin başlıca sebebi, İsmail Hakkı Bey’in yeni bir görev almasıydı. Ekim 1923’te kendisi konsolosluklara mahsus bazı defterlerin ve bazı muahede metinlerinin İkdam Matbaası’nca basımı için Hariciye Vekâleti tarafından görevlendirilmiş, İstanbul’a çağrılmıştı. 61 Bu işlemin 1924 yılının başında kısmen bitirilmiş olmasıysa 62 İsmail Hakkı Bey’in karısı ve çocuklarından önce Münih’ten ayrıldığını göstermekte, bunun da bir kez daha çocukların eğitim yılının bitişini beklemeyi tercih etmelerinden kaynaklandığını düşündürmektedir. Bu belgelerin ardından da İsmail Hakkı Bey, Ahmed İhsan ve Şürekâsı Matbaası’nda basılacak olan Lozan Konferansı zabıtnamesinin üçüncü cildinin 63 basımına nezaret etmekle görevlendirilmişti. 64 Aile İstanbul’a taşındığında ilk olarak Nişantaşı’nda Ahmed Bey Sokağı’nda Sarıoğlu Apartmanı’nın 3 numaralı dairesine yerleşmişti. 65 Bugün Şair Nigâr Sokağı olarak bilinen bu sokak, bugünün Rumeli Caddesi’ne paralel birinci sokaktı. Sarıoğlu Apartmanı, sokağın Osmanbey’e doğru çıkarken sol tarafında, neredeyse Afet/Afitab Sokak’ın (bugün Matbaacı Osman) köşesinde bulunuyordu. 66 Bina yeni bir inşaattı, zira 1921 yıllığında henüz yer almıyordu. 67 Binanın hemen yanında ise tenis kortları bulunuyordu. 68 Kirası başta ayda 15 liradan ibaretken, Ağustos 1925’te 45 liraya, Mart 1926’da 50 liraya, Mayıs’ta ise 55 liraya yükselmişti. Bu ikametgâhın nasıl bulunduğu konusunda herhangi bir bilgimiz olmamakla beraber, o dönemde ailenin diğer damadı Ahmed Reşid Bey’in aynı sokakta 33 numaradaki ahşap konakta oturuyor olması bunu kısmen izah edebilir. 69 Ne de olsa Nişantaşı ve Teşvikiye 1910’lardan beri gelişmeye başlayan ve Müslüman burjuvazinin giderek daha fazla rağbet gösterdiği semtlerdi. Aralık 1925’te İsmail Hakkı Bey’in Rumelihisarı’nda bir ev alma niyeti belirmişti. Bunu öğrenen Sedad da “Alsa da güzel bir ev yaptırsak! Planını şimdiden yapıyorum, küçük bir yalı!” ifadesiyle hevesini gösteriyordu. Kısa bir süre sonra bu projenin gerçekleştiğini öğreniyoruz: “Hisar’da bir ev aldı! Fakat asıl işle uğraşan başkası. Bu arsaya bir ev yaptıracağız.”70 Ancak bu işin uzun bir müddet sürüncemede kaldığı, bu arada da Sedad’ın bu konudaki fikrinin değiştiği anlaşılıyor. Günlüğün Haziran 1926 girişinde şu sözler yer SEDAD HAKKI ELDEM OLUNMAZ, DOĞULUR (MU?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930 Meyers grosses KonversationsLexikon’dan mimari çizim örneği: Mimarlık – İtalyan Rönesansı. Roma’da San Pietro Kilisesi, Floransa’da Strozzi Sarayı, Venedik’te Marciana Kütüphanesi ve Cenova’da Üniversite Sarayı, c. 1. Boğaziçi Üniversitesi Kütüphanesi, Rana Eldem Kitapları. 31 Kısmen Roma’da San Pietro Kilisesi’nden esinlenmiş çizim. Münih, 1924. E. E. A. alıyor: “Bizi apartmandan çıkarmak istiyor. Rumelihisarında ev yapmak istiyor. Olur şey değil.”71 Zaten aynı ay içinde işlerin tamamen başka bir yönde geliştiği görülüyor: “Apartman değiştiriyoruz. Yeni ve daha büyük ve daha güzel. İçerisine çök özeniyorum. Nezareti çok güzel.”72 Taşındıktan sonra da bu heyecan devam ediyor: “Odam çok güzel. Kendinden fazla nezareti. Bütün İstanbul’u görüyor. Her dakika yüzü değişen, her saniyede daha güzel olan İstanbul.”73 Söz konusu apartman, gene aynı semtte, ama bu defa ana caddede yer alıyordu: Cabi Caddesi’nin 39 numarasında (bugün Rumeli Caddesi’nde aynı numarada), Itır Sokağı’nın köşesinde yükselen Kristal Apartmanı’nda 4 numaralı daire. 74 O tarihlerde gelen mektup zarflarında yer alan adreste binanın adının kâh Kristal, kâh Hristaki olarak geçmesi dikkat çekicidir; akla hemen bir “Türkleştirme süreci” geliyorsa da, 1913, 1914 ve 1921 yıllıklarında yer alan bu binanın hep “Cristal” adıyla anılması bu ihtimali yok ediyor, fakat gene de Hristaki adının nereden gelmiş olabileceğini izah etmiyor. 75 Kristal Apartmanı’ndaki dairenin çok daha ferah olduğu kirasından da belliydi: Sarıoğlu’nda 55 lirada bıraktıkları kirayı bu daire için 90 liraya çıkartmak zorunda kalmışlardı. Zaman içinde bu rakam da artmış, Eylül 1930’da 112,50 liraya kadar çıkmıştı. Ertesi ay aile bir kez daha taşınmış ve gene Nişantaşı civarındaki yeni inşa edilen bir binaya, Teşvikiye Caddesi üzerindeki Teşvikiye Palas’a geçmişti. Mongeri’nin planı üzerinden 1920’lerin sonunda inşa edilen bu binadaki dairenin kirası 118,50 liraydı. Azize Hanım’ın adına düzenlenmiş 1932 tarihli bir tapudan anlaşıldığı kadarıyla o tarihe kadar Teşvikiye Palas’ta yaşayan aile, Cabi Caddesi (Rumeli Caddesi) üzerinde kendi mülkiyetindeki bir eve sahip olmuştu. Tapuda yer alan bilgiler sokak numarası dahil etmemektedir; ancak binanın solunda “Köseoğlu hanesi ve bahçesi” bulunduğu bilgisi 1921’de 34 numarada Haralambos Keusseoglou’nun bulunduğu bilgisiyle birleştirildiğinde76 bu yeni evin caddenin 32 numarasında (bugün aynı numara) yer alan bina olduğu kesinlik kazanmaktadır. 77 Ailenin buraya taşınması da, Azize Hanım’ın hesap defterine bakılırsa, Temmuz 1933’ü bulmuştu. İsmail Hakkı Bey ve ailesinin 1924 yılı içinde yurda dönüşü önemli bir dönüm noktasını oluşturuyordu. 1909’da ilk yurtdışı tayini olan Marsilya’dan beri — 1914-1915’teki kısa bir dönüş hariç— aile neredeyse on beş yıl boyunca İstanbul’dan ve Türkiye’den kopmuş bulunuyordu. Bu süre içindeki siyasi gelişmelerin önemi düşünüldüğünde bu kopuşun ne kadar derin olabiGENÇLİK YILLARI 71 1925-1926 şifreli günlüğü, Haziran 1926 (AAE 072). 72 1925-1926 şifreli günlüğü, Haziran 1926 (AAE 067). 73 1925-1926 şifreli günlüğü, Haziran 1926 (AAE 064). 74 Azize Hanım’ın hesap defteri, Temmuz 1926: “App. Cristal, Djabi Djadessi” 75 Annuaire oriental, 1913, s. 1321; 1914, s. 1256; 1921, s. 1097. 76 Annuaire oriental, 1921, s. 1097. 77 “Azize H. binti Galip B.” adına 5 Kasım 1932 tarihli tapu senedi, E. E. A. Tapuda yer alan ifade “Sağı Dilfikâr H. hanesi, solu Köse oğlu hane ve bahçesi, arkası Ekrem B. hanesi bahçesi, cephesi Cabi Sokak” olarak okunmaktadır. 32 78 “Hamdi Bey”, Ekrem Reşad ve Osman Ferid (derl.), Musavver Nevsal-ı Osmanî, İstanbul, 1326, s. 214. leceği kolayca anlaşılabilecektir: 1908 ihtilalinden hemen sonra İttihatçı rejimin giderek sertleşen tutumu, yükselen Türkçülük akımları, seferberliğin yarattığı toplumsal hareketlilik, hezimetle sonuçlanan dört yıllık savaşın toplumda yaratmış olduğu yıkıntı, imparatorluğun toplumsal ve etnik yapısının en şiddetli şekillerde çözülmesi, işgal yıllarının getirdiği rahatlamayla çöküntü karışımı hisler, Anadolu’daki mücadelenin yarattığı heyecan, Ankara’da odaklanan yeni rejimin palazlanarak nihayet cumhuriyete dönüşmesi, Mustafa Kemal Paşa’nın şahsiyeti etrafında odaklanan yeni idarenin ideolojik arayışları... İsmail Hakkı Bey ile Azize Hanım ayrıldıkları ortamı tanınmaz bir halde bulacaklar, çocukluklarının neredeyse tamamı Fransa, İsviçre ve Almanya arasında geçmiş olan üç kardeş ise sadece kitabi ve nakli bilgiye sahip oldukları ülkelerine intibak etmenin zorluğunu yaşayacaklardı. Ancak ailenin uyum sürecini kolaylaştıracak gene de önemli bir etken vardı: Türkiye’nin kültürel ve siyasi ortamında henüz önemini ve konumunu kaybetmemiş olan “Edhem Paşazadeler” klanının varlığı ve desteği. Gerçekten de bu geniş ailenin son yirmi yılın hızlı siyasi ve toplumsal değişimleri karşısında göstermeyi başardığı dayanıklılık dikkat çekiciydi. Osman Hamdi Bey’in kendisi tam yirmi yedi yıl boyunca geç Osmanlı tarihinin en müstebit ve en kaprisli hükümdarı olan II. Abdülhamid’in saltanatı boyunca mevkiini korumayı başarmıştı; 1908’de Abdülhamid’in rejiminin çöküşüyle birlikte de aynı saygınlıkla yeni rejime intibak edebilimiş, hatta 1910’daki ölümünde Jön Türkler tarafından milli bir kahraman olarak kutsanmış, kardeşi Halil Bey de meşru vârisi olarak tanınmıştı: Osmanlılar Hamdi Bey’in vefatıyla en büyük bir ressamını, en büyük bir asar-ı atika mütehassısını kaybetdiler. Eğer o vücud-ı muhteremi istihlaf edecek bir Halil Bey olmasaydı bu zayiat kalb-i ümmete onulmaz bir yara açabilirdi. 78 Aslında gerçekten de vatansever fakat kozmopolit ağabeyine nispetle çok daha “milli” bir şuura sahip olan Halil Bey, bir taraftan Osman Hamdi Bey’in Müze-i Hümayun’da odaklanan Batı eksenli medeniyet misyonunu devam ettirirken, yeni ideolojik eğilimlere çok daha açık olduğunu 1914’te Evkaf Müzesi’nin oluşturulmasındaki gayretleriyle göstermişti. Anadolu’daki İslam eserleri ile ilgili 1910’lardan beri yayımladığı çalışmalar da bu yeni eğilimi pekiştiriyordu. Bu anlamda Halil Bey, her ne kadar hayatının sonuna kadar bir “İstanbul adamı” kalmış olsa da Osmanlı İmparatorluğu’ndan Cumhuriyet’e yumuşak bir geçişi gerçekleştirebilecek kadar yeni eğilimlere uyum gösSEDAD HAKKI ELDEM OLUNMAZ, DOĞULUR (MU?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930 Azize Hanım’ın hesap defterinden iki sayfa. Münih, Ekim-Kasım 1923. E. E. A. O yıllarda Almanya’da Papiermark (kâğıt mark) üzerinde yaşanan hiperenflasyonun izlerini taşıyan bu iki sayfadaki notlardan doların ekim ayında (sol sayfa) 65 milyar marka kadar, kasım ayında ise 4 trilyona kadar yükseldiği görülmektedir. Zaten Azize Hanım’ın kasım ayındaki hesaplarında en küçük birim olarak milyarı kullanmaya başladığı dikkat çekmektedir. 33 1922-1923 yıllarında yaşanan hiperenflasyon dönemine ait kâğıt paralar. E. E. A. 5 000 000 000 mark. 20 Ekim 1923. 10 000 000 000 mark. 20 Ekim 1923. 100 000 000 000 mark. 26 Ekim 1923. terebilen bir profile sahipti. Gerçi 1931’de emekliye ayrılmasıyla o tarihlerde tarihi tekrar yazamayı amaçlayan en radikal Güneş-Dil teorileri ve Türk tarih tezleriyle ne dereceye kadar uyum sağlayabileceğinin tam bir cevabını almak hiçbir zaman mümkün olmayacaktır, ama en azından yeni rejimle hiçbir zaman ters düşmeden ailenin ülkenin kültür çevrelerindeki itibarının devamını sağlayabilmiştir. Zaten Halil Bey bu işte yalnız da değildi. Ağabeyi İsmail Galib’in oğlu —ve dolayısıyla Azize Hanım’ın ağabeyi— Mübarek Galib Bey de değişen siyasi ortam içinde kültür ile ilişkilerini tekrar düzenliyor gibiydi. Babasının ölümünün ardından 1901’de müzenin İslami sikkeler kataloğunun devamını üstlenmişti; uzun bir aradan sonra 1923 yılında Küre-i Arzda Nüfus-ı İslam adlı bir kitapçık neşretmiş, 79 ardından 1925’te Hindistan’da Türk Hükümdarları adlı bir eseri, 80 nihayet de 1925 ve 1928’de iki kısım halinde Ankara isimli bir çalışma yayımlamıştı. 81 Yıllar önce yayımlamış olduğu sikke kataloğundan geldiği nokta çok farklıydı: Teknik bir yaklaşımdan çok daha ideolojik bir boyutla bir taraftan İslam, diğer taraftan Türklük, nihayet de yeni rejimin vitrini haline gelecek olan Ankara üzerine odaklanan bu kitapçıklar, Ankara hükümetinin kendisini getirdiği Hars Müdürlüğü’yle çok daha uyumlu bir hal almaya başlamıştı. Ailenin erkekleri kozmopolit bir gelenekten giderek millileşen bir profile doğru çekilirken, damatlar benzer şekillerde, hatta daha da başarılı bir şekilde, değişen zamana uyum gösteriyorlardı. Bunların arasında Vahid Bey ile İsmail Hakkı Bey en mütevazı ve sakin olanlarıydı. Vahid Bey sanat tarihi yazılarına devam etmenin dışında pek kamuya açılmıyordu; İsmail Hakkı Bey ise Hariciye Vekâleti için bazı basım işlerini üstlenmiş olmakla birlikte aslında ilk heyecanına, edebiyat ve tercüme faaliyetlerine dönmeye gayret ediyordu. 1890’lardan beri hiçbir şey yayımlamamıştı; 1927’de nihayet Baudelaire’in Elem Çiçekleri tercümesiyle tekrar işe koyulmuştu. 82 Fakat her nedense istediği verimliliği yakalayamamıştı. Üzerinde çalıştığı iki tercümeyi bir türlü yayım aşamasına kadar getirememişti: Bunlardan biri Paul Verlaine’in Müntehab/Seçme Şiirleri idi; diğeri ise çok iddialı ve hacimli bir proje olan Gustave Lanson’un (1857-1934) Fransız Edebiyatı Tarihi’nin tercümesiydi. Ancak birkaç sene sonradır ki peş peşe birkaç tercüme yayımlayabilmiştir. 83 Vahid ve İsmail Hakkı Beylere nazaran diğer iki damat, yani Ahmed Reşid Bey ile Ismail Hakkı Bey’in kendi damadı Ali Fethi Bey, çok daha faal ve siyasi boyut taşıyan bir hayata atılmışlardı. Yıllarca Mabeyn GENÇLİK YILLARI 79 Mübarek Galib, Küre-i Arzda Nüfus-ı İslâm, Matbaa-i Âmire, Türkiye Büyük Millet Meclisi Hükümeti Maarif Vekâleti Neşriyatı, İstanbul, 1923. 80 Mübarek Galib, Hindistan’da Türk Hükümdarları. Timurilerin Hindistana Dahil Oldukları Zamana Kadar ve 603-962 Senelerinde Delhide İcra-i Saltanat Eden Hükümdarlar, Matbaa-i Âmire, Maarif Vekâleti Hars Dairesi Neşriyatı, İstanbul, 1341/1925. 81 Mübarek Galib, Ankara (1. kısım), Matbaa-i Âmire, Maarif Vekâleti Hars Dairesi Neşriyatı, İstanbul, 1341/1925; Mübarek Galib, Ankara (2. kısım), Devlet Matbaası, Maarif Vekâleti Hars Dairesi Neşriyatı, İstanbul, 1928. 82 Charles Baudelaire, Elem Çiçekleri, terc. Alişanzâde İsmail Hakkı, Orhaniye Matbaası, İstanbul, 1927. 83 Émile Salomon Wilhelm Herzog, Aile Çemberi, terc. İsmail Hakkı Eldem, Vakıt, İstanbul, 1934; Pierre Loti, İsfahana Doğru, terc. İsmail Hakkı Eldem, Vakit, İstanbul, 1934; Lev Nikolayeviç Tolstoy, Samimi Saadet, terc. İsmail Hakkı Eldem, Vakit Kitaphanesi, İstanbul, 1934; François Mauriac, Kara Melekler, terc. İsmail Hakkı Eldem, Remzi Kitabevi, İstanbul, 1942. 34 üçüncü kâtipliğinde kalan Ahmed Reşid Bey, 1906 ile 1912 yılları arasında dört yerde vali olmuş, ardından da 1920’ye kadar çok kısa sürelerle de olsa üç kere Dahiliye nazırlığı yapmıştı. Ali Fethi Bey ise, dört senelik Sofya elçilik görevinin ardından o da 1918’de kısa bir müddet Dahiliye nazırlığına getirilmişti. Fakat Fethi Bey’in yıldızı asıl Cumhuriyet ile parlayacaktı. İşgal yıllarında Malta’ya sürülmüş, ardından da Ankara hükümetinde başvekillik dahil birçok görevde bulunmuş, Mustafa Kemal Paşa’yla dostluğu çok eskilere dayanan bir kişilik olarak, dönemin muhalefet denemelerinde kullanılmış olmasına rağmen itibarını hiçbir zaman kaybetmeyen bir siyasi şahsiyet sıfatıyla önemli bir rol oynamıştı. Kısacası, 19. yüzyılın başında İstanbul’un en köklü kültür sermayesine ve itibarına sahip ailelerinden biri konumuna gelen aile, takip eden otuz yıllık süre içinde görülen önemli ve hızlı değişime ayak uydurmayı becermiş, 1920’lerin ikinci yarısında Ankara’da oluşan yeni bir iktidar yapısıyla doğrudan bütünleşmese de hem kültür geleneği, hem bazı siyasi destekler sayesinde İstanbul’da rahat bir hayatın devamını temin edecek kadar yeni düzene ayak uydurmayı başarmıştı. Azize Hanım’ın hesap defteri bir kez daha ailenin yaşantısı hakkında önemli ipuçları vermektedir. Altı sene içinde değiştirilen ve giderek daha iyi mekânlara işaret eden adresler bir yana, harcama kalemlerindeki bazı özellikler rahat bir burjuva hayat tarzının yakalandığını göstermektedir. Ağustos 1924’te İstanbul’a ilk yerleştikleri andan itibaren aralık ayına kadar olan dört aylık süre içinde “kitap cildi” gibi bir kalemin her ay belirmesi, kendi başına ailenin profili ve öncelikleri hakkında bir fikir vermektedir. Gazete, dergi —ve bunların arasında kitapçı Werner’den elde edildiği belirtilen Kunst dergisi— masrafları, Haziran 1926’da satın alınan daktilo, Nisan 1927’de satın alınan gramofonun ardından muntazam bir şekilde plak masraf kaleminin belirmesi, çocukların eğitimine ayrılan paralar, ailenin hayat tarzıyla ilgili gayet manidar bilgiler niteliğindedir. Aralık 1924’ten itibaren birkaç ay boyunca “Türkçe hocası” kaleminin belirmesi de yıllardır yurtdışında yaşayan çocukların intibak sürecinin bazı ek fedakârlıklar gerektirdiğine işaret etmektedir. Sedad’ın 1924’ten sonraki hayatı bu yeni durumun ışığında değerlendirildiğinde ortaya çıkan resim daha manidar olmaktadır. Genç adamın İstanbul’a gelişi bazı uyum problemleri yaratmışsa da, aslında ailesinin konumu ve çevresi sayesinde birçok engeli aşmayı başardığı göze çarpmaktadır. Almanya’da görmüş olduğu eğitim, bildiği lisanlar, çizime ve mimariye olan büyük SEDAD HAKKI ELDEM OLUNMAZ, DOĞULUR (MU?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930 Azize Hanım’ın hesap defterinden iki sayfa. Münih-İstanbul, Temmuz-Ağustos 1924. E. E. A. Temmuz ayının sonunda (sol sayfa) ailenin İstanbul’a seyahati öncesinde mobilyalarını 2 300 marka sattıkları, İstanbul seyahatinin ise 2 200 marklık bir masraf gerektirdiği görülmektedir. Sağ sayfada ise artık İstanbul’da Ahmed Bey Sokağındaki (bugün Nişantaşı’nda Şair Nigâr Sokağı) eve geçilmiş, hesaplar da kuruş olarak tutulmaktadır. Harcama kalemleri şunlardır: Üç aylık kira, 4 500; mutfak 8 110; gaz ve elektrik, 373; Milia (dadı), 500; kapıcı ve odacı, 600; 35 Otomobil. İstanbul, 1924. E. E. A. Çocukların elbiseleri, 6 000; Hakkı’nın, çocukların ve tramvay masrafı, 2 456; 16 çeki odun, 6 000; marangoz, 600; kitap cildi, 500; tombak tepsi, 750. kabiliyeti zaten kendisine önemli avantajlar sağlayabilecek nitelikteydi. Fakat bunun ötesinde Osman Hamdi Bey’in küçük yeğeni oluşu, diğer büyük dayısının o dönemin müzeler müdürü oluşu, dayısının hars müdürlüğü, eniştesinin Ankara’yla ve şahsi olarak Mustafa Kemal Paşa’yla olan yakınlığı gibi ailesinin sosyal sermayesinden menkul bazı somut avantajlar hayatta başarma şansını ciddi şekilde artırabilecek etkenlerdi. Nasıl ki Adalbert Niemeyer’le Osman Hamdi Bey’in eski dostluğu sayesinde görüşebilmiş idiyse, aynı şekilde mimar Vedad Bey’le veya Giulio Mongeri’yle ilişkilerinde en azından isimsiz bir yabancı olmamak gibi bir avantaja sahip olduğu kesindi. Yurda döndüğü andan itibaren ailenin iki yönlü etkisi belirmeye başlamıştı: Bu aileye mensup oluşu kendisini belirli bir kariyer eğilimine doğru ittiği gibi, ailenin sağladığı isim ve itibar, bu kariyerde nispeten rahat bir şeklide ilerleyebilmesi için olumlu bir zemin oluşturmaktaydı. Bu durumun aynı mahallede oturan ve sık sık görüştüğü kuzenleri Ekrem ve Cemal Reşid [Rey] kardeşlerin durumuyla ne kadar benzeştiğini hatırlatmak yerinde olacaktır. Onlar da bu aileye mensup olmanın verdiği itici, neredeyse zorlayıcı güçle müzik alanında yaratıcı bir kariyer peşine düşme ihtiyacını duymuşlar, bu aileye mensup oldukları için de kariyerlerinde ilerlemeyi kolaylaştıran birçok avantaj bulabilmişlerdi. 84 Sedad Hakkı’nın 1925-1926 yıllarında tutmuş olduğu şifreli günlük bu genç adamın o dönemdeki sıkıntılarını, heyecanını, zihniyetini ortaya koymak açısından son derecede ilginç bir belgedir. 85 17-18 yaşlarında bir gencin kaleme aldığı düşünceler üzerinden psikolojik bir okuma yapmak ve iddialı sonuçlara varmak gibi gülünç bir amaçtan çok, sakin ve hafif bir yorumla ele almanın gerçekçi olacağını düşündüğüm bu kısa metni, Türkiye’ye yeni dönmüş, henüz yabancısı olduğu bir ortamı tanımaya çalışan, babasıyla çekişmelerinden karşı cinsle olan düşüncelerindeki bocalamalara kadar tereddütlerini ortaya koyan genç ama hırslı bir kişinin samimi ve bazen naif hislerini ve ruh halini anlamamıza yardımcı olabilecek bir belge olarak düşünmek gerekir. Sinema merakı ve dönemin meşhur oyuncuları hakkındaki yorumlar, 86 kadınlara duyduğu yoğun ilgiyle karışık kendine karşı olan güvensizlik hisleri, 87 arkasından gülüp alay edenler olduğuna dair inancı, 88 erkeklerin kadınlara hâkim ama nazik, saygılı ve koruyucu olmaları gerektiğine dair dönemin Batı kültürünü gayet iyi yansıtan yorumları 89 ne fazla ciddiye alınması gereken, ne de önemsiz diye kenara atılacak türden düşüncelerdir. Keza babasıyla olan çekişmeleri 90 veya kardeşleriyle aralarında var olduğundan şikâyet ettiGENÇLİK YILLARI 84 Rey kardeşlerin ve özellikle Cemal Reşit Rey’in hayatı konusunda bkz. Evin İlyasoğlu, Cemal Reşit Rey. 85 E. E. A., AAE 038-AAE 115, Mayıs 1925-Ekim 1926. 86 Mayıs 1925. 87 “Bu sene fena başladı. Beşir’de bir gaf yaptım! Aman be ne çok gaf yapıyorum! İnşallah bütün sene böyle devam etmez. İçimde bir sıkıntı var, niçin acaba? Zannediyorum fena giyinmiş ve timid (timide) olmamdan. Herkesi eğleniyor diye kıskanıyorum. İçim hiç rahat etmiyor” (Ocak 1926). 88 “Yazın Orhan’da Semine benimle fena alay etti” (Aralık 1925). “Semine benimle Kandilli’de alay edeli içime bir utanma geldi. Fakat hissinefsim de arttı”; “Herkes benimle alay ediyor zannediyorum. Bazen zevzeklik, bazen ciddilik tavrı alıyorum. Kendim nasıl olduğumu daha anlayamadım. Mektepte kız[lar]dan çok çekiniyorum. Benim arkamdan gülümsüyor zannediyorum” (Ocak 1926). 89 “Fakat bir koca da akşam sokaktan gelirken kravatını ve jaketini çıkarmamalı!!! Buna kendim dikkat ettim. Terbiyeli ve nazik olmalı! Karısını yavaş yavaş şoke etmeden kendine alıştırmalı! Her vakit beraber yatmaya alıştırmamalı. Onun için az yemek, az su, çok uyku, çok cimnastik, çok banyo. Yemek pişirebilmek; eve bakmak; sözünü dinlemeli!...” (Eylül 1925). 90 “Babamın bazı halleri var ki sinirime dokunuyor” (Temmuz 1925); “Babam beceriksiz mi?”; “Şimdiden babamla kavga başladı” (Aralık 1925); “Babam istemiyor. Bu yüzden epey kavga ettik” (Mayıs 1926); “Babam hiç memnun değil. Onunla zaten pek geçinemiyoruz. Öyle acaip olmuş ki!” (Temmuz 1926). 36 91 “Vedad Paris’e gitti. Müteessir oldum mu? Olmadım mı? Bilmem Vedad benim için ne idi? ‘Sözde’ bir kardeş. Birbirimizi az görürüz, birbirimizle az görüşürüz. Konuştuğumuz vakit iki ecnebi gibi konuşuruz. Sevişmeyi bırakalım, dost bile değiliz. Birbirimizi tanımıyoruz ki! Bu nasıl böyle oldu? Vapurda ayrılırken sözde öpüşdük ve orvuar (au revoir) dedik. Sadi ile de böyle!” (Ocak 1926). 92 “Babamı inandırana kadar epey münakaşa yaptık. Annem belli çok memnun ve çok iftihar ediyor” (Mayıs 1926). 93 Aralık 1925. 94 Haziran 1926. 95 Temmuz 1926. 96 Mayıs 1926. 97 Mayıs 1926. 98 Mayıs 1926. 99 Haziran 1925. 100 Eylül 1925. 101 Ocak 1926. ği alakasızlık ve sevgisizlik,91 annesinin bahsinin geçtiği tek yerde ise tam aksine daha şefkatli bir ifadenin belirmesi,92 aile içindeki bazı gerginliklere işaret etmesi bakımından ilginçtir. Fakat bir kez daha bu tür, kâh samimi, kâh hesaplı, kâh anlık, kâh düşünülmüş ifadelerden hareket ederek bir portre çizmenin tehlikesi ortadadır. Bu anlamda gerçekten altı çizilmesi ve biraz öne çıkarılması gereken noktaların özel yaşantısından çok içinde bulunduğu dünyayı algılamasıyla ve dönemin Türkiye’si karşısında takındığı tavırla aklını çelen düşüncelerle ilgili olması daha doğru ve daha manidar olacaktır. Bu açıdan bakıldığında, belki de en belirgin özellik, “olumlu bir yabancılık” olarak tanımlanabilecek karmaşık bir histen oluşmaktadır. Gerçekten de yıllar sonra ülkesine dönen ve onu son derecede köklü bir değişim süreci içinde bulan bu genç için yapılacak çok keşif, hayret edilecek çok şey vardır. Nispeten alışkın olduğunu düşünebileceğimiz İstanbul şehri bile bunların içinde önemli bir yer tutabilmekte, Avrupa’da gördükleriyle ilgili mukayese ihtiyacı yaratabilmektedir. “İstanbul ne güzel bir yer! Her gün yeni bir köşesini keşfediyorum” dedikten sonra birden aklına Viyana ve Peşte’nin güzellikleri de gelmektedir.93 Hayranlık hisleri muntazam aralıklarla tekrarlanıyor: “Bu İstanbul doğrusu dünyanın en güzel şehri. Hâlâ bıkmadım! Ve daha ne çok görülecek şey var!...”; 94 “Her dakika yüzü değişen, her saniyede daha güzel olan İstanbul”; 95 “Geçen [gün] de Boğaziçine gittim. Bundan güzel yer ömrümde tasavvur edemem.”96 Fakat hayranlıkla birlikte kentin haraplığı ve pek de iyiye gitmeyen değişimi de mütemadiyen aklında: “Burası da [Boğaziçi] bitecek”; 97 Süleymaniye civarındaki bir yangını neredeyse bir yabancı seyyah tavrıyla tasvir ettikten sonra —“Ne güzel ve ne korkunçtu”— gayet karamsar bir sonuca varabiliyor: “İste böyle yana yana bu güzelim İstanbul bu hale geldi...”98 Ancak İstanbul’un yanında bir de hiç bilmediği, tanımadığı ve büyük bir heyecanla merak ettiği Anadolu ve özellikle Ankara daha da belirgin bir şekilde metinde ortaya çıkıyor: “Ah! Anadolu’ya gidebilsem. O kadar merak ediyorum ki!”; 99 “Ah Ankara’yı ne çok görmek isterdim! Hele İzmir’i! Ya hele bütün Anadolu’yu!”100 Bariz bir şekilde “bir ulus doğuyor” heyecanına kapılmış olan bu genç mimar adayının bu hisleri aslında 1920’ler Türkiye’sinde yaşanan o hummalı ve neredeyse obsesif arayışı anlamak için önemli bir ipucu. 1926 yılının başında düştüğü küçük bir not bunun en ilginç ifadesini oluşturuyor: “Fakat bu sene gayet büyük bir şey oldu: Türkleştim! Hem de öyle bir fanatik oldum [ki]!”101 SEDAD HAKKI ELDEM OLUNMAZ, DOĞULUR (MU?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930 İsmail Hakkı Bey’in yayımlanmamış tercümelerinden: Gustave Lanson’un Fransız Edebiyatı Tarihi. 1927-1932. E. E. A. İkinci Kısım (Mabad): Kurun-ı Vustadan Rönesansa ve Üçüncü Kısım: 16ncı Asır. Mütercimi: Âlişanzade İsmail Hakkı. İşbu kitabın tercümesine 1 Teşrin-i Sani 1927’de başlanmış 15 Haziran 1932’de hitama erdirilmişdir. 37 İsmail Hakkı Bey’in yayımlanmamış tercümelerinden: Paul Verlaine’in Müntehab Şiirler’i. Mütercimi: Âlişanzade İsmail Hakkı. 1927. Kurşunkalemle “Müntehab” “Seçme” olarak, “Mütercim” ise “Çeviren” olarak değiştirilmiş, “Âlişanzade”nin üstü çizilerek “İsmail Hakkı”dan sonra “Eldem” soyadı eklenmiştir. E. E. A Mayıs 1926’da nihayet bu rüyanın gerçekleşmesinde ilk adımını atabiliyor ve Anadolu’daki ilk deneyimini Bursa’ya yaptığı bir seyahatte yaşayabiliyor. Yeşillik içindeki dokusunu ve camilerini hayranlıkla keşfettiği şehri renkleriyle tarif ediyor: “Yeşil, beyaz, mavi ve yine yeşil. Bizim çininin rengi, bizim camiin rengi, Yeşil Cami’in içi, olur şey değil. O renk, o çini...”102 Fakat Bursa macerası bununla da bitmiyor; gittiklerinde tesadüfen Mustafa Kemal Paşa’nın da orada olduğunu görüyorlar: Gazimiz de Bursa’da idi. Sıra ile elini sıkdık... Lakin ne adam, hünkâr olmak için yaradılmış. Ona göre de muamele ediyor. Ben o muameleyi sevmiyorum fakat bizim kanımıza girmiş. Galiba Gazi her nedense Cumhuriyet adamı ve ben onun için onu bir kat daha severim... Yaşasın Cumhuriyet, Adalet, Hürriyet...! Batsın Saltanat, Emperyalizm! Yaşasın Halk! Gazi’ye Napoleon derdim emperialist olsa idi... Fakat o sulhun Napoleon’u. 103 İsmail Hakkı Bey’in tercümelerinden: Charles Baudelaire’in Elem Çiçekleri. Mütercim ve nâşiri: Âlişanzade İsmail Hakkı. İstanbul, Orhaniye Matbaası, 1927. E. E. A. Bu coşkulu ama bir o kadar da muğlak sözleri politik bir manifestodan çok, yukarıda bahsettiğimiz “bir ulus doğuyor” sendromunun bir parçası olarak görmek gerekiyor. 1920’lerden Almanya’da büyümüş ama birçok referansını Fransız kültüründen alan bir genç için Mustafa Kemal’in, ister istemez karmaşık duygular yaratacak türden bir imaj verdiğini anlamak gerekir. Bir taraftan iktidar ve kararlılık, diğer taraftan yeniden doğuş ve barış, yenik bir (hatta belki de Almanya’yı katarsak iki) imparatorluğun bütün yorgunluğunu bu genç adamın sözlerinde hissetmek mümkün gibi. Ankara ve Anadolu özleminin arkasında da bu diriliş heyecanının yattığı kesin: Ankara’ya gitmek bir vazife, bir aidiyet meselesi haline dönüşmüş gibi. Bütün bu heyecana rağmen bir Ankara-İstanbul, Anadolu-Avrupa çekişmesini hissetmemek de mümkün değil. Ankara ve Anadolu’yu sayıklarken Avrupa özlemi de hissedilebiliyor. Aralık 1925’te ağabeyi Vedad Paris’e gitmeye hazırlanırken, “Keşke ben onun yerinde olsa idim” demekten kendini alamıyordu. 104 Mayıs 1926’da kuzeni Cemal Said’in [Bark] aynı şekilde Paris’e gideceğini öğrendiğinde tepkisi aynıydı: “Bugün Cemal Paris’e gitti... Keşke ben onun yerinde olsaydım.”105 Aslında kendisi de tam da bu açıdan tereddütler geçirmekteydi: “Yaz için iki şey yapabilirim. Ya Ankara’ya gitmek, veya seyyar sergi ile. Bakalım hangisi olacak?”106 Seyyar sergi, meşhur Karadeniz vapuruyla Avrupa’nın muhtelif limanlarına yapılacak olan bir tanıtım çıkartmasıydı: Türkiye CumGENÇLİK YILLARI 102 Mayıs 1926. 103 Mayıs 1926. 104 Aralık 1925. 105 Mayıs 1926. 106 Mart 1926. 3 İsmail Hakkı Bey’in ailesinin Nişantaşı’nda muhtelif ikamet adresleri ve Ahmed Reşid Bey’in konağı. 1- Ahmed Bey (Şair Nigâr) Sokak, Sarıoğlu Apt. 2- Cabi (Rumeli) Caddesi, 39, Kristal Apt. 3- Cabi (Rumeli) Caddesi, 32. 4- Reşid Bey konağı, Ahmed Bey (Şair Nigâr) Sokak, 33. Jacques Pervititch, Nichantach 4. Plan cadastral d’assurances levé et dessiné en juin 1925, Seden Ersoy ve Çağatay Anadol (derl.), Jacques Pervititch Sigorta Haritalarında İstanbul. Istanbul in the Insurance Maps of Jacques Pervititch, İstanbul, Tarih VakfıAxa Oyak, t.y., s. 234. Axa-Oyak’ın izniyle. 4 1 2 3 SEDAD HAKKI ELDEM OLUNMAZ, DOĞULUR (MU?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930 39 Nişantaşı’nda Cabi (bugün Rumeli) Caddesi’ndeki 4 numaralı Hristaki/ Kristal Apartmanı’nda otururken Sedad Hakkı’ya gelmiş mektup örnekleri. 1927. huriyeti Avrupa’ya medeni veçhesini göstermek üzere yüzer bir sergi tasarlamıştı. Bu kadar Avrupai bir formasyona sahip olan, üstelik aile bağlantıları kuvvetli bir genç mimar adayının bu kültür seferi için düşünülmüş olması şaşırtıcı değildi, asıl ilginç olan, Sedad Hakkı’nın önündeki ikilemdi: Ankara’ya gitmek, zorluklara göğüs gererek diriliş mücadelesine katılmak mı, yoksa tanıdık bir dünyanın keyfini sürdürmeyi sağlayacak olumlu Türk imajı yaratma projesine iştirak etmek mi? İlginç bir şekilde bu kararı kendi almak zorunda kalmayacaktır: “Seyyar sergi ile gitmiyorum. Elveda Helsingfors, Londra... Babam istemiyor. Bu yüzden epey kavga ettik...”107 Anlaşılan, idealist Ankara seferi ile nostaljik Avrupa seyahati arasında bir karar vermek zor olduğu kadar, ikincisinin gerçekleşmeyeceğini öğrenmek de ağırına gitmişti. Bu durumda Ankara meselesinin üzerine gitmekten başka çare kalmamıştı: “Hâlâ Ankara’nın peşindeyim! Jenke ile görüştüm, 14’ünde müracaat et dedi...”108 Ankara macerası işte böyle başlamıştı: “Ankara’dayım, bir petrol lambasının önünde yazıyorum. Her nasılsa birçok nasihatten sonra kendimi trende buldum. Anadolu’ya doğru gidiyordum. Fakat ne güzel memleket!...”109 Ziraat Bankası’nın şantiyesinde karşılaştığı zorluklar ve gördüğü muamele pişmanlık duygularını tetikler gibiydi: “Canım çok sıkılıyor. Bu böyle devam ederse işimiz var. Bana adam dedi ki:. Sen Monceri’nin mektebinden çıkıyorsun. Onun için daha buraya alışmalısın. İstanbul’a gidip oradaki hafif hayatı o kadar yaşamak istiyorum ki!”110 İki ay sonra hisleri pek değişmemişti: “İstanbul’u göreceğim geldi. Bu Ankara zannettiğim kadar hoş bir yer değilmiş.”111 Üç aylık çalışmanın neticesinde ortaya çıkarttığı “ilk eseri” bir merdivendi: “Fabrikada bir merdiven yaptım. Ömrümde birinci vücuda getirdiğim eser. Ne iftiharla ve ne rahat çıktım.”112 Dönüş yoluna girdiğinde ise Ankara’nın karmaşık etkisi yerini Anadolu’nun genel ilhamına bırakmış gibiydi: “Şimdi İzmit’teyim. Taze bir yağmur yağmış, etraf cennet gibi. Anadolu bana ne büyük tesir bıraktı.”113 Bu Ankara seyahatinin ve stajının Sedad Hakkı Eldem’in kariyerinde ne kadar önemli olacağını hatırlatmaya gerek yoktur; buradaki anlatım açısından ise hayatının neredeyse tamamını yurtdışında geçirmiş bir gencin ülkesini keşfinde neredeyse sembolik bir ritüel manası taşıyan bir dönüm noktası olmuştu. Sedad Hakkı’nın 1928 ile 1930 yılları arasında Avrupa’da yapmış olduğu eğitim ve araştırma seyahatinin mimarlık kişiliğinin ve kariyerinin oluşumunda ne kadar önemli bir yer tuttuğunu burada vurgulamanın gereği yoktur. Bu çalışmanın başka bir yerinde ayrıntıGENÇLİK YILLARI 107 Mayıs 1926. 108 Temmuz 1926. 109 Temmuz 1926. 110 Temmuz 1926. 111 Eylül 1926. 112 Eylül 1926. 113 Ekim 1926. 40 114 Azize Hanım’ın hesap defteri, Ekim 1930. lı bir şekilde ele alınan bu konuyu zaten ehliyetsizlikten işlememekte kararlıyım. Ancak çocukluğunun ve ilk gençliğinin geçtiği yerlere yaptığı bu seyahatin mimarlık dışında da hayatında önemli bir dönüm noktasını oluşturduğu söylenebilir. Neredeyse doğduğundan beri ailesiyle birlikte yaşadığı ve gezdiği Avrupa’ya bu defa tek başına gitmiş olması —Royat’ta babasıyla, Paris’te de eniştesi Fethi Bey’in yanında geçirdiği vakit hariç— artık kendi kaderini çizmeye başlamış olduğunun bir tür ifadesiydi. Bu uzun seyahatten geldikten sonra ailesine dönmüştü, ama bir şeyler de değişmişti. Belki de Sedad Hakkı’nın gençliğinin sonunu annesinin hesap defterine Teşvikiye Palas’taki yeni dairelerine taşındıkları Ekim 1930’da ilk defa düşmüş olduğu kısa bir ibarede bulmak mümkündür: “Sedad kira için ayda 50 lira ödüyor.”114 Sedad Hakkı’nın şifreli günlüğünden sayfa örneği. 1926. E. E. A. Sanayi-i Nefise Mektebi’nin atölyesinde nü çalışması. Sedad Hakkı ilk sıranın en sağında görülmektedir. İstanbul, yakl. 1928. Cam negatif. Ceyda Eldem’in izniyle. Sedad Hakkı, otoporte. İstanbul, 1925. E. E. A. SEDAD HAKKI ELDEM OLUNMAZ, DOĞULUR (MU?) BİR AİLE VE GENÇLİK HİKÂYESİ 1830-1930