Uluslararası İbnü’l Arabi
Sempozyumu
İnsanlığın Hakikat Arayışı ve İbnü’l Arabi
15-16 Kasım 2018 MALATYA
BİLDİRİLER KİTABI
I. CİLT
Editörler
Prof. Dr. Mustafa ARSLAN
Doç. Dr. Veysel ÖZDEMİR
Doç. Dr. M. Korkut ÇEÇEN
Dr. Öğr. Üyesi Abdulkadir KIYAK
Prof.Arş.Mecit Özer
Arş. Gör. Gülşen SAYIN
Düzenleyen Kuruluşlar
İnönü Üniversitesi Rektörlüğü
Diyanet İşleri Başkanlığı
Sempozyum Onur Kurulu
Prof. Dr. Ahmet KIZILAY / İnönü Üniversitesi Rektörü
Ali KABAN / Malatya Valisi
Sempozyum Yürütme Kurulu Başkanı
Prof. Dr. Fikret KARAMAN
Düzenleme Kurulu
Prof. Dr. Fikret KARAMAN
Ümit ÇİMEN / Malatya İl Müftüsü
Prof. Dr. Mustafa ARSLAN
Doç. Dr. Mehmet BİRSİN
Doç. Dr. M. Korkut ÇEÇEN
Doç. Dr. Sabri TÜRKMEN
Dr. Öğretim Üyesi Halil EYYUB
Murat BAYAZIT/ Fırat Kalkınma Ajansı Başkanı
Okt. Hasan TOMAN
Mehmet TÜRKER / Malatya İl Müftülüğü
Arş. Gör. Gülşen SAYIN
Arş. Gör. Ömer TOZAL
Arş. Gör. Soner ERASLAN
Tercüme Kurulu
Dr. öğr. Üyesi Hüseyin POLAT
Dr. öğr. Üyesi Muhammed Nur YUSUF
Öğr. Gör. Enes YARIZ
Öğr. Gör. Hamit MEMUR
Okt. Hasan TOMAN
Bilim Kurulu
Prof. Dr. Bakri ALADDIN
L’INALCO de Paris (Emekli Öğr.
Üyesi)
Prof. Dr. Mohammad SANAULLAH AL-NADAWI
Prof. Dr. Denis GRIL
Prof. Dr. Stephan HIRTENSTEIN
Prof. Dr. Mahmud Erol KILIÇ
Prof. Dr. Abdullah KARTAL
Prof. Dr. Abdürrezzak TEK
Prof. Dr. Ekrem DEMİRLİ
Aligarh Muslim University
L’université d’Aix-Marseille
University of Oxford
Marmara Üniversitesi
Uludağ Üniversitesi
Uludağ Üniversitesi
İstanbul Üniversitesi
Prof. Dr. Arslan TOPAKKAYA
Prof. Dr. Emin ÇELEBİ
Prof. Dr. Mustafa KARA
Prof. Dr. Mevlüt UYANIK
Prof. Dr. Süleyman DERİN
Prof. Dr. İbrahim MARAŞ
Prof. Dr. Ahmet Kamil CİHAN
Prof. Dr. Erkan YAR
Prof. Dr. H. Suphi ERDEM
Prof. Dr. Abdurrahman ATEŞ
Prof. Dr. Abdurrahman KASAPOĞLU
Prof. Dr. Fikret KARAMAN
Prof. Dr. Hulusi ARSLAN .
Prof. Dr. Mehmet KUBAT
Prof. Dr. Mustafa ARSLAN
Prof. Dr. Saffet SANCAKLI
Doç. Dr. İbrahim IŞITAN
Doç. Dr. Atik AYDIN
Doç. Dr. Ali DUMAN
Doç. Dr. Bilal GÖK
Doç. Dr. Cahit KÜLEKÇİ
Doç. Dr. Korkut ÇEÇEN
Doç. Dr. Mehmet BİRSİN
Doç. Dr. Sabri TÜRKMEN
Doç. Dr. Veysel ÖZDEMİR
Doç. Dr. Mahmut ÇINAR
Dr. Öğr. Üyesi Hacı Bayram BAŞER
Dr. Öğr. Üyesi Ercan ALKAN
Dr. Öğr. Üyesi Mustafa BOZKURT
Dr. Öğr. Üyesi Yüksel MACİT
Dr. Öğr. Üyesi Ahmet KÜÇÜK
Dr. Öğr. Üyesi Hüseyin POLAT
Dr. Öğr. Üyesi Abdülkadir KIYAK
Dr. Öğr. Üyesi Ramazan KAMİLOĞLU
Dr. Öğr. Üyesi İbrahim AŞLAMACI
Dr. Öğr. Üyesi Halil EYÜP
Dr. Öğr. Üyesi Recep UÇAR
Dr. Öğr. Üyesi Mustafa ALTUNKAYA
Dr. Öğr. Üyesi M. Nur YUSUF
Dr. Öğr. Üyesi Hasan ARSLAN
Dr. Öğr. Üyesi Samah OURNA
Dr. Öğr. Üyesi Emine GÜZEL
Dr. Öğr. Üyesi Harun BEKİROĞLU
Dr. Öğr. Üyesi Adnan GÜRSOY
Dr. Öğr. Üyesi Selahattin YILDIRIM
Dr. Öğr. Üyesi Serkan DEMİR
Dr. Öğr. Üyesi Refik KASIM
Erciyes Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
Uludağ Üniversitesi
Hitit Üniversitesi
Marmara Üniversitesi
Ankara Üniversitesi
Erciyes Üniversitesi
Fırat Üniversitesi.
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
Selçuk Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
Gaziantep Üniversitesi
Yalova Üniversitesi
Marmara Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
Dr. Öğr. Üyesi Fethullah ZENGİN
Dr. Öğr. Üyesi Ahmet KARADAĞ
Dr. Öğr. Üyesi Lokman BEDİR
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
İnönü Üniversitesi
Sempozyum Sekretaryası
Araştırma Görevlisi Gülşen SAYIN
E-mail
ibnü
[email protected]
Web Adresi
http://inonu.edu.tr/tr/camisempozyumu
(eksik bilgi varsa bu adrese bakılabilir)
Düzenleyen Kuruluşlar
İnönü Üniversitesi Rektörlüğü
Malatya Valiliği
İnönü Üniversitesi (İlahiyat Fakültesi)
İnönü Üniversitesi Yayınları No: 41
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları No: 4
Sertifika No
26607
Yayına Hazırlayan
Prof. Dr. Fikret KARAMAN
ISBN
978-975-8573-85-1
1. Baskı Aralık 2018 Ankara 500 Adet
Açıklama: Bu eserde yer alan metinlerin tüm sorumluluğu, yazarlarına aittir.
SUNUŞ
İÇİNDEKİLER
AÇILIŞ KONUŞMALARI
Aydın BARUŞ
Malatya Valisi
Çok değerli misafirler, değerli Başsavcımız, Rektörümüz, çok kıymetli öğretim
üyelerimiz, İlimize Türkiye’nin ve dünyanın çok değişik üniversitelerinden teşrif eden değerli
ilim insanları sizleri sözlerimin başında en derin kalbi duygularımla selamlıyorum. Allah’ın
selamı üzerinize olsun.
Saygıdeğer misafirleri, bir şehrin, bir ülkenin hatta bir medeniyet dünyasının hayatının
anlam kazanması için ilmî tartışmalar, ilmî etütler ve bu medeniyetin düşünce dünyasının
devamlı devinim halinde olması çok önemlidir. Fikrî olarak gelişime açık olmayan,
tartışmayan, konuşmayan, analiz yapmayan anlayışlar ilerlemeye de kapalıdır. Bu anlamda
İbnü’l-Arabî Sempozyumu’nun şehrimizin fikir anlayışına, ülkemizin düşünce hayatına çok
önemli katkıları olacağını belirtmek istiyorum. Bu organizasyonun tertip edilmesinde hem
önceki Sayın Valimizin katkıları çok değerli, bizler de elimizden geldiğince göreve
başladığımızdan itibaren bu sempozyuma katkı sağlamaya çalıştık. Rektörlüğümüzle birlikte
bu sempozyumun Malatya’da düzenlenmesine yardımcı olduk. Bu açıdan da kendimi mutlu
hissediyorum. Çünkü bir şehrin fikir hayatının canlı olması aynı zamanda düşünen insan
sayısının da artmasına vesile olacaktır.
Çok değerli misafirleri; insanı diğer canlılardan ayıran en önemli özellikleri akıl ve
vicdana sahip olmasıdır. Akıl ve vicdan sahibi olmak aynı zamanda üzerimize önemli
sorumluluklar yükler. Bu sorumluluk gerçeği bulmak, hakikati keşfetmek ve keşfettiğimiz bu
hakikati hayatımızda hâkim kılmaktır. İnsan sadece maddî bir varlık değildir. İnsanı anlamak
için onun aynı zamanda manevi kimliği olan ruhunu da anlamak gerekir. Madde bilinen
dünyadan ibarettir. Ancak esas olan hakikat ilminde bilinmeyeni keşfetmektir. Bu anlamda
maddi dünyanın rehberi bilimdir. Ki hepimizin şahit olduğu gibi insanlık son yüzyılda maddî
bilimlere önem vermiş önemli terakkiler elde etmiş ancak ruhî bakımdan pek huzura
kavuşamamıştır. Bunun sebebi insanı sadece maddî bir varlık olarak görüp, sadece nefsani
ihtiyaçlardan ibaret olduğunu savunmaktır. Hâlbuki biz İslam medeniyeti olarak çok köklü bir
anlayışa ve tarihe sahibiz. İnsanı daha iyi anlamak ve tüm insanlığa mutluluk ve saadeti temin
etmek için insanın bilinmeyen yönünü de keşfetmemiz gerekmektedir. Bu anlamda İslam
dünyası insanlığa çok büyük katkılar getirmiştir ve önemli ilim insanları yetiştirmiştir. İbnü’lArabî de medeniyetimize, İslam medeniyetine katkı sunmuş ve hakikati aramada rehber
olmuş bir düşünür ve mutasavvıftır. Bizim fikrî temel taşlarımızdan birisi de İbnü’l-Arabî’dir.
İbnü’l-Arabî İslam dünyasının diğer yerlerinde olduğu gibi o zaman Selçuklu Devleti’nin
hüküm sürdüğü bu topraklarda Malatya, Urfa ve Konya şehirleri arasında mekik dokuyarak
özellikle Selçuklu Devleti’nden sonra kurulacak olan Osmanlı Devleti’ne ilham vermiştir.
Osman Gazi’ye nasihatini çok iyi bildiğimiz Şeyh Edebâlî’nin manevi esin kaynaklarından
birisinin de İbnü’l-Arabî olduğu rivayet edilir. Bu anlamda İbnü’l-Arabî Anadolu
topraklarında kurulan ve tüm dünyaya hak ve adaleti götüren büyük bir devletin temel fikir
kaynaklarından biri olmuştur. Bu manada İbnü’l-Arabî’yi anlamak, onu keşfetmek, onun
fikirlerini etüt etmek ve insanlığın hakikat arayışında bizlerin de söyleyebilecek sözlerine
rehber etmek önemli bir çalışmadır.
Bizim İslam dünyası olarak insanlığa götürmemiz gereken sorumluluklarımız var. Bu
sorumluluklarımızı yerine getirirken de İlahî mesajın yorumunu, İlahî mesajın çok iyi
kavramamız lazım. Buna katkı sunan çok değerli ilim insanlarını etüt etmemiz gerekir.
Bugünkü çalışma önemli bir adım sayılabilir. İlimiz ve ülkemiz için de büyük bir
organizasyonudur. Bu organizasyonun hayırlara vesile olmasını temenni ediyorum.
Organizasyonu tertip eden rektörlüğümüze teşekkür ediyorum ve sempozyuma katılacak çok
değerli bilim insanlarımızı, öğrencilerimizi bu çalışmalarında azami gayreti sarf ederek
İbnü’l-Arabî’yi daha iyi anlama ve bugün her şeyin madde olduğu bir dünyada, dünyaya
farklı bir açıdan bakma ve insanlığa güzel mesajlar verme anlamında da çalışmaya davet
ediyorum. Allah başarılarınızı daim kılsın. Muvaffak eylesin. Sizleri sözlerimin sonun da en
derin hürmet ve sevgilerimle selamlarken sempozyumun başarılı geçmesini can-ı yürekten
temenni ediyorum. Allah’ın selamı üzerinize olsun.
GİRİŞ PANELİ
Başkan:
Prof. Dr. Fikret KARAMAN
Konuşmacılar: Prof. Dr. Mahmut Erol KILIÇ
Prof. Dr. Ekrem DEMİRLİ
BAŞKAN:
Sayın Konuklar: hanımefendiler ve beyefendiler, hepinizi tekrar saygıyla
selamlıyorum. Zamanı iyi değerlendirmek adına hemen konuşmacılarımıza söz vermek
istiyorum. Zira Sempozyumun açılışı ve protokol bölümü için belirlenen süreyi biraz aştık.
Ara vermeden giriş panelini başlatmak istiyorum. İki değerli konuşmacımız huzurunuzda. Her
ikisi de ülkemizde İbnu’l Arabi üzerinde çalışma yapan hocalarımızdır. Bu nedenle panelin
verimli olacağını ümit ediyorum. İlk konuşmacımız Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Mahmut Erol KILIÇ hocamız. Tekrar kendilerine hoş geldiniz diyor
ve teşekkür ediyorum. Hocam buyurunuz söz sizin, Ancak programın aksamaması için
süreniz on dakikadır.
PROF. DR. MAHMUT EROL KILIÇ
Sayın Valim, Muhterem Rektörüm, değerli hocalarımız, ve kıymetli öğrencilerimiz;
Bu konu, 10 dakika içerisinde nasıl anlatılır bilmiyorum ama süre kısa olunca önemli
noktalara kısaca temas edeceğim. Şöyle söyleyeyim, Muhyiddin İbnü'l-Arabî’yi iyi tanımak
yahut Muhyiddin İbnü'l-Arabi gibi bilginleri tanımak bize ne kazandırır, günümüzde ne ifade
eder? Noktasında şöyle bir soru soracak olursak, her şeyden evvel İslam dünyasının hali pür
melali denilen bugünkü vaziyeti, bugünkü öğretebilmiş olduğumuz şeyin maalesef
özellikle Ortadoğu, Ortadoğu bağlamında ortaya konulan şeyin, tarihte medeniyetler,
felsefeler, ilimler üretmiş bir anlayışın bu hale nasıl geldiği sorusuna da bir cevap ararken
karşımıza bu bilgeler çıkacaktır. Eğer İslam dünyası Muhyiddin İbnü'l-Arabî gibi yüksek irfan
ile ilgilenen insanların İslam anlayışını izliyor olsaydı bugünkü duruma siyasal anlamda, fikri
anlamda düşmezdi.
Şunu iyi bilmemiz gerekiyor ki dini ilimlerin temeli aslında kişinin Allah'ı ile olan
konuşması ve bu konuşmasının, ilminin yapılmasıdır. Buna bağlı olarak bu ana hedef, bu ana
gaye unutulduktan sonra ikincil-üçüncül düzeyde mesela bir bilim yahut bir hukuksal
düzenleme ilmi başlar hale gelmiş ve ayrımcılık bundan sonra başlamıştır. Esas olan dini
ilimlerin ana gayesi kişinin, bireyin Rabbini tanıma yolunda gitmesidir. Ona الى طريق هللا
diyor İbnü'l-Arabî kitabında. Allah’a giden yolların bilinmesi ve ona yönelik bazı amellerin
yerine getirilmesi. Biz buna işin ontolojisi, esas gayesi diyoruz. Bu gayelilik maalesef
yüzyılın başından itibaren bütün İslam dünyasında dini ilimlerin tahsil edildiği yerlerde ister
geleneksel tarzlarda medreseler olsun ister modern başka yerlerde bu ana hedef
kaybedildiğinde ikincil-üçüncül bilimler bir bilim haline geldi.
Bu girişimden sonra müşahhas olarak Muhyiddin İbnü’l-Arabi gibi bir bilge insanın
Anadolu topraklarına yani Bilâd-ı Rum denilen bu topraklara kadem basması ve Anadolu’ya
geldikten sonra Malatya’yı tavattun (vatan edinemsi) etmesi önemlidir. Malatya'ya
yerleşmesi, bugünkü bilgimize göre 10 ila 15 yıl arasında buralarda özellikle de Malatya’da
ikamet ediyor olması Malatya ile ilgili bazı anılarını eserlerinde naklediyor olması, Sayın
Rektörümüzün ve Sayın Valimizin de söylediği gibi onu bir tür fahrî hemşerisi yapmaktadır.
Çünkü o, Malatya’da evlendi. Malatya'da küçük oğlu Muhammed Saadeddin dünyaya
geldi. Malatya’da bazı eserlerini yazdı. Istılahâtü’s-sufiyye adlı eserinin yazıldığı yer bizzat
Malatya’dır. Tabi ki o Malatya hangi Malatya’dır? Sorusu bugün bizleri özellikle Malatya
bölgesi üzerine çalışan tarihçiler çok iyi bilirler ki bunun bugünkü Battalgazi ilçemiz olduğu
yani Eski Malatya olduğu söylenir. Bugünkü Malatya’nın o dönemde mesire alanı olduğu
söylenir. Ama tarihi süreç içerisinde o mesire yeri şehir merkezi olmuş, orası küçük bir yer
olarak kaldı.
Çok süratle, daha müşahhas bazı veriler doğrultusunda aldığım notlardan sizlere bazı
şeyleri paylaşmak istiyorum. İbnü’l-Arabî’nin seyahatlerinin tümüne girmemize vakit yok.
Ama Mekke’den Anadolu’ya doğru ilk gelişinde Ruhu’l-kuds adlı yazmış olduğu eseri hicrî
601 tarihinde Bağdat’ta iken okuttuğunu görüyoruz. Okuturken dinleyicilerin içerisinde
Sadreddin Konevî’nin babası Mecdüddin İshak Efendi’nin de bulunduğunu, birazdan
kendisinden bahsedeceğim çok önemli bir şahsiyet, Malatya için önemli bir şahsiyet olan
Abdullah Bedr Habeşî’nin de Bağdat’ta dinleyenler arasında olduğunu görmekteyiz. Daha
sonra İbnü’l-Arabî’nin bu eserini aynı Ruhul’-kuds’ü okuttuğu gibi hicrî 603 tarihinde bu
sefer Malatya’da okuttuğunu görmekteyiz.
Hicrî 613 yılı, Şaban ayının 10’unda Malatya’da kendi evinde Tacü’l-mesâî isimli
eserini bizzat okutuyor. O ders halkasında yine dinleyenler arasında çok ilginç bir zevat
bulunmakta, bunlardan biri Abdullah Bedr Habeşî hazretleridir. 615 yılının Sefer ayında
Malatya'da Istılahâtü’s-sufiyye adlı eserini yazıyor. el-Evveliyât isimli bir eseri var. O eseri de
kesin olmamakla beraber Malatya’da yazdığı rivayet ediliyor. Özellikle talebesi olup İbnü’lArabi’nin yolundan gitmiş olan Sadreddin Konevi ki onun da Malatya’da doğduğu rivayeti de
vardır, Konya’da doğduğu rivayeti de vardır ama Malatya’da doğmuş olma ihtimali daha
kuvvetlidir. Çünkü babası Mecdüddin İshak buralardan gitmiştir. Mecdüddin İshak Efendi ile
İbnü’l-Arabi’nin önce hacda karşılaşması sonra Bağdat’ta beraber olmaları daha sonra da
İzzeddin Keykavus’un tahta geçmesi ile Mecdüddin İshak’ı buraya davet etmesi ile İbnü’lArabi de onunla beraber bu bölgelere gelir. Davet edilişi çok enteresandır. Sultan bir bilge
şahsiyeti yani Mecdüddin İshak’ı bakın nasıl davet ediyor. Bu geleneksel dünyada siyaset
erbabı ile bilgeler arasındaki ilişkiyi göstermesi açısından da çok önem arz ediyor. Ki
modernlerin biraz kaybettiği bir özelliktir. Bakınız diyor ki: “Artık bu ülke bizim ve sizin
emriniz altındadır. Dünyada bizim adımız ve sizin arzunuz hâkimdir artık. Haberiniz olsun ki
sizin yeriniz artık burasıdır (Malatya’yı işaret ediyor). Başınızda çamur da olsa onu burada
yıkayınız (Malatya’yı bir vatan gibi görmektedir. Eşiğe gitmeyin gelin burada yıkayın)”.
Bunun üzerine Mecdüddin İshak Efendinin bunu kabul ettiğini ve buraya geldiğini görüyoruz.
Dönemin tarihçisi İbn Bîbî Mecdüddin İshak Efendi, oğlu Sadreddin Konevi ve
Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Malatya çevresinde bulunması için der ki: “Zamanımızda
tasavvuftan dem vuran bazı zümreler onlarla ölçülse bedehşan mercanı karşısında ölü taş gibi
olurlar.” Bu şekilde, bu ekole farklı bir rüçhâniyet vermektedir. İbnü’l-Arabî 612 Ramazan
ayını Sivas’ta geçiriyor. Malatya’dan Sivas’a gidiyor. Ramazan ayında Ramazan’ını Sivas’ta
geçiriyor. Orada iken bir rüya görüyor. Rüya uzunca makalelerimizde işlenmiştir. Orada
Selçuklu sultanının Antakya’yı fethetmeye gittiğini görür. O esnada Antakya Haçlıların
tasavvuru altındadır. İbnü’l-Arabî şehrin yeniden fethedebileceği rüyasını görüyor. Sivas’tan
Malatya’ya döndükten sonra Malatya’dan yazdığı bir mektup ile sultana bildiriyor. Diyor ki
“Sultan! Korkma ben bunu gördüm. Muzaffer olacaksın şu şekilde de savaşı kazanacaksın.”
Ve aynen dediği gibi hem Alanya’nın –Alaiyye’nin- hem de Antakya’nın fethi gerçekleşiyor.
Buna tebşir deniliyor. İbnü’l-Arabî daha önceden bildiriyor.
Sultan İzzeddin Keykavus 616 Şevval’inde Konya’da vefat ettiğinde İbnü’l-Arabî
Malatya’da bulunmakta. Yine İbnü’l-Arabî’nin eserlerinde Malatya ile ilgili ilginç bir bilgi
607/1211 yılı Malatya’da o seneki kışın çok sert geçtiğini, şu kadar ki soğuktan Fırat
Nehri’nin donduğunu, insanların onun üzerinde yürüdüğü bilgisini İbnü’l-Arabî’den
öğrenmekteyiz. 618 yılında oğlu Saadeddin Malatya’da dünyaya geliyor. 624 yılında
Anadolu’yu terk edip Şam’a yerleşmiş olduğunu görüyoruz. Burada İbnü’l-Arabî’nin Malatya
ile olan irtibatıyla ilgili sizlere bazı kısa parçalar aktardım. Önemli bir husus da şu; Batı’dan
başlayıp Doğu’ya gelinceye değin tanışmış olduğu bir dostu var. Aşağı yukarı aynı yaştalar.
“Sahibim, yoldaşım, dostum…” çok övdüğü bir şahsiyet: Abdullah Bedr Habeşî isimli, çok
sevdiği bir zat. Bu zat ile Fes (Fas) şehrinde karşılaşıyor. Oradan itibaren Malatya’ya gelip
yerleşinceye kadar hiç yanından ayrılmıyor.
Abdullah Bedr Habeşî Malatya’da İbnü’l-Arabî’den duymuş ve not almış olduğu
şeyleri bir kitaba çeviriyor. İbnü’l-Arabî’nin ağzından duymuş olduğu şeyleri el-İnba ilâ
Tarikillah adlı kitap şu anda elimde ince bir defterdir. Bu zat Malatya’da vefat ediyor. Bu
arada Mevâkiü’n-nucûm gibi bazı eserlerini Abdullah Bedr Habeşî için yazıyor. Hacda birlikte
bulunurlarken Abdullah Bedr Habeşî bir soru soruyor İbnü’l-Arabî o soruya cevap bulmak
için istihare yapıyor. İstiharenin sonucu olarak Hilyetü’l-evvel isimli eserini yazıyor. Abdullah
Bedr Habeşî bu eserin yazılmasının müsebbibi oluyor.
Bakınız İbnü’l-Arabî vefatıyla ilgili Ruhu’l-kuds adlı eserinde ne söylüyor: Yirmi üç
yıllık arkadaşımdı. Onunla beraber olduğum esnada Malatya’da vefat etti. Benim evimdeyken
sekeratü’l-mevt hali geldi. Rabb’ine kavuşmak için çok istekli olduğunu gördüm. Ölüm
geldiğinde gece vaktiydi. Ve vefat etti.- Malatya’da İbnü’l-Arabî’nin evinde- Onun cenazesini
ben yıkamak istedim. Ama ne var ki sabah olduğunda insanlar evimize toplandı. Aralarında
şehrin en büyük âlimi ve kadısı Kemaleddin Muzaffer Efendi de vardı. Cenazeyi onun
yıkamasını istedim. –İbnü’l-Arabî dönemin en büyük kadısı, Şeyhülislam’ı Kemaleddin
Muzaffer Efendi’den bunu isteyince- Kadı Efendi “Allah’u Ekber!” diyor. –İbnü’l-Arabî
taaccüp edip neden böyle dediğini soruyor. Kadı efendi “Çok enteresan dün bağımda idim.
Birden bir ses geldi bana: “Git gusül abdesti al!” dedi. Kendi kendime öyle bir hacetimin
olmadığını söyledim. Bunun üzerine “Hayır! Git al!” diye bu ses üç kere tekrarlandı. Bana
gelen ses şöyle devam etti: “Bir Allah dostunu yıkayacaksın.” Bunun üzerine bağımda akan
su arkına gidip yıkandım ve guslümü aldım. Şimdi buraya geldim ve sen bana “Cenazesini
sen yıka!” deyince daha önce kim olduğunu bilmediğim bana gelen manevi işarette kimin
olduğunu bilmiyordum” dedi ve cenazeyi yıkadı. Kadı efendi cenazeyi yıkarken şöyle bir
duyguya kapılıyor: “Benim gibi günahkâr aciz bir adam kim oluyor da böylesi muhterem bir
zatı yıkıyor. Cenazeyi yıkarken Abdullah Bedr Habeşî gözlerini açtı ve bana tatlı bir tebessüm
ile –yani işine devam et- der gibi bana güldü ve tekrar gözlerini kapattı.” Bugün kabrinin
Battalgazi ilçesinde ama nerede olduğunu bilemiyoruz. İnşallah bir gün ehl-i keşf biri bunu
keşfeder ve bulur. Üzerinde türbe olsa da olmasa da böyle büyük Allah dostları yatıyor bu
topraklarda.
Son olarak şunu söyleyeyim İbnü’l-Arabî hazretleri Malatya’nın, dönemin yine önemli
vaizlerinden, hatiplerinden Bedreddin Efendi’nin kendisine şöyle bir nakilde bulunduğunu
söylüyor: Ailem bana “Abdullah Bedr Habeşî’yi gömüldükten sonra sabaha kadar kabrinden
yukarı doğru, göğe doğru bir ışığın yükseldiğini bütün aile efradımızla müşahede ettik” diyor.
Bakınız bunu nakleden bir tasavvuf, tarikat yahut tekke şeyhi değil; dönemin müftüsü, hatibi,
vaizi, şerî ilimler mütehassısının ailesinin söylediği bir şey. Sabaha kadar onun kabrine nur
yağdı.
BAŞKAN
Muhterem hocamıza çok teşekkür ediyorum. İbnu’l Arabi’yi ve onun Malatya’da kaldığı
yılları veciz ve akıcı bir üslup ile bize anlattı. Bu programın Malatya’da yapılmasının önemi
daha iyi anlaşıldı. Kendilerine tekrar teşekkür ediyorum. Şimdi de sözü İstanbul Üniversitesi
Öğretim Üyesi Prof. Dr. Ekrem DEMİRLİ Beye vereceğim. Çünkü Ekrem Hocamız da İbnu’l
Arabi üzerine çalışan ve onun esrelerini Türkçeye çeviren bir bilim insanıdır. Kendisinin
İbnu’l Arabi, hakikat arayışı ve vahdet-i vücud hakkında bilgi vermelerini arzu ediyoruz.
Buyurunuz Efendim.
PROF. DR. EKREM DEMİRLİ
Teşekkür ederim başlık doğru: “İnsanlığın hakikat arayışı, insanın hakikati arayışı”
varsayımı ile İbnü’l-Arabî’nin konuşulması gerekiyor. Çünkü İslam düşüncesinin bu altı, yedi
asırlık dönemin içerisinde belki en önemli isimlerden bir tanesi yahut birkaç isimden birisi
İbnü’l-Arabî’dir. İbnü’l-Arabî hem kendisinden önceyi anlamak bakımından hem de
kendisinden sonrayı belirleme anlamında çok mühim bir yerde duruyor. Yine bir başka açıdan
çağdaş dünyada biz yani Müslümanların düşünce ve entellektüel hayatımız açısından İbnü’lArabî çok derin ve önemli bir yerde duruyor. Bir bakıma İbnü’l-Arabî bir önceki dünyanın
bittiği yer ve bir sonraki dünyanın başladığı yer gibi –merace’l-bahrayn- iki denizin veya
dünyanın kesiştiği yer olarak mütalaa etmek mümkündür. Bu açıdan Türkiye’de İbnü’l-Arabî,
Sadreddin Konevî ve o gelenek üzerinde çok daha ciddi çalışmaların yapılmasında fayda
vardır.
İbnü’l-Arabî denilince gerçekten vahdet-i vücûd ve bazı kavramlar aklımıza geliyor. Bir
takım akademisyenler salt bir kavram üzerinden gidip “Bu kavramı kullandılar mı?
Kullanmadılar mı” şeklinde bir filololojik araştırmaya gidiyorlar. Doğrusu ben böyle zahmetli
araştırmalara girme taraftarı değilim. Sonu yok. İbnü’l-Arabî’nin kendi eserlerine
baktığımızda gördüğümüz şey üzerinden konuşma taraftarıyım.
İbnü’l-Arabî’yi ve Konevi’yi anlayabilmek için bunları bir mütalaa etmekte fayda var.
Özellikle İbnü’l-Arabî’nin ana düşüncesini - Fütühât-ı Mekkiyye’de pek çok konuya giriyor.
Onu anlamak için Konevî ile birlikte zikretmekte fayda var. İbnü’l-Arabî’nin düşüncesini
anlayabilmek için İslam düşüncesinin geldiği evreyi bilmek lazım. Bu evreyi dikkate
almazsak İbnü’l-Arabî’nin ne yaptığını tam olarak anlamış olmayız. Nedir o evre, Gazzâli
dönemidir. İmam Gazzâli İslam düşüncesinin Hicaz’dan Doğu Akdeniz’e taşınmasıyla orada
Grek Felsefesi ve Zerdüşt, Mısır vs. gibi –bugün artık takipçisi olmayan- diğer inançlarla
karşılaşmak suretiyle İslam düşüncesi hakkında çok ciddi çatışmalar ve krizler yaşıyor. Belki
tarihimizin en önemli dönemi İslam’ın bu karşılaşma dönemidir. Ümmî bir topluluğun, ümmî
bir cemaatin okur-yazar kültür ve toplumlarla karşılaşma serüveni çok ciddi bir meseledir. Ve
bugün dahi onun izlerini bir şekilde yaşıyoruz. Müslümanlar buradan bilimleri ve düşünceleri
geliştirerek bir şekilde çıkmaya çalıştılar. Bununla birlikte çok ciddi krizler de oldu. Hatta
şöyle bir paradoks var orada: Siyasal ve askeri açıdan fütuhat var iken düşünce ve ilim
külliyatı açısından çok ciddi kırılmalar ve krizlere şahit olunan bir dönemdir.
Gazzâli denilince Bağdat dolaylarında şekillenmiş bir düşünceden bahsetmiş oluyoruz.
Gazzâli felasife ile mücadele ederken bir kavram kullanmaktadır. Daha sonra ben bu
kavramın İbnü’l-Arabî’de ve onun takipçileri tarafından tersine dönüştürüldüğünü ve düşünce
tarihinin bu şekilde oluşturulduğu kanaatindeyim. Nedir bu kavramlaştırma? Hepinizin bildiği
ve belki kişisel olarak da yazılarında çok işlediği bir konudur. Gazzâli felsefe ile ilgili şu
kavramı kullandı: Tehafüt dedi. Tehafüt şu demektir: Filozofların görüşleri birincisi temelsiz,
ikincisi çelişiktir. Temelsizdir çünkü filozofların söyledikleri doğa bilimlerine dayanmak
iddiası aslında gerçekleşmemektedir. Bu bakımdan temelsizdir. Çelişiktir çünkü filozoflar
kendi içlerinde çok çelişkili ifadeler kullanırlar ve kendi içlerinde çok çelişirler. Bu iki cümle
aslında Gazzâli’ye bir şey ima ettirdi: Eğer tutarlı ve temelli bir metafizik olsa o zaman bunu
kabul edebiliriz. Buna mukabil Gazzâlî İslam düşüncesi içerisinde nazarî düşünceyi temsil
eden Kelam’a baktığında Kelam’ı yetersiz olmakla eleştirdi. Hatta onun bu konudaki
eleştirileri -şahsen bir kısmına katılmıyorum ama- hakikaten aşırıdır. Kelam ile ilgili ağır
eleştirilerde bulunmuştur. Daha sonra İbnü’l-Arabî’ye, Konevi’ye yahut o geleneğe
geldiğimizde bu eleştiri tersine çevrilmiştir. Bu tersine çevirmeyi anlamadan İbnü’l-Arabî’yi
anlayamayız.
İbnü’l-Arabî şöyle düşündü: Felasifeye yahut herhangi bir geleneğe tutarsız demek
doğru değildir. Yetersiz, kifayetsiz demek daha doğru olur. Buna mukabil İbnü’l-Arabî’nin
eserlerinde Kelam ve Fıkıh eleştirisi çok ciddi bir yer tutmaktadır. Çünkü o dini düşüncenin
erken dönemde bir form kazandığını ve daha sonra ilerlemediğini düşünüyor. Özellikle tevhid
kavramı üzerinden eleştirileri vardır. Peki, yapılması gereken şey nedir? Bunu iki açıdan ele
alabiliriz: Eğer felsefe açısından yani metafizikçi gelenek açısından bakacak olursak
yapılması gereken şey metafiziğin ikmal edilmesidir. Eğer Kelam ve Fıkıh açısından yani din
bilimleri açısından meseleye bakacak olursak yapılması gereken şey bu tutarsızlığın giderilip
dini bilimlerin, dini düşüncenin başka bir noktaya gelmesidir. Aslında İbnü’l-Arabî’nin
yapmaya çalıştığı şey Gazzâli’nin öngörmeyip yapamadığı şeyi tamamlamaktır. Bu dönemden
itibaren arkasında “savf” dediğimiz şeyi –hakikaten ciddi bir isimlendirme problemi
yaşanıyor ve bunun müstakil bazı şeyler de yazmaya çalıştım. Dönemi anlamak için ciddi bir
isim problemi ortaya çıkıyor- İbnü’l-Arabî ile yeniden bir dönem ortaya çıkıyor. Böyle bir
sorunu Gazzâlî, metafiziği ikmal ederek yahut Kelam’ın tutarsızlığını gidererek çözümlemek
ister. Metafiziğin ikmal edilmesi ne demektir? Akılcı olan bilim geleneğini yahut metafizik
geleneği, akılcılığa bağlı olan ahlakçı geleneği vahiy ile ikmal etmek demektir. Yani
merkezine vahyi alarak yeniden inşa etmek demektir. Bu nedenle İbnü’l-Arabî Müslümanların
yedi asırdır yapmak istediği işi yapmaya çalıştı. Merkeze vahyi alarak, aklı sınırlayarak vahiy
üzerinden bir düşünce hayatı inşa etmeye çalıştı.
Çağımızda İbnü’l-Arabî ile ilişki kurmaya çalışırken hareket edeceğimiz noktalardan
biri bu olmalıdır. Vahiy merkezli bir düşünür ile karşı karşıyayız. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî
ister Kelam’ı, ister Fıkhı isterse de Felsefe’yi eleştirsin yapmak istediği şey, vahiy merkezli
bir düşünce inşa etmektir. İkinci bir nokta ise Tasavvuf ile İbnü’l-Arabî’nin ilişkisini ortaya
çıkarmaktadır. Tasavvuf erken dönemden itibaren Müslümanlara bir şey öğretti ve bu
Tasavvuf dışındaki bilimlerde karşılığı olan bir şey değildir. Akıl ile ahlak arasındaki ilişki bir
Tasavvuf problemidir. Bu nedenle genelde bilgi-eylem, iman-amel tartışmaları ortaya
çıkmıştır. Fıkıh başka bir açıdan mevzuya bakmıştır. Fakat erken dönemden itibaren akıl ile
ahlak ilişkisini sistematik olarak kuran sadece tasavvuf olmuştur. İbnü’l-Arabî vahiy merkezli
düşüncesine akıl-ahlak ilişkisini de ekleyerek oradan müşahede, mükaşefe gibi kavramları
çıkartmıştır. Bu şu demektir: Ahlaklandığımız zaman idrakimiz daha da artacaktır. Ahlakımız
daha yüksek olduğunda varlığı anlamamız, Tanrı’yı tanımamız, kendimizi tanımamız ve
bütün hakikati tanımamız –eşyayı olduğu hal üzere bilmemiz- mümkün olacaktır. Bu
sistematiği ilk kullanan İbnü’l-Arabî’dir.
Şimdi ise İbnü’l-Arabî düşüncesinin birkaç hususu üzerinde durmam lazım. Vahdet-i
vücûd denilen şey aslında böyle ortaya çıkmaktadır. İbnü’l-Arabî kendisine kadar gelen
gelenekte, Tanrı problemine baktı ve gördü. Kelam açısından Tanrı problemi bir takım
çelişkiler arz etmektedir. Mesela Kelam’ın özellikle -Mutezile’yi söylemiyorum. Mutezile
Tanrı’nın ispatının kanıtlanmasını savunur- Ehl-i Sünnet içerisinde Tanrı’nın varlığını
kanıtlamak istiyorlar mı, istemiyorlar mı bir takım çelişkiler var. Felsefe kanadına
baktığımızda İbn Sina ve Farabî ise Tanrı’nın varlığını bir istek ve arzu olarak görüyorlar.
Yani Tanrı’nın varlığının kanıtlanması lazım. Bu da çağımız açısından çok önemli bir
tartışmadır. Çünkü çağımızda benim kanaatime göre en etkin problem ateizmdir. Gerçi İbnü’lArabî bunu okusa ateizm demez deizm derdi. Ama neticede şu veya bu şekilde çağımızda da
dini hayatta ve dini düşüncede insanların en ciddi problemi ateizmdir. Dinin üzerinde en çok
durması gereken konu ateizm konusudur. Tanrı meselesidir. Aslında geçmişte de öyleydi.
Lakin günümüzde biraz daha öne çıkmıştır. İbnü’l-Arabî bu meseleyi ele alırken Tanrı’nın
varlığını bir kadiye-i müselleme olarak inceler. Yani Tanrı’nın varlığının kanıtlanması gerek
bir şey olmadığını, hepimiz delilli olarak doğduğunu söyler. Hepimiz Tanrı’nın varlığını
bilerek doğuyoruz. Bunun altını çizmek lazım çok önemli bir bakış açısıdır. Bu şekilde İbnü’lArabî Tanrı’yı kanıtlama problemini aşmış oluyor. İbn Sina felsefesinin yapmak istediği şeyi
İbnü’l-Arabî başlangıç noktası olarak kabul etmektedir. Kelam’da bir takım problemler arz
eden bir meseleyi İbnü’l-Arabî delili kabul ederek Tanrı’nın varlığını bir postulat olarak alıp
durumu başka bir noktaya taşımıştır. Böylece İbnü’l-Arabî’nin düşünce dünyası Tanrı’nın
varlığını kabul etme, bir postulat olarak ele almak üzerinden hareket eder.
Vahdet-i vücûd denilen şeyi anlamamız lazım. Vahdet-i vücûd dediğim şey: Birincisi
epistemolojik olarak bunun kaynağı vahiydir. İkincisi sistematik olarak yani bu düşüncenin
temelinde Tanrı’nın varlığının kabul edilmesi var. Tanrı’nın varlığı bu sisteme göre
tartışılmaz. Mesela biz İbnü’l-Arabî’yi modern dünyaya taşısak ve ona ateizm diye çok ciddi
bir problemin olduğundan bahsetsek İbnü’l-Arabî bunu kabul etmez. İbnü’l-Arabî bize
insanın aslında Tanrı fikrini kabul ettiğini anlatmaya çalışır. Çünkü İbnü’l-Arabî’ye göre
Tanrı’nın varlığını reddetmek imkânsızdır. Bu durum filozoflarda varlığın kendisini
reddetmek imkânsızdır şeklinde olur. Biz bunu şu şekilde ifade ediyoruz: وجود من حيث هو
الوجودşeklinde kavramlaştırılmıştır. Bu kavram İbn Sina’da metafiziğin konusudur. “Varlık
olmak bakımından salt Varlık.” Buna mukabil İbnü’l-Arabî geleneğinde وجود من حيث هو الوجود
الحقşeklinde tanımlanarak salt varlığın Tanrı olduğunu düşünmüş oldular. Bu çok önemli bir
noktadır. Kanaatime göre biz bugün Müslüman düşünceyi yeniden hareket ettirebileceksek
bakabileceğimiz noktalardan bir tanesi burasıdır. Yani İbnü’l-Arabî’nin Tanrı’nın varlığını bir
postulat olarak kabul etmiş olması Müslüman düşüncesinin hareket noktalarından birisi
olmasıdır. İkinci nokta ise Tanrı’nın varlığını kabul ettikten sonra en büyük problem Tanrıalem ilişkisidir. Yani bu problem aslında Grek felsefesine kadar devam etmiştir. Yine bu
topraklarda, Akdeniz’in doğu kanadında tartışılan büyük meseledir: Tanrı-alem ilişkisi nasıl
ortaya çıkacaktır? Determinizmi nasıl izah edeceğiz? Tanrı’yı deistçe mi yorumlayacağız? İlk
hareketi verdi mi? Yaratılış oldu mu, olmadı mı? Ne diyeceğiz? Bu çok önemli bir
problemdir. Bu problemin hususi kısmı Tanrı-insan ilişkisidir. Bu kez İbnü’l-Arabî ayân-ı
sâbite dediğimiz bir kavramla Tanrı-alem ilişkisinin yaratılış öncesinden çözdü. Ayân-ı sâbite
meselesi aslında Eş’ârilikten gelen ve Ehl-i Sünnet geleneğinde olan ilahi sıfatlar probleminin
yeni bir yorumudur. Hatta İbnü’l-Arabî’ye göre bakarsak ilahî sıfatlar probleminin
çözemediği problemi ayân-ı sâbite çözmeyi hedefledi.
Bu iki problem yani Tanrı’nın varlığının bir postulat olarak alınması ve ispata gerek
duyulmaması ile Tanrı-alem irtibatını anlatmak için İlahî ilimde sabit hakikatler meselesi
İbnü’l-Arabî düşüncesini hususi düşünce kılan yönüdür. Bunun dışındaki hemen tüm konuları
biz şu veya bu şekilde başka yerde bulabiliriz. Lakin bu ikisini bir arada İbnü’l-Arabî ve onun
takipçilerinde bulabiliriz. Bu nedenle İbnü’l-Arabî bu düşüncenin yedi asırlık dönemin ürünü
olduğunu kabul eder.
“Ağaç meyveye durdu” tabiri İbnü’l-Arabî de Konevi de kullanır. Yani yedi asırlık
ağaç/İslam’ın şecere-i mübarekesi meyveye durdu ve bu dönem olgunluk dönemi olarak kabul
edildi. Bu da çok önemli bir meseledir ve altını çizmek gerekmektedir. Türkiye’de İbn Haldun
üzerine bir tarih okuması olarak, sosyolojik çalışma yapılmaya çalışılmaktadır. Buna bir şey
demiyorum. Çok ciddi sorunlara da neden olabilir bu yaklaşım. Fakat İbnü’l-Arabî’nin çok
enteresan bir tarih yorumculuğu vardır. Hem kozmik, evrenin oluşu açısından hem de insana
doğru evrilen ve oradan İslam ümmetine ve Hz. Peygamber’e doğru evrilen bir maksada
doğru akan tarih fikri vardır. Özellikle tarih üzerine yahut başka konulara çalışanlar İbnü’lArabî’den bu konularda çok ciddi bir şekilde faydalanabilirler. İbnü’l-Arabî’nin üzerinde
durduğu noktalardan bir tanesi İslam tarihinin epistemik gelişim serüvenidir. Yani nereden
nereye doğru gelişiyor? Ümmîlikten başka nereye doğru gidiyor? Geldiği noktada kendi
dönemini ve yedinci asır marifetin zirve yaptığı dönem olarak düşünüyor.
İbnü’l-Arabî’nin kendisinden sonraya bir takım projeksiyonlarının, tespitlerinin
olduğu söyleniyor. Ben bunlara hep kuşku ile baktım. Çünkü İbnü’l-Arabî bu zille dönemini
tespit ettikten –ki Konevî’de de görülür- sonra kıyametmiş gibi görüyor. Kendilerini bir
bakıma son düşünürler olarak görüyorlar. Mesela Sadreddin Konevî’nin Fatiha Tefsir,
Mefâtihu’l-gayb gibi eserlerinde biraz daha ortaya çıkmaktadır. Benzer ifadeler, bu işin
takvimlendiği ve sonuna gelindiği İbnü’l-Arabî’de de vardır.
Elhâsıl İbnü’l-Arabî vahdet-i vücudu iki temel mesele üzerine kurar: Tanrı’nın
varlığını bir postulat olarak görmek ve Tanrı-alem ilişkisini ayân-ı sâbite ile açıklayarak üç
bin senedir insanların bu topraklarda tartıştığı metafiziği yeni ve son noktaya taşımış oldu.
Bizim için bugün geriye baktığımızda İslam düşüncesi ile ilişki kurarken hareket edeceğimiz
en önemli noktalardan iki tanesini bize vermiş oldu.
Daha önce Mahmut Bey ile 2012 yılında Sadreddin Konevî vesilesiyle gelmiştik bir
fikrin takibi açısından bunu söylemek istiyorum. Orada bir panelde bir şey konuşulmuştu.
Burada Malatya’mızın çok kıymetli Valimiz, Rektörümüz, Belediye Başkanımız var. Buradan
aktarmak istiyorum. Orada şöyle bir durum olmuştu. O dönemdeki Belediye Başkanımızla İl
Kültür Merkezinde idik “Böyle merkezlerin adı Sadreddin Konevî Kültür Merkezi olmalıdır”
gibi bir konuşma olmuştu. Doğrusu o söz hala açıkta duruyor. Hem İbnü’l-Arabî’de hem de
Konevî’de nitekim Malatya müktesebatı var. Malatya’ya bir değer katmışlar. Malatya onlarla
şereflenmiş, onurlanmış ve gururlanmış. Onu yâd etmek için, onların anılarını taze tutmak için
bir takım ciddi kurumlara, yollara, caddelere, kültür merkezlerine vs. isim vermeleri
gerekmektedir. İnönü Üniversitemizde İbnü’l-Arabî Araştırma Merkezi, Konevî Araştırma
Merkezi gibi kurumlar kurmak yine çok faydalı olacak diye düşünüyorum. Hepinize teşekkür
ediyorum. Saygılarımı sunuyorum.
Başkan
Prof. Dr. Ekrem Demirli hocamıza da teşekkür ederim. Gerçekten İbnu’l Arabi ve
onun tasavvuf dünyası hakkında çok kıymetli bilgiler verdiler. Bu giriş paneli ile programın
güzel bir başlangıcı ve sunumu yapıldı. Bir ara verme zamanı geldi. Oturumu kapatırken
bütün konuklarımıza ve katılımcılara tekrar teşekkür ediyorum. Bundan sonra program,
program kitapçığında belirtildiği üzere dört salonda oturumlar halinde devam edecektir.
I. OTURUM
BÜYÜK SALON
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Mahmut Erol KILIÇ
OPEN TO HEAVEN, ROOTED ON EARTH: IBN ARABİ’S ROLE IN REVIVING
RELIGION
Prof. Dr. Stephen HIRTENSTEIN
THE NOTİON OF CERTAİNTY (YAQÎN) ACCORDİNG TO IBN AL‘ARABÎ
Prof. Dr. Denis GRIL
IBN AL-‘ARABÎ: THE SUN NEVER SETS
Prof. Dr. Bakri ALADDIN
OPEN TO HEAVEN, ROOTED ON EARTH: IBN ARABİ’S ROLE IN
REVIVING RELIGION
Prof. Dr. Stephen HIRTENSTEIN
(
Arabi's works as sources of direct divine inspiration. What people find in them
reflects their own character and potential, just as the golden calf made the sound of a cow,
rather than any other creature, when it was 'brought to life' by al-Samiri throwing the angelic
dust at it.
All the various reactions to Ibn (Arabi's writings can be understood as a similar
process, the action of Life within different recipients: from Sadr al-din al-Qunawi to Ibn
Taymiyya, from al-Taftazani to Ibn Kemal Pasha, from the Muhyiddin Ibn 'Arabi Society to
Diriliş Ertuğrul. One may discern exactly the same process in small groups of seekers reading
Ibn (Arabi's works today, alternately baffled and inspired by the words, but hardly ever
unmoved or untouched.
When discussing Ibn (Arabi's legacy, we tend to concentrate on his great followers
such as Sadr al-din al-Qunawi or Niyazi Misri (who also had a Malatya connection), masters
who became human in the true sense and transmitted something of the truth in their own right.
But Ibn (Arabi's writing has left its mark on many. While there is no doubting the general
uplifting impact of and his teachings, there is equally no doubting the mirror-like selfrevelatory quality which they can engender, revealing the level of the reader, whether a Moses
or a Pharaoh.
Today we are witnessing a resurgence of serious interest in Ibn (Arabi's writings and
teachings, both from people brought up in the Islamic religion and those who come from other
perspectives. Their universal appeal does not lie in their 'popularity', as they do not appeal to
everyone. They act more like rain or water: flowing constantly, sometimes a deluge,
sometimes a trickle; where blockages are found, flowing round them; where stone is found,
eroding it gradually - until the full force of the living world of Spirit is allowed to do its
compassionate work in and through the human being. This universality is referred to in Jesus'
words to a Samaritan woman when he asked her for a drink at a well, breaking the usual rules
of etiquette between Jews and Samaritans22: 'Everyone who drinks this water will be thirsty
again. But whoever drinks the (living) water I give him will never thirst. Indeed the water that
I give him will become in him a fount of water springing up to eternal life.' This universality
is also the essence of the Prophet Muhammad's message, encapsulated in the enlivening
Quranic verse inscribed over the doorway of the Ulu Cami in Eski Malatya:
'The places [of prayer] where prostration is made belong to Allah: so do not call on
anyone along with Allah' (wa-anna-l-masâjida lillâh fa-lâ tad'ü ma'a Allah ahada) 1
given to an individual by other people. However, Ibn (Arabi breaks all the rules by speaking
of himself as Muhyî al-DTn, 'The Enlivener of the Religion'. In fact it was in (Eski) Malatya
that he seems to have made this known to others, when he introduced himself as the author of
the Hilyat al-abdal 1 * On the title page he refers to himself in extraordinary terms as
22
23
Gospel of John, 4:7-14.
Q 72:18.
'sayyiduna wa-imamuna al-shaykh al-imam al-'arif al-awhad al-muhaqqiq baqiyyat
al-salaf wa-'umdat al-khalaf MuhyJal-Dln Abü 'Abd Allah Muhammad b. 'AlJ Ibn
Muhammad Ibn al- 'ArabJ al-Tâ'J al-HatimJ al-AndalusJ'. This should not be seen as an
exaggerated sense of his own importance, but as a clear perception of the inspiration he was
saturated with and the role he was required to fulfil.
This sense of his own destiny is also demonstrated in one of his 'tribal boasting' fakhr)
poems, perhaps written around the same time, where he speaks of himself in the first person:
'I am the Enlivener (al-muhyJ) - I have neither kunya nor country;2
I am Muhammad al-( Arabi al-Hatimi! Every age has someone who is
its very soul/essence ('ayn)and I alone am that individual in this
time.'3
The poem concludes by stating that this quality of muhyJ is something that comes
directly from the Divine, not as a right but as a grace that is bestowed upon him, 'something
the envious can only covet and strive for'.
How is the enlivening grace that Ibn (Arabi manifests still present and active? Of
course the prime legacy of Ibn (Arabi is not in his day-to-day teachings (necessarily limited to
those present in his time), nor in stories told about him by others (necessarily coloured by
people's perceptions), but in his writings (which he says were all the fruit of divine
inspiration). These writings in some sense embody or transmit this life-giving, uplifting
inspiration. Just as al-Samiri picked up life-giving dust from the angel Gabriel's horse4, so
readers through the ages have taken to Ibn be alive by virtue of being in this world, simply
through inhabiting a body, for Ibn (Arabi this in no way constitutes proper human life: as long
as we are ignorant of our reality and act according to self-will, we are not living. As Abu
Yazid al-Bistami said to the literalist scholars of his time: 'You take your knowledge as a dead
18
See Yusuf Ağa 4868, pp. 74-83, copied by the author in Malatya on 9 Rabi( I5 602/23
thing
from
the dead; we take our knowledge from "the Living One who does not die".'
October
1205.
As we have mentioned, according to Ibn (Arabi, through this Name al-Muhyl God
'gives life to every existent being so that it may glorify Him with its praise'. How, then, does
he explain the Name in relation to the servant who acts as the place of manifestation of alMuhyl? 'Whoever enlivens barren (lit. 'dead') earth - and whoever enlivens [a soul] is like
one who has enlivened all of humanity - and whoever applies himself to reflection and
penetrating perception, such a one enlivens his own soul, and [truly] deserves to be called by
the name "enlivener".'6
As Ibn (ArabT suggests, this is, first and foremost, a matter of the fullest application of
reason, in the form of clear thinking (fikr) and direct perceptive knowing (istibşâr). This
engenders a self-enlivening ('such a one enlivens his own soul'), whose very nature includes
the enlivening of others, an inner uplifting identification with Spirit, a penetrating perception
that Life is Divine and flowing in everything, such that the soul is fully open and receptive to
2
G. T. Elmore, I s l a m i c S a i n t h o o d i n t h e F u l l n e s s of T i m e (Leiden, 1999), p. 14, who gives an alternative translation of the
second part of the first line: "I speak not allusively nor foolishly".
3
D J w a n (Cairo, n.d.), 44-45. The second line appears in contrast to the first in suggesting he does have an origin, and can be read as
showing two lineages: one universally enlivening like Jesus (al-Hatim al-Ta'i came from the Yemen, which is spiritually associated with
Jesus); one generous and Arab like the Prophet Muhammad. The third line can equally be translated as: '[Every age has someone who]
embodies its full potential... is its wellspring... is its source of life'. The word ' a y n primarily means a spring or source, i.e. an image of water
in movement.
4
See Q 20:86-98.
5
Cited in Fut.I.279, quoting Q 25:58: 'And trust in the Living One, who does not die, and glorify Him by praising Him...'
6
K a s h f a l - m a ' n â , 61/3, quoting Q 5:32.
the action of the Spirit, without any ability or power of its own. This is participation in what
Ibn (ArabT calls 'luminous, sublime, eternal divine life'7.
The title Muhyl al-DTn, then, the enlivener of the religion, has a marked universal
aspect, as one whose nature and function is to enliven others spiritually. I shall leave aside the
historical dimension of those who were called Muhyiddin, a title especially popular among
prominent men of the 6th-7th/12th-13th centuries and among certain followers of Ibn (Arabi
in the 9th-10th/15th-16th centuries8, and mention only what it signifies in the case of Ibn
(
Arabi, since it is a title which has become very much his own, far more so than his birthplace
or physical ancestry.9 It is one of the tenets of Islamic studies that Sufis would never refer to
themselves by such a title, that this is a kind of self-praise that does not sit well with the
poverty they espouse. These are titles are unaware of this inner connection as they are literalminded and 'have never smelt a breath of the perfumed breezes of Pure Generosity... they
never stop being slaves to the world and being shackled by the literal [letters].'10 The only
alternative to such literal-mindedness, he says, is living according to a clear proof (bayyina)
from God.
The Name Muhyî is most often related to enlivening something that is dead, reviving
through the breath, whether this is the life of the body, as in the manner of Jesus, or the life of
the Spirit, as in the principle of Muhyiddin. But here a note on the translation of this word
muhyî is needed: it may mean 'enliven', that is giving life to something that is not alive, like
Jesus breathing life into a bird made of clay (Q 3:49), or it may mean 'revive', that is giving
life again to something that was alive and has died, like Abraham being shown how God
revives the dead with the example of four birds (Q 2:260). Following such Quranic usage, Ibn
(
Arabi clearly uses both concepts: for example, in relation to Himself God is the Enlivener
muhyî because 'He gives life to every existent being so that it may glorify Him with its
praise', and this Life flows through everything, both what we call animate or inanimate 'those endowed with mystical perception, whether angels, prophets or friends of God, have
witnessed with their own eyes the action of Life in inanimate beings.'11 On the other hand,
God is also known as the Reviver of the dead (mııhyîal-mawtâ, Q 30:50); as stated in Q
2:28: 'How can you not believe in God, for you were dead and He gave you life? Then He will
cause you to die, and then He will bring you back to life a g a i n . ' This is not the place to go
into the theological and philosophical debates about whether this enlivening only happens for
beings that were 'dead' - for Ibn (Arabi the main point of this Name as regards the servant's
relationship to God is 'for your heart to be vivified with the life of knowledge and your limbs
to be enlivened with the life of obedience'. In other words, the life-giving force is related to
the death-like ignorance of the heart and self-willed actions. The Name mı hyî, then, is not
simply life-giving in some vague literal sense of being 'alive', like a river that irrigates land
and allows plants and trees such as apricots to be grown, but is fundamentally a spiritual
revival - it includes the idea of knowledge-giving and the capacity for right action or 'acts of
obedience'. It is related to the nature of being human in the fullest sense: it is the aspect of the
Divine that causes or brings Life, i.e. obliges us to recognise Reality and our own true nature.
In this respect, 'life' means 'knowledge' rather than ignorance, the 'obedience' of the true
servant rather than self-will. This is the living world of Spirit, which is not what we imagine.
While people ordinarily consider themselves to make glucose from carbon dioxide and water,
See F u ş ü ş , ed. M. Kılıç and A. Alkış (Istanbul, 2016), p. 131.
For example, the title of Muhyiddin was given to members of the Banu Zaki family in Damascus, the m u h a d d i t h al-Nawawi, Ibn Suraqa,
al-Maghribi, as well as Baha' al-din-zade Muhammad Efendi, Muhammad Gulsheni, Muhammad Uftade and so on.
9
It was also given to his grandson, also named Muhyi al-Din Muhammad (d. 698/1299). See al-Dhahabî, T a ' r l k h a l - I s l â m , ed. 'Umar
Tadmuri (Beirut, 1987), p. 367.
10
T a j a l l i , no. 26.
11
K a s h f a l - m a ' n â , 61/2.
16
8
and then release oxygen and many other chemicals back into the atmosphere. The Japanese
practise 'forest-bathing' (shinrin-yoku): walking in the woods lowers the blood pressure,
reduces stress and boosts the immune system. Without the trees' action of constant chemical
transformation, removing potential harm and giving what is beneficial for physical life, all life
would die.
Here I would like to focus on this particular enlivening quality inherent in the true or
realised human being, a quality that stems from standing erect between heaven and earth and
being a transformer of light. This is the reason why people go to visit the tombs of saints, so
as to receive a life-giving breath and be enlivened amidst the grave of this world. Such lifegiving transformation only occurs by the action of heavenly light and the inherent qualities of
earth.
There are, of course, two fundamentally different perspectives on life: the life of the
body and the life of the spirit, and the death of one does not necessitate the death of the other.
Ibn (Arabi's perspective on human and divine life is refreshingly direct:
'A servant has [only] three conditions: a condition of being with their own soul and nothing
else - which is the moment/time in which their heart is asleep to everything; a condition of
being with God (Allah); and a condition of being with the world. The Exalted Creator... has
two states: one with regard to Himself and one with regard to His creation.'12
In other words, leaving aside the slumber of the heart (which is temporary unreality
and illusion), there are four possible modalities of being: the servant in relation to God (facing
the openness of heaven above) and the servant in relation to the world (being rooted in the
earth); the Divine in relation to Himself and the Divine in relation to the world. Given that in
fact the Divine manifests Himself through the realised human, this foursome actually becomes
three: the servant in relation to God, the Divine in relation to Himself, and the Divine servant
in relation to the world. This is precisely how Ibn (Arabi, following Abu Madyan, depicts
each of the Divine Names, through the terms ta'alluq, tahaqquq and takhalluq.
There are many implications of this central teaching: for example, every created being
has a condition of being with God, and therefore must be properly respected as His place of
manifestation. In his Tajalliyât, Ibn (Arabi points out that for human beings much depends
on whether this state of affairs is recognised or not - exoteric scholars profound experiential
vision and realisation of the holistic nature of things. As the 17th-century akbarian (Abd Allah
Bosnevi puts it in the introduction to his commentary on Ibn (Arabi's Fuşüş al-hikam, after
describing the Perfect Human as the synthesis of the Five Presences:
'Know that Being is One: it has a manifest side, which is the world/universe ('alam),
and it has an interior side, which is the Names (asma } ), and it has an isthmus (barzakh)
which unites and separates the world and the Names, so that manifestation is thus
distinguished from interiorisation and interiorisation distinguished from manifestation - this is
the Perfect Human.'13
What is striking about this passage is the depiction of the universe as single and the
Names as plural, or in other words that the only plurality that really exists, given that Being is
One, is a plurality of aspects, faces, ways of seeing, which are summarised as the Names, the
very same Names that are described as being taught to the first Human Being, Adam14. This is
a way of alluding to the vision of the Perfect Human, who is no longer caught up in a world of
appearances and does not take an apparent multiplicity of things as anything other than Divine
12
Fut.I.53.
S h a r h F U Ş Ü Ş a l - h i k a m , MS Yusuf Ağa 5464, fol. 17b.
9 See Q 2: 30-34.
13
Manifestation, distinguishing external form from interior meaning. The horizon that appears
in this world is then a pointer to the isthmus-reality of the Perfect Human. In Rumi's phrase,
such a human 'retains nothing of his own qualities', because he knows that he has never had
his own qualities, that the only quality one can 'possess' is a non-quality, 'essential
servanthood' ('ubüda).
In the plant kingdom, the alif is seen in the form of a tall straight tree - rooted in the earth and
spreading its branches and leaves to heaven, receiving its nourishment from the sun above and
the earth below. This image is used by Ibn (Arabi and other masters to depict the reality of the
human being: as he writes in his early Andalusian work, al-Ittihadal-kawnl, ' I am the
Universal Tree of synthesis and likeness. I have deep roots and my branches are lofty.' 15 The
synthesis points to the aspect of the Human as embracing (jami') all the Names and being
the place of manifestation of the supreme Name, Allah; the likeness points to the Human as
the divine Likeness (which Ibn (Arabi understands from Q 42:11, 'there is no thing like
Him/His likeness', laysa ka-mithlihi shay'un). The tree imagery is powerful. Trees are the
great enlivener of our planet through the process of photosynthesis: they transform energy
from sunlight to me on the authority of some of his household that they had looked down at
night from the rooftop onto the grave of al-Habashi and had seen a great light reaching to it
from the sky. The light persisted till dawn'.16 An open tomb . . . somewhere in Malatya... a
great light from the sky...
One aspect of this openness to heaven is that it establishes the barzakhl nature of the
human being, simultaneously uniting and separating above and below. The human being
standing erect, rooted on the solid earth below, spatially limited, and simultaneously open to
the heavens above, infinite sky, endless space - the consciousness of spatial limitation and
unlimitedness is found at the centre of our physical being, i.e. the heart. This seat of human
consciousness is situated midway between earth and heaven, between limitation and
unlimitedness. As upright creatures with erect spines, we also have eyes that look to the
external horizon where earth and heaven appear to meet - the horizon is not a 'thing' like sky
or earth, and yet it is fundamental to human consciousness. Without a proper understanding of
its intelligible reality, we have no proper root in this world.
The view of the earthly horizon is always present, even when apparently bounded by
buildings or trees. Only when we are inside a building are we obliged to remember such a
principle, as no horizon is visible to our physical eyes. We are not here in this world to be
bowed down to the ground by the burdens of living, so that we no longer see this junction such a posture is a way of being humbled, brought low, but according to Ibn (Arabi, we are
already lowly by being servant. We are not here to have our heads covered over by ceilings
and forget our ever-present connection to the unlimited. Nor are we here to be so taken up
with the world above and the heavenly stations that we ignore or disdain what is beneath our
feet. In this world of unlimited distraction, we are all in need of reviving, being reminded of
our true nature as pure servant and our potential to receive and transmit the great light of
divine love that links heaven and earth. This is the potential mentioned by Rumi so elegantly:
'like the alif, [the fully realised human being] has taken the foremost place because of his
straightness (erectness, istiqama); he retains nothing of his own qualities'17
It is commonly understood that Ibn (Arabi is the great proponent of Oneness of Being,
wahdat al-wujüd, and that he elaborated the principle of the Perfect Human Being (al-insan
al-kamil). It is perhaps less well understood that these expressions stem from a
T h e U n i v e r s a l T r e e a n d t h e F o u r B i r d s ( a l - I t t i h a d a l - k a w n î ) , p. 35.
Ibn 'Arabi, D u r r a t a l - f a k h i r a , Veliyuddin 1800 fol. 145b-147a (in reverse order).
17
M a t h n a w l , 5/3612. I s t i q a m a has the meaning of acting in the right, just way, as well as being erect, upright.
15
16
Qur'an, and is quoted by any literate Farsi-speaker, and his poetry is now regarded in the
West as part of world culture.
The contrast is also evident in a story about a time when Rumi and Qunawi were sitting
together in friendly conversation. It is related that Qunawi turned to Rumi and said: 'For us it
is to live like a king (sultân) during the day and to sleep at night like a poor man faqir).'
Immediately Rumi retorted: 'And for us it is to live like a poor man during the day and to
sleep at night like a king.'18
This story about two of the greatest spiritual masters of their time is related by the 18thcentury Jelveti shaykh, Ismail Hakki Bursevi, who then comments that if one wants to
understand something of what they were talking about, one should look at their tombs.
Situated within an ornate shrine at the end of the main street of Konya, the tomb of Rumi
became a major centre of pilgrimage within a few generations of Rumi's death, 'the ka'ba of
lovers' as the calligraphy at the entrance proclaims19, maintained by generous gifts from
princes and pious endowments, while at the other end of town, in a quiet side-street off the
Meram road, stands a small, modest grave, the resting-place of Qunawi, topped by an
octagonal wooden kumbet frame that is open to the sky (as specified in his will), and
adjoining a mosque which used to be the house in which he lived and which contained his
magnificent library - even with the recent refurbishments by the town council, it remains a
humble tomb, though one much venerated historically as can be seen in the fact that it used to
be surrounded by a huge cemetery containing the graves of several famous men. The contrast
between the two tombs could hardly be more stark: the sultan and the faqir at night indeed.
Two spiritual tendencies depicted by tombs that are covered and tombs that are open.
Somewhere in Malatya lies the open tomb of Ibn 'Arabi's most faithful companion, Badr alHabashi, for whom Ibn 'Arabi wrote several texts20. Ibn 'Arabi said of al-Habashi: ' a man of
unadulterated clarity, a pure light, like a full moon without eclipse... he was purified at the
time of [alchemical fusion] like pure gold. His word is true, his promise sincere... he was my
companion for 23 years, and he died while I was with him in Malatya... I myself went to his
grave during the afternoon and complained to him of something which had befallen me after
his death. He answered me from the grave and gave praise to God.... Badr al-Din, the khatlb
at Malatya, told
'This is not the road to Union that we expected;
This is not the living world of Spirit that we imagined. The
spring from which Khidr drank the water of life
Is here in our own house, yet we have blocked it up.'21
This rubai in Persian attributed to Sadr al-din al-Qunawi is a beautiful and remarkable
depiction of the ungraspability of Divine Life, of how the living Reality that everyone is
seeking, consciously or unconsciously, is to be found within the house of our own self or
heart - 'yet we have blocked it up' with our illusions of selfhood. It is also a fitting
accompaniment to the picture of Sadr al-din al-Qunawi's tomb in Konya - a simple wooden
18
Ali Namli, I s m a i l H a k k i B u r s e v i v e T a m a m u ' l - f e y z (M.U. Sosyal Bilimler Enstitusu, Istanbul 1994), vol.2, p.31. My thanks to
Prof. Mustafa Tahrali for drawing my attention to this passage many years ago and for providing the reference.
19
The whole calligraphy hanging in the entry cubicle (by Jami?) reads: 'this shrine is the ka'ba of lovers; all who come here lacking find
completion' (Franklin Lewis, R u m i , P a s t a n d P r e s e n t , E a s t a n d
W e s t , Oxford 2000).
20
For example, I n s h â ' a l - d a w â ' i r and I s h â r â t a l - Q u r ' â n .
21
Quoted without attribution by Sa'in al-Din Ibn Turka in R . a l - A n j a m (MS Majlis 10196, fol. 158a), cited by Matthew Melvin Koushki
in 'The Occult Challenge to Philosophy and Messianism in Early
Timurid Iran: Ibn Turka's Lettrism as a New Metaphysics', in Orkhan Mir-Kasimov,
ed., Unity in Diversity: Mysticism, Messianism and the Construction of
structure over a plain stone tomb, open to the sky as he specifically requested in his will. I
mention Sadr al-din al-Qunawi here partly to honour the close connection of his father Majd
al-Din Ishaq and his spiritual father Muhyi al-Din Ibn 'Arabi with Malatya. But my primary
aim in looking at Sadr al-din al-Qunawi's open tomb is to contrast it with another great tomb
in Konya, the more famous one of Mevlana Jalal al-Din Rumi, which is enclosed within a
grand mausoleum. It is salutary to reflect on some of the differences between the legacies of
Sadr al-din al-Qunawi and Jalal al-din Rumi: Qunawi, the great shaykh (al-shaykh alkabJr), 'the head of the line of Sufi masters and the guide of the 'ulama 22 of his time', in the
words of al-Aqsara'i, hugely influential in his own time through his mystical teachings and
knowledge of hadith, and for many centuries after through his writings as the greatest
interpreter of Ibn (Arabi, but primarily known only to those deeply versed in Sufism (not a
single one of his books has been translated yet into English); Jalal al-din Rumi, a household
name internationally, whose Mathnawi has been called the Persian
attributed to Sadruddin al-Qunawi by the 19th-century historian Rida Quli Khan Hidayat (see Jane Clark, 'Towards a Biography of Şadr alDîn al-Qünawî', J M I A S 49, p. 1).
IBN AL-‘ARABÎ: THE SUN NEVER SETS
Prof. Dr. Bakri ALADDIN
ابن عربي ...شمس ال تغيب
في مقدمة كتاب الفتوحات المكية يلفت ابن عربي نظرنا إلى أن عقيدته ليست معروضة في
مكان واحد وإنما تم تبديدها أو تفرقتها في أبوابها الــ .560ويطمئننا بأن من رزقه هللا الفهم
قادر على أن "يميزها من غيرها" ألنها "العلم الحق والقول الصدق".23
وتعدّ هذه العقيدة "المبددة" عصية على الفهم "لما فيها من الغموض" لذا فإن ابن عربي لم
يصرح بها ،وهي التي سماها "عقيدة خالصة الخاصة في هللا" .24وذلك ألن العقول
المحجوبة بأفكارها تقصر عن ادراكها لعدم تجريدها .وقد عدد ابن عربي ثالثة عقائد يمكن
إدراكها حسب مستويات فهم المسلمين:
.1عقيدة العوام :وهي تشمل الغالبية المطلقة للمسلمين وتقوم إما على "التقليد" أو
"النظر" .والنظر هنا هو المعرفة العقلية األساسية المشتركة بين الناس ،لفهم ما ورد في
الكتاب والسنة ،وقد عرضها ابن عربي نفسه ملخصة في مقدمة الفتوحات (وهي عقيدة
أهل اإلسالم مسلمة من غير نظر إلى دليل وال إلى برهان ،ج ،1ص)38-36
.2عقيدة الناشية الشادية أو "المعلوم من عقائد أهل الرسوم" :وهي عقيدة الفقهاء وعلماء
الكالم الذين يعتمدون على العلوم العقلية واالجتهاد في الدين للدفاع عن العقيدة .ولخصها
ابن عربي عن طريق الحوار الذي أجراه بين ممثلي المناطق الجغرافية في البالد العربية.
.3عقيدة خواص أهل هللا من أهل طريق هللا من المحققين ،أهل الكشف والوجود :وهي
عقيدة كبار الصوفية ،وهي قريبة الشبه من عقيدة عين القضاة الهمذاني في كتابه زبدة
الحقائق ،ويخبرنا ابن عربي الذي عرضها في خمس وستين "مسألة" في مقدمة كتاب
الفتوحات المكية 25أنه أفرد لها كتابا ً مستقالً بعنوان كتاب المعرفة.
محاولتنا في تجميع ما فرقه ابن عربي وبدده عامدا ً متعمداً ،تظل محدودة ،ولكنها ليست
مستحيلة .لذلك فإننا سنقتصر على ابراز عناوينها الكبرى ،كما فهمها الباحث الكبير "أبو
23كتاب الفتوحات المكية ،طبعة صادر ،ج ،1ص.38
24المرجع السابق ،ص.47
3المرجع السابق ،ص47-41
العال" عفيفي ،فقد سبقنا في الحديث عن نفس المسألة« :قد أدرك ابن عربي خطورة الجهر
بهذا المذهب ،والتصريح به في صورة واضحة متكاملة في كتاب أو جزء من كتاب ،خشية
اعتراض المعترضين وإنكار المنكرين .فأذاعه مشتتا ً بين ثنايا التفاصيل ،مختلطا ً بمسائل
الفقه والحديث والكالم والتفسير وغيرها .26»...وقد حاول األستاذ عفيفي أن يقوم بجمع
عناصر هذا المذهب المتناثرة وربط بعضها ببعض ،فكتب يقول« :فلما خرجت به على
الناس قبله بعضهم وأحسنوا قبوله ،ورده بعضهم .وكانت حجة الرادين أنني أسرفت في
تأويل كالم ابن عربي ،وخرجت منه ما ليس فيه ،وخلقت من الشيخ الصوفي شخصية فلسفية
عالمية ،وضعتها جنبا ً إلى جنب مع اسبينوزا وأمثاله...وقد حرصت في كل ما كتبته عن ابن
عربي أال أنسب إليه رأيا ً إال ودعمته بنص من كتبه...باإلضافة إلى االستئناس بأقوال كبار
شراح الفصوص من أمثال القاشاني والقيصري وجامي وغيرهم .»27...والجدير بالتنويه هنا
هو تركيز أبو العال عفيفي على كتابي فصوص الحكم والفتوحات المكية.
وقد حذرنا سابقا ً من عدم االلتفات إلى قضية التطور والتراكم في مذهب ابن عربي .فغالبية
الباحثين الكبار ،باستثناء د.سعاد الحكيم ،نظروا إلى مذهب ابن عربي على أنه كتلة جامدة
ولدت منتهيةً وكاملةً دفعة واحدة .وهذا ما لم تفعله الدكتورة سعاد الحكيم في كتابها :المعجم
الصوفي حيث أظهرت تطور مصطلحاته وأفكاره بشكل عام .ذلك أن الدراسة الجدية لمذهب
ابن عربي تقتضي النظر في كل مؤلفاته ،والكشف عن تطوره ومؤثراته الداخلية والخارجية.
وفي هذا المجال نذكر نجاح أبو العال عفيفي في مجالي الفلسفة وعلم الكالم ،كما نذكر
الباحث الكبير عثمان يحيى الذي كشف عن مصادر مؤلفات ابن عربي ومظانها في المكتبات
التركية وغيرها ،كما برع في الحديث عن نظرية التوحيد وختم الوالية لدى الشيخ األكبر.
ويجب أن ال ننسى اهتمام هنري كوربان بدراسة الخيال الخالق في تصوف ابن عربي
ودراسة كلود عداس المتميزة حول حياة ابن عربي في المغرب والمشرق واألبحاث المتعددة
والكتب الرائدة للباحث المسلم ميشيل شودكوفتش .وقد برع الباحث الكبير عبد الباقي مفتاح
في الكشف عن العالقة بن القرأن وتصميم كتاب الفتوحات المكية .وما تزال المؤلفات تترى
لجيل جديد من الباحثين تضع ابن عربي في مكانه الصحيح من زعامة التصوف اإلسالمي
لثمانية قرون مضت .28نذ ّكر هنا بأعمال الباحثين داود غريل وويليام تشيتيك والتي أنارت
العديد من جوانب من حياة ومذهب ابن عربي.
وجدير بالقول بأن هذه العقيدة هي المذهب الفلسفي الذي بناه ابن عربي على أسس من
التصوف المستلهم من التجربة والذوق ،ألنه يبرهن عن ثقافة واسعة في مجالي الفلسفة
والتصوف .وعلى الرغم من أنه يتنصل فيها من فلسفة ابن سينا الذي تبنى "نظرية الفيض".
سلَّمة "االعتبارات
تلك النظرية القائمة على "مصادرة"" :عن الواحد ال يصدر إال واحد" ،و ُم َ
الثالثة" التي تؤدي إلى القول بنظرية العقول العشرة المجردة أو "المفارقة" .وتبنّى ابن
عربي بدالً عنها نظرية "العقل األول" الذي ورد في األحاديث النبوية الشريفة ،وهو بالنسبة
البن عربي عقل أقرب إلى المالئكة منه إلى التجريد الفلسفي .ومن هنا يمكن القول بأن ابن
26انظر :الكتاب التذكاري ،محي الدين ابن عربي في الذكرة المئوية الثامنة لميالده (1240-1165م) ،بإشراف د .ابراهيم مدكور ،القاهرة،1969
ص 16وما بعدها.
27م .ن.
28نذكر هنا اطروحة الدكتورة ليلى خليفة حول الفتوة في مذهب ابن عربي .انظر QIbn 'Arabi,l'initiation à la Futuwwa , Paris-:
Beyrouth (éditions Albouraq) 2001أسماء األصدقاء الذين لم نذكرهم سترد في أماكنها داخل المقال.
عربي هضم الفلسفة اإلسالمية وخالفها متمثلــــةً بابــــن ســــينا وابن رشــــــد ،بل
صب نفســـــه في مرتبــــة أعلى وأرقى من الفالسفة ،قائمة على "الشهود" في
ناقضهــــا ،ون ّ
التجربة الصوفية يقول ابن عربي بهذا الصدد:
"الشررررررع شررررررعان ،شررررررع الرسرررررل
ررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررررا
والحكمر أعلرررررم مرررررا قرررررالوه واعتقررررردوا
فرررررنحن
ونحرررررن أهرررررل شرررررهود فررررري طريقتنرررررا
وكلرررررره فهررررررو مرعرررررري لمررررررن فهمررررررا...
ومررررررا رأينررررررا لهررررررم فرررررري علمنررررررا قَرررررردَما
وهرررم بأفكرررارهم فررري حسررررة وعمرررى"
29
الغرض من كتاب الفتوحات:
إذا سألنا ابن عربي عن "الغرض" من هذا الكتاب (الفتوحات) ألجاب « :الغرض في هذا
الكتاب ،إظهار لمع ولوائح وإشارات من أسرار الوجود...فلو كانت هذه العلوم [اإللهية]
نتيجة عن فكر ونظر ،النحصر اإلنسان في أقرب مدة .ولكنها موارد الحق تعالى ،تتوالى
على قلب العبد ...والحق فياض على االستمرار ،والمحل قابل على الدوام ...فإن استعد وتهيأ
وصفى مرآة قلبه وجال ها ،وحصل له الوهب على الدوام .ويحصل له في اللحظة ما ال يقدر
على تقييده في أزمنة التساع ذلك الفلك المعقول ،وضيق هذا الفلك المحسوس.30»...
إذا كان الغرض من كتاب الفتوحات المكية هو اظهار أسرار الوجود عن طريق موارد الحق
تعالى والتي تتوالى على قلب العبد دونما انقطاع فإن لكتاب فصوص الحكم قصة أخرى ،ال
تنطبق عليها القاعدة السابقة حرفياً .وذلك ألن كتاب فصوص الحكم استلمه ابن عربي من
النبي محمد عليه الصالة والسالم في الرؤية عـن طريق "المناولة" وهي أشهر وأدق
طــــرق "اإلجــــــازة" في الحديث النبــوي .إذ يقول ابن عربــي فــي مقدمتـه « :إنـي
رأيــت رسول هللا في مبشرة أُريتُها في العشر اآلخر من محرم سنة سبعة وعشريــن
وستمئة بـمحروسة دمشـــق ،وبيده كتاب؛ فقال لي :هذا كتاب فصوص الحكم ،خذه واخرج
به إلى الناس ينتفعون به ...وجردت القصد والهمة إلـــى ابــــراز هــــذا الكتاب كما حده لي
رسول من غير زيادة وال نقصان ...فما ألقي إال ما يلقى إلي ،وال أُنزل في هذا المسطور
إال ما ي ّ
ي رسو ٍل ،ولكني وارث وألخرتي حارث ...فأول ما ألقاه
ُنزل به علي .ولست بنب ٍّ
المالك على العبد.» ...
في الكلمات األخيرة من هذا االقتباس يعود ابن عربي إلى فكرة الموارد اإللهية عن طريق
"اإللقاء" واإللهام ،علما ً بأنه يؤكد في بدايته أنه استلم الكتاب من يد الرسول ونفذ أمره في
إخراجه إلى الناس كما حدّه له ،لينتفعوا به .وإذا كان كتاب الفتوحات ينطوي على أسرار
الوجود ،فإن كتاب الفصوص يستعرض أخطر مسألتين في الدين :أسرار النبوة والوالية.
ويتميز كتاب فصوص الحكم بالجرأة وباقتحام مواضيع خالفية في االسالم من مثل "ايمان
فرعون" ،باإلضافة إلى بعض الجمل التي يقف منها شعر القارئ أو المريد غير المؤهل،
وهذا ما حصل مع األمير عبد القادر الجزائري (ت1300ه1883/م) في بداياته قبل دخوله
الطريق الصوفي حيث يقول في الموقف الثالث عشر من كتابه المواقف« :كنت مغرما ً
29ديوان الشيخ األكبر ابن عربي ،مراجعة وتقديم محمد قجّه ،بيروت – حلب ،دار الشرق العربي ،ب .ت ،.ص342
30الفتوحات المكية.
بمطالعة كتب القوم رضي هللا عنهم منذ الصبا ،غير سالك طريقه ،فكنت في أثناء المطالعة
أعثر على كلمات تصدر من سادات القوم وأكابرهم يقف منها شعري ،وتنقبض منها
نفسي.31»...
الفصوص وتكفير ابن عربي:
من المعلوم أن ابن تيم ية الذي توفي في قلعة دمشق بعد وفاة ابن عربي بتسعين سنة هو الذي
أنكر على ابن عربي كتاب الفصوص وكفره لما فيه من جمل تفيد حسب فهم ابن تيمية من
جهة أولى الحلول واالتحاد التي سبق وكفر الفقهاء عليهما منذ نهاية القرن الثالث للهجرة
الحالج ومن تبعه بحسب تقييم الفقهاء .ومن جهة أخرى ما رآه ابن تيمية في الفصوص حسب
فهمه ،مما يدل على مذهب في "وحدة الوجود" .وقد انفرد محمد بن محمد عالء الدين
البخاري )بكتابة رسالة مستقلة في نقد ابن عربي رادا ً على كتابه فصوص الحكم وأطلق على
ابن عربي في هذه الرسالة لقب" :صاحب الفصوص" .والمعلوم أن البخاري هو المؤلف
الحقيقي لرسالة :فاضحة الملحدين .وقد توفي في دمشق ودفن في المزة (ت841ه1438/م).
وكان يستمد شهرته في القاهرة من كونه تلميذا ً للمتكلم الكبير سعد الدين التفتازاني .وقد هاجر
منها إلى دمشق إثر خالفه مع قضاة المذاهب األربعة حول ابن الفارض وابن عربي ،وتهديد
السلطان ،بترك مملكته إذا لم يعزل هؤالء القضاة بعد تكفيره ابن الفارض ومخالفة القضاة له
في فهم سلطان العاشقين.
واشتد الخالف حول ابن عربي بين الصوفية أنفسهم مع ظهور آراء مجدد األلف الثاني أحمد
السرهندي الذي وجه نقدا ً صريـــحا ً لنظريـــــة "وحـــــدة الوجود" وقــــــدم بدالً عنهـــــــا
نظريتــــه في "وحـــــدة الشـــــهود" .وانبــرى محمد بن رسول البرزنجي في نهاية القرن
الحادي عشر للهجرة مدافعا ً عن ابن عربي في وجه السرهندي ،ويبدو أن هذا هو الذي دفعه
إلى ترجمة كتاب الجانب الغربي في حل مشكالت ابن عربي ،ترجمه إلى اللغة العربية
لـمؤلفــه الشــــيخ مكي الكازروني الذي كان قد كتبه للســــلطان ســــليم األول باللغة
الفارسية ،بعد دخولــه إلـــى سوريا ومصر حوالي سنة 924ه .
ويظهــر من مطالعة رســـــالة وحدة الوجود للفقيه محمد بن عثمان ،أبو سعيد الخادمي
(ت1176ه1763/م) ،أنه لم يطلع على الجانب الغربي ،علما ً بأن مؤلفه الشيخ مكي ومترجمه
(البرزنجي) ،ومؤلف رسالة وحدة الوجود (الخادمي) قد أخطأوا ثالثتهم أو ترددوا في تحديد
اسم مؤلف رسالة فاضحة الملحدين فخلطوا بين عالء الدين البخاري (841ه) المؤلف
الحقيقي لهذه الرسالة وبين أســــتاذه سعد الدين التفتازاني (ت792ه1390/م) .32والذي يمكن
أن نستفيده من رسالة الخادمي هو ما أورده فـــي مقدمتهــا مـــن كـــون شمس األئمـــــة
محمد بن حمــــزة الفناري (571ه834-ه) الذي كـــــان معاصــــرا ً للســــلطان بيازيــــد
األول وابنه محمد ا لفاتح ،ولما ولي القضاء على مدينة بورصة على ما يبدو التمس منه
السلطان محمد الفاتح حل وتوضيح "مسألة الوجود" المنسوبة البن عربي .ولكنه اعتذر
وأشار عليهم اللجوء إلى نور الدين الجامي (817ه898-ه) الذي يعزو إليه الخادمي تأليف
الرسالة السلطانية «فكتب الجامي جواب المسألة في رسالة وأرسلها إلى السلطان ،فمات
31المواقف بتحقيقنا ،ط دمشق ( ،2014دار نينوى) ،ج ،1الموقف ،13ص.49
32الـــــوحيد الذي شـــــكك بنســــبة هذه الرسالة إلـــى التفتازانــي هو عبد الغنــي النابلسي ،ولكنه لم يحقق اسم المؤلف الحقيقي :عالء الدين
البخاري .انظر :كتاب الوجود الحق للنابلسي بتحقيقنا ،دمشق ،1995في نهاية المقدمة باللغة الفرنسية.
السلطان قبل وصول الرسالة إليه .33».ويبدو أن صدى هذه الرسالة قد أحدث انقساما ً بين
علماء الدولة العثمانية حول قضية تكفير ابن عربي وأمثاله من الصوفية .يقول الخادمي في
سياق حديثه عن الفقهاء الذين تحزبوا حول قضية وحدة الوجود« :فمنهم من أصر على
تكفيرهم ،ومنهم من تأول كالمهم ،ومنهم من منع النظر إلى كالمهم مع اعتقاد صالح
ذواتهم» .ويعلق الخادمي على افتراق العلماء حول تعقيد مشكلة ابن عربي وقوله بما نسب
إليه من وحدة الوجود :إن هذه "المسألة في اإلعضال واإلشكال عديمة مثلها" .ويطلعنا
الخادمي على رؤية منامية له في آخر رسالته جرى فيها حوار بين سعد الدين التفتازاني
(الذي نحلت إليه رسالة فاضحة الملحدين) وابن عربي نفسه ،حيث يعاتب كل منهما اآلخر
فيقول ابن عربي للتفتازاني" :كيف تتجاسر على التخطئة في كالم يمكن تأويله؟".
فيجيبه التفتازاني" :ولو فرض ذلك ،الالئق أن تتكلم بما ال يوهم هذه الفسادات!".
وهنا يجيب ابن عربي الجواب المسكت لخصمه" :فإذن الواجب عليك أن تخطئني بترك
األولى".
وخالصة رأي الخادمي حول المشاكل التي أثيرت حول المسائل التي تضمنها كتاب فصوص
الحكم هي أن كالم ابن عربي مما يجب تأويل ه ،وإذا كان من لوم يوجه إلى ابن عربي فهو أنه
أخطأ بنهج اسلوب غامض و"ترك األولى" ،أي أنه كان عليه أن ينهج اسلوبا ً أكثر وضوحاً.
ويبدو أن صدى هذا الخالف بين الفقهاء وعلماء الكالم المتشددين من جهة ،وبين الفقهاء
وعلماء الكالم الكبار والصوفية أنفسهم من جهة أخرى استمر طويالً وظل يؤرق رجال
السياسة في الدولة العثمانية حتى تسنى للسلطان سليم األول ،بنا ًء على نصيحة مستشاره
الثقافي في حملته على الشام ومصر ابن كمال باشا الطلب من الشيخ مكي الكازروني بحل
مشكالت ابن عربي في كتاب مفرد.
وقـــــد أنجـــــز الشـــيخ مكي تأليف كتابه الجانب الغربي في حل مشكالت ابن عربي باللغة
الفارسية سنة 924ه وهي اللغة التي كان يجيدها السلطان سليم (ت926ه1520/م) أكثر من
العربية .ثم تمت ترجمة هذا الكتاب إلى اللغة العربية وإعادة ترتيب فصوله واستكمال مباحثه
بعناية الشيخ محمد بــن رســــول البـرزنجي (ت 1094ه) تحت عنوان الجاذب الغيبي إلى
الجانب الغربي...
ويبدو أن هذا االهتمام الزائد بابن عربي في الفترة العثمانية قد دفع بعض المتحمســيــن لهذه
الدولــــة إلى استخدام النوادر والخرافات الشعبية في دعم والية ابن عربي وتكريس لقبه:
"الشيخ األكبر" في اإلسالم .تقول أولى هذه الخرافات الشعبية :بأن تيمورلنك حينما فتح
دمشق ( 804ه) طلب من مشايخها أن يدلوه على المكان الذي ضرب فيه ابن عربي األرض
بقدمه مخاطبا ً المصليـن الذيـــن تأخروا عن خطبـــة صالة الجمعة فــي بعض الروايــات
قائـــالً لهم" :معبودكم تحت قدمي" ،وفــي رواية أخرى علينا أن نقبل بأن قبره كان على
"مزبلة" .وحين وصل تيمورلنك إلى دمشق طالب أهلها أن يدلوه على هذا المكان المشار
إليه ،فقال ألعوانه" :احفروا هنا" فلما حفروا وجدوا ذهبا ً مدفونا ً ... 34هذه الرواية يتناقلها
33انظر :رسالة وحدة الوجود للخادمي ،المقدمة.
34وثق الرواية الثانية محمد غالب الطويل في كتابه تاريخ العلويين ،طبعة الالذقية1343 ،ه1924/م ،ص.330-329
العامة في دمشق حتى األن ولكن ليس لها أي أساس من الصحة.
الخرافة الثانية هي ما أشيع في كتاب الشجرة النعمانية في ملوك الدولة العثمانية الذي نسب
تأليفه خطأ ً إلى ابن عربي .وهو الكتاب المنحول الذي اهتم به كثير من المروجين لهذه الجملة
التي تقول" :عند دخول ال "سين" في ال "شين" يظهر قبر محي الدين" ،والسين تعني
السلطان سليم (ت926ه1520/م) ،والشين الشام أو دمشق .35وقد راجت نسبة هذا الكتاب
البن عربي ولتأكيد هذه النسبة وضع على لسان تلميذه صدر الدين القونوي شرح للشجرة
النعمانية .والحقيقة أن الشجرة النعمانية وشرحها ال عالقة البن عربي ومدرسته بهما من
حيث التأليف ،أي أن ابن عربي لم يكتب هكذا كتاب على اإلطالق ،والذي شجع بعض
المهتمين بالعلوم المكتومة ،وبخاصة الجفر وعلم الحروف هو اهتمام ابن عربي بموضوع
علم الحروف من الناحية النظرية في كتاب الفتوحات المكية .وهو يؤكد في كتاب آخر له هو
كتاب الميم والواو والنون ،بأن كالمه على أسرار مراتب الحروف كطريقة ابن مسرة
الجبلي وغيره ...وليس على خواصه .ألن الكالم على "خواص األشياء" يؤدي إلى تهمة
صاحبه ،وإلى تكذيبه في أكثر األوقات .فمن حيث التهمة في الدين :يكون من أهل الكشف
والوجود (أي الصوفية الكبار) فيلحق بأهل السحر والزندقة؛ وربما يُ ّكفر .فهو كما يقول ابن
عربي :يتكلم على األسرار التي أودعها هللا في موجوداته ،وجعلنا أمناء عليها .والناس
ينسبونه إلى أن يقول بنسبة األفعال إليها .فيكفرونه بذلك ،فيأثمون عند هللا .حيث لم يوفوا من
النظر في حقنا ما يجب عليهم ،وال فحصوا عن ذلك .وأما وجه تكذيبهم ،يقول ابن عربي:
« إن المجربين لهذه األشياء ينبغي أن يكونوا عارفين بصور التركيب وأوقاته وأقالمه .فمتى
نقصهم دقيقة من ذلك َب ُ
طل العمل المقصود للعامل[ ،فال] يقول :إنه أخطأ في التركيب أو لم
يحسن .وإنما يزكي نفسه ويقول :إن فالن كذب .إني جربت ما قال ،وما وجدت له أثرا ً».36
وينصح ابن عربي بالسكوت عن "العلوم العملية" ،أي تطبيقات هذا العلم النظري ألن بسطها
كما يقول حرام ويخشى أن يستعين بها المفسدون على فسادهم .وإذا اضطر ابن عربي إلى
الحديث عنها فإنه يكتب عنها في كتبه "إيماء" ألصحابه أو مشافهة كي ال يصل هذا العلم إلى
سواهم ويساء استخدامه.
35لم نعثر على أي مرجع يثبت ،بما ال يدع مجاالً للشك ،نسبة الشجرة النعمانية البن عربي .ولكن عثرنا على الجملة التي تبشر بظهور قبر ابن
عربي إثر دخول السلطان سليم إلى دمشق بعد وفاة السلطان سليم بقرنين أو أكثر في مرجعين مخطوطين :األول ألحمد بن محمد البوني توفي (سنة
1116ه 1704/م) (وهو متأخر عن أب العباس أحمد بن علي الذي ينسب إليه كتاب شمس المعارف الكبرى) ،وهو بعنوان :الدرة الفاخرة على رمز
الشيخ (ابن عربي) ،يراجع مخطوط المكتبة الوطنية بباريس( ،عربي ،6682ق2أ3-أ) حيث يقول" :إذا دخل السلطان سليم في دمشق يكشف ما قد
خفاه الشيخ األكبر قدس سره من كنز مرصد تحت األرض الذي وضع الشيخ قدمه عليه ."...وال ندري متى نسخ هذا المخطوط على وجه الدقة ،لكن
بالرجوع إلى نوعية الورق الذي كتب عليه فإنه بحسب المراجع المختصة من أصل أوربي .وقد شاع استخدامه في القرنين الثامن عشر والتاسع
عشر الميالدي ،والمفارقة أن المؤلف توفي بعد وفاة السلطان سليم بحوالي قرنين من الزمان ،كذلك فإن تاريخ التنبؤات يستمر لما بعد 1500ه!
والمرجع الثاني :لمحمد بن مصطفى بن محمد بن عمارة التلمساني بعنوان :بشائر أهل اإليمان بفتوحات آل عثمان ،مخطوط المكتبة الوطنية
بباريس( ،عربي ،4838ق192أ) وقد انتهى من تأليفه في 15صفر 1208ه ...من جهة أخرى فقد اثبتنا في دراسة لمؤلفات الشيخ عبد الرحمن
البسطامي (كِلِّز 782ه -بورصة858ه1380/م1454-م) بعنوان" :مساهمة عبد الرحمن البَسطامي في العلوم المكتومة" الذي أحصى هذه المؤلفات،
ومنها علم الحروف والجفر وسواها ،في عصره وما قبله احصا ًء شامالً .ولم يذكر ال الشجرة النعمانية وال شرحها ،ويمكن مراجعة قائمة هذه
المؤلفات في كتاب تطور التصوف في مصر في العصر المملوكي ،طبعة المعهد الفرنسي لألثار الشرقية ،القاهرة ،2006ص .56-33كذلك نفى
األمير عبد القادر الجزائري في كتاب المواقف أن يكون ابن عربي قد اهتم بهذه العلوم .وقد خصص دونيس غريل لهذا الكتاب مقاالً منذ عشرين سنة
ينفي فيه نسبة كتاب الشجرة النعمانية البن عربي ،انظر :تقاليد كتب أشراط الساعة الخاصة بسقوط القسطنطينية ،في مجلة منوعات تركية ،باريس
– مونتريال ،العدد،33
Denis Gril, "L Enigma de la shagra al-numaniyya fi al-dawla al Utmaniyya, attribue a Ibn Arabi" dans B.
lellouch et s. Yerasimos (ed.), Les traditions abocalyptiques au tournant de la chute de constantinople, varia
turcica XXXIII, Paris-Montreq 1999.
36انظر :رسائل ابن عربي ،تقديم محمود الغراب ،وضبط محمد شهاب الدين العربي ،بيروت (دار صادر) ،1997ص 110وما بعدها.
هذا الحرص من جانب ابن عربي على عدم التورط في علم الحروف والجفر القائم على
معرفة الغيب يجعلنا على ثقة بأن ابن عربي لم يكتب في هذا المجال ال هو وال أتباعه،
فالعلوم المكتومة بشكل عام تثير الشكوك حول شخص من يمارسها فيتهم بالسحر أو الركاز
(ال بحث عن الكنوز) وهذا ما حصل مع ابن شيخ الربوة بحسب روايته في كتابه المقامات
الفلسفية.37
وما "اكتشفه" ال ُكتاب المهتمين بالعلوم المكتومة من عالقة بين بعض رموز كتاب عنقاء
مغرب ،واستغلوا بشكل خاص ورود كلمة "سليم" في القصيدة األولى التي جاءت كمقدمة
لهذا الكتاب (البيت الثالث عشر) .38وكلمة سليم هي من كلمات األضداد في اللغة العربية فهي
تعني :السليم المعافى من جهة ،والملدوغ الذي سرى السم بجسمه من جهة أخرى .لكن
المهتمين المشار إليهم أعاله قرنوا هذه الكلمة باسم السلطان سليم (ت926ه1520/م)
العثماني ،ومن هنا جاءت الرابطة الغريبة مع الجملة المشهورة عند دخول السين في الشين
يظهر قبر محي الدين .حاول مؤلف (؟) رسالة جيدة فك رموز (البيت الثاني والعشرين) من
نفس القصيدة ،ونصه:
فأشخاصرررررررررنا خمرررررررررس وخمرررررررررس وخمسرررررررررة
علررررررريهم نررررررررى أمرررررررر الوجرررررررود يقررررررروم
فقال« :إن حضرة موالنا المهدي ال يظهر إال بعد مضي ألف وخمسمئة سنة من الهجرة...
أعني سنة ألف وخمسمئة وأربع وثمانين ،وقد أخرجت ذلك من الجفر .»39كما حاول نفس
المؤلف المجهول فك رموز (البيت السادس والعشرين) ونصه:
فعنرررررررد فنرررررررا "خررررررراء" الزمررررررران و"دالررررررره"
علررررررى "فرررررراء" مرررررردلول الكرررررررور يقرررررروم
فقال« :فعند فناء "خاء الزمان" إشارة إلى ستمئة ،وأما قوله "وجيمها" ،غلط من الكاتب.»40
كما قلنا أعاله فإن ابن عربي وأتباعه المقربين ال يلجؤون إلى هذا النوع من التأويل وال إلى
الكهانة والتنبؤ بالمستقبل .والدليل على ذلك هو أن ثمة نوعان من شروح عنقاء مغرب :نوع
يستخدم الرموز الحرفية والعددية ألغراض فاسدة .والنوع اآلخر هو ما نجده في كتاب عبد
الكريم الجيلي (ت804ه) شرح ديباجة عنقاء مغرب ،أو "رسالة األغرب من العجالة
األعجب لمن نظر فيه وتعجب وتجنب عن الغرض وتعصب" (مؤلف كتاب اإلنسان
الكامل) ،فإن تفسيره لهذه الرموز يصب في رؤية خاصة بالمهدي وأشراط الساعة ،وليس
لكلمة سليم لديه أي عالقة بالسلطان العثماني المعروف .كذلك فعل محمد محمود الداموني
عجب عن وجه عنقاء
(ت
1199ه1785/م) في شرحه لعنقاء مغرب بعنوان :كشف القناع الـ ُم ِ
41
مغرب .
من جهة أخرى فإن خصوم ابن عربي كانوا يؤكدون مشافهةً رواية دفن ابن عربي فوق
37تم تأليفه حوالي سنة سبعمئة واثنتين للهجرة ،نحن األن بصدد تحقيقه.
38انظر :كتاب عنقاء مغرب في ختم األولياء وشمس المغرب ،تحقيق سعيد عبد الفتاح( ،مؤسسة االنتشار العربي) بيروت ،2004ص.86
39انظر مخطوط المكتبة الوطنية بباريس ،عربي ( ،6598ق114أ) (والمخطوط تم نسخه سنة 1184ه) .ويبدو أن العنوان ليس من األصل وذلك
ألن المؤلف مجهول.
40المرجع السابق.
41انظر :عثمان يحيى ،تاريخ مؤلفات ابن عربي وتصنيفها ،بالفرنسية ،دمشق ،1964ج ،1ص(160رقم .)3ورجعنا من طرفنا في توثيقه إلى
مخطوط السليمانية ،مجموعة حاجي محمود ،2381ويشير قارئ آخر في الهوامش إلى آراء عبد الكريم الجيلي (ت826ه) في تفسير بعض األبيات
التي وردت في كتاب الوعاء المختوم على السر المكتوم وهو شرح األبيات الواردة في مقدمة أو ديباجة عنقاء مغرب.
"المزبلة" تشفيا ً بهذا المصير لعجزهم عن فهم مؤلفاته .والحقيقة التاريخية هي تلك التي
رواها معاصر ابن عربي ومؤرخ الفترة األيوبية أبو شامة المؤرخ الدمشقي الذي حضر
جنازة ابن عربي من منزله الذي يشغل بناءه اآلن بيت األمير عبد القادر الجزائري ،شمال
مقام السيدة رقية في دمشق القديمة ،وشيع الجنازة حتى حدود سوق الخيل الذي كان يقع
خارج السور .ودفن كما هو معروف في تربة آل الزكي في سفح قاسيون ،وهم الذين تولوا
في الفترة األيوبية منصب قضاة الشافعية بدمشق.
الدس واإلدماج:
قضية
ّ
يبدو أن سبب التخبط حول فهم ابن عربي هو ضعف الثقافي العام وانتشار األمية والتعليم
الديني ذي الطابع الفقهي ،ولما كان فهم ابن عربي يحتاج إلى ثقافة موسوعية في التراث
العربي اإلسالمي فقد لجأ من تنقصهم هذه الثقافة وخاصة في مجال الفلسفة إلى تصور عدو
البن عربي أورد في كتبه المخطوطة نصوصا ً من خارجها على أساسها جرى تكفيره .وهذا
الفهم كان شائعا ً منذ القرن التاسع للهجرة أي في بعض األوساط مما حدا محبي ابن عربي
إلى القول باإلدماج أو "الدس".
ففكرة الدس إذا ً ناجمة عن قصور فهم بعض نصوص ابن عربي أو تأويلها ،وقد بالغ أتباع
هذه الفكرة باستخدام "نظرية المؤامرة" وألصقوا تهمة الدس باليهود الذين كانوا ال يفوتون
الفرص في الكيد لإلسالم والمسلمين.
نعود إلى رسالة الخادمي (ت1176ه1763/م) ،فنعثر لديه على تفسير لفهم ما أشكل من
نصوص ابن عربي فيعزو بعض النصوص الغريبة إلى تدخل خارجي من أعداء ابن عربي
وذلك بــ "إدماج" ما يسيء إلى ابن عربي .ولكن الخادمي يعود فيؤكد بأن شيخ اإلسالم أبو
السعود أفندي (ت982ه1574/م) المعاصر للسلطان سليمان القانوني كان يرفض فكرة
"اإلدماج " ويرى بأن من اخترع هذه الفكرة هم الذين عجزوا عن فهم مقاصد ابن عربي.
والغريب بأن الخادمي لم يشر إلى أراء من سبقه من الصوفية في تبني فكرة اإلدماج أو
"الدس".
يُعد الشيخ عبد الوهاب الشعراني (ت973ه1566/م) المعاصر لشيخ اإلسالم أبي السعود
أفندي ،أول من توسع في فكرة "اإلدماج" أو الدس ،ولكنه يعزو الفكرة للفيروز أبادي
صاحب القاموس الذي كان يردّ في فتواه على نقد أحد علماء اليمن البن عربي ،قائالً« :ال
أدري أ َ َو َجد ابن الخياط تلك المسائل في كتاب "مدسوس" على الشيخ ،أو فهمها هو من كالم
الشيخ محي الدين على خالف مراده؟» .42وقد استخدم الشعراني هذا المصطلح الذي لقي
رواجا ً كبيرا ً فيما بعد وهو تهمة "الدس" ،التهمة التي ألصقها الشعراني وسواه ببعض اليهود.
وأول من تصدى لهذه التهمة هو الباحث الكبير أبو العال عفيفي فكتب يقول« :كذلك ناقشت
ُس فيه أجزاء توقف الشعراني
دعوى الشيخ عبد الوهاب الشعراني أن كتاب الفتوحات قد د ّ
في نسبتها إلى ابن عربي أثناء تلخيصه للكتاب في لواقح األنوار القدسية والكبريت األحمر
من علوم الشيخ األكبر واليواقيت والجواهر.
ويقول الشعراني بحسب أبي العال عفيفي :أنه تبين أن العبارات التي توقف في نسبتها إلى ابن
42عبد الوهاب الشعراني ،اليواقيت والجواهر ،مطبعة مصطفى الباري الحلبي ،القاهرة ،1959ص.8
عربي من ك تاب الفتوحات لم يكن لها وجود في نسخة الكتاب التي حملها إليه شيخ الدين
محمد بن السيد أبي الطيب المدني المتوفى سنة 955ه ،وكانت هذه النسخة مأخوذة من
النسخة الموجودة بمسجد قونية ،وهي بخط المؤلف .وال أعلم شيئا ً عن نسخ الفتوحات التي
كانت شائعة في مصر في عصر الشعراني ،وهي التي يقول إنها احتوت األجزاء التي د ُست
على ابن عربي ،ولكني قارنت عددا ً من الصفحات المصورة عن نسخة قونية بنظائرها في
النسخة المطبوعة في بوالق ،فلم أجد بين النسختين إال فوارق طفيفة ال تؤثر تأثيرا ً خطيرا ً
في النص ،وال تخرج عن المألوف المقرر في مذهب ابن عربي .وقد تبين لي أن الشعراني
في تلخيصه للفتوحات قد أسرف في حذف العناصر الفلسفية الصوفية التي يتألف منها مذهب
المؤلف ،وكاد يقصر مختصره عن العناصر الدينية والكالمية التي تتفق مع مذهب أهل
السلف ،والعناصر الصوفية ذات الصبغة العملية أو األخالقية .وعلى هذا فالذي يظهر في
تلخيص الشعراني للفتوحات هو ابن عربي الفقيه الظاهري والصوفي الفلسفي ،ال ابن عربي
الفيلسوف الصوفي :ولكن هذا تصوير البن عربي من جانب واحد ،وتلخيص غير كامل
للفتوحات».
من جهة أخرى فقد أراد األمير عبد القادر الجزائري (ت1300ه1883/م) التحقق من قضية
"الدس" في الفتوحات فأرسل في سنة 1287ه الشيخين محمد الطنطاوي ومحمد الطيب بن
محمد المبارك المغربي إلى مدينة قونية في تركيا ،وذلك لمقابلة نسخة الفتوحات المكية
المطبوعة ألول مرة بمصر (مطبعة بوالق ،سنة 1272-1269ه) على نسخة مؤلفها الشيخ
محي الدين ابن عربي الموجودة بخطه في المدينة المذكورة .فقابل نسخته على نسخة مؤلفها
مرتين في مقدار ثالثة أشهر ،وصححها وضبطها ،ووجد في المطبوعة تحريفا ً وتقديما ً
ونقصا ً من محال متعددة وخصوصا ً من كتاب الصالة .ولما قدم دمشق صححت على نسخته
كثير من النسخ ،ومن النسخ التي صححت عليها نسخة عبد المجيد بن محمد الخاني وتم هذا
التصحيح كما يقول الخاني سنة 1289ه .ولم يشر أحد بعد هذا التاريخ إلى فكرة الدس ألن
الخالف بين المطبوع والمخطوط ال عالقة له بالعقيدة.43.
أهمية كتاب عنقاء مغرب في تكوين فكر أو "عقيدة ابن عربي":
إن أكثر ما يعاب على ابن عربي هو أسلوبه الغامض و شطحاته في فصوص الحكم .ولكن
اإلشارات التي وردت في كتاب عنقاء مغرب البن عربي هي التي ساعدت على ترويج
نبوءة المهتمين بالعلوم المكتومة في عهد السلطان سليم على فتح دمشق وإظهار قبر الشيخ
محي الدين .ويبدو أن هذه "الدعاية" تطورت بعد وفاة السلطان سليم (926ه1520/م) كما
أشرنا إليه أعاله.
ويخبرنا ابن عربي عما كان يضمره من الغرض من تأليف هذا الكتاب ،وأنه كتبه بعد كتابه
التدبيرات اإللهية في اصالح المملكة اإلنسانية ،44وباإلضافة إلى ما جاء في هذا الكتاب أراد
أن يظهر في كتابنا عنقاء مغرب "مقام اإلمام المهدي المنسوب إلى أهل بيت النبي ...وأين
43انظر :الكتاب التذكاري محي الدين بن عربي في الذكرى المئوية الثامنة لميالده ،اشراف الدكتور ابراهيم مدكور ،القاهرة ،1969انظر مقال أبو
العال عفيفي "ابن عربي في دراساتي" ،ص .23-22انظر مقدمة كتاب المواقف لألمير عبد القادر ،تحقيق بكري عالء الدين ،دمشق (در نينوى
)2014ج ،1ص.10-9
44ضمن الرسائل الصغرى (الرسالة الثالثة) ،تحقيق ودراسة ه .س .نيبرج ،ليدن H. S. Nyberg: Klinere schiftin des Ibn al-.1919
. Arabi ,Leidenذكره عثمان يحيى تحت رقم .716 :وقد تم تأليفه قبل عنقاء مغرب (أي قبل 595ه) في مدينة مورور باألندلس.
يكون منها ختم األولياء" .45وبسبب خوفه من نزعة العدو الشيطان كما يقول وتجنبا ً للوشاية
به عند السلطان فقد لجأ إلى الرمز حفاظا ً على حياته ،يقول :بأنه خصص هذا الكتاب لهاتين
الفكرتين :المهدي وختم األولياء .وأنه قد قرر عدم الخوض في السياسة وجعل عقله إماما ً له
وتفرغ لالشتغال بنفسه وأعرض عن االشتغال بالناس ألن النبي قد "أثبت اإلمامة لكل
إنسان في نفسه".
وأكثر ما يهمنا في هذا الكتاب باإلضافة إلى آرائه السابقة في مقام المهدي وختم األولياء،
وما يتفرع عنها من "أشراط الساعة" المواضيع األساسية األخرى التي سنحاول رصدها
وإبراز أهميتها على مستقبل وتطور مذهب ابن عربي في جانبيه الفلسفي والصوفي وعالقة
هذين الجانبين ببعضهما.
أكثر ما يلفت االنتباه في كتاب عنقاء مغرب هو "التمويه" الذي مارسه ابن عربي ليحجب
عن القارئ أو الخصم المحتمل أفكاره ذات الطابع الفلسفي وذلك خوفا ً من السلطان في ذلك
الوقت وخاصة إذا عرفنا بأن تلك الفترة التي ألف فيها ابن عربي كتابه هذا في نفس السنة
التي توفي فيها الفيلسوف ابن رشد (ت595ه) بعد محنته وخروجه من السجن.
ويعد كتاب عنقاء مغرب بسبب الرقابة السياسية وتسلط الفقهاء من أكثر كتب ابن عربي
لجوءا ً إلى الرمز واستخدام علم الحروف الذي كان سائدا ً في بعض األوساط الصوفية في تلك
الحرالي .يقول عنه
الفترة .وخير ممثل لهذا االتجاه هو معاصر ابن عربي أبو الحسن علي
ّ
مؤلف كتاب سبك المقال لفك العقال الشيخ عبد الواحد ابن الطواح« :واختص وحده بعلم
الحروف في زمانه» .46والطريف أن ابن عربي كان يدرك خطورة اجتماع وإقامة ابن
الحرالي معه في دمشق .يقول مؤلف الكتاب السابق« :اجتمع [الحرالي] باإلمام العارف
المدرك المحقق محي الدين ابن العربي الحاتمي ،أضافه ثالثة أيام ،ثم بعد ذلك قال له محي
الدين" :إما أن تقيم هنا ونرحل ،وإما أن ترحل ونقيم .ألن زنديقين ال يجتمعان في كل واحد".
فارتحل الشيخ أبو الحسن إلى حماة ،وسكنها ثم مات بها ،رحمة هللا عليه» .وقوله" :زنديقين
ال يجتمعان في بلد واحد" هو دمشق يدخل في سياق الدعابة ،وهو خوف ابن عربي من
الفقهاء الذين كان يمكن أن يطلقوا عليهما هذا اللقب الذي يقترب من التكفير .وأكثر ما كان
يخيف ابن عربي هو الفقهاء ذوي الثقافة المحدودة الذين يطلق عليهم ابن عربي وصف
"فراعنة الصوفية" في كتابه روح القدس.
وعلينا أن ال ننسى هنا صوفيا ً آخر كان معاصرا ً البن عربي أيضا ً هو أبو العباس البوني
(ت622ه) الذي يعتبر كتابه شمس المعارف الكبرى من أكثر الكتب رواجا ً باللغة العربية في
القرن العشرين .فقد توسع في علم الحروف واألوفاق وذاعت شهرته في أوساط الراغبين
بالتبحر وممارسة "العلوم المكتومة".
وفي هذا العصر أيضا ً ظهر علم جديد يجمع بين علم الفلك وعلم الحروف هو "علم"
الزائرجة . 47وتنسب بعض المؤلفات المخطوطة البن عربي حول هذا العلم ولكنها منحولة
ألنه ال يمارس كما أسلفنا الجانب العملي من علم الحروف والكهانة.
45انظر :عنقاء مغرب ،تحقيق سعيد عبد الفتاح ،ما بعد مقدمة الكتاب الشعرية ،ص 93وما بعدها.
46سبك المقال ،تحقيق محمد مسعود جبران ،دار الغرب اإلسالمي ،بيروت ،1995ص.89
47انظر مقالي" :الزائرجة والمخطوطات العربية في المكتبة الوطنية بفرنسا" ،مجلة الدراسات الشرقية الصادرة عن المعهد الفرنسي بدمشق العدد
،54-53سنة ، 2002-2001ص .180-163وقد كاد يصدق بصحة هذا العلم الفيلسوف ابن خلدون الذي تحدث عنه في مقدمته.
إن دراستنا لكتاب عنقاء مغرب الذي ذاعت شهرته بسبب ما أشيع حوله من خرافات ال
تتناول هذا الجانب وال تعتد به ،ألن هذا الجانب كما يبدو لنا هو ستارة تحجب المنظومة
الفلسفية – الصوفية التي بدأ ابن عربي بالتعبير عنها في ظروف سياسية يقتل فيها اإلنسان
ع لى الشبهة .ويبدو أن ابن عربي قد ألف كتاب عنقاء مغرب في األندلس قبل ذهابه إلى
المغرب أي في بداية سنة 995ه كما حدد هو ذلك في كتابه ،48وأنه رأى بعد ثالثة أشهر من
دخول هذه السنة "ختم أولياء هللا الحق في مقعد اإلمامة الخاصة اإلحاطية" وأنه تلقى األمر
بتقبيل يده.
أما موضوع كتاب عنقاء مغرب فهو الكشف عن "أشراط الساعة" .وقد تصور ابن عربي
حوارا ً جرى بينه وبين "رجل من أهل تبريز يقول بدولة العزيز" وأن أسرار ما سيورده في
كتابه "ال يصلح في كل وقت إفشاؤها" .فيقول له هذا الرجل" :أريد منك أن تبين لي أسرار
ي اإلنسان" .ويجيبه ابن عربي" :أريد أن أعرفك قصتي" .ويستمر
هذه األكوان من نشأت ّ
الحوار بينهما عدة صفحات.
ولما كان الموضوع يتصل بـ "المملكة اإلنسانية" فإن ابن عربي كان قد أحال في مقدمته إلى
كتاب سبق أن ألفه بعنوان التدبيرات اإللهية في إصالح المملكة اإلنسانية .وكان قد تكلم فيه
ع ن الكون األكبر وأن اإلنسان مسلوخ منه ولذا سمي بالعالم األصغر ،وعالج في هذا الكتاب
المراتب اإلدارية في الدولة وكيف يجب أن تكون متجاوزا ً حسب زعمه كتاب سر األسرار
المنحول ألرسطو .ويحدثنا بأن الذي منعه من التعرض في هذا الكتاب لبعض المواضيع
الحساسة خوفه "من نزعة العدو الشيطان أن يصرخ بي في حضرة السلطان" .إذا ً الخوف
من السلطان هو الذي منعه من التعرض للمواضيع الحساسة التي سيعالجها في كتاب عنقاء
مغرب .وقد انتظر أن يأتيه األمر بذلك بعد دخول شهر ميالد النبي صلى هللا عليه وسلم ،أي
الشهر الثالث من السنة التي أشار إليها أعاله.
ي سبحانه رسول اإللهام :وهو الوحي الذي أبقاه علينا ،والخطاب
يقول ابن عربي « :بعث إل ّ
الذي ُجعل منه إلينا ،ثم أردفه بمبشرة ساطعة ...يأمرني فيها بوضع هذا الكتاب ».ويعقب ابن
عربي على هذه المبشرة بحالة جذب تعرض لها يوم الجمعة أثناء إلقاء الخطيب خطبته حيث
يرده الخطاب بتحديد العنوان النهائي وهو :عنقاء مغرب في معرفة ختم األولياء وشمس
المغرب ،ونكتة سر الشفاء في القرن الالحق بقرن المصطفى.
ويشرح ابن عربي نفسه هذه المفردات الواردة في العنوان" .فشمس المغرب" :هي ما طلع
في سماء غيبتك من أنوار العلوم .كما أن "الختم" :ما ختم به على مقامك دون رتبة الصدّيق.
والختم هو مقدم الجماعة يوم القيامة .ويتابع ابن عربي محددا ً طريقته في الكتابة« :فتوجه
ي عند ذلك في إفشاء هذا السر المكتوم ...إفشاء تعريض ال إفشاء تصريح»،
األمر عل ّ
49
وبالتالي فإن من كان "ذا قلب وفطنة" وقف على ما رمزه ابن عربي و"فك المع ّمى" في
هذا اللغز الذي لغزه ابن عربي .ويالحظ هنا أن مفردات األسرار والسر واللغز والتعريض
دون التصريح كلها وسائل إلخفاء قصد ابن عربي كي ال تصبح أفكاره عرضة لسوء التأويل
والمساءلة أمام السلطات السياسية في األندلس في ذلك العصر الذي جرت فيه حوادث
48عنقاء مغرب ،تحقيق سعيد عبد الفتاح ،ضمن رسائل ابن عربي رقم ( ،)4بيروت ،2004ص.98
49م .ن .ص.103-102
"محنة" الفيلسوف ابن رشد ،أيام الخليفة الموحدي المنصور.
ويستطرد ابن عربي في وصف آثار "الجذب" الذي تعرض له حينما كان يسمع خطبة
ي األسرار وسطعت في جميع مسامي أشعة نشأتي األنوار،
الجمعة فيقول« :لما توالت عل ّ
50
اغتسلت بالماء القراح لسد المسام ،فانعكست األنوار إلى محل اإللهام » .ويتابع ابن عربي
وصف حالته في تتابع "اإللهام" فيقول « :دخلت بيت األنوار...فبينما انا اناجيه بين يديه إذ
جذبني جذبة عزيزة إليه ،فأقامني الحق في مقام البحر...إلى أن فتح في الورك األيسر األعلى
قدر خرق اإلبرة ،فرشح منه قدر رأس الشعرة رأيت منها العبرة .فكونها الحق سبحانه
ي.»51.
ملكياً...فعرفت أن ذلك الشخص جسمانية هذا الكتاب الذي أنزله الحق عل ّ
سنحاول هنا تمهيدا ً للم ما تفرق وجمع ما تشتت من مذهب ابن عربي أن ننطلق من
الموضوعات األساسية التي وردت في كتاب عنقاء مغرب .من الناحية المذهبية يبدأ هذا
الكت اب في فصل يبحث فيه ابن عربي :معرفة الذات والصفات واألفعال .فالذات اإللهية
بالنسبة إليه محتجبة بـ "حجاب العزة" ،مصونة بالصفات واألسماء .فال سبيل إلى رفع ذلك
الحجاب .ومع ذلك فإنه يقول في قصيدة في قطعة:
أشررررررررررررررررررررهدني ذاترررررررررررررررررررره كفاحررررررررررررررررررررا ً
فلررررررررررررررررررم أر شمسررررررررررررررررررها تغيررررررررررررررررررب
وعلينا أن نفهم هنا من الشهود حاالً نفسيةً ال تقع إال في القلب ،وهي نوع من الذوق الصوفي
وليست رؤية أو معرفة عقلية باعتبار أنه ينفي أي معرفة مباشرة للذات اإللهية .والمعرفة
الخاصة بالعارفين هي أن يعرفوا من الذات "صفات السلوب" .وبالتالي فإن هللا منزه حتى
عن التنزيه .والتنزيه بالذات راجع إلى اإلنسان وليس إلى هللا .يقول ابن عربي« :فالتنزيه
راجع إلى تطهير محلك ال إلى ذاته» .52ويذهب ابن عرب إلى أبعد من ذلك فيرى بأن
الصفات اإللهية قد تنزهت كما تنزهت الذات .وهو يؤكد نفس المعنى السابق بقوله« :فما
صل من األوصاف في أركان
عرفت قط صفة على الحقيقة من معبودك ،وإنما
َ
َ
عرفت ما تح ّ
53
وجودك» .وهو يؤكد بأن القدرة الحادثة ،أي قدرة البشر المخلوقة ليس لها تعلق بإيجاد
الكون .قد يكون لها قدرة على االبتكار واالختراع من المواد الناجمة عن الخلق اإللهي ،فهي
قدرة محدودة ومشروطة "فسبحان من أ ُ ْفرد باالختراع والخلق".
ويقسم ابن عربي الصفات إلى ثالثة فئات:
)1صفات جالل ،وهي :القدوس ،العزيز ،الغني.
)2صفات كمال ،وهي :العليم ،السميع ،البصير.
)3صفات أفعال ،وهي :الخالق ،الباريء ،المصور.
ويبدو أن هذا التقسيم غرضه الوصول إلى الفقرة األخيرة وهي المتعلقة "بالخلق
واالختراع" .وتمهد بالتالي للفقرة التي تلي وهي الخاصة بـ"المحاضرة األزلية" ،وهو عنوان
لفصل جديد من كتاب عنقاء مغرب يرتدي أهمية خاصة ألنه يختص بالحديث عما يسميه ابن
عربي بـ"علم النشأة" ) ،(Cosmogonieأي نظرية خلق العالم والتي هي من أهم أجزاء ما
50م .ن .ص.104
51م .ن .ص.106-105
52م .ن112 .
53م .ن .ص.113
وراء الطبيعة في الفلسفة .وهنا نرى ألول مرة خروج ابن عربي عن النظرية التقليدية في
الفلسفة اإلسالمية التي تعتمد نظرية الفيض في الخلق ،وهي النظرية التي اعتمدها الفارابي
وتبعه في توسعتها وتفصيلها ابن سينا ،غير أن عمر هذه النظرية كان قصيرا ً ألنها تلقت
ضربة قوية من الغزالي ثم من ابن رشد وتبعهما ابن عربي في تكراره لنقد المصادرة
األساسية لهذه النظرية والتي تقول" :ال يصدر عن الواحد إال واحد" وهذا الواحد بالنسبة لهم
هو العقل األول الذي يصدر عنه بتسلسل الفيض عقول تسعة أولها العقل الثاني وآخرها العقل
الفعال .فإن كان ابن عربي قد احتفظ بفكرة العقل األول فإنه لم يذكر على اإلطالق بقية
العقول.
وقد ربط ابن عربي علم النشأة باألسماء اإللهية ،وهي المتممة للصفات التي تنزهت "كما
تنزهت الذات" ،أما األسماء اإللهية فإن لإلنسان حظ منها وبالتالي فإن ثمة عالقة نازلة في
مذهب ابن عربي بين الخالق والمخلوق ،فاإلله تكتل ألوهيته بعد وجود المألوه .وهذا ما
عبرت عنه "المحاضرة األزلية".
يقول ابن عربي« :اجتمعت األسماء بحضرة المس ّمى اجتماعا ً وتريا ً منزها ً عن العدد ،في
غير مادة وال أمد» .54وه نا تطرح األسماء السؤال الوجودي (األنطولوجي) األول« :يا ليت
شعرنا هل يتضمن الوجود غيرنا؟ فما عرف واحد منهم ما يكون إال اسمان :أحدهما العلم
المكنون».
وهنا تلجأ األسماء إلى االسم العليم بعد أن صلى هللا من جهة الرحمة على النبي صلى هللا
عليه وسلم .وهنا يسأل العليم "االسم الجامع" هللا« :من ذا الذي صليت عليه؟ وأشرت في
كالمك إليه وقرنته بحضرة جمعنا .فأجاب رب العزة :يا عجباً! هذا الذي سألتموني عنه أن
أبينه لكم تحقيقا ً وأوضح لكم إلى معرفته طريقاً ،هو موجود يضاهيكم في حضرتكم ،وتظهر
عليه آثار نفحتكم .فال يكون في هذه الحضرة شيء إال ويكون فيه ويحصله ويستوفيه،
ويشارككم في أسمائكم ،ويعلم بي حقائق أنبائكم 55»...وبعد هذا الحوار الذي وصفه هنري
كوربان بـ "الدراما السماوية" يتابع ابن عربي قوله :تعطشت األسماء إلى ظهور آثارها ،وال
سيما االسم المعبود ،فلجأت األسماء كلها إلى هللا...ولجأ هذا االسم األعظم إلى الذات ،كما
لجأت األسماء والصفات...فظهر أصل العدد والكثرة وذلك من حضرة الرحمة وفيض
النعمة:
أصل المرء وأول النشء نشء سيدنا محمد (عليه السالم) على أكمل وجه وأبدع نظام.
وينتقل ابن عربي في كتابه عنقاء مغرب إلى فقرة جديدة بعنوان" :بحر اللؤلؤ والمرجان
المودع في العالم األكبر واإلنسان" 56حيث يتابع ما جرى في "المحاضرة األزلية"« :ولما
تعلقت إرادة الحق سبحانه بإيجاد خلقه ،وتقدير رزقه ،برزت الحقيقة المحمدية من األنوار
الصمدية في الحضرة األحدية .وذلك عندما تجلى لنفسه بنفسه من سماء األوصاف .وسأل
54انظر :عنقاء مغرب ،مخطوط برلين رقم ( ،3266ق20أ) .و تحقيق سعيد عبد الفتاح ،م .س ،.ص .115وقد حقق وترجم إلى الفرنسية هذا الفصل
الباحث رياض أتالغ في مجلة المعهد الفرنسي بدمشق ،مجلة الدراسات الشرقية ،العدد ،51دمشق ،1999ص .107-91وقد ترجم جيرالد المر كتاب
عنقاء مغرب بكامله إلى اإلنكليزية بمقدمة ضافية حول هذا الكتاب وهو رسالته في الدكتوراه في جامعة ييل األمريكية ،1995ثم صدر في دار بريل
في ليدن بهولندة ،سنة ،1999انظر:
Gerald Elmore, Islamic sainthood in the fullness of time, Ibn`Arabi`s bookof the fabulous Gryphon, Brill, 1999
55انظر :عنقاء مغرب ،مخطوط برلين رقم ( ،3266ق20ب).
56مخطوط برلين رقم ( ،3266ق22ب).
ذاته بذاته موارد األلطاف في إيجاد الجهات واألكناف .57».وهذا ما سوف يطلق عليه ابن
عربي "التجلي األقدس".
ولن ندخل هنا في تفاصيل هذا المفهوم المركزي في مذهب ابن عربي فقد أشار إليه أبو العال
عفيفي في مقال له نشر بمجلة كلية اآلداب بالقاهرة سنة 1934بعنوان :نظرية ابن عربي في
الكلمة اإللهية ( ،)The logosحيث يرى بأن نظرية الحقيقة المحمدية مستوحاة من العناصر
اإلسالمية واليونانية.58
ختما الوالية المحمدية العامة والخاصة:
رأينا كيف أن ابن عربي ربط في عملية الخلق أو "النشأة" بين دور األسماء اإللهية في
اعطاء الوجود من جهة ،وإبراز "الحقيقة المحمدية" كفاعل مركزي في هذه العملية .وانتقل
بعدها في كتاب عنقاء مغرب إلى الحديث عن التسلسل في عملية الخلق تحت عناوين فرعية
صغيرة تبدأ ببحر اللؤلؤ والمرجان المودع في العالم األكبر واإلنسان .فيقول« :فتلقّى ذلك
السؤال منه إليه بالقبول واإلسعاف ،فكان المسؤول والسائل ،والداعي والمجيب والمنيل
والنائل .فكمن فيه كمون تنزيه ،ودخل جوده في حضرة علمه ،فوجد الحقيقة المحمدية على
صورة حكمه .فسلخها من ليل ذاته فكانت نهاراً ...وذلك أنه سبحانه اقتطع من نور ذاته قطعة
ي،
ي أحد ّ
ي أبد ّ
ي عن معنى أزل ّ
لم تكن متصلة فتكون عنه عند التقاطع منفصلة...فهو قطع مثل ّ
فكان لحضرة ذلك المعنى باب ،وعلى وجهها حجاب .ثم إن الحق صيره حجابا ً ال يرفع .وبابا ً
ال يقرع ومن خلف ذلك الحجاب يكون التجلي ومن وراء ذلك الباب يكون التدلي ،كما إليه
ينتهي التداني والتولّي .وعلى باطن ذلك الحجاب يكون التجلي في الدنيا للعارفين ولو بلغوا
أعلى مقامات التمكين.59».
يشمل هذا التسلسل بعد الذات اإللهية واألسماء والصفات الحقيقة المحمدية التي كرسها ابن
عربي حجابا ً بين العالم اإللهي وبين الكون أو العالم الكبير من جهة ،واإلنسان وهو العالم
الصغير من جهة أخرى .ك ما نرى فإن التواصل بين العالم اإللهي وبين اإلنسان يتم عبر
الكون بواسطة التجلي .وقد سمى هذا الحجاب بحسب تعبيره "رداء الكبرياء" وهو المعروف
بـ"حجاب العزة" وغدا صلى هللا عليه وسلم نسخة من الحق ،وكان أدم نسخة منه على التمام،
وكنا نحن نسخة منهما عليهما السالم.
ومعنى الحقيقة المحمدية عند ابن عربي هي المنبه عليها في القرآن الكريم باآلية
َش ْيء[الشورى ،]11:وفي تفسير ابن عربي لهذه اآلية علينا أن نقرأ" :ليس كمثل مثله شيء" وهذا
المثل هو الحقيقة المحمدية التي تنطوي على البداية والنهاية ،فهي أول موجود وببعثة محمد
صلى هللا عليه وسلم اكتملت الدورة الفلكية وكان خاتم األنبياء .وما نشأة العالم إال من تلك
الحقيقة المحمدية .ويحاول ابن عربي بيان ما تعدد عن ذات واحدة وظهر عنها من أجناس
متباعدة ...طبقا ً تحت طبق حتى تأتي على آخر الكون.
ْس ك َِمثْ ِل ِه
لَي َ
وهنا يعدد ابن عربي ما يصدر عن المرجانة األولى من الآللئ وهي من األولى إلى العاشرة،
وهي التي جاءت بعنوان :لؤلؤة امتداد الرقائق من الحقيقة المحمدية إلى جميع الرقائق .ثم
57م .ن( ،.ق22ب23-أ)
58الكتاب التذكاري ،ص.19-18
59عنقاء مغرب ،تحقيق سعيد عبد الفتاح ،ص.119
يعدد هذه المرجانات الحاصلة من الآللئ السابقة فكانت عشرة أيضاً .ولسنا ندري إن كان هذا
التسلسل العشري هو البديل الرمزي الذي تبناه ابن عربي ليحل محل العقول العشرة في
نظرية الفيض .وهي النظرية التي رفضها ابن عربي منذ أن بدأ بالتأليف والكتابة .ولجأ إلى
استبدالها بهذه اليواقيت والآللئ ذات الطابع الرمزي.
وينتقل ابن عربي في عنقاء مغرب إلى إثبات اإلمامة على اإلطالق ،ويؤكد أن كل إنسان إمام
في نفسه وأن الكل تحت حكم اإلمام الكبير وأنه ال ينال هذه الرتبة -بعد اإلمام األعلى وهو
الحق سبحانه وتعالى -إال ختم األولياء وال يشترط ابن عربي على هذا الختم أن يكون من
بيت النبي ألنه يشاركه في النسب الروحي الراجع إلى بيته األعلى .وهو في ذلك يتبع رأي
الحكيم الترمذي في كتابه ختم األولياء .أي أنه ال يشترط أن تكون اإلمامة وال ختم األولياء
من آل البيت بحسب النسب األرضي 60.ويضرب على ذلك مثالً سلمان الفارسي بوصفه
ملحقا ً بأهل البيت .ويرى ابن عربي بأن هللا سبحانه وتعالى أوجد مرتبة أو مقام "خاتم
األولياء" تشريفا ً للنبي محمد صلى هللا عليه وسلم.
ويطور ابن عربي هذه الفكرة في الفتوحات المكية ويرى بأنه هو المقصود بختم األولياء
فيقول في الباب ثالثمئة وست وستين« :أما ختم الوالية المحمدية فهو أعلم الخلق باهلل ال
يكون في زمانه وال بعد زمانه أعلم منه باهلل وبمواقع الحكم منه ،فهو والقرآن أخوان .كما أن
المهدي والسيف أخوان» .وعلينا أن ال ننسى الخصائص األخرى للمهدي :من وراثة النور
المحمدي ،وأنه يمأل األرض عدالً بعد أن امتألت جوراً ،والعصمة بحسب الفكر الشيعي .لكن
ما يهمنا هنا بخصوص الختمية هو ما يتيح لنا أن نستنتج من العرض المفصل لنظرية ابن
عربي في ختم اإلمامة أن للمهدي دورا ً مختلفا ً يميزه ،فال يبعده عن القيام بأعباء الختمية.
ويمك ن لنا أن نتصور من خالل توزيع "المسؤوليات األخروية" هذه بين المسيح والمهدي أن
ثمة تكامالً بين "رجعة" المهدي التي ينتظرها المسلمون كافة بحسب األحاديث النبوية،
و"نزول" عيسى الذي يترقبه المسلمون والمسيحيون معاً.
فإذا انتقلنا إلى ما نظمه ابن عربي شعرا ً حول نفس الموضوع لوجدناه منسجما ً مع نفسه نثرا ً
وشعرا ً فهو يقول في الديوان الكبير:
أنررررررررررا خرررررررررراتم األوليرررررررررراء كمررررررررررا أتررررررررررى
برررررررررررررأن خترررررررررررررام األنبررررررررررررراء محمررررررررررررردا
ختررررررررررام خصرررررررررروص ال ختررررررررررام واليررررررررررة
تعررررررررم فررررررررإن الخررررررررتم عيسررررررررى المؤيرررررررردا
ويؤكد نفس المعنى في القصيدة التي مطلعها:
فمرررررررن شررررررررف النبررررررري علرررررررى الوجررررررررود
خترررررررررررام األوليررررررررررراء علرررررررررررى العقرررررررررررود
لقد أكد ابن عربي أنه ختم الوالية المحمدية في أكثر من موضع في مؤلفاته .ومن نظمه في
ديوانه:
شررررررررررا َ
ولمرررررررررا أتررررررررراني الحرررررررررق لررررررررريالً مب َّ
برررررأني ِخترررررام األمرررررر فررررري غررررررة الشرررررهر
60عنقاء مغرب ،تحقيق سعيد عبد الفتاح ،ص.143
وأخفيتررررررره عرررررررن أعرررررررين الخلرررررررق رحمرررررررةً
بهررررم للررررذي يعطرررري الجحررررود مررررن الكفررررر
ع ِلمرررررررررتُ الرررررررررذي قلنرررررررررا ببلررررررررردة ترررررررررونس
برررررررررأمر إلهررررررررري أتررررررررراني فررررررررري الرررررررررذكر
أترررررراني برررررره فرررررري عررررررام تسررررررعين ُ
ررررررربُنا
ش ْ
بمنررررررزل تقررررررديس مررررررن الرررررروهم والفكررررررر
ولرررررررم أدر أنررررررري الحر ً
ررررررق المبر ُ
ررررررين يمينَررررررره
بركبتررررره والسررررراق مرررررن حضررررررة األمرررررر
ً
وفي هذه األبيات رد صريح على ما زعمه سعيد عبد الفتاح محقق كتاب عنقاء مغرب .61فهو
يدعي معلومات كثير منها مبالغ فيه كنسبة الختمية للشيخ أحمد التيجاني (1230-1150ه)،
كما أنه يحاول توثيق معلوماته باإلحالة إلى الباب األخير من كتاب عنقاء مغرب .ويقول:
وردت رموز كتبها ابن عربي بـ "األحرف السرياني" لبعض العلماء ال يعلمها غيرهم.
والواقع فإن هذه األحرف هي "أحد األقالم" ،أي األحرف السرية المستخدمة في "العلوم
المكتومة" ،وقد فك رمزها بعض شراح عنقاء مغرب في القرن العاشر الهجري ،وهي تعداد
وتفصيل لآليات القرآنية المخصوصة بالسيد المسيح عليه السالم ،وبأنه هو ختم الوالية
المطلقة .وقد كرس ابن عربي نفسه في هذا الكتاب ممثالً لمرتبة الختم الخاص للوالية
المحمدية لدى المسلمين دون سواه.
وفي الفصول األخيرة من كتاب عنقاء مغرب يبدأ ابن عربي تعداد "أشراط الساعة" في
فصل بعنوان :النكتة المؤخرة في الدورة المدخرة .وأول هذه األشراط تحول مطلع الشمس.
ويربط طلوعها من ال مغرب باألجل المسمى لكل عبد ألن هللا سبحانه وتعالى كما يقول
الحديث الشريف(( :يقبل توبة عبده مالم يغرغر)) ،ويتابع في عدة فصول قصة الخضر
بشكل رمزي ،وخروج المهدي الذي يبدأ بقتل السفياني ويتحدث عن عالماته ومبايعته بين
الركن والمقام .ويستمر بالحديث عن "المدينة الكبرى" التي يفتحها المهدي بالتهليل والتكبير.
ثم يستطرد في خروج األعور الدجال ،وأنه يقتله بـ "باب لُد" .وبعد أن يوضح دعوة عيسى
بن مريم على أولئك األمم وكيف أنهم يموتون في ليلة إلى آخرهم .ويتابع قائالً« :ثم تخصب
األرض ،ويكثر الزرع ،وتعظم الثمرة ،ويظل الرهط الكبير الشجرة ،وتحيا الشريعة
المحمدية وتظهر الحقيقة األحدية ،إلى أمد معلوم ،وقدر محتوم ،وتنفخ دابة ،وتطلع شمس،
62
وال يقبل عند ذلك إيمان نفس ،وهللا يعصمنا من غوائل الفتن ،ويصرف عنا وجوه المحن».
"مغوليات" ابن عربي:
إن االستخدام المتكرر في عنقاء مغرب لمصطلحات "الرمز" و"اللغز" و"المعمى"،
و"كتمان السر" وما يفيد "الخوف من السلطان" 63باإلضافة إلى "األقالم" (وهي الحروف
السرية التي تستخدم بين طبقة معينة من المثقفين يستطيعون وحدهم فك رموزها ،وذلك خوفا ً
من السلطان والعامة التي يمكن أن تسبب الشغب وتنسب المؤلف إلى الكفر) و"علم
61انظر :رسائل ابن عربي ،درا االنتشار العربي ،بيروت ،2004ص ،82-80وص 99حاشية ( )2و ( .)3وقد أعطى الباحث عبد الباقي مفتاح
رأيا ً أقل مبالغةً بختمية الشيخ أحمد التيجاني ،انظر :أضواء على الشيخ أحمد التيجاني وأتباعه ،دار الكتب العلمية ،بيروت ،2009ص .106وانظر
كذلك في نفس الكتاب :مراجع حول مفهوم القطبانية والختمية ،ص.124
62عنقاء مغرب ،تحقيق سعيد عبد الفتاح ،ص.152
63باإلضافة إلى مما مر في مقدمة عنقاء مغرب من التخوف من "وزعة السلطان" يقول المؤرخ التونسي عبد الواحد ابن الطواح حوالي سنة 704ه:
«ومما ابتلي به محي الدين في دنياه ،وامتحن به في رؤياه ،أنه وشي به إلى السلطان .ورفعت عليه كلمات شنيعة عندهم .فقال السلطان :قتله بمحضر
األعداء علينا مستشنع ،وهذا أمر فيه قدح على الدين إذا يسمع .»...سبك المقال لفك العقال ،تحقيق ودراسة محمد مسعود جبران ،دار الغرب
اإلسالمي ،بيروت ،1995ص.96
الحروف" وما ينسبه إليه بعض الشراح من معرفته لـ"الجفر" نجد أنفسنا أمام نصوص
مستغلقة يصعب فهمها حتى على المختصين .وال يقتصر الغموض في مؤلفات ابن عربي
على كتاب عنقاء مغرب ،بل عانى العلماء المسلمون كذلك من فهم كتاب فصوص الحكم،
مما دفع صائن الدين تركه ( -هراة 835ه) على وصف بعض الصعوبات في هذا الكتاب
بـ"المغوليات" ،وسلم بأن بعضها معضالت ال يمكن حلها .حكى أحد تالميذ صائن الدين علي
بن محمد تركة واصفا ً الصعوبات التي كان يتعرض لها شيخه قائالً" :في األيام التي كنا
مشتغلين بمطالعة كتاب فصوص الحكم وشروحه ،وكان بعض مشكالت الكتاب بحيث لم
يحله أحد من الشارحين ،وقال خواجة صائن الدين علي تركة رحمه هللا :تلك مغوليات
64
الشيخ ،وال يمكننا الشروع في حلها".
64نقالً عن :روضات الجنات ،ج ،2ص . 153انظر :شرح فصوص الحكم لصائن الدين تركه ،تحقيق وتعليق محسن بيدارفر ،قم 1378ش ،ج،1
ص.35
II. OTURUM
MAVİ SALON
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Ekrem DEMİRLİ
MEHMET ALİ AYNİ’YE GÖRE İBNÜ’L ARABİ VE VAHDET-İ VÜCÛD TASAVVURU
Prof. Dr. Mevlüt UYANIK
İBNÜ’L-ARABÎ’DE TASAVVUFÎ TERBİYENİN TEMEL ESASI: İLAHÎ AHLÂKLA
AHLÂKLANMAK
Prof. Dr. Abdurrezzak TEK
İBNÜ’L-ARABÎ’NİN NİYAZÎ-İ MISRÎ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ: RİSÂLE-İ VAHDET-İ
VÜCÛD ÖRNEĞİ
Arş. Gör. Soner ERASLAN
MEHMET ALÎ AYNÎ’YE GÖRE İBN ARABİ ve VAHDET-İ VUCUD
TASAVVURU
Mevlüt UYANIK
ÖZET: İslam düşünce tarihinde gerek yaşadığı devirde, gerekse daha sonraki dönemlerde,
toplum birimlerinde hâkim olan dini anlayışa ters düşen fikirler ileri sürdüğü iddialarından
dolayı küfürle itham edilmiş (aykırı) fikir adamlarından birisi de Muhyiddin Muhammed bin
Ali bin Muhammed el-Arabî et-Tâî el-Hâtimî’dir. “Şeyh-i Ekfer” diye nitelenerek
düşüncelerinin (olumsuzlanarak) toplumdan dışlanmaya çalışılması tasavvuf ehli tarafından
onun “veli” ve “Şeyh-i Ekber” olarak görülmelerine engel olamadığı gibi İslam tarihinin 2.
Yarısının en etkili alimi diyenlerde oldu.
Bu bağlamda Osmanlı’nın son dönemini yaşamış, nitelikli bir eğitim almış, Daru’l-funun’da
felsefe dersleri okutmuş, Türkiye Cumhuriyeti’nin kuruluş aşamasında önemli görevler
üstlenmiş, uluslararası sempozyumlara katılmış, pozitivist zihniyetin ortaya çıkardığı tahribatı
gidermek için ilahiyat fakültelerinin gerekliliğini savunmuş, felsefe ve din felsefesiyle
yakından ilgilenmiş, özellikle tasavvuf ve İbn Arabî hakkında ortaya atılan iddiaların
tutarlığını din diliyle ele almış olan Mehmet Alî Aynî’nin fikirlerini incelemek önemlidir.
Bu amaçla önce Mehmet Ali’ Aynî’nin “Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim” adlı risalesini
merkeze alarak İbn Arabî ve vahdet-i vucud tasavvuru tahlil edilecek ve İbn Arabî’yi niçin
savunma ihtiyacı duyduğu üzerinde durulacaktır. O, İbn Arabî’nin küfürle itham edilmesini
doğru bulmaz; ama Şeyh’in her dediğini de doğru kabul etmez, ifrat ve tefrite düşmemeye
çalışarak “mutedil yol”u bulmaya çalışır.
Bildirinin olası katkısı, düşünce tarihimizi eleştirel bir bakış açısıyla inceleyip, günümüz
insanına sunmak ve anlatmak için alimlerimiz ve fikirlerini külli bir ret ya da külli bir kabul
şeklinde ele almaktan kaçınmanın gerekliliğini vurgulamaktır. Bunu “itidalli bir yol”
önerisinde bulunan alimleri takip ederek yapacağız. Bu sayede farklı düşünen alimlerin
fikirlerini mutlak bir reddetme içinde olmadığımız için onların bazılarından istifade edebiliriz;
külli bir kabule de yanaşmadığımız için bunların toplumda yarattığı olumsuzlukları görebiliriz
ve böylece aynı hatalara düşmekten korunabiliriz.
Anahtar Terimler: İslam Felsefesi, Tasavvuf, İbn Arabî, Vahdet-i Vücud, Ahmed Sirhindi
Vahdet-i şuhud
ABSTRACT: IBN 'ARABĪ and THE DOCTRINE OF WAḤDAT AL-WUJŪD
-According to Mehmet Ali AyniMuhyiddin Muhammed bin Ali bin Muhammed el-Arabî et-Tâî el-Hâtimî is one of the
scholars who was declared - both during and after- as a heretic in the history of Islamic
thought, because his ideas contradicted the common religious beliefs in society. His ideas
were tried to be excluded from the society by qualifying him as the eldest of heretics. Yet the
Sufi Masters continued to regard him as a “friend of God” and the “greatest scholar”. In fact,
he was the most influential scholar in the second half of Islamic history. In this context, it is
important to examine Mehmet Ali Aynî's ideas about him, because he was an elite scholar. He
Prof. Dr. Hitit Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Felsefesi Anabilim Dalı Öğretim Üyesi,
[email protected]
lived in the late Ottoman period, has received a qualified education, he taught philosophy
courses at the Dar al-Fünûn, played an important role in the establishment of the Republic of
Turkey, participated in international symposia. He advocated the necessity of the faculties of
theology (İlahiyat) in order to eliminate the damage caused by the positivist mentality and he
was closely interested in philosophy and philosophy of religion. Again, he was an elite
scholar who has dealt with the language of religion in a consistent manner with the
consistency of the claims made about Ibn 'Arabi’s thoughts. In this purpose, Ibn 'Arabi and
His Doctrine of wahdat-i vucud will be analyzed by taking to center Mehmet Ali Aynî’s text ‘
Why I Like the Shaykh-ı Akbar” and why he needs to defend Ibn 'Arabi. He does not approve
Ibn Arabi's accusation of heretic/blasphemy; but he does not accept every word of the Shaykh
too. He tries to find a modest/middle way without going into extreme interpretation. The
possible contribution of this paper is to examine our history of thought from a critical point of
view and present it to today's people. It is necessary to examine the ideas of our scholars
without any dilemma in the form of absolute rejection or absolute acceptance. We can do it by
following the scholars who propose a modest way. In this way, we can benefit from their
ideas, because we are not in an absolute rejection of the ideas of scholars having different
minds. Since we do not an absolute acceptance of their ideas, we can see the negativities
created by them in the society and thus we can be protected from falling into the same
mistakes.
Key words: Islamic Philosophy, Sufism, Ibn al-Arabî, wahdat al-wujûd, Ahmad Sirhindî,
wahdat al-shuhud
Giriş:
İslamiyet insanların gerek yaratıcılarıyla gerekse diğer insanlarla ve tabiatla olan dünyevi
ilişkilerini düzenleyen ilahi ilkeler bütününe sahip olduğunu belirten son yol ve yöntem
(şeriat)tır. Dini/ilahi ilkelerin pratiğe aktarımıyla teşekkül eden bu şeriat, sosyo-ekonomik
adalete ve insan hakları eşitliğine dayalı ahlaklı bir toplum kurmayı hedeflemektedir. Bunu
sağlayan pratik ilahi ilkelerin Hz. Adem’den Hz. Muhammed’e (s.a.v) kadar bütün
peygamberlere, Tevhid-Nübüvvet ve Mead şeklinde özetleyebileceğimiz aynı teorik boyutla
farklı zaman ve mekanlarda farklı toplumlara gönderildiği de bilinen bir husustur. 65
Bu nedenle her dönemin şartlarına (modernitesine) uygun yorumlar üreten alimler
vardır. Çağdaş İslam düşünürlerinden Fazlur Rahman, bu bağlamda sufiliği modernizm
öncesi ıslah hareketleri bağlamında inceler. Sufiliği İslam’daki hukuk ve kelam sistemlerinin
gelişmesi karşısında tamamlayıcı ahlaki ve manevi bir anti-tez olarak II/VIII. yüzyılda
başladığını söyler. İlk dönem Müslümanları Allah’ın adaleti karşısında duydukları sorumluluk
bilinciyle, bütün amellerine mekaniklikten kurtararak, ahlaki bir yön kazandırmaya
çalışmışlardır. Burada peygamber döneminin iman tazeliğini yeniden yaşatmak hedeflenir.
Şüphe, tereddüt, yanlışlık ve kargaşalara karşı dinin asli otoritesine bir dönüş sağlama
gayretidir. 66
Bu anlamda tasavvuf Gazzali’in sistematize etmeye çalıştığı bir “fıkh-i batin” olup
yeni bir bilgi getirmek yerine kelam ve fıkıh disiplinlerinin ürettiği bilgileri tahkik etmek ve
65
Fazlur Rahman, İslam ve Çağdaşlık, Fikri bir Geleneğin Değişimi, çev. A. Açıkgenç, M.H.Kırbaşoğlu,
Ankara. 1996, II. Baskı, s.83. Mevlüt Uyanık, İslam Sufizmi ve Modernizm, (İslam ve Modernizm: Fazlur
Rahman Tecrübesi, 22-23 Şubat.1997 tarihli Uluslararası Sempozyum Bildirileri, İstanbul. (200-219), 1997, yeni
baskı. Bilge Adamlar, yıl.5.sayı.18, 20008, s.28-38
66
Erol Güngör, İslam Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken yay. İstanbul 2004, s.160,
Fazlur Rahman, Tarih
Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, çev. Salih Akdemir, Ankara.1995 s.99, 114-115, Ana Konularıyla Kur’an,
çev. A. Açıkgenç, Ankara. 1987, s. 175 İslam, çev. M. Dağ, M. S. Aydın, Selçuk yay. Ankara. s.161vd. Abdullah
Kartal, “İbnü’l-Arabi’nin İlk Sufilerin Bazı Görüşleri Hakkındaki Eleştirileri”, Tasavvuf Dergisi, İbn Arabi Özel
sayısı 2, 2009, sayı 23, s.360.
toplumsal hayata taşımayı hedefleyen bir ilim olarak ortaya çıkmaya başlamıştı. Muhasibi ile
başlayan sufizmin kurallarını yazma girişimi Ebu Nasr el-Sarraci’nın Kitabu’l-Luma, Ebu
Bekir Kalabadi (v.380/990) Kitab el-Taaruf, Ebu Talib el-Mekki’nin Kutü’l-Kulub, Ebu
Abdurrahman es-Sulemi’nin (v.412/1022) Tabakatü’s-Sfiyye, Kuşeyri’nin )717/1318) Risale,
Ebu Nuamy el-İsfehani (v.470/1078) Hilyetü’l-Evliya, Hucviri’nin Keşfü’l-Mahcup,
Suhreverdi (v.565/1170) Avarif, Feridüddin Attar (v.620/1224) Tezkiretü’l-Evliya adlı
eserlerini ortaya çıkardı. 67
Bununla birlikte bireysel zühd ve takva olarak anlaşılan bu zihniyet, h.III/IX itibaren
sufilerin geliştirdikleri ruhsal deneyime dayanan marifet teorisi ile kurumsallaşmaya başlamış
ve çıkış amacını kaybederek yeni ve farklı açılımlar kazanmıştır.68 Tam bu nokta, yani iki zıt
tasavvurun İbn Arabi’ye isnat edilmesi, bildiri konumuzu teşkil etmektedir. Çünkü İbn Arabi,
tasavvufu takvanın bir sonucu olan yüksek bir ilim olarak tanımlar. Allah’tan sakınan, onun
çizdiği sınırlarda duran zühd ve şüpheli şeylerden kaçınanyani vera sahibi olan kişiyi sufi
olarak görür. Bu açıdan “ İslam tarihinin ikinci yarısının en büyük âlimi ve ortaçağın en
meşhur Müslüman sufisi ve en büyük üstadı yani Şeyh-i Ekber’”69 diye anılır. Ama bir de
“Şeyh-i Ekfer yani kâfirlerin en büyüğü” diye de anılır. İkincisini diyen en meşhur alim İbn
Teymiye 70 Moğol istilasından 18 yıl, Moğolların Abbasi medeniyetinin tarumar edilişinden 5
yıl, Anadolu’daki Babai isyanından71 21 sonra dünyaya 661/1268 yılında gelmiştir. İleride
bahsedileceği üzere bunlara ilaveten İslam dünyasına yönelik Haçlı seferleri de vardı.
Günümüzde ise onun hakikatin mahiyetine dair panteistik (vahdet-i vücudcu) teoriyi İslam’ın
tevhidi ile uzlaştırma şeklinde çözümü imkansız bir problemle karşı karşıya olduğunu
söyleyen Afifi vardır.
Üstelik onun öğretisini tevhid veya tevhidi vücudi72 diye
isimlendirilmesine rağmen bu eleştiriyi yapar, ama İbn Arabi’nin iddia edildiği gibi asla
67
Ayni, İslam’ın Büyük Velisi: Abdulkadir-i Geylânî. Paris.1939., çev:Tahir Yücel, Büyüyen Ay ya. İstanbul
2016, s.22-23. “İlk dönem sufilerinden Serrac el-luma (A.M.Taha, A.Surur. kahire 1960, s.36) islami ilimler
içinde tasavvufu fıkh-ı batin olarak nitelendirmiştir. Gazzali Dini İlimlerin İhyası adlı kitabı ana hatlarıyla fıkh-ı
zahir’in yanında fıkh-ı batını inşa etmekti. Dalaletten Kurtuluş (çev.Hilmi Güngör, İstanbul.1994, s.55-64) bu
hususu işler.” Abdullah Kartal, “İbnü’l-Arabi’nin İlk Sufilerin Bazı Görüşleri Hakkındaki Eleştirileri”, Tasavvuf
Dergisi, İbn Arabi Özel sayısı 2, 2009, sayı 23, s.359-360
68
Fazlur Rahman, İslam, çev. M. Dağ ve M. S. Aydın, Ankara, s.166,177, krş., “İslam’da İhya ve Islahat
Hareketleri” çev. Turan Koç, İslam Tarihi Kültür ve Medeniyeti, Der. P. M. Holt, B.Lewis, A.K.S. Lambton,
Hikmet Yay. İstanbul. 1989, c.4, s.179,
69
İbn Arabi, Tedbirat-ı İlahiyye, Tercüme ve şerh, H.A. Konuk, yay.hz. M.Tahralı, İz yay. İstanbul 1992, s. xx
“F. Rosenthal’in deyişiyle “onun kıvılcımlar saçıp parlayan şahsiyeti ve düşüncesi” günümüze kadar Müslüman
düşünürlerde etkili olmuştur. James Morris’in ifadesiyle “Whitehead’in Platon için söylemiş olduğu “Batı
Felsefesi ona düşülmüş dipnotlardır” şeklindeki sözü biraz abartılı bir şekilde dile getirecek olursak, İbn
Arabi’den sonraki İslam düşüncesi tarihinin en azından 18.yüzyıla ve radikal biçimde modern Batı ile
karşılaşıncaya kadar onun eserlerine düşülen bir dizi notlardan ibaret olduğunu söyleyebiliriz” der, William C.
Chittick, “İbn Arabi”, İslam Felsefesi Tarihi, edit. S.H. Nasr, O. Leaman, çev. Ş. Öçal, H.T. Başoğlu, Açılım
kitap, İstanbul 2207, c2, s.151-152, a.mlf, “İbn Arabi Okulu”, İslam Felsefesi Tarihi, edit. S.H. Nasr, O.
Leaman, çev. Ş. Öçal, H.T. Başoğlu, Açılım kitap, İstanbul 2207, c2, s.167., Ekrem Demirli, İbn’ül-Arabi ve
Sadreddin Konevi: İlimlerin Tedahül Devrinde Tasavvuf ve Felsefe”, İslam Felsefesi: Tarih ve Problemler, edit.
M.Cüneyd Kaya, İsam yay. İstanbul 2013, s.508, Saccad H. Rizvi, “Mistizm ve Felsefe: İbn Arabi ve Molla
Sadra” İslam Felsefesine Giriş, edit. P. Adamson, R.C. Taylor, çev. M. C. Kaya, Küre yay. İstanbul 2008, s. 249
vd M. Fatih Demirci, Muhyiddin İbn Arabi ve Vahdet-i Vücud Okulu” İslam Felsefesi, edit. İ. Erdoğan,
E.Demirpolat, lisans yay. İstanbul 2018, s.352. M. Erol Kılıç, “İbn Arabi ile Zamanın Ruhunu Okumak”
Tasavvuf Dergisi, İbn Arabi Özel sayısı 2, 2009, sayı 23, s.53-63
70
İbn Arabi, Fususu’l-Hikem çeviri Nuri Gençosman, “Önsöz”, MEB, Ankara 1964, s.VI; Mustafa Kara, “İbn
Teymiye’nin İbn Arabi’ye ve Vahdet-i Vücud’a Bakışı”, Ahmed İbn Teymiye, İbn Teymiye Külliyatı, edit. Edip
Gönenç, çeviri, Y.Işıcak, A. Önkal, S.Şimsek, İ.H.Sezer, Tevhid yay. İstanbul 1987, c 2, s. 31-32 A.
71
Babai isyanı için bkz. Ahmet Yaşar Ocak,13. Yüzyılda Anadolu’da Baba resul İsyanı ve Anadolu’nun
İslamlaşmasındaki Yeri, İstanbul 1980, s.35 vd
72
Abdülhak Ensari, İbn Arabi and The Doctrine of Wahdat-i Wucud, Islamic Studies, cilt 38, no 2, yıl 1999,
İslamabad, s.149
kendisini Nebi ve Rasül gibi görmez,73 onların mirasçısı olduğunu belirtir, mülhid ve zındık
denmesinin tutarlı olmadığını belirtir. 74
F. Rahman’a göre insanlara, Mesihçi bir anlayışı yayarak ümitsizlik hislerini
yaygınlaştırmıştır, zira bireyin ıslahı ve ahiret ile ilgilenirken paradoksal bir şekilde pasifliği
yaygınlaştırmıştır. Nitekim Rahman, sufiliğin başlangıcının siyasal bakımdan hayal
kırıklığına uğramış, ahlaken zor durumda olan halkı rahatlatmak için sürekli Mesihçilikten
bahseden halk vaizleriyle irtibatlı olduğunu belirtmektedir.75 Buna ilaveten kadim tasavvuf
tarikatlarının derinliğinden yoksun olan sufi oluşumlar, zamanla dar kafalı ve hoşgörüsüz bir
tavır geliştirmişlerdir. Tenkitini gittikçe sertleştiren Rahman, bunun sonucunda, fikren sığ,
manen güçsüz olan kurumsallaşmış bu gruplarının siyasi seviyede bir nevi gibi çıkar grupları
gibi hareket ettiklerini; dolayısıyla, toplumsal birliktelik önündeki en büyük engelleri
oluşturdukları tespitini yapmaktadır.76
Bu durumda öncelikli olarak cevabını arayacağımız soru(n) şudur: İfrat ve tefritten
uzak itidalli yol (orta yol/sünne) nasıl bulunacaktır?77 Bu önemli zira, ülkede tasavvuf adına
bir akıl tutulma süreci yaşanmaya başladı. Hâlbuki ehli tasavvuf sadece bireysel manevi
yücelme çabası olarak gördüğü cihatı, fitneye, yozlaşmaya karşı mücadele olarak
değerlendirmiş, özellikle 18 yüzyıldan itibaren sömürge güçlerine karşı direnmişlerdir.
Tarikatlar, “temelde reaksiyoner hareketlerdir. Hedefleri bir alanın nizama konması değil,
nizamı bozucu görülen bir müdahalenin ortadan kaldırılmasıdır.
Mehmet Ali Aynî Okuma Gerekçemiz; işte tam bu noktada önemlidir. Kendisini sünni
olarak nitelendirip, mehdi ve Kainat imamı gibi ezoterik/batini okumalarla ülkede darbe
teşebbüsü yapmaya teşebbüs edenle, sünni görünümlü ama temelde selefi zihniyete sahip
gruplar, tarikatların Fetöden boşalan yerlere talip olmak için her türlü felsefe ve mantık
karşıtlığını yaptığı dönemde, sufi/nakşi ve felsefeci Osmanlı’nın son dönemi ve Türkiye
Cumhuriyetinin ilk döneminde önemli görevler üstlenmiş olan M. Ali Aynî’yi incelemek
önemlidir. Meşrutiyet ve Cumhuriyet deneyimlerini yaşayan bir âlimin bireysel değişim ve
dönüşümü, tasavvufa yönelik tutumunu incelediğimiz zaman günümüzde hala yaşanan
travmalar karşısında bir “orta yol” bulunmasına katkı sağlayabiliriz. “İslam tarihinin ikinci
yarısının en büyük âlimi ve ortaçağın en meşhur Müslüman sufisi ve en büyük üstadı yani
Şeyh-i Ekber’i” diye yukarda anılan İbn Arabî’nin görüşlerinin ifrat ve tefritten kaçınarak
itidalli bir şekilde (orta yol) yorumlanma çabası daha önce Sadreddin Konevi (v.673/1274)
tarafından yapılmıştır. İbn Arabi’nin en etkili ve aynı zamanda bağımsız düşünebilen talebesi
olan Konevi’nin İbn Arabi’yi “İslam Felsefesinde bir “orta yola” getirme çabası Avni
73
İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, s.5,37, İbn Arabi, Marifet Kitabı, çev. H.Şemsi Ergüneş, İz yay. İstanbul 2009,
s.229
74
Afifi’in ifadesi söyledir: “Suçlamalar asılsız olduğu kadar haksızdır da. İbn Arabi’nin Kur’an7ı ve hadisleri
tabiti bir tarzda tevil ettiği doğrudur, bunu yapan en ilk ne de son sufidir. Ama onun nihai gayesi, dini akidelerin
ve ibadetlerin terk edilmesi değildir. Tam tersine O, kendi anladığı tarzda İslam’ı korumayı amaçlıyordu.
Riyakârlık ve münafıklık suçlaması İbn Arabi’nin bizzat ifade etmek için seçtiği cüretkâr ve korkusuz diliyle
çelişir. İbn Arabi, Allah’ın birliği (tevhid) ilkesini vazetmiş olan İslam’ın kendisinin savunduğu tüm varlığın
birliği (vahdet-i vücut) öğretisiyle telif edebileceği kantatında olun, bunu en açık ve güçlü ifadelerle ilan eder. O
Allah ile görünen âlemin bir olduğuna dair metafizik teorisinin terimleriyle Alla ile mistik bir birleşme olduğunu
ifade ediyor, kendisi böyle anlatıyor olabilir, ama asla kimseyi aldatmaya çalışmamaktadır.” A.E, Afifi, “İbn
Arabi”, İslam Düşüncesi Tarihi, edit. M.M.Şerif, çev. M. Armağan, c.2, insan yay. İstanbul 1990, s.14,21-34.
Vahdet-i Vücud’un panteizm olup olmadığı ve Afifi’nin tezi için bkz. Hüsameddin Erdem, Panteizm ve Vahdet-i
Vücud Mukayesesi, Kültür Bakanlığı, Ankara 1990, s.97-102
75
Fazlur Rahman, Metodoloji Sorunu, s.117-118, krş., Ayrıca idrak ve keşf arasında kesin bir ayırıma giden
sufilik, algısal ve bariz idrak arasındaki organik ilişkiyi de koparmıştır. Bkz. Mazhuruddin Sıddıki, İslam
Dünyasında Modernist Düşünce, İstanbul. 1990, çev. M. Fırat, G. Korkmaz, s. 28-29,38, 54,
76
Fazlur Rahman, İslam, s. 311
77
Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslami Metodoloji Sorunu, s. 65, 95, Bu husus, müellife göre çok önemli olup,
ihmal edilmesi, İslam’ın dini tarihinin tamamen yanlış anlayışmasına yol açabilir.
Konuk78 ve M. Ali Ayni de görülür. O, İbn Arabi ve Hacı Bayram Veli gibi sufileri, “bana
benliğimi ve vazife-i insaniyemi bildirmeye himmet eden büyük mürşidler” olarak gören
Aynî79 materyalist öğretiden mistik öğretiye nasıl geçmiş bir alim ve bürokrat olarak tarikatlar
ve tasavvufun ana yapısının neler olduğu veya olması gerektiği üzerine tespitlerde
bulunmuştur.
Bu bağlamda bildirinin amacı tasavvuf ve tarikatların ifrat ve tefritten kaçarak
değerlendirilmesi ve olası yeni bir yanlışlığa düşülmemesi için neler yapılabilir, nasıl
okumalar ile sorunun çözümüne katkı bulunabilir, sorusunun cevabını aramaktır. Çünkü tıpkı
onun Osmanlı dönemindeki sufi gruplar hakkında yaptığı şu tespit maalesef geçerliliğini
korumaktadır. Ona göre, “zamane mutasavvıfları mal toplamak ve şöhret ihtişam elde etmek,
kalabalık bir halkı başına toplam için her türlü bidatleri işlemeye başladılar. Eski sufilerin ilke
ve kurallarına riayet etmeyip dalalet yoluna gittiler.”80
Şeyhler giydikleri sarık ve abayı halkın gözünü boyamak ve aldatmak için
kullanıyorlardı. Aslında bu adamlar şeriatın hükümlerini iyi bilmedikleri ve uygulamadıkları
gibi tarikattan da haberleri yoktu. Dervişlikte başkalarından bir şey istemek kadar ayıp ve
reddedilen başka bir şey yoktur. Hatta şeriatten haberdar olanlar bile Sultan Avcı Mehmed
zamanındaki durumları İsmail Hakkı Bursevi üzerinden veren Aynî, Hacı Bayram ile Emir
Sultan mensupları arasında nefret ve çekişme son derece arttığını söyler. O halde yapılacak
olan tarika-ı muhammediyenin ana dairesinde bulunan diğer tarikatların insanlığın saadet ve
selametini isteyen ve hayata geçiren ilkeleri ve adabı ortaya çıkaracak ve feyzini yaşayacak
olan yine insanlardır.81
Bu bağlamda Ayni’ye göre yapılması gereken şudur: “İlk dönem Müslümanları
peygamberimizin elini tutarak kendisinden ayrılmayacaklarına söz verdikleri gibi,
günümüzde de özü sözü ve fiili birbirine uygun ve düzgün, fazilet ve istikamet üzere olan
itimata layık, muhabbetli bir zatı bulup, bütün günahlardan tövbe ettiğine, kimseye fenalık
etmeyeceğine, yalan söylemeyeceğine, kimsenin malını çalmayacağına, kimseyi
öldürmeyeceğine kısaca her türü yasaklardan sakınacağına dair insanların söz vermeleridir.”
Aynî’ye göre, burada elini tuttuğu şeyh, peygamberimizin Müslümanlalar yaptığı birinci
muahedeyi yenilemek ve tekit etmeye bir şahittir. Şeriatın batını olarak sunulan tarikata
girmek budur, der. Bu hususlar Kur’an ve dünyaya iyi ahlakı öğretmek için gelen
peygamberimizin sözlerinde apaçıktır. 82
Tasavvuf, bu anlamda, insanı Kur’an ve Sünnet’in temel hedefine uygun olarak, en iyi,
en güzel ve en mükemmel bir şekilde anlamaya çalışmıştır. Tasavvuf sayesinde insan gerek
yaratıcı olan Allah ile gerek diğer insanlarla olan münasebetini en yüksek seviyeye
çıkarmıştır.83 Bu bağlamda Ferit Kam da, tasavvuf, Allah’ın zatını, sıfatlarını, isimlerinin ve
bu ikisinin görüngülerini, ilmin hakikatlerini ve onları tek bir hakikate (zat-ı ehadiyyet)
döndürmek olarak tanımlar. 84 Bunun yapılabilmesi için de felsefe, kelam, fıkıh ve tasavvuf
disiplinlerini eş güdümlü okumak şarttır. 85
78
Konuk, İbn Arabi’nin yüksek bir ilim ve marifet ile şeriatin getirdikleri “orta yol” ayrıca incelenmesi gerekir
der. İbn Arabi, Tedbirat-ı İlahiyye, Tercüme ve şerh, H.A. Konuk, yay.hz. M.Tahralı, İz yay. İstanbul 1992, s.
xxv
79
Aynî, Hacı Bayram-ı Veli, İstanbul.1943, s.24; krş, Arar, M.Ali Aynî Maddesi, s.274
80
Aynî, Türk Azizleri, s. 100-101
81
Mehmet Ali Aynî, Türk Azizleri, Maarif yayınevi, İstanbul. 1944,s. 99-100 Milliyetçilik,1943. S. 385-409
naklen İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi, Kitapevi, İstanbul.1997, c.2, s.86-88.
82
Mehmet Ali Aynî, Milliyetçilik,1943. S. 385-409 naklen İsmail Kara, Türkiye’de İslamcılık Düşüncesi,
Kitapevi, İstanbul.1997, c.2, s.85, Türk Ahlakçıları, Maarif yayınevi, İstanbul. 1939,s.3
83
Bkz. E.Ruhi Fığlalı, Çağımızda İtikadi İslam Mezhepleri, Ankara. 1980, s.75
84
Ferid Kam, Vahdet-i Vücud, sadeleştiren E. Cebecioğlu, DİB, Ankara. 1994, , s.64
85 Mevlüt Uyanık, “15 Temmuz Terörist Saldırısının Ardından Yeni Bir Din Dili Oluşturmanın Gerekliliği”
http://www.anahabergazete.com/15-temmuz-terorist-saldirisinin-ardindan-yeni-bir-din-dili-olusturmanin-gerekliligi-haberi-0 08 Mart
Bu metnin hedefi bu çerçevede, M. Ali Aynî’nin 86 İbn Arabî okumasıyla tasavvuf ve
felsefesine vakıf bir âlim hakkındaki görüşlerini gündeme getirerek, mevcutlar ile bunların
arasındaki derin uçurumu gözler önüne sermektir. 87 Çünkü İbn Arabi, İslam ve ondan önceki
süreçte oluşan hikmet geleneğini tevarüs eden hâkim anlamında filozof kişi olarak sözlerinin
çoğu Kur’an’ın belirli ayetleri, hadislerin yorumundan ibaret olup,88 felsefe, kelam, tasavvuf,
fıkıh ve gramer ıstılahlarını kullanmaktadır. Aldığı eğitimin alt yapısında zaten vardı,
dolayısıyla ona müracaatı kaçınılmazdı. Hangi anlamda alınırsa alınsın felsefe, İbn Arabi’nin
dünya görüşü için bir referans çerçevesi teşkil ederdi. Bu geniş anlamıyla felsefesinin
Kur’an’da “şüphesiz kendisine hikmet verilmiş olana bir çok iyilik de verilmiştir. K.K:2/269)
hakim anlamında kullanımı vardır. Zaten kendisini muhakkik, gerçek basiret sahibi, ehl-i keşf
ve’l-vücud yani nefsinde ilahi keşfe açık bulunduğunu, hakikati tecrübe eden sufi olduğunu
olarak tanımlar, diğer filozofları çok sert eleştirir. Felsefenin asla marifet vermeyeceğini,
bununla nefsin hakikatine erişmek isteyenler farkında olmayarak şişmeyi semizlik sananlardır
der. 89 Kendisini filozof olarak nitelendirmez ama sufi deneyimlerini felsefi olarak
açıklayarak onları “aklileştirmesi” de gözden kaçmamalıdır. Nitekim en önemli talebesi ve
bir rivayete göre de üvey oğlu90 olan Sadreddin Konevi’de yaratıcısı ile arasındaki “perde”nin
kalktığını söyler ve bildiklerini böyle öğrendiğini belirtir. Akıl ötesi bu durumu da makul ve
şeffaf bir tarzda anlatır. H.A. Konuk’a göre, bu tasavvufi idrak cüz’i akıl’ın ötesinde “kalp
ve/ya gönül” denilen bir meleke ile ilgilidir. 91
Bu bağlamda İbn Arabi’nin varlık ve idraki meselesine yoğunlaşan özellikle meşşai
filozofların alemin yaratılış düzeni, illet ve önemli oranda kabul ettiği sudur görüşlerini
açıklarken zorunluluk ibaresini kullandıklarından dolayı yönelik eleştiriler yöneltir, ama buna
2017. Tarihsiz Okumaların Talihsizliğinden Kaçınmak İçin 15 HAziran 1826 ve 15 Temmuz 2016 Kalkışmalarını Mukayeseli Okumak
http://www.anahabergazete.com/tarihsiz-okumalarin-talihsizliginden-kacinmak-icin-15-haziran-1826-ve-15temmuz-2016-kalkismalarini 18 Aralık 2017
86
“F. Rosenthal’in deyişiyle “onun kıvılcımlar saçıp parlayan şahsiyeti ve düşüncesi” günümüze kadar
Müslüman düşünürlerde etkili olmuştur. James Morris’in ifadesiyle “Whitehead’in Platon için söylemiş olduğu
“Batı Felsefesi ona düşülmüş dipnotlardır” şeklindeki sözü biraz abartılı bir şekilde dile getirecek olursak, İbn
Arabi’den sonraki İslam düşüncesi tarihinin en azından 18.yüzyıla ve radikal biçimde modern Batı ile
karşılaşıncaya kadar onun eserlerine düşülen bir dizi notlardan ibaret olduğunu söyleyebiliriz” der, William C.
Chittick, “İbn Arabi”, İslam Felsefesi Tarihi, edit. S.H. Nasr, O. Leaman, çev. Ş. Öçal, H.T. Başoğlu, Açılım
kitap, İstanbul 2207, c2, s.151-152, a.mlf, “İbn Arabi Okulu”, İslam Felsefesi Tarihi, edit. S.H. Nasr, O.
Leaman, çev. Ş. Öçal, H.T. Başoğlu, Açılım kitap, İstanbul 2207, c2, s.167. Ekrem Demirli, İbn’ül-Arabi ve
Sadreddin Konevi: İlimlerin Tedahül Devrinde Tasavvuf ve Felsefe”, İslam Felsefesi: Tarih ve Problemler, edit.
M.Cüneyd Kaya, İsam yay. İstanbul 2013, s.508, Saccad H. Rizvi, “Mistizm ve Felsefe: İbn Arabi ve Molla
Sadra” İslam Felsefesine Giriş, edit.P.Adamson, R.C. Taylor, çev. M. C.Kaya, Küre yay. İstanbul 2008, s. 249
vd
87
Mevlüt Uyanık, Din yorgunluğu ve deizm tartışmalarına dair bir “derkenar” İlesam. Yıl:3, sayı.11, 2018, s.1419http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2282/din-yorgunlugu-ve-deizm-tartismalarina-dair-bir-derkenar.html
http://www.haberlotus.com/din-yorgunlugu-ve-deizm-tartismalarina-dair-bir-derkenar/ 11 Haziran 2018
88
İbn Arabi, Mişkatü’-Envar, 101 hadis bulunan bu kitap tasavvufi düşüncesinin alt yapısı açısından son derece
önemlidir. Türkçesi Nurlar Hazinesi, çev.Mehmet Demirci, İz yay. 1990, çev. önsöz, s.9, Muhammed Valsan,
arapça neşr ve Fransızca çevirinin önsüzü, 44, Mustafa Tahralı, “İbn Arabi’de Bir Hadis-i Kutsi’nin Yorumu”
aynı çeviri içinde, s.11
89
İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, s.195-197
90
Hülya Küçük, “Muhyiddin Arabi’nin Çevresindeki Hanımlar”, Tasavvuf Dergisi, İbn Arabi Özel sayısı 2,
2009, sayı 23, s. 201
91
İbn Arabi, Tedbirat-ı İlahiyye, Tercüme ve şerh, H.A. Konuk, yay.hz. M.Tahralı, İz yay. İstanbul 1992, s. Xix.
Mevlüt Uyanık, İslam Bilgi Felsefesinde Kalbin Anlaması:Gazzali ve Mevlana Örneği, Araştırma yay. Ankara
2016,s.19 vd; Chittick, “İbn Arabi”, s.152-154. Aklileştiren mistik”: kişinin tecrübe ettiği Tanrı, akli mistisizmde
nihai olarak Varlık’ın ne üstünde ne de ötesindedir. O düşünce ve bizatihi düşünüyor olmakla özdeştir. Bilen,
bilinen ve bizzat bilgi arasında mutlak bir şeffaflık söz konusudur. Dolayısıyla mistik tecrübe bütün kavramlara
aşkın olan bir bilem şekli olsa da, iletilebilen ve daha az öneme sahip araştırmaya dayalı kimi temsillerle
ulaşılabilen bir şeydir. Rizvi, agm, s.250. Chittick, “İbn Arabi Okulu”, s.170-171, Demirci, agm, s.354
rağmen “vesileci sudur” denilen bir görüşe sahip olduğunu92 hatırladığımız zaman bana göre
aralarındaki fark, faal akıl ile ulaştıkları makamda edindikleri bilgi ve yaşadıkları tecrübeyi
filozoflar açıkça söylememeyi tercih etmişlerdir. Filozofların akıl teorisi, faal akıl kavramı ve
İbn Sina’nın makamatü’l arifin risalesi bu mesele açısından ayrıca incelenmelidir. 93
I.
Mehmet Alî Aynî: Hayatı ve Eserleri
1869 yılında Manastır’a bağlı Serfiçe’de (Konyar) kasabasında doğmuştur. 30 Kasım 1945
tarihinde İstanbul’da vefat etmiştir. Serfiçe ve Selanik’te başladığı öğrenimine Yemen’de
devam ettti. İstanbula dönüp, Soğukçeşme Askeri Rüşdiyesine geçti. Gülhane Rüştiyesinde
lise eğitimi tamamladı. Bu sırada Fransızca öğrendi. İstanbul Mülkiye mektebini bitirdi.
(1888) Arapça, Farsça ve Fransızcasını ilerleterek Hariciye nezareti Şehbenderlik kaleminde
memuriyet hayatına başlamıştır.
Edirne İdadisinde öğretmenliğe başladı. (1889) Dedeağaç idadisinde Arapça öğretmenliği
yaparken felsefe okumalarına başladı. (1890) Halep idadisi müdürlüğü yaparken Nusayriler
ve Yezidiler hakkında araştırmalar yaptı. (1892) Buradaki başarılardan dolayı Diyarbakır
idasinin oluşturma görevi verildi. (1893) Burada Maarif Müdürlüğü yaparken Süleyman Nazif
ile tanıştı. O dönemde Ermeni ve Kürt meselesi oldukça yoğun yaşanıyordu. 1895 yılında
Maarif Nezareti İstatistik Kalemi Başkatipliği görevine geldi. Ernest Levisse’den Küçük
Umumi Tarihi adlı eseri bu görevdeyken çevirdi. Rumeli kaymakamlığı görevinde yaptığı
yayınlar (Küçük Tarih, Tarih-i Edeb-i Alem gibi) dikkati çekti.
Kosova vilayeti
mektupçuluğundan (1898) Kastamonu Mektupçulukluğuna sürgün edildi. (1899) Sinop
Mutasarrıf vekilliği, Ta’iz, (1903) Amara/Basra,(1904) Balıkesir, (1907) Lâzkiye (1909)
Mutasarrıflıklarında bulundu. Elazığ, (1910) Bitlis (1911), Harput ve Trabzon Valiliklerinde
(1912-1913) ve İstanbul Dok Şirketi, Fenerler İdaresi Müşavirliğinde bulundu.
Görüldüğü üzere, başarılı, hakkaniyetli ve ilm-i siyaseti iyi bildiği için önemli
görevlerde bulunmuştur. Yetkili olduğu yerlerde yüzlerce okul inşa ettirmiştir. Zekâsıyla, ilmi
derinliğiyle, cesaretiyle sulh ve sükûnu sağlamıştır. Bu yüzden imparatorluğun onca yerinde
çok sevilen ve saygı gösterilen bir idareci olmuştur. Trabzon valisi iken Talat Paşa tarafından
çok genç yaşta emekliliğe sevkedildi. Ama bu hayatında daha verimli bir döneme de vesile
oldu. Şeyh-i Ekberi Niçin Severim’i bu sırada yazdı. Ayrıca 1913 yılında Maarif Nazırı Şükrü
Beyin teklifi ile İstanbul Daru’l-Funun’da Felsefe Müderrisliği görevine geldi.
1917 yılına kadar dersler verdi. Bunun yanı sıra İctimaiyyat (Sosyoloji) ve Felsefe
Müderrisliği yaptı. Edebiyat Fakültesi Müderrisler Meclisi Başkanı oldu. (1915) Tedkikât ve
Te’lifât-ı İslamiyye Hey’eti Üyeliği yaptı. (1923). Bu süre içinde Daru’l-Funun Edebiyat
Fakültesi Mecmuasını yayımlamaya başladı. Felsefe Terimlerinin Osmanlıca Türkçesi ile
karşılıklarını bulmak için Babanzâde Ahmed Naim Bey’le birlikte çalışmalar yaptı.
Üniversitedeki felsefe derslerine ilaveten Çamlıca Kız Lisesi’nde Edebiyat, Medresetü’l-İrşad
ve İlahiyat Fakültesi’nde Tasavvuf Tarihi, Harb Okulu’nda Ahlâk Felsefesi, (1925) Harb
Akademisi’nde Siyasi Tarih, (1927) İslami İlimleri Tetkik Enstitüsü’nde Ordinaryüs Profesör
olarak Dinler Tarihi okuttu. (1933) 1926’da Amerika’da Milletlerarası Felsefe Kongresi’nde,
1930’da da İngiltere’deki kongrede Türk delegesi olarak bulundu. 1935’te 66 yaşında ikinci
92
Demirci, agm, s. 355. İbn Teymiye burada İbn Sina’nın hakkını şöyle teslim eder: “Nübüvvet, keramet ve
ariflerin makamı gibi konularda eskilere nisbetle şerefli ve üstün izahlar yaptı…. O, hakkın gereği olarak onların
akli metodları uyarınca gerçekten doğrulayabildiği hususları ifade etmiştir. Nitekim meşşai filozoflar/ilahiyyun
ve diğerleri vacibu’l-vücud, öldükten sonra ruhun bekası, salih amellerin öldükten sonra fayda vereceği gibi
konuları ittifakla kabul etmişlerdir.” İbn Teymiye: Külliyat, c.2, s.118
93
İbn Sina, İbn Sina, Makamatü’l-Arifin, İşaretler ve Tembihler, çev.: Ali Durusoy, Muhittin Macit, Ekrem
Demirli, Litera Yay., İstanbul 2005, s. 182 vd, Ariflerin ve Olağanüstü Hadiselerin Sırları, , Şerh: Fahreddin
Razi Çev. Ömer TÜRKER, Hayy kitap, 3. Baskı, İstanbul 2013 s.13-14. Mevlüt Uyanık “Bir Sistem Felsefesi
Oluşturma Sürecinde Faal Aklın işlevselliği ve Önemi”, İslam Felsefesi Teşekkül Dönemi, M.Uyanık, A. Akyol,
Elis yay. Ankara.2017, s.1163-199, Süleyman Uludağ, ‘Arif’ mad. TDVİA Ankara 1991 c.3. s.361, Esra Fırat,
İbn Sina Makamatü’l-Arifin” HÜİF, Basılmamış Lisans Bitirme Tezi, çorum 2015, s.43 vd
defa emekli olduktan sonra 1937’de İstanbul Kütüphaneleri Tasnif Komisyonu Başkanlığı
yaptı. 94
Başlıca eserleri şunladır:95 Şeyh-i Ekberi Niçin Severim, İstanbul.1339. Ahmet Reşit bey
tarafından Fransızca’ya çevrildi ve Paris’de 1935 yılında yayımlandı. İslam’ın Büyük Velisi:
Abdulkadir-i Geylânî. Paris.1939., çev:Tahir Yücel, Büyüyen Ay ya. İstanbul 2016.
Hüccetu’l-İslam İmam-ı Gazali, 1327/1909. Türk Azizleri: İsmail Hakkı Bursevî,
Paris.1923.Marifet
basımevi,
İstanbul.1944.
Hacı
Bayram-ı
Veli,
İstanbul.1343/1924.Muallim-i Sani Farabî, İstanbul.1932. Türk Mantıkçıları, İstanbul.1928
Türk Ahlâkçıları, Marifet yayınevi, İstanbul 1939. Küçük Umumi Tarih, Ernest Levisse’den
çeviri, Kastamonu 1317. İlim ve Felsefe, Ruhiyât (Psikoloji) Dersleri, (E.Ribeau’dan çeviri
İstanbul.1331. Reybilik, Bedbinlik, Lâilahilik Nedir, İstanbul.1341/1927. Ahlâk Dersleri,
İstanbul.1930.Tasavvuf Tarihi, İstanbul 1341/1922.Tarih-i Felsefe:Gazalî, Demokrasi Nedir?,
İstanbul. 1938.Tarih-i Edebî-i Alem, Fransızca’dan çeviri, Orfiyat-ı Siyasiye ve Ahlâkiye,
Milliyetçilik İstanbul 1944. Malumat-ı Nafia-i Fenniyye, Halep 1308
1. Materyalist ve Pozitivist Öğretiden Mistik Düşünceye Geçişin Analizi
Aynî bu noktada önemlidir, çünkü kendisi ciddi eğitim almış, batı felsefesine hakim ve dönemin
felsefi düşüncesi olan pozitivizm ve materyalizmden etkilenmiştir. Fizik evrene önem veren duyu
organlarıyla anlaşılamayan her olay inkâr eden, dini hususların dış dünyada her hangi bir objektif
varlığa sahip oluşunu reddeden, bütün bu tür şeylerin, rüyalar ya da keşifler gibi, sadece sübjektif bir
değere sahip olduğunu ileri süren bir alim, 1924 yılında nasıl bir değişim yaşamıştır ki, metafizik ve
ahlak ilimlerine dair en yüksek ve ince düşünceleri İbn Arabî’de bulduğu için “Şeyh-i Ekberi Niçin
Severim?” diye bir eser yazmıştır. Her Müslümana göre “şüphesiz en yüksek ve ince düşünce, her
konuda olduğu gibi metafizik ve ahlak ilimlerinde de öncü peygamberimizdir. Mehmed Ali Aynî,
sözünü ettiği zirve noktayı İbn Arabî’de görmüştür. Bu açıdan kitap bir savunmadan ziyade, bir zafer
ilanı niteliğindedir. Dolayısıyla gençliğinde arzu ettiği gibi din ve tasavvuf konularında çalışmaya
başlayarak dini konularda çalışmayı hayatın vazifesi olarak görmüştür. 96
Darü’l- fünun’da verdiği derslerle hikemi dilin pozitivist ve materyalist felsefe altında ezilip
yok olmaması için gayret sarf etmiştir . O kadar ki, materyalizmden mistizme geçen Aynî, İmam
Gazali, Şeyh-i Ekber İbn Arabî, İsmail Hakkı Bursevi, Hacı Bayram Veli gibi dört farklı sufi
meşrepten zat üzerine kitaplar kaleme almış. Materyalizmin tutarsızlığını ise Tevfik Fikret’in “Tarihi Kadim” adlı eserini merkeze alarak göstermiştir. Karman Anıl ve Selma Kırcan adlı iki gencin
“Hayat Nedir?” diye sorusunu ayrıntılı olarak incelemiş ve materyalist öğretiye ciddi eleştiriler
getirmiştir. Aynî, William Blake’nin “Kaplan” adlı şiirinden mısralar eşliğinde düşüncelerini
belirtmesi o dönemin gençlerine ulaşma gayreti olarak görüleceği gibi, entelektüel donamını da
göstermektedir.
94
Mehmet Ali Aynî, Hatıralar, Canlı Tarihler 2, Türkiye yayınevi İstanbul 1945, s.5-6, İsmail Arar, Mehmet Ali
Aynî (1869-1945) maddesi” TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul. 1991, c.4, s.273-275. Ülken, age, s.299-301,
Kara, İslamcılık Düşüncesi, c.2, s.67-68. Zeynep İnan, “Ermeniler Aynî'yi niçin severler?
http://www.dunyabizim.com/mehmed-ali-Aynî/5296/ermeniler-Aynîyi-nicin-severler 05/01/2011
95
Arar, a.g. md, s.274-275, Kara, age, s.68-69, Ülken, age, s.299-300
İsmail Arar, Mehmet Ali Aynî (1869-1945) maddesi” TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul. 1991, c.4, s.273275, Ethem Cebecioğlu, “ Mehmet Ali Aynî ve Pozitivizmden Tasavvufa” Altınoluk Dergisi, - Sayı : 386 Nisan 2018 - Sayfa : 50
https://www.altinoluk.com.tr/blog/ord-prof-mehmet-ali-Aynî-ve-pozitivizmden-tasavvufa ayrıca bkz. Ali Kemal
Aksüt, Profesör Mehmed Ali Aynî, Hayatı ve Eserleri, İstanbul 1944; “Mehmet Ali Aynî, Hatıraları”, Canlı
Tarihler, İstanbul 1945, c. 2, s. 5-90; Muharrem Ergin, Türk Maarif Tarihi, c. 5, 1965; Kemal Balkan, “Profesör
Mehmed Ali Aynî, Hayatı ve Eserleri”, İş Mecmuası, İstanbul 1942, sayı: 32, s. 254-280. Carl Vett, Dervişler
Arasında İki Hafta, çev.: Ethem Cebecioğlu, Kaknüs Yay., İstanbul 2004, s. 246. 10) Carl Vett, Dervişler
Arasında İki Hafta, çev.: Ethem Cebecioğlu, Kaknüs Yay., İstanbul 2004, s. 96-97. Hilmi Ziya Ülken, türkiye’de
Çağdaş Düşünce Tarihi, İstanbul.1979, s.293-297, Zeynep İnan, “Mehmed Ali Aynî kuantumcuları dinleseydi..”
http://www.dunyabizim.com/mehmed-ali-Aynî/12788/mehmed-ali-ayn-kuantumculari-dinleseydi 21/03/2013
96
Karamsarlığın, kötümserliğin, inançsızlığın ortaya çıkardığı durumları bu ve Reybilik,
Bedbinlik, Lâilahilik Nedir?” adlı eserinde ayrıntılı olarak müzakere etmiştir. Akademik
çalışmalarının yanısıra halkın özellikle gençlerin pozitivist söylemin etkisinden kurtulması için
dergilerde gazetelerde yazılar kaleme almıştır. Darülfünun Edebiyat Fakültesi Mecmuası, Darülfünun
İlahiyat Fakültesi Mecmuası, Millî Mecmua ve Fağfur gibi dergiler ve Yenigün, Akşam ve
Cumhuriyet gibi gazetelerde felsefe, tasavvuf ve eğitim gibi konulara dair yazdığı makalelerinin
bazılarını 1925 (1339) yılında İntikad ve Mülâhazalar adıyla kitaplaştırmıştır. 97
Bunlara ilaveten 1930 yılında Oxford’da katıldığı Milletlerarası 7. felsefe kongresinde kendisine
sorular soruları cevaplandırmak için La Philosophie en Turguie adlı bir risale de kaleme almıştır.
Buna ilaveten 1938 yılında Brükeslde toplanan Milletlerarası 20. Müsteşrikler kongresine La Langue
Turque a Bagdad u XI eme Siecle başlıklı tebliğ göndermiştir. Bunlardan kasıt, sadece ulusal bir âlim
olmanın ötesine geçen Aynî, 1927’de İngiliz Felsefe Araştırmaları Enstütüsü, 1931’de Milletlerarası
Felsefe Kongreleri Düzenleme Komitesi ve 1935’de L. Massignon’un dahil olduğu bazı tanınmış
müşteşriklerin teklifleri üzerine Paris Asya Cemiyeti asli üyeliğine seçilmiştir. 98
II.
”ŞEYH-İ EKBER’İ NİÇİN SEVERİM?” METNİNİN ANALİZİ
Mehmet Ali Aynî’nin niçin İbn Arabî’yi savunma ihtiyacını duyduğu ve İbn Teymiye’nin
“Şeyh-i Ekfer” nitelemesine karşı99 “Şeyh-i Ekber” şeklinde cevap verdiğini açıklamak için
yazdığı “Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” isimli eser ilk olarak (Şehzadebaşı Evkaf-ı İslamiye
Matbaası, İstanbul. 1339/1341) 1923 yılında İkbal Kütüphanesi sahibi Hüseyin Bey tarafından
neşredilmiştir. “La Quintessence de la Philisophie d’İbn Arabı” (traduit par Ahmed Raşıd)
başlığıyla Paris şehrinde 1926 yılında önemine binaen tekrar yayınlanmıştır. İsmail Kara
tarafından “İbn Arabî’de Varlık Düşüncesi” (İnsan Yayınları, İstanbul. 1992) transkirebesi
yapılmıştır. Ayrıca H. Rahmi Yananlı, İsmail Dervişoğlu, E. Hüseyin Yiğit tarafından
sadeleştirilmiş şekliyle (Büyüyen Ay, İstanbul. 2012) yayımlanmıştır.
Şeyh-i Ekber Muhyiddîn Muhammed b. Ali. B. Ahmed el-Ma’ribi et-Tai el-Endülüsi, nam-ı
100
diğer Muhyiddin İbnu’l-Arabî (560/1165- 638/1240) ve vahdet-i vucud öğretisini dahi külli
bir redde gitmek yerine, benimsediği ve kabul etmediği noktaları belirten bu ufak risaleyi
yazmıştır. Biz de burada Aynî’nin İmam Birgi (928-981 h.) fikirlerini “Tarikat-ı
Muhammediye” adlı eserini merkeze alarak incelemesini örnek alarak101 metin oluşturacağız.
1. EZOTERİK YORUMLAR VE AYNİ’NİN ELEŞTİRİSİ
Müellif Aynî, “Şeyhi- Ekber’in Hayatı Ve Eserlerine Genel Bir Bakış” başlıklı I. bölüm
de, alimlerin Kur’an ve onun açıklayıcı olan Peygamberin sünnetini analiz ederek, akli ve
tabii bilimleri gereği gibi araştırma ve inceleme ile vazifeli olduklarını söyler. Bu fizik ve
metafizik kurgunun ve tasavvuf tasavvurunun açıklanması açısından giriş olarak önemlidir.
Ona göre, Bağdat’taki meşhur Nizamiyye Medresesine rakip olmak üzere Mustansiriyye
Medresesi de yedinci asrın başlarında açılması, Musul’da Konya’da, Şam’da Kahire’de
muazzzam medreseler olması bu tanımlamanın kabulünü gösterir. Bu ilimlerin tahsiliyle teori
ve pratik uyumunu sağlayan alim ve ariflerin ilaveten bir de ledünni ilme sahip oldular.
Fisagor ile Eflatun ledunni bilim ve buna dair okunması gereken dualar (evradı) Mısır’dan
öğrendiği malumdur. Bu bağlamda İbn Arabi, Eflatunu sadece bir filozof olarak değil, mistik
97
Kara, age, s.72-78, Kara, “İbn Teymiye’nin İbn Arabi’ye ve Vahdet-i Vücud’a Bakışı”, s. 41 vd, Arar, agmd,
s.274, M.Ali Aynî, Hayat Nedir, İstanbul.1945. günümüze aktaran İsmail Dervişoğlu, Büyüyen Ay yay.
İstanbul.
2013.
Krş.
İsmail
Demirel,
“İnançsızlık
zerkeden
eserlerden
uzak
dur!”
http://www.dunyabizim.com/mehmed-ali-Aynî/13721/inancsizlik-zerkeden-eserlerden-uzak-dur 10/06/2013
98
Arar, agmd, s.274
99
“Vahdeti vücutçuların elebaşları küfrün önderleri olup, öldürülmeleri vaciptir. Tevbe etmeden yakalandıkları
zaman tövbeleri de kabul edilmez, çünkü bunlar dıştan Müslüman olduklarını söyleyip içlerinde büyük bir küfrü
gizli tutan zındıkların önde gelenlerindendir.” İbn Teymiye: Külliyat, c.2, s. 157. A.E, Afifi, “İbn Arabi, s.20
100
Chittick, “İbn Arabi”, İslam Felsefesi Tarihi, edit. S.H. Nasr, O. Leaman, çev. Ş. Öçal, H.T. Başoğlu, Açılım
kitap, İstanbul 2207, c2, s.151 vd
101
Aynî, Türk Ahlakçıları, Maarif yayınevi, İstanbul. 1939,s.104, 122-151
zevklere ermiş bir bile/hakim olarak da gördüğünü, hakiki bilgelik/Ariflik, mükaşefeden
çıkar ki bu nebevi hikmetin bir ifadesi olduğunu hatırlamak gerekir. 102 Farabi’nin de bu
anlamda felsefenin asli yer olan Mezopotomya’ya döndüğünü söylersek, niçin Eflatun-u ilahi”
denildiği de ortaya çıkar. 103
Bizim bu kültürü Atina yerine İskenderiye hattı üzerinden aldığımızı düşünürsek, idea
nazariyeni cennetin anlatılmasında kullanıp, Eflatun’un isminin başına İlahi sıfatını ekleme
gerekçemiz de ortaya çıkar. Selman-ı Farisi’nin, Kumey b.Ziyad’ın Tabiinin önde
gelenlerinden olan Hasan Basri’nin İmam Ali b. Ebu Talib’in elde ettiği, Ma’ruf Kerhi, Habib
Acemi. Seri Sakati,Cüneyd Fudayl, Bişr-i Hafi, İbrahim Edhem, Zünnun, Davud Tai, Ruveym,
Hatemu’l-Asamm, Ibrahim el-Havvas.. vasıtasıyla gelecek nesillere emanet ettikleri ledunni
bilgiler, artık Ebu Talib Mekki’nin (Vı 386/996) Kut’ul-Kulub, Kelabazi’nin (v. 380/990)
eseri olan Kitabu’t-Ta’arruf, Abdülkerim Hevazin el-Kuşeyri’nin (v. 460) eseri olan Risale-i
Kuşeyriye, Şihabüddin Ebu Hafs Ömer Suhreverdi’nin (v. 632/1063) eseri olan Avarifu’lMaarif de anlatılmıştır. 104
Bir süre sonra bu bilgiler kurumsallaşmış, tasavvuf ve felsefesiyle tarikatlar oluşmaya
başlamıştır. Hatta tasavvufi hareketlerin vahdet-i vücud öğretisine ulaşmasını doğal olarak
görülür, çünkü ilk asırlarda yaşamış Hasan Basri (m.64-728), Malik b. Dinar (v.724) , Salih
el-Mürri, Abdülvahid b. Zaid (v.177/793),
Habib el-Acemi (v.120/737), Muhasibi
(v.243/857), Beyazid-i Bistami (v.262/875), Cüneyd-i Bağdadi (v.297/909), Hallac-ı Mansur
(v.309/921), Gazzali (v.505/1111) gibi sufilerde bu öğretinin köklerini görmek mümkündür.
Ayni, Suriye’de darani (d.140/758) İbn Ebu’&l-Havari (d.164/780), Mısır’da Zunnun elMısri, Türkistan’da Hatim el-esam ve İbrahim b. Edhem, Bağdat’da Maruf-iz Kerhi, Şibli gibi
insanlar yeni fikirleriyle manevi ahenki sağlıyor ve gerçek yineliklere götürüyordu. Bu
insanlar ilim ile parale giden bir marifet türü bilgiye sahip alim ve arif kişilerdi. İbn Arabi’nin
ifadesiyle bu kişiler “daima huzurdadır. Sahib-i tecrid olup, onun için zeval-i huzur yoktur.Bu
kamil insanlar tıpkı gökleri tutan direkler gibidir.105 Özellikle Kam, vahdet-i vücudun esası
102
Rizvi, agm, s. 256. İbn Arabi, Tedbirat-ı İlahiyye, Tercüme ve şerh, H.A. Konuk, yay.hz. M.Tahralı, İz yay.
İstanbul 1992, s. xix
103
Fârâbî felsefenin her yerde sona erdiğinden ve İslam dünyasında yeni bir vatan ve yeni bir yaşam bulduğundan
söz eder. Ona göre, “felsefe İslam dünyasına Yunanlılardan, Eflatun ve Aristoteles’ten gelmiştir. Bunlar
Müslümanlara hem felsefelerinin sonuçlarını öğretmişler, hem de bu sonuçlara ileten esasları ve böylece
eksilmesi ya da kaybolması halinde felsefeyi yeniden canlandırma yolunu göstermişlerdir”. Fârâbî’nin bu
sözlerinden felsefenin doğuşunu Yunanlılara dayandırdığı sanılabilir. Ancak o felsefenin İslam dünyasına
aktarılmasında Yunanlıların katkısını kabul etmekle birlikte, felsefenin doğuşunu çok daha gerilere götürür ve
Mezopotamya’nın ilk yerlileri olan Keldani’lere dayandırır. Felsefe buradan Mısır’a, Mısır’dan Yunanistan’a
geçmiştir. Yunanlılar bu ilme “yüce bilgelik” ya da “büyük bilgelik” adını vermişler; felsefenin sahip olduğu
şeye ilim, onu elde etmeğe hazırlıklı olmağa “bilgeliğin yeğlenmesi” ve “bilgelik sevgisi” anlamına gelen
“felsefe” (philosophia) demişlerdir. Fârâbî böylece felsefenin İslam dünyasına girmekle asli yurduna geri
döndüğü düşüncesindedir” Mehmet Dağ, “ Farabi’nin İki Yapıtı” : “Felsefenin Temel Önermeleri” ve “Mantık
ve Eski Felsefenin Temel İlkeleri konusunda Sorunların Kaynakları. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 2003, s.25. dipnot 19 zikredilen kaynaklar şunlardır: Fârâbî, Tahsîl es-Sa`âde, Haydarabad
1345/1926, ss. 38-39, 47; The Attainment of Happiness, İng. çev., M. Mahdi, Medieval Political Philosohy
içinde, editors: R. Lerner ve M. Mahdi, The Free Press of Glencoe 1963, s. 76, 81; Farabi’nin Üç Eseri, çev.: H.
Atay, ss. 51, 62. Ayrıca bkz.; Fauzi M. Najjar, Farabi’nin Siyasi Felsefesi ve Şiilik, çev.: M. Dağ, AÜİF. Dergisi,
c. XX, Ankara Üniversitesi Basımevi 1975, ss. 299-300.
104
Tabakat-ı Şa’raniyye adlı eserden gerekli bilgiler alınabilir. Sıvaslı Ali efendinin 1065 senesinde tercüme
ettiği bu kitabın temiz bir nushası Nur’u -Osmaniye Kütüphansei 2216 nolu fihristindedir. Evliyanın
büyüklerinden olan Feridüddin Attar’ın Tezkiretu’l-Evliya’sı gayet doğru ve ince bir şekilde Cambridge
Üniversitesi Farsca öğretmeni olan Arnold Alan Nicholson tarafından Leiden şehrinden Bril matbaası
vasıtasıyla basılmış ve yayınlanmıştır. Bu kitapta saydığım zatlar hakkında bilgi vardır. Molla Cami’nin
Nefahutu’l-Üns adlı eserine de bakılabilir. Ayni, Şeyh-i Ekberi Niçin Severim?, s.9-10
105
İbn Arabi, Marifet Kitabı, s. 221, 225,Ayni, İslam’ın Büyük Velisi: Abdulkadir-i Geylânî. Paris.1939.,
çev:Tahir Yücel, Büyüyen Ay ya. İstanbul 2016, s.20
tasavvuf, tasavvufun esası da vahdet-i vücuddur diyerek kaynağını bir olduğunu söyler. Böyle
deyince de hemen akla İbn Arabi gelmektedir. Panteizm denilince de Spinozanın akla
gelmesi gibidir. İbn Arabi bu fikirleri “Keşf ve vücud ehli” adıyla sistematize etmiştir.
Vahdeti vücud sonraki talebeleri tarafından kullanılmıştır. Ama bu da normaldir, zira “İbn
Arabi, “Müminler ve keşif ehli kimselerle vücut birliğine inanlar nazarında hlak akli bir
kavram; Hak ise görülen ve hissedilen bir varlıktır” demiştir. Üstelik benzer görüşlere sahip
“ilahiyyun” diye nitelendirilen filozof mutasavvıflar olduğu da açıktır. Nitekim Arabi’de
bunları ilk defa dile getirenin kendisi olmadığını, zaman müsait olunca, insanlar bu
düşünceleri hazmeder hale gelince ben bu irfan ilmeğini açtım, der.106
Türkistan’da Ahmed Yesevi, Bağdat’da Gavs-i Azam Abdulkadir Geylanı (vefatı 561)
Basra civarında Seyyid Ahmed Rufai, Mısır’da Seyyid Ahmed Bedevi (vefatı 675) İbrahim
Desuki (vefatı 676), Tunus’ta, Ebu’l-Hasan Şazeli (vefatı 656), Fas’ta Abdusselam Esmer,
Endülüs’te Ebu Medyen (vefatı 580) gibi alimler, çağdaş olarak veya az aralıklarla
tarikatlarını kurmayı başarmışlardı.
Ayni, Şeyh-i Ekber ve Nur-u Ezfer (güzel kokulu nur) Muhyiddin b. Arabi’in bu dönemde
Mağrib’te (Batı) güneş gibi doğduğunu belirtir. Onun kadar değişik konularda yazan islam
düşünürü azdır. Sistemini tamamlamak için felsefeye, kelama, fıkha, hadise, tasavvufa, şiire
ve gaybi ilimlere başvurmuş, hepsini aynı maksat altında yeni bir sistem oluşturmak için
toplamıştır. Uzlaştırdığı fikirlerin çeşitliliği ve sisteminin genişliği bakımından Plotin veya
Leibniz ile kıyas edilebilir.107
Onun ledunni ilmi Şeyh Ebu Medyen Mağribi (v.594) Cemaleddin Yunus b. Yahya el
Kassar, Ebu Abdullah et-Temimi el-Fasi, Ebu’l-Hasan b. Cami den bir silsile içinde aldığını
belirten Aynî onu sevmesini gerekçesini, “metafiziğe, ahlakiyata dair en yüce ve ince
değerlendirmeleri onda bulma” olarak açıklar. Onu örnek almasının bir diğer nedeni de bazı
şeyhler gibi, bir odaya kapanıp inziva hayatı geçirmeyi düşünmemesi, vatanından çıkarak
(hicri 598 senesinde) Mısır, Hicaz, Suriye, Irak ve Selçuklu ülkelerini gezip görmüş ve her
yerde o bölgenin en alim ve saygın insanlarını arayıp bulması ve sürekli ilim talebinde olması
diye açıklar. Elinde kalem sürekli halkı aydınlatmaya, ahlakı düzeltmeye çalışan İbn
Arabî’nin Bursalı Mehmet Tahir Bey’den hareketle 275 kadarının isimlerin bilindiğini yazar.
Yeni Cami kütüphanesinde Turhan Hatice Sultan’ın kitapları arasında bir Fütuhat-ı Mekkiye
Nakşibendi tarikatının önde gelenlerinden olan Hüseyin Hamdi Efendi, Saffetu’l-Futuhati’lMekkiyye fi Beyani’l-Hakaikı’l-ilahiyye ve’l-Kevniyye ismiyle özetlemiştir.
Aynî, İbn Arabî’nin ve onun örneğinde bütün sufilerin en çok eleştiri aldığı nokta, tefsir,
tevil arasındaki fark, harflerin sırrı, ebced hesabı, harflere ait değerlendirmeler olduğunu
söyleyerek, bunların sebeplerini eserinin ikinci bölümünde harflerin sırrı başlığıyla verir.
Burada anahtar kavramın tekvin ve icad (yoktan varetme) olduğunu, “kün” (ol) emriyle
evrenin meydana gelmesinden hareketle yaratılmışların tamamının ilahi kelimeler olduğunu
söylüyor. “Bir şeyin olmasını dilediğimiz zaman sözümüz sadece ona “ol” dememizdir, o da
hemen oluverir.” (Nahl 16/40) “ Nun, kaleme ve onunla yazılanlara yemin olsun ki,” (Kalem
68/1 buradaki “nun” ahadiyyeti zatiyyede içkin bir şekilde bulunan ilmi; “kalem” de vahdeti
106
İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, s. 155, Hüsameddin Erdem, Panteizm ve Vahdet-i Vücud Mukayesesi, Kültür
Bakanlığı, Ankara 1990, s.34-40, Süleyman Uludağ, “Ferit Kam ve Vahdet-i Vücud Adlı Eseri” Tasavvuf
Dergisi, İbn Arabi Özel sayısı 2, 2009, sayı 23, s. 35, Kılıç, “İbn Arabi ile Zamanın Ruhunu Okumak” , aynı
dergi içinde, s.56, Rıfat Okutan, “İsmail Gelenbevi’nin Varlık Anlayışı” Tasavvuf Dergisi, İbn Arabi Özel sayısı
2, 2009, sayı 23, s. 254, Salih Çift, “Bektaşi Geleneğinde Vahdet-i Vücud ve İbnü’l-Arabi”, Tasavvuf Dergisi,
İbn Arabi Özel sayısı 2, 2009, sayı 23, s. 258. Hayatı ve Eserleri için bkz. Abdülkudus Bingöl, Gelenbevi İsmail,
Türk Büyükleri Dizisi, Ankara.1988,
107
Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi, Selçuk yay. Ankara. Ty, s.242, Davud Ağbal, İbn Arabi’de İşari Tefsir,
Litera yay. İstanbul 2017, s.23 vd, Chittick, “İbn Arabi”, s.151
esmaiyyedeki ayntılı ilme işaret eder, diye yorumlanarak harflerin sırrına giriş yapar. 108
Çünkü varlıklar aleminde her ne varsa, onun asli gerçekliği ilm-i ilahi de birer harf derecesin
olup Futuhat-ı Mekkiye’nin bir çok bölümü bu harflere ait sırlarla doludur. Ama bunlardan
bir şey anlamadığını, niçin öyle olduklarını keşfedemediğini itiraf eder. Nasıl ile doğa
bilimleri, niçin ile felsefe ilgilenir diyerek bu tür açıklamaların tutarlılığını sorgular ve eğer
Fisagor’un dört temel unsur (su, hava, toprak, ateş) da gördüğü cismaniyeti sayılarla ifade
etmesi gibi olsaydı anlayabilirdim.” Der. Benzer hususların diğer dini geleneklerde olduğunu
Tevrat’ın tasavvufi bir tevili olan Kabbala öğretisinde harflerin üzerine kurulmuş ilim “haZohar” ile “Sepher Yetsirah” örneğinde anlatıldığını belirtir. Buradan hareketle gelecekteki
olayları rumuz, işaret tarzında beyitlerle haber vermek, yalnız bizim tarafa tahsis edilen bir
imtiyaz olmadığını söyleyerek Avrupada Nostradamus‘un kehanetlerini örnek olarak verir. 109
Bu hususların karışıklığını gidermek için metafizik kavramının temellendirilmesi üzerinde
durur. Nitekim Ülken de, İbn Arabi’nin felsefesini bütün problemleri Allah merkezinde
toplayan ve müzakere eden bir monizm-tevhid olarak görür. Yaratan/vacip ve
yaratılan/mümkün diye bir ayırım yerine varlık bir ve mutlak hakikat olarak görüp Hak ile
halk arasındaki ilişkiyi “izafet” kavramıyla açıklayan bir monist bir öğretiye sahiptir. Alemi
meydana getiren mevcudat her biri Hakk’ın/Allah’ın bir gölgesi olup, ondan ayrı bağımsız bir
varlığa sahip olmadığı düşüncesinden oluşan metafizik öğretisi ve/ya ilm-i ilahi olarak
ayrılmaz bir şekilde ahlak ve siyaset felsefesiyle bir bütün teşkil eder.110 Nitekim İbn Arabi
”İnsan Memleketinin Islahı Hakkındaki İlahi Tedbirler” kitabını talep üzere bu nedenle
yazmıştır. Burada hem devlet yönetimi hem de bireyin kemal yönünde kendini terbiye etmesi
üzerinde durulur. Buna ilaveten “kutb-ı alem”, “halifetullah” ve isan-ı kamil’in varlık
alemindeki tedbir ve tasarrafunu göz önünde bulundurmuş, böylece “şer’i” ve manevi siyaset”
anlayışını ortaya koymuştur. 111
2. İbn Arabî’nin Tevhid Tasavvuru ve Müşrik İddiasının Tutarsızlığı
İbn Arabî gibi bir sufiye müşrik diyenler112 onun Uluhiyyet, Rububiyyet, Rabb-i Mukayyed
tasavvurlarını gözden kaçıranlardır. Fizik ve matematik bilgisi olmayan insanların metafizik
hakkında değerlendirmelerinin tutarsız olacağını belirten Aynî’ye göre, Arabi Allah’ın
birliğinde ne isim, ne şekil ve ne sıfat olmadığını, dolayısıyla o hakikati idrak etmenin
insanlar için mümkün olmadığı fikrine sahiptir. Madem ki Allah’ın birliği mutlaktır, mutlak
olan bir şeyi tasavvur edilenler çerçevesine nasıl dâhil edilemez. Çünkü “nat7ında teşbihi,
108
Bazı arifler diyor ki; Vucud-u zilli bir kitaptır, gaybi işler de bu kitaptaki yüce harflerdir. İlim ile sabit olan
gerçeklerde bunu tamamlayan kelimelerdir. Misal ve ruhlar alemine ait gerçekler aşkın (muteal) belirtileridir.
Göz duyusuyla görülen şekiller, suretler de, kamil suretleridir. Gerçek varlığının kitabına gelince, bunun yeni
harflerle ifadesi, Zat-ı ahadiyyesinin isimleridir; kelimeleri, vahidiyyetini ifade eden sıfat ve isimlerdir; ayatı
(işaretleri, belirtileri) efaliyyye-i vahideyyeye ait isimlerdir; sureleri ise asarı- mazahire dair isimlerdir.
Kaşani, “nun” külli nefse; “kalem”, külli akla işaret eder, varlıkların suretleri aklın tesiriyle nefisde nakşolur,
demektedir. Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.21 vd
109
Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.23-26, Demirci, agm, s. 372-373
110
Ülken, age, s.249, Demirci, agm, s.359-360, Kartal, agm, s. 359-360, 365
111
İbn Arabi, Tedbirat-ı İlahiyye, Tercüme ve şerh, H.A. Konuk, yay.hz. M.Tahralı, İz yay. İstanbul 1992, s. İx,
xiii- xvii
112
Fatih camii hatibi İbrahim Halebi, 1538 yılında Nimetü’z-zeria fi nusreti’ş-şeria adlı eser yazarak müşrik
ilan etti. Fetvasında, Allah alemin suretidir. Her şeyde Allah görünür. Herhangi bir şeye aşık olan, hayranlık
duyan Allah’a aşık olmuş sayılmalıdır. Arabi Müslümanlar için kötüleyici, kafirler için övücü sözler söyler.
Halkı hakikate çağırmak, halkı aldatmaktır. Allah eşya ile aynı sayılmıştır. Osmanlı da bu itirazların yanısıra
Celladdin Devvani, Şerh-i Akaidi Adudiye adlı eserinde İbn Arabi’yi savundu. Seylekuti bu esere yazdığı
haşiye de savunuyu derinleştirdi. Hakiki varlık birdir. Bununla birlikte mümkün varlıklara karışmaksızın ve
hulul etmeksizin onlarda görünerek yayılır. İbn Kemal, onun bütün eserlerinindini esaslara uygun ve on ayapılan
hücumların saygısızlık olduğunu ilan eden bir fetva verdi. Ülken, age, s.25-252, Abdürrezak Tek, “İbn Arabi’yi
Müdafaa Amacıyla Kaleme Alınan Fetvalar”, Tasavvuf Dergisi, İbn Arabi Özel sayısı 2, 2009, sayı 23, s.281300, A.E, Afifi, “İbn Arabi”, İslam Düşüncesi Tarihi, edit. M.M.Şerif, çev. M. Armağan, c.2, insan yay. İstanbul
1990, s.19-20
vasfında zıtları kabul eden Zat nasıl bilenebilir ki? Kesinlikle kendini kendisinden gayrı kimse
bilemez. Çünkü O, akıl ile bilinen şeylerden olamaz, aksi takdirde akıl ile bilinen şeylerden
olması demek olur ki, o zaman da aklın hükümleri altına girmesi gerekir, Cenab-ı Hak ise
böyle olmaktan daima münezzehtir.” 113 Bu husus sonsuz kadar aklın sınırları dışında
kalacaktır. Akıl üstü (irrasyonel) olanı yani ehadiyati makul/rasyonel hale gelmesi sıfat
mertebesine geçilince tasavvuru mümkün olabilir mi?114
Hak Tanrı kontrol edilemez, yani düşünülemez, mevcut algılarla düşünmek ona dair
bilgi vermekten de acizdir, çünkü bu bilgi sınırlıdır. "Akıl sınırlamadır ve işi tek bir nitelikte
sınırlar. Hâlbuki hakikat, kendiliğinden sınırlanmaya direnir. Bundan dolayı (ayette belirtilen)
bu husus, akıl sahibi için bir nasihat ve öğüt değildir. Söz konusu akılcılar, birbirini kafir
sayan ve lanetleyen (sınırlı) inanç sahipleridir. Onlara yardım eden yoktur [3:91] Tanrı,
suretlerinin sonsuz ummanlarını ihata ediyor, O "ilişkilerin, yüzlerin ve sınırsız gerçekliğin
sahibidir': Bu, suretlerin [form] ve misallerin [image] hiç bocalamayan ve namütenahi bolluğu
arasında, felsefeciler ve düşünürler bu misallerden bir ikisini benimsemiş ve kendi
epistemolojilerini onların üzerine kurma teşebbüsünde bulunup onları Hakk'ın kendisi ile
karıştırmışlardır.
Bu anlamda, eğer teologlar kendilerininkinin yanında ilahi mümkünatın sonsuz
çeşitliliğini hesaba katmıyorlarsa, İbni Arabi için bütün teolojiler şirktir.” 115 Çünkü
kelamcılar “la ilahe illallah” ibaresinde kaldıklarını yani Allah’ı sadece mevcut tek ilah diye
düşündükleri için şirke gidebilirler. Halbuki “La ilahe illallah’ı “La mevcude illallah”a
taşımak yani Cenab-ı Hak’tan başka mevcut demişlerdir. Bununla “Tek İlah, Tek Hakikat ve
Tek Varlık olarak” tasavvur etmişler, mevcut olan Cenab-ı Haktır dememişlerdir. Böylece
insanın her türlü tanımlama ve isimlendirmesinin Tanrı’yı tam olarak karşılayamama
riskinden kurtulma olası vardır.116 İslam düşüncesinin özgün taraflarından birisi de tam bu
noktada çıkmakta, gelinen noktanın ortaya çıkaracağı sorunları aşmak için yeni bir tez ortaya
atıldığı İmam-ı Rabbani’nin “ La meşhude illallah” öğretisinde görülebilir. Nitekim iki
öğretinin mukayesesini yaparak, “vahdet-i şuhud’un seyr-i sülük’ün nihai gayesine hizmet
etmesi açısından vahdet-i vücud ile birleşir” diyenler de vardır. 117
Tanrı hakkında ne kadar bilebiliriz? Bu sorunun çevabı için Esmaü'l Hüsna (Rahman,
Kerim, Alim, v.s ) ve Uluhiyet arasındaki ilişkiyi incelemek gerekir. “Bunlar acaba sonsuz
müspet sıfatlar mı, Tanrı'ya itikadımızın aslında ne kadarı geçerli? Onları nasıl tahkik ve tayin
edebiliriz gibi sorular müzakere edilmelidir. Bu anlamda Kelam, sadece Tanrı'nın bilinip
bilinememezliği alanındaki soruları değil, hür irade ve kader problemi, Kuran'ın statüsü ve
Şeriat'ın tatbiki gibi sorularını da kapsamaktadır. Kelam, dini meselelerin basitçe bir
tartışması değildir. Bununla birlikte, Kelam ilmi, genellikle çeşitli argümanların
doğrultulabileceği karşıt durumu, bir muhalifin varlığını gerektiriyordu.” 118 İbni Arabi’nin
kelamcılardan uzak durmasının nedeni, bu gerekli öteki konumundan kaçınmak ve “Tanrı
hakkında ikicilli konuşmaktan” ve Tanrı’yı kavramaya “perde” olarak görüp onlardan uzak
durmak için olabilir. 119
Bütün sistemlerden haberdar ama hepsinden uzak, kendine özgü bir “düşünce okulu”
oluşturduğu için İbni Arabi'nin fikirlerini ve yorumlarını salt Sufi, arif/mistik, Neo-Platoncu,
hadis alimi, felsefeci diye nitelendirilmesi tutarlı görülmez ama başka bir açıdan da bu
113
İbn Arabi, Marifet Kitabı, çev. H.Şemsi Ergüneş, İz yay. İstanbul 2009, s. 100, 123, 168
Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.78
115
Almond, age,s.30-31
116
Demirci, agm, s. 367-368. Ferid Kam, Vahdet-i Vücud, sadeleştiren E. Cebecioğlu, DİB, Ankara. 1994, , s.94
117
İsa Çelik, “İmam-ı Rabbani Perspektifinden İbn Arabi’ye Tenkidi Bir Yaklaşım”, Tasavvuf Dergisi, İbn
Arabi Özel sayısı 2, 2009, sayı 23, s.152-154,164, Necdet Tosun, “İmam-ı Rabbani’ye Göre Vahdet-i Vücud ve
Vahdet-i Şuhud, Tasavvuf Dergisi, İbn Arabi Özel sayısı 2, 2009, sayı 23, s. 181-192
118
Almond, age,s. 25
119
Almond, age,s.26, Rizvi, agm, s.255
114
durumun “onun gerekli bir öteki” konumuna düşmediğinin de göstergesi olarak görülebilir.
İbn Arabi Okulu” kendilerini sufi olarak kabul eden bir çok Müslüman alimin cidi anlamda
İbn Arabi’yi “en büyük üstad” yani şeyh-i ekber olarak görerek teorik kurgularını ona
dayandırmaları olgusuna Batılılar tarafından kullanılan bir ifadedir. Özgünlüğü, kendilerini
tahkik ehli (muhakkik) olarak nitelendirip felsefeden kelamdan ve sufi çoğunluğun
yaklaşımından farklı öğretiye sahip olduklarını iddia etmelerinden kaynaklanır. O hem
geleneğe bağlı, hem de ıslahatçı bir alim olarak görülür. Bu nedenle olsa gerek Mecid Fahri,
İslam Felsefesi Tarihi'nde İbni Arabi ile Gazali'yi, Ülken ise Gazali’yi "sentez ve
sistemleştirmenin'' iki örneği olarak görmektedir. Annemarie Schimmele Şeyh için
"sistemleştirmenin dehası" der. 120
Aynî, bu hususu bir karanfil tohumu üzerinden müzakere eder. Küçük bir siyah
tanecik olan tohum da gözlere rahatlık veren yapraklarla, onların üzerindeki olağanüstü bir
şekilde işlenmiş nakışlar ve renkler yoktur. Kokusunu da alamazsınız. Bunların hepsinin o
siyah taneciğin içinde gizli olduğunu biliyoruz. Bu taneciğe şimdi ne isim verebiliriz? Hiç.
Ancak o tane sanki yoktan çıkarıyor gibi, renklerini, süslerini, kokusunu ortaya salmaya
başlayınca ona siz karanfil diyeceksiniz.121
Buradan hareketle Alem yok iken, insan ise meydana çıkmamış iken Allah’ın nasıl, resmi,
sıfatı malum olabiliyor?” diye karşı bir soruyla cevabını verir. İşte ilahi sıfatlar ve isimlerin
görünür (şuhud) aleme tecelli etmesi ve o mahlukatın sonradan yaratılmasıyla ona Allah,
Rabb gibi isimler verilmiştir. Çünkü kendisine tecelli vaki olan kimse, Hakk’ın aynasında
kendi suretinden başka bir şey görmez, Gördüğü Hak aynasında kendi suretidir, Hakk’ı
görmemiştir. O kimse Hak aynasında kendi suretini görürken ve gördüğünü de bilirken
Hakk7ı görmesi mümkün değildir. 122 Artık bu konumda Allah’ı tasavvur etmek nasıl
mümkün olabilir?. Bu noktada Aynî, tasavvur etmek” ne demektir?” diye sorgulamasını
devam ettirir. “Bir şeyi tasavvur edebilmek için onu zihnimizin çerçevesine sokmamız
zorunludur. Bu ise bir takiyye (gizleme)dir. İbn Arabî’nin “herkesin Allah’ı kendi “Rabbi
mukayyedi”dir demesinin sebebi budur. Bu tespiti oldukça tutarlı olarak gören karşı itirazları
önemli görmez. 123
O’nun Tevhid, Teşbih, Tenzih tasavvuruna bakılınca zaten bu husus apaçıktır.
Anlamayanlar ya da inanmayanlar yani hakikatı örtenler (küffar) Kur’an-ı Kerim’in bizi
sürekli olarak basiretli olmaya, hesaplı hareket etmeye davetine uymayanlardır. Evrendeki
düzeni çözemeyenlerdir. Bizi görünür ve görünmeyen deliller ve ayetleri araştırarak tefekkür
etmeye ve bu sayede hakikati bulmaya teşvik eden yüce Rabbimizin emrine uyarak İbn Arabî,
Allah’ı görmek için eşyaya bakmayı, onu incelemeyi tavsiye eder. Çünkü “ Biz, Allah’ın
kendi hakkında indirmiş olduğu ayetlerde yahut kendisine ait bize gönderdiği gerçek
haberlerde tenzih olsun, tenzihin gayri olsun ancak tahditten başka bir şey görmedik” der.
Anlayana Hakk’ı takyid ve tahditten kurtarmak bir nevi takyid etmek demektir.124
Ayni, İbn Sina ile Ebu Hamid Gazzali’nin kainattaki yaratıklara bakmaksızın Allah’ın
salt aklen bileneceğini söylemelerini tutarsız bulur. Ayni’nin bu tesbiti Gazzali açısından
tutarlı değildir. Zira Gazzali Mişkatü’l-Envar ve Risaletü’l-Ledünniye de tasavvufu
tasavvurunun metafizik temellerini oluşturur.Alemde Allah’tan başka bir varlık olmadığını ve
onun veçhi dışında her şeyin fani olduğunu (K.K.28/88) görerek anladıklarını söyler. Fakat
120
Almond, age,s.27-28, Macit Fahri, İslam Felsefesi Tarihi, çev. K.Turhan. İklim yay. İstanbul 1987, s. 195200, Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi, Selçuk yay. Ankara. Ty, s.239, Chittick, “İbn Arabi”, s.151 vd, a.mlf,
“İbn Arabi Okulu”, s.167, Tahralı, agm, s.14
121
Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.79, Türk Azizleri, s. 176-178
122
İbn Arabi, Marifet Kitabı, çev. H.Şemsi Ergüneş, İz yay. İstanbul 2009, s. 47,53
123
İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, s. 190-191, Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.79, Ferid Kam, Vahdet-i
Vücud, sadeleştiren E. Cebecioğlu, DİB, Ankara. 1994, , s.129
124
İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, s.161-162, Marifet Kitabı, s.154-155
bu hal, ittihat olarak nitelendirilmez. Ona göre de en yüksek bilgi akli olan değil, bizatihi zevk
tecrübesininkidir. Allah hakkında ancak bu bilgiyle yani ilahi keşf ile ulaşılabilir. 125
İbni Arabi'nin bilginin kaynaklarından birisi olarak nazar/akıl hem kötü hem de iyi için
kullanılabilir. İbni Arabiye göre “bu tür nazarın yapabileceği en iyi şey, Allah'ın zatım akıl
yoluyla bilemeyecek olduğunu fark etmesidir. İkincisi ise, genel anlamda rasyonel
düşünürlerin ve özellikle de filozoflar ile kelamcıların spekülatif faaliyetlerini belirttiği
manasıdır. Kur’an’da Allah tarafından emredilen akli faaliyet bu türden bir nazardır.
Bu bağlamıyla nazar, İbni Arabi'ye göre tamamıyla müspettir fakat bu havas kısmı,
yani filozoflar ile kelamcılar nazarın asli vazifesini unuttuklarında bir sorun teşkil etmektedir.
Nazarın sınırlı bir eylem olduğunu, nazar faaliyeti güdülebilecek ayetlerin dışındaki ayetlere
bu yaklaşım biçimiyle ilişki kurulduğunda nazar asli gayesini kaybetmektedir. İbni Arabi'ye
göre, sahib-i nazar yaptığı faaliyette değil, nazarı bütün alanlara tatbik ettiğinde hataya
düşmektedir. İbni Arabi'nin ehl-i nazar diye eleştirdiği bu gruptur. Onlar; insanın nefsini
bilmesi ve böylece Rabb'ini bilmesi gibi keşif yoluyla mümkün olan nazarın hükmünün
yetmeyeceği alanlarda da bu tür bir faaliyete girmektedirler. 126
Akıl küvvetinin yanı sıra tahayyül ve keşf kuvveti de olmalıdır. Bunlardan biri kalbin
zahirinin sıfatı, biri dahi batının halidir. Aklden kişi, akıl ile hayvanattan mümtaz olduğu gibi
mükaşif dahi keşf ile ukela/akıllardan müstandır. Zira keşf, aklın üzerindedir. Ve her keşf ehli
keşf ile aklın toplamına sahiptir. Eğer ki keşif yanında akla itibar yoktur, belki had ve tecrübe
ve emsali vardır. 127 Çünkü Uluhiyyeti bilmek, onun gerektirdiği ilahlığı bilmekle uygun olur.
Madem ki, Uluhiyyet bütün ilahi isimleri ve rabbani sıfatları içermektedir. O halde onların
görünür alemde ortaya çıkması demek olan yaratılmışları bilmeyince Allah nasıl bilenebilir.
128
İbn Arabî, Allah’ın birliği ile tenzihi de tavsiye ediyor. Tenzihten kastedilen hiç bir
şeyin Hakk’a benzemediğine inanmaktır Yahut âlem, görünür (şuhud) sahaya çıkmazdan
evvel, Allah her ne haldeyse, alemin varlığından sonra da onun yine o halde bulunduğunu
kabul etmek demektir. Teşbihe gelince, ayet ve hadisleri veya geçmiş zamanda
peygamberlerin sözlerinde rastlanılan kelimelerin manalarını ilahi ilme havale ederek, hepsine
inanmak lazımdır. Bu konumda İbn Arabi “Sen Hakk’ı halktan ayırarak Hak tarafına bakma;
onu hem tenzih hem de teşbih ederek sadakat makamında dur. Halka Hak’tan başka libas
giydirerek Halk yönüne bakma; ister Cem’ (birlik) ister Fark (ayrılık) makamında ol, eğer
sana bunlardan biri belirirse hep ile de zafere erersin” der. 129
Bu ifadelerden anlaşıldığı üzere arif kişi tenzih ile teşbih arasını birleştirendir. Çünkü
salt tenzihte söylenirse, Tanrı’yı kayıtlamış, eğer teşbihte söylenirse bu seferde sınırlanmış
olur. Her ikisiyle birlikte söylenildiği an yani teşbih ve tenzih arasındaki denge korunduğunda
doğru söylenilmiştir. 130 Karşıtları birleştirmeyi bir nevi “arada olma” olarak anlatır. Allah,
125
İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, s.9, Fahri, a.g.e, s.196-198
İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, s. 155-156, Almond, a.g.e, s.19. dipnot.3, Chittick, “İbn Arabi”, s.156-158,
Demirci, agm, s. 357
127
Hakim (filozof)lardan bazılarının ve Ebu Hamid’in aleme bakmadan da insanın Allah’ı bilebileceğini iddia
etmesi doğru değildir. Hikmet-i Mehimiyye fi Kelimeti İbrahimiyye bölümünden. Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin
Severim?” s.80, İnsan, hz. Muhammed getirdiği dine ne tenzih ne teşbih ile nazar-ı akıldan bir şey dahil
etmemeli. Belki zat ve sıfatı lakda varid olan ayetlere toptan iman getirmeli, ilmini hakka tefviz ve ihale eyle.
Tariki selamet ve dini sahih budur. Sahabe ve selef i salihin bunun üzerine sabitlerdir. İlimde rusuh sahibi
olanlarda bunun üzerine olan mutekid ve mütehakkıklarder. Aynî, Türk Azizleri, s. 106, 205-207
128
Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.81/83 Risale 88 sayfa gözüküyor ama (81-82) numarası verilmemiş,
doğrudan 83 geçiliyor.
129
İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, s. 119, İbn Arabi, Tedbirat-ı İlahiyye, Tercüme ve şerh, H.A. Konuk, yay.hz.
M.Tahralı, İz yay. İstanbul 1992, s. xxv
130
Hikmeti-i Subbuhiyye fi Kelimet-i Nuhiyye bölümünden . Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.81/83,
Chittick, “İbn Arabi”, s.156
126
Hak ve Halk’tır, zahir ve batın’dır. İçkin ve aşkın’dır. İlk ve sondur. Bir ve Çok’tur. 131 Bu
karşıtlıkların birleştirilmesini önemser. Ama burada ne aşkınlıkta içkinlik, ne içkinlikte
aşkınlık, ne İlk’te son, ne Son’da ilk bilmek ve birlemek yeterli olmaz. Önemli olan bu
karşıtlıklara düşmemek ve bunları aşmaktır. Bu bağlamda O, “içkinlikte aşkınlığı,aşkınlıkta
içkinliği aşan ne yücedir” der ve bunların ötesinde hayret edilecek hususlara işaret eder. İbn
Arabi bu durumu hidayet olarak nitelendirir. “Hidayet, insanın hayret yoluna girmesidir.”132
Artık bu aşamada Tanrı için ne aşkınlık, ne de içkinlik söz konusudur, aynı husus diğer ilahi
sıfatlar içinde geçerlidir.
Aynî, “yukarıdaki ifadelerimizden anlaşıldığı üzere Hakk-ı Mutlak, zatı açısından
tenzih ve teşbihten de münezzeh ve aşkındır.” Burada “Hakk’ı her şeyden gören, belki Hakk’ı
her şeyin aynı bilen kimse” olan arif kişi,133 zaten var olan bir birliğin farkına varıldığı bir
'makam' a ulaşmıştır, burasına “makasızlık makamı” denir. İnsan-ı kamil ya da Arif diye
nitelendirilen kişi Allah’ın tüm sıfatlarına iştirak edip onlardan pay alırlarken, herhangi bir
sıfatla sınırlandırılamaz ve tanımlanamaz. “ Ben bir gizli hazineydim, bilinmek istedim, bu
nedenle de alemi yarattım” sözünden anlaşılacağı üzere Allah evreni bilinmek için
yaratmıştır. Ancak bu bilgi sadece insan aracılığı ile faaliyete geçirilebilir ve yaşama gücüne
sahiptir. Bu sıfatları bilen ve yaşayanlar ise peygamberler, Allah dostları ve hakim denilen arif
ve kamil insanlardır.134 Fakat burada arif, Tanrı haline dönüşmüyor çünkü İbni Arabi'nin
teorisinde dönüşmek yoktur. Bu kişi muhakkik ve “zü’l-ayneyn” yani iki gözlü diye
isimlendirilir. Bu gözlerden biriyle mahlûklar arasındaki eşsizliklerini, diğeriyle de
kendilerinin Allah ile olan benzerliklerini görürler. Bu nedenle İbn Arabi, “insan-ı kamil var
oldukça alem daima korunmuş olacaktır” der. 135
Allah’ın ahlakı ile ahlaklanmak demek bu olsa gerek,136 zira bunun sonucunda varoluş
sebebimiz ve en yüce gayemiz olan biricik Hakikat’a ulaşmak vardır. Bundan kasıt da, Kuranı Kerim de belirtilen “Sıbgatullah” (Bakara:138) yani Allah’ın boyası ile boyanınız ayeti ve
“Allah’ın Ahlakı ile ahlaklanınız” hadisinde belirtilen durumdur. Bize göre, İbn arabi ve
sufilerin eleştirilerini rağmen felsefi dildeki karşılığı Kindi’nin ifadesiyle söyleyecek olursak,
“Kişinin gücü yettiğince fiillerini ona benzetmeye” çalışması durumudur. Cibril hadisinde
belirtildiği üzere teori/iman ile pratik/islam uyumunun sağlanması sonucunda ortaya çıkan bu
halin mahiyeti de bizatihi peygamberimiz tarafından açıklanmıştır. 137
İbn Arabi, bu mertebeyi “belirsiz ihsan” yani Yarabbi benim latif ve kesif olan
benliğimin her zerresi için benim bir tahsis ve tayinim olmaksızın işime yaracağını bildiğin
131
İbn Arabi, Marifet Kitabı, çev. H.Şemsi Ergüneş, İz yay. İstanbul 2009, s. 31,34, 81
İbn Arabi, İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, s. 402, Futuhatü’l-Mekkiye, c.1, s.112, 751,Metin Yasa, “İbn
Arabi’nin Arada’yı Anlatımı” Tasavvuf Dergisi, İbn Arabi Özel sayısı 2, 2009, sayı 23, s. 97-98,105-106
133
İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, s.382-393
134
Küntü kenzen mahfiyyen fe-ahbebtü en-u'rife fe'halaktü'l-halka liya'rifûnî." gizli hazine’yi İbn Arabi, her türlü
izafet ve nispetlerden soyutlanmış kadim ve ezeli olan Hakk’ın zatı diye açıklar . İsmail Hakkı Bursevî, Kenzi Mahfî, İstanbul 1290, s. 2; Ali Namlı, İsmail Hakkı Bursevi” maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, cilt 23, s.105109, c 25, s.258, cilt 26, s.320, 317, 553, Chittick, İbn Arabi, s.161
http://tr.yenisehir.wikia.com/wiki/%C4%B0sm%C3%A2il_Hakk%C4%B1_Bursev%C3%AE/Kenzi_Mahf%C3%AE_Ris%C3%A2lesi_Muhtev%C3%A2_ve_Tahl%C3%AEli
135
İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, s.10, Almond, age, s.127, Chittick, “İbn Arabi”, s.155
136
İbn Arabi, Tedbirat-ı İlahiyye, Tercüme ve şerh, H.A. Konuk, yay.hz. M.Tahralı, İz yay. İstanbul 1992, s.
xxiii
137
Tevhid kavramının felsefi açıdan temellendirilmesi için bkz. Mevlüt Uyanık, Selefi Zihniyet ve Türkiye, Ay
yay, İstanbul 2018, s. 67-79. Ali Akpınar, “Allah’ın Ahlakı ile Ahlaklanmak”, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi
Dergisi, http://www.tasavvufdergisi.net/Makaleler/1119783959_4_2001_II_6_AKPINARA.pdf;
Ümran Kayaalp, Kindî’nin Nefs Algısı Ve Ahlak Anlayışındaki Yeri Atatürk Üniversitesi, Sosyal Bilimler
Enstitüsü,
Basılmamış
Y.Lisans
Tezi.
Erzurum
2015 https://tez.yok.gov.tr/UlusalTezMerkezi/TezGoster?key=Br. https://philosophyarts.wordpress.com/2014/06
/04/el-kindi-kimdir-ve-onun-dusuncesinde-felsefe/
132
nimeti ihsan diyenler için olduğunu düşünür. İhsan mertebesine nail olan kişi, Cebrail’in
peygamberimizin belirttiği dini ve mesaliha tamamıyla arif olur. “Kim söz ve davranışlarında
Allah7ı görüyormuşçasına en sonunda Allah’ın kendisini sürekli gördüğünün tam şuurunda
hep iyiliği ilke denmiş biri olarak bütün varlığıyla Allah’a yönelip ona teslim olana Muhsin
der ve buna dair ayetten delil getirir. 138 Bunu gerçekleştiren kişinin Allah gören gözü, işiten
kulağı, tutan eli, yürüyen ayağı olacağını kudsi hadiste söyler. Artık o kişi, Allahın razı
olduğunun şeylerden başkasına elini uzatmak, ayakları ile de razı olmadığı olmadığı şeye
gitmez.139 Hep iyiliği ilke edinmek böyle bi şey olsa gerek. Bu durumdayken yani vecd ve
zevk halini tecrübe edenlerin sözlerinin konumu ne olacaktır?140
İbn Haldun’a göre, şatahatHata! Yer işareti tanımlanmamış. konusunda ise zevk ve
vecd sahibi olmayanlar bunları anlayamazlar. Dilde mevcut kelimeler ise onların bu
kelimelerden kast ettikleri anlamları anlatmaz; dolayısıyla manasını anlamaya
çalışmamalıyız.!141 Fakat, Hallac gibi duygularını kaybetmedikleri, cezbe ve vecd halinde
bulunmadıkları vakit böyle söz söylerlerse, bunlar bu sözlerinden sorumludurlar142 İbn
Teymiye’de vecd ve sekr halinin etkisiyle hulul ve ittihada varan sözlerde hakikat de batıl da
bulunur der. Sekr hali insanın aklını başından alıp işlemez duruma geldiği için o kimse mazur
görülebilir. Aklını kullanamadığı sürece cezalandırılamaz. Çünkü mükellef değildir. Ey
Rabbimiz unutursak veya hata edersek bizi sorumlu tutma ve hata ettiklerinizde size günah
yoktur ayetleri (K.K:2/286, 33/5) gereği böyledir. Ene’l-hak, subhani ma azama şani, ma fi’lcübbeti illallah” gibi sözleri söyleyenler sarhoştur, temyiz gücünden mahrumdur. Buradaki
ayraç, sarhoşluk mahzulu ve yasaklanmış bir şeyden kaynaklanıp kaynaklamadığında yatar. 143
Tekrar İbn Arabi’ye dönecek olursak, bu bağlamda ruhun tasfiyesinin insanı, bilgi ve
ahlaki kemalin semavi kürelerinden alınabileceği bir yere götüreceğini kabul eden filozoflara
göndermede bulunur. Ama hakikati örtenler (küffar) olarak nitelediği filozoflar elde ettikleri
mertebeleri ruhani güçlere nispet ederler ve bunların Allah ile ilişkisini kestikleri için
anlayamazlar, inanmazlar. Filozoflar felsefenin gayesini Allah’a benzemek ve teomorfizim
(et-teşabüh bi’l-llah) olduğunu söylediklerinde, mutasavvıflarda Allah’ın ahlakı ile
ahlaklanmaktan bahsettiklerinden kastettikleri anlamın aynısını söylerler. Buna rağmen
mutasavvıflar, filozofların teşebbüh fikirlerini savunmazlar.144
3. Aynî’göre İbn Arabî’nin Metafizik Tasavvuru ve Vahdeti Vücutçu İddiası
Eserin 3. Bölümüne öncelikle fizik/evren kavramı ve bunun yaratılışı hakkında bilgi
verir. Maddenin ezeli olup olmadığı ile tartışmaya başlar. Kişinin Theist mi deist mi yoksa
ateist mi olacağı bu müzakereyle ortaya çıkar. Ona göre, Evreni bir maddedin mi yoktan mı
yaratmıştır şeklindeki kurgunun tutarlı olmadığını düşünen İbn Arabî, hakiki varlık Allah’a
tahsis kılınmıştır. Eşyaya gelince, onlar mutlak varlığın farklı farklı şekillerde, suretlerde
ortaya çıkışından ibaretttir. Şu itibarla artık madde kavramının mahiyeti nedir, (var mıdır; yok
mudur) madde ezeli midir, diye düşünmeye gerek kalmaz. Zaten mevcut ilimler ve diğer
138
2/Bakara/112, Bkz. İbn Arabi, Marifet Kitabı, s. 149; Fususu’l-Hikem, s.28-29. 33i vd
İbn Arabi’nin Fusus’un Hud bölümünde buna dair söylediklerinin yorumu için bkz. Tahralı, agm, s.1516,19/20
140
Vecd’in psikolojisi için bkz. Erol Güngör, İslam Tasavvufunun Meseleleri, s. 120-136
141
İbn Haldun, Mukaddime, çev. Zakir Kadiri Ugan, M.E.B. Ankara. 1986, s. 556-558. Fadlou, Şhehadi,
Theism, Misticism and Scientific History in İbn Haldun, (İslamic Theology and Philosophy ed. M.E.
Marmura, New York. 1984,) s.267-270
142
İbn Haldun, eş-Şifa, eş-Şifau’s-Sail li Mezhebi’l-Mesail (Tasavvufun Mahiyeti) çev. Süleyman Uludağ,
İstanbul. Giriş, s. 57-63, Mevlüt Uyanık, Aygün Akyol, “İbn Teymiye ve Felsefe Eleştirisi”, Elis yay.
Ankara.2018, s.258-265
143
Ahmed İbn Teymiye, İbn Teymiye Külliyatı, edit. Edip Gönenç, çeviri, Y.Işıcak, A. Önkal, S.Şimsek,
İ.H.Sezer, Tevhid yay. İstanbul 1987, c 2, s. 379-380
139
144
Chittick, “İbn Arabi”, s.154
keşiflere dair ilimler, maddeyi yok etmiştir.145
Yaratılış mutlak varlığın belirlenmemiş bir konumdan belirlenmiş, tayin edilmiş bir
mertebeye geçmesinden veya diğer bir ifadeyle varlık isimlerinin ve sıfatların (esma-ı sıfat)
görülen alemde; yani şuhudda tecellisinden ibaret olup bu sürekli bir iştir. Bu açıdan vahdet-i
vücuda tecelli, Mezahir veya Hazarat mezhebi de denir. İlm-i keşf ve zevki olarak
nitelendirilir. 146 O, her gün (her an) ayrı bir iş, vazife, olay, tasarruf üzerinedir [55:29]
dolayısıyla Hakk'ın Tekrar Edilemezdir. Tevhid anlayışında, Hakk'ın tüm dışlayıcı tahsis
etmelere karşı durması söz konusudur. Hakk tecellilerinde kendisini hiçbir zaman tekrar
etmezken onun tasavvuru nasıl mümkün olacaktır. 147 dolayısıyla Tanrı'yı tanımlamak O'nu
sınırlamak; onun zatını izaha girişmek O'nu kısıtlamaktır. İbni Arabi'ye göre, aslında teoloji
yapan herkes Tanrı'yı bir tekrara itmektedir; Tanrı'ya bir sıradanlık ve öngörülebilirlik
dayatarak O'nu yanlış yere koymaktadır. Kelamcılar tarafından çok değer verilen, kutsal
bilgiye ulaşmadaki vasıta olan akıl, Tanrı'nın dinamik esnekliğini fosilleştiren yollardan birine
dönüşmektedir. Onu rasyonelleştirme çabası aynı zamanda onu anlamaya yönelik köstektir.
148
Bu durumda İbn Arabî, Hz. Ebu Bekir'in "Tanrı'yı idrakten aciz olduğunu idrak emek,
O'nu idrak etmenin ta kendisidir" sözünü sürekli tekrar eder. Sürekli hayretini artırması için
dua etmesi, Tanrı'nın radikal düşünülemezliğinden kaynaklanmaktadır. Bu şaşkınlık ve hayret
duygusunun sürekliliği yle “Ey Rabbim, Seni içinde hapsetmeye teşebbüs ettiğim basit
sınırlamaları karıştır ve beni şaşırt, demek istemektedir. Şaşkınlık, burada inananın bakış
açısının metafizik tuzaklarından kaçması için en iyi yol haline gelmektedir. 149
İbn Arabî’ni mutlak varlık kavramını Spinoza Mutlak Zat, (Etre Absolu), Hamilton, kayıtsız
şartsız (L’inconditionnne) Hegel, fikr (idee) Malebrance; Sonsuz (I’infiniti) Fichte, soyut ruh
(l’esprit pur) diye isimlendirmektedir. İbn Arabî’nin Vucudiyye akımına mensub sanılmasının
sebebi bu kavramdır. Bilhassa Futuhat-ı Mekkiyye adlı eserinde subhane men azhare’l-eşya
fehuve aynuha” (kendisi eşyanın aynı olduğu halde eşyayı ortaya çıkararak yaratanı tesbih
ederim) ibaresi bu yanlış kanıyı büsbütün kuvvetlendirmiştir. Halbuki Şeyhimizin vacibu’lvucuda mutlak varlık demesinden kastettiği zorunlu varlığın (Vacibu’l-Vucud) illet (neden)
ve ma’lul olmadığını anlatmaktı.150
Bu nokta çok önemli, çünkü İbn Arabî’nin filozof olduğunun ve meşşai geleneği iyi
bildiğinin göstergesi olap eşyanın Hakkın tıpkısı (aynu’l-Hak) olduğunu düşünenlerin
tekfirinin de tutarsızlığını gösterir. Nitekim “O, zuhurda her şeyin aynıdır. eyanın zatlarında
eşyanın aynı değildir; aksine o, O’dur, eşya da eşyadır.” (fehuve aynu külli şey fiz’zuhur ma
huvu’l-aynu’l-eşyai fi zavatihe subhanehu. ve huve huve, ve’l-eşyau eşyau) demesi bu
tutarsızlığıın göstergesidir. Dolayısıyla İbni Arabi "Vahdet-i Vücut" tasavvuru panteizm diye
sunulamaz. “Onun teşbih ve tenzih arasındaki diyalektik hakkında söylediklerine bakıldığı
145
Maddiye (Materyalizm) ekolü, maddeyi daha iyi tanımaya başladığımız günden beri kendini yeterince kabul
ettiremeyen bir kuramdır. Bu normaldir, zira madde artık kendisi üzerine fikir kurulan bir dayanak noktası
olmaktan çıkmıştır. Şöyle ki, cisimler, milyarlarca gözle görülmeyen hareketli zerrelerden oluşmuştur. Bu
zerreler, birbirlerine dokunmaksızın bir diğerinin etrafında sürekli olarak döner dururlar. Son tahlilde, bu
küçük zerrelere, bizatihi kuvvet merkezi olarak bakılıyor. O halde madde nerededir? Çünkü madde dedikleri
şey, kudret, güç altında darmadağın olmuştur. Flamarbon, L’ınconnu adlı kitabında bu bilgileri bulabilirsiniz.
Madde hakkındaki en yeni kuramları kısaca anlamak isteyenler, felsefe öğretim üyelerinden Abel Rey’in La
Pholosophie Moderne /Felsefe-i Ahire (Paris.1908) adlı eserine bakabilir. Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin
Severim?” s.29, Türk Azizleri, s.157-166, Ferid Kam, Vahdet-i Vücud, sadeleştiren E. Cebecioğlu, DİB,
Ankara. 1994, , s.100-111
146
İbn Arabi, Marifet Kitabı, s. 119, Ferid Kam, Vahdet-i Vücud, sadeleştiren E. Cebecioğlu, DİB, Ankara.
1994, , s.88
147
Almond, age, s.32, Tecelli için bkz. İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, s.35, 195 vd
148
Almond, age, s.33-34
149
Almond, age, s.60
150
Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.30
zaman Allah’ın vücudu ile alemin vücudunu aynileştiren sözlerinin teşbih bakış açısını
gösterdiğine dikkat etmezler. Bir de tenzih yani Allah ve evrenin kesin hatlarla birbirinden
ayrıldığını söylediği yerlerle yukarıdaki görüşünü dengeler. İbn Arabi, hüve la hüve yani O, o
değil diye özetlediği fikirlerine dikkat edilirse, dünyanın vücudunun niteliği ancak onun
Allah’ın vücudu ile ayniliğini kabul hem de bu ayniliği reddetmekle anlaşılabilir.
Çevremizdeki eşyaya her iki gözle bakmak gerekir. Ne Allah’ın farklılığı ve aşkınlığını
onaylayan akıl, ne de onun ayniliğini/benzerliğini onaylayan keşf, tek başına eşyaya dair
bütüncül bir anlayışa ulaşılmasına müsaade eder.”151
“Şeyh'in yaptığı; bütün eşyanın ontik statüsünü ve aslını, aynı zamanda onların
ontolojik hususiyetlerini koruyarak Tanrı'ya yeniden atfetme girişimidir. Böyle bir düşünce
sisteminde, insanın varoluşunun gayesi, ruhunun kutsal aslına tedrici bir yolla, yani bir dizi
makam ve mertebelerden geçerek Tanrı'ya doğru tekamül ettirici bir geri dönüşle "farkına
varmadır.”152 Ülken, panteizm kelimesini her yerde kullanıldığı anlamda İbn Arabi’ye
atfetmek tutarlı değildir der. Onun vahdeti vücudu tabiatı Allah ile bir tutmaz.Vücud, dış
dünyada oluş ile yorumlanan külli bir kavram değildir. Plotin gibi alemi sonsuz olan
imkanların meydana çıkışı/zuhuru olarak görür. Bu nedenle onun fikrine panenteizm diyenler
de bulunur. Ülken ise İbn Arabi’nin görüşlerini “ifadesi felsefi olan bir theosophie” olarak
nitelendirir. 153
İmam-ı Rabbani Ahmed Faruk Sirhindi ise, gözlerimize açılan alemin bir tecelli, bir
gölge değil, hakiki varlık olduğunu söyleyerek tasavvuf felsefesini vahdeti şuhud olarak
temellendirir. Tevhide dayanan vahdeti vucud değil, kulluk makamına dayanan vahdet-i
şuhud öncelenmelidir der. Tabii bunda Sirhindi’nin döneminde Ekber Şah’ın eklektik bir din
öğretisi kurmada vahdet-i vucud öğretisinden istifade etme çabasının engellenmesi de söz
konusudur. Her şey O’dur, deyince mevcut şeriat ve iman ilkelerine uymak gerekmez fikrine
destek olunabilir. Yani onun tezahürlerinden birine ibadet etmek, Allah’a ibadet olarak
sunulabilir ki Ekber Şah’ın eklektik din tasavvuru da bunun üzerine kuruludur. 154 Oysa H. A.
Konuk’un dediği gibi, İbn Arabi’nin öğretisinde insanın mükellefiyetinin ortadan kalkması
kul olmanın gereği olan taat ve ibadetten sapması gibi bir dalalete yol açması gibi bir durum
olamaz. Konuk’a göre, İbn Arabi bütün ömrü bunların gerekliliğini isbat ile geçmiştir. 155
Aynî’ye göre, “Vahdet-i Vucud fikri, Panheisme, Allah’ın inkarı (atheisme) ile alemi inkar
(Acosmisme) fikirleri arasında istikrarsız ve önemli bir orta tanımdır ki, o iki akımdan birisi
tarafından yıkılmaya mahkumdur. Çünkü vahdet-i vucud, yalnız bir mevcudiyet kabul ediyor.
O halde bu varlık, yalnız âlemden ibaret ise, Allah yok demektir. Yahut bu varlık yalnız
Allah’a aid ise, alem yok demektir. Aynı bir sistem dahilinde hem alemi, hem Allah’ı yok
eden kat kat imkansızlık, vahdet-i vucud akımını geçersiz saymaya yeterlidir.”156
İbni Arabi'nin metinlerinde, yaradılışın çeşitli mertebeleri; Nefes-i Rahmani'nin her an
aralıksız üflemesi, yok etmesi ve yeniden yaratması, Platonik hiyerarşilerin ve kategorilerin
151
, Panteizm kavramı ve Panteizm ve vahdet-i vücud’un ayrıldığı ve birleştiği noktalar için bkz. Hüsameddin
Erdem, Panteizm ve Vahdet-i Vücud Mukayesesi, Kültür Bakanlığı, Ankara 1990, s.7 -33. ,90-102, Chittick,
“İbn Arabi”, s.159-160, Demirci, agm, s. 374-377 Süleyman Uludağ, “Ferit Kam ve Vahdet-i Vücud Adlı Eseri”
Tasavvuf Dergisi, İbn Arabi Özel sayısı 2, 2009, sayı 23, s.25-356
152
Almond, age, s.27
153
Ülken, age, s.242-243. Ferid Kam, Vahdet-i Vücud, sadeleştiren E. Cebecioğlu, DİB, Ankara. 1994, , s.49,
56-61, 66-67,135
154
Hourani, “Nakşibendi Okulu ve Halidiye Kolu”, s.140-141 Demirci, agm, s.377, İsa Çelik, “İmam-ı Rabbani
Perspektifinden İbn Arabi’ye Tenkidi Bir Yaklaşım”, Tasavvuf Dergisi, İbn Arabi Özel sayısı 2, 2009, sayı 23,
s.153-154, 162-163, 176. İki öğretinin mukayesi ile ilgili çalışmalar için bkz dipnot 57. Necdet Tosun, “İmam-ı
Rabbani’ye Göre Vahdet-i Vücud ve Vahdet-i Şuhud, Tasavvuf Dergisi, İbn Arabi Özel sayısı 2, 2009, sayı 23,
s. 192-193.
155
İbn Arabi, Tedbirat, Önsöz, xviii- xix
156
Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.30-31
dolambaçlı basamaklarını oluşturmaktadır. Bunlardan ötürü hiç şaşırtmayacak bir şekilde İbni
Arabi'nin ismi Vahdet-i Vucud (Varlığın Birliği) mefhumu ile ilişkilendirilmektedir. Her ne
kadar bu kavram İbni Arabi ile anılsa da, kendisinin öğrencileri ve takipçileri (Davud elKayseri,157 Kaşani, Konevi) birlik mefhumunu sistematik olarak vurgulanış ve geliştirilmiştir.
İlk defa teknik anlamda kullanan da Sadreddin Konevi’nin arkadaşı olan Afifüddün Tilmisani
( 610-690/1213-1291) olduğu belirtildiğine göre bu kavramın sorumluluğu Şeyh'ten çok
talebelerine aittir. Dolayısıyla İbni Arabi'nin "Vahdet-i Vücut"u (sıkça böyle denmesine
rağmen) panteizm değildir.158 İbn Arabî filozofların tabiat (nature) dedikleri hakikat-i
kevniyeye (oluş gerçeğine) nefs-i rahmani ismini verir. Alem, kendi kendine meydana
gelmeyen şeylerin yani arazların bir toplamıdır. 159
Bu noktada hareket kavramını cevher ve araz ilişkisi bağlamında inceleyen Aynî, İbn
Arabî’nin bu değerlendirmesi, cevher fikrini tamamen red ve inkar edenelerin öğretisi olan
olaycılık (şe’niyye, phenomenisme) akımının felsefesi olmadığını belirtir. O zat ve cevher töz- fikrini reddetmez. Tersine Şuaybiyyye bölümünde heyula’yı bile kabul etmektedir.
Bunları müzakere ederek alemin her an yok olduğu halde ilahi tecellilerle her an mevcut
olduğunu ve hiç bir şeyin kendi kendine var olamıyacağını öğretmeyi istemektedir. 160
Hakikat, bir şeyin ilm-i ilahi’de olan mevcudiyeti (ayn-ı sabite) olduğunu için asla yok
edilemez. Eşyan sürekli olarak yenilenir ve değişir. Burada klasik felsefe tanımlarından olan
eşyanın gerçekliğini bilmenin imkanının müzakeresi gelmektedir. İbn Arabî göre, eşyanın
gerçekliği bilinemez161 ancak eşyanın mahiyetini oluşturan bazı unsurları bilebiliriz.162 Çünkü
mevcut cisimlerde değişme olduğu bilinen bir gerçektir. Varlığın dönüşümü ilk ortaya çıktığı
andan beri devam etmektedir. Bu durumda değişen ve değişmeyenin ne olduğu sorusu
Heraklit ve Parmenides müzakeresiyle bu çözülemez. Çünkü yenilenme ve değişme, “Gerçek
Bir”in zatında değil; işlerinde geçerlidir.
Bu bağlamda bütün varlıklar-eşya canlıdır, ölü bir şey yoktur. Her bir zerre, gök kubbedeki
güneş sisteminin en son derecede küçük bir örneğidir.163 Aynî, Alman alimi Fehner (1801157
Bayrakdar hocam, sufi filozof’un İbn Arabi’den daha özgün ve önemli bir düşünür olduğunu söyler. Ona göre
Kayseri, “yöntemsel açıdan bir takım kıskaçlara takılmasaydı, sezgi konusunda Bergson’dan daha büyük; zaman
konusunda B.Russel’den bazı metafizik meselelerde Kant ve Hegel’den daha büyük bir düşünür olması işten bile
değildi” Mehmet Bayrakdar, “Davud el-Kayseri’nin Aşkın Felsefesi”, İslam Felsefesi Tarihi, edi. B.A.
Çetinkaya, Grafiker yay. Ankara. 2012, c.2, s.383, 389. Kayserili Davut, Türk Büyükleri Dizisi, Ankara.1988, s.
25 vd
158
Almond, age, s.27-28, Chittick, “İbn Arabi”, s.158, a.mlf, “İbn Arabi Okulu”, s.169, Demirci, agm, s. 374379. Erdem, age, s.38-39, İbn Teymiye’nin Konevi, Tilmasini dahil böyle düşünenlere eleştirisi için bkz. İbn
Teymiye, Külliyat, c.2, s.114, 194-258, A.E, Afifi, “İbn Arabi”, s.20, Tahralı, agm, s.14
159
Eğer suluk eden, (Salik) tabiatın rahmani, nefsin aynı olduğunu keşfederse, ona bolca hayır verilmiş demektir.
Fususu’l-Hikem, Hikmet-i İnasiyye fi Kelimati İlyasiyye bölümü. Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.3031-32
160
Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.33-35
161
Hiç bir şeyden onun hakikatını idrak edemezken, sen onda olduğun halde ben onu nasıl idrak edebilirim.
162
Maxwell’in Psikolojik olgulara (Alaimu Ruhiyye, Phenomenes Psychiques) isimli eserine bugün Paris Tıp
Fakültesinde hem öğretim üyesi hem de Encümen-i Daniş (Senato) Üyesi bulunan Charles Richet’in yazdığı
önsözden şu satırları aynen alıyorum: “Bir de şunu yüksek sesle niçin söylemeyelim? O kadar gurur ve kibir
sahibi olan alimler, ancak bir takım zahiri bilgilere sahiptirler. Eşyanın hakikati bizden kaçıyor. Canlı ya da
cansız maddeleri idare eden kanunların fıtri mahiyetini anlamaya aklımız yeterli değildir. Havaya atılan bir
taş yere düşer. Niçin? Newton diyor ki; bunun sebebi yerçekimidir. Bu da kütle ve uzaklıkla mütenasiptir.
Fakat bu kanun eğer bir olayın açıklanmasından ibaret değilse, o halde nedir? Acaba taş düşerken
yerçekiminin hakikatı anlaşılmış ki, bizi şaşkınlığıa düşürmüyor.Fakat işin gerçeği insan aklı bunu
anlamamıştır. Bu alıştığımız, kabul ettiğimiz gördüğümüz bir hadisedir. Fakat tabiatın istisnasız diğer bütün
hadiseleri gibi anlaşılmamıştır.”
163
Lorentz, Larmor, Zeeman’ın bu husustaki çalışmalarına göre, bunların neticesinde zerrelerin olağanüstü
karışık olan oluşumlarını ortaya çıkarmıştır. Curie, Perrin gibi bir çok alimlerde bunu ikmal etmişlerdir.
Mesela, üzerine yazı yazdığım şu kağıt tabakası, binlerce defa milyar zerreden oluşmuştur. Her zerre, gökteki
1887) tabiatın hayat sahibi olduğunu söyleyerek İbn Arabî’nin görüşünü yıllar sonra
destekler.164 Aynı zamanda ” tabiatın kendisinden çıkan olaylar ve eşya ile azaldığını
görmediğimiz gibi onların ortaya çıkmamalarından dolayı çoğaldığını da görmedik”
şeklindeki tesbiti Helmoltz ve onun nazariyesini geliştiren Clavsius’un ortaya koyduğu bekayı kudret (kudretin sürekliliği-conservetion de l’energie) kuralını hatırlattığını söyleyerek İbn
Arabî’nin tutarlılığını vurgular. 165
Aynî, fizik ve metafizik irtibatını kurma da öznellik ve nesnellik meselesini bilgi
felsefesi bağlamında incelenmesi gerektiğini belirttikten sonra görünüşler alemi ile bunun
mahiyeti arasındaki farka dikkat çekerek Hak ile Halk/yaratılmış arasında bir özdeşliğe
gidilemeceğini vurgular. Aynî, sufilerin en çok tenkit edildiği ve fikirlerinin öznel olduğunu
iddiasına döneminin felsefelerinden sübjektivizm/öznellik kavramını Berkley’in Allah’ın ve
ruhun varlığını onaylamakla beraber, eşyanın varlığını redderken bunların bazı duyularımız
vasıtasıyla hayalimizde meydana gelen hayali şekiller olduğu sözüyle açıklamaktadır. Ama
ardından J.Stuart Mill, Hamilton İmtihanı eseriyle Berkley’i eleştirdiğini eşyanın zihnin
dışında varlıklarının olduğunu onayladığını belirtir. 166
Bu çerçevede İbn Arabî’nin şu sözlerini nakleder: Bir kimse şehadet; yani görünüşler
aleminde geçerli olan şeklin hak ve gerçek olduğunu zannedip, Hakkı müşahede ettim, diye
hayal etse, o kimse arif değildir, zira eşyanın görünüşlerinden tecelli olan bir varlık, o şeylerin
özellikleri arasından çıktığı için o özelliklerin rengini taşır. Dolayısıyla o değildir. Fakat bir
kimse, o gördüğü şeyin kendi nefsi olduğunu biliyorsa, o ariftir.”167 Çünkü insanın tabiata
hakim olmaya ve onu kullanmasını sağlayan akıl, “Bir”in zatında gizli olan sıfatın insanın
fıtratında toplu olarak besbelli olduğunu da gösteriyor. Bu nedenle olsa gerek İbn Arabî,
insanı, Allah ile diğer varlıkların arasında kevn-i cami, berzah-ı cami168 sayar. Yani insan
zorunluluk (vucub-Allah) denizi ile imkân denizi (yaratılmış-ekvan) arasını ayıran hat
olduğundan dolayı berzah halindedir. Beş ilahi hazır bulunuş (el-hams el-Haderat elilahiyye)169 son aşamasına gelmiş olan bu kişi artık insan-ı kamildir. İnsan ilahi suret üzere
yaratıldığından bütün isimleri bir araya getiren Allah isminin mazharıdır. B usebepledir ki
insan, Hakk’ın bütün isim ve sıfatlarıyla tam olarak tecelli edebileceği bir ayna
mesabesindedidir. Zuhura tecelli en mükemell şekilde alemin ruhu da olan insan-ı kamil’de
yıldız gibi, merkezi etrafında dönüp durur. Aralarındaki fark, hareketleri yıldızlarınkinden çok olmasıdır.
Mesela, bizim içinde yaşadığımız güneş sisteminde Utarit yıldızı güneşe en yakın olanıdır, dönmesini 80
günde tamamlar. Bunu saniyede ortalama 38 kilometre katederek yapar. Halbuki bir atomdaki elektron her
saniyede ortalama olarak 2000 (iki bin) kilometre mesafe kateder. Bu zaman içinde kendi güneşi etrafında
620.000 milyar defa dönmeyi başarmaktadır. Fesuphanallah! Bu halde, genel olarak eşyaya cansız ve atıl
sayma imkanı var mıdır? Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.38, Türk Azizleri, s. 153
164
William James’in Philosophie de l’Experience (Paris.1931) adlı eserinden özetlenmiştir. Aynî, Şeyh-i Ekber’i
Niçin Severim?” s.39
165
Helmoltz (1831-1895-Berlin) Almanya’nın çeşitli üniversitelerinde fizyoloji profesörlüğü yapmıştır. Sese
dair önemli keşifleri vardır. Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.40-41
166
Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s. 45-46
167
Sizden kim, o’nu gördüğünü tahayyül ederse, arif değildir, kim kendi nefsini gördüğünü bilirse, o ariftir.
Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s. 45
168
İbn Arabi, Marifet Kitabı, çev. H.Şemsi Ergüneş, İz yay. İstanbul 2009, ys.287Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin
Severim?” s.48 Chittick, “İbn Arabi”, s.162.
169
İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, s.107 vd, Bunlar, cismani/nasut, melekut, ceberrut (makro kozmik olarak sema,
mikrokozmik olarak yaratılmış ya da insana ait akıl/intelect yani kendimizde taşıdığımız “tabiat üstü olarak
tabii” olan Cennet), lahut (varlıktır, yaratılmamış Akıl yani logos ile aydır) sonuncusu da Hahut alemidir. Bu
kelime Huve yani O teriminden gelmekte olup son mertebede Huviyyet, kayyumiyyet ya da Zatiyyet yani
Sonsuz Kendi Mertebesidir. bkz. Frithjoh Schuon, İslam’ın Metafizik Boyutları, çev. M. Kanık, İz yay. İstanbul
1996, s.146-156, İbn Arabi, Tedbirat-ı İlahiyye, Tercüme ve şerh, H.A. Konuk, yay.hz. M.Tahralı, İz yay.
İstanbul 1992, s. xxv
gerçekleşmiştir. 170 İnsan-ı kamil, mikro kozmos olarak küçük Kur’an’dır, bu vücud, harfleri,
kelimeleri, ayetleri ve sureleri bulunan büyük Kur’an ile ikiz kardeş gibidir. Yani bir kelam
olarak tecelli eden Kur’an, alem ve insan karşısındaki işlevi, evren-insan hakkkındaki ayetleri
insana göstermesidir. Diğer bir ifadeyle Kur’an, insanın kendisini, alemi -veya Allah’ın
isimlerinin tecellilerini-onun vasıtasıyla idrak ettiği Allah kelamıdır. 171
Buradaki “Berzah” terimi “arada olma”yı ifade eder. Karşıtları birleştirme ve ayırma
da rol üstlenerek, karşıtlar arasında ancak aracı varlıklar olarak işlev görebilirler. İbn Arabi
burada her bir kavramın karşıtını öz halinde kendi özünde taşıdığına işaret eder. Böylece
Tanrı diğer varlıklardan farklı olarak yalnızca karşıtları özünde barındırmasında değil, aynı
zamanda yetkin bir varlık olarak karşıtları aşmasında ve karşıtlar üstü olmasında belirir. 172
İbn Arabî hazretlerinin bu mutlak varlık tabiri medrese âlimleri arasında en şiddetli
eleştirilere maruz kalmıştır. Zira bundan hazreti Şeyhimizin, Vucudiyye akımına mensub
olduğunu zannetmişler. Bilhassa Futuhat-ı Mekkiyye adlı eserinde subhane men azhare’leşya fehuve aynuha” (kendisi eşyanın aynı olduğu halde eşyayı ortaya çıkararak yaratanı
tesbih ederim) ibaresi bu yanlış kanıyı büsbütün kuvvetlendirmiştir. Halbuki Şeyhimizin
vacibu’l-vucuda mutlak varlık demesinden kastettiği zorunlu varlığın (Vacibu’l-Vucud) illet
(neden) ve ma’lul olmadığını anlatmaktı.173
Bu noktada İbn Arabî’nin vahdeti vücutçu olarak değerlendirilmesi ve panteizmle
mukayese edilmesinin gerekçesini araştırmak gerekir. Aynî panteizm ile vahdeti vücut
öğretilerinin özdeşleştirilmesinin etken(faal-aktif) ve edilgen (pasif) tabiat ayrımıdan
kaynaklandığını düşünür. Bu çerçevede Spinoza’yı ele alır. Allah ile âlem, zat ve müessir
olmak itibarıyla fail, işlevsel; ve yine Allah ile alem meydana gelme ve tecellisi yahut tesir
edilen (müesser fih) olmak itibarıyla edilgen; yani pasif tabiattır. İbn Arabî “tabiat asli
gerçeği itibarıyla fail, işlevsel olduğu gibi, yine tabiat kendisinde Allah’ın isimlerinin
suretleri ortaya çıktığı ve gerçekleştiği için edilgen yani pasiftir”174 der. Aynî değerlendirme
arasında hiç bir fark görmediğini belirtir. Bunlara ilaveten vahdeti vücud meselesinin söz ile
itikat olarak görüldüğünü yoksa ilm-i sarih ve keşf-i sahih ile olmadığı için çoğu mutasavvıfın
bunu gözden kaçırdığı için ilhada düştüğünü belirtir. Bu sufileri keşf ilimlerinde kusurları
olduğu için ilhada düşmüş, mutlak bir cebr olduğu gibi zayıf bir görüşe sahip olmuşlardır.
Ehl-i Sünnet’in bu açıdan cebr-i mutavassıt demeleri isabetlidir. 175
İbn Arabî’ye göre, alem-i mümkinatta; yani bu alemde mevcut olan şeylerden daha güzel
ve daha iyi bir şey yoktur. Gazzali ve Leibniz dediği üzere dünya mümkün dünyaların en
iyisidir. 176 Hatta İbn Arabî, Allah Teaalanın âlemi, rahmani bir surette yoktan yarattığı (icad)
için mükemmel olması gerektiğini nasıl düşünmüşse; bir matematik dehası olan Leibniz de,
madem k, her şey suret-i ilahiyyedir, mükemmel olması gerekir, diyor; ki Avrupalıların
optimisme (iyimserlik) dedikleri felsefi görüş, bu değerlendirmelere dayanmaktadır. Bu
durumda dünyadaki kötülüklerin nasıl açıklanacağı sorusu ve irade hürriyeti meselesi
gündeme gelir.
4. Sufi Düşüncede İrade Hürriyeti ve Kötülükler Meselesi:
Genelde sufi düşünceye yöneltilen büyük eleştirilerden tam bir teslimiyet ve akılın
iradenin kullanılmamasının istendiği hususundadır. İbn Arabî’ye göre abd yani kul olmak
170
Ülken, age, s. 246-247. Erdem, age, s. 49-55
Ağbal, age, s.175, Demirci, agm, s. 369-370
172
Yasa, “İbn Arabi’nin Arada’yı Anlatımı” s. 107 Bu bağlamda İbn Teymiye’nin İbn Arabi ve vahdet-i vücud
öğretisine yönelik ve gerekli bir öteki konumuna düşüren karşıt fikirleri için bkz Mevlüt Uyanık, İslam
Akaidinde Karşıt Fikirler, AÜSBE, master tezi, Ankara.1987
173
Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.30
174
Futuhat’ın 198. bölüm, 1. kısmıdır. (Kahire.1293. 8 clit) Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.42
175
Türk Azizleri, s. 170-171, 173
176
Tout est le mieux possible dans le meilleur des mondes possibles
171
iradesiz bir teslimiyet anlaşılmaz. Aslında İbn Arabî irade ve seçme hürriyetinden bahsetmeyi
kulluk şartına ters olarak görüyor ve yukardaki eleştiri de şu noktanın kaçırılmasından
dolayıdır.
İbn Arabî’ye, bir şeyi istemek, irade etmek, “istemeyi terk etmek”ten başka bir şey değildir.
Ancak bu noktadan habersiz olunursa, Şeyh için “hür iradeyi (liberte) kabul etmiyor demek
mümkündür. Nitekim yukarıda bahsettiğim Spinoza’da alemde zorunluluk olduğunu,
hürriyetten bahsedilemeyeceğini söylüyor. Çünkü bu görüş, onun da felsefesi bakış açısının
temelini oluşturur.177 Zira İnsan hür ve aklını kullanan bir varlıktır. İbn Arabî içtihat
meselesini merkeze alarak aklı kullanmanın önemini vurgular. Şöyle ki, Hz. İdris ile
muhayyel bir konuşmada, “Bizim Şeriatımızda furu (öze ait olmayan tali konular) da ictihad
caizdir. Siz ne dersiniz?” diye Hz. İdris’e muhayyel olarak sorar. Onun ağzından “ İctihad
usul (öze, asla ait konular) da bile caizdir. Zira usulde olsun, furu’da olsun ictihad etmek
mükelleflerin (yani müçtehitler dışındaki Müslümanların) üzerindeki yükü hafifletmek
içindir.” Şeklinde aklı kullanmanın her durumda olması gerektiğini belirtir. Önemli olan
zorlaştırmamak, kolaylaştırmak ve bu kolaylığı anlayıp onunla amel etmektir. 178
Peki ortaya çıkan kötülükler nasıl izah edilecek meselesine gelince, İbn Arabî’ye göre
de asıl olan iyilik ve doğruluktur. Şer ve yanlış-hata iyilik ve doğruluğun tekabülü olup
izafidir. Mümkün olan dünyaların en iyisinde rahmet ibaret olan muhteşem varlığı tamamen
kabul edip, mükemmel eserini ortaya koymada yeteneksizlikler şirkin ortaya çıkmasına sebep
olmuştur. Ancak bu şer izafidir. Aslında şer, sırf yokluktan ibaret olduğu için onun varlığı
yoktur. Elem, keder, hastalıklar, fakirlik hep izafi şerler olup iyiliğin yokluğudur. 179
Dolayısıyla sorunu bu şekilde anlayınca, ahlak felsefesinin en önemli ilkelerinden biri olan
“insanın kendisini kötülemek doğru değildir. Ancak davranışları, fiilleri kötülenebilir” ilkesi
ortaya çıkar.180 Bu açıdan şerri nefse izafet etmek Tevhid’e ters düşmez. 181
Kötü-şer bir işin eleştirilmesi farklı bir şeydir, doğrudan insanı eleştirmek farklı bir
şeydir, deyince kişinin yapılan günah/hata dönmesi, tevbe etmesi de mümkün olur. Nefs
muhasebesi yapan kişi, bir daha o kötü/şer yapmaya çalışır, ama doğrudan kişiliğine saldırı
olursa, yapılan eyleme meşruiyet arama çabasına girer. Bu sorgulama süreci sonunda
“hayvani insan” yani yaratıcı Kudretin kendisine emrettiği vazifesinin dışına çıkan insan,
fıtraten mükellef olduğu vazifeye uyarsa, yani “cansız varlıklar, bitkiler ve hayvan”daki
kemal sıfatını elde ederse, o zaman onlardan yüce olur ve hakiki insan vasfına erişir. Bunun
üst noktası ise “insan-ı kamil” yani bütün yaratılmışların en şereflisi ve en birikimlisi ve özü
haline ulaşmaktır. 182 Artık bu aşamaya gelmiş alim ve arif kişi hiç bir itikadla sınırlı
kalamaz”183 der. Çünkü her mezhep kendi anlayışına göre uluhiyyet tasavvvuru vardır.
Ahirette uluhiyetin onların itikadınca değişim ve dönüşüme uğratılabilir, oysa ilahi hakikatler
hiçbir zaman değişim ve dönüşüme uğramız. Müşebbihe ve benzeri mezhep taraftarlarının
uluhiyyet tecellisini hangi makamda/hazrette bulacağına dair ilimleri eksiktir. Bunlar
itikadında olan sureti görürler. Bunun dışında Hakk’ı inkar eder. 184
İbn Arabi’nin bu ifadesinden dolayı ciddi eleştirildiğini gören Aynî, buradaki kasıt
ariflerin itikadı olmaz, şeklindeki bir fikri savunmak olmadığı açıktır, der. Alim, abidlik
sonrasında aşama olan arif kişin iman, islam ve ihsan makamlarına ulaşmasından
177
Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.56
Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.54-55
179
İbn Arabi, Marifet Kitabı, s. 185, Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s. 55
180
Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.61-62, Kılıç, “İbn Arabi ile Zamanın Ruhunu Okumak” s. 59
181
Aynî, Türk Azizleri, s. 171
182
Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.58-60, ağbal, age,s.84-85
183
Ruhu’l-Beyan yazarı ismail Hakkı’nun bu sözün içerdiği anlamlar hakkında Lübbü’l-Lüb isminde basılmış bir
kitabcığı vardır. (İstanbul. 1328, 40 sahife. M.U) Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s. 77
184
İbn Arabi, Marifet Kitabı, çev. H.Şemsi Ergüneş, İz yay. İstanbul 2009, s. 53-55. Ben kulumun zannı
üzereyim” hadisi için bkz. İbn Arabi, Mişkat, s. 74
178
bahsedilmektedir. Bu hususu anlamayanlar yanlışlara düşerler, hem de kötü niyetler peşine
takılırlar.
Burada kast edilen İbn Arabî gibi müçtehit bir alimin hiçbir düşünce okulu veya
geleneğe bağlanmayacağı, kendine özgü bir sistemi olacağıdır. Çünkü İbni Arabi Şeceretü'l
Kevn'nin (Varlık Ağacı) eserinin sonunda tüm zamanların üstündeki bir Allah'ı tasavvur
ediyor ve O, Hz. Muhammede ondan sonra gelecek olan düşünürlerin sayısız yollarla kendi
zatını yanlış anlayacaklarını bildiriyor ve örnekler veriyor. Yahudiler, Hrisityanlar, İslam
içinde de Tanrı’ya suret biçen Mücessime, onu sınırlı sanan müşebbihe, madum olduğunu
söyleyen Muattıla, onun ahirette görüneceğini inkar eden Mutezile gibi grupların itikadında
olmayacağı açıktır. 185 Görüldüğü üzere İbn Arabî, “açıkça İslami düşünürlerdeki mevcut iki
tehlikeden ta'til ihtimali veya Tanrı'nın sıfatlarından tamamıyla mahrum bırakılması ve diğeri
teşbih veya Tanrı'yı olumlu sıfatlarla belirleyip onu sınırlamaktan kaçınmak ister. Felsefeci ve
ilahiyatçılar Tanrı'nın eşzamanlı aşkınlığını (tenzih) ve içkinliğini (teşbih) anlayamamışlardır,
onların hatasına düşmemek gerekir. Çünkü onlar 'akıl' kelimesinin "ikal" engel anlamı da
içeridğini gözden kaçırmışlar, sınırsız ve sıfatsız olan İlahi Genişlik onlar tarafından
daraltılmış ve sınırlandırılmıştır. "Her grup Tanrı hakkında başka bir şeye inanıyor"
demesinin gerekçesi de budur. 186 Nitekim eğer insanın fıtratı ve bu asil özünü iyi araştırılırsa
rububiyyet (rablık) ve ubudiyyet (kulluk) sıfatlarını kendinde toplamış olduğu görülür. İşte
Firavun gibi bazıları rububiyyet kudretini kendilerinden kaynaklandığını zannederek hatalara
düşmüşlerdir. Bazıları da yine bu kudret sebebiyle nefislerini bırakmak ve onun gerçek
sahibini bilmekle beraber ya Mansur gibi “Ene’l-Hak” veya Ebu Beyazıd Bistami gibi
“subhane ma a’zama şa’ni” (Kendimi tesbih ederim, şanım ne yücedir” demişler. Aynî,
Şeyh-i Ekberin de benzer bir özdeşlik yorumuna imkan veren sözlerinden dolayı tekfir
edildiği ve müşrik olarak görüldüğünü kabul eder. Konuk, “tecell-i Rabbani”nin “müşahede”
olduğunu ve burada hata olmayacağını belirtir. Oysa “tecelli-i ruhani” mükaşefe” olup, burada
hata olabilir. Ruhani tecelliye mazhar olanlar keşiflerine dayanarak söylediklerinin bazısı
doğru, bazısı yanlış olabilir. Kendilerinde gurur bulunduğu için de bu hatalar onların
uyanmasına vesile olmaz, tevil yaparlar, bir hatadan daha başka bir hataya düşerler. Rabbani
tecelli demek olan müşahede de böyle bir durum yoktur.187
Fusus’un “İshak Kelimesindeki Hakkiy Hikmetin Aslı” bölümünde, “Abd/kul bazı
vakitler hiç şüphesiz Rab olur. Bazen de kul gerçekten kul olur. O abid olduğu vakit Hakkın
yardımıyla genişler, fakat rab olacak olursa yaşamasından darlık hasıl olur. O kul halinde
iken kendi nefsini görür, o sebeple dilekleri şüphesiz artar e genişler. Fakat Rab olursa gerçek
melekut ve gerek şehadet âlemlerine mensup bütün halkın ondan dilekleri bulunduğunu görür.
Ve od dilekleri yapmaktan aciz kalır. Bazı arifler onun o aczi sebebiyle ağladığını bile
görürler. İşte bu sebeplerle sen rabbın kulu ol, abdin rabbi olma, eğer ateşte yanıp ve maden
gibi erimek istemezsen”188 İbn Teymiye’ye bu şiir hakkında zıt görüşe sahip iki kişi gelir, o
da ayrıntılı olarak açıklamalar yapar ve bunların kafir, münafık ve mürted olduklarını
belirtir.189
İsmail Hakkı’dan hareketle bu beyitlerini açıklamasını veren Aynî, öyle bir vakit, hal
ve makam vardır ki o abd o vakitte rab olur, yani vücudu müstearı sahibine teslim edip, kendi
aradan çıkar, vahdet tecellisi ile çokluk boyutu tamamen yok olur. İnsan evvel ne ise yine o
mertebede kalır, ki buna yokluk denilir. Zira yokluk insanın, varlık Rabbın sıfatıdır. Bu
mekamda abid yok olur. Burada görüldüğü üzere İbni Arabi sisteminin bütün gayesi insanın
kendisinden bile özgür olduğu bir noktaya ulaşmasıdır; Şeyh'in isimlerin ve varlıklara
185
Almond, age, s.20
Almond, age, s.22-23, Demirli, agm, s. 517-518
187
İbn Arabi, Tedbirat-ı İlahiyye, Tercüme ve şerh, H.A. Konuk, yay.hz. M.Tahralı, İz yay. İstanbul 1992, s. xxi
188
İbn Arabi, Fususu’l-Hikem, s.10—110, 116-120, Marifet Kitabı, s.168-169 Aynî, Türk Azizleri, s. 185-188
189
İbn Teymiye: Külliyat, c.2, s. 139-143, 159, 253, 354,362
186
uyguladığı mertebelerin maksadı, ruhun bu isimlerin ve varlıkların kaybolduğu bir yere doğru
ilerlemesine yardım etmektir. İbni Arabi için Tanrı'ya geri dönüş fikri; ruhun bir dizi,
karmaşık, tedricen yükselten makamlardan geçerek ilerlemesi manasına gelmektedir. Bu
yükseliş inananın tüm sıfat ve tanımların bütünlüğünün farkına vararak bunlarda cem
olmasıyla sona erer. Bir özdeşleşme yoktur. O, odur, eşya da eşyadır. Vücudu hak muhakkak
ve vücudu halk mevhumu mutlaktır. Mevhumun mevcude asla nisbeti yoktur. Zerrenin güneşe
nisbeti olmadığı gibidir, çünkü zerrenin vücudunu mevhumunu gösteren güneştir. Güneşin
yansıması olması, eskisi gibi mevhumiyetinde kalır. 190
Aynî, Firavun’un “ben” demesiyle Bayazıd’ın “ben” demesi arasında çok büyük fark
olduğunu, çünkü Rububiyyet kudretini başka bir şeyde görür görmez derhal onun uluhiyetine
hükmederek ona kulluk etmeye başladıklarını söyleyerek keramet ile istidraç arasındaki farka
dikkat çekmiştir. Dolayısıyla bu fikre sahip olanların müşrik olarak nitelendirilemesini de
tutarlı bulmaz. Çünkü burada Rab ve kul/ab birlikteliği yoktur. Rabbülaleminin vücudu
Aynîdir, insanın vücudu ise zatının aynı değildir, belki zatı üzerine ilavedir ki Hakt’tan
istifade edebilsin. O halde ikisi nasıl bir olur?191
Velhasıl Aynî, İsmail Hakkı’dan hareketle “Şeyh-i Ekfer” diyenler hakikatta onu
zem/eleştirmez, bilakiis medh etmiş yani övmüşlerdir, der. Küfür kelimesinin Arapçada
örtmek anlamına geldiğini, Tanrıya karşı azgınlık eden, onu tanımayan ve kendisini halka
taptıran insan ve/ya şeytana yani tagutu reddettiğinin ifadesidir. Allahtan başka sevilen ve
tapılan hepsini reddeder ve örter, dolayıyla ekfer demek onu övmektir.192
5. DEĞERLENDİRME
Görüldüğü üzere Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” adlı eseri yazmaya sevkeden
unsurları tespit ediyor. I. bölümde “Şeyh-i Ekber Muhyiddin Ibn Arabi’nin Hayatı ve
Eserlerine Genel Bir Bakış” ile hazır bulunuşluk temin ediyor. II. bölüm günümüzde ezoterik
yapılanmaların yeniden artış gösterdiğini düşündüğümüzde “Harflerin Sırrı Konusu” ve
“Gelecek Olaylara Dair Açıklamalar” da bulunuyor. III. Bölüm “Metafiziğe Dair
Değerlendirmeler”e ayrılmış. Burada öncelikle yaratılış ve tabiat üzerinde dururken fizik ve
metafizik irtibatını değerlendirir ve felsefi açıklamalarda bulunur. IV. Bölüm, “Ahlak
Üzerine” olup, bu teorik bilgilenmenin hayata geçirilmesine dairdir. Aile fertlerine, hanımına
nasıl davranılacağından başlayıp insanlık şerefini yükseltmek için neler yapılacağı, ardından
hayvanlara yönelik tavırlar üzerinde durulmaktadır.
Manevi açıdan yükselmek için yapılacak olanı tavsiye ederek, kendimizi sorgulamak ve
eylemlerimizdeki hürriyeti koruyabilirsek rahat yaşanmasının mümkün olacağı vurgular.
Özellikle panteizm ile karıştırılan vahdeti vücut öğretisine giriş mahiyetinde bu
bilgilendirmeyi yapan Aynî, V. bölümü “Tevhid İlmi”ne ayırır. Panteizm ve vahdeti vücut
öğretilerinin her ikisinde de, “Allah-alem özdeşliği savunulmakta; yoktan yaratma hususu
reddedilmekte, insan hürriyetini ve sorumluluğunu tanımamaktadır” tespitinin tutarsızlığı
görülür. Aynî ise bu hususun söz ile itikat olarak görüldüğünü yoksa ilm-i sarih ve keşf-i
sahih ile olmadığı için çoğu mutasavvıfın ilhada düştüğünü belirtir. 193Aynî’nin yanı sıra
İsmail Fenni Ertuğrul ve Ferit Kam gibi son dönem Osmanlı alimleri ise bunun gerçek
olmadığını felsefi bir ekol olan vücudiyye (Panteizm) ile mutasavvıfların bir kısmının yolu
190
Aynî, Türk Azizleri, s. 189. Almond, age, s.28. kaldı ki tam bir panteist olan Spinoza’da bile, taşı,toprağı
ağacı vb tek başına Tanrı kabul etmemektedir. Ona göre Tanrı bütün alemin toplamından ibarettir. Erdem, age, s.
64
191
Bier eve güneşin nuru girince o hane güneş olmaz, ama onun nuri ile aydınlanır ki bu delildir. Yani güneşin
nuru yine güneşe delil olur ki aralarında münasebet ve izafet vardır, yoksa ev ile güneşin münabeseti yoktur.
Aynî, Türk Azizleri, s. 181-182
192
Aynî, Türk Azizleri, s. 190
193
Türk Azizleri, s. 170-171, Salih Akdemir, “İbn Arabî Üzerine”İslami Araştırmalar, sayı.7, c.2, s.23, krş.,
Affifi, A.e., Muhammed İbn Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi, çev. M. Dağ, Ankara.1975
vahdet-i vücut arasında önemli fark olduğunu açıklamışlardır.194
Bu öğretiye göre, âlemin Allah ile hiç bir münasebeti yoktur; zira mutlak zat, kendini eşya
ve kainat şeklinde açığa vurmuştur. Her şeyin ihatası ilim ile olur, zatıyla değil. O, hiç bir
şeye bileşik değildir, O, odur; alem de alem. Niceliksizdir, anlaşılamaz. Alem ise baştan başa
nicelik ve nasıllıkla damgalıdır; çünkü anlaşılan varlık gibi değildir. Bununla beraber, gerçek
varlığı olmayan, bir hayalin manası olan alemde meydana gelen şeyler, bizatihi Allah’tan
başka bir şey değildir.195 Buradaki bilgilerden hareketle Selefi zihniyetin aynı kavramdan
hareketle sufileri müşrik olarak nitelemesinin tutarsızlığı üzerinde durur. Uluhiyyet,
Rububiyyet, Rabbi Mukayyet, Tevhid, Tenzih, Teşbih kavramlarını açıklar. Allah’ın Zatı
İdrak Olunamaz, önermesini açıklar. Allah’ın ne kalb ne de göz ile ebediyyen müşahede
edilemeyeceğini, ama insanların itikadında olan sureti göreceğini söyler. Mukayyed yani
sınırlanmış itikadına göre Cenab-ı Hak kendisine tecelli edecek olursa, Hakk’ı ancak o suretle
ikrar edebilir. Bir çok da farklı itikat olduğuna göre, her kim kendisi açısından Hakk’ı bir
itikad ile sınırlarlar (takyid) ederse kendi mukayyed itikadını oluşturduğu için başkasını
itikadına göre olan Hakk’ı inkar eder. Bu nedenle Hakk’ı mutlak olarak itikad ederse hiçbir
yönden inkara gitmez, çünkü tecelli hangisinde yani hangi suretle olursa olsun hepsinde
Hakk’ı ikrar etmiş olur. 196
İbn Teymiye ve onu takip edenler ,“Bunlar varlığın bir olduğunu, yaratıcısı ve kadim olan
zorunlu varlığın mümkün varlık ve muhdes varlıkla eş olduğunu söylerler. Onlara göre, Allah,
sözü söyleyen bir kişi gibi, dilemesi ve kudreti ile konuşmaz. Kelam, muayyen harf ve
seslerden oluşmuştur, ezeli ve ebedidir”197 şeklindeki tespitin tutarsızlığı anlatılır. İbn
Arabî’nin “zatı itibarı ile O, Hakk’tır, mümkün varlıklarda tecelli eden sıfatları açısından O,
Halk’tır. Yani Hakk’ı halkla, halkı Hakk ile gördüğü için “Hatemu’l-Evliya/Hatmü’lvelaya”198 diye nitelendirilen İbn Arabî, Allah’ın bu iki görüşünü; yani vahdet ve kesret, ilk ve
son, kadim ve hadis, zorunlu ve mümkün şeklindeki temelde bir ve aynı hakikat olduğu
anlayışını temellendirir. Bu nokta önemli çünkü “En büyük kafir” nitelemesi buradan
çıkartılır. Halbuki burada bir özdeşliğe gidilmemiştir. Bunu kıdem vasfı üzerinden vacip ve
mümkün kavramları üzerinden yapar. Ona göre Alah ile evren/yaratılan arasında herhangi bir
öncelik ve sonralığın yanı sıra aynı anda var olmalarını da reddeder. Bu hususta söylenecek
tek şey; “Hakkın bizatihi var olduğu, alemin ise Hak sebebiyle var olduğu”dur. Dolayısıyla
194
İ. Fenni Ertuğrul, Vahdet-i Vücud ve İbn Arabî, haz. Mustafa Kara, İnsan Yay, İstanbul. 1991, s.65 vd, Ferid
Kam, Vahdet-i Vücud, sadeleştiren E. Cebecioğlu, DİB, Ankara. 1994, , s.11 vd, “Vahdet-i Vucud ve
Panteizm, “İbn Arabî’de Varlık Düşüncesi”, İstanbul. 1992, içinde) hz. M.Kara, s. 9 vd . Demirci, agm, s. 374
vd. Süleyman Uludağ, “Ferit Kam ve Vahdet-i Vücud Adlı Eseri” Tasavvuf Dergisi, İbn Arabi Özel sayısı 2,
2009, sayı 23, s.25-35
195
İbn Arabi, Marifet Kitabı, çev. H.Şemsi Ergüneş, İz yay. İstanbul 2009, s.273, Süleyman Ateş, İslam
Tasavvufu, Ankara. 1972, s.83, krş. Altıntaş.,H. a.g.e., s.98-99
196
Mutlaktan kasıt şudur. Vücud (min haysü hüve hüve) harici ve zihni olarak aynıdır. Zihni ve ayni varlık,
vücudun yan ivralığın nevilerinden bir nevidir. Dolayısıyla ne sınırlama (takyid) ne de sınırsız görüp salma
(ıtlak) ile sınırlanamaz (mukayyet). Bu mertebede varlık, külli olmadığı gibi cüzi de değildir. Nae genel ne
özel/has’tır. Varlık ne kendine ilave bir ile vahid olmuştur, ne de çok/kesir’dir. Bilakis vücud, mutlak ve
mukayyed, külli/tümel ve cüzi/tikel, amm/genel ve hass/özel, bir/vahid ve çok/kesir olmuştur. Ama bu
niteliklerinden dolayı varlığın zatında ve hakikatinde hiçbir değişim ve dönüşüm olmamıştır. İbn Arabi, Marifet
Kitabı, çev. H.Şemsi Ergüneş, İz yay. İstanbul 2009, s. 55, 127-128
197
İbn Teymiye, Risale fi’l-Akl ve’r-Ruh, (Mecmuatu’r-Resaili’l-Münire, Mısır.1343), c.2.s.13, Kara, “İbn
Teymiye’nin İbn Arabi’ye ve Vahdet-i Vücud’a Bakışı”, s. 42-46
198
Hz. Muhammet peygamberlerin hatemi/sonucusudur, velayet de benimle son bulmuştur” sözüne istinaden
kullanılır. Nebilik ve Rasüllük bitmiştir ama ama onun mirasçısı olan veliler vasıtasıyla bu ilim devam eder. İbn
Arabi, Fususu’l-Hikem, s.37. Bu sıfattan dolayı kendisini peygamberden üstün görüyor diye sert eleştirilere
sebep olan fikirleri için bkz. Fusus, s.223-227,295-299. Marifet Kitabı, s. 62-63 Buna karşı İsmail Hakkı’nın
görüşleri için bkz. Aynî, Türk Azizleri, s. 184, Demirli, agm, s.511. İbn Teymiye’nin bu sözlerinden dolayı İbn
Arabi’yi Hıristiyan ve Yahudilerin küfründen daha aşırı görmesi için bkz. İbn Teymiye: Külliyat, c.2, s.247
burada ne bir özdeşlik ne de kıdemlik söz konusudur, evren yaratılmıştır. 199
İbn Teymiye, Halk ve Hakk ayırımını, zatını latif kılmasına Hakk; kesif kılmasına da halk
denilmesinden dolayı yapılmasını da kabul etmez. zira, eğer latif kılma, kesifleştirme ile
olursa, hak ve halk olur. Bunda latif kılma ve kesif kılma yoktur. Kesif olmadan, latif kılma
olursa, halk ve hakk arasındaki fark sabit olur; bu Hakk’tır. Hakk olunca, halk olmaz, halkın
Hakk olması, kesinlikle tasavvur olunamaz. Bu tıpkı mahlukun halik olmadığı gibidir.200 Bu
anlamda, İbn Arabî, “kafir” Hallac ise “zındık ve mülhid”tir. İbn Teymiye, bu
nitelendirmesini zahir ve batın anlayışı üzerine kurmaktadır. 201
Bu noktada İbn Arabî’nin çok sert eleştirilmesi ve tekfir edilmesini ibn Sina ve Gazzali
tartışmasıyla açıklaması önemlidir. İbn Sina’ ya (375/428-985/1036) kendisinden elli sene
sonra Huccetu’l-İslam İmam Gazzali (450/505-1058/1111) itiraz etmişti. Aristoteles’in büyük
yorumcusu İbn Rüşd’e (520/595-1126/1198) bu eleştirileri karşı eleştiriyle cevapladı. Ama
aynı ötekileştirme ile İbn Rüşd Batı da karşılaştı. İbn Rüşd’ün felsefesi asırlarca Avrupa’da
Padou külliyesinde öğretilmesine rağmen Hristiyan alimleri onu şiddetle eleştirmişler ve
küfürle itham etmişlerdi.
Bu tartışmaları inceleyen Aynî, Şeyh-i Ekber’e Şeyh Rükneddin Alaüddevle, Aliyyü’l-Kari
(v. 1016) ıbn Teymiye el-Harrani gibi alimlerin eleştirilerine karşı savunmayı çok heyecan
verici bulur. Sultan Mehmed Han Camii Hatibi Halebli Şeyh İbrahim b. Mehmed (v 996)
Ni’metu’-Zaria fi Nasr’ı-Şeria isimli eserinde İbn Arabî’yi çok sert eleştirdiğini gören
Aynî,Şeyh’in fikirlerini senelerce mukayeseli incelediğini belirtir. Türklerin yetiştirdiği açık
fikirli ve isabetli değerlendirmeler yapan büyük (düşün) adamlarından olan Katip Çelebi’nin
de Şeyh-i Ekber’in eserlerinin büyük çoğunluğunda güzellik (cemal) yönü yücelik, ululuk
(celal) yönüne üstün olduğunu anlamayan halk arasında konuşulanların dedikodu cihetinden
ele alınabileceğini belirtir.202 Aslında bu tür fikri ötekileştirmelerin tarihin her döneminde
olduğunu Sokrates, Fisagor, Hüseyin Hallac-ı Mansur, Galile, Seyyid Nesimi örneklerinde
görülür. Bunları yapanlar kim iseler, her asırda ve her mekanda rastlanır bu tiplere der.
Sonuçta ilk dönemde Sokrates, Eflatun Aristotateles, ne son devirlerde yetişmiş olan
Descartes, Leibniz, Malebrance ve Kant’dan hiçbiri insani değerleri İbn Arabî gibi
anlamadığını söyler. Panteist Spinoza (1632-1677) Şeyhi okuduğunu düşünür. Yine benzer
şekilde Dante Alighieri (1264-1321) Divine Comedia’sını Muhyiddin İbn Arabî’den iktibas
etmiş midir diye sorulduğunu yazar. Bu iddiayı Miguel Azin Palacios fikri ile temellendirir.
203
199
Ağbal, age, s.75-76, 209
İbn Teymiye, Külliyat,c.1 s.51, Fahri, History, s.199,
201
İbn Teymiye Külliyatı, c.2, s. 156-158,254-258, 453 vd. Onun bu fetvası genel kabul görmüştür, demek
mümkün değil; örneğin İ.F.Ertuğrul, gerek vahdet-i vucud öğretisine, gerekse Muhammed ıbn Arabi’ye karşı
ileri sürülen itirazları inceleyerek bunlara cevap verirken, şöyle demektedir. “İbn Teymiye’nin Ibn Arabi
hakkındaki itirazlarında Şia ve Kaderiyye’ye karşı Minhacu’s Sünne adlı eserinde gösterdiği güçlü ve
susturucu delillere sahip değildir. Bu itirazlar olsa olsa Cehmyye hakkında kayda değer olabilirse de,
mutasavvıflar hakkında tatbiki mümkün değildir. O, bunların mezhebini layıkıyla tetkik ve ihata etmemiştir.
Dolayısıyla bu anlayış onun vukuf ve ihtisas alanı dışında kalmıştır.” Daha sonra “tekfir” kavramının iki
tarafı da kesen bir kılıça nasıl dönüştüğünü gösteren şu ifadeleri de dikkate değerdir: “İbn Teymiye, Kitap ve
Sünnet’in zahiri ifadelerine bağlı olan Zahirilerden olup, alimler içinde kendisini çok methedenler olduğu
gibi, beğenmeyenler, hatta tekfir edenler bile vardır. Celaleddin Devvani ve ıbn Hacer Mekki’yi buna örnek
olarak verebiliriz.201 Fenni Ertuğrul, Vahdet-i Vücud ve İbn Arabî, haz. Mustafa Kara, İnsan Yay, İstanbul.
1991,s. 236, 250
202
Katip Çelebi, Mizanü’l-Hakk fi İhtiyarı’-Ehak, İstanbul. 1286, Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s. 11-12,
Aynî, Türk Azizleri, s. 184-185
203
Aynî, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim?” s.13-14. Demirci, agm, s.374-375, Mustafa Çakmaklıoğlu, “Modern
Dünya’da Ezeli Hikmet Geleneğinin Yeniden Canlanışı: Batı’da İbnü’l-arabi’ye Yönelik İlginin Tarihi Seyri”,
Tasavvuf Dergisi, İbn Arabi Özel sayısı 2, 2009, sayı 23, s. 426-428
200
Kaynakça
Afifi Ebu’l-Ala i, “İbn Arabî”, İslâm Düşüncesi Tarihi, edit. M.M.Şerif, çev. M. Armağan, c.2, insan yay.
İstanbul 1990
Akça Nermin, Vahiy Geleneğinde ‘A-B-D Kökünün Semantik Açıdan İncelenmesi, AÜSBE,
Basılmamış Doktora Tezi) Tez Danışmanı: Prof. Dr. Salih Akdemir, Ankara 2004,
Arar İsmail, Mehmet Ali Aynî (1869-1945) maddesi” TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul. 1991, c.4
Ayhan Türk Düşüncesi I , Kökenler, Dergah yay. İstanbul 2009
Aynî Mehmet Ali, Türk Azizleri Maārif yayınevi, İstanbul. 1944
Aynî Mehmet Ali, Hatıralar, Canlı Tarihler 2, Türkiye yayınevi İstanbul 1945,
------------ Hayat Nedir, İstanbul.1945. günümüze aktaran İsmail Dervişoğlu, Büyüyen Ay yay. İstanbul. 2013.
------------İslâm’ın Büyük Velisi: Abdulkadir-i Geylânî. Paris.1939., çev:Tahir Yücel, Büyüyen Ay ya. İstanbul
2016
--------------Hacı Bayram-ı Veli , İstanbul.1943
------------- Milliyetçilik 1943. S. 385-409 naklen İsmail Kara, Türkiye’de İslâmcılık Düşüncesi, Kitapevi,
İstanbul.1997, c.2
---------- Türk Ahlakçıları , Maārif yayınevi, İstanbul. 1939
------------Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim? İstanbul1339.
Bayrakdar Mehmet, “Davud el-Kayseri’nin Aşkın Felsefesi” İslâm Felsefesi Tarihi, edi. B.A. Çetinkaya,
Grafiker yay. Ankara. 2012
Bıçak Ayhan. Türk Düşüncesi I Kökenler . Dergah yay. İstanbul 2009
--------. Türk Düşüncesi II Kaygılar Dergah yay. İstanbul 2016
Bilgin İbrahim Edhem, Devrimci Sûfî Hareketleri ve İmam-ı Rabbânî Kültür Basın Yayın Birliği, İstanbul 1989
http://www.biyografya.com/biyografi/3396 http://ekbersah.kimdirkimdir.com/
Chittick William C., “İbn Arabî”, İslâm Felsefesi Tarihi , edit. S.H. Nasr, O. Leaman, çev. Ş. Öçal, H.T.
Başoğlu, Açılım kitap, İstanbul 2207, c2
Çakmaklıoğlu Mustafa, “Modern Dünya’da Ezeli Hikmet Geleneğinin Yeniden Canlanışı: Batı’da
İbnü’l-Arabî’ye Yönelik İlginin Tarihi Seyri”, Tasavvuf Dergisi, İbn Arabî Özel sayısı 2
Cebecioğlu Ethem, “ Mehmet Ali Aynî ve Pozitivizmden Tasavvufa” Altınoluk Dergisi, - Sayı:386 - Nisan
2018 https://www.altinoluk.com.tr/blog/ord-prof-mehmet-ali-Aynî-ve-pozitivizmden-tasavvufa
Çelik İsa, “İmam-ı Rabbânî Perspektifinden İbn Arabî’ye Tenkidi Bir Yaklaşım”, Tasavvuf Dergisi,
İbn Arabî Özel sayısı 2
Dağ Mehmet, “ Farabî’nin İki Yapıtı” : “Felsefenin Temel Önermeleri” ve “Mantık ve Eski Felsefenin Temel
İlkeleri konusunda Sorunların Kaynakları. Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi ,
2003, s.25
Ebu Zeyd Nasr, İbn Arabî’nin Yorum Felsefesi: Sûfî Hermeneutik, çev. Semih Ceyhan, Mana yay. İstanbul
2018
Erdem Hüsameddin, Panteizm ve Vahdet-i vücûd Mukayesesi, Kültür Bakanlığı, Ankara 1990
Ertuğrul İ. Fenni, Vahdet-i vücûd ve İbn Arabî , haz. Mustafa Kara, İnsan Yay, İstanbul. 1991
Farabî Ebu Nasr, İlimlerin Sayımı (İhsau’-Ulum) çev. M.Uyanık, A.Akyol, Elis yay. Ankara 2017
Fazlur Rahman, Tarih Boyunca İslâmî Metodoloji Sorunu çev. Salih Akdemir, Ankara.1995
Fazlur Rahman, İslâm ve Çağdaşlık, Fikrî bir Geleneğin Değişimi, çev. A. Açıkgenç, M.H.Kırbaşoğlu, Ankara.
1996, II. Baskı
Fazlur Rahman İslâm çev. M. Dağ ve M. S. Aydın, Ankara
Fığlalı E.Ruhi, Çağımızda İtikadi İslâm Mezhepleri Ankara. 1980
Güngör Erol, İslâm Tasavvufunun Meseleleri Ötüken yay. İstanbul 2004
Hourani, “Nakşibendi Okulu ve Halidiye Kolu (Islâmîc Philosophy and Classical Tradition) edit. S.M.Stern, A
Hourani, V Brown, Oxford 1972, çev. E. Cebeci
İbn Arabî, Muhyiddin Fütûhât-ı Mekkiyye, çev. Ekrem Demirli, Litera yay, İstanbul 2006, c.1,
----------- Fütûhât-ı Mekkiyye İstanbul 2008
--------- Tedbirât-ı İlâhiyye Tercüme ve şerh, H.A. Konuk, yay.hz. M.Tahralı, İz yay. İstanbul 1992
------------Fusûsu’l-Hikem , çeviri M. Nuri Gençosman, MEB, Ankara 1964
-----------Mārifet Kıtabı çev. H.Şemsi Ergüneş, İz yay. İstanbul 2009
İbn Haldun, eş-Şifa, eş-Şifau’s-Sail li Mezhebi’l-Mesail (Tasavvufun Mahiyeti) çev. Süleyman Uludağ, İstanbul.
--------Mukaddime çev. Zakir Kadiri Ugan, M.E.B. Ankara. 1986
İbn Sina, Makamatü’l-Ārif in, İşaretler ve Tembihler çev.: Ali Durusoy, Muhittin Macit, Ekrem Demirli, Litera
Yay., İstanbul 2005
İbn Teymiye, İbn Teymiye Külliyatı edit. Edip Gönenç, çeviri, Y.Işıcak, A. Önkal, S.Şimsek, İ.H.Sezer, Tevhid
yay. İstanbul 1987
İbn Teymiye, Risale fi’l-Akl ve’r-Ruh, (Mecmuatu’r-Resaili’l-Münire, Mısır.1343), c.2
İnan Zeynep, “Ermeniler Aynî'yi niçin severler? http://www.dunyabizim.com/mehmed-ali
Aynî/5296/ermeniler-Aynîyi-nicin-severler
05/01/2011
Kam Ferid, Vahdet-i vücûd sadeleştiren E. Cebecioğlu, DİB, Ankara. 1994
Katip Çelebi, Mizanü’l-Hakk fi İhtiyarı’-Ehak İstanbul. 1286
Küçük Hülya, “Muhyiddin Arabî’nin Çevresindeki Hanımlar”, Tasavvuf Dergisi, İbn Arabî Özel sayısı 2, 2009,
sayı 23
Kara, İslâmcılık Düşüncesi, c.2
Ocak Ahmet Yaşar,13. Yüzyılda Anadolu’da Baba resul İsyanı ve Anadolu’nun İslâmlaşmasındaki Yeri,
İstanbul 1980
--------- Osmanlı Toplumunda Zındıklar ve Mülhidler, İstanbul.1998
Öztürk Mustafa, Din Sermayesinden İktidar Devşirmek Ankara Okulu yay. Ankara. 2017
Sevim Seyfullah, İslâm Düşüncesinde Mārif et ve İbn Arabî, İnsan yay. İstanbul 1997
Topçu Nurettin Bütün Eserleri 14: Varoluş Felsefesi, Hareket Felsefesi, Dergâh yay. İstanbul.1999
--------İradenin Davası (Bütün Eserleri 8)Dergâh yay. İstanbul.2002
Uyanık,Mevlüt Felsefi Düşünceye Çağrı Elis yay. Ankara 2012
Uyanık Mevlüt, Din yorgunluğu ve deizm tartışmalarına dair bir “derkenar” İlesam. Yıl:3, sayı.11
http://www.enpolitik.com/kose-yazisi/2282/din-yorgunlugu-ve-deizm-tartismalarinadair- bir-derkenar.html
http://www.haberlotus.com/din-yorgunlugu-ve-deizmtartismalarina-dair- bir-derkenar/ 11 Haziran 2018
Uyanık Mevlüt, Selefi Zihniyet ve Türkiye Ay yayıncılık, Ankara 2018
http://www.maturidiyeseviotagi.com/15-temmuz-darbe-girisimin-teolojik-temelleri/
Uyanık Mevlüt, Aygün Akyol, FArabî ve Felsefeye Giriş Metni Olarak İlimlerin Sayımı Adlı Eserin Analizi:
İslam Felsefesinin Günümüzdeki Anlamı Üzerine Bir Deneme, İslam Felsefesi Teşekkül Dönemi Elis yay.
Ankara 2017
--------- “Türkiye Cumhuriyeti Kuruluş Dönemi ve Anadoluculuk Felsefesi-Nurettin Topçu Ve Aksiyon
Felsefesi Merkezli Bir İnceleme”
Eskişehir Osmangazi Üniversitesi Türk Dünyası Uygulama ve Araştırma Merkezi Yakın Tarih Dergisi
2018 Cilt 1 Sayı 3 http://www.haberlotus.com/aksiyon-felsefesi-olarak-anadoluculuk-ve-
nurettin-topcu/
-------------15
Temmuz
Terörist
Saldırısının
Ardından
Yeni
Bir
Din
Dili
Oluşturmanın
Gerekliliği”
http://www.anahabergazete.com/15-temmuz-terorist-saldirisinin-ardindan-yeni-bir-din-diliolusturmanin-gerekliligi-haberi-0 08 Mart 2017. Tarihsiz Okumaların Talihsizliğinden Kaçınmak İçin 15 HAziran
1826 ve 15 Temmuz 2016 Kalkışmalarını Mukayeseli Okumak
http://www.anahabergazete.com/tarihsiz-okumalarin-talihsizliginden-kacinmak-icin15-haziran-1826-ve-15-temmuz-2016-kalkismalarini 18 Aralık 2017
Ülken Hilmî Ziya, İslâm Felsefesi Selçuk yay. Ankara
Yasa Metin, “İbn Arabî’nin Arada’yı Anlatımı” Tasavvuf Dergisi, İbn Arabî Özel sayısı 2, 2009, sayı 23
İBNÜ’L-ARABÎ’DE TASAVVUFÎ TERBİYENİN TEMEL ESASI:
İLAHÎ AHLÂKLA AHLÂKLANMAK
Abdurrezzak Tek
Summary
THE BASIS OF THE SÛFÎ TRAINING AND DISCIPLINING (TARBIYA) IN IBN ALʿARABÎ: TO EMULATE THE ATTRIBUTES OF GOD (AL-TAKHALLUQ BIAKHLĀQ ALLÂH)
The sûfî training and disciplining (tarbiya), in other words, spiritual journeying and wayfaring
(seyrü sülûk) is the name of the process of emulating the attributes of God (al-takhalluq biakhlâq Allâh). The basic elements of this process were tried to be determined by the first
ascetics (zâhids) and mystics (sufis) and have gained a certain formation over time. The aim,
method and proprieties of spiritual journeying and wayfaring (seyrü sülûk) were discussed in
more detail by the Sufis, who give a systematic structure to the issues such as Imam alGhazâlî and Ibn al-ʿArabî. The methods developed by them would contribute greatly to the
institutionalization of the Sufi orders (tariqa).
Regardless of the differences among the definitions for Sufism, the one that almost all Sufis
agree upon is that Sufism is to emulate the attributes of God. This definition signifies the
purifying of the person from bad manners and adorning with good habits. This situation is
important in terms of demonstrating the role of the divine names in emulating the attributes of
God as well as the link between God and the universe. This two aspects of the divine names
are treated in two stages in the history of Sufism: The first is the period before Imam alGhazâlî. In this period, divine names are limited to being the source of adorning with the
attributes of God. With the second period which begins with Ibn al-ʿArabî, in addition to the
first one, the divine names were accepted as the reason of existence of the universe.
**
Tasavvufî terbiye diğer bir deyişle seyrü sülûk ilahî ahlâkla ahlâklanma sürecinin adıdır. Bu
sürecin temel unsurları ilk zâhid ve sûfîler tarafından belirlenmeye çalışılmış, zaman içinde de
belli bir forma kavuşmuştur. İmam Gazzâlî ve İbnü’l-Arabî gibi meselelere sistematik bir yapı
kazandıran sûfîler tarafından seyrü sülûkun amaç, usul ve adâbı daha da ayrıntılı olarak ele
alınmaya çalışılmıştır. Onlar tarafından geliştirilen yöntemler, sonrasında tarikatların
kurumsal bir hüviyet kazanmasına büyük katkı sağlayacaktır.
Tasavvuf tanımları arasında ne kadar farklılık bulunursa bulunsun hemen her sûfînin üzerinde
ittifakla durduğu tanım, tasavvufun ilâhî ahlâkla ahlâklanmak olduğudur. Bu tanım kişinin
kötü vasıflardan arınarak güzel huylarla bezenmesini ifade eder. Sûfîler yöntemlerini bu esas
üzerine inşâ etmişlerdir. Buna göre nefsin kötü huylardan arınması olan ilk aşama tahallî
(arınma, soyutlanma), ilahî ahlâkla süslenme olan ikinci aşama ise tahallî (süslenme) veya
tahalluk olarak isimlendirilmiştir. İbnü’l-Arabî’ye göre sâlik açısından tahallînin (arınmanın)
ilk adımı, Hak’tan alıkoyan her şeyden yüz çevirmek; ikinci adımı ise kendine ait bir varlık
görmekten kurtulmaktır. Zira gerçekte Hakk’ın varlığından başkası yoktur. Sâlikin ilahî isim
ve sıfatlara mazhar olması ona varlık kazandırmaz. Tasfiyenin beraberinde gelen tahallîden
(süslenmeden) kasıt ise ilahî isim ve sıfatlarla bezenmektir. Böyle bir bezenmenin temel
göstergesi, bu süslenmeyi gerçekleştiren kişilerin görüldüklerinde Allah’ın hatırlanmasıdır.204
Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
[email protected]
İbnü’l-Arabî, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, (el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye içinde), (trc. Ekrem Demirli), Litera
Yayıncılık, İstanbul 2015, s. 40-44. İbn Nüceyd’in “Bir kimseyi gördüğünde, ahlâkının güzelleşmesine etki
etmiyorsa, bil ki onun kendisi de güzel ahlâklı değildir” sözü bu manaya işaret eder. Bk. Ebû Abdurrahman esSülemî, Tabakâtu’s-sûfiyye: İlk Zahid ve Sûfîler, (trc. Abdurrezzak Tek), Bursa Akademi, Bursa 2018, s. 271.
204
Seyrü Sûlûkun Mahiyeti
İbnü’l-Arabî’nin nazarında seyrü sülûk, elest bezminden başlayıp Hakk’a vâsıl oluncaya
kadar devam eden bir süreçtir. Böyle bir seyir, temelde suret (zahir) ve mana ile olmak üzere
iki türlü gerçekleşir. Suretle gerçekleşen seyir bir fiilden başka bir fiile veya bir terkten başka
bir terke doğru olup ameller üzerindendir. Diğer bir ifadeyle ilahî kurbiyet niyetiyle meşru bir
amelden başka bir meşru amele yahut terki gerektiren bir fiilden yine terk edilmesi gereken
başka bir fiile doğru seyirdir. Mana ile olan seyir bir makamdan başka bir makama, bir
isimden başka bir isme veya bir tecelliden başka bir tecelliye intikaldir. Burada aslolan her iki
sülûku da birlikte yürütmektir: yani amelleri göz ardı etmeksizin, hâl ve makamları da
değersiz kabul etmeksizin sülûk etmektir. Nitekim birtakım hâl ve makamlara ulaştıklarını
düşünerek amelleri önemsemeyenler aldanmışlardır.
Bu minvalde seyrü sülûk edenler de dört aşamaya ayrılırlar: Birinci aşama nefsiyle sülûk
edenlerdir. Nefsi terbiye etmek suretiyle gerçekleştirilen bu seyirde sâlik mümkün olduğunca
her konuda bütün güç ve kuvvetini Hakk’ın emir ve yasaklarını yerine getirmek için harcar.
İbnü’l-Arabî’nin işaret ettiği bu durum tarikatlar döneminde sistematik hâle getirilen nefsin
yedi mertebesi gözetilerek gerçekleştirilen sülûka tekâbül etmektedir. İkinci aşama hem
nefsiyle hem de Rabbiyle sülûk edenlerdir. Bunlar başlangıçta nefisleriyle sülûk ederken
yavaş yavaş kuvvelerinin Hakk’ın emri altın girdiğini idrak ve müşahede ederler. Mesela
hakikatte duyanın kendisi olmadığını bilir ve duyma kuvvesinin Hakk’a döndüğünü müşahede
eder. Bu aşamanın sonrasında sâlikin sadece Rabbiyle sülûk ettiği merhale gelir ki bunlara
Rabbiyle sülûk edenler denir. Böyle bir sülûku gerçekleştiren sâlik ihsan mertebesinde zahir
ve batınıyla Hak’la olan kimsedir. Öyle ki Hak artık o kimsenin tam anlamıyla kuvveleri
hâline gelmiştir; O’nunla görür, O’nunla tutar, O’nunla yürür ve O’nunla konuşur.
Bu aşamalara ilaveten bir de sâlik olmayan sâlikler vardır.205 Bunlar sâlik oldukları halde
sülûklarının farkına varmayan kimselerdir. Zira âlemin yaratılışından beri her bir şey
zarureten seyir ilallah hâlindedir. İnsanlar de Hazreti Âdem’den itibaren bu seyrin içindedir.
Diğer bir ifadeyle bu âleme gelen her bir insan farkına varsın veya varmasın seyr üzeredir.
Her nefes alış verişimiz bir seyirdir; her ânımız bu seyre muhataptır. Ancak bu seyrin
hakikati, nefes alış verişlerimizin künhüne yahut ânımızı nasıl değerlendirdiğimize bağlıdır.
İbnü’l-Arabî sâlikleri ayrıca iki açıdan da değerlendirir. Bunlardan ilki tefekkürle seyrü sülûk
edenler diğeri de amellerle sülûklarını gerçekleştirenlerdir. Fikriyle seyrini sürdürenler
yaratıcının varlığına delil aradıklarında, idrak edecekleri ilk husus “mümkünât” olacaktır.
Mümkünün anlamı ise kendisine izafe edilen varlık ve yokluğu kabul edebilen demektir. Bu
durumda mümkün bir tercih edenin varlığına muhtaç olur. Tercih edici, bu iki nitelikten birini
mümkün adına diğerine tercih eder. Mümkün bu mertebeye ulaşıp tercih edenin varlığını
idrak ettiğinde seyrin diğer bir aşaması başlar. Bu aşamada kendisini var eden yaratıcıya ait
nitelikleri öğrenmesinin gerekliliği söz konusudur. Yaratıcının tenzih nitelikleriyle biricik ve
yegâne olduğu zuhur eder. Sonra başka bir menzile yolculuk ederek varlığı zorunlu olanın
kadimliğinin de sabit olduğunu; buna mukabil hadisliğini gösteren bütün delillerin de
imkânsızlığını idrak eder. Ardından âlemin düzeninden hareketle tevhide ulaşır. Bir başka
menzilde tercih edenin var ettiği ve yarattığı şeyleri bilmesinin (ilim) zorunluluğunu, var
ettiğini iradesiyle var ettiğini, kudretini, hayat sahibi olduğunu; bunun yanı sıra konuşmak
(kelâm), duymak (semî) ve görmek (basar) gibi kemâl niteliklerinin O’nda sabit olduğunu
bilir. Buradan hareketle peygamberler göndermesinin imkânını öğrenir. Nitekim kendisi de
peygamberin gönderildiği kimselerden biridir. Bunun üzerine peygambere inanır ve ona tabi
olur. Sâlikin inanışı ve tabi oluşu, Allah’ın onu sevmesine, kalbini açmasına (keşf) ve
melekûtun sırlarını ona öğretmesine sebep olur. İşte İbnü’l-Arabî’ye göre böyle bir kimse,
205
İbnü’l-Arabî, Hak Yolcusu ve İlahî İsimler, (el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye içinde), (trc. Ekrem Demirli), Litera
Yayıncılık, İstanbul 2015, s. 29-33.
kendisini Allah’tan uzaklaştıran ve O’nunla kendi arasında perde olan “her şeyden yolculuk
ederek” Allah’a yönelir. Bu aşama seyr ilallah merhalesidir; bunu seyr fillah ve seyr maallah
merhaleleri takip eder. En sonunda sâlik Hakk’ı her şeyde görme bilincine kavuşur.
Amellerle seyrü sülûk edenler ise bedenî ameller vasıtasıyla bir amelden diğerine geçmek
suretiyle bu seyirlerini devam ettirirler. Nihayetinde artık Allah’a emrettiği için değil özü
gereği ibadet eder hâle gelirler. Eşyanın sırrına zevkî olarak vâkıf olurlar; her hangi bir kuşku
duymaz ve tereddüde kapılmazlar.206 İbnü’l-Arabî’ye göre her bir amelin seyrü sülûka ve
dolayısıyla ilahî ahlâkı edinmeye etkisi büyüktür. Bununla birlikte o, özellikle ilahî isimleri
zikretmenin önemine dikkat çeker. İlahî isimlerin bir manası bir de sureti vardır. Manasıyla
Allah’a dua edilirken suretiyle de Rahman’a dua edilir. Zira Rahman nefes sahibidir (nefes-i
Rahman) ve nefes ile suretler arasında irtibat vardır. İsimlerin bizim açımızdan da iki sureti
bulunmaktadır. İlki, nefeslerimizden ve harflerimizin terkibinden meydana gelen surettir ki
bunlar isimler üzerindeki elbiseler gibidir. Biz bu suretlerle ilahî suretleri söyleriz. Diğeri de
Rahman’ın nefesinden gelen suretleridir. Bu suretlerin ardında ise onların ruhları mesabesinde
olan manalar bulunur. Şu halde ilahî isimlerin suretlerinin varlığı Rahman’ın nefesindendir;
ruhları ise Allah ismine aittir. Dolayısıyla biz O’nu kendi kelamıyla zikrederiz ve bu durumda
da zikreden biz değil O olur. Nitekim kelam ve söz (kavl) Allah’a ait iki niteliktir.207
İlahî İsimlerin Ahlâklanmadaki Rolü
İlahî ahlâkla ahlâklanmak demek her bir ilahî ismin barındırdığı ahlâkı kazanarak Hakk’ın
kâmil manada mazharı olmaya çalışmak demektir. Bu açıdan bakıldığında ahlâklanmanın
yönteminin bizi ilahî isim ve sıfatlara götürdüğü görülür. Diğer bir ifadeyle ahlâkıyla
ahlâklanılması gereken ve bu sayede bağ kurulabilen bir Allah anlayışına ulaşırız. Şu halde
ilahî isim ve sıfatlar, “ilahî ahlâk” manasına gelmekle birlikte sûfînin ahlâka ulaşmasında da
yegâne kaynak olmaktadır. Bu sebeple ilk sûfîler tasavvufun mahiyetini tespitinde ahlâklanma
konusu üzerinde durmuşlardır. Nitekim tasavvufun belirli bir ilme veya hâle nispet
edilemeyişindeki temel gerekçe de bu olmuştur. Örneğin ilk sûfî müelliflerden Serrâc
tasavvufun mahiyetini ve sûfîleri tanımlarken “Sûfîler sadece bir ilmi veya bir hâli yahut bir
davranışı benimsemediler. Onlar, bütün ilimlerin kaynağı, bütün ahlâkın mahallî, fıtrî veya
kesbî bütün güzel huyların sahibidirler”208 demiş, yine kurucu sûfîlerden Ebü’l-Hüseyin enNûrî “Tasavvuf ne bir sistem ne de bir ilimdir. Tasavvuf ahlâktır”209 sözüyle bu hususu teyit
etmiştir. Cüneyd-i Bağdâdî’ye tasavvuftan sorulunca “Her türlü iyi ahlâka yükselmek ve her
kötü ahlâktan da yüz çevirmektir”210 cevabını vermiştir. Burada dikkat edilmesi gereken bir
başka mesele de bu hususun en yetkin olarak tezahür ettiği kişilerin hiç şüphesiz
peygamberler olduğudur. Bu nedenle tasavvuf, ahlâklanma yönteminin doğru bir şekilde
gerçekleşmesinde sünnete ittibayı birinci şart olarak kabul etmiştir.211
Öte yandan ilahî isim ve sıfatların bir başka vechesi de tasavvufî hâl ve makamların
oluşumundaki etkisidir. Diğer bir deyişle tasavvufun hâller ve makâmlar nazariyesinin ilahî
isim ve sıfatlara dayanmasıdır. Sûfîlerin nazarında hâl ve makam, ortaya çıkışları ve etkileri
farklı da olsa Allah’ın insandaki tasarruf ve tezahürüdür. Nitekim her hâl ve makam
beraberinden şu iki hükmü taşır: İlki Allah’ın söz konusu hâl ve makam sahibinin üzerinde
mutlak fâil oluşu, diğeri de buna paralel olarak kişinin edilgin durumudur. Örneğin insanın
çeşitli sebeplerle içine düştüğü ve farklı şekilde etkilendiği kabz ve bast hâli, Hakk’ın Kâbız
206
İbnü’l-Arabî, Hak Yolcusu ve İlahî İsimler, s. 35-38.
İbnü’l-Arabî, Hak Yolcusu ve İlahî İsimler, s. 85-86.
208
Ebû Nasr es-Serrâc et-Tûsî, el-Lüma’, (tah. Abdülhalim Mahmud-Taha Abdülbaki Sürûr), Dârü'l-Kütübi'lHadise, Kahire 1960, s. 40.
209
Feridüddin Attâr, Tezkiretü’l-evliyâ, (trc. Süleyman Uludağ), İlim ve Kültür Yayınları, İstanbul 1984, s. 509.
210
Ebû Abdurrahman es-Sülemî, Tabakâtu’s-sûfiyye: İlk Zahid ve Sûfîler, s. 259. Sûfîlerin konuyla ilgili sözleri
için ayrıca bk. a.g.e., s. 222, 274, 294.
211
Abdullah Kartal, İlâhî İsimler Teorisi: Allah-İnsan İlişkisi, Hayy Kitap, İstanbul 2009, s. 84-86.
207
ve Bâsıt isminin onun üzerindeki hükmünden kaynaklanır. Bu ve bezeri hâllerin ahlâka
dönüşebilmesi için kişinin bunların menşeleri görmesi ve bu çerçevede fiillerini düzenlemesi
önemlidir. Ayrıca mutasavvıflar hâl ve makâmlara değer atfederken bunların ilahî niteliklerle
olan irtibatlarını da dikkate almışlardır. Örneğin onların nazarında birer makam olan fakr ve
gınâ, üstünlük ve değerlerini ilâhî isim ve sıfatlarla olan irtibatlarından alırlar. Nitekim her iki
mertebede de kişi, Allah’ın Ganî isminin hükmü altına girebilir ve bu vasıfla bezenebilirse,
zenginlikte olduğu gibi fakirlikte de Ganî isminin tecelli etmesini sağlar. Çünkü sâlikteki fakr
vasfı “Allah’a muhtaç olma” anlamında Ganî isminin tecellisi olmaktadır. Böylece hem fakr
hem de gınâ ilahî bir nitelikle ahlâklanmanın tezahürü hâline gelir.212
Ayrıca sâlik seyrü sülûkunda ulaştığı hâller ve makamlar aracılığıyla ilahî isimlerin varlıktaki
sonsuz tecellilerini tanır. Mesela kabz ve bast sâlikin yaşadığı hâller olmaktan çıkıp tüm
varlığı anlamanın anahtarı konumuna gelir. Bu durum ilahî isimlerin, ahlâklanma ile birlikte
aynı zamanda varlıkların ilkesi olduğunun tezahürüdür. Yine ilahî isimler bizim Allah
hakkındaki bilgimizin kaynağı olmakla birlikte Allah ile varlıklar arasında irtibat da ilahî
isimlerle kurulur. Zira her varlık bir ismin mazharıdır ve bu isimle Allah’a bağlanır.
Allah ile âlem arasındaki irtibatın kaynağının ilahî isimler oluşu şöyle izah edilebilir: Zatı
itibarıyla Allah müteâl yani bilinemez olandır. O’nu bilinebilir kılan isim ve sıfatlarıdır. Diğer
bir deyişle müteâl zat oluşu O’nun bilinmeyeceğine işaret ederken isim ve sıfatlar bilinebilir
bir Allah tasavvuruna imkân vermektedir. Bu açıdan bakıldığında ilahî isimlerin ikili yapası
vardır: İlki, varlıkların kaynağı ve sebebi olmasıdır. Şöyle ki ilahî zatın birbirini ilzam eden
tenzih ve teşbih vechesi vardır. Tenzihliği zatın müstağni oluşuna, teşbihi de âlemle ilişkisine
işarettir. Buna göre Allah teşbih yönüne delâlet eden isim ve sıfatları vasıtasıyla daima âlemle
irtibat içindedir. İsim ve sıfatların bulunduğu mertebeye İbnü’l-Arabî ulûhiyet adını verir. Ona
göre ulûhiyet âleme yayılan ilahî isimlerdir ve zatın âlemdeki hükmü, ancak bu ilahî isimlerle
gerçekleşir.213 Dolayısıyla ulûhiyet zat ile âlem arasında berzah olup bir vechesi zata diğer
vechesi âleme bakar. Mahlûkat zatı ancak bu berzahın (ulûhiyet mertebesi olan isim ve
sıfatların) arkasından bilebilir; aynı şekilde zat da yaratılmışlara yönelik hükmünü bu berzah
vasıtasıyla icra eder.
Aynı zamanda ilahî isimler Allah hakkındaki bilgimizin de kaynağıdır. Çünkü isimler bizim
Allah hakkındaki bilgimizin temel ilkeleridir. Bilgi, bilen ile bilinen arasındaki ilişki
neticesinde oluşur. Buna göre metafizik açıdan bilen (hâdis) ve bilinen (kadîm) varlık alanları
arasında bir nispet ve ilişkinin olması kaçınılmazdır; insanda bilginin oluşması da böyle bir
nispete bağlıdır. İbnü’l-Arabî’nin nazarında bu nispet ilahî isimlerdir; ilahî isimler bilginin
oluşmasında temel unsurdur. Bu durumda Allah’ı bilmek O’nun isimlerini bilmektir; Allah’a
yaklaşmak da bu isimlerin içerdiği ahlâkî ilkelere göre yaşamakla mümkündür.214
İlahî Kurbiyet
İlahî isimlerle süslenip donanmanın tasavvufî terbiye açısından bir başka vechesi sâliki
Hakk’ın yakınlığına götürmesidir. İlahî kurbiyet denilen bu yakınlık; saîd veya şakî, kâmil
veya nâkıs hiçbir insan diğerinden ayrılmaksızın her insan için geçerlidir. Bu durum âyet ve
hadislerde açıkça ifade edilmiştir. Nitekim “Andolsun, insanı biz yarattık ve nefsinin ona ne
vesveseler vermekte olduğunu biliriz. Biz ona şahdamarından daha yakınız.”215 âyeti buna
işaret eder. Yine “Kulumun işitmesi, görmesi, tutan eli, yürüyen ayağı olurum”216 kudsî
hadisinde Hakk’ın hüviyetinin insanın uzuv, duyu ve yetilerinin özü ve hakikati (ayn) olduğu
212
Kartal, İlâhî İsimler Teorisi, s. 103-104, 106.
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, (nşr. Nevaf el-Cerrâh), Dâru Sadır, Beyrut 2004, VII, 237. Ayrıca bk.
Abdülkerim el-Cîlî, el-İnsânü’l-kâmil, el-Matbaatü'l-Ezheriyye, Kahire 1963, I, 23-25; Sadreddin Konevî, Esmâi Hüsnâ Şerhi (trc. Ekrem Demirli), İz Yayıncılık, İstanbul 2004, s. 25-38.
214
Kartal, İlahî İsimler Teorisi, s. 138-143.
215
Kaf, 50/16.
216
Buhârî, er-Rikâk, 38.
213
bildirilmiştir. İnsan bu uzuv ve kuvvelerin haricinde bir şey olmadığından Hak’la kendisi
arasında bundan öte bir yakınlık olamaz. Hak insanın zahiri hislerine bu ölçüde yakınken
ruhanî kuvveleri açısından daha da yakındır.217
İbnü’l-Arabî’ye göre bu yakınlığı sağlayan temel hususların başında ilahî isimler gelmektedir.
Örneğin Hay isminin unsurlar âlemindeki ilk tecellisi su olup Hak canlı olan her şeyi sudan
yaratmıştır.218 Böylece su şahadet âlemindeki hayatın kaynağı olduğu gibi bütün unsur ve
rükünlerin de aslı olmuştur.219 Bulunduğu yere göre su tuzlu, acı veya tatlı olabilir. Ancak
suların sıfatlarındaki bu farklılık hepsinin hakikatinin su olmasına engel değildir. İnsanlar da
Hakk’ın kendi varlıklarına olan kurbiyetini bilip bilmeme ve kendilerindeki ilahî isimleri
zuhura getirip getirememe bakımından değişik vasıflardaki sulara benzerler.220 Bu itibarla
İbnü’l-Arabî insanları ârif, ârif olmayan ve câhil diye üç kısma ayırır. İnsanların Allah’ı
bilme, ilahî isimlerin kemâlâtını zuhura getirme ve bunlarla ahlâklanma hususundaki farklı
mertebeleri, aynı zamanda kıyamet gününde Hakk’ı görme hususundaki mertebelerinin de
aynısı olacaktır.221
217
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, (thk. Ebü’l-A’la Afîfî), Dârü'l-Kütübi'l-Arabiyye, Beyrut 1980, s. 108, 110.
“Canlı olan her şeyi sudan yarattık.” (el-Enbiyâ, 21/30.)
219
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 170.
220
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 107.
221
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 113; Osman Nuri Küçük, Fusûsu’l-Hikem ve Mesnevî’de İnsan-ı Kâmil,
İnsan Yayınları, İstanbul 2014, s. 98-102.
218
KAYNAKÇA
Attâr, Feridüddin, Tezkiretü’l-evliyâ, (trc. Süleyman Uludağ), İlim ve Kültür Yayınları
İstanbul 1984.
Cîlî, Abdülkerim, el-İnsânü’l-kâmil, el-Matbaatü'l-Ezheriyye, Kahire 1963.
İbnü’l-Arabî, Muhyiddin, Fusûsu’l-hikem, (thk. Ebü’l-A’la Afîfî), Dârü'l-Kütübi'l-Arabiyye,
Beyrut 1980.
------ el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, (nşr. Nevaf el-Cerrâh), I-IX, Dâru Sadır, Beyrut 2004.
------ Hak Yolcusu ve İlahî İsimler, (el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye İçinde), (trc. Ekrem Demirli),
Litera Yayıncılık, İstanbul 2015.
------ Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, (el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye İçinde), (trc. Ekrem Demirli),
Litera Yayıncılık, İstanbul 2015.
Kartal, Abdullah, İlâhî İsimler Teorisi: Allah-İnsan İlişkisi, Hayy Kitap, İstanbul 2009.
Küçük, Osman Nuri, Fusûsu’l-Hikem ve Mesnevî’de İnsan-ı Kâmil, İnsan Yayınları, İstanbul
2014.
Sadreddin Konevî, Esmâ-i Hüsnâ Şerhi (trc. Ekrem Demirli), İz Yayıncılık, İstanbul 2004.
Sülemî, Ebû Abdurrahman, Tabakâtu’s-sûfiyye: İlk Zahid ve Sûfîler, (trc. Abdurrezzak Tek),
Bursa Akademi, Bursa 2018.
Tûsî, Ebû Nasr es-Serrâc, el-Lüma’, (tah. Abdülhalim Mahmud-Taha Abdülbaki Sürûr),
Dârü'l-Kütübi'l-Hadise, Kahire 1960.
İBNÜ’L-ARABÎ’NİN NİYAZÎ-İ MISRÎ ÜZERİNDEKİ ETKİSİ: RİSÂLE-İ
VAHDET-İ VÜCÛD ÖRNEĞİ
Soner ERASLAN
Özet
İbnü’l-Arabî Endülüs’te doğmuş birçok İslam beldesini gezdikten sonra 1240 yılında
Şam’da vefat etmiştir. Tasavvuf ilminin müessisi değilse de en önemli mütehassısı olarak
bilinir. Dolayısıyla hem kendi döneminde yaşamış olan akranlarını ve talebelerini hem de
kendinden asırlar sonra dünyaya gelen tasavvufî şahsiyetleri etkisi altında bırakmıştır.
Özellikle sistemleştirmiş olduğu vahdet-i vücûd nazariyesi etki alanına en çok rastlanan mecra
olagelmiştir. Bu etki çeşitli belde ve bölgelerde zuhur etmiştir. Bunların başında Anadolu
coğrafyası gelmektedir. Tebliğimizde bu etkinin izdüşümlerine gerek şiirlerinde gerekse
mensur eserlerine sıkça rastlamış olduğumuz Niyazî-i Mısrî üzerinde duracağız. Konunun
hacminin bir tebliğ metnini aşmasından dolayı Niyazî-i Mısrî’nin Risale-i Vahdet-i Vücûd adlı
eserindeki İbnü’l-Arabî etkisi değerlendirilecektir.
Anahtar Kelimeler: İbnü’l-Arabî, Niyaz-i Mısrî, vahdet-i vücûd, ayna, Risale-i Vahdet-i
Vücûd.
Abstract
THE EFFECT OF IBN AL-ARABI ON THE NIYAZÎ-I MISRÎ: THE EXAMPLE OF
RISÂLE-I VAHDET-I VUCÛD
Ibn al-'Arabi was born in Andalusia after visiting several Islamic towns he died in Damascus
in 1240. He is not the founder of Sufism but he is also known as the most important expert.
Hence, he left his peers and students who lived in their own time also lived centuries later
under the influence of Sufis. In particular, the systematic domain of the wahdat al-wujud
theory is the most common subject. This effect has emerged in various countries and regions.
Anatolian geography one of these. In this study, we will focus on the projections of this
influence on Niyazî-i Mısrî, whose poems and prose works we often come across. Since the
volume of the subject exceeds the text, the influence of Ibn al-'Arabi in the work of Niyazî-i
Mısrî's Risale-i Vahdet-i Vücûd will be evaluated.
Key Words: Ibn al-Arabi, Niyazî-i Misrî, wahdat al-wujud, mirror, Risale-i Vahdet-i Vücûd
GİRİŞ
İslam tarihinin teşekkül sürecinden günümüze değin dinî, iktisadî ve ilmî
muvacehelerle öne çıkmış şehirler vardır. Şehirleşmeler Hicaz coğrafyasında Medine ile
başlamış, Müslümanların Akdeniz havzasına inmesiyle birlikte Irak’ta Bağdat, Şam, Basra;
Mısır’da Kahire, Fustat; Endülüs’te Zehra, İşbiliye, Tuleytula (Toledo) ve Anadolu’da
Konya, Kayseri ve İstanbul gibi şehirlerle İslam düşüncesi Ortaçağ dünyasına yayılmıştır.
Nitekim Malatya da bu zengin atmosfere katkı sağlayan şehirlerden biridir. İbnü’l-Arabi,
Sadreddin Konevî, Niyazî-i Mısrî gibi birçok mutasavvıfa ev sahipliği yapmıştır. Şüphesiz
İnönü Üniversitesi, Tasavvuf Anabilim Dalı, Araştırma Görevlisi,
[email protected]
oluşan bu tasavvufî hava gerek şehre gerekse şehrin sakinlerine sirayet etmiştir.
Tebliğimizde aynı zamanı paylaşmasalar da aynı şehri ve metafiziksel zemini paylaşan
İbnü’l-Arabî’nin Niyazî-i Mısrî üzerindeki etkisi üzerinde duracağız. Muhyiddin İbnü’l-Arabî
(638/1240) Endülüs’te doğmuş, doğduğu yerde durmayıp birçok beldeye seyahatte
bulunmuştur. İsmi gibi gittiği yerleri diriltmiştir. Bu coğrafyalar arasında Malatya sayılı bir
yer tutmaktadır. Malatya’nın irfanî geleneğinin müessisi denilse yeridir. İbnü’l-Arabî etkisi
asırlar boyu devam etmiş, birçok kişinin düşünce dünyasına nüfuz etmiştir. Bunlardan biri de
Malatya’da doğup Diyarbakır, Mardin, Mısır, Bursa, İstanbul ve birçok Arap ve Rum222
diyarını gezip nihayet bugün sınırları Yunanistan’da olan Limni’de sürgündeyken 1105/1694
yılında vefat eden Niyazî-i Mısrî’dir. Her iki mutasavvıfın da birer ilim ve irfan ummânı
olmaları hasebiyle bu etkiyi Niyazî-i Mısrî’nin Risâle-i Vahdet-i Vücûd adlı eseri ile
sınırlandıracağız.
Eser ismiyle müsemma olup vahdet-i vücuda dair bilgileri ihtiva etmektedir. Niyazî-i
Mısrî, İbnü’l-Arabî’nin sistemleştirmiş olduğu vahdet-i vücûd nazariyesi üzerinde durmuş
birçok ayeti ve hadisi bu düşünce ile tefsir edip açıklamıştır. Bunun yanında başta kendi
şiirleri olmak üzere Yunus Emre, Kaygusuz Abdal, Nesîmî, Mevlânâ Hüdavendigâr gibi
mutasavvıf şaritlerin Farsça ve Türkçe şiirleriyle sözü geçen ayet ve hadislere yapmış olduğu
tefsirlerin etkisini pekiştirmiştir. Özellikle İbnü’l-Arabî’nin sıfat nazariyesini ele alan yazar
özelde insanı genelde bütün âlemleri bu sıfatların tecellileri olarak işlemiştir.
Eserin birçok yazması mevcuttur. 223 Arzu Meral tarafından Vahdetnâme adıyla yayına
hazırlanmıştır.224 Meral, çalışması Millet Kütüphanesi’nde bulunan nüshayı dikkate alarak
yayınlamıştır. Risale hacminde kaleme alınmış olan eser boyutunun ötesine taşan manaları ve
bilgileri haizdir. Kitap bir başka açıdan da vahdet-i vücûd müdafaası olarak mütalaa edilebilir.
Zira yazar, yer yer bu düşüncede olmayanları “tahkik kâfir” olarak niteler.225 Özellikle İmamı Azam Ebu Hanife’yi, onun mezhebini ve fukahayı hedef alan sözleri oldukça dikkat
çekicidir. Ehl-i rusûm olarak nitelediği bu grubu yeri gelince otoriteye boyun eğen iktidar
yanlıları ve yeri genince de vahdet düşüncesini anlamayan cahiller olarak ele alır. Sahabeden
Ebu Hureyre ve Amr b. El-Âs’ı Hz. Ali aleyhinde Muaviye’ye kılıç çekme fetvası vermekle
nitelendirir.226 Bunun yanında Ehl-i Beyt’e ve on iki imama karşı olan aşırı sevgisi bu
eserinde de kendini göstermektedir. Mezkur konulara izafe olarak cennet-cehennem tasviri,
iman taksimi, cebr anlayışını ifade edilmenin yanında Beyazıd-ı Bestamî, İmam Şibli,
Yazıcızâde Muhammmed gibi mutasavvıflardan alıntılar yapmıştır. Fakat biz bu konulardan
sadece İbnü’l-Arabî’nin tasavvufî anlayışı ile örtüşenleri serdedeceğiz.
1. İbnü’l-Arabî’nin Vahdet-i Vücût Anlayışının Niyazî-i Mısrî’deki İzdüşümü: Çift
Yönlü Ayna
Niyazî-i Mısrî eserine “Zatı, sıfatları, fiilleri ve eserleriyle insanların kalplerine tecelli
eden ve insanı kendini (görmek için) ayna kılan Allah’a hamdolsun”227 girizgâhı ile
başlamaktadır. İlk satırlardan itibaren kitabın yazılış amacı ortaya çıkmaktadır: Allah’ın
zatında, sıfatlarında, fiillerinde ve eserlerindeki tevhid! Akabinde Allah’ın kendini görmek
için insanı bir ayna gibi yarattığını belirtir. Nitekim İbnü’l-Arabî de Fusûsu’l-hikem’de Adem
Fassı’nı kaleme alırken benzer bir girişle söze başlamıştır:
222
Niyazî-i Mısrî, Mevaidü’l-İrfan, Atatürk İstanbul Büyükşehir Belediyesi Kitaplığı, vr. 19a.
Diğer bazı nüshları için bkz. İBB Atatürk Kitaplığı, D. N.: 96; Süleymaniye Kütüphanesi, İzmirli, İbrahim
Hakkı, 1210, Millet Kütüphanesi, Aersy868.
224
Niyazî-i Mısrî, Vahdetnâme, Haz. Arzu Meral, Revak Kitabevi, 2013, İstanbul.
225
Vahdetnâme, s.58.
226
Vahdetnâme, s.83.
227
Niyazî-i Mısrî, Risale-i Vahdet-i Vücûd, Süleymaniye Ktp., İbn Mirzâ, vr. 1b.
223
“Hak, sayısız güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren ‘kuşatıcı bir varlıkta’
isimlerini tek tek görmek ve o varlık vâsıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini istedi.
Varlık ile nitelenmiş olması sebebiyle ‘kendini görmek istedi’ de denilebilir; çünkü bir şeyin
kendini kendisi vâsıtasıyla görmesi, ayna gibi başka bir şeyde görmesine benzemez. Aynada
kişi kendini, bakılan cismin yansıttığı biçimde (sûrette) görür. O yer olmadan ve kişi ona
bakmadan önce, böyle bir biçim ortaya çıkamazdı. Bunun için Hak, isimlerini ya da kendini
görmek üzere bütün âlemi ruhsuz bir beden gibi yarattı. Âlem, tıpkı cilâsız bir ayna gibi
oldu.”228
Bu beyanın ardından bütün âlemin Hakk’ın sıfatlarının tecellileri olan bu aynadan
yansıdığını belirtir. O halde ayna metaforunu nasıl değerlendirmemiz gerekmektedir? Bu
noktada aynanın serüvenine kısaca değinmemizde fayda vardır. Gazzâlî (ö.505/1111) öncesi
tasavvuf anlayışında ayna, genelde Müslümanların; özelde sûfilerin kalplerini simgeleyen bir
metefor olarak kullanılmıştır. Gazzâlî ile birlikte bu düşünce gelişmiştir. Hakk ile halkın
ayrıştığını bildirmek için bunu mecâzî örneği kullanmıştır. Dönemin mutasavvıfları aynada
yansıyan akis ile aksinin yansıdığı varlığın bir yönden aynı diğer yönden farklı olduğunu
belirtir. Sözgelişi sûfînin varlığı bir bakımdan Tanrı ile aynı diğer bakımdan farklıdır.229 Fakat
bu aynada Hakk kendini nasıl görecektir? Bu noktada İbnü’l-Arabî devreye girecektir:
Aynanın bakanı gösterebilmesi için öncelikle cilalanması gereklidir. Bu benzetmenin tarihi
altyapısının bilinmesinde fayda vardır. Zira eski dönemlerdeki aynalar günümüzdeki gibi
kimyasal içeriklerle hazırlanmamaktadır. Çelik yahut gümüş gibi parlak metallerin
cilalanması ile aynalar bakan kişiyi yansıtacak bir parlaklığa sahip olmaktadırlar. 230 Bu
yaratılmış hak tecellisinin yansıdığı alan aynadır. Aynaya parlaklık veren varlık ise cilası
ontolojik ve hakiki olarak ilk yaratılan fakat dünyayı en son teşrif edecek olan insandır. 231 Bu
noktada “Mümin müminin aynasıdır”232 hadisine atıf yapmakta fayda vardır. Zira hem İbnü’lArabî’nin hem de Niyazî-i Mısrî’nin düşünce sisteminde bu hadisin izdüşümlerine rastlamak
mümkündür. Bununla birlikte her ikisi de hadisten aynı manaya varmışlardır. Niyazî-i
Mısrî’nin İbnü’l-Arabî metafiziğinden etkilenmesinin bir kanıtına buradan ulaşılabilir.
Niyazî-i Mısrî zikrettiğimiz hadise Risâle-i Vahdet-i Vücûd’da metniyle birlikte yer verir:
“el-Mü’minu mir’ati’l-mü’min.” İmdi insanın adı mü’min, Hakk’ın bir ismi dahi elMü’min’dir. İnsan Rahmân âyînesidir, Rahmân’a sıfat düşmüştür ki, Hakkı Hakk’a gösterir.
Nitekim sen bir âyineye baksan kendini görürsün.” Ardından hadis-i şerifte ulaşmış olduğu
manayı destekleyen şu beyti irad eder:
Hakk cemâlin vech-i hûbânda çü peydâ eyledi
Çeşm-i uşşaklar kendüsün temâşâ eyledi233
Ekrem Demirli, Fusûsu’l-hikem’e yaptığı eşsiz şerhi ile İbnü’l-Arabî’nin ayna meteforunu
nasıl kullandığını anlamakta yardımcı olmaktadır. Demirli’nin “Fusûsu’l-hikem tek bir
hakikatin farklı aynalardaki görünümlerini ele alan bir kitaptır” tanımı bu noktada yol
göstermektedir.234 Hakikatin bir olması kaynağın da bir olduğuna işaret etmektedir. Bu aynayı
ve aynanın cilasını yaratan Allah’tır. İbnü’l-Arabî eserinin girişinde Allah’ın varlığı
yaratmadaki gayesinin ne olduğunu tartışır.235 Tartışma mutasavvıflar arasında maruf olan
228
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem ve’t-Ta’likâtu aleyhi, Haz. Ebu’l-Âlâ Afîfî, Daru el-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut,
1980, s. 48.
229
Ahmet Ögke, İbül’l-Arabî’nin Fusûsu’l-hikem’inde Ayna Metaforu, Tasavvuf; İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi-İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2, s.77.
230
Nermin Sinemoğlu, “Ayna”, 1991, c. IX, s. 259-260.
231
Ekrem Demirli, İbnü’l-Arabî- Fusûsu’l-hikem Tercüme ve Şerhi, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul, 2016, s.258.
232
Süleyman b. el-Eşref Ebû Dâvud es-Sicistânî, Sünenü Ebî Dâvud, "Edeb", 49; Tirmizi, "Birr", 18
233
Meral, Vahdetnâme, s.89.
234
Demirli, Fusûsu’l-hiktem Şerhi, s.260.
235
Fusûsu’l-hiktem Şerhi, s.268.
kenz-i mahfî hadisinin üzerinden yürütülmüştür. “Bilinmez bir hazine idim, bilinmek istedim.
Âlemi yarattım ki onunla bilineyim” manasındaki hadis Allah’ın âlemi yaratma sebebini
açıklar mahiyettedir. Buradaki hikmet şudur: Bir şeyin kendini kendinde bilmesi ile bir
yansımada sözgelişi bir aynada bilmesi arasındaki farktır. Allah âlemi yaratmadan evvel de
şüphesiz kendini biliyordu. Fakat âlemi yaratması birinci bilgiden elde ettiği bilgiyi ikinci bir
bilgiden de elde etme isteğiydi. Nitekim Allah’ın bilmesi yaratması demektir. Bu isteğin
mecazî olduğu açıktır. Zira Allah için karar değiştirme, düşünme, zamansal olarak bir fasıla
vs. tasavvur edilemez. Bu durum ontolojik bir öncelik-sonralık olarak değerlendirilmelidir.236
İbnü’l-Arabî Şit Fassı’nda ise tabir caizse bu sefer aynayı Hakk’a tutar. Kişi kabiliyeti
ölçüsünde aynadaki yansımaları görebilir. Bu aynada gördüğü şey kendi suretinin aynadaki
aksidir. Bu akis aynanın kendisi olmadığı gibi ondan gayrı da değildir. Hakk’ın aynasından
bakan aynayı değil, aynadaki aksi görebilir. İbnü’l-Arabî bu örneğin Hakk’ın zatının
görünemeyeceği fakat tecellilerine vâkıf olunabileceği düşüncesine en uygun misal olduğunu
belirtir.237
Pekiyi İbnü’l-Arabî ayna metaforu ile mezkur olunan hadis-i şerifi nasıl
bağdaştırmaktadır? İnsan âlemin gözbebeğidir. Allah onunla nasıl âleme bakıyorsa, âlem de
öyle insanla Allah’a bakmaktadır. “Mü’min –el-Mü’min olan Allah- mü’minin –özelde Hz.
Peygamber, genelde insanın- aynasıdır” hadisi İbnü’l-Arabî metafiziğinde bu şekilde
anlaşılmaktadır. Böylece İbnü’l-Arabî bir tarafında Hakk’ın diğer tarafında halkın olduğu çift
yönlü bir ayna düşünülmesini sağlar. Fakat aynaya hangi veçheden bakılırsa bakılsın aynı
hakikatin aksi görülmektedir.
2. Niyazî-i Mısrî’nin Tevhid Anlayışı: İnsanların Yaratılış Gayesi
Niyazî-i Mısrî Vahdet-i Vücûd risalesine insanlarda üç türlü imanın olduğunu belirterek
başlar. Bu iman taksimini “Cinleri ve insanları yalnızca bana ibadet etsinler diye yarattım”
(51/56) ayetince yapmaktadır. Bunalar îman-ı âvâm, imân-ı hass ve iman-ı hass-ı hâss
şeklindedir.
Birinci sınıfı “ İşitmek ile âlem-i gayba inana, Tanrı’yı bir bile ve Rasûl aleyhi’s-selâmı
bile vü Kur’an ü cennet ü cehennem ü hak bile vü nemâz ü niyaza îmân getüre” diyerek ayetin
zahir manasını yani cinlerin ve insanların Allah’a ibadet etmeleri için yaratıldığını düşünenleri
vasıflar.
İkinci sınıfı “Ayne’l-yakîn hâsıl edüp gözüyle Tanrı’nın zât ü sıfâtın müşahede eyleye
ve lâkin ruh ile nefsi bir bilmeye yani bir görmeye. Kahr ile lütfun asıl bir idüğün idrak
etmeye, şerî’atden havf eyleye” diyerek ayetin manasını müfessirlerin beyan ettiği gibi
cinlerin ve insanların Allah’ı tanımaları için yaratıldıklarını vurgular.
Son olarak da “cemî-i eşya sıfat-ı Bârî’ye mazhar düşüp zâkiri, ayn-ı mezkûre göre!
Cemî-i âlemde görünen haktan gayrı olmaya. Ya’nî Fenâfillâh ve Bekâbillah olup hakka’lyakîn rütbesine vâsıl ola” şeklinde nitelendirdiği sınıftır. Bu sınıf, sözü geçen ayetteki liya’budûn kelimesini li-yuvahhidûn olarak tefsir eden gruptur.238 Hayrın ve şerrin aynı
kaynaktan çıktığına işaret etmektedir. Dolayısı ile bu topluluk aşk, âşık ve ma’şûk; zikr, zâkir
ve mezkûr; ilm, âlim ve ma’lûmun bir olduğuna iman eder. Niyazî-i Mısrî eserinde bu
makâmı kutbu’l-ektâb, fenâ-yı sırf, tevhîd-i sırf, tecelli-i zât, cem’ul-cem ve nihâyet Hakîkat-i
Muhammediyye olarak isimlendirir. Bu makamı “Attığında sen atmadın, fakat Allah attı”
(8/17) ayeti ile delillendirir. Hz. Peygamber’in hane-i saadetinin etrafını çeviren düşmanlarına
yerden bir avuç toprak alıp, atarak etkisizleştirdiğini kaydeder. Olayın akabinde “Düşmanı bir
avuç türabla kör eyledim” diyen Hz. Peygamber’e durumun bildirilmesi için mezkûr ayet
236
Fusûsu’l-hiktem Şerhi, s.269.
Fusûsu’l-hikem ve’t-Ta’likâtu aleyhi, s.62.
238
Meral, Vahdetnâme, s.52.
237
indirilmiştir.239 Aşağıdaki şiir ile her şeyin Hakk’ın nurundan olduğunu bir kere daha
anlatmıştır:
Kendi Nûr-i pertevinden Zü’l-celal
Kıldı Ahmed nurunu bedr-i kemâl
Niyazî-i Mısrî eserinin devamına bazı sûfî büyüklerinin tecrübelerini açıklayarak
devam etmektedir. Öncelikle Beyazid-i Bestâmî’nin hikâyesi ile bu tecrübeleri aktarmaya
başlar. Beyâzid kendisini önceki zamanlarında görenlerin zahit ve âbid olduğunu sonraki
zamanlarda görenlerin dahi ilhada düşüp mülhit olduklarını anlatır. Ona bunun sebebinin ne
olduğunu soranlara: Evâil hâlimde gündüz saim gece kâim idim. Çünki âlem-i vuslata eriştim
“Leyse fî cübbetî vücudun sivah”240 dedim dahi “Subhanî mâ a’zame şânî leyse fid’-dareyn
ğayrî”241 dedim. Ve rusûm ve âdeti ki ibâdet zu’m edip işlerdim. Onlardan fâriğ olup ol
vâdiden geçince halkın câhilleri benim hâl-i hakikime vâkuf olmayup benim ne mertebede ve
ne menzilde olduğum bilmeyup anlamadan kemâl-i gafletlerinden eger ibâdet iyi bir nesne
olup bir faideli şey olsaydı bu terk eder miyidi? deyu kimi mülhid kimi zındık oldular” 242 diye
cevap vermiştir.
Bir diğer örnek ise İmam Şiblî’nin hayatından yapmış olduğu alıntıdır. İmam-ı
Şiblî’nin bir gün uzun süre bekledikten sonra namaz kılmaya durduğunu anlatır. Namazı
kıldıktan sonra bir feryat basmış ve “Kılarsam müşrik olurum, kılmazsam fâsık olurum”
demiş. Niyazî-i Mısrı bu durumu şöyle anlatır: Ya’anî remz edüp demek murâd eder ki eger
kılarsam kulluk kabul ederim zîra ânın vardığı makamda kendiliğinden eser müşâhede
etmeyüp ancak meşhudu Hakk’ın varlığı olur. Bu makâma sırf makâmı derler. İmam Şiblî’den
yaptığı nakli böyle açıklar. Nitekim İbnü’l-Arabî isim ve zat tecellilerine varanların
gelebilecekleri son noktaya geldiklerini vurgular. Bundan sonraki makamın adem-i mahz/sırf
yokluk olduğunu beyan eder.243
Mısrî’yi diğer mutasavvıflardan farklı kılan bir diğer görüşü de “fe-eynemâ tüvellü fesemme Vechullâh”244 (2/115) ayetine getirdiği yorum ve ona göre bu ayeti hakkıyla
anlayanlar için çizdiği resimdir. Zira ona göre ayetin manası bu dünyanın ve dahî âhiretin
Allah’ın tecellisi olması şeklindedir. Kişi nereye yönelirse yönelsin O’ndan gayrısına
teveccüh edemez. Fakat Niyazî-i Mısrî’yi asıl temyiz eden husus bu dünyada, zikrolunan
sırrın farkına varanların sadece Ehlullâh olduğu anlayışıdır. Sözü geçen ayetin anlayış
biçimlerine göre insanları sınıflar. Manalardan habersiz olana huşyâr der. Talep ettikleri şeyde
vuslata varıncaya değin istemeye devam edenleri âşık olarak adlandırır. Şeriatın yanında
tarikatın adap ve erkânına riayet edenler ise ona göre aşklık ve ubûdiyet makamındadırlar. Bu
kimseler Tanrı’nın emrine korkularından ötürü uyarlar. Lakin son olarak söylediği sınıf bu
ayetin manasını kâmilen idrak eden sınıftır. Onlara meczûbân der. Nübüvvet, kutbiyet, kulluk
ve hizmet sınıflarından geçip emri i’tibarî anlamışlardır. Bu kimseler mukarrebûn zümresine
dâhil oldukları için ikiliği kaldıramazlar. Tanrı ve kul ikiliğinden geçmişlerdir. Böylece terk-i
ubûdiyyet eyleyip dilediklerini yaparlar. Yerde ve gökte ve hatta kendilerinde dahi Hakk’tan
gayrını görmezler. Mısrî’nin iddiasına göre bu topluluk için: “Lâ hesâbe ve lâ azâb/Ne bir
hesap ne de bir azap vardır.” Hatta iddiasını daha da ileri götürerek onların meyhâneye yahut
puthâneye gitmeleri ile Kâbe’ye gitmelerinde bir fark görmez:
Kâbe’yi büthâneden fark etmezem
239
Vahdetnâme, s. 54.
“Cübbemin altında O’dan (Hakk’tan) gayrı yoktur.”
241
“Kendimi noksan sıfatlardan tenzih ederim! Benim şânım ne yücedir! İki dünyada da benden gayrı yoktur!”
242
Meral, Vahdetnâme, s. 58.
243
Fusûsu’l-hikem ve’t-Ta’likâtu aleyhi s.62.
244
“Nereye yönelirseniz yönelin Allah’ın yüzü işte oradadır.”
240
Kad raeytü’l-Hakka fî Külli’l-makâm245
Kâbe’yi büthâneden fark etmezse veçhi var
Yârinin her yerde dîdârın görür bînâ-yı aşk246
Sözgelimi İbnü’l-Arabî’nin şiirlerinde de buna benzer mısralara rastlamak mümkündür. Onun
ilah-ı mu’tekad anlayışı ile Niyazî-i Mısrî’nin şiirlerinde görünen gerçek tevhid anlayışının
ortak ve farklı noktalarını ortaya konmalıdır. Fakat bunun için daha derin ve geniş
araştırmalar gerektirmektedir. İbnü’l-Arabî’nin bu minvalde serdettiği şiirlerinden biri
şöyledir:
Kalbim bütün inançların heyulasıdır.
Bir diğeri ise şöyledir:
Kalbim, her sureti kabul etmiştir
Ceylanın sığınağı, ruhbanın manastırı247
İbnü’l-Arabî’nin mutlak olarak ortaya koyduğu ilâhı-ı mutekad anlayışını Hakk-ı Meşru’
kavramı ile takyit etmesi ehline malumdur.248 Niyazî-i Mısrî’de ise durum bu kadar sistematik
değildir. Hal böyle olunca Mısrî’nin düşüncelerinin anlaşılmasında beyana ihtiyaç
duyulmaktadır. Dolayısı ile Niyazî-i Mısrî’nin anlayışındaki bu durumun şeriat ile irtibatı
nasıl sağlanacaktır? Meczûbânda olduğu gibi ibadetten düşme yahut teklifin kulun üstünden
kalması mümkün müdür? İmam Şiblî’nin durumunda görüldüğü gibi Tanrı’yı bulmak kişiyi
felaha mı eriştirir yoksa kâfirlik ve fâsıklık arasında bir kıskaca mı sokar? Ve en önemlisi
nübüvvetin gerekliliği ve yeterliliği nasıl değerlendirilecektir? Bu noktada Niyazî-i Mısrî Hz.
Peygamber’in mahbûbiyet makamına ulaşıp ulaşmadığını sorar. Ardından “Varmış idi, lâkin
nübüvvetde karar kıldı” şeklinde cevaplar. Bunun sebebini ise Hz. Peygamber’in örnek
kişiliğine bağlar. Zira Hz. Peygamber şeriattan geçip günah işler ise O’nu örnek alanlar
büsbütün çizgiden çıkacaklardır. Mısrî’nin bu açıklamasının ne kadar yeterli olduğu tartışılır
bir konudur.
Vahdetnâme’nin ilerleyen bölümlerinde Niyazî-i Mısrî Yunus Emre’den tevhid anlayışını
destekleyen bir şiir nakleder. Şiirde Kur’an-ı Kerim’de bahsi geçip sıkıntıya düçâr olmuş
peygamberlerin aynı hakikatlerin parçaları olarak anlatımı vardır. Son beytinde ise kendisinin
asıl ilkesinin Sübhân olduğunu ve Yunus’ta gizlendiğini belirtir. Şiir şöyledir:
Tehî görmen siz beni dost yüzün görüp geldim
Bâkî devran rüzgar dost izin sürüp geldim
Âdem oldum bilmedim nefsin boynun urmadım
Yanulup buğday yedim cennetten çıkup geldim
Nûh oldum Tûfân içün çok çalıştım dîn içün
Dînime dönmeyeni suya gark ettim gelim
İsâ oldum kudtetden bahane bir avretten
245
“Şüphe yok ki Hakk’ı her yerde gördüm.”
Meral, Vahdetnâme, s.68.
247
Demirli, Fusûsu’l-hikem Şerhi, s.345.
248
“Kulun kendi düşüncesiyle veya taklit ederek kalbinde yarattığı Hak, ilâhı-ı mutekad- inanılan ilahtır.” Dinin
bildirdiği Hak terimi ise “Ölüm sana gelinceye değin şeriatta nitelenmiş Rabb’e ibadet etmektir.” Geniş bilgi için
Ekrem Demirli, Fusûsu’l-hikem Şerhi, İsmâil Fassı; Ekrem Demirli, Mesnevî’yi Fusûsu’l-Hikem’e Göre
Yorumlamak “İlâh-ı Mu’tekad” ve Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden Hikâyeler, Tasavvuf: İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi, 2005, cilt: VI, sayı: 14 Mevlânâ Özel Sayısı, s. 347-364.
246
İnâyet oldu Hakk’tan ölü dirildüp geldim
Mûsâ oldum Tûr oldum bin bir kelime kıldım
Âsâyı yere urdum ejderhâ olup geldim
Eyyûb oldum tenime cefâ kıldım canıma
Sığındım Sübhânıma kurdlar doyurup geldim
Zekeriyyâ olup kaçdım vardım ağaca geçdim
Dört yana kanım sacdım tenim biçtürüp geldim
Çün yer oldum basıldım Mansûr gibi asıldım
Elim ile külümü göğe savurup geldim
Muhammed’i bir gece Hakk okudu mi’raca
Serteser yüce yüce gökler seyredüp geldim
Yalnız Sübhân idim peygamberler cânı idim
Yûnus’da pinhân idim suret değişüp geldim249
Böylece Niyazî-i Mısrî’ye göre Hakk’ın kendisi sıfatlanıp kiminde Hz. İsâ, kiminde Hz.
Musâ ve kiminde de Hz. Peygamber olmuştur. Hz. İbrahim’in sıfatı el-Hâdî iken, Nemrud’un
sıfatı el-Mudill olmuştur. Mısrî; Ebu Cehil, Firavun ve Yezid’in de O’nun sıfatlarının
yansımaları olduğunu belirtir. İnsanın bütün bu zıt sıfatları içinde barındırması mümkün
müdür? İbnü’l-Arabî bu konuda ne diyor? şimdi bunlar beyan edilecektir.
3. İki El ile Yaratılmış İnsanın, İki Parmak Arasındaki Kalbi: Câmiu’l-Ezdâd
İbnü’l-Arabî tasavvuf metafiziğini insan üzerine kurmuştur. Nitekim en meşhur eslerinden
biri olan Fusûs’l-Hikem bu gaye üzerine yazılmıştır. Fass yüzüğün kaşı manasına gelip
çoğunu fusûstur. İnsanın değerini yüzükteki kaşın250 değeri ile özdeşleştirir. Kaşı ise
padişahların hazinelerine vurdukları mühür olarak niteler.251 Böylece Allah, insanı mührün
hazinleri koruduğu gibi âlemi koruyacak olan “halife” diye isimlendirmiştir. Fakat insanın bu
kıymet-i harbiyesi nereden gelmektedir? İnsanı diğer yaratılmışlardan ayırt eden asıl husus
nedir? Tanrı-Alem-İnsan arasındaki dengede ve irtibatta insanın rolü nedir? Metafizik bilim
geleneğinde cevabı aranan bu soruları İbnü’l-Arabî nasıl yanıtlamaktadır ve Niyazî-i
Mısrî’deki izdüşümü nedir? Muhakkak ki bütün bu soruların cevabı bir tebliğ metnini
aşmaktadır. Biz İbnü’l-Arabî’nin sürekli kullanmış olduğu câmiu’l-ezdâd terimini ve Allah’ın
insanı “iki eliyle yaratması” (38-75) bahsini konu alacağız. Niyazî Mısrî’nin de bu minvalde
insanın kalbinin Rahman’ın iki parmağı arasında olduğu ile ilgili hadisin beyanı sadedinde
İbnü’l-Arabî ile nasıl ortak bir yorumda bulunduklarını beyan edeceğiz.
249
Niyazî-i Mısrî, Risâle-i Vahdet-i Vücûd, vr. 18b-19a.
Fusûsu’l-hiktem “Hikmetlerin Kaşları” anlamına gelir. Kaş yüzükte mühür mesabesinde kullanılmıştır. O
dönemlerde padişahların mühürleri yüzüklerindeki kaşlardan ibarettir.
251
Fusûsu’l-hikem Şerhi, Demirli s.26.
250
“O, el-Evvel’dir, el-Âhir’dir, ez-Zâhir’dir ve el-Bâtın’dır” (57/3) ayeti İbnü’l-Arabî’nin
çıkış noktası olmuştur. Zira mezkûr olan ayette görünüşte bir paradoks söz konusudur. İlk ve
son olmanın; bâtın ve zâhir olmanın aynı anda ve aynı zatta birleşmesi anlaşılması zor bir
durumdur. İbnü’l-Arabî el-Evvel ve el-Âhir isimlerini şöyle anlatmaktadır:
“Hakk el-Evvle olmakla birlikte başlangıç olmak O’nun niteliği olamaz. Bu durum
nedeniyle O’na (aynı zamanda) el-Âhir denildi. Hakk’ın başlangıç olması sınırlı varlığın
başlangıcı olsaydı, sınırlanmış varlık için el-Âhir olması kabul edilemezdi. Zira mümkün için
son yoktur, mümkünler sonsuzdur. Dolayısı ile onlar için söz konusu değildir. Bütün varlık
bizim niteliğimiz yapıldıktan sonra O’na döndüğü için Hakk, el-Âhir; son olduğu yönden elEvvel’dir.”
Bununla birlikte ez-Zahir ve el-Batın isimlerini açıklamak sadedinden şöyle der:
“Bilmelisin ki, Hakk kendisini zâhir ve bâtın diye nitelendirdi. Bu nedenle görünmeyen
yönümüzle bâtını; görünen yönümüzle zâhiri idrak edelim diye âlemi gayb âlemi ve şehâdet
âlemi olarak yarattı.”252
Pekiyi insanın yeri bu noktada neresidir? İbnü’l-Arabî insanın Allah’a olan benzerliği
nasıl açıklamıştır? Şeyh-i Ekber insanın dünyadaki konumunu “âlemin varlık sebebi”, “gök
kubbenin direği”253, “âlem vücûnun ruhu”, “âlemin gözbebeği”254 vs. gibi yaratılışın merkez
noktası olarak görür. Zira insan da tıpkı Allah gibi zıt sıfatlara sahip tek varlıktır. “Allah
Âdem’i suretinde/kendi suretinde yarattı”255 hadisi üzerinden değerlendirmede bulunur.
İbnü’l-Arabî hadiste geçen Allah’ın sureti bölümünü insanın karşıt anlamlı niteliklere sahip
olması olarak yorumlar. Bu zıtlıklar ise özelde celâl-cemâl isimleri üzerinden, genelde kahırlütûf, hidayet-dalalet gibi sıfat ve isimlerden müteşekkildir.256 Bütün yaratılmışlar Allah’ın bir
sıfatının tecellisi iken insan hepsini kapsayan varlıktır. Sözgelişi şeytan el-Mudill isminin,
melek ise el-Hâdî isminin tecellisidir. İnsanın konumu bu iki zıddın mecmuudur: Hem el-Hâdî
hem de el-Mudill.
Allah âlemi Cemâl (Güzellik) üzere kendi yaratmıştır. Her kim ki Cemâl’i seviyorsa
Cemîl’i de sever. Dünyada yaşanan sorun ve sıkıntıları da babanın evladını terbiye olması için
darpta bulunması örneği ile açıklar. Zira Yüce Allah’ın kuluna verdiği sıkıntılarda lütufları
mündemiç etmiştir.257
Pekiyi Niyazî-i Mısri Risâle-i Vahdet-i Vücûd’da konuya nasıl değinmektedir? O
öncelikle “(İnsanın) bedeninde bir et parçası vardır. O iyi olursa bütün beden iyi, kötü olursa
bütün beden kötü olur. İşte o, kalptir”258 hadisinden yola çıkarak kalbin önemi üzerinde
durur. Kalp bedenin sultanıdır. Kahr-lütûf, iman-küfür Allah’ın emrindedir. Allah kalbe ne
emrederse kalp onunla memurdur. Bunun yanında kişinin bütün organları da kalbin emrine
amadedir. Ardından yine Hz. Peygamber’den gelen “Kalp Rahmân’ın parmaklarından iki
parmağı arasındadır. Onu dilediği gibi evirip çevirir” hadisini nakleder. İbnü’l-Arabî’nin iki
elden maksadı cemal ve celal sıfatları idi. Bu anlayış Niyazî-i Mısrî’de dahi kendini
sötermektedir. Lakin onun çıkış noktası iki el olmamıştır. Onun düşüncesine kaynaklık eden
şey kulun kalbinin arasında bulunduğu iki parmak olmuştur. İbnü’l-Arabî’de görüldüğü gibi
iki parmaktan kasıt cemal ve celal sıfatlarıdır. Ona göre Her iki sıfat da Rahmân’ın
sıfatlarındandır. Bu görüşünü eşine zor rastlanır bir şiirinde şöyle aktarır:
Mukallib-ı usbu’ayndır çü taklibine her kalbin
Ayıran kim pây-mâl olsun celâlin cemâlinden
252
Fusûsu’l-hikem Şerhi, s. 29-30.
Fusûsu’l-hikem Şerhi, s.277
254
Fusûsu’l-hikem ve’t-Ta’likâtu aleyhi, s. 50.
255
Buhârî, Sahihu’l-Buharî, “Bedeu’s-Selam”, 6227.
256
Fusûsu’l-hikem Şerhi, s.279.
257
Futuhat-ı Mekkiyye, c.4, s. 256-257.
258
Buhârî, Sahihu’l-Buharî, “Fadlu Men İstebrae lidîni”, 52.
253
Nâr-ı gam nûr-i safâ hep bir çerağın pertevi
Çeşm-i irfân ile baksan arada bî-gâne yok 259
Görüldüğü gibi Niyâzî-i Mısrî indinde bu noktada da İbnü’l-Arabî etkisi söz
konusudur. İbnü’l-Arabî’nin camiü’l-ezdâd teriminin Mısrî’nin hadis yorumlarında kendisi
nasıl gösterdiği ortadadır.
Sonuç
Tasavvuf tarihinde sûfîler kendilerine has bir dil geliştirmişlerdir. Bu dil normatif
bilimlerce kabul edilmese de ret de edilmemiştir. Zira şatahat kavramının çıkış noktası
bununla bağdaştırılmıştır.260 Fakat şatahat kavramının kabul ve ret eşiğinde durma sebebi
söyleyen kişinin de şerî teklifin eşiğinde bulunmasındandır. Lakin vahdet-i vücudun bu
minvalde mütalaa edilmesi mümkün değildir. Düşüncenin savunucularının aleyhlerinde
yapılan şiddetli çatışmalara karşı takındıkları tavırlar ve ödedikleri bedeller ortadadır. Bu
durum vahdet-i vücûd nazariyesinin yalnızca sübjektif ve şairâne bir tavır olmadığını
göstermektedir.
Değerlendirdiğimiz eserin müellifi Niyazî-i Mısri döneminde son derece saygın ve
sözü geçen bir alimdir. Nereye giderse gitsin kapılar kendisine sonuna kadar açılmıştır.
Bununla birlikte hak ve doğru bildiğinden şaşmamıştır. Eserin müellifi farklı bölümlerindeki
satır arası okumaların yanında, içerdiği konular ve başlığı ile tam bir vahdet-i vücûd taraftarı
olarak anlaşılmaktadır. Risalede ulaşılan anlamların yanında kullanılan örneklerin dahi İbnü’lArabî’nin eserlerinde vârit olduğu vâkidir. Mısrî’nin İbnü’l-Arabî’den yaklaşık dört yüzyıl
sonra yaşamasına rağmen bu kadar etkilenmiş olması o dönemde İbnü’l-Arabî düşüncesinin
Anadolu’da ve pek çok farklı İslam coğrafyasında ne kadar yaygın olduğuna işaret
etmektedir.
KAYNAKÇA
BAŞER, Hacı Bayram, , Şeriat ve Hakikat: Tasavvufun Teşekkül Süreci, Klasik Yayınları,
İstanbul 2017.
BUHARÎ, Muhammed bin İsmâil, Sahîhü’l-buharî, “Bedeu’s-Selam”, 6227
EBÛ DÂVUD, Süleyman b. el-Eşref es-Sicistânî, Sünenü Ebî Dâvud, "Edeb", 49
İBNÜ’L-ARABÎ, Muhyiddin, Fusûsu’l-hikem ve’t-Ta’likâtu aleyhi, Haz. Ebu’l-Âlâ Afîfî,
Daru el-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1980.
, Futuhat-ı Mekkiyye, Daru el-Kütübü’l-İlmiyye, Beyrut, 1999.
DEMİRLİ, Ekrem, İbnü’l-Arabî Fusûsu’l-hikem Tercüme ve Şerhi, Kabalcı Yayıncılık,
İstanbul, 2016.
, Mesnevî’yi Fusûsu’l-Hikem’e Göre Yorumlamak “İlâh-ı Mu’tekad” ve
Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden Hikâyeler, Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, ,
cilt: VI, sayı: 14 Mevlânâ Özel Sayısı, İstanbul 2005.
NİYAZÎ-İ MISRÎ, Risale-i Vahdet-i Vücûd, Süleymaniye Ktp., İbn Mirzâ Kat., Nr. 96.
, Mevâidü’l-irfân, İstanbul Büyükşehir Belediyesi Atatürk Kitaplığı, D. N.:
OE_Yz_0261.
259
260
Meral, Vahdetnâme, s.75.Tasavvuf
Hacı Bayram Başer, Şeriat ve Hakikat: Tasavvufun Teşekkül Süreci, Klasik Yayınları, İstanbul, 2017, s.245.
, Vahdetnâme, Yay. haz. Arzu Meral, Revak Kitabevi, İstanbul, 2013.
ÖGKE, Ahmet, İbül’l-Arabî’nin Fusûsu’l-hikem’inde Ayna Metaforu, Tasavvuf; İlmî ve
Akademik Araştırma Dergisi-İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2.
SİNEMIĞLU, Nermin, “Ayna”, DİA, İstanbul 1991.
TİRMÎZÎ, Ebu İsa Muhammed b. İsa b. Sevre, el-Câmiü’s-sahîh, " Birr ", 18,
II. OTURUM
PEMBE SALON
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. İbrahim MARAŞ
İBNÜ’L ARABİ’DE ONTOLOJİ
Prof. Dr. Arslan TOPAKKAYA
MUHYİDDİN İBNÜ’L- ARABÎ’NİN ŞECERETÜ’L- KEVN VE İTTİHADÜ’L-KEVN
RİSALELERİNDE ONTOLOJİK SEYİR VE VAROLUŞ PROBLEMİ
Prof. Dr. H. Suphi ERDEM
İBNÜ’L ARABİ’NİN VAHDET-İ VÜCUT ONTOLOJİSİ İLE HEİDEGGER’İN
FENOMONOLOJİK ONTOLOJİSİ: YAPISAL VE METODOLOJİK BENZERLİKLER
Doç. Dr. Mustafa Said KURŞUNOĞLU
MUHYİDDİN İBNÜ’L-ARABÎ’NİN FUSÛSU’L-HİKEM’İNDE ÖLÜM VE HAYAT
GERÇEĞİNİN ELE ALINIŞI
Dr. Öğr. Üyesi Lokman BEDİR
Öğr. Gör. Mustafa BULUT
İBN-ÜL ARABİ’DE ONTOLOJİ
Arslan TOPAKKAYA261
Özet: Arabi’de ontoloji temel anlamda ilk olarak Tanrı ve masiva olmak üzere ikiye ayrılır.
Masiva yaratılmış olup, zaman itibarıyla hadistir. Masiva’da en yüksek varlık ise hiç şüphesiz
insandır. Arabi bunu idealleştirerek “insan-ı kamil olarak adlandırır. İnsan bir taraftan doğal
bir varlık iken, sahip olduğu akıl ve ruh yetileri sayesinde bütün varlıkların üzerine
çıkabilmektedir. Bu anlamda insan-ı kamili aslında bütün bir kainatın özeti olarak görmek
yanlış olmaz. İnsan küçük bir kainat; kainat büyük bir insandır. Varlığın varolma nedeni
tecelliden başka bir şey değildir. Tanrı kainatta isim ve sıfatları aracılığı ile bize kendisini
gösterir. Varlık hakikatte varlığını gerçek varolan Tanrı’ya borçludur. Bu anlamda hakiki
varlık sadece ve sadece tanrı olup, diğer varlıklar onun birer gölgesidir. Gölge olduklarından
dolayı da Tanrının yanında onlara varlık demek bile fazladır. Bu gölgenin varlığı
reddedilemez; fakat gerçek varlığın kendisi de değildir. Vucud ile mecvud bir ve aynı şey
olmayıp; onun söz konusu ettiği birlik vücudun birliği olup, mevcudun birliği değildir.
Anahtar Kelimeler: Tanrı, İnsan, Varlık, Evren, Masiva, Mevcut, Tezahür, Tecelli.
ONTOLOGY IN IBN-ÜL ARABİ
Abstract: In Arabian, ontology is basically divided into two as God and masiva. Massiva is
created and hadis from time. The highest being in Masiva is undoubtedly the human. Arabi
idealizes this situation and terms it as “perfect human being” (insan-ı kamil). Human is in one
aspect a natural being and can become the highest being thanks to his faculty of reason, more
supreme to all other beings . In this sense, it would not be wrong to consider the perfect
human being as the epitome of whole universe. Human is a small universe and universe is a
giant human. The reason why the being exists is the manifestation. God manifests Himself
through universe with His names and His attributes. The being indeed owes his existence to
God that exists absolutely and truly. In this regard, the one and only true being is God and all
the other beings are his mere reflections. As they are only shadows, even calling them a being
is too much. The existence of this shadow is undeniable, yet this is not the true existence.
Body and non-existence are not the same thing, and the unity is just about the bodily unity,
not the unity of the existence.
Keywords: God, Human, Being, Kosmos, Masiwa, Existent, Manifest, Transfiguration
Varlık felsefesi Arabi’nin tabiri caiz ise bütün bir düşün dünyasının merkezini
oluşturur ve kendisine gelinceye kadar gelen varlık felsefesine çığır açacak nitelikte bir
ontoloji (varlık felsefesi bağlamında) geliştirmiştir. “Varlık düşüncesi İbn Arabî’yi o kadar
çok meşgul ederki, hangi kitabına göz atılırsa atılsın, anlattığı her şey için kendi varlık
sistemini referans aldığı görülür. Devasa eseri Fütūḥāt-ı Mekkiyye de İbn Arabî, daha ilk
cümlesiyle, sisteminin ipuçlarını vererek okuyucuyu varlığa dair düşünmeye sevkeder:”262
Varlık doğal olarak akla yokluğu getirir ve yokluk da Arabi’nin en az varlık kavramı kadar
üzerinde durduğu önemli kavramlardan biridir. İlk olarak ona göre ne varlık ne de yokluk
261
Erciyes Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü,
[email protected]
S.Akti., "Gott und dasÜbel DieTheodizee-Frage in der ExistenzphilosophiedesMystikersMuhyiddinIbn
Arabi", ChaliceVerlag, Xanten, 2016, s.
262
zihnin uydurduğu ve nesneye sonradan yüklenilen sıfatlar değildir. Arabi iki türlü yokluk
kavramından bahseder. Bunlardan ilki “mutlak yokluk” diğeri ise “‘imkânsız yokluk’ diye
adlandırılırken, diğeri ise ‘izafi yokluk’ ya da ‘mümkün yokluk’ diye isimlendirilir. Varlık
sonsuz olup herhangi bir sınıra sahip olmadığından ‘Mutlak yokluğun’ gerçekleşebileceği
bir mekân yoktur. Varlık kategorilerinin en az birinde yer almadığı için hiçbir şeydir ve bu
yüzden düşüncemizin objesi olamaz”.263 Arabi mutlak varlık ile mutlak yokluk arasında
aracı bir alanın varlığını kabul ederek, bu alana Amâ adını verir. 264 İzafi yokluk ise bir
nesnenin bir anda sadece belirli bir yerde bulunurken, diğer mekânlarda bulunamayacağını
anlatır.
Arabi’nin varlık felsefesinin en temel ayrımı vucud (varlık) ile mevcud (varolanlar)
ayrımıdır.265 Vücûd denince anlaşılacak tek şey Hakk’tır. Varlık O’na aittir ve O’dur. Onun
dışında varlığa sahip hiçbir şey yoktur. Vücûd, zihnî veya dış varlıktan başka bir şeydir. O,
ne tümel ne tikel, ne genel ne özeldir. O, cevher, mahiyet ve araz dad eğildir.Zıddı ve
benzeri yoktur .Zıtlar onunla gerçekleşir; benzerler onunla kaim olur. Birdir, bölünme ve
parçalanma kabul etmez. Salt iyiliktir ve salt nurdur. Vücûd, Hakk’ın sıfatı değil,
zatınınkendisidir.266İzutsu’ya göre varlık kavramı Arabi’de teolojik olmaktan ziyade
ontolojik açıdan ele alınmaktadır. Vucud evvela Tanrı için kullanılan bir sıfattır ve bu
anlamıyla Tanrı’nın varlığı zorunludur (vacib-ülvucud). İbn Arabî’nin varlık için ‘Vücûd’
kelimesini kullandığı tespit edilmiştir. Bu kelime ile o, Hakk’ı kastederken, Hakk’ın
dışında kalanlar için sıklıkla ‘Mevcûd’ kelimesine başvurur. Birşeyin,bir yerde ve bir
zamanda bulunuşu manasına gelen bu kelime, Hakk’ın dışındaki her şey için kullanılabilir.
Kısaca mevcud masiva için kullanılan bir kavram olup, zatı gereği aynı zamanda mümkün
varlıkları ifade eden bir betimlemedir. Arabi bütün varlık mertebeleri için üç farklı
mertebeden bahseder ve bunun dışında başka bir varlık mertebesinin düşünülemeyeceğini
“İnşau-d-Devair” adlı eserinde ifade eder:
“Bil ki eşya üç mertebe üzerinedir ve dördüncüsü yoktur. Bunların dışında bir şey ilmimize
konu olamaz. (Çünkü) Bunların dışındakiler mutlak yokluktur, ne bilinebilir ne de
bilinmeyebilir ve ne de bir şeyle alakası olabilir. Eğer bu dediklerimizi anladıysan
bahsettiğimiz mertebeler şunlardır:
1.(Mutlak Vücûd): O, zatı için vücûd ile vasıflanan ve zatıyla mevcûd olandır. O’nun
vücudunun yokluktan olması doğru olmaz. Bilakis O, hiçbir şeyden olmayan ‘mutlak
vücûd’tur. (Aksi olsa) o şeyin ondan önce gelmesi gerekirdi. Hâlbuki O, bütün eşyanın
yaratıcısı, belirleyeni, tafsil edeni, düzenleyenidir. Ve O, sınırlandırılamayan ‘mutlak
vücûd’tur. O,Hayy, Kayyum, Alîm, Murîd ve Kâdir olan Allah’tır. O’nun benzeri bir şey
yoktur ve O, işitendir ve bilendir.
2- (Mevcûd): Bir diğeri Allah ile mevcûd ve sınırlı varlığı olandır… O, kendizatında
mevcûd olmayandır. O, kendi yaratıcısı ile arasında, birini diğerinin önüne geçiren bir
zaman aralığı olmaksızın var oldu. Burada ‘önce’ ve ‘sonra’ denilmesi imkânsızdır…
Muhakkak ki O, vücûd (mertebesi) itibariyle öncedir…
3. (Ara Âlem)Üçüncü şeye gelince; O, ne varlık ile ne yokluk ile ne hudûs ile ve nede
kıdem ile vasıflanmayan şeydir. O Hakk’ın ezeliliğine bitişiktir. Hakk’a olduğu gibi âleme
de zamansal bir önceliği veya sonralığı yoktur. Çünkü o mevcûd değildir. Bu üçüncü şey
ne varlıkla ne de yoklukla vasıflanır… Aynı şekilde ne ‘tam’ ne ‘parça’, ne ‘fazlalık’ ve ne
263
A.g.e. ayrıca Arabi FT:5 , 18.
N.H.Ebu Zeyd; SufiHermenötik. İbn Arabi’nin Yorum Felsefesi, (çev.Semih Ceyhan), İstanbul 2018, s. 47 vd.
265
Konu hakkında daha fazla bilgi için bkz. Izutsu, İslam mistik düşüncesi üzerine makaleler, s. 87 vd.
266
Dâvûd Kayserî, Mukaddemât- FusûlHikem’e Giriş (İstanbul: İnsan Yayıncılık, 2011), 24-41; Nablusî,
Gerçek Varlık- Vahdet-i Vücûd’un Müdafaası, 32-33.
264
de ‘noksanlık’ kabul eder… Âlem bu üçüncü şeyden zuhur etti. Bu üçüncü şey, zihindeki
ma’kul küllî âlemin, hakikatlerinin hakikatidir ve o, kadîm ile kadîm, hâdis ile hâdis olarak
zuhur edendir.267
Buraya kadar anlatılanlardan çıkan sonuç mutlak yokluğun (mutlak varlığın zıddı da
olarak) hiçbir biçimde var olamayacağı, vucudtan kasdın bizzat Tanrının kendisi olduğu ve
mevcuttan kasdedilen şeyin de masiva olduğudur.268Varlıklar mutlak yokluktan değil, izafi
yokluktan hareketle yaratılmıştır. Mümkün varlıklar da kendi içinde alt gruplara ya da daha
doğru bir ifadeyle farklı varoluş tarzlarına sahiptirler.
1. Mutlak Vücûd: Mahiyeti akledilemediği gibi ona mahiyet (isnat etmek de) caiz
değildir… O AllahTeâlâ’dır…
2. Maddeden soyutlanmış mevcûdlar: …Akıllar, … Melekler,…Cinler…
3. Mekân ve kayıt kabul eden mevcûdlar: Bunlar cisim ve cevherlerdir…
4. Zatı itibariyle değil, doğası itibariyle kayıt kabul eden mevcûdlar: kendi
başlarına olmayıp başkası ile vardırlar. Bunlar arazlardır. Beyazlık, siyahlıkvb.
5. Nispet olan mevcûdlar: Bunlar, yukarıda zikredilenler (1-3) ile arazlar
arasındadır. Nerede, nasıl, zaman, adet, miktar vb…”269
Arabi varlık felsefesinin önemli kavramlarından biri de tecelli kavramıdır. Aslında
İbn Arabî felsefesinin aslında bir “Tecelli Teorisi” olduğunu söylemek bile abartı olmaz.270
Tasavvuf felsefesinde bu kelimeyle, ontolojik olarak “Hakk’ın, zâtî sıfatlarıyla kendini dışa
açmasını”, epistemolojik olarak ise “Hakk’ın,gaybın sırlarını sûfînin kalbine
açmasını”kastedilir. İbn Arabî’nin tecelli kelimesini kendi sisteminde çok büyük bir
maharetle kullanması dikkat çekicidir. O, tıpkı diğer sûfîler gibi kelimenin ontolojik ve
epistemolojik anlamlarına vurgu yapar ve bunu detaylandırır.271
“Tecelli: Gaybın nurlarından kalplere görünendir.”272 Tecelli olayı Tanrı’nın “zahir”
isminin görünmek istemesi ile ilgilidir. Bu sayede ilgili nesne varlık kazanır ya da varlığa
gelir. “Tecelli, kendisine tecelli edilecek olan (şeye) O’nun (Hakk’ın) kendini
göstermesidir. O, Zâhir ismidir”.273 Arabi’nin mümkün varlık anlayışı kendisinden önce
gelen felsefe ve kelamdaki “mümkün” anlayışından farklıdır. O, mümkün varlığın zorunlu
olarak Tanrı’nın tasarrufunu kabul etmek zorunda olduğunu söyler. Gerçi İslam filozofları
da Tanrı varlığı karşısında mümkün varlıklara ondan bağımsız bir ontolojik alan vermezler,
fakat Arabi yanlış anlaşılmalara meydan vermemek için mümkün varlıkların Tanrı’dan
bağımsız bir varlık alanına ya da isimlendirmesine sahip olmadıklarını özellikle belirtir. İbn
Arabî’ye göre tecellinin gerçekleştiği anda, hem zuhur eden Hakk zuhur etmek zorundadır,
hem de mazhar olan mümkün varlıklar bu zuhuru kabul etmek zorundadır. Âlemin
varlığının sürekliliği, Allah’ın devamlı olarak âleme tecellisi, âleminde bu tecelliyi kabulü
ile mümkündür.274 Arabi, “Göklerde ve yerde bulunanlar, (her şeyi) O’ndan isterler. O, her
an yeni bir ilahi tasarruftadır.” (Rahmân 55:29) ayetinin zorunlu bir gereği olarak tecellinin
sürekli olduğunu söyler. Bu tecellinin bitmesi demek kayyumiyetin bitmesi, yani bütün bir
267
Arabi’den aktaran S.Akti, a.g.e.
S.Akti, “Die Gott-Welt-Beziehung in der Exiztenzphilosophie IbnArabis”, Journal für Religionskultur, ss.117, burada s. 6 vd.
269
Arabi’den akataramAkti, a.g.e. Daha fazla bilgi için bkz. S. Akti., "IbnArabisLexikon der sufischen Terminologie
268
als Schlüssel zum Einstieg in Seine Gedankenwelt", Grin Verlag, Norderstedt, 2016.
270
Izutsu, İslam mistik düşüncesi üzerine makaleler, 207 vd.
S.Akti, a.g.e.
272
İbnʿArabī, Iṣṭilāḥātu’ṣ-Ṣūfiyye, 412.
273
A.g.e.
274
Akti, Gott und das Übel, Varlık Fels. Bölümü.
271
varlık âleminin sona ermesi demektir. Buna rağmen unutmamız gereken önemli bir husus
şudur: Her tecellinin yenidir. Çünkü İbn Arabî’ye göre Allah, aynı kişide tecellisini iki defa
tekrarlamadığı gibi, iki ayrı kişiye de tek tecelli ile tecelli etmez.275
Arabi’nin tecelli kavramı yerine veya bazen eş anlamlı olarak da taayyün (belirlenim)
kavramını kullanır. Bu kavram şeylerin özü ile ilgili olup (ayn, ayan) tecelli herhangi bir
varlığın özü ile karşılaştığında taayyün açığa çıkar. Sınırsız bir varlığa sahip olan Hakk,
tecelli faaliyeti esnasında şeylerin bu hakikatlerine görünür ve o şeyler de, O’ndan aldıkları
varlık ışığıyla var olurlar. Sınırsız olan Hakk’ın, sınırlı olan bir şeye tecelli ederek o şey ile
belirmesi (o şey içinde görünür olması)ve kendini onunla sınırlamasına ‘Ta’ayyun’ (yani
kendini (‘ayn kılma) diyoruz.276
Felsefede Tanrı-alem ilişkisinin tartışıldığı her yerde mesele zorunlu olarak
“yaratılış” kavramına dayanmaktadır. Kısaca Tanrı-alem ilişkisi genel olarak yaratanyaratılan ve bu yaratmanın mahiyeti üzerine şekillenmektedir. İbn Arabî’nin ontolojik âlem
tasavvurunun iki temele dayandığı unutulmamalıdır. Bunlar Hakk ve İnsan-ı kâmildir.
İnsan, Hakk’ın sûreti üzere yaratıldığı için kâinattaki bütün yaratıkların en kâmilidir.277
Âlemin yaratılış amacı ya da nedeni olarak Arabi herkesin bildiği şu hadisi gösterir:
“Ben (gizli) bir hazineydim, bilinmek istedim (bilinmeyi sevdim) ve halkı yarattım. Onlara
bilindim, onlar da beni bildi.”.278 Burada bilmek ve bilinmek istemek iki yönlü bir şeydir.
Tanrı kendi nazarıyla yaratıklarını bildiği ya da gördüğü gibi gayrın nazarıyla da kendisinin
nasıl bilindiğini görmek ister. Bu açıdan bilmek tek başına varlığı kemal erdiren bir şey
değildir; aynı zamanda bilinmek de bunu tamamlayan bir süreç olup; kemal ancak bu
sayede gerçekleşmektedir. Gayrın nazarı aynı zamanda tecelli eden isimleri bilebilecek ve
idrak edeceklerin varlığını da şart koştuğundan oldukça önem arz etmektedir. Kısaca
isimler tecelli için tecelli edecek varlıklara ihtiyaç vardır.
“İnsanlar uykudadırlar, ölünce uyanırlar” hadisini Arabi oldukça önemser. Buradan
açıkça anlaşılacağı üzere insanın üzerinde yaşadığı dünya özü itibarıyla bir hayaller
dünyasıdır. Gerçek olan ise Hakk’ın kendisidir. Hakkın kelime anlamı zaten gerçeklik
demektir. Tanrının dışında gerçek olan hiçbir şey yoktur ve diğer varlıklar sadece birer
hayal ve gölgeden ibarettir. “Bil ki kendin ve (çevrende) idrak edipte bu ben değilim
dediğin her şey hayaldir. Öyleyse bütün varlık hayal içinde hayaldir.” 279 İnsanı ahiret
yurdundan ayıran bu dünya hayatı bir rüya olarak görülür. Bu rüyadan ancak, ölüp ahirete
geçince uyanılır. Rüyada gördüklerimizi nasıl uyandığımızda tabir ettiriyorsak, aynı
şekilde, ahiret günü bu dünya hayatından uyandığımızda da, dünya hayatımızda yapıp
ettiklerimiz bize tabir edilir.280
Arabi varlık felsefesinin diğer önemli bir kavramı da “feyz” kavramıdır. Feyz
doğrudan doğruya tecelli kavramıyla ilgili olup. Her tecelli beraberinde feyz getirir. Celali
tecellilerde de aslında netice itibarıyla bir fey söz konusudur. Bu bağlamda Arabi “iç
tecelli” ve “ dış tecelli” olmak üzere iki tür tecelliden bahseder. Bu iki tür tecelliden ilki,
Hakk’ın kendinden kendine olan tecellisidir. Hakk kendinden kendine tecelli ettiği için
buna ‘zâtî tecelli’ de denilir.Hakk kendini kendine izhar eder ve böylelikle ilâhî bilinç
ortaya çıkar. Bu bilinç, eşyanın ilmî suretlerini içinde barındırır. Ancak Hakk’ın bu
275
Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, İbnü'l-Arabî ve Vahdet-i Vücûd Ekolü, (İstanbul: Kabalcı
Yayınevi, 2009), 199
276
Izutsu, İslam mistik düşüncesi üzerine makaleler, s.207.vd.
277
Arabi FUsus-ul Hikem, 48-49.
278
A.g.e., s. 203 vs.
279
A.g.e., s. 104 vd.
280
Arabi’den aktaran Akti, a.g.e.
faaliyeti, bulunduğu ilk mertebede hala bilinemez olduğu gerçeğini değiştirmez.281 İkinci
tür tecelli ise bundan farklıdır. Bu tecelli ile, Hakk’tan ilk tecellide ortaya çıkan mümkün
varlıkların ilmi sûretleri dış âlemde varlık kazanırlar. Bu yüzden bu tecelliye görülenlerin
tecellisi de (et-tecellī’ş-şuhūdī) denilir.282 Buradan da anlaşılacağı üzere üç ana varlık
mertebesi ortaya çıkmaktadır. İlk olarak Tanrının yalnız ve mutlak anlamda bilinemez
olduğu varlık derecesi, ikinci olarak ilk tecelli mertebesi ve son olarak ikinci tecelli dönemi
ve tecelli olunan varlıkların açığa çıktığı dönem ya da varlık alanı. Bunlara daha sonra
Arabi şarihleri iki temel varlık alanı daha eklemişlerdir (daha sonra da böyle kabul edilip,
sübut bulmuştur). Bunlar sırasıyla şöyledir:
1-Ehadiyyet (zatın birliği)
2-Vahidiyyet (sıfatların birliği)
3-Ruhlar alemi
4-Misal alemi
5- Şehadet alemi
Söz konusu mertebelerde yukarıdan aşağıya inildikçe batından zahire geçmek artmakta,
tersinden azalmakta, aynı zamanda soyutluk azalırken somutluk artmaktadır. Diğer bir husus
da yukarıdan aşığa inildikçe gizlilik azalmakta açıklık artmaktadır.
Ehadiyyet mertebesi Tanrının kendi kendisiyle yalnız olduğu bir mertebedir. Bu
mertebede mutlak vücudun henüz hiçbir taayyun’u gerçekleşmemiştir. Hakk bu mertebede
gizli bir hazinedir. Bu mertebe gayb-ı mutlaktır; İnsan bilgisinin ulaşamadığı, hakkında
hiçbir yorumda bulunulamayacak olan sırdır. Tenzih bölgesidir; O’nun hakkında konuşmak
ve onu isimlendirmek bile O’nu sınırlayacak ve kayıtlandıracağı için bu mertebe hakkında
hiçbir şey söylenmemelidir.283
İkinci mertebe vahidiyyet mertebesidir. Arabi bu mertebede hakikat-ı
Muhammediyenin ortaya çıktığını söyler. Bu mertebede aynı zaman ayan-ı sabiteler söz
konusudur. İkinci mertebede ise, dış varlığı olmasa da, bazı ilmi varlıkların ortaya çıkmış
olmasıyla bu teklik hali bozulmuştur. Teklikten çokluğa geçilmiş, ancak birlik
korunmuştur. Zira ortaya çıkan varlıklar zihnî varlıklardır ve henüz Vücûd’tan bir pay alıp
dışta var olmamışlardır. Vücûd bu mertebede birliğini korumaktadır. Tek değil ama birdir
ve bu yüzden bu mertebe ‘birlik’ (Vāhidiyye) mertebesi diye isimlendirilir.284 Bu
mertebenin ilk mertebenden temel farkı görece çokluğun başlaması olup, burada tecelli
eden sıfatlar aracılığı ile Tanrının bilinebilmesidir. Allah ismi de bu mertebede karşımıza
çıkar.
Üçüncü varlık mertebesi ruhlar alemidir. Bu alem ayan-ı sabitelerin bu mertebeye nuzul
ederek ruh almalarıyla ortaya çıkar. Bunlar henüz cisim olmadıklarından maddi özelliklere
sahip değillerdir. Bir önceki mertebede kendilerini henüz idrak edemeyen ayan-ı sabiteler
bu mertebe sayesinde hem kendilerini hem de Tanrılarını idrak eder hale gelirler. Arabi
meleklerin bu mertebeye ait varlıklar olduğunu söyler.285
Bu mertebeden sonra misal alemi mertebesi gelmektedir. Söz konusu mertebe Barzah
veya hayāl diye de isimlendirilir. Berzah diye isimlendirilmesinin sebebi, tamamen ruhânî
olan bir mertebe ile tamamen cismanî olan bir mertebe arasında ara bölgede olmasındandır.
Bu yüzden ara olan her şey gibi iki tarafın da özelliklerini taşır.O ne tam cismanî ne de tam
281
Akti, a.g.e.
A.g.e.
283
A.g.e.
284
Akti, a.g.e.
285
Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, 1:24-33.
282
ruhânîdir. Kendisinden önceki mertebeye göre kesif ama kendisinden sonrakine göre
latiftir.286 Görünür aleme çıkacak olan her şeyin burada bir örneği vardır. Bu yüzden bu
alemin adı da misal alemidir. İki alem arasını oluşturur ve ne tam mücessem ne de tam
mücerredtir. Görünür alemde olan her şeyin misal aleminde örneği varken tersi söz konusu
değildir. Yani misal aleminde olan her şeyin somut alemde karşılığı olmayabilir. Arabi
rüyaları bu aleme örnek olarak verir.
Misāl âlemi ezeli olarak mevcut ve her an insan bilincine tesir edebilmektedir. Ne var
ki insan uyanıkken, zihni, dış âlemin maddî kuvvetlerinin etkisi altında bulunduğundan,
çoğu zaman Misāl âleminden gelen bilgiyi algılayamaz. İnsan ancak, uyuyup dış dünyanın
etkisinden kurtulduğu zaman, fiziksel algıları hisseden duyu organlarının atıl kalması ve
muhayyile gücünün harekete geçmesi sonrası Misāl âlemiyle iletişime geçebilir. Bu da
sıradan insanlar için sadece uykuda görülen rüyalarla mümkün olabilir. Kendini dünyadan
soyutlayan Sûfîler için ise bu, uyanıkken de mümkündür.287
Arabi’nin son varlık mertebesi şehadet alemi olup, bu alem diğer alemlerin en
zahiridir. Tanrı burada madde üzerine tecelli eder ve bu alem özü gereği fena olan,
bölünebilen, zamansal ve mekansal olandır. Bu alem aynı zamanda arazların toplamıdır.
Bunun cevheri ise Tanrının kendisidir. Değişim, hareket, fena cevherde değil arazlardadır.
Alemdeki oluş ve bozuluşun sebebi Tanrının isim ve sıfatlarından dolayıdır. Hakk devamlı
tecelli halindedir. Hiçbir tecelli kalıcı değildir ve hiçbir tecelli de tekrar etmez. Tecelliler
devamlı olarak yenilendiği için aslında âlemdeki her şey bir anda yok olup diğer anda
tekrar var olur. Ancak bu değişimin hızından dolayı biz bunu hissedemeyiz.288
Özetle Arabi varlık felsefesi yani Vahdet-ul Vucud, yani Varlığın birliği teorisindeki
ana fikir şudur: Cevher-araz ayırımına bağlı olarak, Varlığın (Vücûd) tek cevher olduğu ve
âlemin, bu cevhere ilişen arazların toplamı olduğudur. Âlemdeki şeyler mutlak Vücûd’un
sadece yansımalarıdır. Âlemde görülen çokluğun aksine Vücûd tektir. Bölünme cevherde
değil sûrettedir.
286
FT 1;459 vd.
Izutsu, İslam mistik düşüncesi üzerine makaleler, s.32.
288
Akti, a.g.e.
287
Kaynakça
Akti S., "Ibn Arabis Lexikon der sufischen Terminologie als Schlüssel zum Einstieg in Seine
Gedankenwelt", Grin Verlag, Norderstedt, 2016.
Akti S., "Gott und das Übel Die Theodizee-Frage in der Existenzphilosophie des Mystikers
Muhyiddin Ibn Arabi", Chalice Verlag, Xanten, 2016
Akti S., "Die Gott-Welt-Beziehung in der Existenzphilosophie Ibn ?Arabis", Journal für
Religionskultur, pp.1-17, 2015.
Dâvûd Kayserî, Mukaddemât- FusûlHikem’e Giriş, İstanbul 2011.
Demirli, E. İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, İbnü'l-Arabî ve Vahdet-i Vücûd Ekolü,
İstanbul 2009.
Ebu Zeyd, N.H, SufiHermenötik. İbn Arabi’nin Yorum Felsefesi, (çev.Semih Ceyhan),
İstanbul 2018.
Izutsu, Toshihiko. İslam mistik düşüncesi üzerine makaleler. (Çev. Ramazan Ertürk),
İstanbul: Ağaç Kitapevi Yayınları, 2010.
İbn ʿArabī, Muḥyī’d-dīn Muḥammad. El-Futūḥātu’l-Mekkiyye. 1-9. Cilt. Tkh. Ahmed
Şamsu’d-dīn. Beyrut: Dāru’l-kutubi’l-ʿilmiya, 1999.
İbn ʿArabī, Muḥyī’d-dīn Muḥammad. Fuṣūṣu’l-Ḥikem. Thk. Abu l-ʿAlāʾ ʿAfīfī. Beirut:
Dāru’l-Kitābi’l- ʿArabī, 1946.
Konuk, Ahmed Avni. Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi. 1-4. Thk. Mustafa Tahralı; Selçuk
Eraydın. İstanbul: Marmara İlahiyat Fakültesi Vakfı Yayınları, 2010-2011.
MUHYİDDİN İBN’UL- ARABÎ’NİN SECERETÜ’L- KEVN VE İTTİHADÜ’LKEVN RİSALELERİNDE ONTOLOJİK SEYİR VE VAROLUŞ PROBLEMİ
Hüseyin Subhi Erdem289
Özet
İbn Arabî Şeceretü’l-Kevn ve İttihadü’l Kevn adlı Risalelerinde, Varlığın hakikatini, var
edenden varolana kadar füyüzan eden Varlığın holistik perspektifi içinde dedüktif ve endüktif
çift geliş-gidişli bir nazardan temaşa konusu yapmaktadır. Varlığın hakikatine ilişkin bu
temaşa varolan açısından varoluş problemine dönüşmekte ve burada şuur halleri, kademeleri
ve şuur uyanıklığı meselesinin varoluşa yansıması ve varoluşu şekillendirmesine dayalı olarak
ontolojik bir tabakalanma ve varlık halleri ortaya çıkmaktadır.
Varlığın hakikati varedenin ilahi feyziyle müştak, bütün bir şuur halinde varlıkla hemhal olma
ve varoluş seyrine dönüşen (açık şuur hali) ruhsal seyir ve temaşanın ifadesiyle
dillendirilmektedir. Ruhsal temaşa hem varlığı idrakte varolan bakımından en üst idraki hem
de varoluşu madde-ruh bağlamında salt şuur cihetiyle ruhi keyfiyetin rikkatinde estetik bir
hazza dönüştürmekte ve bu estetik hazzı varoluşu terennüm eden lisana dönüştürmektedir.
Bu çalışma, İbn Arabî’nin Şeceretü’l-Kevn ve İtthadü’l-Kevn Risalelerinde dillendirdiği
madde-ruh bütünlüğünün arka planındaki ilahi tecelliyatın mahz şuur halinin Varlığı nasıl
düzen, nizam, tedvir ve tedbirâta sevkettiğini analiz etme gayretinde olacaktır. Bu meselenin
insandaki şuur ve idrake dönüşen tecellisinin lisanda nasıl bir varoluş tasvirine dönüştüğünü:
a) epistemik; b) estetik; c) etik yönden inceleyecektir.
The Ontological Navigation and Existential Problem in Ibn Arabî’s Treatises of
Şeceret’ül Kevn and İttihad’ül Kevn
Hüseyin Subhi Erdem
Abstract
Ibn Arabi in his Risalah of Şeceret’ül-Kevn and İttihad’ül Kevn, he makes the truth of being a
matter of contemplation with a deductive and inductive point of and within the holistic
perspective which overflows from the created to the creater.
This contemplation on the truth of being, transforms into the problem of existence with
respect o being and there appears an ontological lamination and being conditions relying on
consciousness conditions and the reflection of the matter of consciousness wariness to
existence and forming it.
The truth of being is put into words with respect to spiritual sail and contemplation which is
the derivative of the overflowing of the creater, and is familiar with the being with a complete
consciousness and transforms into a being journey.
Spirtual contemplation both makes being the most comphrehended and transforms existence
into an esthetical pleasure with the context of substance and soul and transforms this
esthetical soul into a language that sings existence.
This work will try to analyze how the conditionof complete consciousness of the divine
289
Prof.Dr. İnönü Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi Felsefe Bölümü Öğrt. Üyesi.
[email protected]
manifestation from the background of substance-soul urges the being to an order, a regulation,
management in the risalah of Şeceretü’l-Kevn ve İtthadü’l-Kevn.
And it will examine, in a) epistemological, b) esthetical, c) ethical aspects, to what
existence description this manifestation will turn out in language which grows as the
human consciousness and the comprehension
Giriş
Varlığın hakikati insanın varolma ve varlığa gelme tecessüsüsün en başında gelen
sorgulamanın konusudur. Düşünce tarihinin teşekkülünde insanın fehmetme ve idrak
noktasında sorgulamaları: varlık nedir?, niçin varım?, nereden geldim?, nereye gidiyorum?,
sorularıyla şekillenir. İnsanın geçmişi, içinde bulunduğu hali ve geleceğe yönelik
mukadderatını merakı, kaçınılmaz olarak varoluş kaygısı içinde yer bulur. Varlık ve varoluşa
yönelik sorgulamalar dini, felsefi bağlamda pek çok fikir ve yoruma yol açmıştır. Meseleye
dedüktif tarzda varlığın tümel yapı ve görünümünden yola çıkarak açıklama getirenlerin
yanında endüktif tarzda tekilden tümele doğru varlık tabakalarını gözeten yaklaşım da
meselenin değerlendirilişinde ana tarafları oluşturmaktadır. Bu yaklaşımların yanında varlığın
hakikatinin bilinemeyeceğini varlık hakkında belirleyici olan tek kriterin algı mekanizması
olduğunu savunan emprisist tarafı da göz ardı etmemek gerekir. Bu taraflar varlık mevzusunu
işlerken, salt akıl idesinden yola çıkarak kavramanın imkânını tartışma ve bir imkân olarak
ortaya koyarken, varlık konusunu parçalamakta ve varlığın holistik bütünlüğü pespektifinden
uzaklaşmaktadırlar. Felsefi düşünce geleneği içinde düşünce dünyasının bakış açılarını ve
tartışma tarzlarını belirleyen ekoller, varlığın ve insanın hakikatini ele alırken bu kısmi
cihetten bakışla meselenin ihtiva ettiği bütün yönleri “efradını cami ağyarını mani” tam tarifle
ele alma durumunu gerçekleştirememektedirler. Rasyonalist bakış kevni âlemin hakikatini
olgu ve oluşu gözardı ederek küçültürken, emprisisist bakış tekili, olguyu öne çıkarıp varlığın
bütünlüğü perspektifinden uzaklaşmaktadır. Kartezyen bakış, olgusal varlık bağlamını
mekanizmle sınırlandırırken rasyonel yetiyi, akli kavramları ve bilinci bu varlık katmanından
bağımsızlaştırmaktadır.
İbn Arabi’yi bu tartışmaları telif eden ve varolan tartışmaların karakteristik formatından neşet
eden problemleri aşan bir kavramsallaştırma içinde görmekteyiz. İbn Arabi, varlığın numen
ve fenomen şeklinde bölümlenmesine dayalı açmazları, varlığın bütünlüğü kavramıyla
aşmaya çalışmaktadır. İbn Arabi’nin bu yaklaşımı, insanı kâmilin kendini gerçekleştirdiği ve
varlığın, varoluşun tercümanı olduğu merkezi rolle pekişmektedir.
Düşünce tarihi boyunca öne çıkan, numen-fenomen, akıl-duyu, varlık-yokluk, tez-antitez, ruhmadde vb karşıt kavramlara dayalı varlık çözümlemesinin oluşturduğu sorunların bağlamı
varlığın bütünlüğü kavramıyla telif edilmekte, bu bakışa dayalı yeni bir anlamlandırma çabası
oluşmaktadır. İbn Arabi’nin yaklaşımı karşıtlıkları çözen dostluk üzerine birleştiren bir
mahiyete sahiptir.
Nasıl bakarsan öyle görürsün ve paradigmayı yaklaşımına göre kurarsın tespiti gereği, tarih
boyunca karşıt kavramlar üzerinden icra edilen diyalektik metoda dayalı fikri çabaya karşılık
İbn Arabi, farklı bir perspektif ortaya koymaktadır. Diyalektiğe dayalı olmayan varlıkla
hemhal olmayı temele alan dostluk üzerinden bir bakış ve duruşu önermektedir. Onun ortaya
koyduğu paradigma, tarihsel süreçte yine Aristocu cedel sistematiğinden neşet eden kelami ve
rasyonel bakış tarafından hakim paradigmanın karşıt sınıflamasında yadsıma malzemesi
kılınmıştır. Buna göre hakikat ve hayatın anlam ve idraki, kelami-sufi kavramsallaştırmanın
karşıtlığına çekilmiş, oluşturulan bu karşıtlık içinde diyalektiğin malzemesi olmuştur. Oysa
İbn Arabi, varlığa, insana, hayata dair kendi bağlamında yeni bir anlamlandırma ve paradigma
sunmaktadır. Bu paradigma günümüz fikir dünyasında fenomenalist, varoluşçu, Derridacı
dekonstrüksiyon ve Nietzscheci bakışaçılarına ilham veren ama bunların ötesinde
değerlendirilmesi gereken özgün bir çözümlemeyi ihtiva etmektedir. Bu çalışmada kısaca İbn
Arabi’nin kendi özgün perspektifinden varlık, insan ve insanın kendini gerçekleştirme
bağlamını bilgi, varlık, etik bağlamındaki fikirlerine bağlı olarak ele alacağız.
Bu çalışmada adını öne çıkardığımız Şeceretü’l Kevn Risalesi, kütüphanelerimizde müteaddit
nüshaları bulunan, Türkçe çevirisi olan küçük bir eserdir. Hakeza İttihad’ül Kevni Risalesi
için de benzer şeyler söylenebilir. Özelikle Şeceretü’l Kevn Risalesi İbn Arabi’nin genel
sistematiği ve tarzı içinde ona nispet edilen ve İbn Arabi tarzın yansıtan küçük bir eser olarak
göze çarpmaktadır. Bununla birlikte bu eser hakkında yapılan tahkik çalışmalarında eserin İbn
Ganim Makdisi’ye ait olduğu söylenmektedir. Makdisi, XIII yüzyılda yaşamış Kudüs’te
doğmuş, hayatının Bir kısmını Şam ve Mekke’de sürdürmüş, Kahire’de vefat etmiş bir sufi
şair ve hatip olarak bilinmektedir. Ona nispet edilen eser, söylem, imgelem ve fikirlerin
vücudu bakımından İbn Arabi’yle kolayca karıştırılacak benzerlikte ve aynı hat üzerinden
ifade tarzına sahiptir. Bu sebeple eser yüzyıllar boyu İbn Arabi’ye nispet edilmiş ve yazarı İbn
Arabi olarak sunulmuştur. Elimizdeki eserin müellifi olarak İbn Arabi görünmektedir ancak
teknik olarak böyle ayrım sözkonusudur. Bu eser varlığı ağaç metaforuyla ele almakta ve
insanı varlık âleminin merkezinde değerlendirip Hakkın aynası olarak Hakk ve halk
arasındaki ontolojik farkı kapatarak Hakk’ın tecelliyatı ve ondan ayrı düşünülemeyen
bağlamda varlıkta bütünlük fikrinden hareketle insanı kâmilin yükselişi seyrinde ontolojik
temaşa ve var olanın sırrını ifşa etmeyi hedeflemektedir. Eserin söylemi bu çizgi üzerinde
devam etmektedir. Seyirde bulunan insanı kâmilin kemâlâtının analizine dair İbn Arabi’nin
ortaya koyduğu kavramsal çözümlemeler onun asıl temel kaynakları olan Fusûsu’l-Hikem ve
Fütuhatı Mekkiyye eserleri de dikkate alınarak kısaca incelenecektir.
İbn Arabi Düşüncesinin Epistemik Bağlamı
İbn Arabi, İslam mistik tecrübe ve düşünce dünyasının önde gelen simalarındandır. Onu
düşünce dünyasında öne çıkaran husus, mistik tecrübeye epistemolojik bir arka plan
oluşturması ve bu bağlamda kendinden önceki düşünürlerin çözümlemeleriyle çakışan analiz
ve yorumlar ortaya koymasıdır. Buna dayalı varlığın hakikati, insanın mukadderatı ve
hayatının seyri seferi hakkında kendine mahsus yorum ve açıklamalar getirmesidir.
Bu bağlamda mistik bilginin dayandığı sezgi (mistik sezgi), genelde süje ve obje alakasına
dayalı bilgi tanımlamalarını aşan bir mahiyette vücut bulur. Gerçi, süje-obje ilişkisi
bağlamında bilginin husule gelmesinde sezgiye yer veren çözümler de mevcuttur ve sezgi süje
ve obje arasındaki boşluğu dolduran etken olarak görülür. Bu hususu ve bunu aşan bağlamı da
dikkate alarak sezginin tanımında şu hususlar öne çıkar: 1. Bir şeyin bilgisine aklı
kullanmadan doğrudan biçimde sahip olma yetisini göstermesi; 2. Analiz ve kanıtlama
yoluyla diskürsif bir tarzda elde edilen bilginin tam tersine, dolayımsız kavrayış veya
doğrudan bilgi olması; 3. Bir nesnenin dolayımsız algısı; 4. Duyu organlarının deneyimi ve
aklı kullanmadan kazanılan kavrayış, içgüdüsel bilgi olması.290
Bütün bunların yanında mistik sezgi, sadece bireysel zihnin alışılagelen bilgi yollarının
dışında ona açık olmayan bir gerçekliğin varolduğu görüşünden hareket eden ve özellikle İbn
Arabi’nin sezgiye dayalı gerçeklik algısı ile felsefe tarihinde sezgiyi bilmenin enstrümanı
kılan Descartes, Kant, Bergson vb gibi düşünürlerin yaklaşımları farklılık arzetmektedir.
Felsefi düşüncenin seyrinde sezgiyi kullanan düşünürlerin sezgisel bilgiyi duyusal ve zihinsel
olarak iki bağlamda ele aldıkları ve sınıflandırdıkları görülür. Duyusal sezgi, nesnelerin
aracısız doğrudan duyularla bilinmesini ifade eder. Buna karşın sadece insana özgü olan
zihinsel/entelektüel sezgi, bağıntıları mantıksal ve nedensel ilişkileri doğrudan, aracısız
biçimde idrak etmeyi anlatır. Sezgi zihnin diğer kavrayışlarına dayalı bilmelerinden farklı
daha özgün kavrayış durumuna işaret eder. Sezgiye dair bu sınıflamada mistik sezgiye dayalı
290
Bkz. Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2002, 933.
temellendirmenin bunları aşan bir mahiyet üzerinden teşekkül ettiği görülmektedir. Burada
akıl ve duyuyu aşan doğrudan varlıkla hemhal olan ve varlığa varan bir seziş söz konusudur.
Sufi epistemoloji, varlığı arazlar üzerinden hareketle temellendirmez. Varlığı bütünlüğü
içinde idrak ve hakikatine varma biçiminde ele alır.
Varlık Şuuru
Mistik sezgiye dayalı varlığı anlama ve anlamlandırma amaç olarak gerçeğe doğrudan nüfuz
edip ona katılmanın imkânını serdetmeye çalışır. Mistik sezgi, değişken ve algılanabilir olan
dünyanın ötesinde değişmeyen, ezeli-ebedi hakikati idrak etmek arzusundadır. Varoluşun
değişime müncer akışkan yapısının dünyayla sınırlı etkisinden sıyrılıp, zaman ve mekânı aşan
sonsuz gerçekliğe kendi içinden ve doğrudan ulaşmayı hedefler. Bizzat kendi duyusal
tecrübesini ve akli çıkarımlarını da terk ederek, kendini zaman ve mekânın ötesinde mutlak
gerçeğe teslim etmeyi amaçlar. Bu çaba, kişinin bir anlamda, kendi içinde bir yolculuktur.
Bu yolculuk, kişinin tarihsel ve kültürel bireyselliğini aşıp, varoluşsal özüne doğru, kendi
içinde bir yolculuktur. Sufilerin deyimiyle vatana dönüş çaba ve arzusudur. Gurbetten
kurtuluş çabasıdır.291
İbn Arabi düşüncesinde epistemolojik çıkış ya da temellendirmede varlığı süje-obje şeklinde
bölümleme ve sınıflara ayırma dikkate alınmamaktadır. Bunun yerine varlık, varlığın birliği
ilkesinden hareketle, vahdeti vücut anlayışı bağlamında temellendirilir. Vahdeti vücûd, İbn
Arabi’nin öncülüğünü yaptığı bir ekolün varlık görüşünü ifade eden ana kavramlardan
birisidir. İnsanın varlıkla bağı da bu bağlamda anlam bulur. Buna göre vahdeti vücut ile
vücudun (varlığın) vacib ve mümküne bölünmemesi kastedilir. Nitekim Seyyid Mustafa
Rasim Efendi, Istılâhât-ı İnsanı Kamil’de, Vücûd-i Vacib ve Vücûd-i Mümkün arasındaki
ayrımı şöyle izah etmektedir. “Malum ola ki, vücûd-i vacibde üç mezheb vardır. Birinci
mezheb ilk dönem kelamcıların mezhebidir. Mütekellimin, vücûd-i vacib zatının üzerine
zaiddir/eklemlenmiştir, mümkinat gibi derler. Bununla birlikte vücûd-i vacib zatının
muktezasıdır, zatının gereğidir harici bir nedenden değildir. Ancak mümkün böyle değildir.
Zira mümkün varlık failin eseridir derler. İkinci mezheb, cumhur-i hükemâ (filozoflar)
mezhebidir. Vacibin vücûdu kendinin aynıdır. Vacib için mahiyyet ve zaid yoktur. Bu yüzden
zatının aynı olan vücuduna külliyet ve umum arız olmaz. Belki bizatihi müteayyin/belirli bir
cüziyyi hakikidir derler. Üçüncü mezheb, sufiyyeyi muvahhide mezhebidir. Bunlar filozoflar
gibi vacibin vücûdu zatının aynıdır derler. Ancak bir bakımından filozoflardan farklı olarak,
vacib için meratib (dereceler, mertebeler) ve mazahir (zuhur etmeler, gerçekleşmeler
oluşmalar vardır) söz konusudur derler. Öyle ise, vücûd ne küllidir ne de cüzidir, ne umumidir
ne de hususidir. Belki bütün varsayılan farazi şeyler ondan soyulmuş giderilmiştir (selb
olunmuş). Yani vücûd-i vacib mutlaktır. Bununla birlikte her bir mazharda/ ortaya çıkışta
uygun bir faraziye (var sayılan şeyler) ile muttasıf olur/sıfatlanır. Ama aslında o itibari olan
şeylerden ayrıdır. Belki bir zatı mutlaktır ve bütün varsayılanlardan münezzehtir ve ortaya
çıkmış olan şeyler onun ışığından hâsıl olan (ışığının yayılımından neşet eden) şeylerdir. Ve
tecellisi/görünümü/ortaya çıkışı vacibin etvarının hal ve hareketlerinin tavırlarının mahalli
nüzulleridir. Öyleyse imdi vücûd zata nisbetle mutlak ve her türlü eklemlemeden
münezzehtir. Sıfata nisbetle bütünüyle sıfatı kuşatandır. Vücûd kevninin kuşanımı/formu ve
onunla alakası yönünden şekil sahibidir. O halde vücudu tenzihi sarf ile takyid etmekle
sıfatlarından soyutlamadan kaçınmalıdır. Yine sadece teşbihle kayıtlamakla vücudu
sınırlandırıcı olmaktan kaçınılmalıdır. O halde tadil üzere olmak gerekir. Tadil üzere olmayla
teşbih ve tenzih arasında bir müşterek ölçüden ibaret doğrulamada bulunulabilir”.292
Bu açıklamalardan da anlaşılmaktadır ki, Vücûd, sufilere göre, filozof ve kelamcıların yaptığı
taksimin gereği olamaz. Aynı şekilde nazari ilim sahiplerinin yaptığı varlık taksimi de
291
292
Bkz. Seyfullah Sevim, İslam Düşüncesinde Marifet ve İbn Arabî, İnsan Yayınları, İstanbul, 1997, 56.
Bkz. S. Mustafa Rasim Efendi, Tasavvuf Sözlüğü, Haz., İhsan Kara, İnsan Yayınları, 2008, 1184.
vücudun tanımına uymaz. Çünkü bu kesimler varlığın vücûdunu araz olarak ele alırlar. Oysa
onların araz olarak ele aldıkları vücûd, her mevcudun hakikatini gerçekleştiren şeydir. Bu ise,
Haktan başka bir olamaz. Bunun yanında vahdet ile nitelenmiş Zat’ın iki itibarı vardır. İlki,
zat’ın içermiş olduğu ve ihata ettiği hakikatlerin aynı olması yönüdür. Bunlar zatın
kendisinden başka değillerdir, zatın kaplamında ve zatla ayniyet içinde düşünülürler. İkinci
yön ise Vücûd da söz konusu bu hakikatlerin birisidir ve idrak melekeleri bakımından en açık
ve görünür olanıdır. Bu durumda vücûd, bu anlamda Zatın aynısı olmuştur.293 İbn Arabi
düşünce geleneğinde kosmos anlayışı mutlak varlık şuuru etrafında temellendirilir. Bu
bağlamda İbn Arabi kosmosu şu kutsi hadisle takyid eder. “Allah vardı ve onunla birlikte
hiçbir şey yoktu” fakat Allah önce nasıl idiyse şimdi de öyledir. Bu ifadenin anlamı şudur:
bütün varlıklar Hakkın bilgisinde, varoluşa çıkmadan önce vardılar ve şimdi değil daha önce
Hakkın bilgisinde ne iseler aynen öyledirler.294
İbn Arabi dinlerin asli kaynaktaki birlik ile biçimdeki farklılıklarını ana perspektiflerden biri
olarak görür. Din ve mezheplerin farklılığı aynı zamanda peygamberlerin farklılığıdır. İbn
Arabi peygamberleri ümmetlerinin yeteneği istidad olarak görür. Ümmetler birbirinden
farklıdır. Dolayısıyla peygamberlerin getirdiği dinler de birbirinden farklıdır. Ancak bilginin
kaynağında bu farklılık ortadan kalkar. Ve mutlak birlik ortaya çıkar. Bu durum İbn Arabi’nin
bilgi görüşünde önemli bir konudur. Birlik-çokluk sorunu kaynak ve tarzdan çıkan tecelli ile
irtibatlıdır. Birlik kaynağı ve tanrıdan çıkan tecelli ile; çokluk ise, yeteneklerden kaynaklanır.
Yetenekler tek olan tecelliyi kendilerine göre değiştirir. Mazharın /yeteneğin tecellide etkin
olması ve onu çoğaltması İbn Arabi’nin teolojisinde kaçınılmaz bir durumdur. Hikmet
şeylerin hakikatlerini bulundukları hale göre bilmek demektir. Şeylerin bulundukları hal,
eşyanın kökenine ve gerçek konusuna göndereme yapar. Eşya ise köken olarak tanrının
bilgisinde bulunur. Hikmet eşyayı tanrının bilgisindeki haliyle bilmek demektir. Gerçek
bilgiye böyle ulaşılabilir. Davud’u Kayseri, hikmet denilip marifet ya da bilgi denilmeyişine
dikkat çer. Bunun sebebi olarak hikmet kelimesinin marifet ve bilginin yanı sıra eylemi de
içerecek şekilde daha genel bir anlamda kullanıyor oluşunu göstermiştir. Hikmet eşyayı
bulunduğu hale göre, bilmek demek olduğu kadar bu bilginin gerektirdiği davranışın yerine
getirmek anlamına da gelir. Peygamberlerin hakikatlerine ve kalplerine indirilmiş olan
hikmet, onların aynı anda hem bilgiye sahip olmalarına hem de bu bilgiyle davranmalarını
gerektirir.295
İnsan ve Varolma Şuuru
İbn Arabi insanın varlık âleminde varoluş bağlamını onun merkezi bir yeri olduğundan
hareketle izah eder. İnsanın varlık âleminde merkezi yeri, aktif bir rol ve sorumlulukla
bağıntılandırılır. Bu sorumluluk durumunu ifade eden temel kavram hilafet kavramıdır. Ancak
hilafet kavramından önce insanın insan olma keyfiyetini değerlendirerek onu dünyaya gelen
belli bir türün üyesi olmaktan çok insanın varlığına yüklenen potansiyel yetilerin bilfiil/aktif
hale gelmesi ve şuura sahip olmasıyla takyid eder. Bunun yanında insan için şuur durumuna
ilaveten eylemlerinde sahih ve ahlaki bağlamı, “Allah’ın ahlakı ile ahlaklanınız” işaretine
göre disipline edebilmeyi temel kriter olarak görür. İbn Arabi varoluş şuurunu hayatın temel
perspektifi kılan ve insanı bu bakış içinde varoluş sorumluluğu içinde değerlendiren
yaklaşımını, insanı kâmil kavramıyla ifade eder. İnsanı kâmil modelinde değerlendirdiği
insana hilafet görevini yakıştırıp insan ve varolma problemini ele alır. İnsanı kâmilin hilafet
unvanı onun sadece tekil bir varlık olmasıyla değil, insanın ahlaki bir varlık olarak insanlığını
gerçekleştirdiği ilişkiler ve muamelat bağlamında sınandığı ortam olan sosyal çevreyle
293
Bkz., M. Rasim Efendi, A.g.e., s. 1184.
Sevim, A.g.e., 125; Ayrıca bkz., Fütuhatı Mekkiyye, çev. Ekrem Demirli, Litera Yayıncılık, İstanbul, 2006,
C.I, s.5.
295
Bkz. İbn Arabi, Fusûsu’l Hikem, “Giriş”, çev. Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2008, 23.
294
mukayyeddir. İnsanın sosyal çevreyle olan gerçekliğinde kendini gerçekleştirdiği eylemlerinin
sıhhati meselesini de göz önüne alarak kendini sınadığı cemiyet faktörünü insanı kâmilin
teşekkülünde önemli bir diğer kavram olarak öne çıkarır. Bu yüzden İbn Arabi, insanı
kâmilin hilafet unvanına cemiyet niteliğinde dolayı sahip olduğunu açıkça ifade etmiştir.
Hilafete layık olmak, ancak yaratılıştaki bu surete bağlıdır.
Hem Hakk hem de halk âleminin bir nüshası ve her iki âlemin de bir özeti olan insan bu sureti
sayesinde hilafete tasarruf yetkisine ve insaniyet ismine nail olmuştur. Bu nitelik onun âlem
ilişkisi ve âlem üzerindeki tasarrufu yanında tanrı-âlem ve hak-halk ilişkisini de
açıklamaktadır. İbn Arabi bu durumu insanı âlemin gözbebeği olarak yaratmasıyla
açıklamaktadır. Dolayısıyla insanın varlık sebebiyle âlemin yaratılış sebebini birleştiren varlık
düşüncesi ortaya çıkmaktadır.
İnsanı kâmil, Allah’ı tüm şüphelerin ötesinde bilmektedir. İbn Arabi: “Gözbebeğinin bedeni”
göze nispeti neyse, Onun Allaha nispeti odur… ve Allah onunla yaratıklarını seyretmekte ve
onlara rahmet etmektedir.296
Şeyh Galibin dilinde “merdume-i dide-i âlem” şekline dönüşen bu kavrama temel oluşturan
Farsçadaki merdum kelimesi hem âdem veya insan hem de gözbebeği anlamına gelir. İnsanın
değeri, bütün ilahi yükümlülüklerin öznesi kılınması İbn Arabi’den mülhem şeyh Galib’in
dilinde veciz ifadeye dönüşmektedir. “Kulun gören gözü, işiten kulağı olma..” ifadesi Allah’ın
akıl ile muttasıf kıldığı, sorumlu tuttuğu insanın bu yükümlülüklerinin bilincinde varoluş
şuurunu elde etmesi ve bunu eyleminde söyleminde, fikrinde zikrinde faal hale getiren bir
varoluş formu yakalamasıyla alakalıdır.
Rahmet kavramı, âleme insanın varlığı sebebiyle varlık bahşedilmesi dolayısıyla insanı
kâmilin hakkı hakkıyla bilen, tek varlık olmasına bağlı olarak âlemin insan sayesinde ve insan
için yaratıldığı şeklinde açıklanmaktadır.297
İbn Arabi’nin yaratılış amacını açıklarken konuyu bilgiyle ilişkilendirmesi, insanın hem âlem
hem de kendi konumu hakkında bilim sahibi olan tek varlık olmasıyla da alakalıdır. (Liya’buduni) ifadesine “Beni ma’bud olarak tanımaları” anlamında (Li’ya’rufuni) manası
verilmesi, bu bağlamda düşünülmelidir. Arefe fiili hem bilmeyi hem de tecrübe bağlamına
çekerek idrake işaret eder. Arif kişi bilen ve bilgisiyle amel eden kişidir. Bu bağlamda kulluk
idrakle birleştirilmekte ve kulluğa daha geniş bir semantik kazandırılmaktadır. İbn Arabi
böylece insanı kâmilin şahsında bilgi ve varlığı bütünleştirmekte ve sorumlulukla
bağlamaktadır.
İbn Arabi’nin insanla ilgili bir başka nitelemesi de cila ve ayna benzetmesidir. Izutsu, insanın
bu cilasız aynanın asli cilası olarak yaratılmış oluşu noktasında cilayı bilinç olarak
yorumlamaktadır. Âlemin kendine ait bir bilinci yoktur. Bilinç olarak insan sayesinde fark
edilebilir hale gelmektedir. Bilinç-ruh arasındaki ilişki İbn Arabi’nin insanı hem cila hem de
ruh olarak tasvir edişinde ortaya çıkmaktadır.
Buna göre hilafet ancak bilinç sahibi bir varlığın görevi olabilir. Bu çerçevede bilinç hak
suretinin insandaki görünümlerinden biridir.
Dolayısıyla aynanın (beşeri şuurun) hakkı yansıtacak parlaklığa ulaşması da temizlenmesiyle
yani kişinin ehass (seçkin) seviyesine ulaşmasıyla mümkündür.298
İnsanın hilafeti çerçevesinde hakkın âlemde insan yoluyla tasarruf edilişini açıklayan en güzel
benzetme yüzük taşı(fass) benzetmesidir. Yüzük taşının padişah adına mühür olarak
kullanılmasına telmihte bulunan İbn Arabi bu benzetmeyle insanın hilafetine vurgu
yapmaktadır.
İbn Arabi bu yaklaşımıyla insanda gördüğü niteliklerle onu sadece âlemin yaratılışı sebebi
296
Bkz. İbn Arabi, Fusûsu’l Hikem, 49-50.
Afifi, Fusûsu’l–Hikem Okumaları İçin Anahtar, çev., Ekrem Demirli, İz Yayınları, İstanbul, 2011, s. 80.
298
Toshihiko Izutsu, İbn Arabi’nin Fusûs’undaki Anahtar Kavramlar, Çev. Ahmed Yüksel Özemre, Kaknüs
Yayınları 1998, s. 312
297
saymamakta bunun yanında koruyucusu destekleyicisi, konumuna da yükseltmektedir.299 İbn
Arabi, insanı âlemin ruhu olarak tarif etmektedir. Bu noktada insanın âlemin gözbebeği
olmasıyla âleme can vermesi durumları birleşmektedir.
Bu durumda insan cemiyetinden beslenen berzahiyyet yönüyle ilahi lütufların âleme aksettiği
bir ana konuma sahip olması bakımından da hilafeti hak etmektedir.
İnsanın âlemin ruhu olması, âlemin hem insanla anlam kazanmasını hem âlemde insanın
tasarruflarda bulunmasını ifade etmektedir.
Sanii’nin Sanatı ve Sıfatlarının Tecellisi
İnsan hakkın halesi içinde kendini ve bulunduğu konumu ve âlemin yönünü, sorumluluğunu
müdrik ve müdrikeyi varoluş bağlamında yani ontolojik, epistemolojik, etik, estetik bağlamda
realize eden gerçekleştiren bir varlıktır. İnsanın bu durumu ve konumu varlığa gelmesi ve
varoluşu bağlamında kendi zatıyla örtüşen bir şuur ve sorumlulukla tebellür eder. İnsan olma
bağlamındaki bu hassasiyet ve rikkat onun varlık âleminde seyrinin rotası ve İbn Arabi’nin
söylemindeki seyri gerçekleştirmesine yön verir. İnsan olma bağlamı var olan şeyin kevn-i
câmi oluşu, kuşatıcı ve toplayıcı oluşu demektir. Toparlayıcı varlıkla kastedilen bütün varlık
mertebelerini başka bir yorumla tanrının celal ve cemal sıfatlarını kendinde toplayan yegâne
varlık olan insandır. Lakin burada insanın bu konumunun farkında olması ve asıl konumunun
gereği olan kendini gerçekleştirme yönelimine girmesiyle varlıkla dostluk ve varlığın sırlarına
erişme ve birliktelik ortamında bulunma durumu ortaya çıkacaktır. 300 İnsan cihetinden bilme
ve sırra erme varlığının hakikatinin açılması, varlığın perdesinin örtüsünün açılmasının seyre
konu olmasıdır. İnsan “min haysü esma’ül hüsna” ibresine “a’yânuha” şeklinde varlıkla irtibat
ve tanışıklık kılar. İbn Arabi, “a’yân” terimini çok anlamlı kullanır. A’yân ve tekili ayn bir
şeyin kendisi, hakikati veya dış varlığı ve taayyünü gibi anlamlar kazanabilir. İbn Arabi bir
şeyin ilahi ilimdeki hakikatine a’yanı sabite der. Bunun yanında a’yan kelimesiyle bir varlığın
niteliklerini kasteder. Abdurrahman Cami, “a’yan” ve “ayn” kelimesini nitelikleri tek tek
bilmek ve zatı bilmek şeklinde yorumlar. “A’yan” varlığın ya da ayn’ın niteliklerini Tanrı’dan
insana doğru varlığın zuhurunda Tanrısal cihetten bilme ile aynı hattın karşı tarafında
(merkez-kaç hareketten) merkeze doğru harekete dönüşen bilim gibi gidişli-dönüşlü bir devre
sahip olmasına işaret eder. A’yanda olanın tecellisi olarak varlık ile Tanrı’nın
sıfatlarının/adlarının tecellisi olan (esma’ül hüsna’nın) tecelliyatını görmede yine aynı hareket
sistematiği üzerine kurulu bir yorumu ortaya çıkarır.301
Tanrının isimlerinin iki yönü vardır: birincisi, zat bakımından isimler. İkincisi ise, zata işaret
edişlerinden bağımsız olarak isimler. Bu ikinci yönüyle ilahi isimler yalnızca kendilerine özgü
bir anlam taşır. İsimlerin kendileri bakımından tek tek görmek ya ada bilmek onları zata delil
oluşları bakımından değil, kendileri bakımından bakmak demektir. Bu durumda isimler
sadece kendilerine özgü bir anlam taşır. İsimleri kendi bakımından tek tek görmek ya da
bilmek onlara zata delil oluşları bakımından değil, kendileri bakımından bakmak demektir.
Abdurrahman Cami, bu yorum üzerinden isimlerin tek tek bilindiğini söyler. Diğer bakış ise,
zatı göstermeleri bakımından isimlere bakmaktır. İsimlerin gösterdiği zat tek olduğu gibi bu
yönde isimler de birdir. İbn Arabi bu karışık durumu, Tanrı’nın ahadiyyül ayn ve küllî bir
sıfat olmasıyla açıklar.302 Bunun anlamı zatı ve kendisi bakımından tek, nitelikleri bakımından
ise, görece çok olmak demektir. İsimlerin tecellisi olan varlık alanına döndüğümüzde birlikten
çokluğa doğru tenevvü eden bir çeşitlilik ve niceliksel zenginlik görürüz.
Bu zenginlikle Hakk’da irtibatı mukavvim şuur ve tahayyül durumu motive olmuş sufi mistik
tecrübenin dilinde seyir hikâyesine dönüşür.
299
Bkz., Izutsu, a.g.e., s. 311-312
Bkz., İbn Arabi, Fusûsu’l Hikem, çev., Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2008, s. 35.
301
A.g.e., s. 36.
302
Bkz. Fusûsu’l Hikem, “Giriş”, s. 23.
300
İbn Arabi varlığın varlığını, (varoluşunu ve varlığa gelmesini) Hakkın nefesinin varlığı
yaratması biçiminde “kün feyekün” ayetinin yorumuna bağlar. Tanrısal “kün” emrini, insanın
sesinin harfe, harflerden kelimeye dönüşmesi biçiminde analoji kılar.
Hakkın Suretinde Yaratılan İnsan Konusu
Hadis külliyatıyla ilintilendirilen rivayet şeklinde serdedilir. İbn Arabi, buradan hareketle
insanın hakkın hakikatine erişmesini Hakkın “Küntü kenzen mahfiyyen” hadisiyle ifade
edilen bilinmez bir hazine idim bilinmek istedim. Lafında içerilen hazineyi keşf olarak
tahayyül eder ve yorumlar.
İbn Arabi, bu manada insanı, hazineyi keşfe çıkan, varlığının çeşitliliği tenevvüü ve
hiyerarşisi içinde varlık katmanlarını gören, bilen, konuşan marifet ve bilgiyi hikmete
dönüştüren eylemin yorumcusu olarak hikâyenin başkahramanı ilan eder. Böyle bir hikâyenin
kahramanı olan insanın nefsi ve fiili olarak varlıkla ilgili bütün idraki şuur halinden eyleme
dönüştürebilen ve dillendiren bir oluşa sahiptir. Nitekim Şeceret’ül Kevn risalesi bunun
müşahhas bir örneği olarak belirir.
İmdi, insanın sorumluluğu İbn Arabi açısından nasıl bir göreve karşılık gelmektedir? Bu
bağlamda sadece insandan beklenen, kategorik emperatif bağlamında salt insanın kendi içsel
bir muhakemesine dayalı bir ödev ve görev ahlakından bahsedebilir miyiz?
İbn Arabi ve semavi dinî gelenek içerisinde arkaplanda uyarıcı ve yol gösterici vahiy
gerçeğinin belirleyici olduğu insanın kendi mukadderatını kendi içinde koyduğu yasa ya da
kendi kendine muhakemesiyle çözümlediği dünyada bir başınalık bağlamında elbette
değerlendiremeyiz. İnsanın varlık bağlamı, terkedilmişlik, kendi başına bırakılmışlık, tarzında
değil, daima varlıkla dünya ve hayatta ve nihayetinde sonsuzluk bağlamında bir dostluk
tanışıklık ve yükümlülük bağlamında oluşur.
İbn Arabi, ilahi surete uygun bir yapıda olmayan insanın zahiren insan suretinde bulunan bir
hayvandan ibaret olduğunu söylemiştir. İnsanı bu duruma düşüren hususun hevâ olduğunu
söyler. Hevâ olmasaydı insan hakka ibadet edecekti.
İnsani hatalara genel bir bakış sayılan bütün bu hususlarda insanın aldanabileceğini
gösterecektir. Bilgisizlik kadar bilgiye götüren merak da insanın ayağını kaydırabilmektedir.
İnsan kendine verilen kudretin sona ermeyeceğini sanarak hataya düşmektedir. İrade
özgürlüğü insanın mutlak özgür olduğu yanılgısına ve irade zayıflığı da günaha
düşürebilmektedir. Nitekim hazreti âdem de hayatının sona ermemesi vaadi karşısında
aldanmıştır303. Bu yanlış bilgi sonucunda irade ve kudretini yanlış yönde kullanarak hataya
düşmüştür. Bu da insanın günah karşısında aceleciliğinin ilk örneğidir. Öte yandan kendisine
yasağı çiğnemesi halinde yorgunluk çökeceği söylendiğinden304 sonuca duyduğu merak da
onu hataya teşvik etmiş olabilir. Görüldüğü gibi, Hz. Âdem’in zatında insanın genel zaaflarını
ortaya koyarken, hareket noktası olarak, aldığı bilgi ve keşifler ayetler ve insani gerekçelerle
temellendirilebilecek niteliktedir. 305
İbn Arabi, Fütuhatta, insanı aldanışa sevk eden dört temel hususun (hayat, ilim, kudret, irade)
yine aynı yerde bahsedilen ilimlerle de irtibatlı olduğunu açıklamaktadır.306 Buna bağlı olarak
İbn Arabi, değer temeline dayalı tasavvufi terbiye açısından insanın aldanış yollarını
kapatmayı ve bu ilimler yoluyla insanı kâmil olmanın yollarını göstermeyiş hedeflemektedir.
İnsan bilgisinin bir yönü yanlış yaptığını fark edebilmesidir. Bu idrakin arkasında Rahman ve
Rahimiyet sıfatının tecellisi vardır. Bu bağlamda insan kendisine verilen yaşama, (hayat),
bilgi, merak ve öğrenme isteği (ilim) eylem ve üretme (kudret), isteme ve özgürlük (İrade)
303
Bkz.K. Kerim: A’raf 7/21; Taha, 20/120.
Bkz. K. Kerim: Tâhâ, 20/117-119.
305
Bkz. Zafer Erginli, İbn Arabi’ye Göre Hz. Âdem’de Temel İnsan Nitelikleri, Tasavvuf İlim ve Akademi
Araştırma Dergisi, Yıl. 9, Sayı.21,2008, s. 173.
306
Bkz. FM. C.2.s. 139.
304
ibaret olan bu dört temel özelliğine bağlı olarak hem özgür hem de sorumlu olan, bu
özgürlüğünü kullanırken hata yapabilen tek varlıktır.
İbn Arabi, hatanın itiraf ve dua ile telafisinin isteneceğini söylemektedir. 307 Buna bağlı olarak,
İbn Arabi, hevâdan kaynaklanan örfen ve şer’an kötülenen sıfatlardan korunmalarının gerekli
olması sebebiyle sadece insan ve cinlerin şeriatlara muhatap olduklarını ifade etmiştir. Her bir
insanda Allah’ın sıfatlarının yansımaları bulunmakla beraber, ilahi isimlerin insanı kâmil
dışında kalan insan teklerindeki denge durumları (istidad), bu yansımaları mükemmel bir
tarzda aksettirecek bir ahenk içinde değildir. Allah’ın tüm ahlaki niteliğe sahip sıfatlarını
âlemde tezahür ettirebilecek gerekli yatkınlığı (istidad) sahip olan tek varlığın insani kâmil
olduğunu düşünmektedir.308 Gerek varlıklara ve gerekse insana ait olan istidadın bir boyutu da
kendisi için iyi, güzel, temiz ve kötü/çirkin, temiz olmayan (habis) ayırt etme niteliğidir 309.
İbn Arabi bağlamında yaratılıştaki Rahmaniyet ve Rahimiyyetin bir yansıması olarak
anlaşılabilecek olan bu durum seçme hakkına sahip olan insanın hata yapma sebeplerinden
biridir. Ancak istidatların aldanışa nasıl yol açabileceğinin anlaşılması için genel zaaf
noktaları tespit edilmelidir. Bu bağlamda İbn Arabi, iblisin âdemoğullarını aldatma
konusunda dört başlıktan bahseder. Bunlar: hayat, bilgi, kudret ve iradedir.
Dâvûd-u Kayseri, insan kelimesinin iki kökten türetilebileceğinden bahseder. 1. Ünsiyet; 2.
Nisyan. Ünsiyet insanın yaratılışını, gerekliliğine ve bütün varlıkların onunla ilişkili olmasına
işaret eder. Âlemdeki bütün hakikatlerin benzerleri ve bütün hakikatleri içeren bir yaratılışa
sahiptir. İnsan zübde-i âlemdir. Küçük kozmos olan ünsiyet kavramının karşısına vahşet
kelimesini koyar. Bu iki terim benzeşmek ve zıtlaşmak anlamında kullanılır. Bu terimlerin
başka bir müradifi ise, ülfet (alışmak, kaynaşmak) ile münaferet (birbirini itme,
uzaklaştırmak) terimleridir. Bu değerlendirmeler birbirine yakın ve benzer şeylerin
uzlaşacağı, zıt şeylerin birbirini iten şeylerin ise, benzeşmediğidir. İnsan bütün varlıkların
kendisiyle yakınlaşıp, kaynaştığı varlıktır. Zira her varlık, kendisinden bir parçayı veya
hakikatini insanda bulur.
İnsan mümkün varlıkların hakikatleri anlamındaki isim ve sıfatların tümünün kendisinde
toplandığı tek varlıktır.310 İbn Arabi, insanın hakikati bağlamında insan konusunu varlıkla
bağdaştırıp bir açıklama sunar. Buna göre insan cemiyet ve berzahiyyet ve hilafet
kavramlarının semantiği ve delaletiyle açıklanır. 311
Âdem’in bu üç özelliğinden cemiyet kavramıyla ifade edilen yönü, hakkın bütün isim ve
sıfatlarının toplanması kastedilir. Berzahiyyet kavramı, insanın kendini fark ettiği bir varlık ve
bilgi imkânı olarak âlemdeki merkezciliğini ifade eder. Hilafet kavramı ise insanın
yeryüzünde ahlaki kurallara göre tasarruf etme yetisini anlatır. Cemiyet kavramıyla insan,
ilahi surette tasvir ve tarif edilir. İnsan bu yönüyle bütün varlıkların akıl ve ruh sahibi
olmasının üstünde bir yeti ve değere sahiptir.312
Cem kavramı, insani kuvvetlerin bir araya geldiği, en yüksek mertebedir. Bu sebeple insan
bütün ilahi sıfatların kendisinde toplandığı tek varlıktır. Varlığın mertebeleri açısından, insanı
kâmil seviyesi, zat alanından ibaret ilk mertebe olanla taayyün mertebesi dışındaki diğer
bütün mertebeleri içinde toplar. Bu yüzden ilk insan olan Âdem’in Fusûs’taki sıfatı ilahidir.
Bu ilahilik sıfatı “Allah, Âdemi kendi suretiyle yarattı” hadisinin bir açıklamasıdır. “Mümin
Müminin aynasıdır” hadisi bu meseleyle irtibatlı olarak, değerlendirilir. Mümin kelimesi ilahi
isimlerden biridir. Bu sebeple bu hadis “Allah mümine mümin de Allah’a aynadır” şeklinde
307
Bkz.FM. C.2. s. 138-140
W.C. Chittick, Varolmanın Boyutları, çev., Turan Koç, İnsan Yayınları, İstanbul, 2016, s.203.
309
Fusûs’ul –Hikem, 221-222.
310
Fusûsu’l Hikem, s. 37.
311
Bkz. Fütûhatı Mekkiyye (FM), Âdem Fassı.
312
FM. C.1. s. 198, 344, 348.
308
bir anlamlandırmada bulunulmuştur.313
Allah ile kulun birbirine ayna olması birinci işin kendinden başka ilah olmadığı,
peygamberleri destekleme rızık, ahiret, sevap vb konularda güvence verme anlamına
gelmekte; ikincisi içinse onun ilahlığını kabul etme peygamberlerin ona güvenmesi,
ümmetlerin peygamberlere destek olması, rızık ve ahiret sevabı gibi konularda onun vaadine
güvenme vb anlamlara gelmektedir. Böylece Allah ta etkin olan hususlar kulda edilgin; kulda
etkin olanlar ise, aksi cihetle, Allah’ta edilgin durumdadır.314
İbn Arabi’nin Allah’ın âdemi, kendi suretinde yaratmasını Allah’ın insanları vücuda ait
vasıflara sahip olarak yarattığı şeklinde anladığını belirtmektedir. Bu yüzden insan doğası,
vücudu tam olarak görünür kılma niteliğine sahiptir. Lakin vücudu görünür kılmak, vücudun
aynı olmak değildir. Çünkü Vücûd sadece Allaha aittir.315
Bütün bu açıklamalar insanın tanrılaştırılması için değil, cemiyet kavramını açıklaması
içindir. İlahın ilah olması ancak kendine ibadet edecek varlığın var olmasını gerektirir. Bu
varlık da cemiyet niteliğine sahip olan Hz. Âdem’dir.316 Bu meselenin şöyle bir arkaplanı
vardır. İnsanın yeryüzünde tasarruf edebilmesinin varlık şartı yanında bilgi ve değer
boyutlarındaki şartı da insanla Allah arasında ortak bir zeminin varlığı gerektirmektedir. Buna
bağlı olarak insanın ilahi suretle yaratılması bu zemini sağlamaktadır. Bu sebeple İbn Arabi
için, insanın ilahi olması, ilahi emirleri anlaması ve uygulaması için bir zorunluluktur.317
Varlık ve Seyir: İttihadü’l Kevni
Şeceretül Kevni Risalesi İbn Arabi’yle netleşen vahdet ve hakikati Muhammedîye
merkezli dili kullanan metin olarak karşımıza çıkmaktadır. İbn Arabi anlatımında varlık,
ağaç üzerinden sembolik bir üslupla anlatılır. Ağaç sembolizmine dayanan anlatımların bir
diğeri, İttihad’ül Kevnî fî Hazreti’l Eşhâdi’l-Aynî adlı risalesinde İbn Arabi, küllî bir ağacı
konuşturur. Özdeşlikle nitelenen külli ağacın doğrudan muhatabına hitabında, köklerinin
derinde dallarının oldukça yüksek olduğunu ve kendisini Ebed bahçesine Bir’in (el-Ahad)
Eli diktiğini anlatır. Dallarıyla yapraklarının arasında Karga ve Anka kuşunun bulunduğu,
Kartal ve Güvercinin tünediği imgesel bir ağacı muhatabıyla konuşturur. Bu ağacın
dallarındaki kuş türleri sembolik anlamlar yüklenen figürlerdir. Güvercin ve Kartal Âdem
ve Havva ya da erkek ve kadının yüklendikleri ve temsil ettikleri estetik, etik ve ontolojik
kuvvetleri iş’ari bir dille anlatır. Bu iki kuşun şahsında varlığa gelme süreci ve bu esnada
oluşan keyfiyet anlatılır.318 Ağaç, hilkatin onto- teolojik vetiresine, cennetteki varlık
durumuna işaret eder. Risalenin imgesel figürleri olan kuşlar buradaki hilkat süreci
içerisinde birlikteliği sağlayan ünsiyet ve sevgi temelinde sosyalleşme ve birlikteliği
sağlarlar. Hilkatin ekseninde sevgi, aşk önemli bir unsur olarak bağdaştırıcı görev
yüklenir. İbn Arabi’nin bu yaklaşımı varlığın özü ve esasının sevgi üzerine kurulu olduğu
felsefi tezi hatırlatır. Bu tezde varlığı oluşturan anasırı erbaa, aşk vasıtasıyla bir araya gelir,
varlığı oluşturan sentezi sağlar. Bu anlatımda kevni oluş anlatılırken, fiziki varlığa geliş
sembolik anlatıma konu kılınır. Aynı risalenin diğer bölümünde “Kral Kartal’ın
Konuşması” başlığında Kartal’ın Güvercine hitaben varlığa geliş beyan bedii, sanat diliyle
313
FM. C. 1, s. 161,318.
W. C. Chittick, a.g.e, s . 309-314.
315
Bkz. Zafer Erginli, a.g.m. s. 165-166.; bkz., W. C. Chittick, Hayal Alemleri, çev. Mehmet Demirkaya,
Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2016, s. 81.
316
Mustafa Kara-İsmail Kara, İbn Arabi’de Varlık Düşüncesi, İnsan Yayınları, İstanbul, 1992, s. 204.
317
Chittick, Var olmanın Boyutları, s. 53-55.
318
Bkz. İbn Arabi, İttihadü’l Kevnî Risalesi, çev. Mahmut Kanık, İnsan Yayınları, İstanbul, 1992, 96-100.
314
anlatılır. Sanat ve estetik keyfiyetin hâkim olduğu varlığa geliş sürecini akıl ve çıkarıma
dayalı ifadelerin yetersizliği ve bu süreci ifadedeki acizliği, yetersizliği yine sembolik dille
eleştirilir: “İlahi örtü altına gizlenmiş olan kâinatın (el-Kevn) ilmiyim ben; akılcılardan
(el-ukala) bazıları beni ele geçirmek için birlik oldular aleyhimde bana iftira ettiler”.319 İbn
Arabi bu anlatımıyla evren ve varlığın oluşunu açıklayan rasyonel çıkarımların meselenin
aslına vakıf olmayan yakıştırma ve tahmine dayalı çıkarımlarda bulunduklarını, rasyonel
açıklamaların doğru tespit ve teşhisten uzak olduğuna işaret etmektedir. Mesela bu metnin
devamında… “Onlar ‘kıdem’le^’ ‘kadim’i birbirine karıştırdılar. Benim hakkımda kıdem
hükmünü verdiler; benim varoluşumun adem’den, yokluktan olmadığı hükmüne
vardılar”320 ifadesiyle, Aristo’nun varlığa gelişi ve varlığın mebde’ini ilk muharrike
dayandırırken yokluğu kabul etmeyen, varlığı sadece varlık durumundan türeten
çözümlemesini eleştirmektedir. Aynı risale Anka kuşunun dilinden yaratılışın li-vücûdî,
(kendisi için) varlık formunu ele alıp değerlendirmektedir. Anka kendi dilinden “Ben
varolmuş varlığı (ayn) olmayanım” ifadesiyle li-vücûdî varlık sınıfına dâhil bir varoluşa
sahip olduğunu anlatmaktadır.321
İtthad’ül-Kevnî Risalesinin son bölümünde “Kara Karga’nın Konuşması” başlığında,
varlığın hakikatinin salt akıl vasıtasıyla açıklanamaz bir mahiyette olduğundan bahsedilir.
Akılla meseleyi izah eden ve fenomen alemin üstündeki ideaları eleştiren ve
küçümseyenlerin kendi kavramsallaştırmalarının da yetersizlikle suçladıkları fikrin
akıbetine düçar oldukları anlatılır. İbn Arabi, burada varlığın hakikatini anlatırken
Karga’nın dilinden hikâyenin konusunun Heyakilin Nur meselinde anlatılan varlığın
zuhuru ve gerçekliğine atıfta bulunur ve Şihabeddin Sühreverdi’nin işraki felsefesinin
açılımını olumlar. “Ben nurlar heykeliyim. Sırlar hazinesinin hamiliyim. Nitelik ve
nicelik mahalliyim… Resimler benimle zuhur eder. Cisimler âlemi benden oluşur. Ben
şekillerin aslıyım. Misaller, örnekler, semboller benim suretimin mertebelerine göre
verilir. … Akıl sahibi varlıklar sadece bana dayanırlar, bana güvenirler”.322 İbn Arabi, bu
bölümde Platoncu ontolojinin ana kavramları olan ideaların hakikatinden bahsetmektedir.
Varlığın teşekkülünde ideaların işlevini vurgulamakta ve bunların salim akılla idrak
edileceğini, aklı doğru kullanamayan kimi akılcıların yanılgıya düştüklerini
anlatmaktadır: “Sağlam akıllı olduklarını iddia eden, bununla birlikte verdikleri
hükümlerde çoğu kez yanılgıya düşen kimileri, çok kaba ifadelerle, çirkin kelimelerle beni
alaya aldılar ve güzel övgüleri benden esirgediler. …Alaya aldıkları şeye çabucak kendileri
maruz kaldılar”.323 İbn Arabi, bu bölümde Şihabeddin Sühreverdi’nin Yeni Eflatunculuğu
İslam inancına göre düzelten yaklaşımını onaylamaktadır. Sühreverdi’nin mükaşefe
yöntemi İbn Arabi’nin de felsefesinde temele aldığı yöntemdir.324
Şeceret’ül Kevn ve Varlığı Seyir
Şeceret’ül Kevn Risalesinin müellifi, yüksek bir edebi estetikle aktardıklarının ve
319
Bkz. Bkz. İbn Arabi, İttihadü’l Kevnî Risalesi, s. 106.
A.g.e., s. 107.
321
Bkz., a.g.e., s. 108.
322
Bkz. S.g.e., s. 110.
323
Bkz. A.g.e., s. 111-112.
324
Bkz. Yusuf Ziya Yörükan, Ş. Sühreverdi ve Nur Heykelleri, Haz. A. Kamil Cihan, İnsan Yayınları, 1998,
s.58.
320
çoğunlukla Kur’an’ın işaretlerinden kaynaklanan bir muhayyileye dayalı anlatımlarının
birer misal olduğunu söyler. Mana ile suretin, görünüş ile anlamın, varlık ile hakikattin
bağı ve bunların üstünde insanın bunları idrak noktasında böylesi bir misalin kifayet
edeceğini belirtir. Bu sebeple bütün varlık durumlarını mertebelerine göre kısımlandırıp
çekirdek ile ağaç arasındaki ilişki üzerinden anlatır. Buna göre ağacın yüksek dalları
manaya, aşağıya eğik olanı surete, kabuğu mülk âlemine, özü ve taşıdığı incelikleri
melekût âlemine, ağacın hayatını ve sürekliliğini sağlayan su ceberut âlemine, ağacı
çevreleyen sınırlar gök cisimlerine ve tüm kâinata, ağacın yaprakları göğün tabakalarına
işaret eder. Arş bu ağacın bir hazinesi, melekler arşta ikamet eden ve ağacın işleriyle
ilgilenen hizmetçi gibidir. Ağacın dalları birbirinden farklı meyveleri çeşit çeşittir. Çünkü
ilahi isimler zuhur itibariyle birbirinden farklı, o isimlerin tecellilerine mazhar olanlar
çeşit çeşittir. Bu ağaçta var olan ve olacak her şey bir kitapta yazılıdır. Cennet ve
cehennem ağacın meyvelerini koymak için hazırlanmış iki ambara benzer. Ağacın baharı
ve çiçeklenmesi dünya, meyve vermesi ahirettir. Çünkü bu ağaç ilahi kudretle muhit ve
ilahi irade ile varlığını sürdürmektedir. Yine de dallar ve meyveler ne denli çeşitli olsalar
da kök birdir. Başlangıcı bir olanın sonu da bir olacaktır. Bu da “kün” emridir.325
Müellif, Şeceretü’l Kevn’de tasavvuf doktrininde önemli tema olan hakikati
Muhammedîyeyi edebi estetikle işlemektedir. Ağacın bu meyvesi, beşer kisvesiyle varlıkta
ortaya çıkan ve beşer kisvesi altında gizli olan sırları hakkıyla bilip idrak eden bir
hakikattir. Şeceretü’l Kevn müellifi bütün güzellik ve iyiliklerde Muhammedi bir pay
görür. Her suret ona Muhammedi bir tezahürü hatırlatır.326
Bu kısa özetten anlaşılacağı üzere eser, felsefi kurgudan çok mitolojik bir anlatı
kıvamındadır. Bunun yanında tasavvufun doktriner kabullerine atıflarda bulunur. Eser ilk
belirdiği çekirdekten ulaştığı meyveye kadar başlangıcı ve sonucuyla, ayrılması ve
bütünleşmesiyle varlık hakkındadır. Bu yüzden “kün” emriyle başlar ve miraç ile
tamamlanır. Eserde ontoloji ve epistemolojinin girift konularının yanında ilahiyat ve
tasavvufun anlamaya çalıştığı temel kabuller büyük bir içtenlikle doğrudan
kullanılmaktadır. Eserin işlenişinde müellif tartışmaz sadece anlatır. Açıklamalar
yapmayıp sadece adres göstermektedir. Şeceretü’l Kevn sistematik bir anlatımdan çok
çağrışımlara dayalı söylemi tercih eder görünmektedir. Bu eserde merkezi tema, ağaç
motifi üzerinden varlığın mükemmelliğini dile getirmedir. Bu üslup oldukça yaygın ve
kadim bir anlatımın örneğidir. Bu bağlamda kendini devamlı yenileyen canlılık, hayatın
aynı zamanda ölümsüzlük ve varlık ifade etmesi, insan bilincinin hakikatle girdiği ilişkide
ağaçlara ayrı bir sembolik değer atfetmesine yol açmıştır. Ağaç imgesiyle, doğrultusu,
güzelliği, üretkenliği, sürekliliği, bir kökten başlayıp çevresini dönüştürmesi, kendini
yenilemesi, meyvesinin çekirdeği içinde barındırması gibi biçimsel özellikleri ağaca
hayatın ve kâinatın sembolü olma niteliğini kazandırmıştır. Dünyada bütün kültür
havzalarının manevi hafızasında ağaç, hayat ve hakikatle ilişkilendirilmiştir. Bu kadim
toplumlar tabiata bakarken, onu kendinden bir veri değil, bir semavi aksın akisi olarak
görmektedirler. Kâinattaki her türlü faaliyeti, hep bir semavi asla bağlı olarak
325
Bkz., İbn Arabi, Varlık Ağacı, Şeceretü’l Kevn, Tercüme, Hüseyin Şemsi Ergüneş, Haz. Ercan Alkan vd.
İnsan Yayınları, 2013, s.31.
326
Bkz. A.g.e., s. 33.
algılamaktaydılar.327
O halde ağacın kökü, ilahi ilmi, gövdesi varlığın zuhurunu, meyveler ise, güzelliği ve
mükemmelliği, ifade etmektedir. Ağacın kökü, ilahi ilimdeki hakikatin sembolik bir
ifadesi sayılır. Bu durum her başlangıç ve her öz için geçerlidir. Benzer bir anlatımla
Mevlana kişinin sırrını ağaç köküne benzetir. Aynı şekilde insan bir köke benzer, ondan
doğan güzellikler ilahi âleme yükselirler.328 Felek üzerinde ilahi ahde vefa göstermeyi
anlatan ağaçların meyveleri vardır, kökü insan-ı kâmilde sabit, dalları ise semaya
uzanmıştır.329
Kelime-i Tayyibe’nin güzel bir ağaca benzetildiği ayetten hareketle, (İbrahim14/42) bir
kavram olarak algılanan kelime, Kur’an’daki mahiyetinden ötürü bütün bir varlığın,
peygamberlerin, derece derece iyiliği ve mükemmelliği taşıyan insanların, sâlih amellerin,
olumlu ve yapıcı tavırların bir ifadesi sayılır.
Şeceretü’l Kevne yansıyan bu tür anlatımın bir benzeri ve daha derli toplu ifadesi,
Sadreddin Konevi’nin (v. 1274) eserlerinde yer bulur. Konevi’nin anlatımında İlahi Zât bir
ağaca, dalları Zat’a ait isimlere benzetilir.330Her isim mertebesi gereği neyi gerektiriyorsa o
doğrultuda Zat’ın tesiri altına girer. Bu ulûhiyet sırrından ötürüdür dal ne kadar
taşıyabiliyorsa tesir de o kadardır. Kök, güç halinde gizli oluşlarıyla dalları ve yaprakları
içinde barındırır. Ancak fiil halinde ortaya çıkmasıyla kendinde nisbi çoğunluk
belirginleşir. Zuhur da böyledir. Zat kendindeki isim ve sıfatlardan olan nisbi çokluğu,
kademe kademe ortaya çıkarır. Kendini tekrar etmeyen bu ortaya çıkışta hep bir şeyler
belirginleşirler. Çekirdeğe bakan birliği, dallara ve yapraklara bakan o çekirdekten ayrı
olmayan çokluğu görür. Çekirdekte ağacı, ağaçta çekirdeği görmek sadece baş gözüyle
olmaz. Yani çoklukta birliği, birlikte çokluğu görmek, başlangıçla sonun esrarengiz
bütünlüğünü sezmek ayrı bir mazhariyet sayılır. Dallar ne denli çeşitlenseler, farklı farklı
görünseler, sürekli değişseler bile her biri kökteki mananın kendini belli ettiği mecralar
olmaları sebebiyle onların tüm bu halleri bir istikameti anlatır. Varlık ta böyledir. Sınırsız
sayıda ayrılıklar, başkalaşımlar, farklı yöneliş ve oluşumlar, aslında hep Zatın yaratan
(Hâlık) ve icâd eden (Mucîd) isimlerinin tasarruflarına bağlıdır. Var olan ne varsa hepsi
Hakk’ın elindedir. O’nun tarafından kuşatılmıştır.331
Şeceretü’l Kevn’de varlığı rahmetle, hikmetle ve mükemmellikle özdeş bilen bir
muhayyile vardır ve bu muhayyile İbn Arabi’nin anlatımıyla, varlığı bir okul, bu okulun
sahibini Allah, ders verenlerini peygamberler ve veliler olarak görür. İnsan bu varlık
âleminde varlığın kevn ve özünü kavrayacak, onu müşahede ve mükaşefede bulunacak
donamımla yaratılmıştır. Ancak onun bu vasıflara haiz olması beşerden insana yükselen
bir kemal çizgisi ve seyri sayesinde mümkün olur. Şeceretü’l Kevn Risalesi, insanın
kemalini varlık bağlamında seyr serüveniyle birleştirerek hem şuur halinin uyanmasına
hem de kemâlâtının imkânına dair bir yol haritası çizmektedir.
327
Bkz. Rene Guenon, Yatay ve Dikey Boyut Sembolizmi, Çev. Lütfü Feyzi Topaçoğlu, İnsan Yayınları,
İstanbul, 2001, s. 61-68; Ayrıca bkz. Şeceretü’l Kevn, s. 35.
328
Bkz. Rene Guenon, a.g.e., s. 52-56;Ayrıca Bkz. Şeceretü’l Kevn, s. 35.
329
Bkz. Mesnevi-i Şerif Şerhi, VI, s. 526-527.
330
Bkz., Sadreddin Konevi, Fatiha Süresi Tefsiri, çev. E. Demirli, İz Yayınları İstanbul, 2002, s. 330.
331
Konevi, Esmâ-i Hüsnâ Şerhi, Çev. E. Demirli, İz Yayınları, İstanbul, 2011, s. 109.
Sonuç
İbn Arabi, Aristocu tasavvur temelli bilgi ve varlık anlayışını eşyanın, varlığın bilgisini elde
etmede baskın insan kabiliyeti olarak gören epistemolojiyi yetersiz bulur. Buna göre, varlığın
idrak ve tanımında tasavvurdan yola çıkan yaklaşım varlığın tanımını teorik bağlamda ele
almakta ve bu tanıma karşılık gelen varlık bizatihi hakikatini insana hissettirememektedir.
Oysa insanın yaşadığı dünya varlık ortamıdır ve varlığı hissederek varlıkla aktif bir bütünlük
içinde yaşamaktadır. Tasavvuratı merkeze alan yaklaşım kavramları ve semantiği belli
formlar olarak görür ve formel düşünceye yol veren bir çözümleme sunar. Bu yaklaşıma
felsefe tarihi boyunca itirazlar eksik olmamıştır. Epikürcü, Stoacı yaklaşımda Aquinas’ın
çözümlemesinde, bu itirazları görürüz. Benzer biçimde çağdaş düşünce bağlamında yine
Sokratesçi felsefeye itirazların en yüksek tonda olanı Nietzsche ve ardılları tarafından
gerçekleştirilmiştir.
İbn Arabi’nin hakikat anlayışında tasavvuratı önceleyen tahayyül gücünün daha etkili olduğu
görülmektedir. Onun epistemolojisinde tahayyül gücü daha etkin bir rol üstlenmektedir.
Tahayyül gücü insanın varlığı, bütün dolayımlarıyla, tınıları ve katmanlarıyla idrakinde daha
elverişli kavrama sağlar. Tahayyül gücü varlığın bütünlüğünü elde etme imkânı ve varlığı
aktif formda temaşayı mümkün kılar.
Tasavvurat ve buna dayalı kavramsallaştırmaya bağlı kavrayış, nedensellik ilkesine dayalı,
akıl yürütme esasına bağlı temellendirmeyi öne çıkarır. Bu çıkarım biçiminde ontolojik
bütünlüğü estetik, etik yönden görme imkânı azalır. Bu bilgi varlığın bir bölümünü
nedensellik ilişkisi içinde ele alırken, tahayyüle dayalı bilgi, doğanın bütününü Tanrı’yla ilişki
içinde kavrar. Sonsuz töze nedensel olarak bağımlı bir büyük sistem şeklinde görülür.
Tahayyül gücü tasavvurdan farklı olarak betimlemede bulunan, varlığın canlı formunu
yakalayan, duyu algısına müracaat eden ama bunun üstünde sezgi gücü ve bilgisini elde eden
ontolojik bütünlük için daha elverişli bir kavramayı sağlar. Tahayyül temelinde bakış,
ontolojik bütünlüğü idrakin yanında epistemolojik, estetik ve etik kavrayışı canlı formda
sunar. Bu sebeple, İbn Arabi, tahayyüle dayalı varlık idrakini ve düşünce kurgusunu varlıkla
münasebeti ve hakikati dillendirmede daha işlevsel görür ve pratize eder. İbn Arabi’nin
anlatım gücü düşüncesindeki imgesel zenginlik bu esasa dayanmaktadır. İbn Arabi’nin bu
çalışmada esas aldığımız iki küçük hacimli eseri, onun Şihabedddin Sühreverdi’den önemli
ölçüde esinlendiğini göstermektedir bu husus yukarıda vurgulanmıştır. İbn Arabi felsefesinde
mükaşefeyi hareket noktası tayin eder. İbn Arabi, keşf konusunu hissi keşf ve hayali keşf
olarak ikiye ayırır. Bu risalelerinde İbn Arabi, hissi keşf’ten hayali keşfe ulaşma
durumunda bu risalelerdeki anlatıma, fehme ve idraka ulaşılacağını belirtir.
Kaynakça
Kur’an-ı Kerim.
Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 2002.
Chittick, W. C., Hayal Alemleri, Çev. Mehmet Demirkaya, Kaknüs Yayınları, İstanbul,
2016.
Chittick, W. C., Var olmanın Boyutları, Çev. Turan Koç, İnsan Yayınları, İstanbul, 2016.
Dâvûd el – Kayserî, Mukeddemât Fusûsu’l –Hikem’e Giriş, Tercüme, Turan Koç- Mehmet
Çetinkaya, İnsan Yayınları, İstanbul, 2011.
Ebu’l-Alâ Afifî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları için Anahtar, Türkçesi, Ekrem Demirli, İz
Yayıncılık, İstanbul, 2006. (3. baskı)
En-Nablusî, Abdulgani, Gerçek Varlık, Vahdeti’l Vücûd ’un Müdafaası, Çev. Ekrem
Demirli, İz yayıncılık, İstanbul, 2003.
Erginli, Zafer, İbn Arabi’ye Göre Hz. Âdem’de Temel İnsan Nitelikleri, Tasavvuf İlim ve
Akademi Araştırma Dergisi, Yıl. 9, Sayı.21, 2008.
Guenon, Rene, Yatay ve Dikey Boyut Sembolizmi, Çev. Lütfü Feyzi Topaçoğlu, İnsan
yayınları, İstanbul, 2001.
Izutsu, Toshihiko, İbn Arabî ‘nin Fusûs’undaki Anahtar- Kavramlar, Türkçesi, Ahmet
Yüksel Özemre, Kaknüs Yayınları, İstanbul, 1998.
İbn Arabî Geleneği ve Davûd el-Kayseri, Haz. Turan Koç, İnsan Yayınları, İstanbul, 2011.
İbn Arabî, Fenâ Risalesi (Kitabü’l Fenâ fi’l Müşahede) .Türkçesi, Mahmut Kanık, İz
Yayıncılık, İstanbul, 2016. (6. baskı)
İbn Arabî, Hakikat Yolcularına Rehber, (Tuhfetü’s-Sefere), Çev., Hüseyin Şemsi Ergüneş,
Yayına Hazırlayan: M. Nedim Tan, İz Yayıncılık, İstanbul, 2011.
İbn Arabî, Marifet Kitabı (Kitabu’l-Ma’rife) Ter. Hüseyin Şemsi Ergüneş, , Yayına Haz.
Ercan Alkan-Osman Sacid Arı, İz Yayıncılık, İstanbul, 2009.
İbn Arabî, Muhyiddin, El- Fütuhatü’l - Mekkiyye, I-II, Çev. Ekrem Demirli, Litera
Yayıncılık, İstanbul 2007. (2. Baskı)
İbn Arabî, Muhyiddin, Fusûsu’l-Hikem, Çeviri, Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınevi, İstanbul
2008. (2. baskı)
İbn Arabî, Muhyiddin, İttihâdü’l Kevnî Risalesi, (Risaletü’l İttihadi’l Kevnî), Çeviren
Mahmut Kanık, İnsan Yayınları, İstanbul, 1991.
İbn Arabî, Muhyiddin, Şeceretü’l Kevn Risalesi, Tecüme: Hüseyin Şemsi Ergüneş, Haz.
Ercan Alkan-Osman Sacid Arı- M. Nedim Tan, İz Yayıncılık, İstanbul, 2013, (3. baskı)
Kara, Mustafa -İsmail Kara, İbn Arabi’de Varlık Düşüncesi, İnsan Yayınları, İstanbul,
1992.
Konevi, Sadreddin, Esmâ-i Hüsnâ Şerhi, Çev. E. Demirli, İz Yayınları, İstanbul, 2011.
Konevi, Sadreddin, Fatiha Süresi Tefsiri, Çev. E. Demirli, İz Yayınları İstanbul, 2002.
Morris, James Winston, Yönelimler, Farabi, İbn Arabî ve Üstad Nur Ali İlahi Üzerine Yeni
Perspektifler, Çev. Ahmet Demirhan, İnsan Yayınları, İstanbul, 2006.
Seyfullah Sevim, İslam Düşüncesinde Marifet ve İbn Arabî, İnsan Yayınları, İstanbul, 1997.
Seyyid Mustafa Rasim Efendi, Tasavvuf Sözlüğü, Istılâhât-ı İnsân- ı Kâmil, Hazırlayan
İhsan Kara, İnsan Yayınları, İstanbul, 2008.
Yörükan, Yusuf Ziya, Ş. Sühreverdi ve Nur Heykelleri, Haz. A. Kamil Cihan, İnsan
Yayınları, 1998.
İBN-İ ARABÎ’NİN VAHDET-İ VÜCUT ONTOLOJİSİ İLE HEİDEGGER’İN
FENOMENOLOJİK ONTOLOJİSİ: YAPISAL VE METODOLOJİK
BENZERLİKLER
Doç. Dr. Mustafa Said Kurşunoğlu
Özet: İbn-i Arabî Vahdet-i Vücut anlayışı ile Doğu düşüncesi ve İslam-Tasavvuf Felsefesi alanlarında
çağını aşarak evrensel dünyaya açılabilmiş bir sufi düşünürdür. Öte yandan Heidegger Dasein ontolojisi ile
modern düşüncenin ve varoluşçu felsefenin önde gelen bir temsilcisidir. Aralarındaki tarihsel zaman aralığına
rağmen her iki düşünürün varlık sorununu ele alışlarında metodolojik ve yapısal olarak önemli benzerlikler
mevcuttur. Heidegger varlık kavramının bilindik bir şey gibi kullanılmasına itiraz etmekte felsefenin asıl
görevinin varlığı ontolojik olarak anlamak olduğunu savunmaktadır. Onun yeni ontolojisi varlığı bir kavram
olarak varolandan ayırmak yerine, varolandan varlığa geçen fenomenolojik bir konumda tanımlar. İbn-i
Arabî’nin Varlığın Birliği, tekliği öğretisi ise yaşadığımız hayatın bölünmüş gerçekliğini bize sorgulatırken,
varlıkla özdeşleştirdiği inanç alanında mutlak varlıkla varolanların eş ilişkisini temellendirir. O varlık ile varolan
arasındaki ayrılmaz bağı sürekli vurgulayarak, tecelli ve zuhur kavramları ile fenomenolojik gerçekliğe
dikkatleri çekmektedir. Heidegger varlığın var olma durumu ile Dasein adını verdiği insan arasında özsel bir
ilişki kurmakta, insanı zamansallık ve dünyevilik içinde varlığın kendisinden yine kendisine yönelik bir ifadesi
olarak değerlendirmektedir. İbn-i Arabî ise insanı, mutlak varlığın farklı zaman ölçeklerinde ilahi isimler olarak
tecellisinden kaynaklanan tikel yansıma durumlarının bütünsel olarak açığa çıktığı bir varlık tanığı ve ölçüsü
olarak değerlendirmekte böylece varlık ve insan arasındaki ilişkinin yanı sıra etik ile ontoloji arasında da sağlam
bir ilişki kurmaktadır. Öte yandan Heidegger tüm varolanları ve özellikle de bir varlık ölçüsü ve sabit birimi
olarak insanı Varlığın söylenmiş bir kelimesi, bir logos ve ifadesi olarak ele almaktadır. İbn-i Arabî ise kelime,
söz, kelam gibi hermeneutik kavramlarla varolanların ilahi isimler tarafından ortaya çıkarılmalarını ve ifade
edilmelerini belirtmektedir. Onun aynı anda ayrışan ve yine de bütün kalan tek varlık anlayışı, insan-ı kâmil’de
bütünüyle ifadesini bulan ve bu yolda insan olmanın anlamını yeniden düşünmeyi de gerektiren hermeneutik bir
varlık anlayışını temellendirmektedir. Böylece İbn-i Arabî mutlak varlıktan tecelli eden ve her olgusal durumda
yine mutlak varlığın kendisine yönelik olan bu varlık anlayışı ile imanın ontolojik derinliğini ortaya
koymaktadır. Heidegger’in ontolojisi doğumla ölüm arasındaki varlık anlayışına yönelikken, İbn-i Arabî’nin sufi
ontolojisi ise zamanlar ötesi bir aşkınlığa sahip olması ile dikkatleri çekmektedir. Her iki ontolojide söz konusu
olan benzerlikler mutlak ile sınırlı olan ya da dünyevi ile uhrevi olan arasındaki tamamlayıcı ilişkide
temellendirilebilir gözükmektedir.
Heidegger's Phenomenological Ontology and Ibn-i Arabî's Wahdat al Wucûd
Ontology: Structural and Methodological Similarities and Differences
Abstract:Ibn-i Arabî as a Sufi thinker who has been able to open up to the universal world in his fields
of Eastern thought and Islamic-Sufism philosophy with his understanding of Wahdat-al Wujud. On the other
hand, Heidegger is a leading representative of modern thought and existential philosophy with Dasein ontology.
Despite the historical time interval between them, both thinkers have methodological and structural similarities
in their handling of the problem of existence. Heidegger argues that the main task of philosophy is to understand
the existence as ontologically. and he object to the using of the being as a known something. His new ontology
describes of the being as a phenomenological position which that passes from existence to the being rather than
separating the being from existence. And he based the concept of being on a co-relationship between the
existence and the absolute being in the field of faith. He draws attention to the phenomenological reality with the
concepts of manifestation and occurrence and constantly emphasize the inseparable bond between being and the
existing. Heidegger establishes an essential relationship between existence of being and the human existence
(Dasein), and he considers man as an expression of the temporalitiy and worldliness of being. On the other hand,
Ibn-i-Arabî evaluates human being as a witness and measure of the existence of the absolute being in different
Ondokuz Mayıs Üniversitesi, Fen-Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü,
[email protected]
time scales as specific reflections arising from the manifestation of divine names. Heidegger treats all existing
ones, and in particular, human being as a measure and a fixed unit of existence as a word, logos and expression
of a Being. Ibn Arabî, on the other hand, finds it appropriate to express the existing that revealed by divine
names with hermeneutical concepts of word (kalam). Ibn-i Arabî reveals depth of the faith as a ontology which is
manifested from the absolute existence, and in every fact it is again directed towards the absolute being itself.
The ontology of Heidegger is directed at the understanding of existence between birth and death, while the sufi
ontology of Ibn Arabî draws attention with its transcendence.
Giriş: Varlık felsefesinin tarihsel arka planı ve modern insanın
varoluş sorunu
İnsan; yaşam tecrübesinin farklı zaman dilimlerinde karşılaştığı, birbirinden farklı olay
ve olgularla doğum ve ölüm çizgisi arasındaki varoluşunun anlamını sorgulamaya ve kendini
keşfetmeye odaklanır. Böylece o, en tümel kavram olarak zihninde oluşan ‘Varlık’
kavramının izinde içinde bulunduğu dünyaya ve evrene soyutlayıcı bir tavır ile yönelerek
Varlığın ve “insan olmanın” anlamını sorgular. O bu sorgulamayı yaparken temel aldığı
kültürel, sosyal, dini, bilimsel, ideolojik zeminler doğrultusunda “ontolojik bir paradigma”
geliştirerek bu paradigma çerçevesinde kendi öznel ve toplumsal varlığının anlamını ve dünya
içindeki yerini belirlemektedir.
Bu noktada Felsefe de her şeyden önce en genel ve temel Varlık idrakinin
rasyonaliteye dayalı biçimlerde tespit ve ifade edilmesi olarak kendisini göstermektedir.
Platon ile filozofun epistemolojik düzeyi ile birleştirilerek alabildiğine aşkınlaştırılan ve
Aristoteles tarafından ilk felsefe (Prote Philosophia) olarak adlandırılan Varlık Felsefesi,
Varlığı Varlık olarak ele alan en üst ve evrensel bir felsefi disiplin olmakla birlikte, akromatik
bir nitelik kazanarak, popülist anlamda sözel ifadesi olmayan yalnızca akademide seçkin
öğrencilerin anlayabildiği gizil bir öğreti konumuna bürünmüştür.332
Özne ve nesnenin keskin ve sürekli ayrımından kaynaklanan kopuşun gizemi Varlığın
ne özne ne de nesne olarak tanımlanmasını geçerli kılmış, bu kopuşu kapsamına alan kuşatıcı
varlığın görünüş alanına çıkarılması ile gerçeklik bulunmaya çalışılmıştır. Kuşatıcı varlıktan
çıkan ve özne olarak insana ulaşan Varlık artık gelişigüzel ve açık seçik bir konu değildir.333
Ortaçağın dini ikliminde varlığın aşkınlığı nihai olarak Tanrı ile özdeşleştirilmiş ve bu aşkın
varlığa yaklaşma şifreler ve simgelerle ortaya konan nesnelerin diliyle gerçekleştirilmeye
çalışılmış, böylece oluşturulan Metafizik aracılığı ile aşkın olanın kuşatıcı varlığını tanınmış
ve bu kuşatıcı varlığı tanıtan metafizik de artık kapalıyazıyla (şifre) ile bilinir olmuştur.334
Antik Yunan düşüncesinin büyük temsilcisi Platon (MÖ 427-347) için duyuların ve
aklın (idelerin) dünyası olmak üzere iki ayrı dünya vardır. Duyuların dünyası idelerin
yansımasında değişkenliğin hâkim olduğu varlıkların dünyası ve de bizim gerçeklik açısından
bir sanı olarak yaşadığımız dünyadır. Aklın dünyası ise idelerin veya sabit özlerin dünyası
olup her şeyin ya da Varlığın saf hâlde, mükemmel ve bütünsel şekliyle Varlığın kendisinin
olduğu dünyadır. Platon için; görünür dünyada varolan pek çok şeyin görünmeyen fakat
kavranabilen ideaları, değişmez tek bir varlığı bulunur.335 Platon insanın idealar dünyası
karşısındaki konumunu mağara benzetmesi ile açıklamaktadır. Buna göre ışığa açılan büyük
bir girişi olan mağarada çocukluğundan beri zincire vurulmuş hâlde yaşayan insanların
görebildikleri yalnızca mağara duvarına yansıyan gölgeler ve duyabildikleri de geçenlerin
yankılanan konuşmaları olacaktır. Bundan dolayı; bu insanlar, gölgelerin ve yankılanan
332
Aristoteles, Metafizik, Ahmet Arslan (Çev.), Sosyal Yayınları, İstanbul, 1996, s. 29, (1020-a).
Akromatik için bkz., Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul, 1999, s. 33.
333
Karl Jaspers, Felsefe Nedir? İ. Zeki Eyuboğlu (Çev.), Say Yayınları, İstanbul, 1986, s. 60.
334
Karl Jaspers, Felsefe Nedir? s. 62, 64.
335
Platon, Devlet, Nurten Tunç (Çev.), Oda Yayınları, İstanbul, 2011, (507-b,c).
konuşmaların varlığını gerçek nesneler olarak algılayacaklardır. 336 Tıpkı mağaradaki
insanların durumu gibi içinde yaşadığımız dünya ve dünyadaki insan da idealar dünyası
karşısında gölge durumuna düşmektedir. Platon’un idealar dünyası anlayışı felsefe tarihinde
özellikle Ortaçağ Felsefesi’nde (Patristik) oldukça etkili olmuş ve bu dünyanın aldatıcı (birey
olarak) insanın ise eksik olduğu inancını doğurmuştur.
Aziz Augustinus (354-430) ise kelâm denilen ilahi zekâyı (logos) ele alır. Kelâm
Augustinus için bütün varlıkların ve bilgimizin kaynağıdır. Dünya Tanrı’nın sonsuzluğu ile
bizim küçüklüğümüz arasındaki bir köprüdür.337 Bu bakış açısı ile Augustinus; “İnsan iki
dünya arasındaki ufukta barınır: aşağı tarafı ile varlıkların dünyasındadır, yüksek tarafı ile
özlerin dünyasına yükselmektedir.”338 diyerek bu dünya ile özlerin bulunduğu dünya arasında
insanı konumlandırırken, ona aşkın olan özlerin dünyasına ulaşabilme imkânı tanımaktadır.
Antik felsefe ve skolâstik ortaçağda insan kutsal veya ilahi olan ile bağ kurabiliyor
iken sanayi devrimi ile artan bilim ve teknik alanındaki gelişmelerin ortaya koyduğu somut
sonuçlar karşısında insanlık rehber olarak deneysel bilginin önderliğine güvenmiş,
aydınlanma dönemi ile de pozitivist doğacı bakış açısı yüceltilmiştir. Kutsal olanın merkezde
yer aldığı eski dünyaya karşın bu yeni dönem insan bireyselliğini, irade ve aklını merkeze
yerleştirecektir.
Modern çağın insan ve Varlık anlayışını uzunca bir müddet belirleyen madde ve ruh
tözüne dayalı Descartes’ın (1596-1650) düalist felsefesi ise felsefenin epistemolojik
zemininin özne ve nesne arasında keskinleşen bir ayrım temeline oturmasına sebep olmuştur.
Descartes’in şüpheyi varoluşu temellendirme de mediatif bir metot olarak kullanması onun
ifadeleri ile bir kısım insanların tüm âlemlere hükmü geçen güçlü bir tanrı anlayışını inkâra ve
bu tür şeyleri belirsizlik ile tanımlamalarına neden olmuştur.339 Varoluşun kesinliğinin
düşünen özneye (cogito) indirgenmesi340 gittikçe güçlenen bir öznelliğe sahip modern insanın
dünya ile olan antik bağını kopararak, onun dünya algısını nesnelliğe indirgemiş böylece
insan ait olduğu dünyadan yalıtılmış bir özne konumuna getirilmiştir.
Nitekim Materyalizmi benimsemiş, 18. yüzyıl Fransız Aydınlanması düşünürlerinden
La Mettrie (1709-1751) de buradan yola çıkarak; ayrı bir töz olarak ruhu ya da maddeyi
hareket ettiren, var eden bir Tanrı’nın varlığını kabul etmemektedir. La Mettrie deney ve aklı
birleştirerek ulaştığı sonuçta tüm evrende değişik şekillerde biçimlendirilmiş tek bir tözün
varlığını kabul ederken insanın da sadece bir makine olduğunu belirtir.341 Görüldüğü gibi
materyalist anlayış insanın aşkın yönünü yok sayarak onu sadece bir beden varlığına
indirgemektedir.
İnsanlığın; maddesel olana yönelmiş tek boyutlu bir epistemolojik temel ile dünyaya
dair algılarını oluşturuyor olması ve sadece duyulur olan ile yola çıkması sonucu genele
yayılan yabancılaşma, mutsuzluk, çaresizlik, kaybolmuşluk gibi duyguların varlık kavramına
eşlik etmeye başladığını görebiliriz. Friedrich Nietzsche’nin (1844-1900) felsefesi durumun
geldiği son noktada insanlığın içinde bulunduğu çaresizliği, yalnızlığı, bunalımı ve
sağduyudan uzaklaşmasını aktarmakta önemli bir örnek olarak görülebilir. Nietzsche “Sen
bundan öte bir şeysin! Sen daha büyüksün! Senin farklı bir kökenin var!” diyen her türlü
metafiziği bütünüyle reddetmiştir.342 Esenyel’in belirttiği gibi: “Nietzsche ile birlikte, dini ve
felsefi her türlü biçilmiş “değer”den hayat adına arındırılan insanoğlu, tam bu noktada
336
Platon, Devlet, (514-b,c., 515-b).
Ahmet Cevizci, Ortaçağ Felsefesi Tarihi, Asa Kitabevi, İstanbul, 2001, s. 28-29.
338
Ahmet Cevizci, Ortaçağ Felsefesi Tarihi, s. 29.
339
Rene, Descartes, Meditations On First Philosophy, trs., Ian Johnston, Richer Resourcher Puplications,
Virginia, 2013, s. 20.
340
Rene Descartes, Meditations On First Philosophy, s.25.
341
Julian Ofray De La Mettrie, İnsan Bir Makine, Ehra Bayramoğlu (Çev.), Havass Yayınları, İstanbul 1980, s.
77.
342
Friedrich Nietzsche, İyinin ve Kötünün Ötesinde, Enver Günsal (çev.), Tutku Yayınevi, Ankara, 2016, s. 181.
337
Heidegger’in de dile getireceği gibi kendisini dünyaya fırlatılmış bulmaktadır. Bundan böyle
yaşamı, dünyayı ve Varlığı anlamak için kendisinden başka bir “referansa” sahip olmayan
kişinin, yabancısı olduğu bu dünyayı kendi “evi” haline getirmek için hiçbir harici dayanağı
kalmamıştır.”343 Özellikle Sartre’nin (1905-1980) Bulantı (La Neusee) adlı romanıyla
varoluşu bir tür psikoz olarak olumsuzlaması bu derin değişimi göstermesi bakımından
önemlidir.344 İnsanın doğa ve ilahi olan ile bağın kopmasının sonucu sosyo-kültürel, politik,
ekonomik, psikolojik ve çevre kaynaklı pek çok sorun modern yaşamın içeriğine gittikçe daha
fazla bir biçimde yerleştiğini söyleyebiliriz.
Heidegger’in Varlıktan yola çıkarak Varlığa dönerken her türlü dolayımlılığı ret eden
yeni ontolojisi yukarıda sıraladığımız sorunlar çerçevesinde ne ifade etmektedir? Varlık ve
Varolan ilişkisini fenomenolojik bir hermeneutik bağlamda yapılandırmak bu sorunlara
çözümleyici bir temel sağlayabilir mi? Öte yandan epistemolojik olarak modern tavırdan
tamamen farklı ve tarihsel olarak önceki bir zeminde, Muhyiddin İbn-i Arabî (1165-1240)
tarafından sistematikleştirilen tasavvuf felsefesi; Varlığın hakikati, Varlık ve insan ilişkisi
hakkında oldukça yoğun çözümlemeler ve temellendirmeler içermektedir. O hâlde bu tarihsel
arka plan çerçevesinde çalışmamızda cevaplarını arayacağımız sorularımızı şu şekilde
sıralayabiliriz: Özel koşullara sahip keşfi bilgiye dayalı tasavvuf metafiziği ile nasıl bir Varlık
ve insan anlayışına ulaşabiliriz? Bunun yanında bu tür bir Varlık ve insan anlayışı bahsi geçen
modern insanın sorunları karşısında ne derece başarılı olabilecektir? Tasavvuf metafiziğine
dayalı bir deyim yerinde ise mistik keşf ontolojisi ile Heidegger’in fenomenolojik ontolojisi
ele aldığımız sorunlar bağlamında birbirlerinin alternatifleri, karşıtları ya da tamamlayıcıları
olarak değerlendirilebilir mi? İnsan ve Varlık arasındaki ilişkiyi bu iki sistemden hangisi daha
açıklayıcı ve aydınlatıcı olarak ele almaktadır?
1- İbn-i Arabî’nin Tasavvuf Ontolojisinde Varlık Anlayışı
Muhyiddin İbn-i Arabî, eserlerinden de anlaşılacağı üzere, tasavvuf felsefesinin
omurgasını oluşturan Vahdet-i Vücut ekolünün sistematik bir biçimde kuramsallaştırılmasına
zemin sağlayan başarısı ve keşfe dayalı kendi yaşantısal tecrübesinin epistemik sonuçlarını
aktarma açısından diğer mutasavvıflardan ileri seviyede olan bir sûfî düşünürdür. İbn-i
Arabî’nin bir sûfî olarak ortaya koyduğu varlık anlayışı gerek üslup gerekse ifade metodu
olarak oldukça etkileyici, filozoflarla kıyaslandığında ise kapsamlı ve farklıdır. Onun varlık
anlayışı aynı zamanda epistemolojik, metafiziksel ya da ontolojik olmak üzere Varlığın her
alanına dair açıklamalar içermekle birlikte, bunların da ötesine geçerek yaşantısal tecrübeye
dayalı keşf bilgisini de içeren çok yönlü bir düşüncedir.
İbn-i Arabî’nin varlık anlayışının kavranması için Fütûhât-ı Mekkiyye’de belirtmiş
olduğu bazı temel koşulların öncelikli olarak açıklanması onun varlık anlayışına dair olan
fikirlerinin anlaşılmasını ve doğru yorumlanmasını kolaylaştıracaktır. Bundan dolayı
öncelikle belirtmemiz gereken İbn-i Arabî’nin düşüncesinde; Allah’ın varlığını ele alırken
şahitlik kavramı üzerinden epistemolojik bir süreç oluşturmuş olduğudur. Bu epistemolojik
tanıklık sistemi ilahi varlığa olan imandan, bu imanın diğer inananlar tarafından birbirlerinin
imanlarına yönelik tanıklıklarına uzanan bir soyağacı içeriğine sahiptir.345 İlahi Varlığın
bilgisi onun işlerine, kudretine olan tanıklığa bağlı olduğu gibi, inananların birbirlerine olan
343
Adnan Esenyel, Varlığa Ilişkin Otantik Bir Yorumun Olanağı Olarak Ölüm, Özne, 16, 2012, s. 41.
“Hiç kuşku yok, bir şeyler oldu bana. Ve olanlar, hani o alışılagelmiş kesinlikle, açıklıkla değil, hastalık
biçiminde oldu. Sinsi sinsi, yavaş yavaş yerleşti; biraz saçma, biraz rahatsız bir insan gibi duymaya başladım
kendimi, hepsi bu kadar işte. Bir kez gelip yerleşince de bir daha kımıldamadı, kalakaldı öylece, ve ben, hiç bir
şeyim yok sandım, yanıldığımı sandım. Oysa şimdi, işte bak, varlığını duyurmaya başladı.” Jean, Paul Sartre,
Bulantı, Eroğan Alkan (Çev.), Oda Yayınları, 1995, s. 9.
345
İbn-i Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye 1, Ekrem Demirli (Çev.), Litera Yayıncılık, İstanbul, 2015,
s. 89-90.
344
tanıklıkları da ilahi Varlığın bilgisine olan farklı derecelerdeki yakınlıklarını görmek
üzerinedir. Dolayısıyla imanın öncelikle öznenin yaşantısal tecrübesine dayalı epistemolojik
bir tanıklık şeklinde yapılandırıldığı görülmektedir. Fenomenolojik bağlamda eş zamanlılığa
dayalı bu tanıklık, tanık olanla tanık olunan arasındaki yaşantıya dayalı gerçek bir ilişkinin
sınırlarını belirlemektedir. Nitekim İslam’a girişin ilk şartı olan şehadet kelimesi de bu
tanıklığın iman kavramı çerçevesinde İslam dini açısından merkezi bir konumda olduğunu
göstermektedir. Böylece Allah’ın varlığına yönelik bilgi iman eden ile iman edilen arasındaki
eş zamanlı yaşantısal ilişkiye göre oluşan iman fenomeninde belirlenmektedir.
Bu nedenle olsa gerek İbn-i Arabî’nin ilahi Varlık konusuna öncelikle şehadet
kavramı ile girdiği düşünülebilir: “Zayıf, yoksul, her an ve saniyede Allah’a muhtaç, bu
kitabın yazarı olan kul, sizi kendisine şahit tutar. Bu kitabın yazarı, Allah’ı, meleklerini ve
müminlerden yanında hazır bulunan ve onu duyanları şahit tuttuktan sonra sizi de söz ve
inanç olarak şunları kabul ettiğine şahit tutar:”346 Böylece Allah’ın varlık ve tekliğinin şahitlik
üzerinden ilanı ve bu şahitliğe tanık olanın bu tanıklığa şahit olanlara bunu aktararak devam
ettirmesi vurgulanmaktadır. Bu tanıklık ulûhiyet açısından, tecrübeyi yaşayanlar tarafından
nakledilen bir bilgi içerdiği gibi, Allah’ın varlığını da gerek bu duruma tanıklıkta gerekse de
kendi öznel tecrübelerinde yaşayan şahitlerin varoluşlarında tecrübe ederek duyumsadıkları
bir ontolojik olgusallıkta temellendirmektedir.
1-a Varlığı Anlamada Bir Metot Olarak Keşf Yöntemi
İbn-i Arabî’nin ontolojisinin temelinin tasavvufî bilgi ile elde edildiğini söylememiz
yerinde olur. Tasavvufî bilgiyi elde etmek için kullanılan metodoloji tüm sufilerde ortak
olarak karşılaştığımız gibi keşfi bilgiye dayanmaktadır. Keşfi bilgiyi elde etmek için ise
rasyonalistler (akılcılar), empiristler (deneyciler) ya da entüisyonistlerden (sezgiciler) farklı
bir metot uygulanır. Uygulanan bu metot öncelikle insanın yaşam tarzını düzenlemesi ile
başlamaktadır. İnsan; nefs terbiyesi, ahlaki bir yaşam sürdürmek, dünyadan uzaklaşmak,
yalnızlığa çekilmek gibi şartları yerine getirerek ruhani bir arınmaya ulaşmalıdır: “Fakr, zühd,
kılık kıyafet, arlılık, halktan uzaklık, yalnızlık, ruh eğitimi, nefsi arzularla savaşma, hâl,
makam, zikir, tövbe gibi ahlaki yöntemler hep ruh olgunluğuna erişmeyi amaçlamış sufinin
takip edeceği prensipleri belirlemektedir.”347 Her ne kadar bu arınma diğer mistik düşünceleri
hatırlatsa da tasavvuf, temelini İslamiyet’in tavsiye ettiği namaz, oruç, zikir, tövbe, sadaka
gibi insanın ruhani yönünü destekleyen ibadetlerden ve özellikle de ahlaki prensiplere sıkı bir
şekilde uymaktan almaktadır. Bu ibadetler ve davranış biçimleri aynı zamanda tasavvufu;
Konfüçyüsçülük, Taoculuk, Brahmacılık gibi diğer mistik felsefelerden ayırmaktadır.
İbn-i Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye’de tasavvufu şöyle ifade etmektedir: “Tasavvuf ile
nitelenmenin şartı, hikmet sahibi olmaktır. Böyle olmazsa, tasavvufun bu kalpte bir payı ve
nasibi yoktur. Çünkü tasavvuf bütünüyle hikmettir, çünkü tasavvuf, ahlâktır. Bu ahlâk, tam bir
mârifete, üstün bir akla, huzur (gaflette olmamak) ve kendisi hakkında sağlam bir temkine
muhtaçtır. Öyle ki nefsanî gayeler, insanda hükümran olmaz.”348 Böylece dünyaya ve nefsine
bağlılığından kurtulan sufi; fenomenleri bir varolan olarak kesret içinde algılamaz, tüm
fenomenlerin ardındaki gizil olan birliği kendi içinde algılamaya başlar ve kendi içsel
yönelişlerinde bilinmeye çalışılan Mutlak Varlık ile bağ kurabilir, O’nu hissedip duyabilir.349
1-b Varlık- Varolan Düzleminde Vahdet-İ Vücud, Aşkınlık ve Yokluk
Vahdet-i Vücûd İbn-i Arabî’nin ontolojisinde Varlığın birliği anlamında kullanılır. Bu
346
İbn-i Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye 1, s. 89-90.
Şahin Filiz, İslâm Felsefesinde Mistik Bilginin Yeri, Say Yayınları, İstanbul, 2014, s. 186.
348
İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye 8, s. 22.
349
Ş. Filiz, İslâm Felsefesinde Mistik Bilginin Yeri, s. 188.
347
terim iki kelimeden oluşur: Birinci kelime olan vahdet birlik anlamında ve ikinci kelime olan
vücûd ise bulmak, bilmek ve varlık anlamlarına gelmektedir.350 Vücûd kelimesinin Türkçe
karşılığı Varlık’tır. Fakat bu kelime mevcûd, kevn, kevniyyet, zât, îcâd, a’yân ve bunun gibi
anlamları da karşılıyor olmasından dolayı Türkçeye olduğu gibi çevrilmiştir. Nitekim Vücûd
kelimesi Türkçe anatomik beden anlamına geldiğinden dolayı tasavvuf ve felsefeyle
ilgilenenlerin işini zorlaştırmaktadır.351 Bu nedenle Vücûd kelimesini Varlık anlamında
düşünmemiz İbn-i Arabî’nin Vahdet-i Vücûd öğretisini anlamamızda kolaylık sağlayacaktır.
Vahdet-i Vücûd ile İbn-i Arabî, tüm varolanların her ne kadar farklılıklar içerse de
varoluşunun kaynağının sadece Allah olduğunu belirtir. Varlık kaynağı bakımından birdir ve
birbiriyle bağlantılı bir bütünlüktür. Ancak İbn-i Arabî’nin düşüncesinde kavramsal bir
nesnelleştirme tavrının yerine sürekli olgusal bir zeminin altının çizildiği görülmektedir. Bu
nedenle vücûd ya da Varlık kavramları onun felsefesinde yaşantıdan ayrı bir anlam
içermemektedir denilebilir. Bundan dolayı İzutsu; İbn-i Arabî’nin vücûd kavramını hayat ile
özdeşleştirmekte ve vücudun (Varlık) sadece eşyanın kavramsal anlamda mevcut olduğu
anlamına gelmediğini, varlığın her şeyden önce Hakk’ın dinamik (vechi) yönüyle, fiil olarak
kendisi olduğunu söyler.352
Vahdet-i Vücûd düşüncesinin özle ilgili kısmında ise İbn-i Arabî’nin; “Varlık birdir
ve o da Hakk’ın varlığıdır” 353 yaklaşımı devreye girmektedir. O özü itibariyle Varlığın
birliğini açıklarken zât, ulûhiyet ayrımı üzerine vurgu yapar. Zât kavramı İbn-i Arabî’de
Mutlak Varlığın bilinemez olan kendine has yönünü vurgularken 354 ulûhiyet ise tüm bu tanık
olduğumuz izafi varlığın (varolanların) kaynağı olan isimlerdir. O, bu konuya Fütûhât-ı
Mekkiyye’de yer vermiştir: “Allah’ın dışındaki her şeyi var etmeye yönelen şey, hükümleri,
nispetleri ve izafetleriyle Ulûhiyet’tir. Bunlar kendi eserlerini talep eden (isimlerdir).”355 Buna
göre ikincil varlık olan mümkünlerin her durumdaki yoksunlukları birincil ve asıl Varlık olan
Allah’tan kaynaklanan bir ilişkidir. O hâlde içkinlik ve aşkınlık kavramlarının birlikteliği esas
olmaktadır. Allah’ın varlığı ile varlığını ondan alan âlem arasındaki ilişkiyi İbn-i Arabî
Füsûsu’l Hikem’de şöyle açıklar: “Sonradan varolan (hâdis) kendisinden ortaya çıktığı
Varlığa dayandığına göre, zâtından kaynaklanan zorunluluğun dışında isim ve nitelik gibi
kendisine ait her şeyde O’nun suretine göre olmalıdır. Zâttan kaynaklanan zorunluluk ise
sonradan olanda bulunamaz.”356 Sonradan olan mümkün varlıkların zâttan kaynaklanan bir
varlıkları olmadığı için var olmaları zorunlu olanın varlığına bağlıdır. Buna göre âlemler
içinde yer alan varolanların her biri Mutlak Varlığın bir yansıması, bir suretidir. Aralarındaki
en büyük fark ise Zorunlu Varlığın zâtından kaynaklanan özelliğin mümkün olanda
bulunmamasıdır. Bundan dolayı Zorunlu Varlık ile mümkün arasında bir benzerlik kurarak
zorunlu olanın bilgisine ve tanımına ulaşmak olanaksızdır çünkü mümkün varlığın taşıdığı
özellikler Mutlak ve Zorunlu için geçerli değildir.357 Fusûsu’l Hikem’de ise “Mümkünlerin
hakikatleri [tıpkı aydınlık olmayan cisimler gibi] aydınlık değildir. Bunun nedeni onların yok
olmasıdır. [Allah’ın bilgisinde] sabit olma özelliğiyle nitelenseler bile yine [dışta] var olma
[özelliği] ile nitelenmiş değillerdir; çünkü varlık ışıktır.”358 diye belirtmektedir. Buna göre
350
Ekrem Demirli, İbnü’l Arabî Metafiziği, Sufi Kitap, İstanbul, 2013, s. 107.
Mahmud Erol Kılıç, Şeyhi Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş, Sufi Kitap, İstanbul, 2009, s. 88-89.
352
Toshihiko İzutsu, İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, Ahmed Yüksel Özemre (çev.), Kaknüs
Yayınları, İstanbul, 2005, s. 201.
353
Ekrem Demirli, İbnü’l Arabî Metafiziği, s. 111.
354
Rıza Şah Kazımî, Şankara, İbn Arabî Ve Meister Eckhart’a Göre Aşkına Giden Yollar, Tahir Uluç (çev.),
İnsan Yayınları, İstanbul, 2012, s. 136.
355
İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye 1, s. 106.
356
İbn-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem, Ekrem Demirli (Çev.), Kabalcı Yayıncılık, İstanbul, 2013. s. 29.
357
İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye 1, s. 105.
358
İbn-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 106.
351
İbn-i Arabî’nin Varlık anlayışı yalnızca âlemden aşkın bir mutlak gerçeklik görüşünü
içermemekle birlikte, âlemde içkin olan bir ulûhiyet tecellisi ile de sınırlı olmamaktadır.
Mutlak Varlığın aşkınlık ve içkinlik boyutlarıyla birlikte ele alınışında hayat kavramı
fonksiyonel bir konumdadır. Hayat olgusunun her şeyde bulunması ve her duruma nüfuz
etmesi yaklaşımı ilahi varoluşla âlemin birlikteliğine uygun bir zemin oluşturur. 359
İbn-i Arabî düşüncesini Vahdet-i Vücud anlayışı çerçevesinde değerlendirdiğimizde
mutlak ve tek gerçek varlık olarak sadece Allah’ın varlığını kabul ettiğini ve ondan ayrı ya da
önce veya sonra var olmuş bir varolan olarak âlemi ya da herhangi başka bir varoluşu kabul
etmediğini görmekteyiz.360 Bu anlayış çerçevesinde mutlak varlık olan Allah’ın varlığına
karşıt ya da ondan ayrı onun dışında mutlak bir yokluk anlayışını da kabul etmemektedir.
Nitekim İbn-i Arabî nispetler âleminin yaratılmasını bir yoktan var etme (icat) olmadığını
onun sadece bir belirleme yaratması olduğunu söyler.361 Aynı zamanda Hak, zâtı bilinemeyen
özü gereği varolan ve Mutlak Varlık ile nitelenendir.362 Âlem ve Hak arasındaki ilişkiyi ise
şöyle açıklar: “O hâlde geriye sadece yokluktan (var) olmayan sırf-halis varlık ile mevcudun
kendi yokluğundan olan varlık kalmıştır, birincisi Hakk’ın varlığı, ikincisi ise âlemin
varlığıdır.”
İbn-i Arabî anlayışında yokluk üç çeşittir: Mutlak yokluk, zorunlu yokluk ve izafi
yokluktur. Mutlak yokluk imkânsızdır. Böyle bir yokluğu insanın düşünmesi mümkün
değildir. Zorunlu yokluk ise Allah’ın varlıkta bir ortağının olmasının imkânsızlığıdır. İzafi
yokluk ise mümkün olanın varlığı olmasının yanı sıra onun hakkında bizim
düşünebileceğimiz yokluğudur.363 “Her şeyden evvel bilinmesi lazımdır ki İbn-i Arabî’ye
göre varlıkların vücuda getirilişi yukarıda izah ettiğimiz bu mutlak yokluktan (adem-i mutlak)
[ex nihilo] halk edilmeyle değil izafî yokluktan (adem-i izâfî) izâfî varlığa (vücûd-ı izâfî)
geçişledir.”364 Yazıcı’nın da belirttiği gibi İbn-i Arabî’nin düşüncesinde mutlak bir yokluktan
varlığa gelmek ya da varlıktan mutlak bir yok oluşa geçmek söz konusu olamaz ve varolan
sadece varlığın her an sürekli olarak bir hâlden başka bir hâle geçiyor olma durumudur.365
İbn-i Arabî Varlık ile varolan arasında kurduğu bu Mutlak Varlık ve izafi yokluk
ilişkisini ve âlem ile Mutlak Varlık olan Allah arasındaki bağı farklı yönleriyle ortaya koymak
için âlemin “üçlü bir yapı”ya sahip oluşu ile temellendirilmektedir. Bu üçlü yapı; var eden ile
var edilen arasında müşterek olan zât, irade ve sözdür. Mutlak zâtlık ile görece zâtlık
(ben/sen), irade eden ile irade edilen, söyleyen ile söylenilen birbirinin aynı olmaksızın birbiri
ile beraberdir, ayrı değildir.366 Buna göre İbn-i Arabî bu üçlü yapının aslında tekliğe
dayandığını belirtmektedir: “Bilinmelidir ki [yaratma işi anlamında] iş gerçekte tekliğe
[ferdiyet] dayandığı gibi üçleme de ona aittir.”367 Allah’ın var ettiği şeyler, ondan ayrı bir
yokluk ya da farklı bir potansiyel gerçeklik zemininde bulunmamaktadır. Şeyler zât, irade ve
söz olarak Allah’ın ezeliliğinde mevcuttur. “Bu [üçlü] irade, söz ve zâttır. Zât, onun dilemesi
–ki dilemek, zâtın bir şeyin oluşumunu belirlemeye yöneliş nispetidir- ve o şeye yönelmesi
esnasındaki ‘ol’ [kün] sözü olmasaydı, [var edilmek istenilen] söz konusu şey var olmazdı.”368
Zâtının yine zâtından dilemesiyle aslı kendinden olan o şeye iradesi yönelir ve ol sözü ile de
359
İzutsu, İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar Kavramlar, s. 201-202.
İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye 1, s. 381.
361
İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye 1, s. 243.
362
İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye 1, s. 336.
363
Ekrem Demirli, İbnü’l Arabî Metafiziği, s. 90.
364
M. Erol Kılıç, Şeyhi Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş, s. 257.
365
Yüksel Yazıcı, İlahi Hakikat Şeyh’ül Ekber Muhyiddin İbnu’l Arabî, Enki Yayınları, İstanbul, 2012, s. 99.
366
İbn-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 94-95.
367
İbn-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 123.
368
İbn-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 123.
360
olması istenen varlık bulur.
İbn-i Arabî kelâm ve kelime kavramının Allah’ın nitelikleri olduğunu ve kelime (kavl)
madum (a’yan-ı sabitede bulunanlar) tarafından duyulurken kelâmın ise varolan tarafından
duyulan olduğunu söyler.369 Buna göre kelimeler yok olanın duyması ile tanımlanan mutlaklık
doğasına ait iken kelâm ise bu kelimelerin özel istidatlara göre duyulan emrin suret vererek
bir araya getirmiş olduğu öbeklerdir. Bu öbekler kendi varoluş koşullarına tabi ve aittirler.
İbn-i Arabî’nin ontolojik linguistik diyebileceğimiz bu kelime ve kelâm ayrımını
örnekleyecek olursak, konuşma öncesinde bir dile ait hemen tüm kelimeler madum
konumundadırlar. Ancak konuşmaya yöneldiğimiz anda ilk önce bu kelimeler varlık bulur,
sonrasında ise bu kelimelerden olguya uygun anlamlı cümleler kurulur. Kelime aşamasında
açığa çıkan şey madum’un duyması ile ifade edilen müşterek varlıktır. Kelâm aşamasında söz
konusu olan ise bu müşterek varlıkta var edenin emri gereğince form olarak açığa çıkan
bilgidir.370 Ancak bu bilgi de müşterek varlıktan ibarettir. “Allah’ın kelâmı, O’nun bilgisi,
bilgisi ise zâtıdır. Kelâmının O’ndan başkası olması mümkün değildir.”371 Buna göre söz,
yokluktan varlığa dönüşümü gerçekleştiren ilahi emir iken kelâm sözün yokluktan varlığa
getirdiklerini bilen bilgi olarak nitelenmiştir. Varlığa gelen kelimeler aynı zamanda Allah’ın
bilgisinin bir ortaya çıkışı olarak düşünülebilir. Dolayısıyla; İbn-i Arabî’nin düşüncesinde;
bütün bu âlemin, Allah’ın sözü ve kelâmının zâtı tarafından irade edilerek Rahman’ın nefesi
ile varolanlara yani kelimelere dönüşümü ile duyulabilir algılanabilir ve bilinebilir hâle
gelerek ortaya çıkmış olduğunu görmekteyiz.
Zâtın iradesi sonucu yokluk hâlinden ol sözü ile varlığa dönüşüm her an
yenilenmektedir ve âlemde her an başka bir hâlden başka bir hâle geçiş mevcuttur. Böylece
her şey sürekli olarak başkalaşır ve değişir. İbn-i Arabî’nin; “Hamd eşyayı bir yokluktan ve
yokluğun yokluğundan var edip eşyanın varlığını kelimelerinin teveccühüne dayandıran
Allah’a mahsustur.”372 açıklaması bu manada önem taşımaktadır. Varoluşun ilahi tecelli ya da
rahmanın nefesi ile madum’a yönelmesi yani ayn-ı sabite’de bulunanlara yönelmesi ile ilahi
ilimde bulunanlar vücûd (varlık) kazanarak bizim algıladığımız âlemde görünür hâle
gelmektedirler. Ardından onlar silinmekte yerini başka bir tecelli ile yeni bir oluşa
bırakmaktadır. Bunun anlamı da yokluğun yokluğu olmaktadır. İlk yokluk yok olmakta ve
yerini ikinci bir yokluğa bırakmaktadır böylece bu yokluktan da yeni bir varoluş meydana
gelmektedir.373 Bu durumun yukarıda da bahsettiğimiz gibi var edilenin var edenin ilahi emre
(ol emrine) bağlanması ile süreklilik hâlinde devam ederek varlık görünür, algılanır hâle
gelmektedir. Aynı zamanda bu değişim başkalaşmayı ve her an yenilenmeyi de beraberinde
getirir.
1-c İbn-i Arabî Ontolojisinde İnsan Anlayışı
İbn-i Arabî’nin düşüncesi her ne kadar son derece geniş ölçekli bir perspektife sahip
olsa da bu perspektifin merkezindeki nokta tamamen insan varlığının neliğini ve anlamını
açıklamak üzerine kuruludur. İbn-i Arabî’nin ontolojisinde insanı anlatırken genellikle İnsan-ı
Kâmil olan insanı merkeze almaktadır. İnsan-ı Kâmil; “Sözlerinde, fiillerinde ve ahlakında
mükemmelliğe ulaşmış, bunun neticesinde mükemmel marifeti elde etmiş kimse demektir.”374
İbn-i Arabî, insanın var olmasının amacını ilahi iradenin kendisine yönelmesi ve
kendisinde bulunan nitelikleri zuhur ettirmek istemesi bağlamında temellendirir. “Hak, sayısız
369
İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye 8, s. 387.
İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye 8, s. 387.
371
İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye 8, s. 388.
372
İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye 1, s. 15.
373
İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye 1, s. 15.
374
Tahir Uluç, İbn Arabî’de Sembolizm, İnsan Yayınları, İstanbul, 2011, s. 132-133.
370
güzel isimleri bakımından emrin tümünü içeren ‘kuşatıcı bir varlıkta’ isimlerini tek tek
görmek ve o varlık vasıtasıyla kendi sırrının kendisine görünmesini diledi.”375 İnsan varlığı
her şeyden önce kuşatıcılık sıfatıyla nitelenmektedir. Bununla birlikte İbn-i Arabî insanın
varlık konumunda kalbin özel bir yeri olduğunu belirtir. Kuşatıcı insan ve ayıran halife olarak
bu varlık kalp adlı çok özel bir rahmet tecellisinin de taşıyıcısıdır. Ayrıldığı asla dönmeyen
ilahi rahmet insan kalbinde yerleşmiş ve genişlik olarak yaratılmışlardan öte kendisinde
Allah’ı sığdırabilecek bir duruma ulaşmıştır. Aslında insana verilen önem ve değer kendini
işte bu noktada her şeyden aşkın bir biçimde göstermektedir: “Allah, kendisinden daha geniş
olma özelliğini de ona tahsis etti. Çünkü O’nun rahmeti, kendisini sığdıramaz ve rahmetine
dönmez. Kendisinde etkisi bulunan yeri, yaratıklardır. Kalp Allah’ı sığdırabilmiştir. Bu
nedenle kalp (dolayısıyla insan) Allah’ın rahmetinden daha geniş olmuştur.”376 Görüldüğü
gibi ilahi rahmet kendi kaynaklandığı asla sığamamış ve taşmış, bir daha da aslına
dönmeksizin yöneldiği varlığa ait olmuştur. İlahi isimlerin kaynağı olarak rahmetin bu
isimlerle birlikte insanın kuşatıcılığında tekrar açığa çıkması, kalp olarak kendisini göstermesi
söz konusudur. İnsan kalbi bu rahmet konumu ile Allah’tan istemekte ve Allah onun isteğine
bütün yüceliğine rağmen aracısız tabi olmaktadır.377 Ayrıca İbn-i Arabî’nin, insan varlığının
Hak suretine göre var edilmiş olmasından dolayı insana büyük değer verdiğini de
söyleyebiliriz. İbn-i Arabî’nin düşüncesinde merkezde olan insan varlığı aynı zamanda
varlıklarının aslı gereği kötü de olamazlar. Ancak onlardan ortaya çıkan davranışlar kötü
olabilir.378 Bu bakış açısı ile İbn-i Arabî, insanın zâtı ve davranışları arasındaki farkı ortaya
koymakta, davranışlarının kötülüğünden dolayı da onun özünün kötü olmadığını vurgulayarak
varolan her bir insana değer verirken davranışların değişebilmesinden ötürü de her insana bir
şans vermektedir. Demirli, İbn-i Arabî’nin düşüncesindeki insanı şöyle tanımlamaktadır:
“Öyleyse insanın tarifi, ‘düşünen canlı’ değil, İbn-i Arabî’ye göre ‘ilâhî surete göre yaratılmış
varlık’ olmalıdır.”379 Âlem zaten düşünen akıllı bilgi sahibi bir yapıdır.380 İnsanı farklı kılan
unsur bu durumdan farklı olmalıdır.
İnsan kavramı Allah’ın halifesi olması bakımından İbn-i Arabî’nin düşüncesinde
âlemin yaratılış gayesini açıklayan ve de âlemin varlığının sürekliliği için var olması gereken
oldukça önemli bir unsurdur.381 İnsan aynı zamanda ilahi surete göre yaratılmış olduğundan
dolayı ilahi Varlığı anlamada anahtar bir kavramdır. İbn-i Arabî’nin Fusûsu’l Hikem’de yer
alan “Bilmelisin ki, Allah ruh, beden ve nefs bakımından tam olan insanı kendi suretinde
yarattı.”382 ifadesi bu durumu gözler önüne sermektedir.
İlahi surete göre yaratılmış olan insan aynı zamanda dünya içinde bir varoluştur.
Dünya hayatını İbn-i Arabî şöyle tanımlar: “Biz yaratılmış mümkünler olarak varlıklarımızın
ortaya çıktığı andan itibaren belli bir süreye kadar belli mekânları doldurduğumuz için – ki
biz de âlemin suretlerindeniz- doldurduğumuz ve imar ettiğimiz yeri ‘dünya hayatı’ diye
isimlendirdik. Başka bir ifadeyle varlıklarımızın ilk varoluş vaktinde doldurduğumuz ‘yakın
yer ve diyar’ diye isimlendirdik.”383 Buna göre; dünya, insan varoluşunun ilk olarak varlık
sahasında zuhur ettiği ‘yakın yer ve diyar’ olarak adlandırılırken önemli olan bir diğer nokta
ise dünya hayatının bir imar etme süreci olarak tanımlanmış olmasıdır. Bu noktada dünya
hayatı insan için öylesine anlamsız bir varoluş dilimi olmaktan çıkmakta ve imar etme
375
İbn-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 25.
İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye 5, s. 176.
377
İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye 5, s. 176.
378
İbn-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 183.
379
Ekrem Demirli, İbn-i Arabî Metafiziği, s. 158
380
İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye 1, s. 340.
381
İbn-i Arabî, Fusûsu’l Hikem, s. 26.
382
İbn-i Arabî, Fusûsu’l Hikem, s. 182.
383
İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye 14, s. 157.
376
sürecini içeren yeni bir anlama bürünmektedir.
İbn-i Arabî, insan ve dünya arasındaki ilişkiyi tanımlarken uyku ve rüya sembollerini
kullanır. Dünya hayatı insanın uykuda olduğu bir rüya görme durumu olarak tasvir edilirken
insan ölüm ile ahirete göçtüğü zaman dünya hayatındaki rüyasından uyanmış olur böylece
ahirette, insanın dünyada gördüğü rüyası olarak yaşantısı ona tabir edilir.384 “O, dünya için
amaçlanmış bir varlık değildir. Onun dünyada hal, söz ve fiil olarak gördüğü her şey, ahiret
için amaçlanmıştır.”385 Görüldüğü gibi İbn-i Arabî’nin düşüncesinde insan varlığı, sadece
dünya hayatı için var edilmiş dünya hayatı ile sınırlanmış bir varlık değildir. “Hidayete ermek
insanın hayrete ulaşmasıdır. Hayrete ulaştığından ise ulaşılabilecek şeyin hayret, hayretin
sıkıntı ve hareket, hareketin ise hayat olduğunu anlar. Dolayısıyla durağanlık yoktur.
Durağanlık yok ise ölüm de yoktur. Varoluş vardır ve yokluk söz konusu değildir.”386 Bu
sözlerden de anlaşılacağı gibi İbn-i Arabî’nin düşüncesinde her daim bir varoluş yani hayat
mevcuttur, ölüm insan için bir yok etme olmayıp sadece bir geçiş aşamasıdır. Bununla birlikte
dünya hayatı bir imar etme süreci barındırdığından değersiz değildir.
2- Heidegger’in Ontolojisinde Varlık Anlayışı
Martin Heidegger, felsefe tarihinin dikkat çekici filozoflarındandır. Heidegger’in
felsefesinin temel konusu, Varlık ve Varlığın anlamı ile Varlık ve insan arasındaki ilişkinin
ortaya konulması üzerinedir. O bu konumu ile Batı felsefesi geleneğindeki metafizik
çalışmalarını eleştirel bir bakışla inceleyebildiğini ve ontoloji çalışmalarına yeni bir yaklaşım
tarzı kazandırabildiğini söyleyebiliriz.
Heidegger, Batı felsefesi geleneği içerisinde unutulmuş ve üstü örtülmüş olarak
gördüğü Varlık sorununu ele alırken, her şeyden önce Batı felsefesinin kabullenmiş olduğu
Varlık anlayışının temelde bir yanılgı içinde olduğunu göstermeye çalışmaktadır. Batı
felsefesinin Varlığın anlamını ortaya çıkarılamamasının nedenini ise; tözsellik anlayışı içinde
varolan bir tabiat özelliğinden hareket edilerek Varlık düşüncesine ulaşılmaya çalışılmasına
bağlar. Bu ise ontolojik olan Varlığın yine ontik387 olarak varolan bir şeyden yola çıkılarak
tanımlanıyor olması anlamına gelecektir.388 Heidegger bu durumu Varlık ve Zaman’da şöyle
açıklar: “Bu sebeple de substantia (töz) ifadesi bazen ontolojik, bazen ontik, çoğunlukla da
birbirine geçen ontik-ontolojik bir anlamda işlev görmektedir. Oysa buradaki cüzi anlam
farkının ardında, temel varlık meselesinin halledilmemişliği saklıdır.”389 Anlaşılacağı üzere
Heidegger; Varlığın neliğini varolanlardan yola çıkarak açıklamanın aslında Varlığın üstünü
örttüğünü ve Varlığın kendisini anlamamızı sağlayan hakikatten uzaklaştırdığını
söylemektedir. O bu doğrultuda Batı felsefesinin dayandığı ontolojik anlayışı yıkıp yerine
yeni bir ontoloji, onun deyimiyle ‘fundamental’ bir ontoloji, anlayışı geliştirmeye çalışır.
1927’de yayınlanan Varlık ve Zaman adlı yapıtı bu amaçta önemli bir yere sahiptir. Bu eserde
Heidegger, Batı felsefesini eleştirirken bu geleneğin, Antik Grek’teki köklerine geri dönerek
ayrıntılı bir analiz ile Varlık kavramına olan yaklaşımı sorgulamaya başlamaktadır. Ona göre
Varlığın neliği üzerine durmaktansa Varlığın anlamı üzerine yönelmek gerekmektedir.390
Heidegger’in Varlık hakkındaki bu söylemlerini göz önünde bulundurursak; Varlığı
tözsellik ya da herhangi soyut-somut bir varolan olarak algılamamamız gerektiğini
düşünürsek, o hâlde Varlığın anlamına ulaşabileceğimiz bir yol var mıdır? Heidegger bu
384
İbn Arabî, Fütûhât-I Mekkiyye 2, s. 145.
İbn Arabî, Fütûhât-I Mekkiyye 2, s. 145.
386
İbn-i Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 220.
387
Ontik: Varolanın varlığını ifade eder. Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 13-15.
388
Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, Kaan Ökten (çev.), Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011, s. 98.
389
Martin Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 97-98.
390
M. Heidegger, Varlık ve Zaman, İstanbul, 2011, s. 3.
385
noktada Varlık ve Zaman’da Varlık ve insan arasındaki ilişki ve bu ilişkinin Varlık kavramı
açısından ifade ettiği anlamı ele almaktadır. Heidegger için Dasein, Varlığın anlamını
aydınlatacak önemli bir kavramdır.391 Heidegger Dasein kavramını kullanırken onu insana
özdeş bir anlamda ele almasının yanında bu kavram üzerinden insanı, Varlığın kendisinde
kendisini gösterdiği bir sabit Varlık ölçüsü olarak da ele alır. Böylece o Dasein’a Varlığın
hakikatini yine Varlığın kendisinden Varlık aracılığı ile açığa çıkarabilecek tek varolan
anlamını yüklemiştir.392 Bu sorgulamanın yöntemi olarak da ilk döneminde fenomenolojiyi
benimsemiş Varlığın anlamı arayışını fenomenolojik bir yöntemle Varlık/varolan ayrımında
belirleyerek varolana yönelmeyi temele almıştır.393 Kehre döneminde ise Varlığın kendinden
gelen bir düşünce üzerinde odaklanmıştır.
2-a Varlığı Anlamada Bir Metot Olarak Fenomenolojik Yöntem ve
Düşünce
Heidegger Varlık ve Zaman’da Batı felsefesinin içinde olduğu yanılgıdan yeni bir
ontoloji anlayışı ile çıkılabileceğini düşünmekte ve ontolojiye yeni bir ödev yüklemektedir.394
Bu yeni fundamental ontolojik anlayışın yöntemi olarak Varlığı soruşturmak için gerekli olan
yöntemin yine soruşturulan Varlıkla ilişkili olması gerektiğini öngörmektedir. Varlık ise
kendini geriye çekmiş gizlemiş olsa da aslında Varlık kendisini varolan olarak
göstermektedir. Bundan dolayı da bir “fenomen”dir. Bu nedenle Varlığa dair soruşturmanın
yöntemi fenomenoloji olmalıdır.395
Heidegger; varolanların kendilerini kendinde olmadıkları gibi gösterme imkânlarına
sahip olduklarını ve bundan dolayı da fenomen sözcüğünün; başka bir şey gibi görünme,
zahiri, zevahir anlamlarına da gelebileceğini belirtir.396 Ancak “Heidegger’e göre fenomen,
genellikle felsefe tarihinde kabul edildiği üzere gerçekliği gizleyen, örten bir görünüş değildir;
fakat bizzat kendini-kendinde-gösteren anlamına gelir. Bu ise felsefe tarihinde benimsenen
görüşe oldukça aykırıdır.”397 Heidegger, fenomen ve logos kavramlarına yüklediği yeni
anlamlar ışığında fenomenolojiyi şu şekilde tanımlamaktadır: “Kendini gösterenin (kendini
kendisi gibi gösterenin) bizâtihi kendinden hareketle görünür kılınması.” 398 Heidegger’ın bu
tanımı fenomenolojinin fenomenler ve logos yani söz arasında kurduğu ilişki ve Varlık
anlayışı ile tamamen uyumlu görünmektedir. Fenomenolojiyi anlamak için Heidegger’in şu
sözlerine kulak vermek gerekir: “Fenomenolojiyi anlamanın yegâne yolu, onu bir
mümkünlülük olarak yakalayıp kavramaktır.”399 Heidegger’in ontolojinin temel yöntemi
olarak kabul ettiği fenomenoloji; her şeyden önce ardında bir öz tek bir gerçeklik
barındırmayan tüm hâlleri ile Varlığın bir görünümü olan fenomenlerin logos ile kendini
gösterdiği açığa çıkardığı hâllerin mümkünlülüğünün hepsini kapsamakta ve ortaya çıkarmaya
çalışmaktadır. Heidegger’in ontolojinin teması ise ontolojik-ontik bir varolan olan
“Dasein”dır.400 Bundan dolayı; Heidegger’in Varlığın anlamını ortaya koyarken Dasein’ın
391
Heidegger’in anahtar kavramı olan Dasein kısaca orda olmak anlamını taşımakla birlikte, zamansallık,
dünyada olmak, varlığın kendisini yine varlık aracılığı ile görünür hale getirmesi, varlığın yine kendi varlığına
yönelik olması gibi geniş anlamları da içeren bir terimdir. Kadir, Çüçen, Martin Heidegger: Varlık ve Zaman,
Sentez Yayıncılık, İstanbul, 2012, s. 139.
392
Kadir Çüçen, Martin Heidegger: Varlık ve Zaman, s. 139.
393
M. Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 38.
394
M. Heidegger, Varlık ve Zaman, S. 28.
395
Umut Öksüzan, “Heidegger Düşüncesinde Varlığın Anlamı Sorusu”, Özne, 16, 2012, s. 36.
396
M. Heidegger, Varlık ve Zaman s. 28-29.
397
Adnan Esenyel, “Fenomenolojiden Varoluşa: Edmund Husserl ve Martin Heidegger”, Varoluş Filozofları, A.
Kadir Çüçen (ed.), Sentez Yayıncılık, İstanbul, 2015, s. 149.
398
M. Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 35.
399
M. Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 40.
400
M. Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 38.
varoluş olanaklarından yola çıkması ve bu varoluşsal durumların da yine Dasein tarafından
anlaşılıyor onun tarafından yorumlanıyor olmasından dolayı Heidegger’in fenomenolojik
ontolojisi aynı zamanda hermeneutiktir.401
İlk dönem Heidegger’in Varlık anlayışını fenomenoloji ile varolandan yola çıkarak
elde etmeye çalıştığını kehre döneminde ise Varlığın hakikatine ulaşmada fundamental
ontolojinin yöntemi olarak belirlediği fenomenoloji yerine, düşünme kavramı üzerine
yoğunlaştığını görmekteyiz. Heidegger düşünme kavramına felsefe ekolü içinde bilinen
anlamından farklı bir anlam yüklemeye çalışır. Düşünme, aklın ya da bilincin mantık
çerçevesinde varolanları nesneleştirerek Varlığı anlamaya çalışan bir düşünce biçimi değildir.
Heidegger Metafizik Nedir? adlı eserinde; Varlığın hakikatini kavramaya çalışmanın
anlamının metafiziğin de ötesine geçmek ve Varlığın kendini düşünmek demek olduğunu ve
bu düşünmenin de metafizikten farklı bir şeye dönüşmesi ve bu dönüşümün de kökten olması
gerektiğini belirtir.402 Heidegger’in üstünde durduğu düşünme, Varlığın kendisine ait bir
düşünme olmasının yanında onun insan ile kurduğu bağ sayesinde gerçekleşmektedir.403
İnsan, Varlık kavramına ancak hem Varlığın talebinin olması hem de kendi özüne yönelerek
düşünmesi ile ulaşabilir. 404 Geç dönem Heidegger’in felsefesinde Varlığa; Varlığın
kendinden gelen fakat mantığın, aklın ya da bilginin bir nesnesi olmaksızın sadece Varlığın
isteğiyle ortaya çıkan bir düşünme ile ulaşılabileceği ortaya konmaktadır. Bu düşünme
Varlığın kendi kendini düşünmesinden ibaret olarak Varlığın varlığıdır. Heidegger’in öne
sürdüğü düşünme ile yeni bir felsefi sistem kurmaya çalışmaktansa felsefenin antik Grek
köklerine dönmeye çalıştığını belirtebiliriz.
2-b Varlık-Varolan Düzleminde Özdeşlik, Aşkınlık ve Yokluk İlişkisi
Aşkınlık kavramı; Kant’tan bu yana duyu dünyasının dışında kalan numenal alan
olarak tanımlanır ve bu alan olanaklı her türden deneysel bilginin sınırlarının ötesinde
olmasının yanında ortaçağda aşkınlık Tanrı’nın yaratmış olduğu dünyadan öte, bağımsız olan
varoluşunu anlatmak için kullanılmıştır.405 Heidegger’e göre ise aşkın bir tanrı kavramının
ortaya çıkışı metafiziğin içinde bulunduğu yanılgının bir sonucudur. Bu durum metafiziğin
varolanı varolan olarak tasarımlamasındaki aşkıncı tavrından dolayıdır. “Fakat metafizik,
Varolanın Varolanlığını iki şekilde tasarımlar: Varolan olarak Varolanın bütününü, onun en
genel özellikleri anlamında; fakat aynı zamanda Varolan olarak Varolanın bütünlüğünü en
yüksek ve bu nedenle de tanrısal Varolan anlamında.”406 Buna göre; Varlığı varolan olarak
yorumlarken aynı zamanda onu varolandan aşkınlaştıran bu düalist anlayış, varolanların en
yücesi olarak varolan aşkın bir tanrı kavramını oluşturmuştur. Heidegger ise Varlığı ontik bir
zeminde varolandan ya da tözsellik anlayışından yola çıkarak düşünmediğinden dolayı onun
Varlık anlayışında en yüce bir Varolan kavramına rastlamayız. Varlık kendisi her nasılsa öyle
olduğu gibi olmasının yanında tüm varolanlar içinde insana hem en yakın hem de en uzak
kalandır.407
Heidegger Varlığın aşkınlığını özdeşlik ilkesi bağlamında da temellendirir. “Buna
göre, A, A’dır biçimiyle çok daha oturaklı olan özdeşlik ilkesi formülü, yalnızca her A’nın
kendisi, kendisinin aynısıdır demez, daha çok şunu der: kendisi ile birlikte her A’nın kendisi,
kendisinin aynısıdır. Aynılıkta “ile” ilişkisi yatar, yani bir ile-tim (dolayım), bir bağlantı, bir
401
Faruk Manav, Martin Heidegger e Varoluşçu Hermeneutik, Elis Yayınları, Ankara, 2014, s. 37.
M. Heidegger, Metafizik Nedir?, Yusuf Örnek (çev.), Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 2009, s. 9.
403
M. Heidegger, “Varlık ve Düşünme” , Düşüncenin Çağırdığı, Ahmet Aydoğan (çev. hzl.), Say Yayınları,
İstanbul, 2008, s. 24.
404
M. Heidegger, Hümanizm Üzerine, Yusuf Örnek (çev.), Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 2015, s. 8.
405
Abdülbaki Güçlü vd. , Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2008. s. 121.
406
M. Heidegger, Metafizik Nedir?, s. 20.
407
M. Heidegger, Hümanizm Üzerine, s. 23.
402
birleşim: birlik’te birleşme.”408 Heidegger; özdeşlik ilkesini yeniden tanımlarken onun bir
şeyin kendi kendisinin aynısı olması ile o şeyin yine kendi kendisi ile bir ilişki ya da iletişim
hâlinde olduğunu söylemektedir. Heidegger; buna ek olarak da özdeşliğin birliğini tekdüze
yavan donuk bir ilişki ve yalın-hep-aynılık olamadığını, birliğin içinde devam eden sürekli bir
dolayımın olduğunu belirtmektedir.409 Buradan yola çıkarak; Heidegger’in özdeşlik ilkesi
doğrultusunda Varlığı kendisi ile aynı olan birlik ve bütünlük olarak tasarımladığını
söyleyebiliriz. Bununla birlikte Heidegger, Varlığı Ereignis olarak da tanımlar. Ereignis
kavramını öz-leyiş; bakıp görmek veya bakınışta yanına çağırmak ve iyelenmek anlamında
yorumlamasının yanında bu kelimenin logos ya da Tao gibi çeviriye kapalı olduğunu da
belirtir.410 Olay olarak kullandığımız Ereignis’i öz-leyiş anlamında düşündüğümüzde varlığın
kendi kendine bakıp kendini görmesi, imlemesi ve kendisi ile özdeşleşerek olagelişi
anlatılmaktadır. Bu durum göz önünde bulundurulduğunda varlık kendinde kendisiyle birlikte
bir bütündür. “Özdeşliğin özü, öz-leyişin özmalıdır.”411 Ve tüm varolanlar da bu bütüne, bir
birliktelik durumu ile dâhildir. Bu noktadan baktığımızda Varlık; sürekli bir açılma yayılma
ile kendine bakarak, kendini imleyerek kendini fenomenlerde zuhura çıkarırken kendi içinde
tek bir olay olmasıyla kendileşmekte ve özdeşliğini korumaktadır. Bu durumda, Varlığın
kendi kendinde tüm varolanlarla birlikte, kapsayıcı bir yapı olarak düşünüldüğünü, Varlığın
varolandan aşkın düalist bir yapıya sahip olmadığını söylememiz mümkün görünmektedir.
Heidegger’de Varlık; hep bir varolanın varlığı olmakla birlikte kendini varolanlar ile
açığa çıkarmaktadır. Varlık varolanların varoluşudur ve varolanların varoluşunun tümü
“Varlık”tır. Nihayetinde Varlığı anlamada varolandan yola çıkılması gerektiği
vurgulanmaktadır. Şunu da belirtmek gerekir ki Varlığın kendi varlığına sınır koyması ile
varolanların varlığı ortaya çıkmaktadır.412
Heidegger, Varlığa kendini varolan olarak göstererek açımladığı gibi Varlığın
varolanlara dönüştüğünü de belirtir: “Bir şey, Özü-şimdi-buraya-sürer. Kendi içinde sükûn
edip kendini öyle dışarı çıkararak gösterir. O bir şey, [var]dır. Aslında Yunanlılar için
“Varlık”, Özü-şimdi-buraya-sürme durumunu ifade eder.”413 Varlık Özü-şimdi-buraya-sürme
ile yani hareket ve sükûnet ile kapanıp açılarak dünya sayesinde varolan olarak vuku bulur ve
“var”dır’laşır.414 Varlığın özünü sürmesi onun bu dünyada görünür hâle gelmesi, fenomenlere
bürünerek kendini açığa çıkarmasıdır. Varlık kendini mevcudiyete-bırakma ile mevcut-olmayı
yani varolanın varlığını vermektedir.415 Heidegger’in düşüncesinde, varolan her şeyin
Varlığın kendini sınırlaması sonucunda Varlığın sadece bir görünümünü yansıtarak Varlık
tarafından izhar edildiğini söyleyebiliriz. Nitekim bu durumda Heidegger’in Varlığın neden
en karanlık ve en kapsayıcı olarak tanımladığını kolaylıkla anlayabiliriz. Varlık her bir
varolanda sadece bir görünümünü ortaya çıkarmakta tamamı ise örtük kalmaktadır.
Heidegger’in düşüncesinde varolanın yanı sıra hiç kavramına da büyük önem
verilmiştir. Sıradan bir olumsuzlamadan daha köklü olan ‘Hiç kavramı nedir?’, ‘Ne anlama
gelmektedir?’, ‘Varlığın karşıtı mı?’, ‘Bir değillemesi mi? Yoksa hiçlik diye bir varlık mı
var?’; bu sorulara yanıt olarak Metafizik Nedir? adlı eserinde şöyle der: “Hiç, ne bir nesne, ne
de genel olarak bir Varolandır. Hiç ne kendi için vardır, ne de Varolana takılıymışçasına onun
408
M. Heidegger, Teknik ve Dönüş Özdeşlik ve Ayrım, Necati Aça (çev.), Pharmakon Yayınevi, Ankara, 2015, s.
72.
409
M.Heidegger, Teknik ve Dönüş, Özdeşlik ve Ayrım, s. 73.
410
M. Heidegger, Teknik ve Dönüş, Özdeşlik ve Ayrım, s. 84.
411
M. Heidegger, Teknik ve Dönüş, Özdeşlik ve Ayrım, s. 87.
412
M. Heidegger, Metafiziğe Giriş, s. 71.
413
M. Heidegger, Metafiziğe Giriş, s. 72.
414
M. Heidegger, Metafiziğe Giriş, s. 73.
415
M. Heidegger, Zaman ve Varlık Üzerine, Deniz Kanıt (çev.), A Yayınları, Ankara, 2001, s. 18.
yanında bulunur.”416 Heidegger Varlık gibi hiçi de bir varolan olarak tanımlamamaktadır. Hiç
varolan olarak mevcut olan bir yapı değildir. Hiç Varlık gibi daha genel ve üst bir kavramdır.
Bununla birlikte Varlıktan da ayrı değildir. Hiç Varlığın özünde bulunur ve Varlıkla
birliktedir. Ayrıca Heidegger hiçin Varlığın içinde hiçmekte olduğunu belirtir. Varolanların
varlığa gelmesinde Varlığın özü olan hiçin hiçmesi gerekmektedir. Varlığın özünde olan hiç
kendiliğinden hiçerek, kendi hiçliğine bürünerek varolanın varlığına dönüşmektedir.417 Bu
süreç Heidegger’e göre sürekli olmaktadır fakat varolanlarla çevrili insan bunu
anlayamamaktadır. Heidegger şöyle der: “O –hiçerken Hiç-, bizim dikkatimizi Varolana
yöneltir. Hiç sürekli olarak hiçer, ama biz günlük yaşamda, içinde durmadan hareket ettiğimiz
bilgi ile bunun hakkında, gerçekten, bir şey bilmeyiz.”418 Görüldüğü gibi hiçin hiçmesi ve
Varlıktan varolana dönüşmesi Heidegger’e göre süreklilik taşımaktadır. Böylece varolmanın
kendini hiçin içine bırakması ile Varlık kendi özünü aşarak varolanı ortaya çıkarabilir.
Heidegger, bu açıklamadan sonra hiçin tanımını yapar: “Hiç Varolanın Varolan olarak açığa
çıkmasının, insanın varolması için olanaklı kılınmasıdır. Hiç, Varolanın karşıt kavramını
vermek şöyle dursun, kökten onun özünün kendisine aittir. Varolanın olmasında hiçin hiçmesi
gerçekleşir.”419 Varlığın kendinde kendisi gibi genel bir kavram olan hiç kendinde bir
eylemsellikle hiçerek varolanın varlığını ortaya koymaktadır.
2-c Heidegger’in Ontolojisinde İnsan Anlayışı
Heidegger ilk dönem düşüncesinde, Varlığın hakikatine varolanlardan yola çıkarak
ulaşılacağını belirtmekle birlikte “Peki hangi varolana bakarak Varlığın anlamını okuyacağız,
bir başka deyişle, Varlığın açımlanışını hangi varolandan başlatacağız?”420 sorusunu ortaya
koymuştur. Bu sorunun cevabını ise yine Varlık ve Zaman’da ayrıntılı olarak ele aldığı
Dasein kavramı ile vermektedir: “Dasein öyle bir varolandır ki, Varlığın kendisi Dasein’a
kendi varlığı içinde ve kendi varlığı sayesinde açımlanır. Bir başka deyişle bizâtihi Varlık
anlayışına sahip olmak, Dasein’ın bir varlık belirlenimidir.”421 Heidegger’in düşüncesinde
insan Varlık için varolan önemli bir unsur olmasının yanında insanın insan olmasını sağlayan
Varlıkla arasında kurabildiği ilişki olmaktadır. “Ancak varlığın kendisiyse bizlere aittir; çünkü
varlık, yalnızca bizde varlık sürdürebilir, yani vücut bulur.”422 Varlık insan ile kurduğu ilişki
bağlamında kendini ortaya koymaktadır. Varlığın var olabilmesi insan varoluşuyla doğrudan
ilişkilendirilmiştir. Bunun yanında Varlık ve insan arasındaki ilişki Varlığın insana insanın
Varlığa ait olduğu bir birlikteliktir.423 Bu noktada Heidegger, Dasein’ın yadsınması imkânsız
olan dünya-içinde-varolma durumuna vurgu yapmaktadır. Dasein, her zaman kendini dünyaya
fırlatılmış bir olgu olarak bulmaktadır.424 “Zira Dasein fırlatılmış bir varoluş olduğundan
varoluşun içine fırlatılmıştır. Dasein öyle bir varolandır ki o, nasılsa ve nasıl olabilecekse öyle
var olmaktadır.”425 Dünya-içinde-varolma Dasein’ın kendi tarafından seçilmiş bir durum
olarak görülmemektedir. Dasein kendini dünya-içinde-var bulur ve kendini bu durumdan yola
çıkarak anlamaya çalışmaktadır. Dasein değiştiremeyeceği bir şekilde bu dünyaya atılmıştır,
fırlatılmıştır. Ayrıca Dasein’ın atılmışlık içinde olması onun varlığının ona dışarıdan verili bir
unsur olduğunu Dasein’ın kendi varlığının kaynağı olmadığını ve nereden geldiğini
416
M. Heidegger, Metafizik Nedir? s. 38.
M. Heidegger, Metafizik Nedir? s. 37.
418
M. Heidegger, Metafizik Nedir? s. 39.
419
M. Heidegger, Metafizik Nedir? s. 38.
420
M. Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 6.
421
M. Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 12.
422
M. Heidegger, Teknik ve Dönüş, Özdeşlik ve Ayrım, s. 81.
423
M. Heidegger, Teknik ve Dönüş, Özdeşlik ve Ayrım, s. 79-81.
424
M. Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 347.
425
M. Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 292.
417
bilmediğini belirtir.426 Heidegger, Dasein’ı fırlatılmış olarak tanımlarken bunun neden veya
kim tarafından ya da nasıl olduğunun üzerinde durmamaktadır. Onun için olgusal olan
Dasein’in kendini dünyaya fırlatılmış olarak bulmasıdır. Ayrıca Dasein bu fırlatılmışlığının
nedenine ait herhangi bir bilgiye de sahip görülmemektedir. Heidegger Dasein’ın
fırlatılmışlığını yüksek bir konumdan ya da durumdan aşağıya düşüş olarak algılamaz.
Dasein’ın düşkünlüğü onun zaten dünya-içinde-varolmasıyla ilintilidir ve kendiliğindendir.
Dasein, düşkünlüğü insanın dünya içinde varlık olmasından dolayı her zaman yaşayacaktır.427
Heidegger Hümanizm Üzerine’de düşmeyi ahlaki bir tavır olarak ele almadığını
Varlığın hakikatinin varolana sarılmış olmaktan dolayı unutulması olduğunu belirtir.428
Dasein’ın düşkünleşmesi onun Varlığın açımlayıcısı olan gerçek kimliğinin üstünü
örtmektedir. “Düşkünlükte ise Dasein kendi kendinden yüzünü çevirir.”429 Düşkünlük tutumu
ile Dasein Varlığın açıklığında duramayarak Varlığın hakikatine ulaşamaz duruma
gelmektedir. Dasein’ın gerçek tutumu ise Varlığın açıklığında durabilmesi anlamına geldiğini
belirtmiştik. O hâlde Dasein’ı, sahih benliğine sahih yaşantısına getiren ne olabilir? Heidegger
Dasein’a ait bu sahih durumun yani Varlığın açıklığında durabilmenin yolunu bulunuşun bir
hâli olan korku ve kaygı ile olabileceğini düşünmektedir. Düşkünlük içinde Dasein’ın
yaşadığı kendinden yüz çevirme, Heidegger’in belirttiğine göre kaygı üzerine temellenir ve
kaygı da bizâtihi korkuyu oluşturmaktadır.430
Dasein dünya içine fırlatılmış bir varoluş olarak kendi varoluşunu gerçekleştirirken
aynı zamanda ölüme yöneliktir ve kendi ölümünü ancak ve ancak kendisi tecrübe edebilir.
“İmkân olarak ölüm, Dasein’a “gerçekleştirebileceği” ve gerçek bir şey olarak kendi
olabileceği hiç bir şey sunmaz. Ölüm şu veya bu tutumum, keza varoluşun imkânsızlığının
imkânıdır.”431 Heidegger ölümü, Dasein’ın varoluşunun sonluluğu, varolma imkânının
imkânsızlaşma durumu olarak ele alır. Dasein ölümden kaygı duyar ve ölüm onun bizâtihi
tecrübe etmesi gereken bir durum ve de bilip tanıdığı varoluş halinin sonluluğudur. Aynı
zamanda ölüm Dasein için bir tehdittir. Heidegger Dasein’ın ölümünün zamanına yönelik
kader gibi herhangi belirleyici bir unsurundan ise bahsetmez.432
Heidegger’in düşüncesinde yaşam dünya ya ait bir varoluş olarak görülmektedir. 433
Ölüm ile de Dasein kendine ait ve dünyaya ait yaşamın en son imkânını yaşayarak dünya
varoluşunu sonlandırır. Ölüm Dasein’ı mutlak bir yok oluşa götürmezken bundan sonrası ise
Heidegger’in düşüncesinde belirsizdir.
SONUÇ: Yapısal Benzerlikler ve Ayrımlar
Varlığın kuşatıcı mahiyetinin ve kavramsal olarak en tümeli oluşturan doğasının
ne’liği hususunda Doğu ve Batı geleneksel düşünme tarzlarına ait bu iki farklı bakış açısı,
tarihsel olarak farklılıklarına ve yöntem farklılıklarına rağmen gerek kendilerinden önceki
ontolojik yaklaşımlara yönelik radikal bir eleştiriyi içermeleri ve gerekse de Varlık kavramını
kavramın kendisinden yola çıkarak yine kavrama doğrudan dönebilen bir bağlamda ele alan
tavırlarındaki başarıları ile dikkat çekmektedir.
İbn-i Arabî’nin özne ve nesne ayrımına ve Aristo mantığına dayalı bir düşünsel
sürecin ürünü olan klasik Kelamın Varlık anlayışını yadsıma ile başlayan ve Varlığın bütünsel
426
John Reynald, Williams, Heidegger’in Din Felsefesi, Mehmet Türkeri (Çev.), İzmir İlahiyat Yayınları Vakfı,
İzmir, 2005, s. 141.
427
Michael İnwood, Heidegger, Nursu Örge (Çev.), Dost Yayınevi, Ankara, 1997, s. 186.
428
M. Heidegger, Hümanizm Üzerine, s. 24.
429
M. Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 196.
430
M. Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 196.
431
Kaan H. Ökten, Varlık ve Zaman Klavuzu, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008, s. 203.
432
J. R. Williams, Heidegger’in Din Felsefesi, s. 141-142.
433
M. Heidegger, Varlık ve Zaman, s. 262.
tekilliğini ‘o’ zamirinin mutlaklığı ile simgeselleştirerek ispat ile tamamlanan “la mevcude illa
hu” anlayışı onun Vahdet-i Vücud öğretisinin kavramsal anlamda temel ifadesi olmuştur.
Varolanların görünüşte olan özne nesne ayrımının arkasında gizil olarak bulunan Varlığın
Birliği hakikatini mutlak varlık olarak Tanrı ile özdeşleştiren İbn-i Arabî, tikel ya da tümel
tüm varolanlarda ilahi varlığın kuşatıcı ve mutlak doğasına doğrudan dönen bir ontolojiyi
Tasavvuf disiplini çerçevesinde oluşturmayı başarabilmiştir.
Öte yandan Heidegger klasik felsefi ontolojinin Varlığı bilindik bir kavram olarak ele
alarak onu tanımlarken Varlık ve Varolan ayrımından temellenen töz, kategori gibi ilave
kavramlarla onu ele alan ve mutlağa doğru yükselen Varlık mertebeleri bağlamında bir
metafizik kurgulayan tüm Varlık Felsefelerini ‘Varlığın Ne’liği’ sorusunu göz ardı etmekle
eleştirmiş ve varolandan Varlığa ayrıma gitmeksizin doğrudan geçebilen bir ontolojiyi Dasein
adını verdiği zamansal bir kavramsallıktan yola çıkarak ortaya koymayı başarabilmiştir.
Her iki düşünür Varlık Felsefelerinde Varlık kavramının mutlak ve kuşatıcı doğasını
varolanlardan ayırmaksızın ve varolanlarla Varlık arasında kategorik olarak bir ayrıma
gitmeksizin, görünür varolanları gizil Varlığın kendini yine kendinde açığa çıkardığı
fenomenolojik bir ontoloji olarak temellendirmişlerdir. Bu noktada Heidegger dünyada olmak
ve zamansallık süreçleri çerçevesinde Varlığı dünyevi sınırlarda fırlatılmışlık tasvirinde bir
fenomen olarak ele alırken, İbn-i Arabi ise izafi ve mutlak zaman ayrımını Vahdet-i Vücud
öğretisi çerçevesinde ortaya koyduğu Varlığın tekilliği anlayışı kapsamında tecelli kavramı ile
temellendirmiş, böylece Varlığı dünyevi ya da uhrevi bir zamansal ayırtın ötesinde ele
alabilmiştir. Heidegger bu noktada İbn-i Arabî’nin tersine oluş dışındaki varlığı hiçleştiren bir
tavra sahiptir. Her iki sistemde de varolanlar gölge ya da fenomenler olarak nitelenmiş olsalar
da Varlıktan ayrı bireysel bir varoluşa sahip oldukları düşüncesine yer vermediklerini
söyleyebiliriz. Bu durum modern dünyada gittikçe güçlenen ben merkezli bireyselci
eğilimlerin aslında yanıltıcı olduğunu ortaya koyarken her bir varolanın birbirleriyle ve
Varlıkla mutlaka bağlantılı olduğunu göstermektedir. Böylece tüm varolanlar Mutlak Varlığa
ait ve Mutlak Varlık olana muhtaç durumdadır. Her iki anlayış çerçevesinde de insan ve
Varlık ya da diğer varolanlar arasındaki ilişkiyi yüzeyselleştiren, araçsallaştıran herhangi bir
argüman geçerli görünmediğini düşünebiliriz. Tüm varlık âlemleri birbiriyle ve Mutlak
Varlıkla bütünsellik ve aynı zamanda teklik içeren bir varoluşa sahiptir.
Yine Heidegger logos kavramı çerçevesinde varolanları Varlığın söylenmiş bir sözü
(kelam) ve Dasein’ın varlığında Varlığın anlaşılması şeklinde hermeneutik olarak
değerlendirirken, İbn-i Arabî ise tecelli kavramı bağlamında Varlığı söz, kelime ve kelam
olarak mutlak Varlığın kendini ifade ettiği bir hermeneutik değerlendirmeye tabi tutmuştur.
Şüphesiz Heidegger’in rasyonel bir akıl yürütme doğrultusunda ontolojisini seküler olarak
kurgulaması anlaşılır olmakla birlikte, İbn-i Arabî’nin tasavvufun ruhani ikliminde mutlak
varolan olarak Tanrı ile Varlığı özdeşleştirmesi de doğaldır. Aslında Heidegger’in Dasein
ontolojisi Varlık fenomeninin dünyevilik bağlamında konumunu belirlerken, İbn-i Arabî’nin
mutlak varolanı olan Allah’ın kendini tecelli ile görünür kılmasının belli bir boyutunu
temellendirmektedir. Dolayısıyla her iki felsefe Varlık kavramının doğasına uygun bir
ontolojik düşüncenin temellendirilmesinde birbirlerini tamamlayıcı yapısal benzerlikler ve
birbirlerini daha anlaşılır kılan yapısal farklılıklar taşımaktadır.
İbn-i Arabî’nin ontolojisinde gerçek varlık sahibi; başlangıcı ve sonu olmadığı gibi
zaman ve mekân dâhil hiçbir şeyle sınırlanmayan ve yaratılmış olan her şeyi yaratan bundan
ötürü de kendi yapısında herhangi bir niteliksel değişime uğramayan saf Varlık olarak
nitelenen Allah’tır. Ek olarak İbn-i Arabî; gerçek ve zorunlu Varlık olan Allah’ın birliği ile
beraber, birbiriyle bütünsel olan farklı yönlerine de işaret eden zât, ulûhiyet ve esma
kavramlarına da vurgu yapmıştır. Heidegger ise Varlığın her şeyi kapsayan görünür
olgusallığının yanında gizilliğe de sahip olduğunu belirtmektedir. Fakat Varlığın gizil olan bu
yönünün ne’liğine dair herhangi bir açıklamada bulunmamıştır. İbn-i Arabî’nin bu noktada
Heidegger’den farkı ise bu bütünlüğü Allah’ın zâtı ve ulûhiyeti kavramlarının biriyle ortaya
koyuyor olmasıdır. Buna dayanarak İbn-i Arabî’nin Heidegger karşısında Varlığa dair, ilahi
zatın mekânsızlık ve zamansızlığından yola çıkan birbirinden farklı perspektifler
doğrultusunda elde edilmiş geniş kapsamlı bir bilgiye sahip olduğunu söyleyebiliriz.
İbn-i Arabî, mümkün varlığın görünen çokluğunun ilahi isimlerin sayısı ile bağlantılı
olduğunu söylerken aslında hepsinin ilahi isim olma bakımından kendi içinde bir teklik
oluşturduğunu belirtmektedir. Heidegger de benzer olarak tüm fenomenal olgusallıkları
Varlığın kendine ait şimdilerde ortaya çıkan tekil görünümleri olarak algılamaktadır. Bununla
birlikte İbn-i Arabî’nin Vahdet-i Vücud ontolojisi doğrultusunda ve Heidegger’in özdeşlik
ilkesi açıklaması bağlamında düşünüldüğünde; hem zât, ulûhiyet ve esmalar ile açıklanabilen
ilahi Varlık âlemi hem de Heidegger’in kendini zuhura getirerek varolanın varlaşmasını
sağlayan ve de kendini varolanı varlaştırırken saklayan dünyevi Varlık’ın; tek bir bütünlük,
birliktelik ve aynı zamanda kendi içinde kendisiyle özdeş bir yapı olduğunu söyleyebiliriz. Bu
görüşe dayanarak her iki ontolojik tavır için de âlemden aşkın olan uzakta bir tanrı anlayışı
kabul edilmemektedir.
İbn-i Arabî’nin Mutlak Varlık adına gölgeleştirerek hiçleştirdiği oluş, Heidegger’de
ise dünyevi Varlığın gerçek görünümleri (fenomenler) olarak değerlendirilmiştir. İbn-i Arabî,
insan varlığını ilahi olanla sürekli bağlantı içinde her an gelen tecellilerin ortaya çıkış mahalli
olan ilahi surete göre yaratılmış ve âlemdeki en değerli varolan olarak tanımlamaktadır.
Ayrıca mutlak bir yok oluş anlayışı olmamasından ötürü insan varlığında mutlak bir yok oluşa
uğramayacağını belirtmiştir. Ölüm ile insan ahiret denilen boyutta varoluşuna devam
edecektir. Bunun sebebi ise insanın varlık amacı olan ilahi olana dair bilgisini tamamlamak,
kendinde varolan ilahi isimleri açığa çıkarmaktır. Anlaşılacağı üzere böyle bir ontolojik
sistem içindeki insan her an değişip gelişebildiği gibi değerlidir ve ilahi olanla bağı her an
sürmektedir. Bununla birlikte yine ilahi isimlerden oluşan âleme karşı koruyucu olarak
sorumludur.
Heidegger de insanı Varlığın açımlayıcısı olarak görür. Varlık ve insan birbirlerine ait
olarak nitelenmiştir. Varlık insanda kendini açımlayabilir kendini sürdürebilir ve Varlık ancak
insanda vücut bulabilmektedir. Ancak Heidegger’in düşüncesinde ölüm sonrası insan
varlığının ne olacağı belirsizdir. O ölümü varlık olanağı olarak varolmanın son bulması ve
Varlığın mutlaklığına bir dönüş olarak değerlendirir. Heidegger Dasein’ı bir imkân varlığı
olarak görmüştür. Dasein kendini fırlatılmış olarak bulduğu dünyada kendisi dışındaki
varolanları imlerken kaygı ve korku ile doludur.
Buna göre her ne kadar Heidegger Varlık ve insan arasında doğrudan bir bağlantı
kurmayı başarmış Varlık ve insan arasındaki bağı güçlendirmiş olsa da, insanı modern çağın
sorunları olan değersizlik, kaygı, korku ve bunalım gibi sorunlardan kurtaramadığını
söyleyebiliriz. Üstelik bu olumsuz değerleri ontolojik bir temele indirgediğini de belirtebiliriz.
Her iki ontolojinin ortaya koyduğu Varlık ve insan anlayışları çerçevesinde
düşündüğümüzde İbn-i Arabî’nin ontolojisinden keşfi bilgi sonucu açığa çıkan sistemin daha
kapsamlı ayrıntılı ve açıklayıcı olduğunu ancak bu düşüncenin sufi yaşantıya dayalı akromatik
yapısıyla seçkinlere ait bir doğasının olduğunu belirtmeliyiz. Heidegger’in ontolojisinin ise
dünya ile sınırlandırılmış olmakla birlikte Varlık, zaman, hiçlik gibi genel kavramları Varlık
ile ilişkisi bağlamında ve genele hitap eden bir indirgemecilikle ele almış olmasına rağmen
insan doğasının dünyevilik ve zamansallık ötesi aşkınlaştırıcı yönüne ulaşabilen bir işleyişi
sistematize edemediğini belirtebiliriz.
İbn-i Arabî’nin ontolojisinin ortaya koyduğu insan, ilahi surete sahip mükemmel bir
tecelli kategorisi olmakla birlikte, bu arka plan gereği korku ve kaygı yerine sevgiyle
varolmaktadır. Buna karşıt olarak Heidegger ontolojisinin açığa çıkardığı insan ise kendisi ve
yaşadığı evren hakkında çok fazla bilgiye sahip olmamakla birlikte bu bilinmezlik karşısında
korku ve kaygı içindedir. Aslında Heidegger’in, Dasein olarak insan ile Varlık arasında
kurduğu yapısal ilişkinin kaygı, korku, geçicilik ve fırlatılmışlık gibi olumsuz değerlerle
yüklü yapısı tam da İbn-i Arabî’nin sanıya dayalı gölge varlık olarak tanımladığı ve
değersizleştirdiği dünyevi Varlığa uygun nitelemelerdir. O halde İbn-i Arabî’nin ontolojisi ile
Heidegger’in fenomenolojik sistemi içerdiği benzerlikler göz önünde bulundurulduğunda tam
anlamıyla karşıt bir düşünce ya da tamamen benzerlik içeren ontolojiler olduğunu
söyleyemeyiz. Günümüz insanın dünyeviliğe indirgenmiş doğası göz önüne alındığında İbn-i
Arabî’nin ontolojisinin fenomenolojik yöntemin aydınlatamadığı aşkınlık alanları için
tamamlayıcı bir alternatif olabileceğini düşünebiliriz. Buna göre İbn-i Arabî’nin ontolojik
yaklaşımının Heidegger’in salt dünyevilikte kalan Varlık düşüncesini tamamlayan ve zaman
ötesi bir evrenselliğe ulaştıran bir konumda olduğunu söyleyebiliriz.
KAYNAKÇA
Aristoteles, Metafizik, Ahmet Arslan (Çev.), Sosyal Yayınları, İstanbul, 1996.
Cevizci, Ahmet; Ortaçağ Felsefesi Tarihi, Asa Kitabevi, İstanbul, 2001.
Çüçen, Kadir, Martin Heidegger: Varlık ve Zaman, Sentez Yayıncılık, İstanbul, 2012.
Demirli, Ekrem, İbnü’l Arabî Metafiziği, Sufi Kitap, İstanbul, 2013.
Descartes, Rene, Meditations On First Philosophy, trs., Ian Johnston, Richer Resourcher
Puplications, Virginia, 2013.
Esenyel, Adnan, “Varlığa İlişkin Otantik Bir Yorumun Olanağı Olarak Ölüm”, Özne, 16,
2012, (40-52).
Esenyel, Adnan, “Fenomenolojiden Varoluşa: Edmund Husserl ve Martin Heidegger”,
Varoluş Filozofları, A. Kadir Çüçen (ed.), Sentez Yayıncılık, İstanbul, 2015.
Filiz, Şahin, İslâm Felsefesinde Mistik Bilginin Yeri, Say Yayınları, İstanbul, 2014.
Güçlü, Abdülbaki vd.; Felsefe Sözlüğü, Bilim ve Sanat Yayınları, Ankara, 2008.
Heidegger, Zaman ve Varlık Üzerine, Deniz Kanıt (Çev.), A Yayınları, Ankara, 2001.
;“Varlık ve Düşünme”, Düşüncenin Çağırdığı Martin Heidegger, Ahmet Aydoğan (Çev.
ve Hzl.), Say Yayınları, İstanbul, 2008, (21-40).
; Metafizik Nedir?, Yusuf Örnek (Çev.), Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 2009.
; Varlık ve Zaman, Kaan Ökten (Çev.), Agora Kitaplığı, İstanbul, 2011.
; Metafiziğe Giriş, Mesut Keskin (Çev.), Avesta Basım Yayın, İstanbul, 2014.
; Hümanizm Üzerine, Yusuf Örnek (Çev.), Türkiye Felsefe Kurumu, Ankara, 2015.
; Teknik ve Dönüş, Özdeşlik ve Ayrım, Necati Aça (Çev.), Pharmakon Yayınevi, Ankara,
2015.
İbn-i Arabî; Fusûsu’l-Hikem, Ekrem Demirli (Çev.), Kabalcı Yayıncılık, İstanbul, 2013.
; Fütûhât-ı Mekkiyye, 18 Cilt, Ekrem Demirli (Çev.), Litera Yayıncılık, İstanbul, 2015.
İnwood, Michael; Heidegger, Nursu Örge (Çev.), Dost, Ankara, 1997.
İzutsu, Toshihiko; İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar, Ahmed Yüksel Özemre
(Çev.), Kaknüs Yayınları, İstanbul, 2005.
Kaan H. Ökten; Varlık ve Zaman Klavuzu, Agora Kitaplığı, İstanbul, 2008.
Kılıç, Mahmud Erol; Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş, Sufi Kitap, İstanbul, 2009.
La Mettrie, Julian Ofray de; İnsan Bir Makine, Ehra Bayramoğlu (Çev.), Havas Yayınları,
İstanbul, 1980.
Manav, Faruk; Martin Heidegger ve Varoluşçu Hermeneutik, Elis Yayınları, Ankara, 2014.
Nietzsche, Friedrich, İyinin Ve Kötünün Ötesinde, Enver Günsal (Çev.), Tutku Yayınevi,
Ankara, 2016.
Platon, Devlet, Nurten Tunç (Çev.), Oda Yayınları, İstanbul, 2011.
Rıza Şah Kazımî, Şankara, İbn Arabî Ve Meister Eckhart’a Göre Aşkına Giden Yollar, Tahir
Uluç (çev.), İnsan Yayınları, İstanbul, 2012.
Sartre, Jean, Paul, Bulantı, Eroğan Alkan (Çev.), Oda Yayınları, İstanbul, 1995.
Uluç, Tahir; İbn Arabî’de Sembolizm, İnsan Yayınları, İstanbul, 2011.
Umut Öksüzan, “Heidegger Düşüncesinde Varlığın Anlamı Sorusu”, Özne, 16, 2012.
Williams, John Reynald; Heidegger’in Din Felsefesi, Mehmet Türkeri (Çev.), İzmir İlahiyat
Yayınları Vakfı, İzmir, 2005.
Yüksel Yazıcı, İlahi Hakikat Şeyh’ül Ekber Muhyiddin İbnu’l Arabî, Enki Yayınları, İstanbul,
2012.
AHMED AVNİ KONUK’UN
FUSÛSU’L-HİKEM ŞERHİNDE
ÖLÜM VE HAYAT GERÇEĞİNİN ELE ALINIŞI
Dr. Öğrt. Üyesi Lokman BEDİR434
Öğr. Gör. Mustafa BULUT435
Özet
Biz bu çalışmamızda başta Kur’an-ı Kerim olmak üzere bütün semavî kitapların önemle
üzerinde durdukları gerçeklerden olan, hayat ve ölüm hakikatinin, Ahmed Avni Konuk’un
(1868-1938) Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye ait (1165-1240) Fusûsu’l-Hikem’e dair yazdığı
şerhte nasıl ele alındığını inceleyeceğiz.
Öncelikle İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem şârihi Ahmed Avni Konuk ve Fusûsu’l-Hikem
hakkında kısaca bilgi vereceğiz. Ardından Fusûsu’l-Hikem şerhinde hayat ve ölüm
hakikatinin ele alınışını inceleyeceğiz. Bildirimizi hazırlarken ilk dönem lügatleri başta olmak
üzere ilgili eserlerden istifade edeceğiz.
Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem’e yazdığı şerhte üç türlü hayat ve üç türlü ölüm
olduğundan bahseder:
1. Canlı, cansız, hayvan ve insanların müşterek oldukları ölüm.
2. Belli bir sureti olan bir mevcudun ölümü ile suretinin de bir daha yaratılmaması.
3. İhtiyari ölüm ki, İbnü’l-Arabî bu tür ölümü, Hz. Peygamberin “Ölmeden evvel
ölünüz” hadisi çerçevesinde değerlendirmektedir.
Ahmed Avni Konuk bu üç ölüm çeşidinin karşılığında üç türlü hayat olduğunu kabul
eder.
1. İnsanın dünyadaki hayatı.
2. Berzah-ı sanî-i melekûtîdeki hayatı.
3. Hayat-ı ebediye-i kalbiyedir.
Üç türlü ölüm ve hayatı müstakil olarak değil de karşılıklı olarak ele aldığı anlaşılmakla
birlikte, hayat ve ölümü değerlendirmesinin doğal olarak işari tefsir ve tasavvuf ağırlıklı
olduğu, ayrıca Ahmed Avni Konuk’un genel itibariyle İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini yansıttığı
ölüm ve hayat hakkındaki açıklamalarının tefsir geleneğinden farklı olmadığı görülmektedir.
Anahtar kavramlar: Hayat, Ölüm, Berzah/Kabir, Kalp, Ebedi
Abstract
In this study, we will examine the truth of life and death, which is one of the realities of
all the holy books, especially the Quran belonged to Ahmed Avni Konuk (1868-1938)
Muhyiddin İbnü'l-Arabî (1165-1240) We will examine how he was wrote in the commentary
on Fusus al-Hikem.
First of all, we will give brief information about Ibn al-Arabi, Ahmed Avni Konuk
434
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kur’an- Kerim Okuma ve Kıraat Anabilim Dalı
[email protected]
435
İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kur’an- Kerim Okuma ve Kıraat Anabilim Dalı
[email protected]
explaining Fususu-Hikm and Fusus-Hikem. Then, we will examine the perception of life and
death in the Fusus-i-Hikem annotation. In preparing our notice, we will benefit from the
related works, especially the first period lexicography.
Ahmed Avni Konuk, in his commentary on Fususil-Hikem mentions that there are three
kinds of life and three kinds of death:
1. Live, lifeless, animal and death common to humans.
2. The creation of an image with a certain copy is not created again.
3. Preferential death, Ibn al-'Arabi evaluates this kind of death within the framework of
the hadith of the Prophet,' Die before You Die '.
Ahmad Avni Konuk acknowledges that there are three types of life for these three types
of death.
1. The life of man in the world.
2. The life of the grave.
3. The eternal life of the heart.
Although it is understood that three kinds of death and life are not mutually, but rather
mutually, the evaluation of life and death is naturally based on tafsir and sufism, and that
Ahmed Avni Konuk reflects Ibn Arabi's views on life and death. It is seen that their
explanations are not different from the tradition of interpretation.
Key Words: Life, Death, Grave, Heart, Eternal
a. İbnü’l-Arabî Kimdir?
Muhyiddin İbnü'l-Arabi (560/1165 - 638/1240) Tasavvuf ve İslam düşünce tarihinde
büyük etkileri olan sûfî müelliflerdendir. Endülüs'ün güneydoğusundaki Tüdmîr (Teodomiro)
bölgesinin başşehri olan Mürsiye'de (Murcia) doğmuştur. Eserlerinde yeri geldikçe ailesi,
yakınları, hocaları, yaşadığı yerler ve tanımış olduğu şahsiyetler hakkında bilgiler vermekte
olup hakkında bilinenler geniş ölçüde bunlara dayanmaktadır. İbnü'l-Arabi’yi takdir edenler,
tasavvufta otorite oluşunu “Şeyhü'I-Ekber”, dini ilimlerde müceddid oluşunu da “Muhyiddin”
lakaplarını vererek ifade etmek istemişlerdir. İbnü'l-Arabî, Halep ve Sivas'a yaptığı
seyahatlerden sonra 615'te (1218) Malatya'ya yerleşmiştir. 10-15 yıla yakın bir süre
Malatya'da kalan İbnü'l-Arabi daha sonra Şam’a yerleşmiştir. Yaklaşık on sekiz yıl burada
ikamet ettikten sonra 22 Rebiülahir 638 (10 Kasım 1240) tarihinde Dımaşk'ta Beni Zeki'lerin
malikânesinde vefat etmiştir.436
Eserlerinden bazıları:
1. el-Fütûhatü'l-Mekkiyye
2. Fusûsu’l-Hikem
3. el-Cem‘ ve’t-tafsîl fî esrâri'l-me‘ânî ve’t-tenzîl
4. et-Tedbîrâtü’l-İlahiyye fî Islâhi’l-Memleketi’l-İnsâniyye
5. Tercümânü’l-Eşvâk437
b. Ahmed Avni Konuk Kimdir?
Ahmed Avni Konuk 1285/1868 yılında İstanbul’da dünyaya gelmiştir. Dokuz on
yaşlarında babasını ve annesini kaybetmiştir. Yirmili yaşlardan sonra hıfzını tamamlamıştır.
Fransızca, Arapça ve Farsça bilen Avni Bey, II. Abdülhamit tarafından posta memuru olarak
436
437
Erol Kılıç, TDV. İslam Ansiklopedisi, Muhyiddin İbnü'l-Arabi md. 31/493-516.
Erol Kılıç, TDV. İslam Ansiklopedisi, Muhyiddin İbnü'l-Arabi md. 31/493-516.
atanmıştır.438 Yaklaşık kırk yıl bu vazifede çalışan Avni Bey, 1930-33 yılları arasında hukuk
müşaviri olarak çalıştıktan sonra emekli olur ve emekliliğinden beş yıl sonra ise vefat eder.
Mezarı Merkez Efendi Kabristanındadır.439
Eserlerinden bazıları
1. Mesnevî-i Şerîf Şerhi
2. Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi
3. et-Tedbîrâtü’l-İlahiyye fî Islâhi’l-Memleketi’l-İnsâniyye Şerhi
4. Tercüme-i Risâle-i Vahdet-i Vücûd (yazan: İmdâdullah Fârûkî Muhammed Abdü’lAziz Sâhib Çeştî-i Sâbirî)
5. Kitâb-ı Lemeât Tercümesi (yazan: Fahreddin Irâkî)440
c. Fusûsu’l-Hikem
İbnü'l-Arabî “hikmetlerin özü/ruhu” anlamına gelen Fusûsu’l-Hikem adlı kitabını, bu
kitabın önsözü mahiyetindeki giriş kısmında, gördüğü bir rüya üzerine kaleme aldığını anlatır.
Rüyası özetle şöyledir: Peygamberimizin elinde bir kitap vardır. İbnü'l-Arabi’ye derki: “Bu,
Fusûsu’l-Hikem kitabıdır. Bunu al ve insanların istifadesine sun.” Ben de dedim ki: “Duydum
ve emrolunduğumuz gibi Allah’a, Resûlüne ve bizden olan ulü’l-emre itaat ettim…”441 İbnü'lArabî Fususu’l-Hikem’de, Kur’an-ı Kerim’de adı geçen peygamberlere ve bunların dışında
Şis ve Hâlid peygamberlere yer verir. Her bir peygamberin ismini ele aldığında o
peygamberin ismiyle alakalı ilahi hikmetlere yer verir. Kitap, tevhid merkezlidir.
d. Fususu’l-Hikem Şerhinde Hayat ve Ölüm Hakikatinin Ele Alınışı
Ahmed Avni Konuk’un Fususu’l-Hikem için yazdığı -yaklaşık yüz sayfalıkmukaddime yirmi fasıldan/kısımdan oluşmaktadır. On yedinci faslı ölüme ayırır. Bu faslı
ölüme ayırmakla beraber hayatla bir karşılaştırma yapar. Üç türlü ölüm olduğunu izah eder.
Bunlardan biri isteye bağlı ölümdür. İkisi isteye bağlı değildir.
Lügatlerde genel olarak ölüm, hayatın zıddı olarak ifade edilmektedir.442 Râğıb,
âyetlerden delil getirerek, ölümün çeşitlerinin hayatın çeşitlerine göre beş türlü olduğunu
söyler. Bunlar: 1. İnsan, hayvan ve bitkilerdeki mevcut gelişen kuvvete yönelik olan.443 2.
Hissî melekelere yönelik olan.444 3. Aklî melekelere yönelik olan.445 4. Hayatı bulandıran
hüzünler.446 5. Hafif ve ağır olmak üzere iki türlü uyku.447 Ahmed Avni Konuk’a göre ise asıl
ölüm; şehâdet âleminde ölüm denilen hâldir ki, bu da sûretin yok olmasından ibarettir ve iki
şekilde gerçekleşir:
Bir şekli şudur: İmkân dâhilindeki vücut göz açıp kapama anı içinde yok olur ve var
olur. Bu yok oluş ölümdür. Bu hususta mâden, bitki, hayvan ve insan ortaktırlar. Mâdenlerde
ölüm hali duyusuzdur. Yani hissetmezler. Ancak bitki, hayvan ve insanların, yapılan ilmi
438
Ahmed Avni Konuk, (Hazırlayanlar: Mustafa Tahralı, Selçuk Eraydın) Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi,
Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları, İstanbul 2005, 1/15.
439
Konuk, 1/16.
440
Konuk, 1/20-27.
441
Muhyiddin İbnü'l-Arabi, Fususu’l-Hikem (Neşr: Ebu’l- A‘lâ ‘Afîfî), Dâru’l-Kitâbi’l-‘Arabî, Beyrut tsz. 47.
442
Ebû Nasr, İsmail b. Hammâd el-Cevherî, es- Sıhâh Fi’l- Lüğa, I-VII (2. Baskı) Dâru’l-İlm, Beyrut 1990,
1/266; Cürcânî, Ali bin Muhammed es-Seyyid Eş-Şerif Cürcânî, Mu’cemu-t Ta’rifat, Fazilet Yay. Kahire
h:1403, 199
443
Rağıb’ın buna delil getirdiği âyetler için bkz. Rûm 30/19; Kâf 50/11.
444
İlgili âyetler için bkz. Meryem 19/23, 66.
445
İlgili âyetler için bkz. En’am 6/122; Neml 27/80.
446
İlgili âyet için bkz. İbrâhîm 14/17.
447
İlgili âyetler için bkz. En’am 6/60; Zümer 39/42. Ebu’l-Kasım Hüseyin bin Muhammed bin Mufaddal erRâğıb el- İsfehânî, El- Müfredat fi Ğarîb-il Kur’an, I-II, Nezâr Mustafa el-Bâz, Tsz. 616.
tetkikler neticesinde duyumlu oldukları yani ölümü hissettikleri anlaşılmıştır.
Ölümün ikinci şekli şudur, herhangi bir varlık belirli sûret bir daha aynen görünmemek
üzere bozulur. Ve o varlığın hakîkatı onun ruhudur. Yani ruhunda olan duygularının dışa
yansımasıyla iyi, kötü vs. olduğu bilinir. Varlığın sureti ise o ruhun görünme yeri ve
aynasıdır. O sûretin bir sebebe bağlı olarak yok olmasıyla beraber, o ruh artık ondan alâkasını
kesmiş olur. Ve bu yok oluşa “mecbûrî ölüm” denir. Bu hususta imkân dâhilindeki varlıkların
tümü ortaktır. Ölümün bu ikinci tarifinden anlaşılmaktadır ki, ölümden sonra berzah âlemine
nakledilen şey insanın şekli ve cesedi değil, belki şahsına ait hakîkatidir.448 Cesedi kabre
konulur. Berzah hayatını yaşayan, insanın ruhu olan hakikatidir.
Ölümün üçüncü şekli ise, “isteğe bağlı ölüm”dür. Bu da insana mahsustur. Ve bu ölüm,
nefsin bütün heveslerinden ve cismanî lezzetler ve nefsâni arzulardan ve tabiatı icabı olan
şeylerden ve şehvetten fâni olmaktır.449 Dolayısıyla bu tür ölüm maddî değil manevîdir.
Farisî bir beyitte şöyle der:
“Nefsin heveslerinden yüz çevirmek efendiliktendir; heveslerin terki peygamberî
kuvvettir.”450
Ahmed Avni Konuk’un İbnü'l-Arabî’den anladığı isteğe bağlı ölüm, bir insan-ı kâmil’in
eteğine yapışarak onun terbiyesi altında bulunmak ile mümkündür. Yine ona göre ُموتُوا قَ ْب َل ا َ ْن
ت َ ُموتُواyani “ölmeden önce ölünüz” hadîs-i şerîfî451 bu isteğe bağlı ölüme işarettir.
Efendimiz’den (s.a.v.), Hz. Ebubekir (Sıddîk-ı A’zam) hakkında naklettiği şu hadisi de, bu
hususa delil olarak sunar: من اراد ان ينظر الى ميت يمشي على وجه األرض فلينظر الى ابي بكر
“Kim ki yeryüzünde yürüyen ölüye bakmak isterse, Ebû Bekr’e baksın.”452
Ahmed Avni Konuk, İdrîsiyye Fas’sını şerh ederken ölümü iki türlü olarak ele alır:
Birisi “irâdî ölüm”,
Diğeri “Izdırârî (kaçınılmaz) ölüm”dür.
İrâdî ölümü şöyle izah eder: Hakk yoluna sâlik, yâni yolcu olanların şiddetli riyâzât ve
çok mücâhedeler yapmasıyla nefsâni sıfatlarını imhâ etmeleriyle zuhûra gelir. “Ölmeden
önce ölünüz” hadîs-i şerîfinde emir buyrulan ölüm budur. Bu hâle gelen sâlikin bakışında, ne
kendi vücûdu ve ne de âlem çokluklarının vücûdu kalmaz. Her nereye baksa bir olan vechi
görür.453 Izdırârî ölüm hakkında kısa bir açıklamada bulunarak şöyle der: “hallerin
hakikatlerinden habersiz olan ve hayvani hayatta bütün hayvanlar ile ortak olan perde ehlinin
ölümüdür.”454 Ahmed Avni Konuk’un mukaddimede üçe ayırdığı ölümü burada iki başlıkta
ele aldığını görmekteyiz. Ancak bunda bir tezatlık yoktur. Zira oradaki ilk iki ölüm şeklini
burada bir maddede değerlendirmiştir. Yusûfiyye fas’sında Fahr-i âlem Efendimiz’in şu
448
Konuk, 1/75-76.
Konuk, 1/75.
450
Konuk, 1/74.
451
Kütüb-ü Sitte’de bu şekilde bir hadise rastlamadık. Ancak Tirmizî şârihi Mübârekfûrî Tuhfetü’l-Ahfezî adlı
َّ صلَّى
َّ سو ُل
eserinde: سكَ فِي
ُ س ِبي ٍل َو
ُ ع ْن اب ِْن
ُ أ َ َخذَ َر:َ قَال،ع َم َر
ِ سلَّ َم ِب َب ْع
َ « ُك ْن فِي الدُّ ْن َيا َكأَنَّكَ غ َِريب أ َ ْو:َسدِي فَقَال
َ َُّللا
َ
َ عدَّ نَ ْف
َ عا ِب ُر
َ ض َج
َ علَ ْي ِه َو
َ َِّللا
َ
َ
ْ
ْ
ْ
ْ
ْ
ُ
َ
ُ
َ
َ
ْ
َ
َ
ُ
َ
َ
َ
َ
ُْن
ّ
ّ
سقَمِ كَ َومِ ْن
ل
ب
ْ
ق
ت
ح
ص
ن
ذ
خ
و
،
اح
ب
ص
ال
ب
س
ف
ن
َ
ِث
د
ح
ت
ال
ف
ي
س
م
أ
ا
ذ
إ
و
،
س
م
ال
ب
س
ف
ن
َ
ِث
د
ح
ت
ال
ف
ب
ص
أ
ا
ذ
إ
«
:
ر
م
ع
ب
ا
ِي
ل
ل
ا
ق
ف
»
ُور
ْح
َ
َِك
َّ
َك
َْت
َك
َت
َ
ِم
ِاء
ْ
ُ
َّ
ْ
َ
ِ
َ
َ
َ
َ َ ِ َ
َ
ِ َ
ِ أ َ ْه ِل القُب
َِ
ِ َ َ
َ ِ َ
َّ َع ْبد
َ ع ْبدَة
َ ََّللاِ َما ا ْس ُمك
ُ ع ْن اب ِْن
َ ُ َحدَّثَنَا أَحْ َمدُ بْن.ُ نَحْ َوه،ع َم َر
َ ،ٍع ْن ُم َجا ِهد
َ ،ش
ُ َوقَ ْد َر َوى َهذَا ال َح ِديثَ األ َ ْع َم: »غدًا
َ َحيَاتِكَ قَ ْب َل َم ْوتِكَ فَإِنَّكَ َال تَد ِْري يَا
َ
َ
َّ
ْ
ْ
ْ
َ
ُْن
َّ صلَّى
َّ
ب
ن
ال
ن
ع
،
ر
م
ع
ْن
ب
ا
ن
ع
،ٍ
د
ه
ا
ج
م
ن
ع
،ٍ
ث
ي
ْ
ل
ن
ع
،ٍ
د
ي
ْ
َز
ب
ُ
د
ا
م
ح
َا
ن
ث
د
ح
:َ
ل
ا
ق
ي
ْر
ص
ب
ال
ي
َّ الhadisini şerh ederken:
ِ
ُ
َّ
ُ نَحْ َوه،سلَّ َم
َ
َ َُّللا
َ
َ
ُ
َ
َ
َ علَ ْي ِه َو
َ
َ
َ
َ ِي
ِ
َ
ُّ
ِ
َ
ّ
ِ
ِ
ُّ ِّضب
“ ُموتُوا قَ ْب َل ا َ ْن ت َ ُموتُواölmeden önce ölünüz” ifadesinin Abdullah b. Ömer’e ait olduğunu nakleder (Ebu’l-Ali
Muhammed Abdurrahman b. Abdurrahîm el-Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-Ahvezî Bişerhi Câmii’t-Tirmizî, Dâru’l-Fikr,
Beyrut tsz. 6/626). Bunun dışında başta Rûhu’l-Beyân olmak üzere daha çok tasavvuf tefsirlerinde yer aldığı
görülmektedir. Bu ifadelerin doğrudan bulunduğu bir hadis olmasa da bu manayı vurgulayan bazı hadislerin
formüle edilerek bu şekilde sunulduğu anlaşılmaktadır. Bkz. İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, Dâru İhyâi’tTürâsi’l-Arabiyy, Beyrut tsz. 1/73; Âlûsî, Ebu’l-Fadl Şihâbu’d-Din es-Seyyid Mahmud, Ruhu’l-Meânî fi
Tefsiri’l-Kur’ani’l-Azîm, I-XXX, İhyâu’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut tsz, 1/261.
452
Kütüb-ü Sitte’de bu şekilde bir hadise rastlamadık. Bu şekilde hadisin olduğunu Bursevî nakleder (Rûhu’lBeyân, 9/173).
453
Konuk, 2/73.
454
Konuk, 2/73.
449
hadisinin, “İnsanlar uykudadırlar, öldükleri zaman uyanırlar”455 iradi ölümü
gerçekleştiremeyenleri ifade ettiğini zikreder.
Ahmed Avni Konuk’un Yûnûsiyye Fas’sını şerh ederken irâdî ve ızdırârî ölümle ilgili
olarak şu açıklamalarda bulunur: “Bu âlemde iken ihtiyârî ölüm ile ölenlerin sûrî ölümleri
(dünya hayatının sona ermesiyle tattıkları ölüm) ise, bir yönden genele uymak içindir. Yoksa
onların Hakk'a ulaşmak için, zorunlu ölüme ihtiyaçları yoktur. Diğer bir yönden de Hak'la
kendi aralarında gâyet ince bir gömlekten ibâret kalmış olan, sûrî vücutlarının aradan
kaldırılması içindir.”456
İshâkiyye Fas’sında ise İbnü’l-Arabî’nin “Ve muhakkak bilindi ki; Nebî (a.s.)ın,
duyuların müşâhede ettiği sureti Medîne'de defnedilmiştir” şeklindeki ifadesini şerh
ederken şu açıklamalara yer verir: Resûl-i Ekrem hazretlerinin maddesel bedeni var idi.
“Küllü nefsin zâikatul mevt” yânî “Her nefs ölümü tadacaktır” (Âl-i İmrân, 3/185) âyet-i
kerîmesi hükmünce yüce vefâtları gerçekleşip bu madde beden, Medîne-i Münevvere’de
defnedildi.457
Konuk, üç çeşit ölümün şerhini şu beyitle sonlandırır:
Ebedi hayatın sırrını şeyhden suâl ettim
Oğul, ölmezden evvel öl deyince intikal ettim.458
Ahmed Avni Konuk, yaptığı şerhte bu üç tür ölüme karşılık, üç tür hayat olduğunu
ifade eder:
Birincisi; Ölmez diri olan hakîki vücûdun her bir göz açıp kapama anı içinde nefes-i
rahmânîsi ve feyzinin yardımı ile imkân dâhilindeki mevcûtlara hiç kesilmeksizin ulaşır. Bu
hayat birinci ölüme karşılık gelir.
İkincisi; melekûte ait ikinci berzahtaki hayattır. İnsanın bu hayatı şehâdet âleminden
nakledildikten sonra başlar. Bu hayât, ikinci tabîî ölüme karşılıktır.
Üçüncüsü; kalbi ebedi hayattır ki, nefsâni arzuları terk etmek ve kalbi sıfatlar ile
vasıflanmakla oluşur. Bu da isteğe bağlı ölüm karşılığındadır. Bu ölüm ve hayât, sadece insan
türüne mahsustur.
Ahmed Avni Konuk bu üç hayat nev’ine örneklik teşkil edebilecek hususlarla ilgili
Fusus şerhinin ilgili yerlerinde açıklamalarda bulunur. Konuk, yirmi fasla ayırdığı
mukaddimenin Altıncı Kısmında İlk Taayyün Mertebesine (Vahdet Mertebesi) yer verir.
Orada ilk yaratılıştaki bazı mevzulardan bahseder. Onlardan biri de ‘Hayat Feleği’dir.
Sekizinci Kısımda beş hususa yer verir. Onlardan birincisi “Sıfatlar ve İsimler”dir. Konuk,
kâinattaki hareketliliğin ardında bir hareket ettirenin olduğu söyledikten sonra, bu hareket
ettirenin hayat sahibi olması gerektiğini, aksi takdirde kâinatta hiçbir hareketin olamayacağını
ve buna bağlı olarak hiçbir suretin meydana gelemeyeceğini ifade eder.459
Allah’ın (cc) feyzine mazhar olan ilk şey vücut ve hayattır.460 Hayat idrak edilebilir
küllî (kapsamlı) bir husustur.461 Âlemlerde görünen hayatların tamamı onun “hayat” sıfatının
455
Konuk, 2/225. Bu lafzıyla hadis kaynaklarında böyle bir hadise rastlamadık. Rasûlüllah’ın bu manayı
vurgulayan hadisleri bilinmektedir. Ancak İmam Gazâlî’nin İhyâ’sında yer alan bu ifadeyi Türkçeye tercüme
eden bir mütercim mütercim Hz. Ali’in ifadesi olarak nakleder. İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, (trc. A. Fikri
Yavuz) Tuğrâ Neşriyât, İstanbul 1990, 4/22. Kitabın aslında ise bu ifade Hz. Ali’ye dayandırılmamaktadır. Bkz.
İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, Dâru İbn. Hazm, (1. Baskı) Beyrut 2005, 1345. Ancak bir başka mütercim bu
kısmı tercüme ederken kitabın aslına sadık kalmıştır. Bkz. İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, (trc. Ahmed
Serdaroğlu) Bedir Yayınevi, İstanbul 1985, 4/24.
456
Konuk, 3/308.
457
Konuk, 2/109.
458
Konuk, 1/7.
459
Konuk, 1/15-16.
460
Konuk, 1/227.
461
Konuk, 1/173.
tecellileridir.462 Hayatlar içinde en kâmil olanı insan hayatıdır.463 Başka bir ifadeyle; hayat,
cansızlarda hissedilmez, bitkilerde hissedilebilir, hayvanlarda açıktır. Ahsen-i takvîm
suretinde yaratılan insanda ise en açık bir şekilde tezahür etmektedir. 464 Ahmed Avni Konuk,
İbnü’l-Arabî’nin, mahlûkat için; “cümlesinin Hâlikını ârif olduğu…” ifadelerini şerh ederken;
ض
ِ “ َو ِ ٰلِلِ َي ْس ُجدُ َم ْن فِى السَّمَ َواGökte ve yerdekiler Allah’a secde ederler.” (R‘ad 13/15),
ِ ت َواْالَ ْر
ض
ِ سبِّ ُح ِ ٰلِلِ َما فِى السَّمَ َوا
ِ ت َو َما فِى اْالَ ْر
َ ُ“ يGöklerde ve yerde olanlar Allah’ı tesbîh eder” (Cuma
62/1) ve ح ْمدِه
َ س ِبّ ُح ِب
َ َُىءٍ اِالَّ ي
ْ “ َوا ِْن ِم ْن شO’nun hamdi ile tesbîh etmeyen bir şey yoktur” âyetlerini
465
delil getirir.
Allah’ın (cc) birçok isim ve sıfatı vardır. Onlardan biri de “Musavvir” sıfatıdır. Yani
şekil verendir. Hayatı boyunca hiç resim yapmayan bir ressam düşünülemeyeceği gibi,
Musavvir olan ve her türlü yaratmayı bilen466 Allah’ın da ortaya eserler koymaması
düşünülemez. İşte bu hayatta olan ne varsa tüm isim ve sıfatlarında olduğu gibi, Allah’ın
“Musavvir” isminin bir ürünüdür.467
Buraya kadar bahsedilen dirilik, yani hayat sahibi olmak, İbnü’l-Arabî’nin ilk iki hayata
yönelik ifadelerinin şerhinden ibarettir. İbnü’l-Arabî’nin üçüncü bir hayat türü kabul ettiği
kalbin hayatı ve canlılığı vardır ki, İbnü’l-Arabî bu hususta; “İnsanlar uykudadırlar,
öldükleri zaman uyanırlar” hadisini468 delil getirir. Konuyla ilgili şu açıklamalara yer verir:
“İradi ölüm zevkini tadıp baki vechin müşahedesinde helâk olan kimse, bu fenadan sonra
beka bulup uyanır. Ve bu şekilde de mananın surette tecelli edici olduğunu ve halk edilmiş
suretlerin, hakiki maşukun güzelliğine ayna olduğunu manevi keşif ile bilir.469 Gafleti, derin
bir uyku olarak kabul eden Konuk, bu ifadeleriyle gaflet uykusundan uzak olanları muaf tutup
onları “kalbi diri olanlar” şeklinde tavsif ettiği anlaşılmaktadır.
Sonuç ve değerlendirme
Ahmed Avni Konuk üç türlü ölümden bahseder: Birincisi canlı, cansız, hayvan ve
insanların müşterek oldukları ölüm. İkincisi belli bir sureti olan bir mevcudun ölümü ile
suretinin de bir daha yaratılmaması. Üçüncüsü de ihtiyari ölüm ki, Ahmed Avni Konuk bu tür
ölümü, Hz. Peygamberin “ölmeden evvel ölünüz” hadisi çerçevesinde değerlendirmektedir.
Ahmed Avni Konuk, bu üç ölüm çeşidinin karşılığında üç türlü hayat olduğunu kabul
eder: Birincisi varlıkların dünyadaki hayatıdır. İkincisi berzah-ı sanî-i melekûtîdeki hayattır
ki, insan bu hayattan nakledilince başlar. Üçüncüsü de hayat-ı ebediye-i kalbiyedir ki, nefsâni
arzuları terk etmekle ve kalbi sıfatlar ile vasıflanmakla oluşur.
Ahmed Avni Konuk’un üç türlü ölüm ve hayatı müstakil olarak değil de karşılıklı
olarak ele aldığı anlaşılmakla birlikte, hayat ve ölümü değerlendirmesinin doğal olarak işari
tefsir ve tasavvuf ağırlıklı olduğu, ayrıca genel itibariyle İbnü’l-Arabî’nin ölüm ve hayat
hakkındaki görüşlerinin tasavvufî tefsir geleneğinden farklı olmadığı görülmektedir.
KAYNAKÇA
Ahmed Avni Konuk, (Hazırlayanlar: Mustafa Tahralı, Selçuk Eraydın) Fusûsu’lHikem Tercüme ve Şerhi, Marmara Üniversitesi İlahiyat Vakfı Yayınları, İstanbul 2005.
Âlûsî, Ebu’l-Fadl Şihâbu’d-Din es-Seyyid Mahmud, Ruhu’l-Meânî fi Tefsiri’lKur’ani’l-Azîm, I-XXX, İhyâu’t-Türâsi’l-Arabî, Beyrut tsz.
Cürcânî, Ali bin Muhammed es-Seyyid Eş-Şerif Cürcânî, Mu’cemu-t Ta’rifat, Fazilet
Yay. Kahire h:1403.
462
Konuk, 1/17; 1/162.
Konuk, 1/36.
464
Konuk, 1/173.
465
Konuk, 2/98
466
Yâsîn 36/79.
467
Konuk, 1/269-270.
468
Konuk, 2/225. Bu hadisle ilgili bilgi için 20 no’lu dipnota bakınız.
469
Konuk, 2/225.
463
Ebû Nasr, İsmail b. Hammâd el-Cevherî, es- Sıhâh Fi’l- Lüğa, I-VII (2. Baskı) Dâru’lİlm, Beyrut 1990.
Ebu’l-Ali Muhammed Abdurrahman b. Abdurrahîm el-Mübârekfûrî, Tuhfetü’l-Ahvezî
Bişerhi Câmii’t-Tirmizî, Dâru’l-Fikr, Beyrut tsz.
Ebu’l-Kasım Hüseyin bin Muhammed bin Mufaddal er- Râğıb el- İsfehânî, ElMüfredat fi Ğarîb-il Kur’an, I-II, Nezâr Mustafa el-Bâz, Tsz.
Erol Kılıç, TDV. İslam Ansiklopedisi, Muhyiddin İbnü'l-Arabi md. 31/493-516.
İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, (trc. A. Fikri Yavuz) Tuğrâ Neşriyât, İstanbul 1990.
İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, (trc. Ahmed Serdaroğlu) Bedir Yayınevi, İstanbul
1985.
İmam Gazâlî, İhyâu Ulûmu’d-Dîn, Dâru İbn. Hazm, (1. Baskı) Beyrut 2005.
İsmail Hakkı Bursevî, Rûhu’l-Beyân, Dâru İhyâi’t-Türâsi’l-Arabiyy, Beyrut tsz.
Muhyiddin İbnü'l-Arabi, Fususu’l-Hikem (Neşr: Ebu’l- A‘lâ ‘Afîfî), Dâru’l-Kitâbi’l‘Arabî, Beyrut tsz.
III. OTURUM
BÜYÜK SALON
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Arslan TOPAKKAYA
MUHYİDDİN İBNÜ’L ARABİ’DE AKLÎ VE İNŞÂÎ DİN KAVRAMI VE FELSEFİ
KÖKENLERİ
Prof. Dr. İbrahim MARAŞ
İBNÜ’L ARABÎ’NİN AKIL ELEŞTİRİSİ
Prof. Dr. Abdullah KARTAL
İBNÜ’L ARABİ’DE TENZİH VE TEŞBİH DENGESİ AÇISINDAN ‘HAK’ KAVRAMI
Prof. Dr. Emin ÇELEBİ
İBNÜ’L ARABÎ’DE TAHAYYÜL KAVRAMI
Doç. Dr. Mehmet Kasım ÖZGEN
MUHYİDDİN İBN ARABİ’DE AKLÎ VE İNŞÂÎ DİN KAVRAMI VE FELSEFİ
KÖKENLERİ
Prof. Dr. İbrahim Maraş
Özet:Muhyiddin İbn Arabi, gerek Fususü’l-Hikem gerekse Futuhatü’l-Mekkiyye adlı
eserlerinde din kavramı üzerinde durmakta ve bununla ilgili olarak da; Allah katında din ve
inşâî/aklî din kavramlarına yer vermektedir. Kamil insan, Rehbaniyyet, Arif ve İlk Reis
kavramlarıyla da yakından ilgili olan dinin; inkıyad, adet, ceza, karşılık, saadet gibi anlamlara
geldiğini söyleyen İbn Arabi, dinin dört ana erkanından bahsetmektedir. Bunlar; iman,
velayet, risalet ve nübüvvettir. Bunlar içerisinde risalet, diğer üçünü kapsayan kuşatıcı bir
esastır ve hepsinden üstündür. İbn Arabi, İslam filozofları Farabi ve İbn Sina’nın çizgisini
takip ederek, evrensel hakikat olgusuna yönelmekte ve felsefe-din uzlaştırmasına gitmektedir.
Bu uzlaştırmayı yapmanın kolay olmayacağına, yani herkesin kavrayamayacağına da vurgu
yapmaktadır. Bu noktada risaletin belirleyiciliği ve onun örnekliğini esas almaktadır.
Tebliğimiz, genelde din kavramı, özelde ise inşâî/aklî din ekseninde İbn Arabi’nin bu
kavrama getirdiği zengin içeriği incelemeye çalışacaktır.
MUHYİDDİN İBN ARABİAM'S INTELLECTUAL AND CONSTRUCTION
RELIGION CONCEPT AND PHILOSOPHICAL ORIGIN
Intellectual and Constitutional Concept of Religion and Its Philosophical Sources in Ibn Arabi
Abstract:In his Writings Ibn Arabi, especially in Fusus al-Hikam and Futuhat al-Makkiyya
emphasizes on the concept of religion and makes the classification of religion in the stage of
Allah and constitutional/intellectual religion. Explaining Religion as a close connection with
perfect man, first ruler, gnostic and “rahbaniyya”, he mentions etymological meanings of
religion as a submission, custom, punishment, happiness. Based on these terms he also put
forward four main essential: faith, velaya, nubuwwa. Among this concepts er-Risala, contains
the other terms and has a priority over them. Following the line of al_Farabi and Ibn Sina, Ibn
Arabi, representing a kind of reconciliation of religion and philosophy leans to universal
reality fact. He also aware of that this kind of reconciliation is not a simple issue and it cannot
be comprehended by everyone. In this point he takes a measure of criteria of risala and its
being sampled. Our presentation intends to deal with above mentioned matters within the
tought Ibn Arabi.
KEY WORDS: Ibn Arabi, Rahbaniyya, Intellectual Relıgıon, Constıtutıonal Religion,
Relıgıon, Phılosophy
İslam düşüncesinde bilhassa tasavvuf ve felsefe geleneğinde en çok üzerinde durulan
hususlardan birisi dinin fiziki boyutu kadar ve hatta ondan daha önemli olan metafiziki
boyutudur. İslam filozofları ve sufiler, dini; soyut ilahi bir vahiy olan aklın, ilk başta, eğer
başarabilirse, kendisini, ikinci sırada, aklını iyi kullanabilirse, yine ilahi bir vahiy olan âlemi
ve nihayet, son noktada, genel yapısı itibarıyla (özellikle de belirli bir çoğunluğun) birtakım
uyarıcılar (Peygamber/Kitap) olmaksızın bunu başarabilmesi zor olduğundan (ama asla
imkânsız değil), Allah’ın Peygamberlere gönderdiği vahyi (Kitap) anlama çabasından ibaret
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Felsefesi Ana Bilim Dalı,
[email protected]
olarak görmektedirler. Yani aslında din; insanın hakiki anlamda akletmesi, kendini aşarak
duyularının, hayal ve vehim gücünün doğru bir şekilde çalışmasını sağlayarak burhânî/kesin
bilgiye ulaşma gayretidir. Yaptığımız bu tanım, düşünce tarihimizde filozofların ve filozof
sufilerin yaptığı tanımlardan yola çıkarak oluşturduğumuz hakikat odaklı bir tanımdır. Bu
tanımın kaynağı, Kindî’den başlayarak İslam filozoflarının felsefe-din/akıl-vahiy uzlaşmasını
temele almalarının sebebi de budur.
Yukarıdaki tanımda ilk sırada yer alan; “âlem ve yazılı Kitap olmaksızın kendini aşma”
örneği, Peygamber üzerinden sembolize edilmekte, ancak bunun, İlahi Hitaba doğrudan
muhatap olma dışında, diğer insanların da fıtratında olduğu vurgusu yapılmaktadır. Diğer
ikisinde ise insan, bunu âlem ve Kitap yardımıyla gerçekleştirmektedir. İnsanın bunu
gerçekleştirebilmesinin temel yolu ise; öncelikle mantıktan, yani aklın evrensel işleyiş
kurallarından, geçmektedir. Yani, insan, yakînî öncüllerden hareketle bir şeyi bütün
yönleriyle, kapasitesi ölçüsünde, çok yönlü bir şekilde düşünmek ve bu noktada gidebileceği
yere kadar gitme konusunda sınır tanımamak, sonuçta da varlıktaki önce metafizik
nedenselliği, sonra da fizik nedenselliği kavrayarak tümelden tikele doğru apaçık, kesin,
burhânî bilgiye, bir yönüyle mutlak hakikate mümkün olduğunca yaklaşmak zorundadır.
İnsanın, yukarıda tarif ettiğimiz şekilde, gerçekleştirdiği bu çabanın insanı getireceği nokta;
ferdi, toplumsal ve evrensel saadettir. Bu yönüyle din ile amaçlanan şey de; bir grup, zümre,
toplum, ideoloji, mezhep vb. herhangi bir yapının değil, mutlak ve potansiyel olarak insanın
arayışının temsil ettiği hakikate ve bu sayede saadete ulaşmaktır. Böylesi bir hakikat arayışı
herhangi bir zaman diliminde veya herhangi bir millette sona eremez. Bu açıdan din; herhangi
bir zamana hapsedilen, kayıtlanan, sınırlanan değil bilakis her an tazelenen ve yaşatılandır.
İnsanın, bu çaba içerisinde hakikat adına her bulduğu da Mutlak Hakikat’ten bir yansıma
olacağından hakikat adına derinleştikçe teslimiyeti, imanı ve ahlâkı güzelleşecektir. Bu
hakikat arayışı ve güzelleşme, bir anlamda belirli bir dönemle sınırlı kalmayacak, her an diri
kalacaktır. Bu bilinçsel bir uyanıklık durumudur. Bu anlayış, esasında din hakkındaki en
tutarlı ve savunulabilir bir görüştür. Nitekim, klasik anlamda düşünülen, ‘asr-ı saadetten
uzaklaştıkça ve kıyamete yaklaştıkça giderek bozulan din anlayışı’ fikri, burada izah ettiğimiz
tariften yola çıkarsak, doğru değildir. Nitekim Vakıa Sûresi’nde kurtuluşa erenlerin eski ve
yeni ümmetlerden sayıları ile ilgili verilen bilgiler, takvada önde giden mukarreplerdeki
nispeten azalmanın dışında, kıyamete kadar kurtuluşa erenlerin eşitliğini vurgulamakta ve
kıyamete doğru bir bozulmadan bahsetmemektedir470.
Ana hatlarıyla yukarıda çok kısaca özetlenen din kavramının, Peygamber’inki de dahil olmak
üzere, insani bir olgu olduğu ortaya çıkmaktadır. Her ne kadar Peygamber, doğrudan İlahi
Hitap’a muhatap olsa da, bunu kendi dilinde ve aklî çerçevesinde aldığından ve bunu, kendi
zamansal sürecinde inşa etmek durumunda olduğundan “sınırlı” bir duruşu ifade etmekte ve
örneklik açısından, taklit değil, model ve hikmet bakımından takip edilmesi gereken bir
Sünnet/Mille oluşturmaktadır. Bu sayede Peygamber ve onu takip edenler; Kitap da dâhil,
insanın kendisi ve bütün evren O’na delalet eden bir ayet olduğundan, sürekli bir aklediş ve
bilinç olarak yükselişle O’na yaklaşacak ve bu durum, metafizik olarak içselleştirildiği ve
doğrudan Tanrı’dan başladığı için, dolayısıyla da basit bir akıl yürütme olmadığından, kişiyi
harekete ve eyleme yönlendirecektir. Yunus’un tabiriyle kişinin bu kendini arayışı,
“kendindeki Ben’i” bulmasını sağlayacaktır. Burada ifade edilen hususlar bilhassa Kindi’nin
mevcut eserlerinde471, Farabi’nin, Kitabu’l-Mille’de, Kitabu’l-Huruf’da, Medinetü’lFâzıla’da472, aslında bütün eserlerinde, hassasiyetle durduğu; yine aynı şekilde İbn Sina’nın,
470
Bkz. Vâkıa 56/1-40.
Bkz. Kindi, Felsefi Risaleler, Arapça ve Çeviri Metin, (Çev. Mahmut Kaya).
472
Fârâbî (2000). Kitâbü’l-Mille, Haz. Fatih Toktaş, “Fârâbî’nin Kitâbü’l-Mille Adlı Eserinin Takdim ve
Çevirisi, Divan, C.1, S.1:247-273; Kitabu’l-Huruf/Harfler Kitabı, Arapça ve Çeviri Metin, (Çev. Ömer Türker),
Litera Yay., İstanbul 2008, s. 69-96.
471
başta İşârât ve Şifa473 olmak üzere, birçok eserinde ve nihayet İbn Rüşd’ün, bilhassa Faslü’lMakal’de474 aklî ve şer’î kıyas şeklinde çerçevesini çizdiği bir din anlayışıdır. Meselâ
Farabi’ye göre, Faal Akıl’la ittisal halinde olan Peygamber/İlk Başkan’ın kendisi yasalar
koyabilmekte, hayatı düzenleyebilmekte ve bu, bir çeşit, ilahi yasa gibi kabul
edilebilmektedir475. Çünkü İlk Başkan, bir yönetici olarak, zaman, zemin ve olayların
sonsuzluğundan hareketle temel ilahi ilkeleri her yeni duruma uyarlamakta ve bunu kendi
çıkarımıyla yapmaktadır. O, bunu insanlık toplumunu yüce bir mutluluğa götürmek gayesiyle
yapmakta ve ondan sonra gelen yöneticiler de gerekirse onun örnekliğine de başvurarak, onun
koyduklarını değiştirmek de dâhil, yeni yasalar yapabilmektedir. Fârâbî’nin bu anlayışını; İlk
Başkan veya Peygamber’e gelen vahyin, geliş tarzı ve şekli farklı olsa da, Faal Akıl’la ittisal
eden herkese aynı yerden gelmesi fikri, yani hakikatin birliği ilkesi ile anlayabiliriz. Ayrıca,
bu gelen vahyin, her şartta insanların konuştukları somut bir dile bürünmesinden kaynaklanan
metaforik, sembolik tabiatını ve bu yönüyle ortaya çıkan zorunlu insânîliğini de düşünebiliriz.
Bu paragrafa kadar anlatılan bütün bu hususlar, varlığın sadece O, yani Tanrı olduğundan
hareketle ortaya atılan evrensel ahlâki duruşa dayalı bir din anlayışını ortaya koymaktadır.
Yani inanç, ibadet ve bütün yapıp etmeler metafizik bir ahlâki duruşla insanın kendisini
fıtratına uyumlu hale getirme çabasından ibarettir. Ancak şu da bir gerçektir ki, herkes bu
yükselişi yapabilecek seviyede olamaz. Kur’an-ı Kerim’de Nahl 125’de de beyan edildiği
üzere, insanlar üç ana kısma ayrılmıştır. Ancak ilginç olan ayette en ideal olandan başlayarak
hikmet-cedel-hitabet şeklinde sıralanması gerekirken, hikmet-hitabet-cedel şeklinde bir
sıralamanın yer almasıdır. Bunun temel sebebi, insanın kendini gerçekleştirmesi ve metafizik
yükselişini tamamlamasının bir yükümlülük/farz olduğu, nispeten daha az bir insan topluluğu
bunu gerçekleştirebileceğinden ve insanların çoğunluğu hitabete dayalı bir dinden
anlayacağından ikinci sıraya hitabetin konulmasıdır. Cedel veya Kelami yöntem; Farabi’nin
ifadesiyle476, sadece felsefeye/hakikate/burhana yaklaştırmak ve hitabet ehillerini, inandıkları
din çerçevesinde, ikna etmek dışında bir görevi bulunmadığından ve mutlak hakikati
anlatmada yetersizliği yönünden üçüncü sıraya konulmuştur. Nitekim gerek sufilerde gerekse
filozoflardaki çok sık kullanılan zahid, abid ve arif üçlemesi de dini anlamadaki üç boyutu
ifade etmektedir. Burada da olması gereken; abid-zahid-arif iken zahid-abid ve arif şeklinde
sıralama yapılması; zahidin sayıca az olması, abidin çoğunluk olan halkı temsil etmesi ve
hakikate arifin ulaşabilmesi sebebiyledir.
Buraya kadar zikredilenlerde ilk kısım, burhan, yani aklını en üst düzeyde kullanabilen
insanların sorumlu olduğu alandır. Gerçek din, budur. İkinci ve üçüncü kısımlar ise, hakikate
hitabet (güzel söz ve vaaz) ve cedel (ikna) ile inandırma/ikna etme veya hayalinde
canlandırma ve vehmettirme yöntemidir. Bunlar fıtratlarının gerçek manada ne olduğunu
bilemeseler de taklit, metafor, sembol, mecaz yoluyla hakikate yaklaştırılırlar. Ama bu
gruptakiler hiçbir zaman tam anlamıyla dinin hakikatini kavrayamazlar. Çünkü akıllarını
yeterince kullanamamışlardır veya kullanma kapasiteleri yoktur. Bu noktada ahlâk, din ile
özdeşleşmekte ve Sevgili Peygamberimiz (s.a.v.)’in dediği gibi din, güzel ahlâk olmaktadır.
Bu da, ancak, bilgi ve düşünme merkezli bir eylem alanı olmak zorundadır. Burada sevgi,
yani aşkın rolünü de unutmamak lazımdır. Bilme ve düşünme çabası aslında bir sevgiden,
aşktan, yani içsel tabii yönelişten kaynaklanmaktadır. Bu yüzden de ahlâk, nasıl din ile
özdeşleşiyorsa, sevgi ve aşk ta aynı şekilde din ile özdeşleşmektedir. O halde bilme ve
düşünme aşk temelli bir harekettir ve varlığın da, insan olmanın da temelidir. Farabi, İbn Sina,
473
İbn Sina, el-İşârât ve’t-Tenbîhât/İşaretler ve Tenbihler, Arapça ve Çeviri Metin,( Çev. A. Durusoy-M. MacitE. Demirli), Litera Yay. İstanbul 2005, s. 182-204.
474
Bkz. İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl/Felsefe-Din İlişkileri,( çev. Süleyman Uludağ), Dergâh Yay. 3. Baskı, İstanbul
2004, s. 75-92.
475
Fârâbî, Kitâbü’l-Mille, s. 259.
476
Farabi, Kitabu’l-Huruf/Harfler Kitabı, s. 69-72.
Ahmet Yesevi, Yunus Emre, Mevlana, İbn Arabi… vb. düşünürlerimiz hep bu fikri temele
almışlardır. Bu düşünürlere göre gerçek aşık, ariftir ve irfan sahibidir. Meselâ zahid, abid ve
aşık (arif) üçlemesini aynen İbn Sina’daki sıralamayla veren Ahmet Yesevi, şöyle
demektedir:“Zahid olma, abid olma, aşık (arif) ol,/Mihnet cekip aşk yolunda sadık ol”.
Yesevi, bu sözleriyle tıpkı İbn Sina gibi, ahlâktaki en yüksek mertebenin amaçlanmasını,
gerçek ahlâkî amelin, cenneti kazanmak ve cehennemden kaçınmak da dâhil, hiçbir maksat
gütmeksizin, sadece ve sadece, aynı zamanda O’nun bir sıfatı da olan, iyilikleri ve güzellikleri
yeryüzünde gerçekleştirmekle ortaya çıkabileceğini savunmaktadır. O halde Yesevi için de,
diğer düşünürlerimiz için de arif, istediği her şeyi O’nun için ister. Çünkü arif, Allah’ın
zatının yüceliğini, güzelliğini farketmiş, hatta bunu farketmekle de kalmamış yeryüzündeki
erdemlerin bir beklenti ve korkudan uzak karşılıksız bir şekilde yalnızca aşkla ve sadece
erdem ve güzellik olduğu için yapılması gerektiğinin farkına varmıştır. Arif olmayan zahid ve
ariflerin zühdü ve ibadeti ise, ona göre herhangi bir mükafaat, beklenti veya korku, ceza
kaygısıyladır. Burada şunu da söylemek mutlaka gereklidir ki, arif, aynı zamanda zahid ve
abiddir. Buradan arifin veya aşıkın şekilden ve fizik dünyadan müstağni olması diye bir
durumun söz konusu olmadığını da rahatlıkla anlayabiliriz.
İslam filozoflarına göre, dini en yüksek derece anlayanlar ve bunu hayatlarına intibak
ettirenler, insan olma mertebesine erenlerdir. İbn Sina, bunun için, Şifa’da ve İşârât’ta; eğer
Kitap gelmeseydi de insan, kendine ve tabiata bakarak kendini gerçekleştirmek ve şükran
borcunu belirli ritüellerle ifade etmek zorunda kalacaktı, demektedir. O, ayrıca “İşte hikmete,
sonra rahmete ve nimete ibretle bakınız! Sırlarının seni hayrete düşüreceği bir mertebeyi
öğrenirsin. Sonra ayağa kalk ve dosdoğru ol!”477 diyerek gerçekte yine buna işaret etmektedir.
Aslında iyice düşünüldüğünde yukarıda belirtilenler, basit bir kendini gerçekleştirme
ihtiyacından öte, insanın fıtratının kendisine yüklediği bir yükümlülüktür. İşte bu
yükümlülüğün yerine getirilmesi süreci, tebliğimizin ana konusu olan, Muhyiddin İbn
Arabî’nin, ilahî din-inşâî din kavramlarında da kendisini göstermektedir. İbn Arabî, birçok
eserinde din anlayışı ile ilgili bilgiler vermekle birlike Fususü’l-Hikem’de 8. Fas olan “Yakup
Kelimesinin İçerdiği Metafizik Hikmet (Hikmet-i Ravhiyye” bahsinde bu konuya özel olarak
girmekte ve din kavramına atıfta bulunmaktadır:
“Din ikidir: Birisi Allah’ın indinde, Hakk’ın bildirdiği kimsenin indinde ve Hakk’ın bildirdiği
kimsenin bildirdiği kimse indinde olan dindir. Diğeri inde’l-halk olan dindir. Ve Allah Teâlâ
onu muteber kıldı.”478
Burada ifade edilmek istenen husus, birinci anlamda üç mertebelidir: Öncelikle İlahi isimler
ve sıfatları ihtiva eden mertebe, ardından melekût âlemini içeren, diğer bir söyleyişle levh-i
mahfuz mertebesi, son olarak da dünya semasına indirilen mertebe, yani vahy-i nebevi
mertebesidir. Bunların üçü birden esasta ilahî dini ifade etmekte ve bunun hakikatinin bir nevi
mutlak hakikat olup asla insan aklının erişemeyeceği bir anlam kazandığı görülmektedir. Her
ne kadar o, söz konusu ‘Yakup Fassı’nın sonunda hiç kimsenin iradenin hükmünü
bilemeyeceğini belirtse de, ancak Allah’ın ayn-ı basiretini açtığı bazı kimselerin mümkün
a’yânı, sabit oldukları hal üzere, neyse o halde bildiklerini ve bunun üzerine gördükleri şeyle
hükmettiklerini istisna kılarak açıklamaktadır. Ancak onun, burada kullandığı a’yân-ı sâbite
kavramı, doğrudan Allah’ın ilmini değil, İlâhî ilmin yansımasını temsil etmektedir. Çünkü İbn
Arabî de, İslam filozofları gibi, mutlak hakikatin bilinemeyeceğini savunmaktadır.
İbn Arabî’nin din anlayışının teorik temelini öncelikle İslam filozoflarının; felsefe-din/akılvahiy uzlaşmasına dayalı fikirleri, Tanrı-âlem ilişkisine yönelik ortaya attıkları
sudur/feyz/akıllar/nurlar teorileri, felsefenin dinden önceliğine dayalı argümanları ve
Peygamberlik/Hakîmlik/Faal Akıl ile ittisal anlayışları oluşturmaktadır. İkinci sırada ise, onun
477
İbn Sina, el-İşârât ve’t-Tenbîhât/İşaretler ve Tenbihler, s. 184.
İbn Arabî-Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, c. 2, Haz. M. Tahralı-S. Eraydın, M. Ü. İ.
F. Yay., İstanbul 2005, s. 169-170.
478
bunlardan hareketle savunduğu tecelli, cem’, fark gibi kavramlara dayalı vahdet-i vücud
anlayışı şekillendirmektedir.
İbn Arabî’nin din kavramının temelini oluşturan Tanrı-âlem ilişkisi anlayışına göre; âlem,
subûtu yönünden ezelî, zuhuru yönünden ise hâdis olarak görülmektedir. Burada o, a’yân-ı
sâbite kavramını kullanmakta ve tecelli eden varlıkların sabit özlerinin bilgisinin Tanrı
bilgisinde var olduğunu da ilave etmektedir479. Bunun anlamı, onun filozofların sudur ve
inayet anlayışı ile tecelli fikrini bir araya getirmesi demektir. Ancak a’yân- sâbite
kavramından kasdını iyi anlamak gereklidir. Burada kastedilen, Tanrı’nın Zât’ı değil, isim ve
sıfat yönü, diğer bir deyişle ilk taayyünüdür. Bu ise, mümkünler kısmında
değerlendirilmelidir. Bu, İbn Arabî’nin Fusus’un Yakup Fassı’nda da anlattığı gibi, Tanrı’nın
ilminin maluma tabi olması anlamında kullanılmakla birlikte Cîlî’nin anladığı gibi Tanrı’nın
kendi nefsine ve ibdaına ait bilgisi tek bir ilim olarak anlaşılabileceği gibi, Ahmet Avni
Konuk’un izah ettiği gibi hem Zat hem de sıfatlarının oluşu ve bu sıfatların O’nun zatının bir
yönden aynı olması ile ilgilidir480. O halde, a’yân-ı sâbiteyi Tanrı’nın Zat’ına bağladığımızda
O’nunla özdeşliği, sıfatları açısından düşündüğümüzde de zuhuru ve imkanı yönünden
başkalığı ortaya çıkmaktadır481. Bu durum İslam filozoflarının “başkasıyla zorunlu”
kavramının bir başka izahıdır.
İbn Arabi okumalarımızdan anlaşılmaktadır ki, aslında halk dini, tek başına halkın yaşadığı
din değildir. Fıkıhçının, kelamcının, tefsircinin, velhasılı uzmanı ve uzmanı olmayanı ile
herkesin anladığı ve yaşadığı dindir. Bu noktada Peygamber’in anladığı ve yaşadığı da,
derecesi ne kadar üstte olursa olsun, yine halk dinidir, yani insânî kılınan dindir. İyiliğin
sürekli olduğunu ortaya koyan hikmetlere ve hakikatlere uyan herkes Rabbinden bir şeriat
üzeredir.
İbn Arabî’nin halk dini anlayışı, Farabi’nin ‘insânî kılınan din’ yorumuyla aynıdır. Ancak
burada başta İbn Arabi olmak üzere sufilerin ve filozofların, asla bir dini çoğulculuk veya dini
görecelikten bahsetmediklerini özellikle vurgulamak lazımdır. Çünkü burada kastedilen
husus, metafizik temel ilkeler/kanunlar/hikmetler çerçevesinde anlaşılması gereken hakikatin
tekliğine dayalı bir dindir. Bunun Hz. Adem’den bu yana gelen dinin birliğine atfetmek
gereklidir. Bir insan için bu ilkelere uyumlu olduktan sonra bunu taklitle yapmak ile tahkikle
yapmak arasında gücünün yettiği kadarıyla amaca ulaşma noktasında bir fark yoktur. Ancak
esas olan, ilkeleri bilerek yapmaktır. Dini uygulamaların hepsi insanların akli ve bedeni
güçleri noktasında uygulanabilir. Nitekim aklı olmayanın dini yoktur demek ve insanın ancak
gücünün yettiği kadar sorumlu olması bu anlama gelmektedir. Burada İbn Arabî’nin,
Fusus’ta, dinin, kelime anlamlarının; ceza (karşılık), anlayabildiği kadar itaat (boyun eğme)
ve yaptığının karşılığının kendisine döndüğü bir âdet olduğunu vurguladığını hatırlamamız
gerekmektedir482.
İbn Arabi’nin Hak dininin de nihayette, insani algı noktasında, halk dini olduğunu söylemesi
esasında Hak dininin yani Mutlak Hakikat’in anlaşılamaz olduğunun beyanı noktasındadır.
Aslında bu tutum Maturidi anlayıştaki ehl-i kıble tekfir edilemez görüşünün, filozoflar ve
sufiler tarafından daha da geliştirilmiş ve evrenselleştirilmiş şeklidir. Yani ilahi rahmetin
kuşatıcılığı ve evrensel ahlak/din ilkelerine (ilahi yasalara ve hikmetlere) uyanların tekfir
edilmemesi anlamına gelmektedir. Bu, bir dini çoğulculuk anlamında değil, Adem’den
günümüze tek dinin olduğunu göstermek açısından kullanılmaktadır. Fusus şarihi Ahmet
Avni Konuk’un belirttiği gibi:
“Şer-i ilâhîden, maksud/olan hükm-i ilâhî nüfus-ı nâkısanın ikmâli olduğu ve bir peygamberin
479
Bkz. Tahir Uluç, İbn Arabî’de Sembolizm, İnsan Yay., 2. Baskı, İstanbul 2009, s. 100; Ekrem Demirli,
Fususü’l-Hikem, Çeviri ve Şerh, Kabalcı Yay., İstanbul 2013, s. 358-359.
480
Bkz. İbn Arabî-Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, c. 2., s. 188-189.
481
Uluç, a.g.e., s. 100-101.
482
İbn Arabî-Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, c. 2., s. 190.
dinine tabi olan ulemâ ve sulehâ ile zaman-ı fetretteki ukalâ ve hükemânın (hukemâ-i
Yunaniyye) vaz’ı ettikleri usûl ve kavâninde zâhir olan hikmet ve maslahat dahi, kezâlik
nüfus-ı nâkısanın ikmâli bulunduğu cihetle, bu zevâtı kiramın maksûdları şer-i ilâhîden
maksûd olan hükm-i ilâhîye muvafık geldi…”483
Ahmet Avni Konuk’un burada belirttiği husus İbn Arabi gibi sufiler ve filozofların
görüşlerine uygundur. Çünkü, esas maksat insanın kendi varlığını kuşatan ve bütün evreni
yaratan aşkın bir varlığın olduğunun farkına varmak ve devamında insanın kemâlinin
gerçekleştirilmesini sağlamak olduğuna göre Yunan filozofları da bunu yapmışlardır.
Dolayısıyla onların burhanî ve irfânî (ilhâmî) bir şekilde ortaya koydukları da insânî bir
dindir ve bu da, ilahi hükümlerin geliş maksatlarına uygun olduğundan muteber kabul
edilmiştir. İbn Arabi bunu, Hadid 57/27’deki ifadelere dayandırmaktadır484. Nitekim,
filozofların amacı da insanların akıllı varlıklar oldukları ve diğer bütün canlılardan bununla
temayüz ettikleri için akıllarını kullanarak nasıl kemâle ereceklerini göstermeye çalışmaktır.
Burada İbn Arabî’nin kastettiği halk katındaki din kavramı, Hristiyan keşişlerinin ortaya
koydukları bir çeşit mistik anlayış veya aynısı olmasa da bir benzeri olması bakımından
tasavvufî dindarlık485 ile sınırlı değildir. Tasavvufî dindarlığı da içine almakla birlikte, çok
daha geniş anlamlı, dediğimiz gibi, Hak indindeki dini de kapsayan insani bir dindarlıktır. Bir
bakıma insanın kendini keşfedip Tanrı’yı bulma çabasının bütünü ifade eder. Bir peygambere
inzal edilen vahiy de bunun içindedir. Çünkü bu peygamber de insandır. O da kendine gelen
vahyi oluş bozuluş âleminin değişkenliğinde yorumlayacak ve ana ilkeye ve hikmete uygun
hükümler koyacaktır. Bu konu filozof sufilerin ve filozofların din-felsefe/akıl-vahiy ilişkisine
getirdikleri uzlaşmayla yakından ilgilidir. Yoksa, buradan hareketle zahirî ve nakilci bir
yaklaşımın iddia ettiği gibi basit bir işarî yorum, batınî yorum veya felsefî tevil meselesinden
çok daha ötede bir hakikati arama girişimi ve hakikatin evrenselliğini ortaya koyma çabasıdır.
Fârâbî ve İbn Sina’dan başlayarak felsefi geleneğin yapmaya çalıştığı ile sufi geleneğin
yapmaya çalıştığı şey aynıdır. Buradaki tek sıkıntı, sufi yorumlarda, aşırı derecede avama mal
olmasından kaynaklanan, bazen aklî temellendirmelerin buharlaşması veya tamamen ortadan
kaldırılması çabasıdır.
Yukarıdaki paragrafta izahına çalıştığımız husus, Hanefî-Maturidilerin savunduğu:
“Yaratıcının varlığına iman ve nimet sahibinin nimetlerine şükür, aklın hükmüyle vaciptir” ve
“akıl, eşyanın, yani duyulur nesnelerin hakikatini ve hikemî manalarını bilebilir” görüşünün
bir başka yorumu gibidir. Bu, İlahi emir ve yasaklardaki maslahatları aklın idrak edebileceği
ve aklın hilafet şerefiyle şeriatte tasarrufta bulunabileceği anlayışının İbn Arabî’deki
izahından başka bir şey değildir. İbn Arabî, tıpkı filozoflar gibi, bunu tahliye (tenzih)-tezyin
(teşbih) dengesiyle izah etmiş ve mânâyı suretten sureti de mânâdan asla soyutlamamıştır486.
İbn Arabi’nin din kavramını izahında başvurduğu bir başka görüş de Peygamberlik ve
velilik/Ariflik/hakîmlik ilişkisidir. Mutezili ve Maturidi anlayışta ve İslam filozoflarında
nübüvvetin Tanrı’nın hikmetinden kaynaklanan bir zorunluluk olarak görülmesi ve özellikle
de filozoflarda gördüğümüz Peygamberin hakîmliğinin, Faal akılla ittisalin insanlarla alakalı
olarak sürekliliği ve hakikate ulaşabilmenin sürekliliği anlamında, Peygamberliğinden üstün
olması fikri İbn Arabî’de de detaylıca işlenen bir konudur. Yukarıda açıkladığımız üzere
insanlardan hikmet ehlinin az olması olağan bir durumdur. İnsanların çoğunluğu, metafizik
hakikatleri kavrayacak durumda değildir. Ancak, bu metafizik hakikatleri her dönemde
açıklayacak bilginlerin olması kaçınılmazdır. Bu açıdan Peygamberlik zorunlu olmakla
birlikte, son Peygamber ile bu da sona ermiştir. Peygamberlerin getirdiği vahiyler bu açıdan
483
İbn Arabî-Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, c. 2., s. 176-177.
İbn Arabî-Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, c. 2., s. 175-176.
485
M. Mustafa Çakmaklıoğlu, İbn Arabî’ye Göre İbadetlerin Manevî Yorumları, İstanbul 2015, 3. Baskı, İnsan
Yay., s. 37-49.
486
Abdülkerim el-Cîlî, Futuhât-ı Mekkiyye Şerhi, (Çev. Ali Akay), İlk Harf Yay., İstanbul 2015, s. 133-140.
484
bütün insanlığın rehberi olmaya devam edecek, onların yolundan gidecekler içtihâdî teşri
görevini üstlerine alacaklardır. İbn Arabi de bu düşünceden hareketle âlimleri/arifleri
Peygamberlerin vârisi kabul etmiş ve sadece içtihâdî teşri alanında değil hakikate ulaşma
bakımından ve kuşatıcılığı yönünden Peygamberlerin Arifliğinin Peygamberliklerinden üstün
olduğu tezini savunmuştur. Aynı şekilde Peygamberden sonra gelen ariflerin de hakikatle bir
bağ kurduklarını ifade eden İbn Arabî, bunun, tıpkı filozoflarda olduğu gibi,
hakîmlerin/ariflerin Peygamberden üstün olduğu anlamına gelmeyeceğini, böylesi bir
durumun imkânsızlığını dile getirmiştir487.
Burada onun anlatmak istediği husus; Peygamberlik, daha hususi, zamansız, tümel (külli) ve
somut vahiy gibi özel müdahale gerektiren bir durumu ifade ediyor iken, velilik veya arifliğin,
bütün insanlara ve iki dünyaya da şamil varlıksal ve bilgisel bir durumu, yani, Peygamber de
dâhil, daha tabii bir durumu temsil etmesidir. Aynı konu İbn Arabî’nin ilham aldığı İbn Sina
tarafından şöyle ifade edilmektedir:
“Kelam Peygamber (S.A.V)'e özgü bilgilerden ibarettir. (Bu) ilimde taaddüd (çeşitlilik,
farklılık) ve kesret (çokluk) yoktur. "Bizim buyruğumuz, bir anlık bakış gibi, bir tek sözden
başka bir şey değildir" (Kamer, 54/50). Aksine taaddüd, ya iç geçirmesi (ya da) hayal ve hisse
kapılmaktır. Peygamber (S.A.V) gayb bilgisini Hakk'tan melek aracılığıyla alır. Hayal gücü
de bunu alıp, harfler ve muhtelif şekiller biçiminde tasavvur eder. Nefs levhasını boş olarak
bulur ve ona bu ifadeleri ve biçimleri nakşeder. Ondan manzum bir söz (kelam) işitir, insan
biçiminde bir şahıs görür. İşte bu vahiydir. Çünkü Peygambere bir şeyin ilka edilmesi
herhangi bir zaman diliminde olmaz.”488
İbn Arabî’nin Peygamberlik ve velilik noktasında burada vurgulamak istediği şey, filozoflarda
olduğu gibi, hayatın ve teşrinin devamının zarureti ve bu noktada vahyin en üst düzeyde tevili
de dâhil insani bilgi elde etme imkânlarının sınırsızlığı ve evrenselliğidir. Burada özellikle
bahsedilmesi gereken diğer bir nokta daha vardır ki, gerek filozoflarda gerekse İbn Arabî’de
bilginin metafizik bir tabiata sahip olmasıdır. Buna göre; insanın elde ettiği bilgiler her ne
kadar kendi çabaları sonucu ortaya çıktığından ve yine insanların aklı, bir ilahi tecelli ve ışıma
sonucu veya akıllar âleminin yansıması sonucu oluştuğundan her somut bilgisel çabası, İlahi
bilgiden bir pay alma çabasından başka bir şey değildir. Bu anlamda insanın bilgisi, en alt
düzeyden en üst düzeye kadar melekut âlemiyle bir ilişki ortamında ortaya çıkmakta ve bu
ilişkinin soyutluğu nispetinde hakikatle ilişkisi artmaktadır. Bununla beraber, hiçbir zaman
mutlak hakikate ulaşması imkansız olsa da, her zaman hakikatle bağını en yüksek dereceden
devam ettirebilmektedir. Nitekim, İbn Arabî, Fusus’ta Allah’ın kendini nebi veya resul değil
hem dünyada hem de ahirette velî şeklinde isimlendirdiğini ifade etmektedir489.
İbn Arabî’nin insanın kemale erişmesiyle ilgili düşüncesi, İslam filozoflarının Faal Akıl ile
ittisal anlayışıyla oldukça benzerdir. Meselâ Fârâbî, Faal Akıl’a, ulvî ve süflî âlem arasında
aracılık rolü vermekte ve onu Cebrail (a.s.) ile özdeşleştirmektedir. Ona göre, insanın Faal
Akıl ile en üst düzeydeki kesintisizlik ilişkisi/ittisali ona meleki bir güç kazandırmakta ve
bilgide en üst düzeye, ilhami bilgi düzeyine, çıkarmaktadır. Böylece Peygamberin somut
bilgisel ilişki kurduğu âlemle soyut bir bilgisel ilişkiye geçmektedir. Bu noktada Faal Akıl'ın
işlevlerinden biri, insanın hakikate ulaşma çabasının karşılığını vermek ve onun
yetkinleşmesini (saadetini) sağlamaktır. İşte insanın böylesi bir merhaleye ulaşabilmesi için,
varlığında kendinden aşağıda bulunan cisim, madde ve araz gibi hiçbir şeye muhtaç
487
İbn Arabî-Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, c. 3., s. 105-122.
İbn Sina, “Risâletü’l-Arşiyye”, İbn Sina’nın Epistemolojisi içerisinde, (Çev. Hidayet Peker),
489
İbn Arabî-Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, c. 3., s. 107. İbn Arabi’nin buradaki
düşüncesi Fârâbî ile çok benzerdir. Fârâbî, Faal Akıl ile ittisali sıradan insanlar ve Peygamberin hakîmliği
açısından çalışıp gayret etmeye bağlamakta ve bunu münfail akılla ilişkilendirmektedir. Peygamberin aldığı
somut vahyi ise mütehayyile gücüyle ilişkilendirmektedir. Ancak bununla beraber Peygamberin hakîmliğinin
diğer insanların hakîmliğinden daha soyut olduğunu da belirtmektedir.
488
olmaksızın, cisimlerden bağımsız bir konuma gelmesi, yani ölmeden önce ölmesi gereklidir.
Ancak bu saadet kişinin tek taraflı ulaşacağı bir saadet hali değildir. Kişi böylesi bir
merhalede devamlı bulunamayacağı için anlık yükselişlerle kazanacağı bu olgunluk sayesinde
elde ettiği bilgiyi çevresiyle paylaşacak, yani kendinde zuhur ettirecektir. Bu ise, onun
tabiatının bir gereği olup hem kendi mutluluğu hem de insanlığın mutluluğu buna bağlıdır490.
İbn Arabî, insani kemalin ve dolayısıyla dinin teslimiyet ve karşılık boyutunun yakalandığı en
üst durumun Tanrı-insan ilişkisinde aşikâr olduğunu, bunun da en iyi namazla gerçekleştiğini
söylemektedir. Buna göre namaz, kişiyi, uygulanması esnasında başka hiçbir eylemde
bulunmaksızın, Tanrı ile içsel bir konuşmaya/zikre itmektedir. Burada kişinin aklî olgunluğa
erişme seviyesi ile, tenzihi veya tezyinî anlamda kendi ürettiği bir Tanrı’ya dua ve senada
bulunması doğru orantılıdır. İbn Arabî’ye göre, insanlar, kendi ürettikleri Tanrı’ya dua ve
senada bulunurken aslında kendi kendilerini sena etmekte ve başkalarının ürettikleri Tanrı’yı
kötülemektedirler. Esasında bunların hepsi insanın ürettiği bir Tanrı’dır ve sınırlıdır491.
Burada anlatılmak istenen husus yukarıda açıkladığımız üzere İbn Arabî’nin varlık teorisi,
vahdet-i vücud anlayışı, yani Tanrı-âlem ilişkisinin bir sonucudur. Bu tarz bir din anlayışı,
Tanrı’yı en üst düzeyde her an kendi benliğinde hissetmeyi gerekli kılar ki, sonuçta insanı,
erdemlerle, yani Tanrısal isim ve sıfatlarla donanmış kâmil bir insan olmaya doğru götürür.
İbn Arabî’nin dinin inşasından kastettiği bu tarz insani bir inşadır. Esasında bazılarının
zannettiği gibi Cebriye’ye yakın bir Eşari anlayıştan çok Mutezile, Maturidi ve filozofların
anlayışına daha yakındır ve daha özgürlükçüdür.
Kaynakça
Kindi, Felsefi Risaleler, Arapça ve Çeviri Metin, (Çev. Mahmut Kaya)
Fârâbî (2000). Kitâbü’l-Mille, Haz. Fatih Toktaş, “Fârâbî’nin Kitâbü’l-Mille Adlı Eserinin
Takdim ve Çevirisi, Divan, C.1, S.1:247-273; Kitabu’l-Huruf/Harfler Kitabı, Arapça ve
Çeviri Metin, (Çev. Ömer Türker), Litera Yay., İstanbul 2008
İbn Sina, el-İşârât ve’t-Tenbîhât/İşaretler ve Tenbihler, Arapça ve Çeviri Metin,( Çev. A.
Durusoy-M. Macit-E. Demirli), Litera Yay. İstanbul 2005
İbn Rüşd, Faslu’l-Makâl/Felsefe-Din İlişkileri,( çev. Süleyman Uludağ), Dergâh Yay. 3.
Baskı, İstanbul 2004,
Farabi, Kitabu’l-Huruf/Harfler Kitabı
İbn Arabî-Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, c. 2, Haz. M. Tahralı-S.
Eraydın, M. Ü. İ. F. Yay., İstanbul 2005
. Tahir Uluç, İbn Arabî’de Sembolizm, İnsan Yay., 2. Baskı, İstanbul 2009, s. 100; Ekrem
Demirli, Fususü’l-Hikem, Çeviri ve Şerh, Kabalcı Yay., İstanbul 2013
Mustafa Çakmaklıoğlu, İbn Arabî’ye Göre İbadetlerin Manevî Yorumları, İstanbul 2015, 3.
Baskı, İnsan Yay.,
490
491
Bkz. Fârâbî, es-Siyasetü'l-Medeniyye, çev. M. Aydın-A. Şener-M. R. Ayas, İstanbul 1980, s. 1-35.
İbn Arabî-Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, c. 4., s. 368-386.
Abdülkerim el-Cîlî, Futuhât-ı Mekkiyye Şerhi, (Çev. Ali Akay), İlk Harf Yay., İstanbul 2015
İbn Sina, “Risâletü’l-Arşiyye”, İbn Sina’nın Epistemolojisi içerisinde, (Çev. Hidayet Peker),
İBNÜ’L-ARABÎ’NİN AKIL ELEŞTİRİSİ
Abdullah Kartal
Giriş
İbnü’l-Arabî’nin akla veya herhangi bir konuya bakışında neyi esas aldığını, öncelediğini
veya hangi saiklerin belirleyici olduğunu, meselelere nereden baktığını ve nerede durduğunu,
işin başında tespit etmemiz gerekir. Zira bunu yaptığımızda, haklılığı veya haksızlığı bir
tarafa, en azından, kabul ettiği şeyi niçin kabul ettiğini, eleştirdiği şeyi niçin eleştirdiğini
anlarız. Hatta onun durduğu yeri anladığımızda görüşlerini bilmesek de herhangi bir konuda
ne söylemiş olabileceğini tahmin bile edebiliriz. Bu yönüyle bakıldığında okuyucuyu ya da
muhatabı, tikel meselelerde varlık ağacının bütün katmanlarında dolaştırırken insanı sürekli
düşme tehlikesine sokacak kadar uçlarda gezdirdiğini ya da dalgalı denizlerde boğulacak
derecede tehlikeye attığını ama sonunda bazan şefkatli bir el uzatarak, bazan da sert bir
şekilde tutup çekerek sahil-i selamete kavuşturduğunu görürüz. Aslında İbnü’l-Arabî’yi
okurken nerede dolaşırsak dolaşalım, hangi yöne gidersek gidelim, sonunda o, bizi bir
noktaya yönlendirir ve ulaştırır. Peki İbnü’l-Arabî’nin durduğu yer, neredir? Nereden bakarak
bütün varlığı izah etmemizi ister? Nedir esas gerçek ve gaye?
İbnü’l-Arabî’nin düşüncesine ve söylemine hâkim olan, bütün hükümlerin kendisinden çıkıp
yine kendisine döndüğü büyük önerme şudur: Vücûdî hakikat, özü ve zatı itibariyle birdir;
sıfatları ve isimleri açısından çoktur. Çokluk, bir suretin, değişik aynalarda yansımasıyla
çoğalmasındaki gibi aslında bu hakikatin değişik görünümlerinden ibarettir. Dolayısıyla
hakikat, bir olduğu halde itibar, nisbet ve izafetler açısından çoktur. Vahdet-i vücûd olarak
ifade edilen bu yapının, mutlak birlik ve sonsuz çokluk üzerine kurulduğu söylenebilir. Zatı
itibariyle hiçbir hüküm kabul etmeyen –asla bilginin objesi olmayan- bu hakikat, isim ve
sıfatları ile oluşan izafet, nisbet ve itibarla sonsuz sayıda hükmü kabul eder. Bu itibarla zatına
bakıldığında bu hakikate “Hak” deriz. İsim ve sıfatların mümkünlerin aynlarına zuhuru
açısından baktığımızda ona “halk” ve “âlem” deriz. Şeyhin sürekli tekrarladığı Hak ve halk,
bir ve çok, kıdem ve hudus gibi zıtlıklar, bu hakikat hakkında verdiğimiz hükümlerdir.
İşte İbnü’l-Arabî’nin durduğu yer ve esas önermesi tam da budur. Önerme diyoruz, ancak
bunun biraz sonra değerlendireceğimiz aklın önermesi şeklinde anlaşılmaması gerektiğini de
dikkatimizden uzak tutmamalıyız. Önerme dememizin nedeni, çıkış noktası ve dönüp dolaşıp
vardığı son nokta anlamında verdiğimiz bir hüküm olmasıdır. İmdi İbnü’l-Arabî’nin temel
araştırma alanı, en küllî kavram olan Hakk’ın varlığıdır (vücûd-ı hak). İbnü’l-Arabî, bütün
çokluğu ve zıtlıkları, çeşitlilikleri ve farklılıkları barındıran bu varlığı, herhangi bir şekilde
sınırlandıran her türlü düşünceyi ve yorumu, şiddetle tenkit eder. Nitekim kelamı, bu yönden
eleştirir. Çünkü kelam, temel ilkesi olan tenzih anlayışıyla bu varlığı sınırlandırmıştır (takyit).
Akıl, nazarî yönüyle bu varlığı, kavramlara indirgemiştir. Fıkıh, insanı sadece mükellef bir
varlık olarak görmesinin bir neticesi olarak Allah’ı da sadece bir ibadet objesi olarak
görmekle sınırlandırmıştır. Sufilerin zâhir ehli dediği bütün ulema (kelamcı, fakih, muhaddis,
müfessir gibi) Allah’ın sonsuz kelamı olan vahyi lafızlarda ifade edilen manalarla
sınırlandırmışlardır.
Dolayısıyla İbnü’l-Arabî, varlığı, takyit ve tahdit eden ve böylece bütün yönlerini ıskalayan
Prof. Dr., Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı Öğretim Üyesi
her türlü indirgemeci bakışa şiddetle karşı çıkmıştır. Onun, her konuya bakışında bu kaygısını
görmek mümkündür. Hakikati bir yönüyle değil, bütün yönleriyle görmemizi mümkün kılan
bir yöntemin peşindedir, İbnü’l-Arabî. Şöyle de diyebiliriz: Yaratılışı, insanı ve alemi, tek bir
hakikatin değişik yönleri olarak görmüş ve bunların bir ortak noktada buluşması gerektiğini
veya bütün varlık katmanlarının bir varlığın değişik mertebeleri olarak birlikte yorumlanması
gerektiğini söylemiştir. Bu itibarla varlığın dili de vahyin dili de insanın dili de aslında aynı
hakikate tercüman olur. Başka bir ifadeyle bunların her birisi, bir evin birbirinden ayrılmaz ve
bir bütün oluşturan odalarıdır. Dolayısıyla aslında İbnü’l-Arabî’nin yapmak istediği şey, bu
değişik varlık katmanlarını, aynı yöntemle yorumlamaktan ibarettir. Varlığın bu değişik alan
ve tezahürlerini birbirinden ayıran ve sonuçta varlığa kuşatıcı yönleriyle bakmayan her türlü
düşünce ve faaliyet, İbnü’l-Arabî’nin eleştirisine konu olmuştur. Bu perspektiften
bakıldığında İbnü’l-Arabî’yi anlamak, oldukça kolay ve mümkündür. Afifi’nin de isabetle
belirttiği gibi İbnü’l-Arabî’nin anlaşılmasındaki güçlük, sisteminin kompleksliğinden
kaynaklanmaz; bu zorluk, bu sistemi ifade etmek için benimsediği üsluptadır492. Sonuç olarak
İbnü’l-Arabî’nin bu sâikle hareket ederek akıl ile ilgili değerlendirmeler yaptığını daima göz
önünde tutmak gerekir.
İbnü’l-Arabî’nin akıl hakkındaki değerlendirmesine geçmeden önce genellikle tasavvufun
eleştirilmesine ve hatta değersizleştirilmesine neden olan, bazan kasıtlı genellikle de bilmeden
yapılan bir hataya işaret etmek isterim. Bu da, tasavvufun, özellikle de İbnü’l-Arabî’nin akla
karşı olduğu ve aklı dışladığı şeklindeki yanlış algıdır. Bu algı, sonuçta tasavvufun üzerine
oturduğu bir epistemolojik zeminin olmadığı ve dolayısıyla sufi yöntemin ürettiği bir bilginin
bulunmadığı, sufi söylemin bir çeşit retorik, şiirsel muhayyileler ve hayalî kurgulardan ibaret
olduğu kanaatini hâkim kılmaya hizmet etmektedir. Bu anlayış, tasavvufu, objektif bir ilim
olamayacağı, sadece sübjektif yani bireyin kendi dünyasında kurgulayıp oyalandığı bir alan
olarak sunmaktadır. Binaenaleyh durum böyleyse, asırlar boyu sufi söylemin ürettiği derin ve
geniş literatür ve birikim, değersiz yığından başka bir şey değildir. Müslümanlar arasındaki
hâkim olan bu yaklaşım ile daha ziyade modern zamanlarda tasavvufun orijininin, İslam
öncesi kültürler olduğunu söyleyen oryantalist bakış açısı, farklı noktalardan hareket etse de,
aynı sonucu doğurmaktadır. Bu sonuç ta, İslam düşüncesi ve Müslümanın yaşantısına derinlik
ve değişik boyutlar kazandıran tasavvufun değersizleştirilmesidir. Böylece İslam düşüncesinin
dinamizmini kaybetmesi sağlanmış olacaktır.
Evet! Sufiler, başından itibaren aklı ve aklın ürettiği bilginin değerini tartışmışlar ve hakikatin
kavranmasında aklın yetersizliğine yönelik eleştirilerini daima sürdürmüşlerdir. Ne var ki,
onların bu eleştirisi, epistemolojik ve metodolojiktir. Belki, İbnü’l-Arabî’den daha sert akıl
eleştirisi yapan Gazalî, akıl dışılıkla itham edilebilir mi? Ya da saf aklın metafizik konularda
bilgi üretemeyeceğini söyleyen Kant, bu yönüyle irrasyonalist midir veya bunu yapmakla
görüşleri değersizleşmiş midir? Şu hâlde genel olarak sufiler, özelde İbnü’l-Arabî, aklı
eleştirmiştir, ancak tasavvuf, itibarsızlaştırılmayı hak edecek kadar akıl dışı değildir.
Tasavvufun akıl eleştirisi, tamamen epistemolojik bir zemine dayanır.
A. Tasavvuf Tarihinde Akıl Eleştirisi
Sufiler, başından itibaren, kendilerini diğer ilim erbabından ayıran temel özelliklerini
belirlemişlerdir ki, bunların başında yöntem farlılığı gelir. Allah’ı bilmenin ve bütün tikel
meselelerde doğru bilgiyi elde etmenin yolunun ne olduğu, daima sufilerin birincil sorunu
olmuştur. Sufiler, iki yöntemden bahsetmişlerdir. Bunlardan ilki, “akıl ile elde edilen bilgi”
(aklî bilgi), diğeri ise keşif ile elde edilen bilgi (keşfî bilgi)’dir ki, bu ikinci tür bilgi, ilk
dönemde daha ziyade “ma’rifet” şeklinde ifade edilmiştir. Sufilerin, vasıtasız olarak ve
492
Afîfî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, (çev. Ekrem Demirli), İstanbul 2011, s.39.
sezgisel bir yaşantı hali ile Allah’ın bu tecrübeyi hissedene ihsan ettiği özel bilgi olarak
tanımlayabileceğimiz ma’rifetin (keşfî bilgi), nazar ve istidlale dayandığından sınırlı kabul
edilen aklî bilgiden daha üstün olduğunu söylemeleri, beklenen bir durumdur. Burada ayrı bir
öneme sahip olduğunu düşündüğümüz Kuşeyrî’nin üçlü tasnifini de hatırlamak gerekir.
Kuşeyrî, bilgi sistemlerinin karşılaştırmasını yaptığı er-Risâle’sinde, insanı gerçek bilgiye
götürecek üç tür bilgiden bahseder. Bunlar, ilme’l-yakîn, ayne’l-yakîn ve hakke’l-yakîndir.
Şöyle der, Kuşeyrî: “sufilere göre ilme’l-yakîn, kesin delil (burhan) ile elde edilen bilgidir.
Ayne’l-yakîn, açıklama (beyân) ile elde edilen bilgi, hakke’l-yakîn de görme (iyân) ile elde
edilen bilgidir. Birincisi, akıl sahipleri, ikincisi, ilim sahipleri, üçüncüsü ise ma’rifet sahipleri
içindir”493. Burada Kuşeyrî, bilgi sistemleri arasında bir mukayese yapmakta ve tasavvufun
diğer disiplinlerden üstünlüğünü, aklın hakikate ulaşma noktasındaki yetersizliği temeline
dayandırmaktadır.
Benzer tasnifi, İbnü’l-Arabî’de de görmek mümkündür. Allah’ın bilgisine götüren iki
yöntemin olduğu, İbnü’l-Arabî’nin metinlerinde sıklıkla karşılaşacağımız bir hakikattir. Bu
yöntemlerden ilki, nazar ve istidlal yöntemini kullanarak kanıt getiren aklî bilgi; ikincisi ise,
keşf, tecelli ve müşâhede ile vasıtasız olarak Allah’tan alının bilgidir. Gerçi o, Fütûhât’ta aklî
bilgi, haller bilgisi ve sırlar bilgisi olmak üzere üç çeşit bilgiden bahseder. Ancak bu üçlü
tasnif, bir çeşit derecelenmeyi içerdiği gibi ikinci ve üçüncü şıklar, aslında tasavvufî bilginin
iki çeşidine işaret eder. Bu itibarla haller ve sırlar ilmi, aynı yönteme göndermede bulunduğu
için aklî ve keşfî olmak üzere iki tür yöntemden bahsetmemiz mümkündür494.
Başka bir yerde İbnü’l-Arabî, şöyle der:
“Bilgileri elde etme yolu, (teorik) düşünce ve vergi (vehb) diye ikiye ayırılır. Vergi, ilahi
feyizdir ve dostlarımızın yolu ona dayanır. Onlar, kendisine ulaşan bozukluk nedeniyle
(teorik) düşünceyle ilgilenmezler. Düşüncede doğruluk, zanna dayanır, dolayısıyla verdiği
hükme güvenilmez. Burada dostlarımız derken abidleri, zahitleri veya genel anlamda sufileri
değil, hakikat ve tahkik ehli olan kalp, müşahede ve mükaşefe ehlini kastediyorum. Bu
nedenle ‘peygamberlik ve velayet ilimleri aklın gücünün ötesindedir’ denilir. Akıl, düşüncesi
sayesinde onlara giremez. Fakat özellikle düşüncesini bozacak hayali ve düşünce kaynaklı bir
kuşkunun baskın gelmediği selim akıl sahibinde akıl, kabul edicidir. Sır ilimleri ise pek
çoktur”495.
Burada adına ne dersek diyelim, tasavvufî bilginin mahiyeti konusunda İbnü’l-Arabî’nin
önceki sufilerden farklı düşündüğünü ifade etmek gerekir. Bu farkı görmek için ise, iki dönem
tasavvufunun çerçevesini karşılaştırmak gerekir. İlk dönemde tasavvuf, dinin ihsan alanını
temsil eden şer’î bir ilim olarak tanımlanmıştı. Bununla irtibatlı olarak tasavvufun meseleleri,
haller ve makamlar bakımından insanın dönüştürülmesiydi. Dolayısıyla tasavvufî bilginin
içeriği, daha ziyade insanın nasıl kemale ulaşacağı ile sınırlanmıştır. Başka bir ifadeyle
insanın Hakk’a yolculuğunda katetmesi gereken makamlar ve bu makamlar neticesinde
sufinin ilahî vârid ve keşfe mazhar olması, tasavvufî bilginin çerçevesini oluşturmaktaydı.
Halbuki İbnü’l-Arabî, konusu Allah’ın varlığı olan tasavvufun meselelerini, Allah’ın varlığına
ilişen durumlar yani Allah-âlem ilişkisi olarak belirlemişti. Bu itibarla tasavvufî bilginin
içeriği ve meselesi, yalnızca insanın dönüştürülmesi değil, aynı zamanda Hakk’ın varlığından
âlem denilen çokluğun nasıl meydana geldiğiydi. Belki şöyle denilebilir: ilk dönem sufileri,
öncelikle “Allah’a nasıl ulaşırım?” sorusunu araştırma konusu yaparken, İbnü’l-Arabî, bunun
yanında Bir olan Mutlak Varlık’tan, bu çokluk âleminin nasıl meydana geldiği sorusunu da
tasavvufî bilginin muhtevasına eklemiştir. Bu itibarla, süreç içerisinde tasavvufî bilginin
içeriğinde bir genişleme olduğu gibi karşıtı olan aklî bilgiye bakışta da farklılıklar olduğu
493
Kuşeyrî, er-Risâle, (thk. Ma’rûf Züreyk-Ali Abdulhamîd Baltacı), Beyrut 1991, s.55.
İbnü’l-Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, (çev. Ekrem Demirli), İstanbul 2006, c.I, s.73-75.
495
İbnü’l-Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, c.2, s.298.
494
söylenmelidir.
B. İbnü’l-Arabî’nin Akıl Eleştirisi
İbnü’l-Arabî, metinlerinde genellikle aklı yalın olarak kullanmaz; ya aklî delil, aklî nazar, aklî
bilgi gibi aklı sıfatlarla ifade eder, ya da fikir bakımından akıl gibi aklın bir yönünü ve
biçimini dikkate alarak kullanır. Bunun bir nedeni, akıl kavramının tek başına olumlu ya da
olumsuz içerik taşımadığını anlatmaksa, diğer bir nedeni, aklın değişik dereceleri, yönleri ve
fonksiyonları olduğunu anlatmaktır. Dolayısıyla onun akıl tahlili, ancak bütün bu yönlerin
hangi anlamlara delalet ettiğini ortaya çıkarmakla tamamlanmış olur. Bu perspektiften
bakıldığında Şeyhin akıl ile ilgili ontolojik ve epistemolojik olmak üzere iki düzeyden
bahsettiğini söyleyebiliriz. Başka bir ifadeyle akıl, yaratılış hiyerarşisinde bir varlık alanına
tekabül ettiği gibi insanın hakikati idrâk etme yetisine de göndermede bulunur. Bu bakımdan
İbnü’l-ArabÎ’ye göre akıl, ontolojik ve epistemolojik olarak iki düzeyde değerlendirilmesi
gereken bir hakikattir.
1. Ontolojik Olarak Akıl Ya Da Varlık Mertebelerinden Birisi Olarak
Akıl
Her şeyden önce İbnü’l-Arabî ve takipçilerinin bize sunduğu varlık mertebelerinde akıl,
daima mihver kavramlardan birisidir. Bu bağlamda akıl, ilk akıl ve küllî akıl şeklinde iki ayrı
mertebedir. Sufilerin “Allah’ın ilk yarattığı şey, akıldır” şeklindeki hadislerle de
destekledikleri ilk akıl, İslam filozoflarının sudur nazariyesindeki Birden ilk taşan akl-ı
evveline benzer olarak İbnü’l-Arabî’nin varlık nazariyesinde zattan tecelli eden ilk mertebe
olan Muhammedî hakikat veya hakikatlerin hakikati ile aynı anlama geldiği gibi ilahi
mertebelerden sonra gelen ilk halk mertebesinin de adıdır. Bu anlamda ilk akıl, ilahi
mertebelere nisbetle “yaratılmış ilk varlık mertebesi”, kendinden aşağıdaki halk alemine
nisbetle de onların hakikati, varlık nedeni ve yaratıcı prensibidir. Başka bir ifadeyle ilk akıl,
ilahi mertebelerle ilişkisi noktasında pasif ve alıcı, halk mertebeleri ile ilişkisinde ise “bilginin
ve suretlerin vericisi” olarak aktiftir. On akıl teorisindeki ikinci akla tekabül eden küllî akıl ise
Kur’an’daki arşın karşılığıdır. İnsanın varlığına nisbetle cisim ne ise yaratılmış bütün varlık
alanına nisbetle küllî akıl (arş) da odur. Zira insanın cismi, kendisindeki her şeyi kapsadığı
gibi küllî akıl da (arş) yaratılmış varlık alanındaki her şeyi kapsar. Dolayısıyla varlığın
mertebeleri nazariyesinde sıfatlarla birlikte kullanılan akıl, halk alemindeki en üstün
mertebedir. Bu bakımdan akıl, İbnü’l-Arabî ve takipçilerine göre ontolojik olarak değerli bir
hakikattir.
2. Epistemolojik olarak akıl ya da insani bir yeti olarak akıl: Aklın
yapısının ve işleyiş mekanizmasının tahlili
a. Aklın Yapısının Tahlili
Genel olarak bilgiyi elde etmede akıl ve keşif yollarının olduğunu söyleyen İbnü’l-Arabî,
aklın hakikati bütün yönleriyle kuşatacak bir imkâna ve güce sahip olamayacağını düşünür.
Akıl, sınırlı bir bilgiye ulaştırsa da, soyutlama özelliğiyle Allah hakkında tatmin edici bir
cevap vermek bir yana, eşyanın hakikatini yani eşyayı “bulunduğu hal üzere” bilmek
konusunda bile yetersizdir. Öncelikle Allah’ı bilme konusunda aklın yetersizliğinin
nedenlerine geçmeden aklın yapısı ile ilgili yaklaşımını aktarmak isterim. İbnü’l-Arabî, akılda
bilginin oluşması ve aklın hüküm vermesi sürecini şöyle anlatır:
“Şu var ki, Allah, insanı yaratıklarından hiç kimsenin denenmediği bir imtihanla denemiştir.
Bunun nedeni, imtihandaki başarısına göre ya onu mutlu kılmak ya da bedbaht yapmaktır. Bu
meyanda Allah’ın insanı denediği imtihanlardan biri, onda fikir diye isimlendirilen bir güç
yaratması ve söz konusu kuvveti akıl diye isimlendirilen başka bir gücün hizmetkârı
yapmasıdır. Allah, fikrin efendisi olmakla beraber, aklı fikrin verdiği şeyi almaya mecbur
etmiştir. Fikir kuvveti için ise sadece hayal gücünde bir alan yaratmış, hayal gücünü de duyu
gücünün verilerini toplayan bir mahal yapmış, bu mahal için musavvire denilen bir güç
yaratmıştır. Binaenaleyh hayal gücünde ancak duyunun ve musavvire gücünün verileri
bulunur. Musavvire gücünün maddesi duyulardandır. Böylece o, dış varlıkları olmayan fakat
bütün parçaları duyusal olarak mevcut suretler oluşturur. Durum böyledir. Çünkü akıl,
kendisinde nazarî bilgilerden hiçbir şey bulunmayan sâzic (duru, yalın, basit) olarak
yaratılmıştır. Fikre denilmiş ki: ‘bu hayal gücünde bulunan gerçek ve yanlışı ayırt et’. Böylece
fikir, kendisi için gerçekleşen şeye bakar; Bazan kuşkuya düşer, bazan ise o konuda bilgisi
olmaksızın delil elde eder. Fakat kanıtlardan kuşku formlarını bildiğini ve bir bilgi elde etmiş
olduğunu zanneder. Bu esnada, bilgileri elde edişte dayandığı maddelerdeki eksikliğe bakmaz.
Akıl da ondan bunları alır ve onlarla hüküm verir. Bu durumda bilgisizliği, bilgisinden
kıyaslanamayacak kadar çoktur” 496.
“Akılda fikrin ona hakim olmasının kendisini ulaştırdığı bir takım hatalar vardır. Aynı şey,
insandaki diğer güçlerin (akla hakim olması) halinde geçerlidir. Akıldan daha taklitçi biri
yoktur. Akıl, ilahi delil sahibi olduğunu zanneder, halbuki fikir kaynaklı delile sahiptir. Çünkü
fikrin delili, dilediği her yere onu sürükler. Akıl, adeta kör, hatta –Hak bakımından körün ta
kendisidir. Allah ehli fikirlerini taklit etmez. Çünkü yaratılmış olan, yaratılmışı taklit etmez.
Bu nedenle onlar, Hakk’ı taklide yönelerek Allah’ı Allah ile bilmişlerdir. Allah, kendisinden
verdiği bilgiye göredir, yoksa aklın O’nun hakkında verdiği hükme (sahip) değildir. Akıllı bir
insan, müfekkire (fikir) gücünü nasıl taklit edebilir ki!”497.
Bu pasajlardan akıl ile ilgili şu önemli hükümler çıkar: 1. Akıl, duru, sade ve yalın olarak
yaratılmıştır ve kendisinde nazarî bilgilerden hiçbir şey bulunmaz. 2. Akıl, yalnızca fikir
kuvvetinden gelen bilgileri alır. Bu yönüyle akıl, efendi; fikir ise aklın hizmetkârıdır. Başka
bir açıdan akıl, hâkimdir. 3. Her ne kadar akıl, fikir kuvvetinin efendisiyse de, fikrin verdiği
şeyleri almaya da mecburdur. Bu özelliğiyle ise akıl, kâbildir. 4. Öyleyse akıldan daha taklitçi
bir şey yoktur. Akıl, ilahi delil sahibi olduğunu zanneder; halbuki sadece fikir kaynaklı delile
sahiptir. Çünkü fikrin delili, dilediği her yere aklı sürükler. Akıl, adeta kör, hatta Hak
bakımından körün ta kendisidir. Allah ehli ise fikirlerini taklit etmez. Bu nedenle onlar,
Allah’ı taklide yönelerek Allah’ı Allah ile bilmişlerdir. Allah, kendisinden verdiği bilgiye
göredir, aklın O’nun hakkında verdiği hükme sahip değildir. Şüphesiz Şeyh açısından aklın bu
özelliği yani taklitçi olması, hem aklın yetersizliğinin kaynağıdır, hem de gücünün kaynağıdır.
Yani akıl, kendi cinsinden olan fikir gücünü taklit etmekle kendini sınırlayarak fikrin
hatalarına mahkum olduğu gibi Allah’a tabi olmakla da kendi imkânlarını gerçekleştirme ve
hatadan salim olma gücüne sahiptir.
Akıl, fikri taklit ederek verdiği hükümlerde çoğu kez yanılır. Hatta duyu yanılması olarak
ifade ettiğimiz hususlarda dahî duyulardan aldığı bilgiyi doğru tahlil edemeyen akıl,
yanılmaktadır. Çünkü duyular, akla sadece “izlenimler” verir ve “hâkim” rolündeki akıl,
onları bilgi haline getirir. Bu nedenle hata yapan, beş duyu değil, akıldır. İbnü’l-Arabî, şöyle
der:
“Biz duyuların idraki hakkında yanılmış ve yanılmayı duyulara nisbet etmiştir dedik. Bu
yanılmanın nedeni, şudur: Onlar, kendilerini sahile doğru götüren bir gemide iken sahilin de
496
İbnü’l-Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, c.I, s.363. (Metin, c.1, s.159-160).
İbnü’l-Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, c.8, s.85. Benzer bir değerlendirme için bkz. Fütuhât-ı Mekkiyye, c.I,
s.363-364.
497
geminin yüzmesiyle hareket ettiğini görürler. Göz, onlara gerçekte olmayan ve asla
bilinmeyen bir veri sağlamıştır. Halbuki onlar, zaruri olarak bilirler ki, sahil kendi yerinden
hiç hareket etmemiştir. Öte yandan gözlemledikleri hareketi de inkâr edemezler… bize göre
iş, böyle değildir. Eksiklik ve yanılma, duyulardan değil, hüküm veren –ki o akıldır- meydana
gelir. Çünkü duyuların algısı, hakikatleri bunu verdiğinde, zaruridir. Akıl da, zorunlu olarak
idrâk ettiği şeyde yanılmaz. Duyular ve fikir vasıtasıyla idrak ettiği şeyde yanılabilir. O halde
duyu, asla yanılmaz ve idraki zorunludur”498.
Öyleyse akıl, duyularla ilgili verdiği hükümlerde yanıldığına göre soyutlamalar yaparak ve
fikrin verdiği delilleri kullanarak/taklit ederek Allah’ı bilme hususunda hem yetersizdir, hem
de çaresizdir.
Neticede İbnü’l-Arabî, akıl ile ilgili dört özellik sayar: akıl, sâzic (saf, sade, yalın, duru)’dur.
Bu yüzden kendisine gelen bilgileri alma özelliği vardır, kâbil. Kâbil olduğu için taklit eder.
Ve en nihayetinde yine de hüküm verir. Aklın yapısı ve işleyiş mekanizması ile ilgili bu kısa
değerlendirmeden sonra şunu söyleyebiliriz. Aklı, sıklıkla yetersiz bulan, eleştiren ama belirli
şartları yerine getirmesi kaydıyla olumlayan İbnü’l-Arabî’nin eserlerindeki akıl eleştirisini
esas iki başlık altında toplayabiliriz.
b. Aklın Yetersizliği:
Müstakil, metafizik aklın yetersizliği: Akıl, Allah’ı ancak selb yoluyla bilir;
ispat yoluyla bilemez.
İbnü’l-Arabî’nin aklın imkân ve gücüyle ilgili eleştirilerini hemen her eserinde
dile getirdiğine tanık olmaktayız. Pek çok kez tekrarladığı bir esas eleştirisini, Razi’ye yazdığı
mektubunda şöyle formüle eder:
“Akıllar, Allah’ı, varolması bakımından ve selb yönünden bilebilir; O’nu ispat yönünden
bilemez. Bu, filozof ve Ebu Hamid hariç kelamcılar topluluğunun hilafına bir görüştür. Ebu
Hamid, bu hükümde bizim gibi düşünür. Allah Sübhanehu ve Teala, aklın fikir ve nazarıyla
bilmesinden yücedir”499.
İbnü’l-Arabî’nin, aklın yetersizliği ile ilgili verdiği esas hüküm, budur. Şeyh, burada aklın
Allah’ı ancak selb yoluyla bilebileceğini ileri sürer. Filozoflar ve Gazalî hariç kelamcılar ise
aklın Allah’ı hem selb, hem de ispat yoluyla bilebileceği iddiasındadır. Bu mesele ne anlama
gelir ve İbnü’l-Arabî, bu hükümden hangi sonuçlara ulaştır? Ya da aklın Allah’ı ispat
yönünden değil, sadece selb yönünden bilmesi ne demektir? Bu hususun üzerinde durmak
gerekir. Öncelikle akıl, nesneleri belirli cins ve özelliklerine göre tasnif eder ve her birisini
temel özelliklerine göre tanımlar. Aklın bir şeyi tanımlaması, bir yandan o şeyin mahiyetini
esas alan ve ne olduğunu ifade eden olumlu bir bilgi vermesi, diğer yandan da o şeyi
diğerlerinden ayırt eden selbî bir bilgi vermesidir. Bu nedenle akıl, eşyayı tanımlarken
nesnelerin benzerlik ve farklıklarından hareket eder. Söz konusu olan Tanrı olduğunda,
durum değişir. Zira Tanrı, cinsi, faslı ve benzeri özellikleri olmadığı için aklın onun hakkında
verebileceği yegane hüküm, selbî bir hüküm olabilir. Şu halde aklın Tanrı hakkındaki hükmü,
yalnızca selbden ibarettir.
Bir şey hakkındaki gerçek ve tam bilgi, selb ve ispattan oluşan bilgidir. Zira bir şeyin ne
olmadığını söylemek onu tam olarak bilmek için yetmez, ne olduğunu da bilmek gerekir.
Halbuki aklın Tanrı hakkındaki hükmü, yalnızca ne olmadığı ile ilgilidir. Tanrı, cisim
değildir, araz değildir, cevher değildir, hadis değildir gibi hükümler, bir bilgi ifade etse de
498
499
İbnü’l-Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, c.2, s.162-163.
Risaletü’ş-Şeyh İle’l-İmam er-Razi, s.2.
O’nu tam olarak bilmemizi mümkün kılmaz. Şeyh, Fusus’ta şunu söyler: akıl, ezelî ve kadîm
zatın olduğunu bilebilir ama İlah’ı yani uluhiyet sahibi Allah’ı bilemez.500 Dolayısıyla İbnü’lArabî, selb ve ispat yönleri dikkate alındığında Tanrı ile ilgili iki mertebeden bahseder ki, ilki,
yaratıcı bir ilke olarak zat ve ikincisi ise, Allah. Şu halde İbnü’l-Arabî’ye göre akıl, sadece
metafizik bir ilke olarak zatın varlığını bilebilir, İlahı bilemez. Ya da bir başka açıdan akıl,
Tanrıyı ancak selb yönüyle bilebilir, ispat yönüyle bilemez. Bu itibarla akıl, yaratılmış alem
dikkate alındığında Tanrının ne olmadığı hakkında hüküm verebilir, fakat “ne olduğu” ve
“bulunduğu hal üzere” veya “nasıl ise öyle” bilemez. Şu halde selb, bir şey hakkında bilgi
verse de bu yeterli ve tam bir bilgi değildir. Binaenaleyh İbnü’l-Arabî’ye göre akıl, Tanrıyı
bilme konusunda verdiği hükümlerde yetersizdir.
İmdi İbnü’l-Arabî’nin aklın Tanrıyı yalnızca selb yoluyla bilebileceği hükmünün geçerliliği
veya aklın Tanrıyı hem selb, hem de ispat yönünden bileceğini savunan filozof ve
kelamcıların görüşlerinin ne olduğu bir yana bizi burada ilgilendiren husus, İbnü’l-Arabî’nin
bu hükümden çıkardığı sonuçtur. Zira eğer akıl, Tanrıyı sadece selb yoluyla bilme imkânına
sahipse ve bu da tam ve yeterli bir bilgi değilse, öyleyse biz, bütün yönleriyle Tanrı’yı nasıl
bilebiliriz?
Akıl, Tanrıyı sadece varolması ve selb bakımından bilebileceğine göre Tanrı hakkında tam
bilgiye sahip olamaz. İnsanın imkânlarının selb sınırında kalması, bir başka bilgi vasıtasının
imkânını ve gerekliliğini ilzam eder ki, işte bu vahiydir. İbnü’l-Arabî’ye göre Tanrı hakkında
kuşatıcı bilgiye sahip olmamızı sağlayan şey, vahiydir. Bu anlamda İbnü’l-Arabî, akıl
karşısına vahyi bir bilgi vasıtası olarak koyar. Razi’ye yazdığı mektupta söylediği gibi
Allah’ın varlığını bilmek, Allah’ı bilmek değildir. Bu nedenle Allah’ı ancak Allah ile
bilebiliriz. İşte tam bu yüzden Allah, peygamberler vasıtasıyla vahiy göndermiş ve kendisini
tanıtmıştır. İbnü’l-Arabî şöyle der:
“Bil ki, tevhid tanıklığına bitişmiş peygamberliğe tanıklığı telaffuz etmede bize Allah’ın
öğrettiği ilahi bir sır vardır. Bu sır şudur: Şariin nitelikleri ile bildirdiği tek ilah, aklın
algıladığı birlenen ilah değildir. Çünkü aklın tevhid anlayışı, peygamberliğe tanıklığı Allah’ın
birliğine tanıklığa bitiştirmeyi kabul etmez. Dolayısıyla şariin öğrettiği bakımından tevhit,
aklî nazarın kabul ettiği tevhidin aynı değildir. Şeriatın kendisine ibadet etmeye ve birlemeye
çağırdığı ilah, zatında değil, ilah olduğu mertebedeki ilahtır. Bunun için O’nun kendisini
nitelediği inmek (nüzul), istiva etmek, beraberlik, tereddüt etmek, düşünmek vb. gibi şeriattan
soyutlanmış aklın tevhid anlayışının kabul etmeyeceği özelliklerle nitelememiz geçerli
olmuştur.
İşte (şeriatın bildirdiği) bu ilah, kendisini gönderenin birliğine tanıklığına peygamberin kendi
peygamberliğine tanıklığını bitiştirmeyi gerektiren bir ma’bûddur. Bu nedenle peygamberliğe
tanıklık, Allah’ın birliğine tanıklığa eklenir ve her gün beş vakit namazın ezan ve
kametlerinde otuz kere şöyle denilir: ‘Allah’tan başka ilah olmadığına tanıklık ederim.
Muhammed’in, Allah’ın peygamberi olduğuna tanıklık ederim’. Peygamberlikle ilgili bu
tanıklığı telaffuz edenlerdeki bu ayrışma, tevhidin tanıklığındaki ayrışma gibidir. Öyleyse
(bütün) mertebelerde bu usluba göre yürümelisin!”501
Burada İbnü’l-Arabî’nin aklın karşısına vahyi koyduğunu, aklın idrak ettiği Tanrının karşısına
şarinin bildirdiği ve nitelediği Allah’ı koyduğunu açıkça görmekteyiz. Öyleyse vahiy, bize
Allah’ı sadece selb yönüyle değil, “ne olduğunu” bildirerek ispat yönüyle de tanıtmıştır.
Şeriatın bildirdiği ilah, yalnızca tenzih edilen metafizik bir ilke değil, aynı zamanda bilen,
rızık veren, hidayete erdiren, dalalete düşüren, mükafat veren, cezalandıran, affeden, intikam
alan bir ilah olduğu gibi nüzul eden, istiva eden, kullarla beraber olan, tereddüt eden, tedebbür
eden, alay eden vb. pek çok özelliğe sahiptir. Bütün bu özellikler, vahiy vasıtasıyla Allah
500
501
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s.81.
İbnü’l-Arabî, Fütuhât-ı Mekkiyye, c.1, s.393.
hakkında öğrendiğimiz ve Allah’ın “ne olduğunu” ispat eden özelliklerdir ki, İbnü’l-Arabî’nin
ifadesiyle şeriattan soyutlanmış sırf aklın kabul etmeyeceği hususlardır.
Şu halde salt aklın Tanrı hakkındaki hükmü, mutlak tenzihtir; şeriat dilinde ortaya konulan
Allah anlayışı ise, hem tenzihi, hem de ispatı –ki, İbnü’l-Arabî, buna teşbih der- birlikte içerir.
İbnü’l-Arabî açısından Tanrı iki mertebede bulunur. Birincisi, zatı ve varlık olması
mertebesidir ki, bu O’nun mutlak anlamda tenzihini gerektirir. İkincisi ise, uluhiyet
mertebesidir ki, O’nun isim ve sıfatlarını ve bunların zorunlu sonucu olan âlemi içerir.
Öyleyse Allah, hem selb, hem de ispat yönlerinin birlikte bilinmesiyle gerçek manada bilinir.
Allah’ın “ne olduğunu” bilmemizi sağlayan isim ve sıfatların pek çok ahkâmı vardır ki, zaten
dinî yükümlülüklerimizin kaynağı da bu isim ve sıfatlardır. Allah’ın kendisini bildirdiği
vahiy, şu halde Allah’ı bütün yönleriyle bilmemizin yegane yoludur. Bu itibarla Allah’ın
kendisini açtığı ve tanıttığı vahyin formu/şeriat, O’nun kendisi sunduğu en mükemmel
formdur. Başka bir ifadeyle hakikat, bütün yönleriyle kendini bize şeriat formu içerisinde
açmıştır. Aynı şekilde hakikate ulaşmamızı ve onu keşfetmemizi mümkün kılan kuşatıcı yol
da vahyin gereklerini yerine getirmekle mümkün olmaktadır.
İbnü’l-Arabî’nin bu perspektifi yani Allah’ın kendini bütün yönleriyle vahiyle açmış olması
gerçeği, mutlak hakikate ulaşmanın da en mükemmel yolunun bu olacağını zorunlu kılar.
Böylece İbnü’l-Arabî’ye göre şu iki evrensel iddia, geçersizdir. Birincisi, salt, sırf, vahiyden
soyutlanmış ve bağımsız akıl, Tanrı hakkında tam bilgi veremez. Bu yüzden vahiyden
bağımsız bir akıl, Tanrıyı tam olarak bilemeyeceğine göre mutlak bilginin kaynağı olamaz ve
böyle bir akıl ile ne evrensel bir metafizik kurabiliriz, ne evrensel bir ahlak kurabiliriz, ne de
evrensel yasa ve hukuk kurabiliriz. Bu husus, aynı zamanda deist Tanrı tasavvurunu da
geçersiz kılmaktadır. İkincisi ise, vahiyden bağımsız evrensel bir mistisizm de hakikatin tam
olarak kavranmasında yetersizdir. İbnü’l-Arabî, bu hususun üzerinde ısrarla durur. Çünkü
kendisinin de dahil olduğu bir kategoridir, mistisizm. Gerçi İbnü’l-Arabî de riyazet,
mücahede, müşahede, keşf, vecd vb. kavramlarla ifade edebileceğimiz yapıda mistik
hareketlerle aynı yöntemi benimser. Ancak genelde vahyin özelde ise Muhammedî şeriatın
dışında hiçbir mistik hareketin hakikati, “nasıl ise öyle” veya “olduğu hal üzere”
kavrayamayacağını söylemekle de bütünüyle onlardan ayrılır. Zira hakikat ya da Allah,
kendini en mükemmel bir şekilde Muhammedî hakikatin mazharı olan Muhammedî şeriatın
formları içerisinde sunmuştur. Dolayısıyla o formların dışında bir yol ile hakikate ulaşılamaz.
Öyleyse şunu söyleyebiliriz: Aklın, Tanrıyı selb yönüyle bilip ispat yönüyle bilememesi ve
Tanrının ne olmayacağını söyleyip “ne olduğunu” bilememesi, Tanrının kendini her yönden
bildirdiği vahyi kaçınılmaz kılmıştır. Vahiy, bize Tanrının ne olduğunu tasvir eder. Bu yüzden
vahiyden bağımsız bir akıl veya riyazet ve mücahede yolu, asla Tanrıyı tam
olarak bilemez. Bu yönden akıl, vahyin karşıtı bir yöntem olarak metafizik
konusunda yetersizdir.
c. Aklın Yetersizliği, Aklın İşleyiş Mekanizmasına Yönelik
Eleştiri: Fikir Gücünün Verilerine Tabi Olması
İbnü’l-Arabî’nin akıl eleştirisi, öncelikle vahiyden bağımsız olarak bütün varlığı açıklamayı
amaçlayan ve evrensel hükümler çıkardığını iddia eden bağımsız salt felsefî akla yönelikti. Bu
anlamda o, aklı vahyin karşıtı ve alternatifi olarak görüyordu. Bu defa İbnü’l-Arabî, ister
vahiyden bağımsız olsun, ister vahye tabi olsun, aklın delillendirme ve bilgiyi üretme
yöntemine eleştiriler getirmektedir. Özellikle şeriata bağlı olsa da akıl, yapısı ve bilgiyi elde
etme konusunda sınırlı ve yetersidir.
Bu çerçevede İbnü’l-Arabî’nin akıl eleştirisinin ikinci yönü, aklın işleyiş mekanizmasına yani
fikir kanunu ile hareket etmesine yöneliktir. Daha önce belirttiğimiz üzere Şeyh, salt olarak
aklı eleştirmez; bunun yerine fikrin verilerine göre hüküm veren aklı eleştirir ki, bu akıl
“nazarî akıl” (teorik akıl) şeklinde ifade edilir. Şüphesiz Şeyhin fikir dediği şey, filozofların
“müfekkire gücü” ile kastettikleri şeydir. Şeyh, aklın idrak mekanizmasının şu şekilde
çalıştığını belirtir. Akıl, bilgiyi fikirden alır, fikir hayal ve musavvireden alır, bunlar ise
duyulardan alır. Fikir kuvvetinin yaptığı soyutlamalar, doğru da olabilir, yanlış ta olabilir.
Dolayısıyla fikirden beslenen akıl da yanılabilir:
“İnsan, yahut ta, zaruri olan veya nazardan (tefekkürden doğan) şeyi verdiği konusunda, kendi
aklını taklit eder. Şu halde akıl, fikri taklit eder ki, bunun da sahih (doğru) ve fâsid (yanlış)
olanı vardır… Hulasa burada ancak taklit vardır502. Bu nedenle Allah’ı bilmek konusunda
akıl, yetersiz kalmaktadır.
Burada şunu belirtmek gerekir ki, aklın yetersizliğinin ve hata yapmasının nedeni, bizzat
kendi yapısı değil, fikir kanununa tabi olmasıdır. Hatta Şeyhe göre akıl, bizzat idrak ettiği
şeyde zarurî olarak hata yapmaz, duyular veya fikir vasıtasıyla idrak ettiği şeyde ise yanlış
hüküm verebilir.
“Fakat bizce, mesele böyle değildir. çünkü akıldan ibaret olan hüküm vericiden vaki olan
kusur ve galat (yanılma), duyulardan dolayı değildir. zira duyuların idraki, gerçeği verdikleri
şey sebebiyle, zaruridir. Tıpkı akılın, idrak ettiği şeyde, zaruri olarak hata etmemesi ve onun
duyular yahut fikir ile idrak ettiği şeyde bazan galat yapması gibi. Şu halde bir duyu asla
yanlışlık yapmaz”.503
Bu nokta aklın hem hakikati idrak etmedeki gücünü, hem de yetersizliğini gösterir. Zira akıl,
bilgiyi doğrudan Allah’tan alırsa, bu, onun imkanlarının sınırsızlığına işaret eder; yalnızca
fikir gücüne dayanırsa –İbnü’l-Arabî’nin ifadesiyle fikri taklit ederse- bu onun imkanlarını
daraltmasına neden olur. Bu bakımdan vahye tabi olan akıl ve fikir gücüne tabi olan akıl
ayırımı, İbnü’l-Arabî’nin sıklıkla vurguladığı bir ayırımdır.
Fikir kuvvetinin verdiği teorik hükümlerin mahiyetini incelediğimizde, bu hükümlerin bir
kısım idrak vasıtalarımıza tabi olduğunu, bu vasıtaların da eksiklik ve kusur ile ma’lûl
olduğunu görürüz. İstidlal ve kıyastan oluşan ve burhan yöntemi olarak tanımlanan düşünce
kanunu, mantığın temel ilkelerine ve kıyasa dayanır. Dolayısıyla fikir kanununa göre hüküm
veren akıl, daima bu ilkelerden hareket eder. Akıl, düşüncenin kanunlarıyla varlığın
ilkelerinin ayniyeti ve mutabakatı esasına dayanarak bilgiyi üretir. Bu durum, varlığın bazı
kategorileri için kesin bilgi verse de hakikatin bizzat kendisi söz konusu olduğunda bu
kanunlar yetersiz kalır. Zira hakikat, kavramlara indirgenemeyecek kadar sınırsızdır ve bu
yöntemle tanımlanamayacak kadar kuşatıcıdır. Sufilerin “Allah’ı bilmek, aklı aşar” sözlerinin
anlamı, tam da budur. Daha önce belirttiğimiz üzere İbnü’l-Arabî’ye göre akıl, bir şeyin
varlığını bilebilir; Bununla birlikte bir şeyin varlığını bilmekle, o şeyin hakikatini ve onu
“olduğu hal üzere” ya da “nasıl ise öyle” bilmek aynı şey değildir. Dolayısıyla mantığın
ilkeleri ve kıyası kullanarak istidlal yapan akıl, ancak Tanrının varlığını bilebilir, kendisini
değil. Çünkü hakikat, mantığın ilkelerini ve kıyasın hükümlerini aşar. Bunun nedeni,
hakikatin bu kavramların üzerinde olmasıdır. İbnü’l-Arabî’nin düşüncesine ve söylemine
hakim olan ilke şudur: Mutlak hakikat, birdir; fakat hükümleri farklı ve çoktur. Başka bir
ifadeyle bir olan hakikat, kendisini daima birbirine zıt yönlerle izhar eder. Bir ve çok,
mutlaklık ve mukayyetlik, Hak ve halk, kıdem ve hudus, bâtınlık ve zâhirlik, tenzih ve teşbih,
bu hakikatin değişik veçheleridir. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: Her biri bir gerçekliğe işaret
eden sayısız mertebeler, hakikatin çeşitli veçheleridir. Şu halde hakikat, daima kendini çift
boyutlu olarak açmıştır. Buna karşılık aklın bilgi elde etmede bağlı kaldığı fikir kuvvetinde bu
çift boyutluluk yoktur. Bu nedenle fikir ve kıyasa dayalı akıl Cili’nin ifadesiyle mesela “kıyas
ile sınırlanmaktan münezzeh olan”504 hakikati bütün yönleriyle bilemez. Akıl, kıyas, nazar ve
502
Nihat Keklik, El-Fütûhât El-Mekkiyye, Fütûhât’tan naklen, s.369.
Nihat Keklik, El-Fütûhât El-Mekkiyye, Fütûhât’tan naklen, s.371.
504
Cili, el-İnsânü’l-Kâmil, c.II, s.17.
503
istidlalin üzerinde bulunan bir alanı, kıyas ve istidlal ile sınırlandırma yanlışını yapar ve bu
itibarla hakikate dair verdiği hükümler, hakikatin bütün yönlerini değil, sadece bir yönünü
ifade etmiş olur. Şu halde düşünce kanununun kategorileri ile hakikatin kategorileri aynı
değildir.
Bu çerçevede İbnü’l-Arabî’ye göre fikir kanunu üzere hareket eden aklın eksikliğini, hakikat
hakkında verdiği her hükümde görmek mümkündür.
Bunlardan ilki, aklın verdiği tenzih hükmüdür. İlk maddede belirtildiği üzere İbnü’l-Arabî’nin
akla yönelik en önemli eleştirisi, aklın Tanrıyı yalnızca selb yönüyle bilmesiydi. Söz konusu
eleştirisi, vahiyden bağımsız salt felsefî aklın yetersizliğine yönelik bir eleştiriydi. Fakat
soyutlama ve düşünce kanununa göre hareket eden akıl, vahye tabi olan bir akıl olsa da,
nihayetinde bu akıl da Allah ile ilgili hükümlerinde daima tenzihçi bir yol takip eder. Bu
itibarla İbnü’l-Arabî’nin bu defa muhatap aldığı ve yetersiz bulduğu akıl, kelamcıların aklıdır.
Kelamcılar, her ne kadar subutî sıfatları kabul etse de özellikle teşbihi ifade eden ve hatta
Allah ile ilgili alay etme, tuzak kurma gibi noksanlık ve yergi ifade eden âyetleri tenzihe göre
yorumlarlar. Allah’ı bilme konusunda teşbihi ayetleri yorumlayarak yalnızca tenzihe
yönelmek, İbnü’l-Arabî’ye göre Allah hakkındaki bilginin sadece bir yönünü temsil eder.
İbnü’l-Arabî’nin bu konudaki görüşlerinin özetini bulabileceğimiz bölüm, Fusus’daki Nuh
fassıdır. İbnü’l-Arabî, burada akıl ve vehim güçlerini mukayese ederek Allah hakkındaki
bilgimizin mahiyetini tahlil eder. Hz. Nuh, aklın tenzihini, kavmi ise vehmin teşbihini temsil
eder. Dolayısıyla Hz. Nuh ile kavmi arasındaki çatışma ve karşıtlık, esasında soyutlayıcı akıl
ile Tanrıyı duyulur suretlerde gören teşbihçi vehmin çatışmasıydı. İbnü’l-Arabî’ye göre bu
anlayışlardan her ikisi de Allah hakkında tam bilgiye sahip değildir. Zira O’nu duyulur
suretlerden soyutlanmış bir şekilde tenzih yoluyla bilmek, eksik bir bilgidir. Allah’ın
aşkınlığını ve müstağnîliğini dikkate almadan suretlerde bilmek te yine eksik bilgidir. Şeyhin
formülasyonuyla “tenzih, belirleme (takyit)’dir; teşbih ise, sınırlama (tahdit)’tir. 505 Zira
Tanrıyı sadece alemde içkin bir ilke olarak görmek, O’nu sınırlamak olduğu gibi âlemlerden
bütünüyle müstağni görmek de belirlemedir. Bunun nedeni, tenzihin bütün yaratılmış varlık
alanını Allah’ın dışında bırakmış olmasıdır. Böylece tenzihçi akıl, Allah’ı sadece bir yönüyle
bilmiş olmaktadır.
İbnü’l-Arabî’nin Allah hakkında gerçek bilgi dediği şey ise, tenzih ve teşbihi birlikte
görmekle mümkün olur ki, bunu ancak müşahede verir. İbnü’l-Arabî, bunu tenzihte teşbih,
teşbihte tenzih şeklinde tanımlar. Allah hakkında bu iki yönü birlikte müşahede etmeyen
hiçbir bilgi tam bilgi değildir. Bu nedenle tenzihçi aklın Allah hakkında verdiği bilgi, O’nu bir
yönüyle bilmekten ibarettir. Bütün varlığın bir hakikatten zuhur ettiği gerçeğine dayanan
vahdet-i vücûd anlayışına göre Allah’ı bir yönden bilebilen tenzihçi akıl, Allah’ı bütün
yönleriyle bilme konusunda sınırlı ve yetersizdir.
Tabiatı gereği tenzihçi aklın temel hatası, vahyin selb ve ispat yönleriyle sunduğu Allah’ı
sınırlamak olmuştur. Kur’an, tenzihin yanında sürekli Allah’ın, işitme, görme, bilme, mükafat
verme, cezalandırma gibi niteliklerinden bahseder. Ancak bunlar kadar, arşa istivadan,
maiyetten, Allah’ın elinden, yüzünden, alay etmesinden de bahseder. Bu nitelikler, Allah ile
ilgili tecsimi, noksanlığı ve acziyeti içerir. Tenzihçi akıl, noksanlık ve acziyet ifade eden bu
tarz nitelikleri, kemal sıfatlarına göre yorumlar. İşte tam da İbnü’l-Arabî’nin akla yönelik
eleştirisinin nedenlerinden birisi de budur. Bu itibarla şeriata tabi olan akıl, teşbih ifade eden
âyetleri, tenzihe göre te’vil etme hatasını işlemiştir. Belki de kelamî aklın Allah ile ilgili en
büyük hatası, te’vil olmuştur. İbnü’l-Arabî, tenzihçi akılcıların teşbih ifade eden ayetleri
yorumlamalarını aklî sarhoşluk olarak değerlendirir ve te’vilin kesin bilgi değil, zannî bir bilgi
olduğunu düşünür:
“Aklî sarhoşluk ise, hakikatinin gerektirdiği duruma -yoksa işin kendiliğinde gerektirdiği
505
Fusus, s.70.
duruma değil- hakikati ircada doğal sarhoşluğa benzer. Bu makam sahibi için ilahi haber,
yaratılmışların niteliklerinin Allah’a ait nitelikler olduğunu bildirir. O ise bunları bu tarz üzere
kabul etmemek için direnir, çünkü o, delil ve sarhoşluğun kanıtı içindedir. Bu nedenle de
gelen haberi, ‘Hakk’ın zatı söz konusu nitelikleri kabul eder mi etmez mi’ diye bilmeden,
teorik düşüncenin gereğiyle tevil eder. Aksine Hakk’ın zatının bu nitelikleri kabul
etmeyeceğini zanneder. Bu nedenle de akıl, sarhoşluğu nedeniyle ayağını kendi döşeğinden
başkasının döşeğine uzatır. Sarhoşluk nedeniyle Hakk’a itiraz eder, Hak ise bu konuda
kendisini mazur görür, çünkü sarhoş konuştuğu şey nedeniyle cezalandırılmaz. Böylelikle
Hakk’ın kendisine nispet ettiği nitelikleri, kendisinden uzaklaştırır. Bu akıl sahibi iman
nedeniyle sarhoşluğundan ayılınca, doğru haberi ve gerçek sözü reddetmez ve şöyle der:
‘Hak, kendisini ve kendisine neyin nispet edileceğini akıldan daha iyi bilir. Çünkü akıl
yaratılmıştır ve yaratılmış olan Yaratan üzerinde hüküm sahibi değildir. Çünkü yaratılmış
olan herhangi bir şey, Yaratıcısını bilemez. Yontulan bir şey, yapıcısını bilemez. Aynı şey
felekler karşısında rükünler veya (tümel) nefs karşısında felekler, (ilk) akıl karşısında nefs,
Allah karşısında akıl için söylenebilir. Söz konusu şeylerin kendi üstü hakkında bilebileceği
yegane şey, varlığında ona muhtaç olduğunu ve ona dayandığını bilmekten ibarettir. Yoksa
onun hakkında herhangi bir şekilde hüküm veremez. Bilhassa Yaratan kendinden bir takım
durumları bildirmişse, yaratılmış olanın bunları kabul etmekten başka bir imkânı yoktur.
Onları reddederse, sarhoşluğundan dolayı reddeder. Öyleyse onun içtiği şarap, kendi delili ve
kanıtından ibarettir. Allah’ın nitelikleri hakkında aklın delil ve kanıtlarıyla örtüşen bazı ilahi
haberlerin verileri de kendisini pekiştirir. İşte aklî sarhoşluk budur”506.
İbnü’l-Arabî’ye göre aklın yetersizliğinin ve sınırlılığının bir diğer nedeni de bütün varlığı
mantığın ana ilkelerine göre izah etmesidir. Akıl, ayniyet, çelişmezlik ve üçüncü halin
imkânsızlığı gibi ilkelere göre hüküm verir. Halbuki Allah, bütün zıtlıkların kaynağı olarak bu
hükümlere tabi olmaktan münezzehtir. Dolayısıyla aslında bütün varlık kategorilerini dikkate
aldığımızda bu ilkeler, varlığı izah etmede yetersiz kalmaktadır. Söz gelimi, İbnü’l-Arabî’nin
sürekli vurguladığı üzere Allah-âlem ve insan ilişkisi konusunda akıl, “Allah’ın Allah olduğu,
âlemin de âlem olduğu” hükmünü vermek durumundadır. Halbuki daha önce belirttiğimiz gibi
İbnü’l-Arabî’ye göre kendini sürekli zıtlıklarla sunan Allah hakkında bulunduğu değişik
mertebelerde değişik hükümler verebiliriz. Dahası, varlık mertebeleri, hakikatin değişik
veçhelerine tekabül ettiği için her bir mertebede verdiğimiz hüküm, diğer mertebelerdeki
hükme zıt olsa da doğru olur. Mesela İbnü’l-Arabî’nin metinlerinde sürekli karşılaştığımız
üzere mantık açısından imkansız olsa da Allah ile alemin ilişkisi hakkında şu hükümleri
verebiliriz: “Allah, Allah’tır; Allah, asla âlem değildir. Âlem, âlemdir; asla Allah değildir”.
Diğer yandan “Âlem, Allah’ın aynıdır; asla gayrı değildir”. “Bak! Hak, bu açıdan halktır. Şu
açıdan ise halk değildir”507. Gerçekte İbnü’l-Arabî’nin söylemine hâkim olan dil, tam da bu
paradoksal dildir. Bu söylem, çelişki ve tutarsızlıkla suçlanabilir ve hatta suçlanmıştır da. Ne
var ki, bu suçlamanın nedeni, İbnü’l-Arabî’ye göre hakikatin çift yönlü tabiatını bilmemekten
kaynaklanır. Tam da işte aklın yetersizlik noktası da burasıdır. İbnü’l-Arabî, aklın hakikatin
bu paradoksal yapısı karşısındaki yetersizliğini, aklın hayreti ve şaşkınlığı olarak
değerlendirir.
Halbuki İbnü’l-Arabî’ye göre Allah hakkında verdiğimiz birbirinin zıttı olan bu hükümler,
varlığın tabiatıyla ilgilidir. Bir hakikat, bir-çok, hak-halk gibi pek çok hükümle zuhur eder.
Dolayısıyla hakikat hakkında verilen birbirine zıt hükümler, hangi idrâk vasıtası olursa olsun,
nihai olarak bizim idrakimizin verdiği hükümler değildir; tam tersine hakikatin kendini bize
açtığı ve sunduğu hükümlerdir. İbnü’l-Arabî, şöyle söyler:
“Binaenaleyh Hak, a’yân-ı sâbite ile meclâda çeşitlenir. Bu yüzden de Hak ile ilgili hükümler
506
507
Fütuhat, c.9, s.374
Fusus, İdris Fassı, s. 79.
çeşitlenir ve Hak, her hükmü kabul eder”508.
“Böylece senin katında özü gereği olumsuzlanan bir şeyin aynını ispatlamaya devam
edersin”509.
Bu itibarla Allah’ın ahkâmı çok olduğu için ve insan, olumsuzladığı şeyin aynını ispat ettiği
için hayrete düşer. Bunun nedeni, aklın birbirine zıt iki hüküm karşısında şaşkınlığa
düşmesidir. Bu bağlamda şu dahî söylenebilir. Hakikatin tabiatından dolayı akıl, bir bakıma
Kant’ın antinomileri gibi aynı konuda ve aynı kesinlikte iki farklı ve zıt hükmü verir ve
bunların hangisinin doğru olduğunu bilemez. Söz gelimi, aklî delil ile âlemin kadim olduğu da
hadis olduğu da ispatlanabilir. Çünkü bu her iki delil de hakikatin iki değişik mertebesine
tekabül ettiği için bir açıdan birisi, başka bir açıdan ise diğeri ispatlanabilir. Âlemin kadim
olduğunu söylemek, ilahi ilimdeki durumunu dikkate aldığımızda doğru olduğu gibi âlemin
harici varlığını dikkate aldığımızda ise hadis olduğunu söylememiz mümkündür. Bu nedenle
de hakikati akıl ile idrâk etmek mümkün değildir. Bunun nedeni, aklın dayandığı fikrin
ilkeleri ile varlığın ilkelerinin birbirinin aynı olmamasıdır. Başka bir şekilde söyleyecek
olursak, varlığın tabiatının aklın ilkelerinin üstünde olması, aklın Allah’ı bilme konusundaki
yetersizliğinin ana nedenidir.
İbnü’l-Arabî hakikatin zıt yönleri birleştirmesi ve aklın bunu bilememesini şöyle açıklar:
“İki zıt, iki zarardır ve bu ikisi akıl yoluyla bilinemez. Çünkü aklın gücü bunu vermez. Bu
mesele ancak aklın gücünün ötesinde bulunan bir makamdan öğrenilir…Akıl, fikir gücü
yönünden söylediğimiz bu durumu algılayamaz. Öyleyse bu aklî değil, sahih ilahi bir bilgidir.
İlahi bilgide iki zıt bir araya gelirse, iki kuma bir araya gelmiş olur ve birbirlerini severler.
Çünkü tek bir hakikate âittirler. Bu bölümü akıl nuruyla değil, iman nuruyla iyice düşün!
Çünkü bu husus, akıl tarafından kabul edilmez, reddedilir. Nasıl ki, göz akledilirleri idrâk
edemez ve kendi sınırını aşamaz, aynı şekilde akıl da gözün aracılığı olmaksızın gözle
doğrudan algılanan şeyleri algılayamaz. Öyleyse akıl, görülenler olmaları bakımından
görülenleri tek başına algılayamaz. Halbuki görülenler yaratılmış olduğu gibi görme gücü de
yaratılmış bir şeydir. Kendi gücündeki bir şeyi idrakten Hakk’a nisbet edilen daha üstün bir
şeyi idrake onu çıkartan kimdir? Akıl, kendi gücünde olan bir şeyi idrakten daha aşağıdaki bir
şeyi –ki, o aklın iddiasına göre duyudur- idrak derecesine inmekten acizdir. Öyleyse herhangi
bir hususta kendisi gibi bir yaratılmışa muhtaç olan kimse, Yaratan’a daha da muhtaçtır” 510.
İbnü’l-Arabî’nin fikir kanunuyla bilgiyi üreten aklın yetersizliğiyle ilgili bir başka eleştirisi de
bilmenin mahiyetiyle ilgilidir. “Bilgi, bilen ile bilinen arasındaki bir bağdan ibarettir” tamının
da ifade ettiği üzere bilgi, bilen ve bilinen arasındaki bir münasebeti gerekli kılar. Dolayısıyla
aklın bir şeyi bilmesinden bahsettiğimizde, aslında bilgiye konu olan şey ile aklın arasında bir
münasebetten bahsetmiş oluruz. Konevî’nin belirttiği üzere ilm-i ilahideki temel kaidelerden
birisi şudur: “Bir şey, kendisine zıt ve farklı başka bir şey ile bilinemez”511. Yine Konevî’nin
açıklamasıyla idrak eden insan, herhangi bir şeyi, o şeyin benzeri kendisinde bulunmadan
idrak edemez. Şu halde Allah hiçbir şeye benzemez ve hiçbir şeyde O’nun benzeri bulunmaz.
Zira bilgi, bilen ile bilinen arasındaki bir münasebeti gerektiriyorsa, akıl ile onun bilgisinin
objesi olan Allah arasında nasıl bir münasebet olabilir ki! Bu yüzden de aralarında bir
münasebet olmadığı için akıl, Allah’ı bilemez. Dolayısıyla Allah, ancak kendisinin
bildirmesiyle bilinir. İbnü’l-Arabî’ye kulak verelim:
“Mukayyet, Mutlakı nasıl bilebilir ki! Mümkünün sahip olduğu bütün yönler, yokluk ve
ihtiyaç özelliğindedir. Bu durumda özü gereği zorunlu ile mümkünü birleştiren bir yol
olsaydı, mümkün hakkında bu yön dolayısıyla caiz olan ihtiyaç ve fena, vacip hakkında da
caiz olurdu. Vacip ve mümkün arasında ortak bir yönün ispatı, imkansızdır. Çünkü
508
Fusus, İdris Fassı, s. 79.
Fusus, İdris Fassı, s. 78.
510
Fütuhat, c.10, s.248.
511
Konevî, Tasavvuf Metafiziği, s.15.
509
mümkünün vecihleri kendisine tabidir. Mümkün kendi nefsinde, adem onun hakkında caizdir.
Dolayısıyla ona tabi olan şeyler de, bu hükmü almaya layıktır”512
Sonuç olarak fikir kanunu ile hareket eden akıl, bir yönüyle Tanrı hakkında bilgi sahibi olsa
da bütün yönleriyle O’nun gerçek bilgisine ulaşamaz. Akıl, Allah’ın varolduğunu fikir
kanunuyla bilebilmekle birlikte Allah’ı “nasıl ise öyle” ya da “hakikati üzere” bilemez.
Sonuç
İbnü’l-Arabî, ontolojik bir hakikat olarak aklı, filozoflar gibi Hak’tan çıkan ilk varlık
kategorisi şeklinde değerlendirir. Bu yönüyle akıl, olumlu bir muhtevaya sahiptir. Onun, akla
yönelik eleştirisi, insanî bir yeti olarak akla yöneliktir. Şeyh, gerek yapısı itibariyle gerekse de
işleyiş mekanizması itibariyle aklın Allah’ı bilme konusunda yetersiz olduğu kanaatini,
hemen bütün metinlerinde dile getirir. Yapısı itibariyle akıl, fikir gücünün hizmetkarı, fikrin
verdiği şeyi almaya mecbur ve onun taklitçisidir. Dolayısıyla duyulardan, müsavvire ve
muhayyile gücünden beslenen fikir gücü, yanıldığı için kendisinden bilgiyi alan aklın da
yanılmasının nedeni olur. Bu nedenle Şeyhe göre akıl, tabi olacaksa kendinden aşağıdaki fikir
gücüne değil, kendinden üstün olan Allah’a tabi olmalı ve bilgiyi O’ndan almalıdır. Bunu
yaparsa akıl, üstün hakikatlere ulaşır. Diğer taraftan akıl, fikir kuvvetinden beslenerek Allah
hakkında bilgi sahibi olmak istediğinde Allah’ı ancak selb yoluyla bilebilir, icab ve ispat
yoluyla bilemez. Bu yüzden vahiy zorunludur ve bu anlamda Şeyh, müstakil aklı, vahyin
karşıtı olarak görür. İbnü’l-Arabî, bu şekilde bir argüman ortaya koyarak vahyin gerekliliğini
aklın yetersizliği esası üzerine bina eder. Öte yandan akıl, bilgiyi oluştururken fikir
kuvvetinden yararlanır ve bu anlamda akıl, nazarî akıl, mantığın temel ilkelerine dayanır. Bu
şekilde aklın ürettiği bilgiler, mantığın ilkeleri ile varlığın ilkelerinin mutabakatı ilkesine
dayanır. Halbuki İbnü’l-Arabî’ye göre varlık, mantığın ilkelerine tabi olmaktan münezzehtir.
Bu yüzden akıl, bu ilkeden hareketle verdiği hükümlerde çoğu zaman yanılır. Nitekim aklın
verdiği tenzih hükmü, onun verdiği en büyük yanılgı hükmüdür. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî’ye
göre teorik ve müstakil akıl, Allah’ı bilme konusunda yetersiz olduğu gibi mantık ilkelerine
tabi olduğu için bütün yönleriyle varlığı idrak etme konusunda da yetersizdir. Böylece İbnü’lArabî, aklın birinci hususla ilgili yetersizliği dolasıyla vahyin gerekliliğini, ikinci hususla
ilgili yetersizliği dolayısıyla da keşf ve müşahedenin gerekliliğini bir zaruret olarak görür.
512
Konevide bilgi ve varlık, s.120. fütuhattan nakil
İBNÜ’L-ARABİ’DE TENZİH VE TEŞBİH DENGESİ AÇISINDAN
KAVRAMI
‘HAK’
Emin ÇELEBİ*
Özet: İbnü’l-Arabi’nin ontolojisinde dilin kullanımı çok önemlidir. ‘Birlik’ esasına dayanan bu ontoloji, nasıl
ki farklı tekillikleri tek bir varlıkta mezcedilmesini gerekli kılıyor ve kesreti vahdet içinde var etmeye
çalışıyorsa aynı şekilde buna uygun bir dilin ve terminolojinin de var olmasını zorunlu kılmaktadır. Çünkü dil,
anlam ve düşünce tekabül ettiği varlık/olgu sahası ile ilişkilendirilmeksizin var olamaz. Öte yandan bir
düşünürün tutarlı olması için de bu şart görünmektedir. Bu minvalde kelime ve kavramların etimolojileri ile
gündelik kullanımlarını ontoloji ile uyumlu bir biçimde örtüştürmek gerekir.
İbnü’l-Arabi’nin birlik temelinde inşa etmeye çalıştığı varlık görüşüne uygun bir dilsel form
kullandığının göz ardı edilemez örneklerinden biri, kuşkusuz tenzih ve teşbih meselesidir. Ona göre Hakk’ın
tarif ve tahdidi bütün suretlerin haddini kavramakla bilinebilir. Bu ise imkânsızdır. Bu imkânsızlığı çıkış
noktası olarak kabul eden İbnü’l-Arabi’ye göre Hakk’ı tenzih etmek aynı zamanda onu tahdit ve takyit
etmektir. Çünkü bir şeyi başka bir şeyden soyutlamak demektir ki bu ise Hak için söz konusu olamaz.
Bu çalışmada İbnü’l-Arabi’nin Hak anlayışının teşbih ve tenzih dengesi bakımından çözümlemesi yapılmaya
çalışılacaktır.
Anahtar Kavramlar: İbnü’l-Arabi, teşbih, tenzih, hak, takyit.
THE CONCEPTION OF HAQ (GOD) IN TERMS OF TANZIH
(INCOMPARABILITY) AND TASHBIH (SIMILARITY) IN IBN
AL-'ARABI’S THOUGHT
Abstract: The use of language is very important for the ontology of Ibn al-‘Arabi. Just as this ontology based on
the unity makes different singularities unify in a single Being and puts plurality into unity, naturally it requires a
proper language and terminology for describing this ontology in the same way. Because language, meaning and
thought cannot exist without being associated with the field of existence / phenomenon corresponding to it. On
the other hand, this seems necessary for a thinker want to be consistent. In this respect, it is necessary to match
the words and concepts with the ontology both in the etymological and in the usage case.
Udoubtedly, one of the non-negligible examples of how Ibn al-Arabi uses a linguistic form appropriate
to the view of the unity of being is the matter of tanzih (incomparability) and tashbih (similarity). According to
him, Haq (God)’s defining and determining can be known by comprehending the all limitations of all forms of
Him. But this is impossible. To Ibn al-Arabi, who accepts this impossibility as the starting point, to make Haq
tanzih, that is, to free God from anything else, is also to determine and limit Him as well. Because that is to
isolate something from something else and this is impossible for God.
In this study, it will be tried to analyse of Ibn al-Arabi's Haq conception in terms of tanzih
(incomparability) and tashbih (similarity).
Key Words: Ibn Al-'Arabi, tashbih (similarity), tanzih (incomparability), Haq (God), taqyid (determining).
I. GİRİŞ
İbnü'l-Arabi’nin düşüncesi, önemli ölçüde dilin bütün imkânlarının kullanımı ile vücut
bulur. Teolojik bir öğreti ortaya koyan İbnü'l-Arabi, din dilinin doğası gereği çok anlamlılığa
son derece elverişli oluşunu şöyle ifade eder: İlahi şeriatlerin dili Hak Teala’dan, her ne
şekilde olursa olsun, bahsettikleri zaman genelde ilk anlamı (mefhum-u evvel) dile getirirler.
Özelde ise hangi dilde olursa olsun, o lafzın vecihlerinden her ne anlaşılabiliyor ise o anlamı
dile getirirler.513
Önemli ölçüde İbnü'l-Arabi’nin yöntemini de ifade eden mezkûr yargıya göre din
dilinin iki hususiyetinin olduğu kabul edilmektedir: Genel ve özel. Genelden kastedilen
şeriatta muhatap olunan ve sorumlu olunan çerçevedir. Bu durumda muhatap kitlesi bütün
*
Prof. Dr., İnönü Üniversitesi Fen Edebiyat Fakültesi, Felsefe Bölümü,
[email protected]
İbnü’l-Arabi, Fusûsü’l-Hikem, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut, Tarihsiz, s. 68.
513
insanlar olup anlam, öznelerin ortak kabul ettikleri gönderge üzerinden taşınmaktadır. Başka
bir deyişle buna gündelik dil de denebilir. Dilin özel boyutu ise bir ihtisas durumuna işaret
etmektedir. Uzman kişilerin, lafzın muhtevî olduğu bütün anlam çerçeveleri ile anlamaya
muktedir olduğu bu boyut, İbnu’l-Arabi’nin ontolojisini üzerinde inşa ettiği ana çerçeveyi
oluşturur. Bu kabulü şöyle şerh edebiliriz: Allah’u Teala’nın kullandığı dil gelişigüzel bir dil
olamaz. O, bütün sözcük ve terimleri seçerek kullanmıştır. O halde bir sözcüğün işaret ettiği
veya tazammun ettiği bütün anlamlar mümkün dairesinde görülmelidir. Ancak bütün bu
anlamları kavrayabilmek, genel kitleden ayrı bir ihtisas ve ehliyete sahip olmayı gerekli
kılmaktadır ki bunun literatürdeki karşılığı ‘havass’tır. Kendini bu zümreden ve hakikat ehli
olarak tanımlayan İbnü'l-Arabi, öğretisini inşa ederken bu perspektife yaslanmış, din dilini
büyük bir ustalıkla kullanmış ve bütün öğretisini tutarlı ve bütünlüklü bir yapı içerisinde
sunmaya çalışmıştır. Varlık, bilgi ve değer alanlarını hem kendi içinde hem de birbiri ile
ilişkileri bağlamında “birlik” içinde uzlaştıran İbnü'l-Arabi’nin merkezi kavramlarından birisi
belki de en önemlisi ‘Hak’tır. Gerçeklik, doğruluk, adalet ve İlah gibi göndergeleri olan bu
kavramın seçilmesi dahi ‘varlık’, ‘bilgi’ ve ‘değer’in nasıl birlik arz edebildiğini ve ‘Varlık’ın
bütün bunları nasıl tazammun ettiğini göstermesi açısından çarpıcı bir örnektir.
Şimdi bu kavramın tenzih ve teşbih ile olan ilişkisini irdelemeye çalışalım.
II. Hak, Tenzih ve Teşbih Üzerine
Tekçi (monist) karakter gösteren öğretilerin en temel problemi çokluk ve birlik
ilişkisinin temellendirilmesidir. Çünkü bir yandan sonsuz sayıda tekilliklerin var olduğu
gerçeklik sahası bir yandan da bütün bunların kendisine irca edildiği bir ‘Varlık-İlke’ kabulü
ister istemez paradoksal bir dil ve düalistik-diyalektik bir anlatıyı-söylemi kaçınılmaz
kılmaktadır. İbnü'l-Arabi’nin ‘birlik’ öğretisi de bu düalist ve kimi zaman gerilim arz eden
yapıdan kurtulamamıştır. Hatta bu öğretinin bir düalizm temelinde inşa edildiği veya
anlamlandırıldığı söylenebilir. Hem ontolojik hem de epistemolojik düzlemde bütün
sisteminde bu çifte kabul göze çarpar. Örneğin yukarıda din dili ile ilgili ifade ettiğimiz avam
ve havas ayırımı, genel sistemi içerisinde göze çarpan zahir-batın, kuran-furkan, beden-ruh
vb. ayırımlar bu minvaldedir. Kuşkusuz gerçeklik evreninde, standart bir vasatta herkesin
gördüğünü ve anladığını İbnü'l-Arabi de görmekte ve anlamaktadır. Ancak varlığı ‘gerçeklik’
ve ‘hakikat’ diye tefrik edecek olursak onun temel postülası, real varlık sahasının veya
duyulan varlık evreninin görülebildiği veya duyumsanabildiği kadarıyla hakikat olmadığıdır.
Bir yandan duyumsanan varlık bir yandan da varlığın duyumsandığı gibi olmadığı düşüncesi
insanlığın hakikat arayışında hep bir gerilim noktası oluşturmuştur.
Düşünce tarihinde Parmenides’ten bu yana açık bir biçimde kavramsallaştırılan bu
düalizm, duyulur dünya - düşünülür dünya, ideler alemi - gölgeler alemi (episteme-doxa), Ruh
- beden, fizik - metafizik gibi çeşitli formlarda karşımıza çıkmaktadır. Her ne kadar İbnü'lArabi, görünen evrenin Platoncu felsefeden aşina olduğumuz biçimde bir nevi yansıma
olduğunu ifade etse de arz ettiğimiz gelenekten farkı, görünen evrene de bir gerçeklik
atfetmesidir. Bu gerçeklik bütünün bir parçası olan bir gerçeklik olup Platon’da olduğu gibi
bir gölge değildir. Gerçi kimi yerde İbnü'l-Arabi de alemin Hakk’a nispetle gölge olduğunu
dile getirir fakat buradaki gölgeyi Hakk’ın bir tezahürü olarak görmek gerekir. Yoksa bunu
aşkın başka bir ‘hakikat’in yansıması olarak düşünmek bize göre doğru değildir. Çünkü
Hakk’ın hem insan hem de evrenden bütünüyle aşkın olduğu söylemek bu öğretiye ters düşer.
Öte yandan görünen, Hakkın kendisi de değildir. Çünkü duyulur olan ancak sınırlı bir
çerçevede kavranmaktadır hâlbuki hak sınırlı değildir. Bunun için bize göre bütün bu durumu
ifade edebilecek en uygun tabir, var olanların ‘görülebildiği kadarıyla’ Hak olmadığıdır.
Dolayısıyla onun anlatısında karşımıza çıkan paradoksal dil bu iki boyutun aslında iki boyut
olmadığını izah etmek içindir. Başka bir deyişle İbnü'l-Arabi, bir taraftan epistemolojik
çerçevede meseleyi ele alırken bir taraftan ontolojik boyutu da tam olarak nazara vermek
istemektedir. Ancak bilinebilen veya bilgiye konu olan (epistemolojik) çerçeve ile olduğu gibi
olan (ontolojik) çerçeve aynı düzleme ait olmadığından bu zorluğu aşmak için paradoksaldiyalektik dil kaçınılmaz olmaktadır. Tenzih ve teşbih kavramları da bu düalizm temelinde
tanımlanmakta ve anlamlandırılmaktadır. Bu yüzden kimi zaman İbnü'l-Arabi’nin tespit ve
kabul yargıları birbirine karışmaktadır. Ancak onun hedefi hep hakikat boyutudur. Nitekim
“İlahi boyutta tenzih, hakikat ehli indinde takyit ile aynıdır.”514 biçimindeki yargısı, hem
İbnü’l-Arabi’nin baktığı hem de kendisini konumlandırdığı yer açısından bütün bu
söylediklerimizi özetler mahiyettedir. İlahi boyut veya İlah olan bakımından ifadesi,
meseleye nereden bakıldığını ifade eder. Bir anlamda konu ilahi olan ise ilahi olanın yani
tikelleri aşan mahiyetin, ontolojik statüsü dikkate alınarak söze konu edilmekte ve bunu
konuda söz etmeye yetkili olanlar ise hakikat ehli olmaktadır. İbnü'l-Arabi’nin bu yaklaşımı,
Hakk’ın gözüyle ve sözüyle Hakk’ı tanımak veya tanımlamak olarak nitelenebilir.
İbnü'l-Arabi, öğretisini izah etmeye başlamadan önce iki temel eseri olan Futûhat ve
Fusûs’un girişinde söz konusu bilgileri doğrudan rüya (mubeşşire) vasıtası ile ilişki kurduğu
Hz. Peygamber’den aldığını ifade eder. Ancak bütün bir sistematiği tutarlı bir biçimde inşa
etme, dilin ve özelde din dilinin (Kur’an ve hadisler) bütün imkânlarını zorlayarak bütünlüklü
bir sistem ortaya koyma becerisinin derin bir felsefi birikimi gerekli kıldığı aşikârdır. Bu
yüzden bu sistemin onun muhayyilesinin bir eseri olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır.
Dini nasslar ise bize göre bu sistemi takviye edici bir rol ifa etmektedirler. Yoksa İbnü’lArabi’nin, sistemini Kuran ve hadisleri yorumlayarak kurduğunu ileri sürmek hem işin
başında zikrettiği rüya hadisesine aykırılık teşkil eder hem de o döneme kadar tevarüs edilen
felsefi mirastan haberdar olmamak anlamına gelir.
İbnü'l-Arabi’nin öğretisinin temel ve merkezi kavramı işaret ettiğimiz üzere ‘Hak’tır.
Aslında bütün mesele bu kavramın gerçek (real) olan ile ilişkisini ortaya koyabilmektir. Bu
ilişki anlaşıldıktan sonra tenzih ve teşbih meselesi daha doğru anlaşılacaktır. Evvela İbnü’lArabi’nin ne dediğini kısaca kendi cümleleri ile aktaralım:
Muhakkak ki Hakk’ın her yaratılanda bir zuhuru vardır. O, her kavrayışta (mefhumda) Zahir’dir. O,
“Alem Onun sureti ve hüviyetidir.” diyen kimse hariç herkesin anlayışında (fehminde) Batın’dır. O elİsmu’z- Zahir’dir. Mana itibarıyla zahir olan şeylerin ruhu olması bakımından O, Batın’dır. O’nun alemin
suretlerinden zahir olan şeylere nispeti, bedeni idare eden ruhun bedene nispeti gibidir. Örneğin insan
tanımından O’nun zahir ve batını alınır. Bütün tanımlananlar (mahdud) için durum böyledir. Hak, bütün
tanımlarla (hadler ile) tanımlanmıştır. Alemin suretleri (suret ile) kuşatılamaz ve kayıt altına alınamaz.
Alemin bütün suretlerinin tanımı bilinemez, ancak her alemin kendi suretinden ortaya çıkanı (hasıl olan)
kadarıyla bilinebilir. Bunun için Hakk’ın tanımı meçhul olur. O’nun tanımı bütün suretlerin tanımının
515
bilinmesi ile mümkün olur. Bunun ise olması mümkün değildir… O halde Hakk’ın tanımı imkânsızdır.
Daha önce İbn’ül-Arabi’nin düalist geleneğin bir yorumu olduğunu söyledik. Ancak İbnü'lArabi’de bu düalizmin diğer düalizmler gibi birbirine karşıt iki unsuru ifade ettiğini söylemek
doğru olmaz. İbnü’l-Arabi’nin düalizmi önemli ölçüde epistemolojik mahiyettedir ve bu
mesele bilmemizin sınırlarını tartışmayı gerekli kılmaktadır.
İbnü’l-Arabi’ye göre alem hem surettir hem de alemde suretler vardır. Alemdeki suretler
tekillerdir ve duyuya veri olurlar. Duyu verisi olan şeyler ise bilinebilir ve tanımlanabilir.
Nitekim zahir olanın mefhum terimi ile batın olanın ise fehm terimi ile ifade edilmesi bize
göre bu incelikten dolayıdır. Kantçı bir terminoloji ile ifade edecek olursak fenomenler, uzay
ve zaman formu içerisinde tanımlanabilir ve bilinebilir. Benzer şekilde İbnü'l-Arabi’de de
zahir olan, kuşkusuz fenomenal olandır ve bu alan kavranılır (mefhum) ancak batın olan
fehmedilir. Birincisinin kuşatılabilirliği dolayısıyla kavranabilirliği teorik olarak mümkündür.
İkincisinin ise duyu verisi olmaması itibarıyla kuşatılması veya kavranması mümkün değildir.
Dolayısıyla batın, zaman ve mekan formu içerisinde “bilinemeyen” boyuta ait olmaktadır. Bu
itibarla olsa gerek İbnü'l-Arabi hem havas hem de avam için bu meyanda mastar olan fehm
514
515
İbnü’l-Arabi, Fusûsü’l-Hikem, Th. Ebu’l-Ala Afifi, Daru’l Kitabi’l Arabi, Beyrut, Tarihsiz, s. 68.
İbnü’l-Arabi, Fusûsü’l-Hikem, s. 68.
tabirini kullanmıştır.516
Bir şeyin tanımlanabilmesi için bir surete sahip olması/zahir olması ve tasvir
edilebilmesi gerektiğine göre Hakk’ın tanımlanabilmesi için de Hakk’ın suretlerinin tanıma
imkân vermesi gerekir. Ona göre Hakk’ın zuhuru bütün var olanlardadır. Bütün var
olanların ise bir tek surete veya ihata edilebilir suretlere indirgenebilmesi mümkün
değildir. Bu durumda ancak alemin suretlerinden duyu verisi olmaları kadarıyla olanları
bilmek mümkündür. Sayısız suretler olduğu düşünüldüğünde ki İbnü'l-Arabi’ye göre
böyledir, tanım imkânsız hale gelmektedir. Çünkü bütünün göndergesi bir nesnel ve
duyulur durum değildir. Bütün kuşatılamadığı için herhangi bir yargıda bulunamayız. Bu
durumda yukarıdaki pasajda geçen Hakk’ın mahdut oluşunu iki şekilde anlamak
mümkündür. Birincisi haddi gündelik kullanımımızdaki tanım olarak ele alıp
yorumlayabiliriz. Epistemolojik çerçevesini çizdiğimiz üzere suretler duyuya veri oldukları
için kavranabilir ve tanımlanabilir. Dolayısıyla suretler duyu verisi oldukları kadarıyla Hak
bilinebilir. İkinci anlamda ise her ne kadar tanım bir sınır çizme olsa da tanımlanamayan
şeyler için de sınır (had) terimini kullanabiliriz. Her suret bir had ise Hak suretlerden
münezzeh değilse ve suretler de sonsuz ise Hakk’ın sonsuz sayıda suretler ile sınırlı
oluşunu ifade etmek için dilimizde sınırlı olmak (mahdut) teriminden başka bir terim
yoktur. Kaçınılmaz olarak Hakk’ın her daim suretlerle birlikte oluşunu ve ayrılmazlığını
“Hak suretlerle mahduttur.” biçiminde ifade etmek durumunda kalmaktayız.
Hakk’ın meçhul oluşunu veya tanımlanamazlığını ise şöyle anlamak mümkündür:
Niceliksel olarak sonsuz olmaları itibarıyla Hakk’ın suretlerinin tek bir surete indirgenerek
duyu verisi yapılması mümkün olmadığından Hak kavranamaz ve tanımlanamaz. Çünkü
yukarıda da ifade ettiğimiz üzere bütünün göndergesi kuşatılamaz. O halde Hakk’ın
tanımlanabilmesi veya tanımlanamazlığı Hakk’ın görünüşü ve mutlaklığı ile ilgili
olmaktadır. Görünüşler dikkate alındığında hem tanımlanabilir hem de tanımlanamaz;
mutlaklığı bakımından ise hiçbir biçimde tanımlanamaz olmaktadır. Bu itibarla “Hakk
bütün hadlerle mahduttur.” yargısı ile “Hakkın haddi muhaldir.” yargısı epistemolojik ve
ontolojik göndergeleri itibarıyla paradoksal görünse de bize göre İbnü'l-Arabi’nin düşünce
sistematiği açısından son derece tutarlıdır.
İbnü’l-Arabi’nin ontolojisinin önemli kavramlarından olan zahir ve batın terimleri de
arz ettiğimiz çerçevede uygun bir anlam zeminine oturmaktadır. Hak olmaklık bakımından
zahir ve batın boyutlardan her birini bağımsız bir biçimde ontolojik bir statü olarak
değerlendirmek doğru görünmemektedir. Çünkü zahir olan bir şey var ve bu zahir olan
ruhtan bağımsız değildir. Zahir olanın salt Hak olması da doğru değildir. Zuhura nispetle
zahir denmektedir. Zahir olan Hak ile özdeşleştirilmediği gibi Batın olan da saltık olarak
Hak ile özdeşleştirilemez. Kısacası batın zahire, zahir batına muhtaç ve birbirini bütünler
vaziyette olup Hakk’ın birer boyutu olarak tanımlanabilir.
Zahir-batın düalitesinin başka bir yansıması ise ruh-beden düalizmidir. Kuşkusuz insan
Hakk’ın bir yansıması olarak bu öğretide çok önemli bir konumda yer almaktadır. İnsanı
küçük bir evren olarak gören İbnü'l-Arabi büyük evren hakkında yaptığı çıkarsamaların
aynısını insan için de yapmaktadır. İnsan çok daha kıymetlidir, çünkü bütün bunları idrak ve
takdir edecek olan varlıktır. İnsan, hem kendini hem Hakk’ı bilen, kendini bilmesi ile Hakk’ı
bilmesi aynı düzleme ait olan bir özne-varlıktır:
Bunun için Hz. Peygamber (s.a.v.) Hakk’ı bilmek (marifeti) ile nefsi bilmeyi birbirine bağladı ve şöyle
dedi: Kim nefsini bilirse Rabbini bilir. Allah’u Tela şöyle dedi: Onlara ayetlerimizi ufuklarda ve
nefislerinde göstereceğiz. (Ufuk, senin dışında kalan, nefis ise seninle özdeş olan şeydir.) Ta ki onlara
O’nun Hak olduğu apaçık görünsün. Sen O’nun suretisin, O da senin ruhundur. Senin onunla olan ilgin,
516
Mefhum, edilgen bir form olup nesnenin bilinç karşısındaki edilgenliğini ve kuşatılmışlığını ifade eder. Fehm
ise mastar olup genel bir kavrayışı ifade eder. Dolayısıyla zahir kuşatılabildiği için mefhum, batın ise
kuşatılamadığı için fehm terimi ile birlikte kullanılmıştır.
bedensel suretinin seninle olan ilgisi gibidir. O’nun da seninle olan ilgisi, idare eden ruhun, bedenin sureti
ile olan ilgisi gibidir… Tanım, insanın zahir ve batınını birlikte kapsar. İdare eden ruh, suretten ayrıldığı
zaman geride kalan suret artık insan değildir. Ancak ona “Bu, insan suretidir” denebilir. Onunla bir taş
veya tahta sureti arasında bir fark yoktur. Ona ‘insan’ ismi hakiki anlamda değil ancak mecazi olarak
verilir. Gerçekte alemin suretlerinden Hakkın ayrılması mümkün değildir. Hak için uluhiyet tanımı
mecazi değil hakiki anlamıyladır. Tıpkı insan tanımının insan canlı iken geçerli olması gibi. Nasıl ki insan
suretinin zahiri, lisanı ile ruhunu, nefsini ve onu idare edeni sena ederse aynı şekilde Allah da alemin
suretini onu hamd ederek tesbih edici kıldı. Fakat biz onların tesbihini anlamayız. Çünkü biz alemdeki
suretleri kuşatamayız. Bunların hepsi, Hakk’ın Hakk’ı öven dilleridir. Bunun için şöyle dedi: “Hamd
Alemlerin Rabbi olan Allah’a mahsustur.” Yani övgünün neticeleri O’na döner. O hem öven hem de
övülendir.517
İbnü'l-Arabi’nin insana sair varlıklardan farklı bir hüviyet atfettiği açıktır. Bu durum,
insanın bir ruha sahip olmasından ileri gelir. Örneğin insanın kendi nefsini mücmel
bilmesinden hareketle Peygamberin “Nefsini bilen Rabbini bilir.” dediğini ifade eder.
Dolayısıyla kendini mücmel olarak bilen bir varlığın Hakk’ı tafsili olarak bilmesi mümkün
değildir ve ona göre Hak da ancak mücmel olarak bilinebilir. Dolayısıyla Hakk’ı bilmek ile
insanın kendisini bilmesi aynı epistemolojik düzleme ait olmaktadır. Bütün bunlar insanın bir
ruhsal varlık olması ile doğrudan ilişkilidir.
Hakk’ın zahir varlık ile olan ilişkisini, ruhun bedenle olan ilişkisi gibi gören İbnü’lArabi’ye göre insan, ruh ve beden olarak O’nun sureti olmaktadır ve bu, bütün varlık için
geçerlidir. Ancak insanın ruhu bedenden ayrılabilir iken bu durum Hak için söz konusu
değildir. Yani Hakk’ın suretlerden ayrılması mümkün değildir. Hakk’ın hem insan için hem
de alem için ruh mesabesinde olması bir nebze anlaşılabilir. Ancak şu sorun açıkta
kalmaktadır: Ruh insandan ayrıldığında geri kalan bedene insan denilemeyeceği gibi ruh
suretten ayrıldığında ona insan denir mi? Şayet ona insan denecekse Allah’ın insan ile olan
ilişkisi ruhun ruhu mu olacaktır? Başka bir deyişle insan da alemdeki suretlerden bir surettir.
Öte yandan özel bir varlık olarak alemin cilasıdır. Hakk’ın suretlerinin aynada görünmesini
tedarik eden veya anlamlandıran varlıktır. Bu özel konumunu taşıdığı ruha borçludur. Çünkü
o ilahi bir nefestir. Bu ilahi nefesin ilah ile olan ilişkisi bir suret-ruh ilişkisi midir? Eğer böyle
ise ruh suret olmaz, şayet böyle değilse ruhun ruhu ne anlama gelir? Bütün bu soruları
yanıtlamak bu bildirinin çerçevesini aşacağından sadece problematik kısmına işaret etmekle
yetinmek durumundayız.
İbnü’l-Arabi’nin Hak teorisini kısaca özetledikten sonra tenzih ve teşbih meselesine
geçebiliriz.
“İlahi boyutta tenzih, hakikat ehli indinde takyit ile aynıdır.” Tenzih eden kimse ya cahil veya edep dışı
da davranan kimsedir. Bunun gibi her kim Hakkı tenzih etmeyip teşbih ederse o da Hakkı takyit ve tahdit
etmiş ve Onu bilmemiştir. Her kim Hak ile ilgili marifetinde tenzih ve teşbihi iki vasıf biçiminde icmali
olarak birleştirirse- ki alemdeki suretleri ihata etmekten yoksun olduğundan bunu tafsili olarak yapmak
imkânsızdır- o kimse, kendi nefsini tafsili olarak değil de mücmel olarak bildiği gibi (arefe) Hakkı da
tafsili olarak değil mücmelen bilmiştir (arefe).518
Normal şartlarda ve bilindik anlamıyla tenzih etmek, Allah’ı herhangi bir var olandan
ve dolayısıyla bütün var olanlardan beri kılmak, başka bir deyişle hiçbir biçimde teşbih
yapmamaktır. Buna göre tenzih teşbihin zıddı olup bir soyutlamayı ifade eder. Tenzih ve
teşbih epistemolojik çerçeveye ait kavramlardır. Çünkü tenzih özel olarak aklın Tanrı’nın
yüceltilmesi hakkındaki genel yargısı, teşbih ise vehim veya hayal gücünün Tanrı’yı
yarattıklarına benzer bir şekilde ele alan yargısıdır.519 Tenzih, Hakk’a ilişkin bir hüküm
ifade ettiği için İbnü’l-Arabi’ye göre uygun olmamaktadır. Yukarıda da değinildiği üzere
Hak hükme konu olabilecek bir mahiyette değildir. Ayrıca saf ve mutlak olarak yargıda
bulunulamaz. Akıl bir biçimde vehim ile karışık olduğundan veya vehmin tesirinden
517
İbnü’l-Arabi, Fusûsü’l-Hikem, s. 68.
İbnü’l-Arabi, Fusûsü’l-Hikem, s. 68-9.
519
Demirli, Ekrem, Fusûsu’l-Hikem Şerhi, Kabalcı yay., İstanbul, 2008, s. 305.; Ayrıca bkz., İbnü’l-Arabi,
Fusûsü’l-Hikem, s. 181.
518
bütünüyle kurtulamadığından tenzihini de tahdit sınırları içerisinde yapmaktadır. Bu
itibarla Hakk’ı aklın yaptığı tenzihten de tenzih etmek gerekir.520 Başka bir deyişle akli
yargılar, olabildiğince soyutlama içeren yargılar olup gerçekte bu soyutlama işleminin ‘bir
şey’ den yapılmasını gerektirir. Halbuki bir şeyden veya şeylerden Hakk’ın soyutlanması
mahiyeti itibarıyla mümkün değildir. Teşbih ise tamamen vehim ürünü olduğu için olgusal
evrenin dışına taşarak soyutlama yapılabilmesi mümkün değildir. Salt suretlere
indirgenmiş bir varlık ise Hak olamaz. Vehim gerçekte bir kuruntudur ve bu kuruntu somut
bir düzlemde benzerlik tesis etmek temelinde gerçekleşir. Bunun da İbnü’l-Arabi’nin
varlık öğretisiyle uyuşmadığı açıktır.
Afifi’ye göre İbnü’l-Arabi’de tenzih ıtlak, teşbih ise takyit anlamındadır. Dolayısıyla
hiçbir varlığın veya ilmin Allah’ı kuşatamaması Allah’ın mutlaklığıdır ve bu tenzihtir. Teşbih
ise Allah’ın zatının varlığın suretlerinde taayyünleri açısından kendisine baktığımızdadır.
Allah işiten ve işitilen, gören ve görülen her şeyin suretinde tecelli eder, demektir.521
Afifi’nin bu tespitini olduğu gibi kabul etmek kimi yanlış anlamalara sevk edebilir. Tenzih
ve teşbih ile ilgili olarak yukarıda değindiğimiz tanımlamaları dikkate aldığımızda Afifi’nin
bu söylediklerinin izaha muhtaç olduğunu ifade etmek isteriz. Çünkü teşbih de tenzih de
takyit ve tahdit içermektedir. Tenzihin mutlaklığı tenzihin yapılmaması demektir. Yani her
türlü tenzihten kaçınılmasını ifade eder. Allah’ın mutlaklığı ve kuşatılamazlığı kesindir.
Ancak tenzih bu mutlaklığı ikrar anlamında kullanılırsa ki yukarıdaki “tenzihin tenzihi”
ifadesi bu anlamdadır, Afifi’nin söylediği doğru olur. Fakat bunu İbnü'l-Arabi’nin tenzihe
yüklediği anlam veya İbnü’l-Arabi’nin tenzih teorisi olarak yorumlamak doğru değildir.
Tenzihin tenzihi, aslında hiçbir tanımlama yapılmaması ve teşbih ile tenzihin arasını
birleştirme sonucu ortaya çıkan Hakk’ın mutlaklığını ifade etmek için kullanılmış bir ifadedir.
Yoksa tenzih, İbnü’l Arabi’nin teşbihe karşıt bir anlam yükleyerek veya teşbihi dışlayarak
tanımladığı bir kavram değildir.
İbnü'l-Arabi’nin tenzih ve teşbih etme tavrını saygısızlık ve cehalet olarak
değerlendirmesindeki ölçüt hakikat ehlidir. Çünkü hakikat ehli, Hakk’ı bütün var olanların
ruhu, var olanları ise Hakk’ın suretleri olarak görür, bunları birbirinden ayırmaz ve
tanımlamaz. Hak, her türlü kayıttan ve huduttan beridir. Tenzih yapıldığında hem ontolojik
anlamda imkânsız olana teşebbüs edilmekle cehalet sergilenmekte hem de bir tanım yapılmış
olmakla saygısızlık gösterilmektedir. Hakeza teşbihte ise bütün suretleri göz ardı ederek
parçalı veya kısmi varlık ile Hak irtibatlandırılarak tahdit edilmekte ve Hakk’ın mutlaklığına
ve tanımlanamazlığına aykırı davranılmaktadır.
O halde doğru olan ve yapılması gereken nedir? Bu öğretide bir yandan Hakk’ın suretleri
ve bu suretlerden Hakk’ın ayrılmazlığı bir yandan da Hakk’ın sonsuz suretlerdeki tezahürü ve
bunun kuşatılamaması ve kavranamaması durumu Hakk’ın tanımında birleşmiş olduğuna göre
tenzih ve teşbihi de bu doğrultuda birleştirmek gerekir. Doğru olan yol budur. Nitekim İbnü'lArabi’ye göre Allah da bu ikisinin arasını şu ayet ile birleştirmiştir. “Hiçbir şey onun benzeri
(misli) değildir.” “O işiten ve görendir.” Ona göre birinci cümle içinde hem teşbih (misl) hem
de tenzih (değildir) vardır. Başka bir açıdan bakıldığında ayetin birinci cümlesi tenzih, ikinci
cümlesi ise teşbih ifade etmektedir: Cenabı Hak “Hiçbir şey O’nun benzeri (misli) değildir.”
diyerek teşbih etti ve ikilik atfetti. “O işiten ve görendir.” diyerek de tenzih etti ve teklik
atfetti. 522
Gerçekte buradaki teşbih ve tenzih yorumu, İbnü'l-Arabi’nin hedeflediği birlik
öğretisinin bir gereğidir. İbnü'l-Arabi’nin başarısını, bu sistemin epistemolojisi, ontolojisi ve
değer anlayışını aynı düzlemde ve birlik formunda yorumlamasında görmek gerekir. Tenzih
520
İbnü’l-Arabi, Fusûsü’l-Hikem, s. 182.
Afifi, Ebu’l-Alâ, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, Çev. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul 2000,
s. 106-107.
522
İbnü’l-Arabi, Fusûsü’l-Hikem, s. 70.
521
ve teşbih terimleri ise her daim bir ikiliği bünyelerinde taşırlar ve bu ikiliği bertaraf etmek bu
sistemin bir gereği olmaktadır. İbnü'l-Arabi’nin bütün kaygısı bu birliği muhafaza etmek ve
bunu yaparken dilin bütün imkânlarını kullanmaktır.
İbnü’l-Arabi bu monist ve birlikten taviz vermeyen anlayışını ibadet ve ilah ilişkisi
bakımından da sürdürür. Bunu yaparken ayet ve hadisleri her zaman yaptığı gibi öğretisine
uygun bir biçimde yorumlama çabasına girer hatta ayet ve hadislerin bu öğretiyi ortaya
koyduğunu ileri sürer ki buna katılmadığımızı yukarıda ifade etmiştik.
İbnü’l-Arabi, külli anlamda bir ilahlık tasavvuruna sahip olduğu için daha doğrusu
bütün varlık aleminin suretlerinin Hak ile olan ilişkisinden ötürü uluhiyet vasfı taşıdığı için
her ne şekilde olursa olsun bütün ibadetlerin bir ilaha yapıldığını ifade eder ve uluhiyet dışı
bir alan kabul etmez. Ancak bir uluhiyet derecelendirmesi de yapar. Buna göre, en düşüğü
kendisinde uluhiyet tahayyül edilendir. Şayet bu tahayyül olmasaydı ağaca veya taşa ibadet
edilmezdi. Örneğin taşa, ağaca tapanlara sorulduğuna “Allah” veya “el-İlaha değil, bir ilaha
taptıklarını söylerler. En yücesi ise tahayyül etmez, bilakis şöyle der: Bu tazim gerektiren ilahi
bir tecelligâhtır ve tahsis (iktisar) yapmaz. En düşük tahayyül sahibi şöyle der: “Biz onlara
ancak bizi Allah’a yaklaştırsın diye ibadet ediyoruz.” En yüce alim ise şöyle der: “İlahınız tek
bir ilahtır, teslim olunuz.”523 Görüldüğü üzere “ilah” dediler, asla “tabiat” demediler. Bütün
öğretisinin özeti olabilecek İbnü'l-Arabi’nin bu çerçevedeki akıl yürütmesini şöylece ifade
etmek mümkündür: Varlık tektir. Tek olan Hak’tır. Allah kedisinden başkasına ibadet
edilmemesine hükmetti. Gerçekte O’ndan başkası yoktur, ancak alim kimse, kime ibadet
edildiğini ve ibadet edilebilir olması için hangi surette Hakk’ın ortaya çıkacağını bilir.
Problem bunu bilmemekte yatmaktadır. Dolayısıyla ibadet edilen her şeyde (gerçekte)
Allah’tan başkasına ibadet edilmemiştir. 524
İbnü’l Arabi’nin çokça tartışılan bu sözlerini teşbihî olarak anlamamak gerekir. Bu
sözlerin anlamı, Varlık (Hakk)’ın kuşatılamaması ve Varlık’ın dışına çıkılamamasından
dolayı herhangi bir var olana yönelimin Varlık’tan ayrık ve başka olmasının imkânsızlığıdır.
Bir yandan kendimiz de dahil olmak üzere var olan olarak Varlık’tan sıyrılamama veya
Varlık’tan hariç olamamanın zorunluluğu var bir taraftan da Varlık ile özdeş olmama
gerçekliği vardır. Hem tekilliklerin var olduğu hem de müstakil tekilliklerin olamayacağı gibi
bir ontolojik varsayım paradoksal bir dil kullanmak zorundadır. İşte bu anlayışta tenzih
Varlık’tan beri kılınmayı, teşbih ise Varlık ile özdeş kılınmayı reddeden bir anlam içeriği ile
karşımıza çıkmaktadır. Kavranamayan ve kuşatılamayan Varlık’ın içinde olup Varlık’ın
kendisinden farklı olmayı tanımlamanın en doğru ifadesi ise kuşkusuz teşbih ile tenzihi
birleştirmektir. Böyle bir tasavvurda ilahlık nasıl anlaşılacaksa İbnü’l-Arabi de öyle anlamış
ve bu aşina olmadığımız dili kullanmıştır.
İbnü'l-Arabi’nin aşağıdaki beyitleri bütün mevzuyu özetler mahiyettedir.
Tenzihi kabul edersen mukayyıd (bağlayıcı) olursun,
Teşbihi kabul edersen muhaddid (sınırlayıcı) olursun
İkisini birlikte kabul edersen müseddid (dosdoğru) olursun
Ve marifetlerde önder olursun.
Her kim iki ile nitelerse olur müşrik
Her kim teklikle nitelerse olur muvahhid.
Eğer ikilik ile niteleyici isen sakın teşbihten
Eğer teklik ile niteleyici isen sakın tenzihten
Sen O değilsin, Belki Sen O’sun,
Ve O’nu işlerin özünde (aynu’l-umur) mutlak ve mukayyed görürsün.525
523
Ayet, 16:22.
İbnü’l-Arabi, Fusûsü’l-Hikem, s. 71-72.
525
İbnü’l-Arabi, Fusûsü’l-Hikem, s. 70.
524
Sonuç ve Değerlendirme
İnsanoğlu, bir yönüyle bedensel bir yönüyle bedensel olanı aşmaya çalışan bir
varlıktır. Bedensel terimini, somut, sınırlı, olgusal, evrene ait olmaklık anlamında
kullanıyorum. İnsanoğlunun aşmaya çalıştığı çerçeve, ait olduğu çerçevedir. Bu durum ister
istemez sonu gözükmeyen diyalektik bir süreci ve paradoksallığı kaçınılmaz kılmaktadır.
Aynı zamanda gerilim doğuran bu diyalektiği bir zorunluluk olarak da görmek mümkündür.
Bu durumda gerçekte çözmeye ve kavramaya çalıştığımız şey, doğası gereği hep ele avuca
gelmeyen, sürekli kaçan bir şey olmaktadır. Peki hâl böyleyse bu çabalar niçin? Bu soru da
mevzubahis gerçeklik içinde sorulmaması gereken bir soru olarak bizatihi çelişkiyi kendi
içinde barındırmaktadır. Başka bir deyişle hem çelişkiyi ızhar etmekte hem de çelişkiyi dile
getirmektedir. Bütün bunların somutlaştığı yer ise kuşkusuz dil ve/veya düşüncedir.
Düşünce-dil diyalektiğinin sırrı henüz çözülememiştir. Düşünce mi dili doğurur yoksa
dil mi düşünceyi doğurur? Düşüncenin veya dilin “varlık” ile olan ilişkisi nedir? Hatta iki
farklı şey midir ki aralarındaki bir ilişkiden bahsediyoruz? Farklı olup olmadıklarının kaynağı
nedir? Nasıl bilinebilir? vb. sorular henüz nesnel bir biçimde cevaplanabilmiş değildir. Ancak
şu kadarını biliyoruz ki söz konusu iki alanı ister aynı ister farklı kabul edelim her hâlükârda
birbirinden ayrılamaz bir münasebet içinde oldukları açıktır. Öte yandan bütün bu karmaşıklık
içinde karmaşıklığın kimi tonlarını ve standartlarını gözlemleyebiliyoruz. Farklı varlık
tabakaları olduğu gibi farklı idrak seviyelerinin de olduğunu bir postüla olarak kabul etmeden
bir şey söyleyebilme imkânına sahip değiliz. Bu farklılıkları bir yandan çelişkilerin kaynağı
bir yandan bütünlüklü yapının ortaya çıkması için olması gerekenler olarak görebiliriz.
Kanımca İbnü’l-Arabi’nin öğretisindeki giriftliğin kaynağı hem böyle bir gerçeklik hem de
arz ettiğimiz çerçevedeki bir kabulden hareketle yola çıkmış olmaktır.
Genel olarak ifade etmek gerekirse İbnü’l-Arabi’nin öğretisini izah ederken üç
tabakaya göre konuştuğu söylenebilir. Birincisi dini bilmeyen, dinin zahirine aykırı davranan
kimseler. İkincisi dini bilen, şeriatlerin dili ile konuşan zahir ehli kimseler. Üçüncüsü ise ehl-i
hakikat veya batın ehli olan kimseler. Bize göre İbnü'l-Arabi, ilk iki grup arasında hakikati
kavrama noktasında çok ciddi fark görmemektedir. Çünkü her iki grup gerçekte Hakk’ın ne
olduğunu idrak edememişlerdir. İdrak edenler ise ‘hakikat ehli’ diye tabir ettiği kimselerdir.
Ancak din dili her idrak seviyesinde karşılığını bulan bir dildir. Bir yanıyla her idrak seviyesi
kendi konumuna göre anlaşılması gerekeni anlayacaktır ve anladığı şey yanlış olmayacaktır.
Yanlış olması hakikat ehlinin baktığı yere göredir. Hakikat ehlinin baktığı yer ise tabir caizse
Hakk’ın baktığı yerdir. O halde mutlak doğru olan bu bakıştır. İşte İbnü’l-Arabi’nin
diğerlerini yanlışladığı yer burasıdır.
Din dilinin farklı idrak seviyelerine uygun bir biçimde gelmesi Hakk’ın da farklı idrak
seviyelerinde farklı tezahür ettiği anlamına gelir. İbnü’l-Arabi’nin bütün sistematiğinde ortaya
çıkan gerilim bu farklılıkları ortaya koyma çabasıdır. Ancak nihayetinde ‘birlik’ esasına
dayanan bu öğretide her şey birliğin bir esası olarak kabul edilmek durumundadır. Bu öğretide
bütün var olanlar Hakk’ın bir göstergesidir ancak Hak değildir. Hak’tan başka ve bağımsız
varlıklar da değildir. O halde teşbih etmek en aşağı idrak seviyesi olup şirk ile ifade olunur.
Çünkü ikilik kabul edilmiştir. Tenzih etmek, akıl seviyesidir. Akıl sınır çizer ve tanım yapar.
Hak ise herhangi bir sınır, takyit ve mukayese kabul etmez. Dolayısıyla tenzih ehli, tevhid ehli
olmalarına rağmen aldanmışlardır ve yanlış davranmışlardır. Geriye Hakk’ın mutlaklığına
uygun olan yaklaşım kalmaktadır ki bu da hakikat ehlinin keşfidir. Buna göre Hakk’a
herhangi bir sınır çizilemez. Çünkü tenzih de teşbih de tahdit ve takyit etmektir. O halde
doğru olan, bu ikisinin arasını birleştirmektir. Ancak her ne kadar İbnü’l-Arabi birlikçi
yaklaşımı hakikat veya keşf ehline özgü kılsa da öğretisini önemli ölçüde mantıksal bir
başlangıç noktasından hareketle temellendirmektedir. Varlık’ın sonsuz ve kavranamaz oluşu
biçimindeki kabul, mantıksal bir kabuldür. Var olan tekilliklerin Varlık’tan ayrık olamaması
da hakeza bu mantıksal kabulün devamıdır. Bu başlangıç noktasını kabul etmek İbnü’lArabi’nin vardığı sonuçlara zorunlu olarak bizi götürür. Bize göre İbnü’l-Arabi’nin başarısı,
teolojik, ahlaki ve dilsel açıdan bu ontolojiyi zaafa uğratmayacak bir biçimde yorumlaması
veya izah etmesidir.
KAYNAKÇA
Abdü’r-Rezzak el-Kâşâni, Şerhu Fusûsu’l-Hikem, Tahran, 1383.
Afifi, Ebu’l-Alâ, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, Çev. Ekrem Demirli, İz
Yayıncılık, İstanbul 2000.
Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Haz. Mustafa Tahralı, Selçuk
Eraydın, Marmara Üniv. İlah. Fakültesi Yay. İstanbul, 1999.
Ekrem Demirli, İbnü’l-Arabi, Fusûsü’l-Hikem Şerhi, Kabalcı Yay., İstanbul, 2013.
Ekrem Demirli, İbnü'l- Arabi Metafiziği, Sufi Kitap, İstanbul, 2017.
İbnü’l-Arabi, Fusûsü’l-Hikem, Daru’l-Kitabi’l-Arabi, Beyrut.
İbnü’l-Arabi, Fusûsü’l-Hikem, Çev. M. Nuri Gençosman, İstanbul Kitabevi, İstanbul, 1971.
İbnü’l-Arabi, Fusûsü’l-Hikem, Çev, Abdülhalim Şener, Sufi Kitap, İstanbul, 2017.
İbnü’l-Arabi, Fusûsü’l-Hikem, Çev. ve Şerh, Ekrem Demirli, Kabalcı Yay., İstanbul, 2013.
Sadreddin Konevi, Fusûsü’l-Hikem’in Sırları, çev. Ekrem Demirli, İz Yayıncılık, İstanbul,
2009.
İBNİ ARABİ’DE TAHAYYÜL KAVRAMI
Mehmet Kasım ÖZGEN
Özet:Tahayyül insan düşüncesinin en önemli yansımalarından bir tanesidir. Düşünme genel
olarak dış dünyadan gelen bir etki ile başlar. Modern felsefe de insan düşüncesinin kaynağı
olarak tecrübenin ortaya çıktığı fiziksel dünyayı gösterir. Bu yaklaşım tahayyülle dayalı
düşünme tecrübesini yok sayar. Bu nedenle de düşünce ve düşünme arasındaki ayırım da yok
olur. Bu durum kasıtlı olarak bireyin tahayyülle dayalı tecrübesini yok saymak anlamına gelir.
Burada yok sayılan aslında bireyin kendine ait bir dünya tahayyül etme gücü ve anlayışıdır.
Tahayyül etme ve bilgelik ilişkisinin de bugünkü İslam dünyası aydınları tarafından
görmezden gelinmesi son derece üzücüdür.
Bundan daha fazla üzücü olan durum ise tahayyül kavramının İslam’ın erken dönemlerinde
bilgi felsefesi açısından kullanılması ve sonradan bu kavramın unutulmasıdır. Avrupalılar
tahayyülün önemini Doğu’dan öğrenmiştir. Ulusal akımların güçlenmesi ve seküler düzenin
kurulması Avrupa’nın sömürge düzenin kurmasının hemen arifesinde gerçekleşmiştir.
Sömürgeci Avrupalılar Doğuyu bir hayal dünyası olarak yeniden kurgulamış ve doğulunun
hayalin peşinde koşan insan olarak algılanmasını ve bu sayede aklı-dışı olarak görülmesini
empoze etmişlerdir. Bu yaklaşım doğudaki tahayyülün gücünü de yok etmiştir. Bu aslında
metafizik bir Haçlı projesidir.
Sömürgeciler doğu tahayyül gücünü bütün yönleri ile yozlaştırmak ve yok etmek için seferber
olmuştur. Yeni strateji doğuda tahayyül ile uğraşan her bir aydını itibarsızlaştırmak ve
doğunun geleneksel metafizik altyapısını yok etmektir. Bu saldırıyı anlamak mümkündür.
Tahayyülüm olmadığı bir yerde yenilik, bilgi ve teknoloji de olmaz. Ancak bu tutumun
doğuda benimsenmesi ve aydınların İbn-i Arabi, İbn-i Sina, Farabi ve Sühreverdi gibi kadim
değerleri görmezden gelmesi anlaşılması zor bir durumdur. Bu çalışmamda bu ilgisizliğe bir
cevap verebilmek adına İbn-i Arabi’nin tahayyül kavramını nasıl kullandığını tartışacağım.
Anahtar Kelimeler: Tahayyül, Sömürgecilik, İbn-i Arabi, Şarkiyatçılık
Imagination in Ibn-i Arabi
Abstract:Imagination is the basic faculty of mind and it is central to human thought. Thinking
process is initiated by stimulant from the external world. Modern wisdom claims that human
mind creates idea of any physical object based on physical experience. Thus, metaphysical
Doç. Dr., Erciyes Üniversitesi Edebiyat fakültesi,
[email protected]
aspect of human experience is de-popularized. The difference between thinking and thought is
ignored. Such ignorance is an intentional attitude to render the imaginative experience
helpless. The helpless individual can no longer make up his own world of idea[l]s and cannot
compensate the lack of metaphysical vision. The question of imagination and wisdom in the
works of the early Muslim scholars has not been studied seriously.
It is much disappointing that the idea of imagination had first appeared in the Eastern
metaphysics before it became popular in European philosophy. Enlightenment is the first
phase of popularity when the Europeans learnt basic ideas about the power of imagination
from the Orientals. Aftermath the nationalism and the secular institutionalization, colonialism
foregrounded the modern European world. The colonial attitude rejects the oriental world for
being too fantastic. The new discourse has been a powerful device for the orientalist European
who are eager to eliminate any form of Eastern imagination. This is new form of crusade to
compete political, social, and metaphysical power of the Orient. The end of the crusade would
eliminate the power of imagination in the East. The modern crusaders welcome this operation.
Any form of oriental imagination has been traced and corrupted by modern scholars of
colonial power. The new strategy is to identify and fight against those scholars of the East
who somehow do not reject the traditional metaphysics of imagination. It is not a challenge to
comprehend the attack. Lack of imagination is lack of creativity thus innovation and
compensation. However, it is much disappointing to observe the similar attitude is the oriental
world. Lack of interest in Ibn-i Arabi, Farabi, Ibn-i Sina and Suhreverdi in the Muslim world
is more than ignorance. Thus, the present study attempts to illuminate Ibn-i Arabi’s idea of
imagination.
Keyword: Imagination, Colonialism, Ibn-i Arabi, Orientalism
Hayal ile ilgili bilginin doğunun düşünce tarihinde yer alması ve sonrasında da bizim bu
geçmişe yabancı olmamız bugün için üzücü bir durumdur. Aydınlanma döneminden sonra
Avrupalı aydınlar hayal gücünün önemini Binbir Gece Masalları, Kelile Ve Dimne, Hayy bin
Yekzan, Güvercinin Gerdanlığı gibi doğu klasiklerini okuyarak keşfettiler. Aydınlanmanın
temelini attığı bugünkü Avrupa medeniyetinin modern dünya sistemi içinde seküler değerler
ve ulus-devlet anlayışı yeni bir durumu ortaya çıkardı. Bu yeni durum Avrupa-merkezli
sömürgecilik sistemini oluşturarak Avrupa dışındaki dünya üzerinde kurulan hegemonyanın
meşru gerekçesini ve zeminini de hazırladı. On altıncı yüzyılda keşifler ve yeni pazarların
bulunması ile atılan adımlar sömürgecilik ile zirveye ulaştı. On sekizinci yüzyılda
sömürgecilik kendine ait yeni bir söylem geliştirerek şarkiyatçılık (orientalizm) geleneğini
oluşturmuştur. Orientalizm bir anlamda Avrupalı aydınların “doğunun hayal gücüne” meydan
okuması ve “muhayyele-merkezli” doğu düşünce dünyasına karşı “düşünce-merkezli” yeni bir
bilgi savaşını başlatmasıdır. Bu savaş doğu-batı karşıtlığı üzerinden kurgulanarak doğunun
coğrafyası ve dinleri arasında bağ kurmuş; Rönesans ve Aydınlanmanın sosyal, siyasi ve
entellektüel birkimleri kullanılarak modern-düşüncenin öncülüğünde, bu bağ üzerinden
ötekileştirilen doğunun “muhayyile geleneğine” karşı yeni bir haçlı seferi başlatılmıştır. Bu
savaşın nasıl başladığını ve nasıl kazanılacağını bilen Avrupalı aydınlar doğunun Binbir Gece
Masallarında, Mesnevisinde ve Fusuhul Hikem’inde anlatılan dünyaya meydan okuyarak,
doğu muhayyilesini yok edecek başarılı stratejiler geliştirdiler.
Avrupa-merkezli düşünce sistemini benimseyen sözümona [devşirilmiş] doğulu aydınlar da
bugün artık Avrupanın modern dünya düzenini kuran “kutsal geleneğinin” birer neferidir. Bu
neferler bugünkü haçlı ordusunun doğu muhayyilesine karşı verdiği entellektüel mücadelede
“doğunun muhayyile” geleneğini yozlaştırmak ve mümkünse yok etmek için savaşmaktadır.
Bu mücadelede doğu halklarına hayal kurmanın karşı konulmaz gücünü öğretebilen siyasi,
entellektüel ve dini liderler kurnazca, gizli bir el tarafından yok edilmiştir. Avrupalı aydınların
ve sömürgecilerin doğunun “hayal gücüne” karşı neden bu kadar stratejik ve kapsamlı bir
savaş başlattığını anlamak o kadar da zor değildir. Ancak Avrupalı aydınların güneşin
doğduğu coğrafyada yetişen ve muhayyilenin zirvesini temsil eden Farabi, İbni Sina,
Sühreverdi ve İbni Arabi gibi aydınları görmezden gelmeleri, belki de bunların ulaştığı
zirveye yabancı olmalarından kaynaklanmaktadır. Bugün Avrupalıların yabancı olduğu bu
zirveyi bize görünür yapan Muhiddin-i Arabi’nin hayal gücüne verdiği önemi tartışmak ve
açıklamak için buradayız.
Tahayyüle dayalı düşünme insanın varoluşsal bir merkezi konumundadır. Tahayyül etmek,
varlığımızın dışında yer alan fiziksel dünyayı yeniden içimizde tasarlamak insan düşüncesinin
ve tecrübesinin merkezidir. Tahayyül etmeden düşünmek içimizdeki cevheri görmezden
gelmektir. İnsanın içsel varoluşunu yok sayan bu düşünce pratiği modern dünyanın bedelini
acımasızca ödediği durumdur. İşta tam burada düşünme ile düşünce arasında çok büyük bir
fark olduğunu vurgulamamız gerekir. İnasanın elindeki düşünce gücünü alsanız bile o insanın
elinden tahayyül gücünü alamadığınız sürece o insan, tahayyül gücüne dayalı düşünme ile
kendi dünyasını yeniden inşa edebilir. İşte tahayyül etmenin bu karşı konulmaz gücü düşünen
aydınların dikkatlerini her zaman insan ve hayal gücü arasındaki bağı anlamaya
yönlendirmiştir.
Deneyim kavramının tahayyül kavramını gereksiz yaptığı tezi pozitivismin inandırıcı olmayan
tezlerinden biridir. Kaldı ki tahayyülle dayalı düşünceye önem veren P.Ricoer’in eserlerinde
üzerinde durduğu gibi eğer deneyim tahayyül gücünü gereksiz yapmış olsaydı, bugün en
azından pratik hayatta tahayyül gücünün sonucu olan kuantum fiziği, sanal-dijital dünya,
medya, tv, reklam, sinema ve fütürist endüstriler gibi hayal gücünün ortaya çıkardığı modern
durumlar hiç bir zaman olmazdı. Çünkü bu alanların hepsinde var olan durum “kurgu” olarak
kabul edilmiştir ancak bugügün dünyasını şekillendiren ve bu dünyaya anlam veren işte bu
düşünceye [hayal gücü] dayalı düşünme yöntemidir. Oysaki tahayyüle dayalı düşünme ise
anormal olarak kabul edilmektedir.526
Bugün Batı tarafından teröre ve iç savaşlara mahkum edilen toplumların üzerinde yapılan
zihinsel operasyonlarının en dikkat çekici olanları söz konusu bu toplumların tahayyül
etmelerini, hayal kurmalarını bile onlara çok görmek ve onların yaşamlarını hayata
tutunmalarını sağlayan yegâne şeyden onları mahrum etmektir. Muhayyile insani varoluşun
en temel ve merkezi bir yerini işgal ettiğini bilenler, tahayyül gücünün “insani olmayı” ve
insan gibi davranmayı yeniden anlamlandıracağından korktukları için kendi hayalleri
dışındaki hayallere asla izin vermek istememektedirler.
Her şeyden önce İslam geleneğinin oluşturduğu muhayyilenin kaynağı ruh ile akıl arasındaki
bütünlüktür. İşte bu bütünlük bir birliğin, İslam literatüründeki adı ile bir tevhidin
yansımasıdır. Bireyin kişilik/benlik bütünlüğünü sağlamak (tevhid), kendi hayatını bütünden
yani tevhitten sapıp “şirk” ile dağıtmamak sömürgecilerin amaçladığı sosyal birlik ve
bütünlüğü yok etmenin önündeki en büyük engellerden bir tanesidir. Örneğin acı, mutsuzluk
ve bela gibi olumsuzluklar insanın arzusunu, iradesini, azmini, himmetini, zihinsel birliğini,
dikkatini ve en önemlisi de birliğe doğru yönelen iradesini bozguna uğratan en önemli
problemdir. Tevrat ve Kuran’da Hz. Eyyüp örneği tam da bu nedenden dolayı büyük bir
anlam kazanmaktadır. Eyyüp benliğini/zihnini dağıtan Şeytana tek başına direnen ve bu
uğurda hertürlü acıya katlanan ama kendi içindeki duygusal, zihinsel, akli ve ruhi birlikten
asla vazgeçmeyen bir varoluşu simgeler. Bu varoluş bilinci Eyyüb’e yönelmeye değer tek
526
Edward L. Murray, Muhayyileye Dayalı Düşünmek, (Çev: Yusuf KAPLAN), Açılım kitap, İstanbul, 2008,
S.15
gerşeğin Tanrı olduğu bilincini verir. O bu varoluştan asla vazgeçmeyen bir birliğin, bir
tevhidin simgesi olmuştur. Eyyüp acının Tanrı’dan koparılmak için gelen bir bela, sınanma ya
da bir imtihan olduğu bilincindedir ve acının kendi işlevini yapması için isteyerek boyun
eğmiş ve “acıya” karşı “sabır” ile benliğini, zihnini, himmetini koruyarak, pratik hayatının
dağılmasına asla izin vermemiştir. Tam tersi düşüncelerini, niyetini irade ettiği noktada
bütünleştirmiş ve böylece sınandığı acı/belaya rağmen başarılı bir şekilde iç dünyasını
bütünleştirerek, Nitche’nin tabiri ile bir Eco Humo olmuştur. Eyyüb’un bu gücünün kaynağı
onun muhayyilesidir. Eyyüb acının düşünce dünyasına, Tanrı ile bütünleştirdiği hayal alemine
girmesine ve ruhuna zarar vermesine müsade etmemiştir. Eyyüb’ün ruhunda ve düşüncesinde
sağladığı birlik Tanrı’nın ona olan övgüsünün ve onu model yapmasının nedenidir. Eyüp
acının geçici olduğuna inanmış, tahayyül gücünü geçici olan yerine, kalıcı olana yönelterek;
yaşamın sonunda zamanın sahibinin huzurunda olacağını tahayyül ederek içsel bütünlüğünü
korumuştur. Burada Eyüp’ün yaptığı şey tahayyül gücüni kendi bütünlüğünü korumak ve
varoluşunu gerçekleştirmek için kullanmak olmuştur.
Hayal gücüne dayanarak kendi bütünlüğünü korumak ilkesi önemlidir ve aynı ilke Cibril
hadisinde işaret edilen “ihsan” kavramının anlamını da kendi içinde taşımaktadır. İhsan
kişinin kendi hayatını yeniden inşa ederken muhayyilesinin merkezine tevhidi yarleştirerek
yozlaşmaya direnmesini tavsiye eder. İşte bu yüzden inanan insan “Tanrı’yı
görüyormuşcasına” yaşayarak, dikkatini dağıtmadan içsel birliğini ve entellektüel dirliğini
korumalıdır. Eyüp acı onu dağıttığı her anında, o sabır ile kendi düşüncelerini, niyetini,
zihnini kısacası bütün benliğini yeniden toplayarak, kendini yeniden bütünleştirmiş ve fiziksel
acının yozlaştıran etkisine karşı ruhu ile direnmiştir. Aslında “Eyyüp bilinci” acının tevhidi
yok etmesine karşı geliştirilen bir direncin adıdır. Bu direnç ile Eyyüb birlikten koparan her
türlü vesvese, düşünce ve arzuya karşı kendini koruyabilmiş ve acının onu Tanrı ile
bütünleşme (ittisal) yurdundan, şirk yurduna atmaya çalışan bir sınama olduğunun farkına
varmıştır.
Hayal gücü ile tevhid arasındaki ilişkiye İbn-i Arabi açısından bakacak olursak insanın
tevhide dayalı bir yaşam sürmesinin varoluşsal bir öneme sahip olduğunu görürüz. Tevhide
dayalı bir yaşam ile kast edilen şey ise insanın bütünlüğüdür. İnanan insan bir eylem birliği
içerisinde olmalı, bütün dikkatini toplayarak, hiçbir cazibeye kapılmadan tam bir teslimiyet ile
Tanrı’ya yönelebilmelidir. İbni Arabi’nin tevhid felsefesinde bireyin kemal yolundaki
gelişmesinde tahayyüle dayalı düşünme gücünü kullanarak seyr-ü sulukunu tamamlaması
oldukça dikkat çekici bir konudur. Tahayyül etmek insanın zihinsel faaliyeti için öylesine
elzem bir şeydir ki tahayyül etmeyi ortadan kaldırmak insan zihninin karakterlerini kökten
değiştirmek demektir.
Tahayyül etmeden yaşamak aslında imkânsız bir şeydir. Ancak düşünme, düşünce ve tahayyül
arasındaki ilişkiler önemlidir. Şimdi de bu noktada hayal, düşünme ve düşünce arasındaki
ilişkiyi kısaca tahlil etmeliyiz. Öncelikle düşünme ve düşünce arasındaki ayrımı
yapabilmeliyiz. Düşünceler bize çoğunlukla dış dünyadan gelir. Düşünme eylemi ise bizatihi
insanın içinde tecrübe edilen özsel bir eylemdir. Biz şayet dışarıdan bize hücum eden
düşüncelerin çağrışımsal olarak zihnimizde kendini göstermesini düşünme diye
adlandırıyorsak, bu isimlendirmede yanılıyoruz demektir. Çünkü düşüncelerin zihnimizi
kuşatıp çağrışım yoluyla zihnimizi meşgul etmesi ve onu esir alması düşünme değil, düşünce
tarafından düşünülmedir. Düşünmede özne vardır, düşünülmede ise özne yoktur. Tam tersi
düşünülmede pasiflik veya nesnelik söz konusudur.
Hayal gücü beden, duygu ve kalp üzerinde düşünceden çok daha fazla etkilidir. Hayal ve
düşünme arasındaki önemli bir fark vardır. Hayal insanın iç dünyasını doğrudan etkiler,
düşünce ise dolaylı yoldan etkiler. Hayal beden, hisler ve zihni doğrudan ayağa kaldırır ancak
düşünce ise irade ve seçmeyi kullanarak onları etkisi altına alır. İradesi zayıf bir insanın
düşüncelerinin kendisine bir faydası olmaz. Ancak hayal gücü doğrudan olduğu için hayal
gücünün insana/insanlığa faydası pek çok olur.
Antik Yunan düşüncesinden sonra insan kişiliği logos, söz söyleme, konuşma, dili kullanma,
mantık, akıl yürütme olarak tanımlanmıştır. Bu tanımlama zamanla felsefe geleneğinde
“rasyonel düşünme” ve “rasyonel insan” ibaresi manasında kullanılmıştır. Bu anlamda insan
kişiliği rasyonel düşünme ile akıl yürütme yeteneği ile özdeşleştirilmiştir. İnsan kişiliğinin bu
şekilde oluştuğu kabul edilir. Ancak insanın sadece dil ve akıl yürütmeden ibaret olmadığı da
apaçık ortadadır. Bu noktada olması gereken logosun salt düşünce merkezinden çıkartılıp,
sezgi ve hayal gücünü de içine alacak şekilde yeniden yorumlanmasıdır.
Logosun sadece dil ve mantık olarak anlaşılmasının eksik olduğuna işaret eden ve logosun
hayal gücünü de kapsayacak şekilde anlaşılması gerektiğini savunan ilk Avrupalı aydın
Heidegger olmuştur. Heidegger’e göre “insan kendisini bizzat konuşan bir mevcudiyyet
olarak gösterir. Bu sesli telaffüz imkânı yalnızca insana özgüdür anlamına gelmez. Tam tersi
insan dünyayı ve bizzat Varlığı (Dasein) keşfedebilecek bir mevcudiyettir. 527
Logosu, söylemi akıl etme/akıl/düşünce ile özdeşleştirmekle aslında düşünce tarihinin
yetkinsizlik veya liyakatsizlik açmazına sürüklendiğini söylemekte fayda vardır. İnsan akıl ve
diğer kabiliyyetleri ile bir anlam kazanır. İnsana ait önemli yetilerden bir tanesi de tahayyül ve
tefekkür etme gücüdür. Ne yazık ki düşünce tarihinde rasyonel düşünme kavramı zamanla
fizik üzerinde düşünce üretme şeklinde gelişmiştir. Oysa İbni Arabi’de rasyonel düşünme tam
da “Alem-i Misal” üzerinde düşünmedir. Bir başka deyişle tahayyüle dayalı bir düşünmedir.
İbni Arabi felsefesinde düşünce ile düşünme görünen alem “Alem-i Şühud” da meydana
gelmektedir. Ancak bu alemin ötesinde bulunan alem-i misal üzerinde düşünme duyusal
olmayan, tam tersi kalbi olan bir bilgi ile “görmek” [keşif] olarak tanımlanmaktadır. Söz
konusu bu basiret ancak tahayyüle dayalı bir düşünme ile gerçekleşir. İbni Arabi’ye göre
tahayyül dünyasının kapısı ancak basiret ile açılır. Ona göre kişi bu dünyayı tahayyül gücü ile
merkezi beyin olan bilişten, merkezi kalp olan tahayyüle dayalı bir dünyaya dönüşür. Bir
başka deyişle düşünme merkezi fizikten metafiziksel düşünmeye dönüşür.
Tahayyülü devre dışı bırakan bir düşünme tarzı insan şahsiyyetini bir bütün olarak, yani
“alem-i sağir” olarak idrak etmekte yetersiz kalmıştır. İnsan düşüncesinde sadece rasyonel
düşünmeye önem verilmesi hususu, tahayyüle dayalı düşünceyi önemsememek hatta bu
düşünce şeklini itibarsızlaştırmak, düşünce tarihinde uç bir takım sonuçlara yol açmıştır.
İnsani düşünme yetilerine yapılan bu haksızlık halen devam etmektedir. Düşünce tarihinde
hala biricik düşünmenin logos, söylem geliştirme, adlandırma ve düşünme gücü olarak kabul
edilmesi bu duruma bir örnektir. İbni Arabi tahayyüle dayalı düşünmeyi göz ardı eden
düşünce sistemlerini insan denilen küçük evreni ve içindeki ayetleri/simgeleri doğru tevil
etmemek ve insan yetilerine haksızlık yapmak olarak değerlendirir. İbni Arabi’ye göre insanın
eşyayı semboller olarak algılaması/görmesi gerekir. Ancak bunun için de yetenek kazanması
gerekir. Bir başka deyişle eşyanın üzerindeki mevcut örtüyü kaldırıp gerçeklerin ortaya
çıkması için insanın ne yapması gerektiği sorusu önemlidir. İbni Arabi felsefesinde hep bu
soruyu sorar. İbni Arabi’nin buna cevabı “basiret gözünü” ya da keşf gücünü kazanması ve
bunun için de öncelikle talibin dinlemeyi-görmeyi öğrenmesi gerekir. İbni Arabi bu konuyu
tuhfetü-s sefere’de uzun uzun açıklar.528
Sağduyuya dayalı düşünme ve tahayyüle dayalı düşünme göz ardı edilmemesi gereken yetiler
olduğunu tekrar vurgulamak yerinde olur. Şimdilik sağduyulu düşünmeyi bir kenara
bırakalım. Avrupa Ortaçağında tahayyüle dayalı düşünme sisteminin hangi bilimler tarafından
engellendiğine işaret etmek konumuzu açıklığa kavuşturmak açısından önemlidir.
Ortaçağlarda okutulan yedi liberal sanatın temeli, dil ve matematiğe dayanmaktadır. Mantık,
Retorik ve Gramer dil bilimine aittir. Astronomi, Geometri, Aritmetik ve Müzik ise
527
Heidegger, M., Being and Time, New York; Harper, 1927, s.208
528
İbni Arabi, Hakikat Yolcularına Rehber, (Çev: Şemsi ERGÜNEŞ), İz Yay., İstanbul, 2011
matamatiğe ait bilimler olarak ön plana çıkmaktadır.
Batı düşüncesinde tahayyüle dayalı düşüncenin önünü kesen dil felsefesidir. Dil felsefesinin
temelde mantık üzerinde temellendirilmesine batıda ilk eleştiriler İtalyan Gambattista Vico (
1744) tarafından yapılmıştır. Vico özetle: Greklerdeki “kendini tanı” özdeyişini insanın
kendine ait bilgiyi Sokrates ve Platon’un yapmaya çalıştıkları gibi eleştiriel düşünme ve kendi
bireysel fikirlerinin analizi yoluyla değil; bilakis toplumda insanın zihni ve kültürel gelişimine
ilişkin mitsel-simgesel veya tarihi deliller üzerinden tahayyül ve sezgi dahil tüm yetilerle
tefekkür etme (reflection) aracılığıyla kazanıldığını düşünüyordu. 529 Böylece Vico’ya göre
mitlerin incelenmesi tarih biliminin ve tarih felsefesinin ayrılmaz parçasını teşkil ediyordu.
Vico’nun bu tezi E.B. Tylor, Max Muller ve Ernst Cassier (Sembolik Formlar Felsefesi)
karşılık buldu. Vico’dan önce İbni Arabi’de düşünme sisteminde genel anlamda tahayyüle
dayalı düşünme olarak isimlendirdiğimiz düşünme sistemini o kendi felsefesinde hayal
kavramı üzerinde değerlendiriyordu. Yine o evreni hayal olarak isimlendiriyor ve onu
anlamak için ondaki sembolleri anlamayı insanın temel sorumluluğu olarak
değerlendiriyordu.
Hayal Kavramı
Hayal kavramı bazen imgeler veya boş hayaller olarak anlaşılır. Bazen duyusal yansımalar
olarak kabul edilir. Bazen kişinin gözlerinin önündeki sevdiğinin resmini canlandırılması
olarak kullanılır. Bazen de imkânsızı düşünmek, bazen gelecekte olmayacak bir şey yani
ütopyayı göz önünde canlandırmak ve ona inanmak olarak görülebilir. İbni Arabi’de ise
tahayyüle dayalı düşünme, insanın kişiliğini oluşturan ve bu sayede hem görünen (şühud) hem
de görünmeyen (gayp) alemindeki sembol ve simgelere yönelmesinin önünü açan bir
tecrübedir. Bu anlamda hayal hatırlama/hafıza ile ilişkilidir. Ancak hafızanın kendisi değildir.
İbni Arabi’de hayal bir hülya veya fantasiya/fantazi de değildir. İbni Arabi’de hayal aklını
kullanan kişiyi hedefe doğru götürmeyi tasarlayan, tasavvur eden, yeniden canlandıran, onun
huzur içinde, elini hedefe uzatan ve hedefi kendine yakınlaştıran akli/entelleküel ve aynı
zamanda ruhani bir güçtür. İnsan için akla dayalı düşünme nasıl bir entelleküel görevse aynı
şekilde tahayyüle dayalı bir düşünce de akli ve ruhani bir görevdir.
Hayal gücü bireyde istek, inanç ve olumlu beklentileri canlandırır. Bireyin hedefini görmek,
hissetmek, işitmek, tatmak, zevklenmek ve dokunmak üzere zihinde görselleştirmektir. Hayal
gücü zihinde bir fikir ya da bir resim yaratma özelliğidir. Hissetmek, içten, samimi olmak,
hayal ettiğin şeyin şimdiden olmuş gibi düşünmek ve bunu canlıymış gibi yaşamak iyi bir
hayalin temel özeliklerindendir. Öyle ki yoğun bir himmetten sonra tahayyül nesnesini sanki
gerçekmiş hissini kazandırır. Zihin birçok görevlerini hayal gücünü kullanarak yapar. İbni
Arabi özellikle söz konusu bu görev ve görev bilinci üzerinde duran metinleri ile ünlüdür. Hz.
Yusuf sembolü tahayyüle dayalı düşünme bilinci için en uygun örnektir. Bununla birlikte İbni
Arabi metinlerinde Hz. İbrahim’i tahayyül gücünün eksikliğini yaşamış bir kişiye örnek
olarak gösterir. İshak Kelimesindeki Doğruluk Hikmeti bölümünde açıkladığı üzere, Hz.
İbrahim rüyasından ve hayal dünyasından kendisine gelen simgeleri yorumlamamış bir kişi
olarak değerlendirilir ve bu durumu bir eksiklik olarak görür.530
İbni Arabi’ye göre bizi çevreleyen gerçek hayaldan başka bir şey değildir. “Alem bir
vehimden ibarettir, onun gerçek varlığı yoktur” bu ise hayal ile kasdedilen şeydir. İbni
Arabi’ye göre rüya, vehim ve hayal değersiz ya da yanlış şeyler değil, fakat birer remiz
529
Edward L. Murray, Muhayyileye Dayalı Düşünmek, (Çev: Yusuf KAPLAN), Açılım kitap, İstanbul, 2008,
S.29
Ayrıca bkz: Doğan ÖZLEM, Tarih Felsefesi, Notos Kitap, İstanbul, 2012 Ekler Böl, Vico
530
İbni Arabi, Fususu’l Hikem, (Çev: Ekrem DEMİRLİ), Kabalca, İstanbul,2008; S.85
(sembol) oluşlarına delalettir ve tevil yoluyla sembol aslına rucu ettirilmektedir.531
İbni
Arabi’ye göre varlığın beş mertebesi (hazarat-i hamse) vardır. 1-Zat mertebesi veya gayb-i
mutlak ya da sırü-s sır da denir. 2- İsimler ve sıfatlar mertebesi ki buna uluhiyyet makamı da
denir. 3- Ef’al mertebesi ki buna rububiyyet makamı da denir. 4- Emsal ve hayal mertebesi ki
buna alem-i misal da denir. 5- Hisler ve müşahede mertebesi ki buna alem-i şühud da denir.532
Buradaki misal alemi ezeli olarak mevcuttur. Duyusal düşüncelerle dolu insan bu alemi zor
görür veya silik deforme olmuş görüntülerle de görebilir. Arifler ise bu alemi gerçek gibi
görürler.
Evren mütecelli bir hayalden ibaret olduğu için yorumlanması ve imtihan olarak aşılması
gereken (misaller) den oluşur. İşte bu sebeble evrenin (misal) /hayal olan gerçek doğasına
uyanmış bir bilinç yanlızca Faal Mühayyile aracılığı ile varoluşun ötesine geçip, kendini yeni
tecellilere ve miraci yükselişlere kabiliyyetli bir hale getirebilir. Özellikle hayal veya
mühayyile olduğu için tevil vardır, tevil olduğu için de simgecilik vardır. Simgecilik olduğu
için de varlıkların iki boyutu vardır: Hakk ve Halk, Lahut ve Nasut, Rabb ve Merbub gibi. 533
Bu durumda İbni Arabi’ye göre hayal dünyasını doğru yorumlamakla ilgili tevil ilimler vardır.
İbni Arabi’ye göre uyku hayal mertebelerinden sadece bir mertebedir. Bu mertebede olan kişi
ancak bu dünyadan gelen simgeleri tabir edebilir.534 Tabir görülen şeyin suretinden başka bir
şeye “geçmek” demektir.535 Tıbkı fiziksel dünyada başa gelen belalarla ilgili nasıl bir imtihan
varsa aynı şekilde misal/hayal aleminden gelen simgelerle ilgili de bir imtahan vardır. Söz
konusu bu imtahanı tevil ilmini bilenler en başarılı şekilde en üst makamlara doğru geçişler
yapacaklardır.
Hayalin Gücü ve Himmet
İbni Arabi göre insan yanlızca hayal gücüyle varolabilecek şeyleri yaratabilir. Bu herkes için
yaygın bir durumdur. Oysa arif (himmet gücü yüksek kişi) himmet gücüyle dışta varlığı olan
şeyi yaratır. Fakat asıl himmet yarattığı şeyi korumayı sürdürmektir. 536 Afifi’ye göre tahayyül
gücünün görevlerinden birisi yaratmak ve üretmektir. Bu bağlamda tahayyül sadece
kendisinde varlığı bulunan şeyleri yaratabilir. Bu her insanın kendisine tecrübe ettiği bir
olgudur. Ancak ariflerde bulunan himmet yeteneği ile yaratıcı bir güç ortaya çıkar. Himmet
Kelamcılarda ihlas, Sufilerde huzur, Ariflerde ise himmet adı ile bilinir. Himmet ilahi inayet
diye de isimlendirilir. Nasıl isimlendirilirse isimlendirilsin bu gücü anlamak ve işlevini idrak
etmek, sadece bu gücün kendisine bahşedildiği ve bunu tecrübe eden kimseler için
mümkündür.537
İbni Arabi’ye göre tahayyüle dayalı düşünme, gerçekte himmete dayalı bir düşünmedir.
Başıboş çağrışımsal bir düşünsel düşünce yaygın olan bir düşünce biçimidir ve ariflere göre
makbul değildir. Asıl makbul olanı yüksek bir odaklanma/himmet gücüyle yapılan tahayyülli
düşünmedir. Tahayyüle dayalı düşünmede mantıksal zinciri geçici bir süreliğine kırılır.
Heidegger’in deyimi ile konunun dışındaki her şey paranteze alınır ve böylece özgür bir
alanda düşünmeye yol açılır. Hoşlandığı, hoşlanmadığı, sevdiği ve sevmediği her şeyi askıya
almak düşünsel ön yargıları kırmak açısından çok önemlidir. Çünkü ön yargıları kırmak
tahayyüli düşüncenin en önemli özelliklerinden biridir. Tahayyüle dayalı düşünme açık bir
zihin yaratıp, kapalı bir zihne de engel olur. Tahayyüle dayalı düşünme sınırlı olan insanı
sosuzluğa doğru daha çok motive edici kutsal bir tecrübe olarak görülür.
531
Toshihiko İzutsu, İbni Arabi’nin Fusus’taki Anahtar Kavramları, (Çev: A. YÜKSEL ÖZEMRE), Kaknus,
İstanbul,1998; S.28
532
A.g.e, S.29
533
Henry Corbin, Bir’le Bir Olmak, (Çev: Zeynep OKTAY), Pinhan, İstanbul, 2013; S.224
534
İbni Arabi, Fususu’l Hikem, (Çev: Ekrem DEMİRLİ), Kabalca, İstanbul,2008; S.86
535
A.g.y
536
İbni Arabi, Fususu’l Hikem, (Çev: Ekrem DEMİRLİ), Kabalca, İstanbul,2008; S.88
537
Ebül-Ala Afifi, Fususu’l Hikem Okumaları İçin Anahtar, (Çev: Ekrem DEMİRLİ), İz Yay., İstanbul, 2006;
S.167
İbni Arabi’nin hayal kavramını anlamak için onun zıtların birliği teorisini iyi anlamak gerekir.
Allah hem zahir hem de batındır. Bunun anlamı hem “nerede” sorusunu sorabilirsin hem de
ona “nerede” sorusunu soramazsın. Çünkü batında “nerede” yoktur. Çünkü bu soru zahire
aittir. Şimdi böyle bir durumu aklın kabul etmeyeceği apaçık ortadadır. Zira akıl zıtları bir
araya getirmekten zorlanır. Ancak hayal gücüyle “zıtların birliği” kabul edilebilir ve zihinde
tecessüm eder. Böylece mühayyilenin bilişsel özelliği ortaya çıkmış olmaktadır.
Mantığın gücü Tanrı’nın evrene nasıl tecelli edebileceğini kavrayamaz. Çünkü zıtların bir
araya gelmesinde akıl ancak tahayyül gücüne kapı açan hayrete yol açabilir. Hayal ise eşyayı
mantıktan farklı bir biçimde kavrar. Ruhla beden arasında bir ara gerçeklik (berzah) olarak
yer alan hayal, soyut düşünceleri ve manevi varlıkları bir bütün içinde kavrar. 538 İbni
Arabi’nin tüm hikmetlerinin öncülü yaratılışın bir tecelli oluşudur. O halde yaratma ilahi
yaratıcı gücün bir fiilidir. Bu ilahi Yaratıcı Muhayyile, esasen mütecelli bir muhayyiledir.
Arifteki faal muhayyile de aynı şekilde mütecelli bir muhayyiledir. Dua da bir tecelli olduğu
için tıpkı himmet gibi yaratıcıdır. İnsanda bu mütecelli muhayyilenin organı olan kalp ve
kalbin tahayyülün merkezi olması İbni Arabi felsefesinin en fazla dikkat çeken
yönlerindendir.539
Sadreddin Konevi, Kırk Hadis Şerhinde şöyle der: “bilinmelidir ki insan rabbine dua ederken,
zahiren ve batinen ona yönelmektedir. Bunun için duada huzur-i kalp şart kılınmıştır. Nitekim
Hz. Peygamber “ Allah gafil kişinin duasını kabul etmez” buyurmuştur. Hz. Peygamber dua
esnasında istenilen şeyi zihinde canlandırmayı/istihdar’ı (tahayyül etmeyi) şart koşmuştur.
Bunun için Hz. Ali’ye “Allah’ım beni hidayete ulaştır ve doğrulukta muvaffak kıl!” duasını
öğrettikten sonra şöyle buyurmuştur: “Hidayet kavramı ile yol hidayetini, doğruluk kavramı
ile musamahayı hayal et!”.540
Hayale Dayalı Görme: Müşahede
İbni Arabi’ye göre, evren baştan sona eşsiz güzelliklere sahip ayetlerle/işaretlerle doludur. Bu
ayetlerin/güzelliklerin müşahede edilmesi Kurani bir görevdir. Cibril hadisinde dinin, iman,
islam ve ihsan şeklinde üç boyutundan söz edilir. İhsan, salih amel yapma ya da yaptığı işi en
güzel şekilde yapmak ile müşahede (Allah’ı görmek) arasında bir ilişki kurulmuştur.
İhsan “Allah’a sanki onu görüyormuş gibi ibadet/hizmet etmedir. Her ne kadar sen onu
görmesen de hiç kuşkusuz o seni görür”. İbni Arabi bu hadisden hareket ederek öğretisini bu
tanımda saklı duran “hayal” gücüne dayanır. Bu metinde “görmesen bile”nin buradaki anlamı
duyular dünyasının etkisinden kurtulamazsan bile, duyusal düşüncelerden kurtul, tahayyül
gücüyle görür gibi yap, gözünün önünde canlandır ve böylece sonuçta yine görmeyi elde
edebilirsin çıkarımını yapmaktadır.
İbni Arabi “biz şayet cehennemin ne olduğunu gerçekten bilseydik/görseydik, “berzah”ın ne
olduğunu, yani iki alemi bir birine bağlayan köprünün hayal gücü olduğunun farkında
olsaydık, bir başka bilince sahip olurduk” der. Ancak bunun için öncelikle düşüncelere dayalı
düşünmeden kurtulup, tefekkürü öğrenmemiz gerekir. Tefekkür hayali dışlayan bir şey
değildir. Nitekim “şayet hayal olmasaydı bugün biz yok olurduk” ve bu ilahi hayal ihsan
hadisinin ve yüce Allah’ın vechine ilişkin müşahedenin gerçekleştiği kapının sırrından başka
bir şey değildir.541 İbni Arabi’ye göre “hayalin otoritesi sanki (sen onu görüyormuşsun gibi)
gerçekliğinin ta kendisidir. Peygamberin dediği gibi “sanki onu görüyormuşsun gibi
ibadet/hizmet et” sözünün gerçek anlamıdır.542
538
William C.Chittick, İbni Arabi’nin Metafiziğinde Hayal, (Çev: Ömer SARUHANLIOĞLU), Okyanus Yay.,
İstanbul,2016; S.65
539
Henry Corbin, Bir’le Bir Olmak, (Çev: Zeynep OKTAY), Pinhan, İstanbul, 2013; S.200
540
Sadreddin Konevi, Kırk Hadis Şerhi, (Çev: Ekrem DEMİRLİ), İz Yay., İstanbul,2007; S.46
541
J.Winston Morris, Kalp Aynası: İbni Arabi'nin Fütuhatü'l-Mekkiyye'sinde Manevi Aklın Keşfi, (Çev: Mustafa
ÇAKMAKLIOĞLU), İnsan Yay., İstanbul, 2015; S.159
542
İbni Arabi, Fütuhatü'l-Mekkiyye, IV, Osman YAHYA, 1972; S.406
Sonuç
Tahayyül kavramına Doğu düşüncesinde ilk dikkat çeken İslam düşünürü Farabi olmuştur.
Düşünce kavramının felsefedeki yeri ne ise tahayyül kavramı da Farabi düşünce sisteminde
aynı öneme sahiptir. Ancak Farabi konusunda çalışanlar tahayyül konusuna çok az önem
vermiş ve düşünce kavramını daha fazla ön plana çıkarmışlardır. Öte yandan tahayyül konusu
sufilerin dikkatini hep çekmiş ve kendi tasavvuf sistemlerinde teknik olarak kullanmıştır.
Tasavvuf felsefesi açısından ilk dikkati çeken İslam düşünürü de İbni Arabi olmuştur. İbni
Arabi kendi tasavvuf felsefesinde tahayyül kavramını önemli bir şekilde ele almıştır. Ancak
bu kavramının onun felsefesinde ne anlama geldiği konusu onun yorumcuları tarafından da
yeterince işlenmemiştir. İbni Arabi tahayyül kavramını düşünceden tamamen ayrı tutar ve
tahayyüli düşünce ile varlık arasında bir bağ kurar. Tahayyül gücü kadar insan vardır. Yaratıcı
eylem için tahayyül gücünün önemi sanat açısından ele alınmıştır ancak İbni Arabi tahayyül
gücünün varlığın tecellisi ve vücut bulması konusunda ne kadar büyük bir öneme sahip
olduğuna dikkat çekmiştir.
Bu anlamda tahayyül düşünürümüzün bilgi felsefesinde hak ettiği yeri bulmaktadır. Onun
felsefesinde yaratılış tamamen bir tecellidir. Alem de hayalden ibaret bir tecellidir. Ancak bu
tecelli, yani yaratma yine de ilahi yaratıcının bir eylemdir ve eylem ilahi tahayyüle
dayanmaktadır. Bu ilahi muhayyile mütecelli bir muhayyiledir. İnsanın tahayyül gücü de bu
ilahi muhayyile gücünün sadece bir organıdır. Tahayyülün organı da beyin değil kalptir. Bu
nedenle ibadetler ve duanın hikmeti ve etkisi ancak tahayyül gücünün en yetkin bir biçimde
kullanılması ile ortaya çıkabilir. Bu nedenle İbni Arabi tasavvuf felsefesinde ibadet ve duanın
etkili olması için düşünme ne kadar etkili ise tahayyül yeteneğinin geliştirilmesi ve
kullanılması da bir o kadar önemlidir. Bu nedenle onun felsefesinde tahayyül gücüne ilgisiz
kalmak ve düşünmeyi öğrendiğimiz gibi tahayyül sanatını öğrenmemek büyük bir yanılgıdır.
Burada işin sırı inananın kendi tahayyül gücünün öznesi olmasıdır. Aksi takdirde sadece
duyumlar dünyasında gelen nesneleri kullanan bir tahayyül gücü inananı kendi nesnesine
dönüştürür. Bu nedenle İbni Arabi’nin tasavvuf felsefesinde tahayyül gücünü kullanmak için
onu nefsi terbiye eder gibi terbiye etmek gerekir. İnsan-ı kâmile talip olan kişi tahayyül
gücünü doğru kullanan kişidir.
Sadreddin Konevi’ye göre “insanın idrak gücü ve doğru kullanılmayan düşünme gücü eşyanın
hakikatlerini idrak edemez”.543 Ona göre idrak gücünün yanında tahayyül gücünün de mutlak
olması gerekir. Nitekim Konevi “ İnsan başkasını idrak eder fakat kendisine en yakın olanı,
yani nefsini ve hakikatini idrak edemez”544 derken insan kendi hakikatini tahayyül etmekte
zorlanır demektir. İnsanın kendini tanımasıyla ilgili doğru bilgi kesp ve çaba ile değil, hakkın
gaybına mahsus feyz-i akdes tecellisi ve yardımıyla gelir. Fakat tecellinin tecrübe eden için
anlamı ancak tecelli edilen ile arasındaki ilişkiyi doğru şekilde sağlayacak bir istidada sahip
olması ile mümkün olabilir. İbni Arabi’nin öğrencisi olan Konevinin söz konusu bu istidatla
kastettiği şey tefekkür ve tahayyül gücüdür.
Doğru bir keşif açısından zevke dayanan sahih bilginin gerçekleşmesi, yetilerin farklı ve
çeşitli amaçlardan ve düşüncelerden kurtulmasına bağlıdır. Bunun yanı sıra idrak mahalinin
her türlü bilgi ve itikattan temizlenmesi gerekir. Ardından insan hayal gücünü de kullanarak
Hakka tam bir yönelişle yönelmelidir. Söz konusu bu yönelme (teveccüh) her türlü
düşüncelerden soyutlanmış olmalıdır. Bunun yanı sıra insan niyetini ve himmetini
birleştirmeli, ihlas sahibi olmalı ve hiç bir kesinti veya düşünce bölünmesi olmaksızın
543
544
Sadreddin Konevi, Fatiha Suresi Tefsiri, Çev: Ekrem DEMİRLİ, İz Yay., İstanbul, 2009; S.58
a.g.e, S.63
himmetini toplayarak tahayyül hali içinde olmya özen göstermelidir.545 Tüm bunları yaparken
tahayyül gücünü sonuna kadar kullanmayı öğrenmelidir.
Sonuç olarak kaybettiğimiz milli manevi mirasımızı yeniden kazanmak istiyorsak, tahayyül
gücünün önemini tekrar keşfetmemiz gerekmektedir. Rasyonalizme, araçsal akla mutlak
anlamda iman eden düşüncelere karşı akılla birlikte muhayyilenin gücünü yeniden hatırlatmak
gerekir. Muhayyilenin gücünü de felsefi bir sistem içerisinde anlatan düşünür hiç kuşkusuz ki
İbni Arabi’dir. Onu her zaman minnetle anmak gerekir. Ona sonsuz selam ve rahmet
diliyorum.
KAYNAKÇA
Afifi, Ebül-Ala, Fususu’l Hikem Okumaları İçin Anahtar, Çev: Ekrem DEMİRLİ, İz Yay.,
İstanbul, 2006
C.Chittick, William, İbni Arabi’nin Metafiziğinde Hayal, Çev: Ömer SARUHANLIOĞLU,
Okyanus Yay., İstanbul,2016
Corbin, Henry, Bir’le Bir Olmak, Çev: Zeynep OKTAY, Pinhan, İstanbul, 2013
Heidegger, M., Being and Time, New York; Harper, 1927
İbni Arabi, Fususu’l Hikem, Çev: Ekerm DEMİRLİ, Kabalca, İstanbul,2008
İbni Arabi, Fütuhatü'l-Mekkiyye, IV, Osman YAHYA, 1972; S.406
İbni Arabi, Hakikat Yolcularına Rehber, Çev: Şemsi ERGÜNEŞ, İz Yay., İstanbul, 2011
İzutsu, Toshihiko, İbni Arabi’nin Fusus’taki Anahtar Kavramları, Çev: A. YÜKSEL
ÖZEMRE, Kaknus, İstanbul,1998
Konevi, Sadreddin, Fatiha Suresi Tefsiri, Çev: Ekrem DEMİRLİ, İz Yay., İstanbul, 2009
Konevi, Sadreddin, Kırk Hadis Şerhi, Çev: Ekrem DEMİRLİ, İz Yay., İstanbul,2007
Morris, J.Winston, Kalp Aynası: İbni Arabi'nin Fütuhatü'l-Mekkiyye'sinde Manevi Aklın
Keşfi, Çev: Mustafa ÇAKMAKLIOĞLU, İnsan Yay., İstanbul, 2015
Murray, Edward L., Muhayyileye Dayalı Düşünmek, Çev: Yusuf KAPLAN, Açılım kitap,
İstanbul, 2008
545
a.g.e, S.67
III. OTURUM
MAVİ SALON
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Ahmet Kamil CİHAN
İBNÜ’L ARABİ’NİN DÜŞÜNCESİNDE KELAM İLMİ; HAVAS VE AVAM İNANCI
Prof. Dr. Fikret KARAMAN
İBNÜ’L-ARABÎ’NİN ḤAḌARÂT-I ḪAMS (BEŞ ÂLEM) GÖRÜŞÜNÜN ÖZGÜNLÜĞÜ
Ömer CERAN
İBNU’L ARABİ’NİN DÜŞÜNCESİNDE KELAM İLMİ,
HAVAS VE AVAM İNANCI
Fikret KARAMAN
546
Özet
Çalışmamızda İbnu’l Arabi’nin kelam ilmi ve itikada dair görüşleri ele alınmıştır.
Müellif eserlerinde Allah’ın varlığı, evrenin yaratılışı ve oluşumu gibi konulara yer vermiştir.
İbnu’l Arabi, dil ve üslup yönünden de yetiştiği muhit itibariyle derin bir düşünce ve ruh
haline sahiptir. Bu nedenle onun eserlerine bakılınca öncelikle bir tasavvuf disiplini göze
çarpmaktadır. Oysaki eserlerinin satır aralarında, kelan, fıkıh, tefsir, hadis, felsefe, metafizik
ve insan varlığının özellikleri de yer almıştır. İbnu’l Arabi günün zor şartlarına rağmen içinde
yaşadığı, Endülüs’ün dışında Avrupa, Afrika ve Asya kıtalarına da giderek birçok bilim
merkezlerini ziyaret etmiştir. Bu şehirlerde ilim adamlarıyla görüşmüş ve istişarelerde
bulunmuştur. İslam bilim tarihinde tasavvuf ve kelam bilginleri; Allah’ın varlığı, isimleri,
sıfatları, nübüvvet, vahiy, mucize, velayet, keramet, ahiret inancı ve ru’yetullah gibi kelam
konularını tartışmışlardır. Bu bağlamda İbnu’l Arabi, tasavvuf düşüncesine öncülük
yapmakla birlikte, kelam ilmine de katkısı olan bir âlimdir.
Anahtar Kelimeler: Kelam, Felsefe, Tasavvuf, Nübüvvet, vahiy, Ahiret.
Abstract
In this study, the views of İbnü’l Arabi in the science of faith and kalam are discussed.
His works include subjects such as the existence of God, the creation and formation of the
universe. In terms of environement İbnu'l Arabi’s language and style has a deep thought and
mood. Therefore, considering his works, first of all, Sufism discipline is observed. On the
other hand, among the lines of his works kalam, fiqh, tafsir, hadith, philosophy, metaphysics
and features of human exist. Ibnü’l Arabi, despite the harsh conditions of his day, visited
many science centers in Andalusia, Europe, Africa and Asia. He met with scholars in these
cities and made consultations. Sufism and theology scholars in the history of Islamic science;
they discussed the existence of Allah, names, epithets, prophethood, revelation, miracle,
curatorship, prophecy, belief of the hereafter and God’s sight. In this context, Ibn al-Arabi is a
scholar who has contributed to kalam while leading the thought of Sufism.
Key Words: Kalam, Philosophy, Sufism, Prophethood, Revelation, Hereafter.
Giriş:
Bu çalışmada İbnu’l Arabi’nin kelam ilmi ve itikada dair görüşleri ele alınacaktır.
Aslında müellifin eserleri tasavvuf düşüncesi üzerine inşa edildiği bilinen bir gerçektir. Buna
rağmen üzerinde durduğu konular incelendiğinde, kelam ilmini ilgilendiren Allah’ın varlığı,
birliği, vahiy, nübüvvet, velayet, ahiret, insan ve hakikat arayışı gibi hususların da tasavvuf
ilminin bir gereği olarak yer aldığı görülmektedir. Fakat İbnu’l Arabi, dil, üslup -az sonra
işaret edileceği üzere- yetiştiği muhit itibariyle derin bir düşünce ve ruh haline sahiptır. Bu
546
(Prof. Dr) İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Kelam Ana Bilim Dalı Öğretim Üyesi.,
[email protected]
nedenle onun eserlerine bakılınca öncelikle bir tasavvuf disiplini göze çarpmaktadır. Oysaki
eserlerinin satır aralarında, kelam, fıkıh, tefsir, hadis, felsefe, metafizik ve insan varlığının
özellikleri de yer almıştır. Bu vesile ile Malatya Valiliği ile İnönü Üniversitesi Rektörlüğünce
düzenlenen ve İlahiyat Fakültemizce organize edilen bu program, konunun uzmanlarıyla
istişare edilerek huzurunuza getirilmiştir. Çalışma öncesinde yapılan değerlendirmede
uluslararası sempozyum başlığının; “İnsanlığın Hakikat Arayışı ve İbnu’l Arabi ” şeklinde
olması uygun görülmüştür.
İbnu’l Arabi ilim, kültür ve medeniyetin merkezi olan Endülüs’ün bereketli
topraklarında gözlerini dünyaya açmıştır. Hicri takvime göre 17 Ramazan 560, Miladi
takvime göre ise, 28 Temmuz 1165 tarihinde İspanya Murciye şehrinde doğmuştur. Babası
Ali b. Muhammed olup dönemin devlet büyüklerine yakınlığı ile tanınan itibarlı bir kişiydi.
Ayrıca filozof İbn Rüşd’ün yakın arkadaşıydı. Onun İbn Rüşd ile dost ve samimi olması daha
sonra İbn Arabi ile İbn Rüşd’ün görüşüp tanışmalarına zemin hazırlayacaktır. Keza babası,
Kur’an okuyan, fıkıh ve hadis ilmiyle uğraşan takvâ sahibi bir zattı. Böylece onun ilmiye
sınıfına yakın olması, İbn Arabi’ nin de küçük yaştan itibaren ilimle tanışmasını sağlamıştır.
547
İbn Arabi anne tarafından da şanslıdır. Zira adı Nûr olan annesi, ensar soyuna
mensuptur. Böylece İbn Arabî kendisi de bir Arap sülâlesinden geldiğini, Benî Tay
kabilesine mensup bulunduğunu ve meşhur sûfî Hâtim et-Tâî’nin de büyük dedelerinden biri
olduğunu söylemiştir. Anne tarafından da bir ilmi silsile ve zenginlik bulunmaktadır. Çevresi
İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini takdir etmiş ve onun tasavvufta otorite oluşunu kabul etmişlerdir.
İlerleyen zaman diliminde kendisine “Şeyhü’l-Ekber”, dinî ilimlere de yenilikler kattığı için
“Muhyiddin” lakapları verilmiştir. Böylece İbnu’l Arabi daha gençliğinden itibaren ailesi ve
doğduğu muhitin ilim meclislerindeki havayı teneffüs etmeye başlamıştır.548
Bu üstünlük sadece İbnu’l Arabi için değil Endülüs’te yetişen bütün bilim adamları
için geçerlidir. İbn Hafaca Endülüs ile ilgili bu farkı şöyle ifade etmiştir: “Endülüs Allah’a
aittir. Ey Endülüs sakinleri! Ne mutlu size ki sulara, nehilere, ağaçlara ve gölgelere sahipsiniz.
Cennet bahçesi sizin diyarınızdan başka yerde değil ve şayet seçebilecek olsaydım, bu diyarda
kalmayı tercih ederdim. Yarın cehenneme düşmekten korkmayın, çünkü cennet nimetlerini
tatmış olan hiç kimse ateşe sokulmamıştır.” 549
1- İlim Merkezlerini Ziyaret:
İbnu’l Arabi günün zor şartlarına rağmen içinde yaşadığı, Endülüs’ün bilim ve kültürüne
ilave olarak Avrupa, Afrika ve Asya kıtalarında birçok bilim merkezlerini ziyaret etmiştir.
Gittiği şehirlerde ilim adamlarıyla görüşmüş ve istişarede bulunmuştur. Kanaatimca İbni
Arabi’nin ilim ve tasavvuf düşüncesindeki derinliğinin bir nedeni de, söz konusu ilmi
seyahatlar ve bilim insanlarıyla olan sohbetleridir. Bu bağlamda ilk defa Fas’ı ziyaret etmiştir.
Burayı tanıdıktan sonra ziyaretlerini tekrarlamış ve dört yıl kadar orada ikamet etmiştir. Bu
süre zarfında bazı sufilerle tanışmıştır. Özellikle daha sonra kendisine uzun süre arkadaşlık
edecek olan Abdullah Bedr el-Habeşî’den ders ve feyiz almıştır. 550
Fas’tan ayrıldıktan sonra Gırnata ve Kurtuba’ya gitmiştir. Bu dönüş, onun doğup
büyüdüğü Avrupa kıtasındaki son ikameti olmuştur. Merakeş’te iken bir manevi işaret
aldığını söyleyerek (596/1200) Doğu’ya doğru yola çıkmıştır. Mekke’ye kadar gidip ilk
haccını yaptıktan sonra tekrar Kuzey Afrika’ya dönmüştür. Gayesi Sûfî Ebû Medyen’in
ikamet ettiği Bicâye (Bougie) şehrine gidip kendisiyle görüşmekti. Ancak Ebû Medyen bir
süre önce (594/1198) vefat ettiğinden onunla görüşmek mümkün olmamıştır. Buna rağmen
547
Claude Addas, İbn Arabi Kibrit-i Ahmer Peşinde, (Çev: Atila Ataman), Gelenek Yayıncılık, İstanbul, 2004, s.
31.
548
İbnu’l Arabi, Havas ve Avam İtikadı (Çeviren Ekrem Demirli), Literal yayıncılık, İstanbul, 2015. s. 11.
549
Claude Addas, İbn Arabi Kibrit-i Ahmer Peşinde, s. 31.
550
Claude Addas, İbn Arabi Kibrit-i Ahmer Peşinde, s. 314.
Ebû Medyen’in ruhaniyetinden ve eserlerinden istifade ettiğini belirtmiştir.
İbnü’l-Arabî (597/1201) Tunus’a giderek Abdülazîz el-Mehdevî ile buluştu. Aynı yıl
hacca gitmek üzere Tunus’tan ayrıldı. Önce Mısır’a, oradan Kudüs’e geçti. Kudüs’ten yaya
olarak Mekke’ye doğru yola çıktı. Halîl kasabasına uğrayarak Hz. İbrâhim’in kabrini ziyaret
etmiştir. Oradaki ikameti esnasında İbrâhim Camii’nin imamı Zâhir el-İsfahânî’den Hakîm
et-Tirmizî’nin eserlerini okumuştur. Medine’de Hz. Peygamber(sav)’in kabrini ziyaret
ettikten sonra ( 598 / 1202) Mekke’ye gitmiştir. Mekke’de ders halkalarına devam eden
İbnu’l Arabi, el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye’nin burada kendisine ilham edildiğini söylemiştir. Bu
kitapta yazdıklarının hepsinin ya Kâbe’yi tavaf ederken veya murakabe için Harem-i şerif’te
oturduğu esnada Allah’ın kendisine açtığı bazı şeyler olduğunu ve ilk önce kendisine bunların
okutulduğunu ardından “rabbânî ilkā ve ilâhî imlâ” ile satıra geçirildiğini söylemiştir.
İbnü’l-Arabî, Mekke’de yaklaşık iki buçuk yıl kaldıktan sonra bir hac kafilesine katılarak
Bağdat’a gitmiştir. (601/1204). Burada on iki gün kadar ikamet ettikten sonra Musul’a geçmiş
ve burada kendisine üstadım dediği Hanefî ulemâsından Ahmed el-Mevsılî el-Mukrî’nin yanı
sıra Ebü’l-Hasan Ali b. Ebü’l-Feth ve Ali b. Abdullah b. Câmî gibi âlimlerle sohbetlerde
bulunmuştur.
Musul’da bir yıl kadar kalan İbnü’l-Arabî, ibadetlerin sırlarına dair et-Tenezzülâtü’lMevśıliyye adlı eserini burada kaleme aldı. Ertesi yıl ( 602 / 1202) Urfa, Diyarbekir, Sivas
üzerinden Malatya’ya gelmiştir. Bağdat’tan bu yana Sadreddin Konevî’nin babası Mecdüddin
İshak ve Harranlı Ebü’l-Ganâim’in âzatlı kölesi Abdullah Bedr el-Habeşî de kendisine refakat
etmekteydi. Bu sırada ikinci defa Anadolu Selçuklu tahtına çıkan I. Gıyâseddin Keyhusrev
eski dostu Mecdüddin İshak’ı Konya’ya çağırınca İbnü’l-Arabî de onunla beraber Konya’ya
gitmiştir. Mecdüddin hükümdarın oğlu Keykâvus’a hoca tayin edilerek tekrar Malatya’ya
gönderilirken İbnü’l-Arabî bir müddet daha Konya’da kaldı, bu arada Evhadüddîn-i Kirmânî
ile görüştü. Ertesi yıl ( 602 / 1202) Urfa, Diyarbekir, Sivas üzerinden Malatya’ya gelmiştir. 551
İbnü’l-Arabî, Sivas’ta iken de Keykâvus’un Antakya’da Franklar’a karşı cihad ilân edeceğini
ve şehri kuşatıp muzaffer olacağını rüyasında görmüştür. Bunu bir şiirle sultana Malatya’dan
bildirmişti. İbnü’l-Arabî’nin devlet adamlarıyla ilişkileri sadece Selçuklu sultanlarıyla sınırlı
kalmamış, Eyyûbîler’in Halep emîri el-Melikü’z-Zâhir ve Dımaşk emîri el-Melikü’l-Âdil ile
de münasebetlerini sürdürmüştür. Şam’a yerleştikten sonra kendisine vâki olan bir müjde ile
Hz. Peygamber’in elinde bir kitapla zuhur ederek, “Bu elimdeki, hikmetlerin yuvalarını
(fusûsü’l-hikem) gösteren bir kitaptır, bunu al ve faydalanacak kimselere açıkla” dediğini
nakleden İbnü’l-Arabî, bu işaret üzerine söz konusu eseri (627 /1230) yılında burada telif
etmiştir. Daha sonra zamanının büyük bir kısmını el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye’yi gözden
geçirmeye ayırmıştır.
(22 Rebîülâhir 638 /10 Kasım 1240) Şam’da vefat eden İbnü’l-Arabî, Kāsiyûn dağı
eteğindeki Sâlihiye semtinde bulunan Kadı Muhyiddin İbnü’z-Zekî ailesinin kabristanına
defnedildi. Daha sonra iki oğlunun da gömüldüğü bu yer sonraki devirlerde Şam bölgesinde
yaygınlık kazanmaya başlayan tasavvuf karşıtı akımların oluşturduğu aleyhte propagandalar
neticesinde bakımsız kalarak unutulmaya yüz tutmuştur. Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi
dönüşünde uğradığı Şam’da ilk iş olarak onun kabrinin yerini tesbit ettirerek üzerine bir türbe,
yanına da bir cami ve bir tekke yaptırmıştır. II. Abdülhamid tarafından tamir ettirilen türbe
bugün de şeyhi sevenlerce ziyaret edilmektedir. Abdülvehhâb b. Ahmed eş-Şa‘rânî’nin
naklettiği meşhur bir rivayete göre İbnü’l-Arabî, kabrinin harap olacağını ve Yavuz Sultan
Selim tarafından ihya edileceğini, “Sîn (Selim) Şîn’e (Şam) girince Muhyiddin’in kabri ortaya
çıkar” şeklindeki rumuzlu ifadesiyle önceden bildirmiştir.552
İbnu’l Arabi’ının hayatı hakkında verilen bu özet bilgiden de anlaşıldığı üzere onun
551
552
Mahmut Erol Kılıç, , “İbnu’l Arabi”, DİA, c.20, Ankara 1999, s. 495.
Claude Addas, İbn Arabi Kibrit-i Ahmer Peşinde, s. 156.
birçok yerleşim merekzine uğradığı anlaşılmaktadır. Diğer şehirlerde belki çok kalmamış
olabilir. Fakat Endülüs, Fas, Kudüs, El- Halil, Medine, Mekke, Bağdat ve Musul’da ilim
tahsil etmek ve buralardaki ilim ehli ile görüşmek üzere ihtiyaç kadar ikamet ettiği
anlaşılmaktadır. Anadolu şehirlerinden Urfa, Sıvas, Malatya ve Konya’yı da ziyaret eden
Şeyhu’l Ekber’in özellikle Malatya’da 10 yıl kadar ikamet etmesi önemsenmesi gerekir.
Buradaki hizmetleri ve dönemin sosyo kültürel yapsı bağlamında araştırmaya değer bir
konudur. Daha sonra konya ve devamında ise Şam’a giden İbnu’l Arabi hicri 22 Rebîülâhir
638, Miladi 10 Kasım 1240 yılında vefat etmiştir. Merhumun vefat tarihi olan 10 Kasım 1240
yılından 778 yıl sonra yine ölüm ayı olan kasım ayında onu anmak ve düşüncelerini tartışmak
da önemli bir vefa olduğunu düşünüyorum. Bu imkânı bize hazırlayan Malatya valiliği ile
İnönü Üniversitesi Rektörlüğü başta olmak üzere emeği geçen herkese teşekkür ediyorum.
2-İbn Rüşd İle Görüşmesi:
İbnu’l Arabi filozof İbn Rüşd ile görüşmesini eserlerinde sık sık tekrar eder. Daha
genç yalşta iken babasının dostu İbn Rüşd’ü tanımaktan hem mutlu olduğunu hem de
etkilendiğini ifade ederek şunları söylemiştir:“İçeri girdiğimde filozof beni karşılamak üzere,
kalktı. Dostluk ve sevgisini gösteren hareketlerle bana sarıldı. Ve sonra da “Evet” dedi. Ben
de “Evet” dedim. Cevabını duyunca, ne demek istediğini anlamış olduğum için sevindi. Ama
onu sevindirenin ne olduğunu anladım ve ekeldim “Hayır” İbn Rüşd kaskatı kesildi ve benzi
attı. Fikirlerinde şüpheye düşmüş gözüküyordu. Şöyle sordu: “İlahi ilham ve fetihle nasıl bir
çözüme ulaştın”? Bizim nazar ve istidlalle ulaştığımızın aynı mı? Şöyle cevap verdim: “Evet
ve hayır. Evet, hayır arasında canlar bedenlerini terk eder ve kelleler düşer.” Diyordu. İbn
Rüşd sarardı, onun tıtrediğini gördüm. “La havle vela Kuvvete illa billah” diyordu. Çünkü o
dediğimi anlamıştı. 553
3- İbnu’l Arabi ve Kelam İlmi:
İslam bilim tarihi boyunca tasavvuf ve kelam bilginleri; Allah’ın varlığı, isimleri,
sıfatları, nübüvvet, mucize, velayet, keramet, ahiret inancı ve ru’yetullah gib konuları
tartışmışlardır. Bu bağlamda İbnu’l Arabi de, tasavvuf düşüncesine öncülük yapmakla
birlikte, kelam ilmine de katkısı olan bir âlimdir. Çünkü kelam ve tasavvuf, müşterek
konuları olan ve biribini tamamlayan ilmi disiplinlerdir. Zira tasavvuf düşüncesinin ana
ekseni, Allah’ın varlığıdır. Bu düşünceye göre; hepimiz Allah’tan geldik, O’nun rızasını
kazanmaya çalışıyoruz ve tekrar O’na döneceğiz. “O sabredenlere, kendilerine bir bela,
geldiği zaman, biz Allah’ın kullarıyız ve biz O’na döneceğizi derler.554” Bu itibarla tasavvuf
ilimi, insan ve Allah ilişkisini canlı tutan bir manevi bağdır. En zor ve acılı günlerinde bile
sınavı vererek, Allah’tan geldiklerini, O’nun dilediklerini yapacaklarını ve davranışlarıyla
birlikte O’na döneceklerini kabul ederler. 555
İslam bilginleri kelamı; “Allah’ın zatından, sıfatlarından, nübüvvet konularından,
başlangıç ve sonuç itibariyle kâinatın hallerinden bahseden” bir ilim olarak tanımlamışlardır.
Kelam ilminin tarifinde yer alan başlangıç ve sonuç itibariyle evrenin hallerinden söz etmek
ve buna dair delilleri ortaya koymak, diğer ilimlerden bağımsız olamaz.556
İbnu’l Arabi’nin eserleri incelendiğinde de başta tasavvuf olmak üzere, kelam, felsefe,
hadis, fıkıh, tefsir gibi İslam bilim ve sanatlarının verilerinin, bir amaç etrafında
harmanlandığı görülmektedir.557 Bu amaç, bütün bilimlerin doğrudan veya dolaylı hedefleri
olan Allah’ı bilmenin (Marifatullah) belirgin bir şekilde ortaya konulup bütün bilgilerin
Allah-insan irtibatını açıklamada yorumlanmaktadır. İbnu’l Arabi Fütuhat’ın baş kısmından
553
Claude Addas, İbn Arabi Kibrit-i Ahmer Peşinde, s. 56.
Bakara, 2/156.
555
Muhammed Ali Es- Sabûnî, Safvetü’t-Tefasir, s.195.
556
Bekir Topaloğlu, İlyas Çelebi, Kelam Terimleri Sözlüğü, İSAM, İstanbul, 2010, s. 181
557
İbn Arabi, Fütuhat-ı Mekkiyye Havas ve Avam İtikadı, s. 14.
554
itbaren itikadi konulara ağırlık vermiştir. Bu bağlamda Prof. Dr Ekrem Demirli’nin bir proje
kapsamında Fütuhat-ı Mekkiye’yi müstakil kitaplar halinde yayınlarken ilk kitaba, “İslam’da
Havas ve Avam İtikadı” adını vermiştir. Bu eserin giriş kısmından itibaren kelam ve itikadi
konuların daönemli ölçüde yer aldığının belirtmek gereki.
Unutulmamalıdır ki İslamiyet Allah’a iman etmek üzere, kurulu bir dindir. Kur’an-ı
Kerim ve hadisler, bütün Müslümanların sorumlu olduğu iman ilkelerini beyan etmiş olsa bile
esas mesele Allah’a imandır. Öteki konular doğrudan veya dolaylı bir şekilde Allah’a imanın
gereği olarak kabul edilen hususlardır. Bu nedenle İslam, Allah’a iman ve bu imanın gereği
olarak O’na kulluk etmektir. Bu kulluğun devamında ise, O’nun tanınması hakkında geniş
bir bilgiye sahip olmaktır. Elbette İslam’da iman konusunun yanında ahlak ve amel de
önemlidir. Fakat bunlardan hiçbiri iman kadar merkezi özelliğe sahip değildir. Çünkü insanı
dünya ve ahiret mutluluğuna ulaştıracak en büyük değer imandır. Böylece Müslümanların
hayatında imanın mutlak üstünlüğünden söz edebiliriz. Amel ve ahlak ancak sağlam bir
imanın sosyal hayatımıza yansımasıyla ortaya çıkar. Gerçi İslam itikadi mezhepler arasında
iman, amel ve ahlak tartışamsı yapılmıştır. Hariciler, Mutezililer ve Selefiler iman ve amel
arasında zorunlu bir bağ kurmuşlardır. Matüridi ve Eş’ariler ise; Amel gereklidir. Fakat
imanın olmazsa olmaz şartı değildir, demişlerdir. Çünkü iman amel için yeterlilik şartıdır.
İman yoksa amel bir mana ifade etmez. Fakat amel eksik olsa da iman varlığını muhafaza
eder.”558
İbnu’l Arabi yaşadığı çağ itibariyle kelam ilminin, mütekaddimun ve müteehirun
dönemlerinin âlimlerini, eserlerini tanımış ve incelemiştir. Bir bakıma “Fütuhat-ı” bilimlerin
inşası ve ihyası projesi olarak telif etmiştir. Bu yönüyle Fütuhat-ı, Gazali’nin “İhyau
Ulumud’d-Din” eseri ile karşılaştırmak mümkündür. İbnu’l Arabi, metafizik düşüncenin
zayıfladığı ve kelam ilminin ise yetersizliğini ileri sürdürdüğü bir dönemde yaşamıştır.
Gazali’nin ifadesiyle kelam yetersiz, metafizk tutarsız batınilik daha büyük çelişkilerle dolu
idi. İbnu’l Arabi Gazali’nin bu değerlendirmesini farklı bir şekilde yorumlamış metafiziğin
tutarsız değil yetersiz olduğunu açıklamıştır. Kelamı da felsefe ile olan mücadelesinden dolayı
tutarsızlığını gizlemiş olsa bile çelişkilerle malul olduğunu söylemiştir. İbnu’l Arabi yerleşim
yerini kast ederek “bir şehre bir kelamcı yeter” demiştir. 559
Az önce ifade edildiği üzere, İbnu’l Arabi Fütuhat-ı Mekkiyye eserinin baş kısmında
İslam’da “Avam ve Havas” itikadına yer vermiştir. Şüphesiz ki İbnu’l Arabi’nin buradaki
bakış açısına göre, İslamiyet Allah’a iman üzere kurulu bir dindir. Kur’an-ı Kerim ve hadisler,
Müslümanların sorumlu oldukları iman esaslarını açıklamışlardır. Bu prensiplerin temeli ise
Allah’a imandır. İnsana dünya ve ahiret mutluluğunu kazandıran tek şey imanın kendisidir.
Amel ve iman bir bakıma imanın tasdiki ve tezahürü olarak ortaya çıkar. Bu yüzden kelam
ilmine “eşreful ulum” denilmiştir.
İbn Arabi’ye göre tasavvuf ilminin her merhalesinde iman vardır. Zira tasavvuf, bilgi
kesinliğine (ilme’l- yakîn) sahip imanın, önce görme kesinliğine (ayne’l- yakîn) sonra da
tahkik derecesine erdirilmesinin hakka’l-yakîn önündeki engellerin kaldırılmasının
mücadelesidir. İmanın bu hale ulaşmasının önündeki en büyük engel nefsin âdet ve
alışkanlıklarıdır. İşte tasavvuf nefsin bu âdet ve alışkanlıklarının tadil ve tashih edilmesi için
“sulhu olmayan bir savaş” verir ve bu sayede imanın kemale erdirilmesini hedefler. Bu
bağlamda kelam ilmi akide ilkelerinin sağlam delillerle tahkimini ve batıl inançların
çürütülmesiyle sahih imanın önündeki engelleri aşmada hizmet eder. Tasvvufun amacı
sadece, sahih itikadın gerçekelşmesi için gerekenleri ifa etmektir. Kelam delillerden ve akıl
yürütmekten söz ederken, nazari bir üsluba yer vermektedir. Tasavvuf ise, ahlaki
meselelerden ve hallerden söz ederek pratik-ameli bir içeriğe dönüşmeyi hedef almaktadır. 560
558
İbnu’l Arabi, Fütuhat-ı Mekkiyye Havas ve Avam İtikadı, s. 24.
İbnu’l Arabi, Fütuhat-ı Mekkiyye Havas ve Avam İtikadı, s.15.
560
İbnu’l Arabi, Fütuhat-ı Mekkiyye Havas ve Avam İtikadı, s.24.
559
İbnu’l Arabi daha genç yaşta iken (578-580) Endülü’te talebelik yaptığı âlimlerin de,
etkisinde kalarak Maliki mezhebini tecih etmiştir. Fakat zamanla herhangi bir mezhebe
bağlılığını gündeme getirmemiştir. Bu husus, onun mukallit olmadığını ve sahih kaynaklara
bağlı kaldığını göstermektedir. İbnu’l Arabi ictihad kapısının kapanmadığını ve kıyamete
kadar açık kalcağını söylemiştir. Bu bağlamda bütün içtihatlar muteberdir ve fıkhi
meslelerdeki ihtilaf insanlar için bir rahmet olarak düşünülmelidir. Ne var ki zamanımızın
fakihleri şeriatın insanlar lehine genişlettiğni daralttı ve insanları bu genişlikten mahrum
bıraktı. Bu tutum, dindeki en vahim cinayetlerden ve ağır zorlamalardan biridir. Hâlbuki
Allah şöyle buyuruyor: “O size dinde hiçbir zorluk yüklemedi”561
İbnu’l Arabi, 12. Asırdaki Endülüs bilim hayatı, dikkate alındığında, nakli ilimlerde
önemli bir konuma sahip olduğu bilinmektedir. Ancak aynı başarının, kelam ve felsefe ilmi
için geçerli olup olmadığı araştırmaya muhtaçtır. İbnu’l Arabi fütuhatın mukaddimesinde
açıkladığına göre, kelam faydalı bir ilimdir. Kelamcılar bu ilmin mukaddimelerini
oluştururken nazari akıl yürütme yoluyla Allah’ın varlığını inkâr eden ya da en azından
sıfatlar, nübüvvet, haşir ve emsali konularda nassları tahrif eden düşmanlara karşı dini
korumaya çalışmışlardır. Bu nedenle kelamcılar hata ve cehaletle mücadele etmek için,
düşmanlarının silahlarını kullanmalıdırlar.
İbnnu’l Arabi mütekaddimun ve müteahirun kelamcıları arasında da ayrırım yapmıştır.
Buna göre; eş’ari ekolünün meşhur kelamcılarından İmam Gazali, (v. 505/1111) ve Ebu’l
İshak İsferaini (v. 418/1028) gibi âlimleri anarak hem onlardan istifade etmiş hem yeri
geldiğinde tenkit etmekten çekinmemiştir. Bu cesaretine örnek olmak üzere bir anlamda
çağdaşı Faahreddin Raziy’e (v.606/1209) de, bir mektup yazarak nazar ve istidlali
bırakmasını, tasavvuf alanına yönelmesini istemiştir. Mektubundaki şu cümleler onun
tasavvuf ilmini Resulullah’ın emriyle nasıl bağlantı kurduğunu göstermektedir. “ Kardeşim
Hz. Peygamber (sav)’in emrettiği zühd, mücahede ve halvet yoluna girmeyip de bu çukurda
kalmak neden?” Razi’nin bu mektuba nasıl bir cevap verdiği bilinmemektedir. Ancak bu iki
bilim insanı arasında bir yazışmanın yapıldığı anlaşılmaktadır. 562
İbnu’l Arabi kendi döneminde İslam âleminde, eş’ari kelamının Orta doğuda ve
Endülüste yaygın olduğunu bildirmektedir. Buna rağmen Endülüslü sufiler arasında Mutezile
taraftarı âlimlerin de olduğunu açıklamaktadır. Ayrıca tasavvuf yolunun şeyhlerinden olan
Ebu Abdullah bin Cüneyd’le görüştüğünü ve bu zatın mutezile mezhebine mensup olduğunu
belirtmektedir. Abdulla bin Cüneyd’in mutezili bir âlim olarak kulların kendi fiillerini
yaratıcısı olduğuna inandığını ancak kendisiyle görüştükten sonra ikna edip bu düşüncesinden
vaz geçtiğini söylemiştir. Daha sonra bu mutezili âlimle karşılıklı ziyaretlerin yapıldığını ve
insanların kendi fiillerinin yaratcısı oldukları düşüncesini terk ettiğini ifade etmiştir.
Bu açıklamalardan yola çıkarak İbnu’l Arabi’nin kelam ilmiyle ilgili görüşleri
hakkında safını belirttiği konusunda ön yargılı olmamak gerekir. Yukarda kısaca açıklandığı
gibi İbnu’l Arabi eş’arilerle mutezililieri karşı karşıya getiren ihtilaflar konusunda bir
kararsızlık içerisindedir. Çoğu zaman muhtelif görüşleri zikreder, gerekirse reddeder fakat
cedel ve tartışmaya girmez. Öyle görünüyor ki İbnu’l Arabi Mütekellimleri karşı karşıya
getiren ihtilaflarda, tıpkı fukaha arasındaki ihtilaflarda olduğu gibi, kimse ne tamamen haklı
ne de tamamen haksızdır düşüncesinde olduğu gibi fiillerin yaratılış meselesinde de,
mutezililerin görüşünü tamamen redd etemdiğini, ama hangi vecihden geçerli hangi vecihden
geçersiz olduğunu da belirtmediğini göstermektedir. Bu nedenle bir meselede eş’arilerle bir
diğerinde mutezililerle aynı görüşü benimsemekte hatta çoğu zaman her iki görüşü de kabul
emektedir. Buna rağmen kendisi doğruya ulaşmak için kelamcılardan farklı düşünmüştür. İbni
561
562
Hac, 22/78.
Claude Addas, İbn Arabi Kibrit-i Ahmer Peşinde, s. 175.
Arabi Eş’ arilerle mutezile mensuplarını karşı karşıya getiren ruyetullah konusunda iki tarafa
da hak veren bir düşünce ortaya koymuştur.563
İbnu’l Arabi, Müslüman filozoflara yönelik bu değerlendirmelerden sonra
kelâmcıları incelemeye tabi tutmuştur. Bâkıllânî, Ebû İshak el-İsferâyînî, İmâmü’l-Haremeyn
el-Cüveynî, Ebû Hâmid el-Gazzâlî ve Fahreddin er-Râzî gibi kelâm bilginlerinin oluşturduğu
grubun kendisinin de benimsediği bazı görüşleri bulunduğunu, ancak bazı fikirlerine de
katılmadığını söylemiştir. Meselâ eserlerinde adını en fazla zikrettiği düşünür olan
Gazzâlî’nin, “İmkân âleminde şu var olan âlemden daha mükemmeli yoktur” şeklindeki
görüşünü ve Bâtınîleri tenkit etmesini desteklemiştir. Ancak Allah-âlem irtibatı konusundaki
görüşünü ise, eleştirmiştir. Başka bir yerde “nübüvvet-i mutlaka” konusunda birçokları gibi
Gazzâlî’nin de bilgisi olmadığını, onun sıddıkıyyet ile nübüvvet arasındaki bu makamı inkâr
ettiğini söyler. İbnü’l-Arabî’nin vahdet ve kesret görüşünün Eş‘arîler’in cevher ve arazlar
hakkındaki görüşlerine, kader görüşünün yine onların kader görüşüne, ilâhî sıfatlar
konusundaki görüşlerinin de Mu‘tezilîler’e benzediği söylenebilir.
Mu‘tezile’nin, Allah’ın sıfatları ile zâtının bir olduğu görüşünü ifade etmek için
kullandıkları “O kendinden işitir, görür, bilir” sözünü aynen tekrarlamakta bir beis
görmediğini ifade etmiştir. Onun “a‘yân-ı sâbite” görüşü Mu‘tezilîler’in “ma‘dûmât”ı ile
benzerlikler gösterir. Aynı şekilde küllîler görüşü İbn Sînâ’nın bu konudaki görüşüne benzer.
Bazen kendi görüşüyle kelâmcıların görüşlerinin örtüşebileceğini söyleyerek telifçi bir tutum
izlediği de görülür. Bütün bunlara rağmen onun ilke olarak kelâm ilminin öncüllerini ve
metodunu pek benimsemediği anlaşılmaktadır. Ona göre kelâmcılar cevher ve arazdan başka
bir şeyden bahsetmezler. İnsanların çoğunun ise bu tür bir ilme zaten ihtiyaçları olmadığını,
kelâmcıların insanlara verebilecekleri bir şeyleri bulunmadığını belirterek onlardan halkı
halleri üzere bırakmalarını, onları tekfir etmemelerini ister. Kelâmcıların, “Ancak kelâm
kitaplarını okumak suretiyle doğru itikada sahip olunabilir, yoksa imandan çıkma tehlikesi
vardır” şeklindeki sözlerine de, “Ben böyle bir görüşten Allah’a sığınırım” cümlesiyle karşılık
verir.
Öte yandan İbnü’l-Arabî, kelâmcıların başvurduğu cedel (diyalektik) yöntemini de
başarılı bir şekilde kullanmıştır. Onun varlığa ilişkin temel tezlerinden biri olan tecellî
nazariyesi gereğince âlem her an yeniden var olmaktadır (teceddüd-i emsâl). Buna Kur’an-ı
kerimden şu ayeti örnek göstermek mümkündür: “Göklerde ve yerde bulunan herkes, O’ndan
ister. O, her an yaratma halindedir.”564 Bu ayetten de anlaşıldığı üzere Yüce Allah varlıklar
âleminde dilleri ve halleriyle, ibadet, rızık, affedilme ve benzeri konularda Allah’tan yardım
isterler. Allah diriltmek, öldürmek, değerli veya değersiz kılmak, zengin veya fakir yapmak,
isteyene vermek ve benzeri işlerde her an kâinatta tasarruf etmektedir.565 Bu görüşün, Eş‘arî
kelâmcılarının “arazların iki zaman biriminde aynı kalmayarak sürekli yenilendiği” (halk-ı
cedîd) fikrinden mülhem olduğunu söylemek gerekir. İlâhî sıfatlar hakkındaki görüşü ile
yokluğu (adem) bir gerçeklik (şey) olarak kabul etme düşüncesi de Mu‘tezile kaynaklıdır.
İbnü’l-Arabî’nin üslûbunun zor ve kapalı oluşu da başlıca tartışma konusudur. Bu durumun,
sûfîlerin yaşadığı iç tecrübeyi ve son derece değişken olan duygu dünyalarını günlük dille
ifade etmiştir.
Ehlullahın yani resuller ve velîlerin gerçek hakîmler olduğunu söyleyen İbnü’l-Arabî
metafizik ilimlerde keşif ehli muhakkik sûfîlerin otoritesinin ve üstünlüğünün güneş gibi
apaçık bulunduğunu, ancak bunu herkesin anlamasının mümkün olamayacağını söyler. Zira
ona göre kalbin biri zâhir, diğeri bâtın iki yüzü vardır. Kalbin bâtın vechesi değişiklik (mahv)
kabul etmez; çünkü o mücerret ve muhakkak bir ispattır, sübûttur. Zâhir vechesi ise değişiklik
kabul eder. Bu durumda kalp hem değişme hem de sebat levhasıdır. Ondaki ispat (sabitlik) bir
563
Claude Addas, İbn Arabi Kibrit-i Ahmer Peşinde, s. 118.
Rahman, 55/29.
565
Ali Özek vd. Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara, 1993, s. 531.
564
müddet deva eder sonra, “Allah dilediğini siler (mahv), dilediğini de sabitleştirir (ispat) ve
kitapların anası (ümmü’l-kitâb) O’nun indindedir”566 Eğer kitap sahibi kitabın tamamına
iman ederse asla dalâlete düşmez. Fakat bir kısmına inanır da bir kısmını inkâr ederse kâfir
olur. Ona göre, “Onlar kitabın bir kısmına inanıyoruz, bir kısmına ise inanmıyoruz derler de
bu ikisi arasında kendilerine bir yer ararlar. İşte bunlar kâfirlerin ta kendileridir”567 âyetinin,
ehl-i rüsûm ile ve salt fikrî görüşle yetinen filozofların ve kelâmcıların büyük bir kısmıyla
münasebeti vardır. Zira onlar Allah’ın velîlerinin bizzat müşâhede ettikleri mânevî sırlardan
akıl ve bilgi seviyelerine uygun düşenlerini alır, düşmeyenlerini reddeder, kendi delillerine
ters olduğu için “bunlar yanlıştır” derler.
3- Allah’ın Varlığı ve Birliği:
İbnu’l Arabi Allah’ın varlığına dair kendi nefsini şahit tuttuğunu belirterek bir nevi
İhlas suresinin hükümleri çerçevesinde Allah’ın varlığını anlatmıştır. Buna göre; Allah tek
ilahtır. Ulûhiyetinde ikincisi yoktur. O eşten ve çocuktan münezzehtir. Her şeyin sahibidir.
Ortağı yoktur. Hükümdardır. Veziri yoktur. Özü gereği vardır. Kendisini var edecek bir
yaratan’a muhtaç değildir. Aksine her şey O’na muhtaçtır. Bütün âlem O’nun vasıtasıyla
mevcut olmuştur. Kendi kendine vardır. O yönlerden ve boyutlardan münezzehtir. “ O ilk,
son, zahir ve bâtındır568 O her şeye güç yetirendir.569 Herşeyi bilgi olarak kuşatmıştır.570 O
gizliyi ve açığı bilendir.571 Gözlerin hain bakışını ve gönüllerin sakladığı her şeyi bilir.”572
İbnu’l Arabi Fas ziyaretinde kelam ilminin seçkin temsilcilerinden İbnü’l Kettani
(597/1200) ile tanışmış ve ona Allah’ın isim ve sıfatları meselesini sormuştur. Kelam
âlimlerinin en çok tartıştıkları bu ince meselede bir taraf zat-ı ilahi üzerine zaid sıfatların
varlığını reddediyor, bir taraf teşbih yoluna sapıyor ve nihayet Eş’ariler, Zat üzerine zaid
sıfatları kabul ediyor, ama onlara zat’tan müstakil bir hakikat tanımıyordu. Şeyhi Ekber
Allah’ın sıfatları hakkında şu açıklamayı yapmıştır: “Sıfat ismin menşeidir. Zira bir şeyde
sıfat olmazsa, bir isim ile tevsim olunmaz. Mesela kendisinde sıfta-ı hayat olmayan bir şeye
“hayy” ismi ve sıfat-ı ilim bulunmayan kimseye de “âlim” ismi verilmez.”573
İbn Arabi zat sıfat ilişkisini irdelemeye şöyle devam etmiştir: “Esmanın kâffesinde iki
i’tibar vardır. Birisi zata delaleti, diğeri kendinin ma’nayı hassına delaltidir. Mesela Âlim,
Semi, Basir isimleri Zât’a delalet ettiği gibi, kendilerinin mâ’nâyı hususilerine de delâlet
ederler. Dolayısyla Âlim, Semi, Basir kimdir denildiğinde, ahadiyyet-i esmaiyyesi hasebiyle
zat-ı ilahidir, denir. Bu surette hepsi zât’a delâlet etmiş olur. Fakat bunların hususi anlamları
başka başkadır. Yani bilicilik, işiticilik ve görücülük başka başka manalardır. 574
“Allah’ın Âlim, Hayy, Kadir gibi isimleri, O’nun için nisbet ve izafetlerdir. Bunlar
Zat’tan ayrı aynlar (ayan zaide) değildir. Zira böyle olsaydı Zat-ı ilahi kemal üzere olmaktan
çıkardı. Herhangi bir şeyin ilavesiyle amil olan, kemalini bu ilaveye borçlu olması itibariyle
özünde nakıs olacaktır. Hâlbuki Allah, Zat-ı itibariyle noksandan münezzehtir ve öyleyse bir
şeyin O’nun Zat-ı üzerine zaid olması mümkün görülemez. Fakat onu nisbet ve izafetleri söz
konusu edilebilir. Sıfatların ne aynı ne gayri olduğunu söyleyen, tamamen hatalı bir hükme
varmış olacaktır. İbnü’l Kettani ise tam olarak bu son görüşü savunmaktadır.575
6-Ahiret İnancı:
566
Ra‘d 13/39.
Nisâ 4/150-151.
568
Hadid, 57/3.
569
Hud, 11/4.
570
Talak, 65/12.
571
Ta-Ha, 20/7.
572
Mümin, 40/19.
573
İbn Arabi, Fusûsu’ Hikem Tercüme ve Şerhi, (Çev: A. Avni Konuk), Türkiye Yazma Eserleri Kurumu
Başkanlığı, (Yayına hazırlayan; Mustafa Tahralı vd.), İstanbul, 2017, s.18.
574
Muhyiddin İbn Arabi, Fusûsu’ Hikem Tercüme ve Şerhi, s.18.
575
Claude Addas, İbn Arabi Kibrit-i Ahmer Peşinde, s. 150.
567
İbnu’l Arabi ölümün Allah katında belirlenmiş bir vakitle gerçekleştiğini ifade
ettikten sonra taklitçi ve akılcı (ehl-i nazar) avam müminlerin inancını şöyle açıklamıştır: “
Ölüm geldiğinde artık ertelenmez. Kabirdeki iki meleğin sorgusunun gerçek olduğuna
inanıyorum. Kabir azabı ve bedenlerinin kabirlerden diriltilmesi haktır. Allah’a amel
defterlerinin arz edileceği haktır. Havuz, terazi ve defterlerin açılması haktır. Sırat, cennet ve
cehennem haktır. Meleklerin, peygamberlerin, müminlerin şefaat etmesi ve merhametlilerin
merhametlisinin şefaatten sonra dilediklerini ateşten çıkarması haktır. Müminlerden büyük
günah işleyen bir grubun cehenneme gireceği ve ardından şefaat ve ihsan sayesinde oradan
çıkacağı haktır. Müminlerin ve birleyenlerin cennetlerde ebedi nimette kalacakları haktır.
Cehennemdekilerin de ateşte ebedi kalacakları haktır. Peygamberlerin ve kitapların Allah
katında getirdikleri herşey anlamı bilinse de bilinmese de haktır. İşte bu kendi nefsim
hakkındaki tanıklığımdır.
Bu şahitlik her nerede bulunursa bulunsun, kime ulaşırsa ulaşılsın sorulduğunda yerine
getirmesi gereken bir emanettir. Allah bizlere ve sizlere bu imanla fayda versin.576 Allah bizi
kitaplarını sağ el ile alan ve içeceği Reyyan olan Havuz’a gidenlerden ve terazisi ağır gelen ve
sırat köprüsünde ayakları kaymayan kimselerden eylesin. O nimet veren ve ihsan edendir. “Ve
onlar derler ki: Hidayetle bizi bu nimete kavuşturan Allah’a hamd olsun. Allah bizi doğru
yola iletmeseydi, kendiliğimizden doğru yolu bulacak değildik. Hakikaten Rabbimizin elçileri
gerçeği getirmişler.” 577 Bu ayetin mealinden anlaşıldığı gibi peygamberlerin kendi
kavimlerine vaad ettikleri haktır. Çünkü onlar kıyamet gününde kurtuluşa erip mükâfatlarını
göreceklerdir. Allah’ın va’di haktır. Mutezile mezhebi mensupları bu konudaki başarının ve
kurtuluşun mümin kullara ait olduğunu söylemişelerdir. Çünkü onlar fiillerini ve tercihlerini
bu istikamette yapmışlardır. Böylece onlar sa’yü gayretleri sonucunda doğru yola yönelmişler
ve ahiret gününde de hak ettikleri mükâfata ulaşmışlardır.578 İbnu’l Arabi seçkinlerin inancını
içerdiği kapalılık nedeniyle bağımsız bir bölüm ayırmadığını ancak eserlerinin muhtelif
yerlerine serpiştirdiğini ifade ettikten sonra şunları söylemiştir. “Allah kimi o inançları
anlamakla rızıklandırırsa seçkinlerin halini anlar ve başkalarından ayırır. Çünkü ardında
varılacak bir hedef bulunmayan gerçek bilgidir ve doğru sözdür. Gören ve kör onda eşittir. O
inanç, uzakları yakına katar, düşükleri yükseklere çıkarır. Allah başarıya erdirendir. Ondan
başka Rab Yoktur.”579
4-Nübüvvet ve Vahiy:
İbnü’l-Arabî’nin teolojisinde insan çok önemli bir konumdadır. Çünkü rabbi bilmenin,
tanımanın yolu insanı tanımaktan geçer. Ona göre bizim kendimiz hakkındaki ilmimiz O’nu
bilmemizin aslıdır. Bu sebeple kendini tanıyan rabbini de tanır prensibinden hareketle
peygamber, insan-ı kâmil mertebesine yerleştirilmiştir. Bu durumda Allah’ın her bir
peygamberi, avamın baktığı beşerî yönlerinin ötesinde bâtınî özellikleri açısından kâinatın
metafizik ilkelerini, kozmik prensiplerini de meydana getiren ve ulûhiyyetle nâsûtiyet
arasında âdeta birer berzah olan hakikatlerdir. Her bir peygamber, vücûdun en üst düzeyde
tezahürünü veren bir hakikate tekabül eder. Bu diğer bir ifadeyle “insân-ı hakîkî,” hakîkat-i
Muhammediyye’dir. Bir bakıma insanın varlığa gelişi de âlemin var oluşunun sebebi ve
teminatıdır. Mahlûkat içerisinde asıl olarak insân-ı kâmil rütbesi, Hz. Muhammed’e aittir.
Diğer kâmiller ona vekâleten insân-ı kâmildir.
İbnu’l Arabi’ nübüvveti, Allah’ın kelamına muhatap olmak şeklinde ifade etmiştir.
Ancak Allah’ın bu kelama dönüşen vahiy farklı usullerle ortaya çıkmaktadır. Buna göre,
“Allah bir insanla, ya vahiyle yahut perde arkasından veya bir elçi göndererek konuşur:
“Allah, bir insanla ancak vahiy yoluyla yahut perde arkasından konuşur. Yahut bir elçi
576
İbn Arabi, Fütuhat-ı Mekkiyye Havas ve Avam İtikadı, s. 152 vd.
A’raf, 7/43.
578
Fahrüddin Razi Tefsiru’l Kebir, Mefatihul-Gayb, (Çeviren; Sadık Kılıç vd.) Akçağ, Ankara 1991, s10/374.
579
İbn Arabi, Fütuhat-ı Mekkiyye Havas ve Avam İtikadı, s. 153 vd.
577
gönderip, izniyle ona dilediğini vahyeder. Şüphesiz O yücedir. Hüküm ve hikmet sahibidir.”580
Daha sonra İbnu’l Arabi şu açıklamayı yapmıştır: “Allah’ın kullarının kalbine aracısız olarak
ilham etmek yoluyla kendilerinde işittirdiği de, konuşmasına vasıta kıldığı herhangi bir
suretin perdesi arkasından kuluna söylediği de, bir elçi aracılığıyla bildirdiği de vahiydir.”
Peygamberlerin ortak oldukları sıfat ve kemalin yanında, bir de farklı oldukları sıfat ve
lütuflar, derece ve özellikler vardır. Peygamberliğin asgari şartı olan ruh ve beden sağlığı
doğruluk, güvenirlilik ve günahsızılık gibi vasıfları bütün peygamberlerde vardır. Bu vasıfları
sebebiyle onlar peygamber olmayan insanlardan üstündürler. Ayrıca Yüce Allah’ın bazı
nimetler daha vermiştir ki diğer insanlar bunu idrak edemezler. Bunlar vahiy, ruhun ve
meleklerin gelmesi Allah’ın büüyk ayetlerinin müşahede edilmesi bunlardandır.581
Başka bir yerde peygamber ve veli arasındaki farkı belirtmekte ve birincisinin
muhatap olduğu vahyin bir teşri içerdiği, hâlbuki ikincisi için vahyin sadece peygamberin
getirmiş olduğu şeriatın kesin olarak teyidi manasına geldiğini söylemektedir. Bu teyit
sayesindedir ki veli, şeriata tam bir yakin içinde ve basiret üzere (ala basiretin) uyar, yani o
taklit değil tahkik ehli olmuştur. İbnu’ Arabi’ye göre; “ De ki: işte bu benim yolumdur, ben ve
bana uyanlar Allah’a bir basiret üzere, çağırıyoruz.”582 Ayetinde geçen “bana uyanlar”
ifadesi, hakikat peygamberlerin varisleri olan evliya ile zuhur etmekte, Allah onlara Hz.
Peygamberin suretini, Cebrail’in suretinden kelamullah ve ihtiva ettiği şer’i ahkâmı alırken
göstermektedir. Bu, tıpkı ashabın Cebrail’i Hz. Peygamber’le “İslam, iman ve ihsan” üzerine
konuşurken görmesi gibidir. 583
İbnu’l Arabi, peygamberlerin velayet sıfatlarından da sıkça söz etmektedir. Buna göre
velayet, nübüvvet ve risaleti içine almaktadır. Zira her nebi aynı zamanda velidir ve nebinin
şahsındaki velayet sıfatı, nübüvvet sıfatından üstündür. Nitekim Hz. Peygamber (sav)’in
vefatiyle nübüvvet ve risalet sona ermiş fakat velayeti devam eder.584
İbnu’l Arabi peygamberlerle ilgili şöyle bir ifade de kullanmaktadır: “Hz. Âdem
(as)’den Hz. Muhammed (sav)’e kadar bütün enbiyayı gördüm. Allah bana, onlara iman etmiş
olan, iman eden ve kıyamete kadar iman edecek olanların hepsini en büyüğünden en
küçüğüne kadar gösterdi. Bütün resul ve nebileri kendi gözümle gördüm. Aralarından Ad’ın
kardeşi Hud ile konuştum. Ayrıca gelmiş ve kıyamete kadar gelecek olan bütün müminleri de
gördüm. Allah onları bana aynı mekânda, ama iki farklı şekilde gösterdi. 585
Ayrıca İbnu’l Arabi Beytullahın rükünlerinden her birini bir peygamber ile
ilişkilendirmiştir. Buna göre; Hz. Âdem (as)’ın kalbi üzere olana Şam rüknü, Hz. İbrahim
(as)’in kalbi üzerine olana Irak rüknü, Hz. İsa (as)’ın kalbi üzere olana, Yemen rüknü ve Hz.
Muhhamde (sav)’ın kalbi üzere olana da Hacer-i Esved rüknü olarak tanımlamış ve
Elhamdülillah, bu benimkidir.” Demiştir.586 Yine İbnu’l Arabi kendi ruh âleminde, Hz.
İsa’nın kendisini zühde yönlendirdiğini, Hz. Musa’nın kendisine ledünni ilmi müjdelediğini
Hz. Muhamed (sav) ise kendisini, adım adım izlemesini istediğini söylemktedir.
5-Âlemin Yaratılması
Allah bütün âlemi daha önceden bir örnek olmaksızın yaratmıştır. Çünkü O her şeyin
yaratıcısıdır. Göklerde ve yeryüzünde bulunan herşeyi, kendisinden bize amade kılmıştır.
Dolayısıyla her zerre O’ndan ve O’na doğru hareket eder. O, her şeyi kendilerine ihtiyaç
duymadan ve onu yaratması için zorlayıcı bir neden olmaksızın yaratmıştır. Çünkü O’nun ilmi
580
Şura,42/51.
Hayrettin Karaman vd. Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı Yyaınları, Ankara,
2003, 1/272.
582
Yusuf,12/108.
583
Buhari, Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, Çev: Mehmed Sofuoğlu, Ötüken Yayınevi, İstanbul, 1987,
1/202.Claude Addas, İbn Arabi Kibrit-i Ahmer Peşinde, s. 114.
584
Claude Addas, İbn Arabi, Kibrit-i Ahmer Peşinde, s. 94.
585
Claude Addas, İbn Arabi Kibrit-i Ahmer Peşinde, s. 91.
586
Claude Addas, İbn Arabi Kibrit-i Ahmer Peşinde, s. 77.
581
ve iradesi yarattığı şeyleri yaratacağını önceden belirlemiştir. 587
Âlem kendi hakikatında sabit olsa bile başlangıçta o yoktu. Diğer bir ifade ile mevcut
değildi. Allah onu sonradan yaratmıştır. Onun yaratılmasında bir bilgisizlik de söz konusu
değildir. Zira O yaratmaya en ehil olandır. “Yapıp-yaratanların en güzel olan Allah’ın şanı
pek yücedir.”588 Allah ezeli bir ilimle ve âlem hakkında hüküm sahibi münezzeh ezeli bir
iradenin belirlemesiyle âlemi zaman, mekân olgular ve renkelere sahip bir şey olarak var
etmiştir.589 Çünkü Allah’tan başka gerçek anlamda irade sahibi yoktur. Nitekim bir ayette de
şöyle buyurulmuştur: “Siz Allah dilerse ancak dileyebilirsiniz.”590 Çünkü yoktan var etme
yalnız Allah’a mahsusutur. Nitekim O’nun yoktan ve orijinal yaratma vasfı Kur’an’da şöyle
açıklanmıştır: “O göklerin ve yerin eşsizi yaratıcısıdır. O’nun eşi olmadığı nasıl çocuğu
olabilir! Her şeyi O yaratmıştır ve her şeyi hakkıyla bilen o’dur.591”
Âlemi örneksiz yaratıp var ettiğinde onu en güzel ve mükemmel şekilde gerçekleştirdi.
Mülkünde ortağı yoktur ve yönetiminde başka bir idareci de yoktur. Bir nimet verir de
nimetlendirirse bu onun ihsanıdır. Şayet sıkıntı verir ve azap ederse bu da O’nun iradesi ve
fiilidir. Varlığın gerçek sahibi O’dur: “Allah mülkü dilediğine verir ve dilediğinden çeker
alır. Dilediğini aziz eder, dilediğini zelil eder.”592
Müşrikler Hz. Peygamber (sav)’in nübüvvetini kabul etmemişlerdir. Özellikle bir
yetimi peygamberlik makamına uygun görmüyorlardı. İsrailoğulları da başka bir kavimden
peygamber gönderilmesini yadırgamışlardı. Fakat Allah mülkü, makamı, şan ve şerefi
dilediğine verip almakta muktedir olduğunu haber vermiştir. Dilediğini aziz, dilediğini zelil
kılacağını O’nun herşeye kadir olduğunu bir kez daha hatırlatmıştır. Nitekim yetim ve yoksul
olarak büyüyen Hz. Muhammed (sav)’i hem peygamber hem devlet başkanı yapan O’dur.
Mekke’nin fethinde Hz. Peygamber (sav)’in çadırına doğru gelen Ebu Süfyan, bu müthiş
manzarayı görünce Abbas’a şöyle dedi: “Cidden kardeşin oğlunun mülkü (hükümranlığı)
büyümüş!”593 Demiştir.
7- Filozoflar ve Tartışmalar:
İbnu’l Arabi filozofları inanan ve inkâr eden olmak üzere iki kısma ayırmıştır. İnkâr
eden filozofarın akıbetini cehenneme girmek olduğunu söylemiştir. Diğer taraftan ibni Rüşd
gibi Müslüman filozofların olduğunu ve bunların derecelerinin münkir filozoflardan daha
yüksek olduğunu ancak bunların da bir velinin derecesine asla ulaşamayacaklarını
söylemektedir. İbnu’l Arabi (586/1190) yılında Endülüs’te mucizeyi kabul etmeyen bir
filozofla karşılaştığını söylemiştir. Filozof bir kış mevsiminde içinde ateş bulunan bir
mangalın etrafında toplanan cemaatin içinde nübüvveti ve mucizleri reddeden bir konuşma
yapmıştır. Hz. İbrahim’in içine atıldığı ateşin hayali ve teşbihten ibaret olduğunu bununla
Nemrud’un öfke ve gazabının ifadesinden, yani gazap ateşinden başka bir şey
sayılamayacağını anlatmıştır. Buna karşılık huzurda bulunan bir zat şöyle dedi: “Bu
mangaldaki ateş, o yakıcı ateşten midir?” Filozof, evet diye cevap verdi. Bunun üzerine o zat
“öyleyse kendi gözünle gör” dedi ve mangaldaki korlardan bazılarını tutup filozofun
göğsünün üzerine koydu. Elbisesinin, üzerinde asılı kalan korların yakmadığını gören filozof
onları tuttu ve mangala geri bıraktı. Filozof hayrete düşmüştür. Korları atan zat bu kez şöyle
dedi, “şimdi elini ateşe yaklaştır. “Filozof elini ateşe uzattığında bu kez eli hemen yandı.
Filozof mucizeleri tasdik etti ve tövbekâr oldu.”594
587
İbn Arabi, Fütuhat-ı Mekkiyye Havas ve Avam İtikadı, s.146.
Müminun, 23/14.
589
Süleyman Ateş, Kur’an Ansiklopedisi, KUBA; İstanbul, 22/395.
590
Dehr, 76/ 30.
591
En’am, 6/101.
592
Âl-i İmrân, 3/26.
593
Süleyman Ateş, Yüce Kur’anı Çağdaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul, 2/32.
594
Claude Addas, İbn Arabi Kibrit-i Ahmer Peşinde, s. 120.
588
Oysaki ateşe, Hz. İbrahim (as)’ı yakmama emrini bizzat Cenab-ı Hak vermiştir: “Ey
ateş İbrahim için serinlik ve esenlik ol!” dedik.” 595 Çünkü Nemrut ve kavmi günlerce odun
topladılar. Bir yığın oluşturdular. Hz. İbrahim (as)’ı da ancak mancınık ile alevlerin
yükseleceği yığının ortasına attılar. Fakat tam o esnada Yüce Allah ateşe, Hz. İbrahim (as)’e
karşı serin ve esenlik içinde olmasını murad ediyor. Onda var olan hararet ve yakıcılık
özelliğini çekip alıyor. Allah herşeye kadirdir.596
İbnu’l Arabi ve eserleri hakkında genel bir değerlendirme yapıldığında felsefeye çok
rağbet etmediği söylenebilir. Farabi(v.339/950)’nin eserlerinde hoşuna gitmeyen ifadeler
gördüğünü, Endülüslü ama kendisinden önceki nesillerden olan İbni Sina’ya, Kind’ye ve İbni
Tufeyle çok ilgi duymadığı anlaşılmaktadır. Ancak buna karşılık İmam Gazali’nin ihyasını
okuduğunu, onun Mekasidu’l Felasife ve Tehafütü’nü okumadığı anlaşılmaktadır. Ancak
buna karşılık İbn Rüşt ile daha genç yaşta iken görüştüğünü bir daha hatırlatmak gerekir.
İbnu’l Arabi’nin İslam medeniyetinde önemli bir yeri olan felsefe hareketleri
karşıısndaki ilgisizliği Yunan felesefsi karşısında da görünmektedir. Öyle ki Sokrat ve Aristo
gibi felsefecilere ve esrelerine bile çok az atıfta bulunmuştur. Ancak kullandığı felsefe dili
bakımından İbn Meserre’nin eserleri ile İhvan-ı Safa Risalelerine borçlu olduğunu söylemek
mümkündür. 597
İbn Arabiye göre hükemâ aslında “ulemâyi billâh” (Allah’ı bilenler) demektir. Şeyleri
ve onların ait olduğu yeri ancak ulemâyi billâh bilebilir. Hikmet de ilm-i nübüvvettir. Zira
Allah Dâvûd’a hükümdarlık ve hikmet vermiş ve ona dilediği bazı şeyleri öğretmişti.598
Nitekim filozof kelimesinin asıl anlamı de, “hikmeti seven” demektir. İbnü’l-Arabî, bu
anlamından dolayı esas itibariyle felsefe kelimesini kötülemenin bir faydasının olmayacağını
belirtir. Filozoflar, insanın nihaî gayesinin Allah’a benzemek (teşebbüh-billâh) olduğunu
söylerler. Sûfîlerin anlayışında bu gaye “Allah’ın isimleriyle ahlâklanmak” (tahalluk bi’lesmâ) diye ifade edilmiştir. Böylece tabirlerde ihtilâf olsa da mâna aynıdır.
İbnü’l-Arabî filozofların da isabetli görüşleri olabileceğini söyleyerek, “Hikmet
müminin malıdır, onu gördüğü yerde alır” hükmünce bunları kabul etmenin gerekli olduğuna
inanır. Özellikle filozofların hikmetli ve nefsi dizginlemeye dair beyanları faydalı sözlerdir.
Hatta İbnü’l-Arabî, bazı filozofların dinsiz olduğu yolundaki iddialara karşı, “Bir kimsenin
dininin olmaması onun her söylediğinin yanlış olmasını gerektirmez” cevabını verir. Bununla
beraber sırf fikir yolundan gidenlerin -bunlar ister filozof ister kelâmcı isterse diğer ehl-i
nazar gruplarından olsun- ilâhiyyât meselelerinde yanlışlarının doğrularından fazla olduğunu
da söylemeyi ihmal etmez. Bu durumda esas olarak onların ilâhiyyât ilmindeki yanlışlarını,
peygamberlere gelen bilgilere aykırı fikirlerini ve bunların sebeplerini tenkit etmek
gerektiğini belirtir. İbnü’l-Arabî’ye göre onlar, hikmetin fikir yolundan değil Allah’tan
geldiğini anlayıp buna rızâ gösterselerdi o zaman hataya düşmezlerdi. Çünkü ona göre Allah
hakîmdir ve hikmet O’nun bir sıfatıdır. 599
İbnü’l-Arabî diğer dinlere mensup bazı filozof ve düşünürlere yaptığı tenkitleri
Müslüman düşünürlerin fikirlerine karşı da benzer eleştirilerde bulunmuştur. İbnü’l-Arabî,
kendisine Kur’an verilen kimseye ilm-i kâmil verilmiş olduğunu ve mahlûkat içerisinde
Muhammed ümmetinden daha mükemmel bir ümmet olmadığı görüşünü ortaya koyarak bu
ümmeti tahlile başlamış, müslümanları kendi içinde havas ve havassın havassı şeklinde bir
derecelendirmeye tâbi tutmuştur. Ona göre ümmetin genelini (avam) halk, özelini (havas)
fakihler, kelâmcılar ve filozoflar, seçkinlerini (havassü’l-havas) ise muhakkik sûfîler
oluşturur. Muhakkik sûfîler nebevî yolu takip eder, filozoflar ise sadece kendi nazarlarına
595
Enbiya, 21/ 69.
Vehbe Zuheyli, Tefsiru’l Münir, (Çeviren; Hamdi Arslan vd) Risale, İstanbul, 2017, 17/79.
597
Claude Addas, İbn Arabi Kibrit-i Ahmer Peşinde, s. 120.
598
Bakara, 2/251.
599
İbnu’l Arabi, Fütûat-ı Mekkiyye, Havas ve Avam İtikadı, s.134.
596
dayanırlar. Muhakkik sûfîlerle felsefecilerin fikirlerinin birtakım farklılıklar göstermesi
onların metotlarına da yansımıştır. Meselâ muhakkik sûfîler görüşlerini ifade ederken
münakaşa ve cedel yolunu hiç kullanmamışlardır, felsefe ve kelâm ise neredeyse münakaşa ve
cedelden ibarettir.600
8- Vahdet-i Vücûd ve Panteizm.
“Vahdet-i Vücud” tasavvuf ilminin temel konularından biridir. Bu kavvram Muhyiddin
İbnü’l-Arabî ile birlikte daha derin, kapsamlı ve tartışmaya açık bir hal almıştır. Vahdet-i
Vücud anlayışına göre; “Varlık birdir, o da Hakk’ın varlığıdır.” Bu cümle vahdet-i vücûdun
özünü oluşturmaktadır. İbnü’l-Arabî bu düşünceyi, “Vücud Hakk’ın vücududur.” “Vücud
birdir ve Hakk’ın vücududur” şeklinde açıklamışken, Konevî aynı fikri, “Kendisinde hiçbir
ihtilâf bulunmayan varlık Hak’tır” gibi ifade etmiştir. Sözlükte de “birlik” anlamına gelen
“vahdet” her şeyi bir olarak ve bir içinde görmek anlamına gelmektedir. Konumuz gereği
açıklamaya çalıştığımız vahdet-i vücud, varlığın birliği demektir. Şüphesiz ki bununla
Allah’tan başka varlık olmadığının idrak ve şuuruna sahip olmak kastedilmektedir.
Tasavvufta “Vahdet-i vücud” düşüncesi ilk kez, Bayezid-i Bestami, Cüneyd-i Bağdadi
ve Hallac-ı Mansur ile gündeme gelmiştir. Fakat bu anlayışı ilk defa sistemlşetiren İbnu’l
Arabi olmuştur. İbnu’l Arabi’ye göre varlık bir tek hakikatten ibarettir. Çeşitlenme ve
çoğalma dış duyuların oluşturduğu zihni bir şeydir. Allah mutlak varlıktır. Varlığının sebebi
yoktur. O kendi zatiyle vardır. O’nu bilmek varlığını bilmektir. Zatının hakikatını bilmek
mümkün değildir. Allah ezelde vardı ve kendisiyle birlikte hiçbir şey yoktu. 601
Çağımızda üzerinde durulan hususlardan biri de vahdet-i vücûd ile panteizm
arasındaki ilişkidir. İsmail Fenni Ertuğrul ve Ömer Ferit Kam, panteizm ile vahdet-i vücûd
arasındaki farkları tesbite çalışırken panteizmi, dinî ve felsefi olmak üzere ikiye
ayırmışlardır. Panteizm, Allah ile âlemi bir ve aynı, hatta Allah’ı âlemin yegâne cevheri sayan
düşünce akımına verilen bir isimdir. Panteizm düşüncesinde madde ve ruh bağımsız
düşünceye sahip değildir. Ancak bütün varlıların tek sebebi olan üstün bir cevherin sıfatları ve
görünüşleridir. Genel olarak panteist düşünce tanrı anlayışının aşkınlık fikrini inkâr ederek
ateizme yardımcı olduğu “Tanrı, herşeydedir” demek suretiyle, varlık derceleri arasındaki
ayırımı ortadan kaldırdığı, örneğin taşla insanı bir tuttuğu gerekçesiyle eleştirilmiştir. Daha
açık bir ifade ile panteizm, vahdeti vücud prensibinden yola çıkarak “ittihadiye” Allah ile
âlemin karışması gibi bir çıkmazın içine düşmüştür. Dolayısıyla varlıklar arasındaki bütün
dengeler yerinden oynamıştır. 602
Özetlemek gerekirse vahdet-i vücûd mektebi mâsivallahı Hakk’a tâbi kılmaya çalışırken
panteizm Hakk’ı mâsivallaha tâbi kılmaktadır. Diğer bir anlatımla panteizm, şehâdet âlemini
tanrılaştırarak mâverâyı inkâra ve ilhâda kadar götürmüş bir felsefedir. İbnü’l-Arabî’nin
görüşleri ise Hakk’ı her mertebede tanıyıp tasdik edebilme yoludur. İbnü’l-Arabî’yi panteist
olarak tanıtmak haksızlık olur. Aksine o, nerede cem ve nerede fark olduğunun bilincindedir.
Vahdet-i vücûd düşüncesinde Tanrı-âlem ilişkileri üzerinde durulmuş, konu ile ilgili
âyet ve hadislerden deliller, tesbit edilerek yorumlanmıştır. Bu hususta en önemli katkı yine
İbnü’l-Arabî’ye aittir. İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd anlayışına dayanan nas yorumculuğu
te’vilciliğe karşı nassın müteşâbih alanını esas alır. Onun bu tavrı takipçilerinde devam etmiş,
onlar da naslardan delil getirerek vahdet-i vücûd anlayışını savunmaya ve açıklamaya
çalışmışlardır. “Allah göklerin ve yerin nurudur”603 âyeti bu kapsamda yorumlanmıştır. Öte
yandan hadisler üzerinde de durulmuş, “kurb-ı nevâfil” diye bilinen hadis 604 çokça
600
İbnu’l Arabi, Fütûat-ı Mekkiyye, Havas ve Avam İtikadı, s.147.
Fikret Karaman vd. Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet işleri Başkanlığı Yayınları, İstanbul, 2009. s.588.
602
Karaman vd. Dini Kavramlar Sözlüğü, s.588.
603
Nur, 24/35.
604
Müsned, VI, 256; Buhârî, “Riķāķ”, 38.
601
yorumlanmıştır. Bunun yanı sıra, “Allah vardı ve O’nunla birlikte başka bir şey yoktu”605
hadisi de sıkça yorumlanan hadislerden biridir.
Sonuç:
Bu çalışma esnasında yaptığımız araştırmalardan da görüldüğü üzere İbnu’l Arabi’nin
büyük bir düşünür olduğu anlaşılmaktadır. Endülüs bilim, kültür ve medeniyet ikiliminde
yetişen bu âlim çocukluğundan itibaren kendisini zengin bir ilim halkasının içinde bulmuştur.
Anne ve babasının da ilim meclisleriyle iç içe olmaları, onun eğitim ve öğretimini olumlu
etkilemiştir. Bu öz güven içinde yetişen İbnu’l Arabi kısa bir sürede içinde bulunduğu
atmosferi tanımış ve değerlendirmeye çalışmıştır. Böylece daha genç yaştan itibaren ilmi
araştırmalar için çeşitli ilim merkezlerini ziyaret ederek ilmi istişarelerde bulunmuştur.
İbnu’l Arabi İlk ilmi heyecanını Endülüs’ün çeşitli yerlerşim yerlerinde yaşadıktan
sonra sırasıyla Fas, Mısır, Kudüs, el- Halil, Medine ve Mekke gibi ilim merkezlerini ziyaret
etmiştir. Daha sonra Bağdat, musul, Harran, Sıvas, Malatya, Konya ve Şamı’da belli
aralıklarla ikamet ederek bir taraftan eserler yazmış diğer taraftan da insanlarla yüzyüze
sohbetlerde bulunmuştur. Bu süre içerisinde gittiği her yerde devleti idare eden yöneticilerle
de görüşmüş ve onlarla olan ilişkilerini canlı tutmuştur.
Şüphesiz ki İbnu’l Arabi tasavvuf düşüncesini sistematk hale getiren bir bilim
insanıdr. Tasavvufu incelerken Kelam, Fıkıh, Hadis, Tefsir, Felsefe başta olmak üzere benzer
ilimi disiplerle de ilgilenmiştir. Bu bağlamda her bilim alanının yetkileriyle görüşmüş ve
onlarla bilgi alış verişi yapmıştır. Bu hususta İbnu’l Arabi aynı zamanda entelektüel bir
simadır. Her bilim dalıyla ilgili tezlerinin olduğu görülmüştür.
Takdir edileceği üzere İbnu’l Arabi’nin asıl yoğunlaştığı veya tanındığı alan “vahdeti
vücud” meselesidir. Bu düşünce daha önce bazı mutasavvıflar tarafından gündeme
getirilmekle beraber asıl İbnu’l arabi ile dünya gündemine girmiştir. Bu düşünce tarzı daha o
dönemden itibaren bazı tenkitlere uğramıştır. Ancak asıl tenkitler, 18. Yüzyıldan sonra
gündeme gelen panteizm anlayışıdır. Kimi filozoflar vahdeti vücud düşüncesini panteizm ile
ilişkili göstermeye çalışmıştır. Hal böyle olunca vahdeti vücud düşüncesi üzerinden İbnu’l
arabi tenkit edilmiştir. Oysaki olay bilimsel olarak değerlendirildiğinde İbnu’l Arabi’nin
tevhid inancına aykırı bir tezi savunmadığı aşikârdır.
İbnu’l Arabi gerçekten dünyaca tanınan bir düşünürdür. Bu yıl vefatının 778. Yıl
dönümüdür. Bu büyük âlim sadece İslam dünyasında değil batıda da tanınan ve okunan bir
kişidir. Onun eserlerini okuyarak nice insanlar İslâm’ın tevhid inancıyla tanıştılar. Bugün
onun adına birçok vakıf, dernek ve topluluklar kurulmuştur. Bütün bu etkinlikler İbnu’l
Arabi’nin bıraktığı manevi mirası paylaşmak ve canlı tutmak üzere yapılmaktadır.
Kaynakça:
Ateş Süleyman, Yüce Kur’anı Çadaş Tefsiri, Yeni Ufuklar Neşriyat, İstanbul.
Ateş Süleyman, Kur’an Ansiklopedisi, KUBA; İstanbul.
Buhari, Sahîh-i Buhârî ve Tercemesi, Çev: Mehmed Sofuoğlu, Ötüken Yayınevi,
İstanbul, 1987.
Claude Addas, ibn Arabi Kibrit-i Ahmer Peşinde, (Çev: Atila Ataman), Gelenek
Yayıncılık, İstanbul, 2004.
Fahrüddin Razi Tefsiru’l Kebir, Mefatihul-Gayb, (Çeviren; Sadık Kılıç vd.) Akçağ,
Ankara 1991.
İbnu’l Arabi Havas ve Avam İtikadı( Çeviren Ekrem Demirli), Literal yayıncılık,
605
Müsned, II, 431; Buhârî, “Tevĥîd”, 22.
İstanbul, 2015.
Kılıç Mahmut Erol, DİA, “İbnu’l Arabi,” Maddesi, Ankara 1999.
Muhammed Ali Es- Sabûnî, Safvetü’t-Tefasir, Çeviren: Sadrettin Gümüş) Ensar
Neşriyat, İstanbul, 1990.
Topaloğlu Bekir, İlyas Çelebi, Kelam Terimleri Sözlüğü, İSAM, İstanbul, 2010.
Karaman Fikret vd. Dini Kavramlar Sözlüğü, Diyanet işleri Başkanlığı Yayını,
İstanbul, 2009.
Karaman Hayrettin vd. Kur’an Yolu Türkçe Meal ve Tefsiri, Diyanet İşleri Başkanlığı
Yayınları,
Ankara, 2003.
Muhyiddin İbn Arabi, Fusûsu’ Hikem Tercüme ve Şerhi, ( Çev: A. Avni Konuk),
Türkiye Yazma Eserleri Kurumu Başkanlığı, (Yayına hazırlayan; Mustafa Tahralı vd.),
İstanbul, 2017.
Özek Ali vd. Kur’an-ı Kerim ve Açıklamalı Meali, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları,
Ankara, 1993.
Vehbe Zuheyli, Tefsiru’l Münir, (Çeviren; Hamdi Arslan vd) Risale, İstanbul, 2017.
İBNÜ’L-ᶜARABÎ’NİN ḤAḌARÂT-I ḪAMS (BEŞ ÂLEM) GÖRÜŞÜNÜN
ÖZGÜNLÜĞÜ
Ömer CERAN
Özet
Velûd bir yazar olan İbnü’l-ᶜArabî (m. 1165- v. 1240) düşünce tarihinde derin bir etki
bırakmış, lehinde ve aleyhinde en çok yazı yazılmış, düşünceleri her dönemde tartışılmış
önemli düşünürlerden biridir. Onun en çok tartışılan görüşlerinin başında vahdet-i vücud
nazariyesi gelmektedir. ‘Varlığın birliği’ anlamına gelen vahdet-i vücud, bütün varlığı,
Allah’ın bir tecellisi olarak görüp ondan başka bir varlık kabul etmemektir. Vahdet-i vücudu
tevhid düşüncesinin en yetkin şekli olarak değerlendirenler olduğu gibi başka kültürlerde de
mevcut olan bir düşünüş şekli olarak görenler de olmuştur. Biz İslam kültürü içinde bu
düşüncenin İbnü’l-ᶜArabî ile özdeşleştiğini söyleyebiliriz.
Bu düşüncenin önemli terimlerinden biri ise varlık mertebelerini açıklayan ‘ḥaḍarât-ı
ḫams’dır. ‘Beş âlem’ anlamına gelen bu terim farklı isimlendirmeler olmakla beraber sırasıyla
âlem-i lâḥût, âlem-i ceberut, âlem-i melekût, âlemi-i şehadet ve âlem-i insanı (kâmil insanı)
ifade etmektedir. İbnü’l-ᶜArabî’ye göre âlemler Allah’ın isimlerinin tecellisi ve mazharıdır.
Bunlar beşe indirgenebilmekle beraber esasında sonsuzdur. Zira tecelli sonsuzdur.
Biz bu makalede İbnü’l-ᶜArabî’nin, beş âlem görüşünü şekillendirirken İbn Meserre
kanalıyla etkilendiği öne sürülen özellikle Yeni Eflatuncu-Empedoklesçi âlem görüşlerini
değerlendireceğiz. Bunların âlem görüşlerine değindikten sonra İbnü’l-ᶜArabî’nin ḥaḍarât-ı
ḫams görüşünün bunlarla ne kadar örtüştüğünü tartışacak ve onun görüşünün özgün yönlerini
tespit etmeye çalışacağız.
Anahtar Kavramlar: İbnü’l-ᶜArabî, Vahdet-i Vücud, Ḥaḍarât-ı Ḫams, Yeni Eflatunculuk,
Empedokles.
Abstract
The Originality of İbnü’l-ᶜArabî on His Opinion About Five Worlds
İbnü’l-ᶜArabî,who was a productive writer and one of the most important thinkers, had
profound influence in history of thought. His ideas were always controversial and many
articles were written both in favor of and against him.Of all his views, the theory of vahdet-i
vücud is the most controversial one. Some think that vahdet-i vücud is the best theory of
unity while the others say it is only a way of thinking. We can say that the name of İbnü’lᶜArabî was identified with vahdet-i vücud.
Ankara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, İslam Felsefesi Anabilim Dalı doktora öğrencisi.
One of the Fundamentals of this theory is ḥaḍarât-ı ḫams (five worlds): The world of
lâhut, the world of ceberut, the world of melekut, the worl of şehadet and the world of human
(sublime human). According to İbnü’l-ᶜArabî the worlds are transfigurations of Allah’s names
and there is no existence except him. Actually his names are endless but they can be reduced
to five.
This study will deal with İbnü’l-ᶜArabî’s five worlds and Neo Platonist-Empedoklesist
thoughts which are claimed to have been influenced by İbn Meserre school. What we will try
to identify in this article is how much the idea of ḥaḍarât-ı ḫams of İbnü’l-ᶜArabî overlaps
with these ideas and how original he is.
Key words: İbnü’l-ᶜArabî, Vahdet-i Vücud, Ḥaḍarât-ı Ḫams, Neo Platonism, Empedokles.
1. Giriş
İbnü’l-ᶜArabî 1165 yılında Endülüs’ün Tüdmir (Teodomiro) bölgesinde bulunan
Mürsiye şehrinde doğmuştur.606 Meşhur Arap kabilesi Tayy607 oğullarındandır. Bu şehir onun
doğduğu dönemde Muvahhitlerin kuşatması altındaydı. Vali İbn Merdeniş’in itibar ettiği
kişilerden biri olan babası daha sonra Ebu Yakub’un maiyetine girmiş ve aile İbnü’l-ᶜArabî 8
yaşında iken İşbiliye’ye (Sevilla) taşınmıştır. İbnü’l-ᶜArabî ‘cahiliye devri’ diye adlandırdığı
gençlik döneminden sonra ilme ve tasavvufa yönelmiştir. Ailesinin konumundan dolayı onun
çok iyi bir eğitim almış olduğunu tahmin edebiliriz. Zira babasının makamı itibariyle dönemin
ileri gelen birçok ilim adamıyla yakın ilişkileri bulunmaktaydı. Kısa sürede manevi bir keşfle
yüksek makamlara ulaşmış olduğunu -bizzat kendisinin naklettiği- İbn Rüşt’le görüşmesinde
aralarında geçen diyalogdan anlıyoruz.
Birçok hocadan ders alan İbnü’l-ᶜArabî 26 yaşında iken Fas ve Tilimsan üzerinden
Tunus’a gitti. O, burada daha sonra Fütuḥat’ı kendisine ithaf edeceği Abdulaziz el-Mehdevî
ve 23 yıl boyunca beraber olacakları ve Malatya’ya da beraber gelecekleri ‘evladımız’ dediği
Abdullah Bedr el-Habeşî ile tanışmıştır. Daha sonra Kurtuba’ya dönen İbnü’l-ᶜArabî 1200
yılında Endülüs’ten bir daha dönmemek üzere ayrılacaktır. Önce Hac için Mekke’ye daha
sonra Ebu Medyen’le tanışacağı Kuzey Afrika’da bulunan Becaye’ye (Bougie) geçti. Bir süre
sonra buradan ayrıldı ve önce Kudüs’e sonra da ikinci defa hac için Mekke’ye gitti. Yaklaşık
2 buçuk yıl kaldığı Mekke’de tamamlanması 23 yıl sürecek olan Fütuḥat’ı yazmaya başladı.
Buradan bir kafileyle Bağdat’a gitti. 12 gün sonra Musul’a geçti ve 1 yıl burada ikamet etti.
Daha sonra yanında Sadeddin Konevi’nin babası Mecdüddin İshak ve Abdullah Bedr el606
Claude Addas, “İbn Arabi”, çev. Atila Ataman, (İstanbul: Gelenek Yayıncılık, 2003), s. 36
Tayy kabilesi aslen Yemenli olup m. 3 asırda kuzey Arabistan’a göç etmiş ve Hz. Muhammed hayatta iken
Müslüman olmuşlardır. İspanya’nın Müslümanlar tarafından fethi ile buraya göç etmişler ve önemli görevler
üstlenmişlerdir. Nitekim İbnü’l-ᶜArabî’nin yakın akrabaları arasında da dönemin yüksek bürokrasisinden kişiler
bulunmaktadır.
607
Habeşi ile beraber Urfa, Diyarbakır ve Sivas üzerinden Malatya’ya geldi. Burada 7 ay ikamet
ettikten sonra Mecdüddin İshak’la beraber Konya’ya geldi. Daha sonra Halep, Kudüs ve Mısır
üzerinden tekrar Mekke’ye gitti. Hac yaptıktan sonra Bağdat yoluyla tekrar Konya’ya gelip
akabinde Halep ve Sivas’a uğrayıp Malatya’ya gelmiş ve buraya yerleşmiştir. Malatya’da
evlendi ve Sadeddin Muhammed adlı bir oğlu dünyaya geldi. Bir süre sonra buradan da
ayrıldı ve ömrünün son 12 yılını geçireceği Şam’a yerleşti. 1240 yılında da burada 75 yaşında
iken vefat etmiştir.
İbnü’l-ᶜArabî’nin kısaca aktardığımız bu seyahat tablosunda bazı hususların
aydınlatılması gerekmektedir. Şöyle ki hayatı boyunca toplamda yaklaşık 40 bin km yol
yapmış olan İbnü’l-ᶜArabî’nin yolculukla geçen süreler boyunca geçimini neyle sağlamış
olduğunu bilmiyoruz. Sadaka veya devlet ricalinin yardımlarıyla bunun açıklanmasını da
makul bulmadığımızı belirtmeliyiz. Onun seyahatleri boyunca hükümdar ve emirler gibi
önemli devlet adamlarıyla sürekli irtibat halinde olduğu ise bir gerçektir. Bu seyahatleri
esnasında biz, onun sadece Mısır’da, bir kere kabul görmeyerek oradan kaçmak zorunda
kaldığını görüyoruz. Onun dışında gittiği her yerde hürmetle karşılanmıştır. Yazdığı birçok
kitabı (bizzat kendi hazırladığı listede 248 kitabın ismini zikretmiştir608) veya eğer varsa şahsi
kütüphanesini bu yolculuklarda nasıl taşıdığını ya da hepsini taşıyıp taşımadığı gibi hususları
da bilmiyoruz.
İbnü’l-ᶜArabî’nin yaşadığı dönemde Endülüs ve kuzey-batı Afrika’da Muvahhidler
Devleti hüküm sürmüştür. Doğuda ise Irak ve çevresinde artık son zamanlarını yaşayan
Abbasiler, Anadolu’da Selçuklular, Mısır ve Suriye’de Eyyubî Devleti hüküm sürmektedir.
İbnü’l-ᶜArabî İslam düşünce tarihinde fikirleriyle en çok tartışılan kişilerden biri
olmuştur. Taraftarları onun düşüncelerinden Ekberîlik adlı bir tarikat ortaya çıkarmıştır. Ona
muhalif olanlar ise onun bazı fikirlerinin İslam akaidiyle bağdaştırılamayacağını ileri sürerek
onu tekfir etmişlerdir. Şüphesiz onun en çok tartışılan fikirlerinin başında varlığın birliği
anlamına gelen vahdet-i vücud bulunmaktadır. Onu savunanlar onun bu düşüncesinin yanlış
anlaşıldığını ve hakkıyla idrak edilemediğini ileri sürerek eleştirilerin yanlış ve yersiz
olduğunu ileri sürmüşlerdir. Vahdet-i vücud düşüncesinin önemli yönlerinden biri de beş âlem
görüşü diye bilinen ḥaḍarât-ı ḫams609dır.
Düşünce tarihinde görüşlerin birbirine benzemesi, birbirinden etkilenmesi son derece
doğal ve gerekli bir durumdur. Zira düşünsel ve bilimsel alandaki bilgiler kümülatiftir. İbnü’lᶜArabî’nin beş âlem düşüncesinin de kaynakları araştırılmış ve onun bu düşüncede kimden ya
da kimlerden etkilenmiş olduğu hususu tartışılmıştır. İleri sürülen tezlerden biri onun beş âlem
görüşünün kadim Yunan filozoflarından Empedokles’in âlem görüşünün yeni eflatuncu
yorumu ile benzerliği, dolayısıyla ḥaḍarât-ı ḫams görüşü üzerideki Empedokles etkisi
olmuştur. Bu etkinin de Endülüslü filozof İbn Meserre kanalıyla olduğu iddia edilmiştir.
2. Empedokles’in âlem görüşü
M.Ö. 4. asırda yaşamış olan Yunan filozofu Empedokles nesneleri ‘kökler (ya da
kökenler)’ dediği dört elementin/unsurun meydana getirdiğini söyler.610 Bu elementler
ezelidir ve yok olmayacaklardır. Doğal yaratıklar da yalnızca bu elementlerin rastlantısal bir
608
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, “Fusûsu’l-Hikem”, haz. Mahmud Erol Kılıç, Abdurrahim Alkış, (İstanbul: Litera
Yayıncılık, 2016), s. 17
609
‘Ḥaḍarât’ kelimesi haḍret kelimesinin çoğulu olup bu kelime Arapçada dad harfi ile yazılmaktadır. Türkçede
ise bu (benzer bazı kelimelerde olduğu gibi) çoğunlukla z harfi ile hazret/hazarat şeklinde söylenmektedir. Biz
bu makalede İbnü’l-Arabî’nin beş âlem görüşünü ifade ederken orijinal ifadeyi transkripte uygun olarak
‘ḥaḍarât-ı ḫams’ şeklinde ifade edeceğiz. Diğer kullanımlarda ise yaygın kullanımı (hazret/hazarat) tercih
edeceğiz.
610
Macit Gökberk, “Felsefe Tarihi”, (İstanbul: Remzi Kitabevi, 1999), s. 32
şekilde birleşiminden ibarettirler. Ona göre bu dört element ve dolayısıyla evren için bir
yaratıcı tanrı bulunmamaktadır. Bu açıdan onu Aristo’ya benzetebiliriz. Dolayısıyla onun
dualist sisteminde organizmaları bir amaca göre tasarlamış bir tanrı da söz konusu değildir.611
Ne var ki bu onun tanrılara inanmadığı anlamına gelmez. Bu dört element nesnelere farklı
oranlarda karışarak değişik tözleri meydana getirir. Tözler geçici, elementler kalıcıdır. 612
Bu dört element kendiliklerinden birleşip ayrılmazlar. Onların hareketinin nedeni
sevgi ve nefret kuvvetleridir. Dolayısıyla biz ilk defa madde ve kuvvet şeklinde bir ayrımı
Empedokles’te görmekteyiz.613 Evrende bu sevgi ile nefretin bir mücadelesi söz konusudur.
Bazı dönemlerde sevgi tamamen gelip gelmişken bazı dönemlerde nefret üstündür. O, sevgi
gücünün tamamen galip geldiği çağa ‘altın çağ’ adını verir.
Onun düşüncesinde evrenin bölümleri ve elementler sevgi içinde beraber uzun bir
zaman diliminde gelişir ve mükemmel, yüce bir mevkiye ulaşana kadar ahenkli bir birlikte
tamamlanır. Empedokles buna ‘küre’ (Sphairos) demektedir.614 Küre, başka bir ifadeyle üstün
dünyadır. Bu küre kelimesini Afîfî ‘felek’ diye çevirir.615
Empedokles’in elementleri tanrısal unsurlar olarak gördüğü yorumlarına dayanarak
onun evreninin çok uzuvlu yapısının tanrı ile büsbütün dolu olduğunu ileri sürenler
olmuştur.616
3. Yeni eflatuncu-empedoklesçi âlem görüşü
Özellikle Eflatun ve Aristo’nun felsefelerinin m. 3. asırda Plotinus ve öğrencisi
Porfiryus tarafından mistik ve dini bir yorum katılarak ele alınması şeklinde ifade edilebilecek
yeni eflatunculuğun en önemli özelliği ve özgünlüğü sudur nazariyesinden
kaynaklanmaktadır. Bu görüş İslam felsefesinin ilk teşekkül ettiği dönemde özellikle
Plotinus’a ait ‘Enneadlar’ın IV-VI. bölümlerinin Aristo’ya ait olduğu zannedilerek ‘İsalucya’
adıyla Arapçaya çevrilmesiyle İslam dünyasına girmiştir. Farabi ve İbn Sina tarafından İslamî
bir şekil kazandırılan sudur nazariyesinin daha sonra Sühreverdi’nin nur metafiziği ile İbnü’lᶜArabî’nin tasavvuf metafiziğine ilham kaynağı olduğu ileri sürülmüştür.
Yeni Eflatunculuğun İslam dünyasına girdiği dönemde mistik ve gizemli bir kişiliğe
sahip olan Empedokles’in görüşlerinin de sudur nazariyesini desteklediği yorumlarıyla
beraber ‘Cevâhirü’l-Ḫamse’ adlı bir kitabın da ona izafe edilmesinin Empedoklesçilik
denilebilecek bir düşünce sistemini ortaya çıkardığını ileri sürenler olmuştur. Burada asıl
sorun Empedokles yorumlarının onun gerçek fikirleri ile ne kadar örtüştüğüdür.
İbn Gabirol tarafından bazı bölümleri muhafaza edilerek İbranice’den Arapça’ya
çevrilen bu kitaptan hareketle beş cevher şu şekilde sıralanmaktadır: İlk heyula, akıl, nefs,
tabiat ve ikinci heyuladır. Bunlar öncelikle Şiî-İsmailî gelenekte yeniden yorumlanmış ve
bunların, canlı olan ruh ile nefs, edilgin heyula ve ne etkin ne edilgin boşluk ile doluluk
olduğu söylenmiştir. Kindi ise bunları heyula, sûret, hareket, mekan ve zamanla açıklamıştır.
Harran Sabiilerine atfedilen yorumda ise bu beş cevher Allah, nefs, heyula, zaman ve
feza/boşluk tur.617
Esasında Empedokles’e nispet edilen kitap sadece ‘Cevâhirü’l-Ḫamse’ değildir.
Bundan başka ona nispet edilmiş kitaplar da vardır. Görülüyor ki İslam Dünyasında gerçekte
Empedokles’te mevcut olmayan bazı mistik ve felsefî görüşler ona atfedilmiş ve ortaya farklı
611
W. K. C. Guthrie, “İlkçağ Felsefesi Tarihi”, çev. Ahmet Cevizci, (Ankara: Gündoğan Yayınları, 1988), s. 66-
67
612
Bertrand Russell, “Batı Felsefesi Tarihi”, çev. Muammer Sencer, (İstanbul: Say Yayınları, 1996), s. 168
Macit Gökberk, age, s. 32
614
Werner Jaeger, “The Theology of The Early Greek Philosophers”, (London, Oxford, New York: Oxford
University Press, 1967), s. 140
615
Ebu’l-Alâ Afîfî, “İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler”, çev. Ekrem Demirli, (İstanbul: İz Yay, 2011), s. 224
616
Walther Kranz, “Antik Felsefe”, çev. Suad Y. Baydur, (İstanbul: İÜEFY, 1948), s. 129
617
Ahmet Bozyiğit, “Endülüslü Bir Filozof İbn Meserre”, (Ankara: Fecr Yayınları, 2017), s. 150
613
bir Empedokles çıkarılmıştır.
Diğer bir husus ise ona atfedilen bazı fikirlerin başka filozoflarla da karıştırılmış
olabileceğidir. Bir örnek olmak üzere Şehristani gibi bazı yazarların Empedokles’e atfettiği
özellikle beşeri nefis ile görüşlerin İhvan-ı Safa’nın Risalelerindeki görüşlerle uygunluğu
bunların İhvan-ı Safa’nın görüşleriyle karıştırılmış olabileceği şüphesini doğurmaktadır.
İhvan-ı Safa’nın Yeni Eflatuncu görüşleri benimsemiş olduğu göz önünde bulundurulursa
Yeni Eflatunculukla Empedokles arasında bağlantı kısmen aydınlatılmış olabilir.
Afîfî’nin verdiği bilgilere göre İbn Meserre’ye, “Empedokles’in görüşlerini yaymıştı”
diyenlerin anladığı Empedokles felsefesinin genel özellikleri şunlardır:
-Sevgi ve nefret görüşü.
-Dört unsur ve küre görüşü.
-Allah’ın sıfatlarını birleştirme görüşünü ilk benimseyenin Empedokles oluşu.
-Allah’ın önce unsuru sonra da unsurdan diğer bütün şeyleri yaratması.
-Beşeri nefsin iki âlem arasında köprü olması ve nefsini bilenin rabbini bilmesi
görüşü.
Afîfî’ye göre son üç görüşün Empedokles’in felsefesiyle bir alakası yoktur. Bunlar
Yeni Eflatunculuğun İslami bir görünüm kazanmış yorumlarından ibarettir.618
4. İbn Meserre’nin âlem görüşü
İbn Meserre m. 883 yılında Kurtuba’da doğmuş m. 931 yılında Sierre’da vefat
etmiştir. Onun, âlem görüşünde bazı kavramların önemli bir yeri vardır. Bunlardan biri
Kur’anî bir ifade olan ‘kün’/ol kelimesidir.
Yaratıcının zâtı/özü basit, eşsiz, hareketsiz, sonsuz ve tarifsizdir. Âlem Allah’tan sudur
etmiştir. Eşyanın ondan çıkması ‘kün’ ile olmaktadır. ‘Kün’ varlığı ortaya çıkaran ilk
kuvvettir. Bununla ‘heba’ ‘ayan’a intikal eder. İlk kün eşyanın sûreti ve misali, ikinci kün ise
eşyanın bizzat kendisidir. ‘Kün’ olmadan varlık sır âleminden ortaya çıkmaz. Bütün eşya
gayb âleminde mertebe olarak yazılmış ve muhkem kılınmıştır.
a. İbn Meserre’de Varlık mertebeleri
İbn Meserre varlıkları derecelendirirken ‘Risâletü’l-Îtibar’da aşağıdan yukarı doğru;
‘Risâletü’l-Ḥurûf’ta ise yukarıdan aşağı doğru bir yol izlemiştir. Birinde değinmediği,
mertebeler arasındaki ilişki ve ayrıntılara diğerinde değinerek açıklamıştır.
O, öncelikle varlığı dört mertebeye ayırır:
1. Tanrı’nın özü/zâtıdır: ona göre esas olan budur. Diğer varlıklar onu gösteren
işaretlerdir.
2. Küllî akıl: bu, doğası gereği ruhsal ve ebedidir.
3. Tabiat: maddi cisimlerin olduğu mertebedir.
4. Nefs: bu da nâtık, hayvani ve nebati olmak üzere üçe ayrılır.
İbn Meserre yaptığı diğer derecelendirmede varlıkları ilahi sıfatlarla eşleştirir ve varlık
mertebelerin başında ilahî arşı zikreder. Allah’ın âlemi bununla yönetir. İbn Meserre burada
Allah’ın noksan sıfatlardan münezzeh olmasını ve dolayısıyla onun bizzat âlemleri
yönetmesini onun yüceliği ile bağdaşmayacağını gerekçe gösterir. Arş Allah’ın yarattığı ilk
varlıktır.
Filozofların iddia ettikleri ay üstü ve ay altı âlemden de bahseden İbn Meserre bunlarla
ilgili de açıklamalar yapmıştır. Ona göre ay altı âlem ruh, cisim ve nefsten oluşur. Burada o,
ruhu havayla, cismi yer ve suyla, nefsi de felekten yere akan kuvveyle yorumlamıştır. Nefis
ruhla ayakta durmaktadır.
İbnü’l-ᶜArabî üzerinde İbn Meserre’nin etkisinden söz eden araştırmacılardan biri olan
618
Ebu’l-Alâ Afîfî, age, s. 226
M. Asin Palacios, İbn Meserre’nin de Empedokles çizgisinde olduğunu iddia etmiştir. Samuel
M. Stern ise bu iddiaları kesin olarak reddetmiş ve durumun bir yanlış anlaşılma olduğunu
belirtmiştir.
İbn Meserre ve onun felsefesi ile ilgili doktora çalışması yapmış olan Ahmet Bozyiğit,
Palacios’un İbn Meserre hakkındaki kanaatlerinin ondan bahseden tabakât kitaplarına
dayandığını söylemektedir. Ona göre Palacios, İbn Meserre’nin kitaplarını okumuş değildir.619
Ahmet Bozyiğit bunu muhtemelen İbn Meserre’nin iki önemli kitabının İrlanda’da
Palacios’tan sonra tesadüfen bulunmasından dolayı iddia etmektedir.
Palacios’a göre Empedokles’e atfesilen görüşlerin Yeni Eflatuncu versiyonu içinde
kayda değer en önemli unsur, beş cevher hiyerarşisinde Bir’in yerini tutan ve en üst dereceyi
oluşturan İlk maddedir. A. Bozyiğit İbn Meserre’nin elimizdeki eserlerinde onun
kozmolojisinde çok önemli bir yer tutan ‘hebâ’ (yani ilk ezeli madde/ilk toz) kavramı olduğu
halde bundan ayrı bir ilk madde veya ruhani madde gibi kavramların olmadığını söyler.620
Asin Palacios, İbn Meserre’nin görüşleriyle ilgili yorumlarını ikinci derecedeki
kaynaklardan hareketle yapmıştır. Bunların başında da İbnü’l- Faradî, İbn Ḥazm, Şehrezûrî ve
İbnü’l-ᶜArabî gelmektedir. Bunlardan İbn Ḥazm’ın ona atfedilen bazı görüşlerin doğru
olmadığını belirtmesi önemlidir. Zira bazı kesimler tarafından ona karşı duyulan nefret ona
asılsız isnatlar yapılmasına sebep olmuş olabilir.
Özellikle Asin Palacios tarafından dile getirilen İbn Meserre’nin Empedokles
felsefesini yaydığı yönündeki görüşlerin kaynağı Said b. Ahmed El-Endülüsî’nin Tabakâtü’lÜmem adlı eseridir. Afîfî, daha sonra Kıftî ile İbn Ebi Usaybia’nın bu konudaki iddialarının
da bu esere dayandığını söyler.
Afîfî değerlendirmesinde yukarda temel özelliklerini verdiğimiz dönemin Empedokles
algısıyla İbn Meserre’nin felsefesinin birbirinden farklı olduğunu iddia etmiştir. O, özellikle
sevgi ve nefret görüşünün İbn Meserre’de bulunmadığını söyler. Ne var ki bunları söylerken
Afîfî, İbn Meserre’nin -kendisinin yaşadığı dönem için bunu söylediğini belirtelim- elimizde
kitabı olmadığı için kesin bir şey söylenemeyeceğini belirterek temkini de elden
bırakmamıştır.621
5. Vahdet-i vücud
Vahdet-i vücud, sadece Allah’ın var olduğu onun dışında başka bir varlığın olmadığı
esasına dayanan bir tevhid anlayışıdır. Gerçekte varlık tektir. Manevî bir tecrübe/müşahede
yoluyla ulaşılan bilgiye göre mevcut olarak görünen her şey onun tecellilerinden ibarettir.
İbnü’l-ᶜArabî’ye göre Allah, varlık mertebelerinde çeşitli suretlerde taayyun
eder/ortaya çıkar. Âlem, Hak’ın zahiri; Hak da âlemin bâtınıdır. Çoğalma Hakk’ın
taayyununda olur. Onun zatı bu tür artma ve çoğalmalardan münezzehtir.622
İbnü’l-ᶜArabî’ye göre varlık sadece Hakk’ın varlığıdır. Bu cümle vahdet-i vücudun en
önemli dayanağını teşkil etmektedir. Bu düşüncede Tanrı-âlem irtibatını açıklamak üzere
a‘yân-ı sâbite diye adlandırılan ve eşyanın ilahi ilimdeki hakikatlerini ifade eden bir fikir
kabul edilerek birlik ve çokluk sorunu çözülmeye çalışılmıştır.623
İslam kültürü içerisinde vahdet-i vücud düşüncesini özgün bir fikir olarak
değerlendirenler olduğu gibi T. İzutsu gibi birçok farklı kültürde mevcut olan bir düşünüş
şekli olarak görenler de olmuştur. İzutsu şöyle der:
“Benim bu tavrım, doğal olarak, varlığın birliği anlayışını sadece İslam’a veya İran’a
ait bir şey olarak düşünmediğime işaret edecektir. Bunun yerine ben burada bu kavram ve
619
Ahmet Bozyiğit, age, s. 109
Ahmet Bozyiğit, age, s. 110
621
Ebu’l-Alâ Afîfî, age, s. 229
622
Ahmet Ögde, “Tasavvuf El Kitabı”, ed. Kadir Erköse, (Ankara: Grafiker Yayınları, 2012), s. 473
623
Ekrem Demirli, “Vahdet-i Vücûd” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c.42, s. 432
620
onun içerdiği felsefi imkânları, Veda düşüncesi, Budizm, Taoizm ve Konfüçyüsçülük gibi
farklı tarihsel köklere giden pek çok doğu felsefesinde ortak olan temel bir yapının temsilcisi
olarak görmekteyim. Vahdet-i vücud felsefesinin yapısı farklı şekillerde geliştirilmiş olan buna bir arketip diyebiliriz- tipik bir felsefi düşünce tarzını temsil eder.”624
İbnü’l-ᶜArabî âlemin var olmasını bir çocuğun doğumuna benzetir:
“Allah’ın âlemi var etmesi doğan çocuğun var olmasına benzer. Çocuk annesinin
karnından çıktığı gün darlıktan genişliğe, karanlıktan ışığa çıkmıştır. Âlemin Hak’tan
meydana gelmesi sevinçten tasaya doğru çıkan birinin durumuna benzer.”625
a. Beş âlem olarak varlık mertebeleri
Vahdet-i vücud düşüncesinde varlığın mertebeleri önemli bir yer tutmaktadır. İbnü’lᶜArabî bu mertebeleri, esasında sonsuz olduklarını belirtip beş âleme indirgeyerek
açıklamaktadır.
İbnü’l-ᶜArabî düşüncesinde âlemlerin Allah’ın isimlerinin zuhur yeri olmaları
itibariyle sonu yoktur. İbnü’l-ᶜArabî bunu “O her gün bir iş üzeredir.”626 ayetiyle
desteklemektedir. Zira bu ayete göre Hakk’ın tecellisine son yoktur. Hakk’ın kudreti tam
kemal halinde olduğu için bir kula aynı tecelliyi iki defa vermez. Tecellide tekrar yoktur. Bu
âlemler beş bölüme ayrılır:
1-Gayb-ı Mutlak: Bu, lâhût âlemidir. Hiçbir ölçü ve şekle sığmaz. Buna lâ taayyun
âlemi, mutlak beyan, ümmü’l-kitap gibi isimler de verilmiştir.
2-Âlem-i Ceberût: Bu âleme, birinci taayyun, birinci tecelli, ilk cevher, külli ruh,
kitabü’l-mübin, gibi isimler de verilmektedir.
Ümmü’l-kitap’ta her şey toplu görüldüğü halde kitâbü’l-mübîn’de tafsilata geçilir.
3-Âlem-i Melekût: Burası meleklerin derecesidir. Buna emir âlemi, misal âlemi, ikinci
taayyun, sidre-i münteha gibi isimler de verilmiştir.
İbnü’l-ᶜArabî bu âlemle ilgili verdiği bilgilerden bazıları şöyledir:
“Gayb âlemi yasaksız emirdir. Bu nedenle emir âlemi diye de isimlendirilmiştir.”627
“Melekût âlemi manalar ve gayb âlemidir. Ona mülk âleminden yükselinir.”628
“Nefsin gaybın bilgisine ulaşmasının sebebi kendisinin gayb âleminden olmasıdır.
Cisimsel yapı nefsin annesi, ilâhî ruh ise onun babasıdır. Bu nedenle nefs ince bir perdenin
ardından gabya ulaşma imkânına sahiptir.”629
4-Âlem-i Şehâdet: Buna şuhûd-u mutlak, nâsut âlemi, mülk âlemi, mevâlid âlemi gibi
isimler de verilmiştir.
Âlem-i şehâdetle ilgili İbnü’l-ᶜArabî şöyle demektedir:
“(Oruç anlamında) Nefs ve organları tutma şehadet âlemindedir.”630
5-İnsan-ı Kâmil: Bu, birleştirici bir mertebe olup ism-i azam makamıdır. İnsan-ı kâmil
diğer makamları câmidir.631 Nitekim o şöyle der:
“Bu varlığa insan ve halife denmesinin sebebi Hakk’ın varlığa onunla nazar ve rahmet
etmesidir. O, kuşatıcı ve toplayıcıdır. Âlem onun vücuduyla tamamlanmıştı.”632
İbnü’l-ᶜArabî her şeyin canlı olduğunu iddia eder. O bu fikrini de Kur’an’da her şeyin
624
Toshihiko Izutsu, “İslam Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler”, çev. Dr. Ramazan Ertürk, (İstanbul: Anka
Yayınları, 2001), s. 84
625
İbn Arabî, “Fütuhât-ı Mekkiyye”, çev. Ekrem Demirli, (İstanbul: Litera Yayıncılık, 2006), c.6, ss. 18-19
626
Rahman Suresi 29. ayet
627
İbn Arabî, “Fütuhât-ı Mekkiyye”, c.6, s. 178
628
İbn Arabî, “Fütuhât-ı Mekkiyye”, c.7, s. 61
629
İbn Arabî, “Fütuhât-ı Mekkiyye”, c.5, s.101
630
İbn Arabî, “Fütuhât-ı Mekkiyye”, c.6, s. 178
631
Muhyiddin-i Arabî, “Özün Özü”, çev. İsmail Hakkı Bursevî, sad. Abdulkadir Akçiçek, (Ankara: Rahmet
Yayınları; 1963), ss.17-23
632
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, “Fusûsu’l-Hikem”, s. 28
Allah’ı tesbih ettiğini söylemesinden çıkarmaktadır. Ona göre insan en kâmil anlamda tespih
eden varlıktır. İnsan hazret-i ilahiyye sûretinin bütünüyle yansıdığı değerli ve özet varlıktır.633
İbnü’l-ᶜArabî bütün varlıkların aynı gaye için var olduğunu da ‘sirayet’ kelimesiyle
açıklamaktadır. Sirayet her şeyin her şeye yayılmasıdır. Bir ismin hükmü ortaya çıktığında bu
hüküm her şeye yayılır. Sirayet başka kelimelerle de ifade edilebilir. Bunlardan bazıları üst
âlemler-alt âlemler, sebepler-sonuçlar gibi kavramlardır. Bütün bu terimler Tanrı’dan belirli
bir silsile ile (daha doğru bir ifadeyle vesile ile) meydana gelmiş varlıklar arası ilişkileri
açıkladığı gibi sonuçta bütün varlıkların aynı gaye için var olduğunu gösterir.634
Hilmi Ziya’ya göre ḥaḍarât-ı ḫams İbnü’l-ᶜArabî’nin çok karmaşık olan mertebeler
kuramını açıklamak ve onu basitleştirmek için başvurduğu bir yoldur. Burada hazret
kavramına Hilmi Ziya ‘hazır bulunuş’ anlamı vermektedir. O bunu şöyle açıklar:
“Varlık, gizli bir hazinenin (kanz-i mahfi) evre evre açılışı, sonsuz, gizli varlıktan
sonsuz imkânların birer birer gerçekleşmesi yani âlemlerin meydana çıkması ise de esasında
bunda sonradan olmuş bir şey yoktur. Değişmeyen ezeli varlıkta yaratılış, doğuş, değişme
değil gizliden açığa çıkan ezeli bir hazır oluş vardır.”635
Ona göre İbnü’l-ᶜArabî değişmeler ve meydana gelmeler âlemini anlamak için ‘beş
temel hazır oluş’ kavramına başvurmaktadır.
b. Yedi tenezzül/iniş Mertebesi
Varlık mertebelerinde tecelli ile beraber yedi tane de tenezzül (iniş) mertebesi vardır.
Bunlar sırasıyla lâ taayyun mertebesi, ilk taayyun mertebesi, ikinci taayyun mertebesi, ruhlar
âlemi mertebesi, misâl âlemi, şehadet âlemi ve câmia mertebesidir.636
İbnü’l-ᶜArabî bu çıkışla ve inişle ilgili olarak şöyle der:
“Gerek Ebrarın ve gerek füccarın kâtiplerinin maddesi İlliyyin’dendir. Çünkü
cümlesinin nefs-i nâtıkası âlem-i emirden ibaret olan İlliyyin’den nüzul etmiştir. İmdi nüzulda
müsâvât mevcud ise de urûcda müsâvât yoktur.”
“Âlem-i kebirin diviti mebde-i nüzuldür. Âlem-i sağîrin diviti olan nutfe mebde-i
urûcdur. Zira Âlem-i kebirde evvel olan akıl, ahir olan tabiattır. Âlem-i sağîr olan insanda,
evvel olan tabiat, ahir olan akıldır.”637
8. İbnü’l-ᶜArabî’nin varlık mertebelerini açıklarken kullandığı bazı metaforlar
İbnü’l-ᶜArabî varlık mertebelerini açıklarken bunu değişik misallerle desteklemeye
çalışır. Bunlardan biri ayna metaforudur. Buna göre Hak, ayna, onun sıfatları ve isimleri ise
aynadaki görüntülerdir. Sıfat ve isimler ayna olarak alınırsa bu sefer de Hakk’ın tecellileri
aynadaki görüntüler olmaktadır. O, Fusûs’da şöyle demektedir:
“Hak, bütün âlemleri aynadaki gibi ruhu olmayan bir görüntü şeklinde varlığa
çıkardı.”
“Onun bütün emir ve isteği aynanın sırlanmasıydı. Böyle olunca Âdem, aynanın
sırrı/cilası gibi oldu.”638
İbnü’l-ᶜArabî’nin ayna metaforuyla ilgili olarak âlemi açıklarken kullandığı önemli
kavramlardan biri de rüyadır. Esasından varlığın bir hayal olup olmadığı ve duyularımızın bizi
yanıltıyor olabileceği şüphesi felsefe tarihinde birçok filozof tarafından ve İslam dünyasında
da özellikle Gazali tarafından ele alınmış ve üzerinde durulmuş bir konudur. İbnü’l-ᶜArabî’nin
633
Ekrem Demirli, “İbnü’l Arabî Metafiziği”, (İstanbul: Sufi Kitap, 2016), s. 145
Ekrem Demirli, age. s. 144
635
Hilmi Ziya Ülken, “İslam Felsefesi”, (İstanbul: Doğu Batı Yayınları, 2015), s. 251
636
Doç. Dr. Cevdet Kılıç, “İslam Felsefesi Tarihi”, (Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık, 2015), s. 324
637
İbn Arabi-Ahmed Avni Konuk, “Tedbîrât-ı İlâhiye”, haz. Mustafa Tahralı, (İstanbul: İz Yayıncılık, 1992), s.
416
638
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, “Fusûsu’l-Hikem”, ss. 27-28
634
âlemle ilgili rüya açıklaması ise dikkate değerdir. Özetle O, Yusuf peygamberin rüyasını
değerlendirirken onun, rüyasını yorumlamasını,639 rüyasından uyanmadan yapılan bir yoruma
benzetmiş ve hakikati daha geniş açıdan göremediğini söylemiştir. Ona göre hakikati en geniş
açıdan gören Hz. Muhammed’dir. O, “İnsanlar uykudadır, ölünce uyanırlar.” diyerek rüyanın
gerçek yorumunu yapmıştır.
İbnü’l-ᶜArabî’nin bu durumdan çıkardığı sonuç şudur: Tabircinin işlevi hakikate dair
ortaya çıkan farklı yönleri yeniden bire irca etmektir. Bu, Hz. Peygamberin bütün
peygamberler içindeki konumunu ortaya çıkarmaktadır. Bütün peygamberler Hz.
Peygamberin kemallerinin yansıdığı birer ayna iken Hz. Peygamber Tanrı’nın aynası haline
gelmiştir. Dolayısıyla biz ona göre önceki peygamberleri, Hz. Peygamberi anlamak için birer
ayna gibi yorumlamalı ve tabir etmeliyiz.640
Bir diğeri ise gölge misalidir. Gölge misalinde varlıklar âlemi, misal âleminin; misal
âlemi, ruhlar âleminin; ruhlar âlemi, âyân-ı sabitenin; o da ilk taayyun mertebesinin
gölgesidir. İbnü’l-ᶜArabî’nin verdiği diğer misallerden bazıları ise buhar-buz misali ve
çekirdek-ağaç misalleridir.
9. İbnü’l-ᶜArabî’nin âlem görüşünde diğer düşünürlerden etkilendiği bazı noktalar ve
özgünlüğü
a. İbnü’l-ᶜArabî’nin kaynakları
Ebu’l-Alâ Afîfî’ye göre İbnü’l-ᶜArabî Plotinus’un sudur teorisini baştan ona taramış
bu akışları/tecellileri kendi diliyle ehadiyye, rubûbiyye, ilk akıl, hakîkatü’l-hakâik, ilk madde
ve görülen âlem gibi isimlerle ifade ederek bunlara Empedokles’in dört unsurunu ilave etmiş
ve İslam kaynaklarından aldığı tasvirlerle bunlara başka bir çok tecelliler eklemiştir. Bütün
bunlara rağmen ona göre İbnü’l-ᶜArabî’nin sisteminin ana hatları açıktır.641
İbnü’l-ᶜArabî’nin İbn Meserre’nin kitaplarını okuduğunu ona yaptığı atıflardan
anlıyoruz. O, İbn Meserre’den övgüyle bahsetmiş ve bazı konular hakkında onun fikirlerini
nakletmiştir. Tasavvuf tarihinde Ekberî tasavvuf geleneğini İbn Meserre ekolünün bir devamı
gibi görenler de olmuştur.
İbn Meserre varlık nazariyesinde varlıkları bir derecelendirmeye tabi tutarken birinde
aşağıdan yukarıya doğru, diğerinde harflerin temsil ettiği batınî anlamların yardımıyla
yukardan aşağıya doğru bir derecelendirme yapmaktadır. İbnü’l-ᶜArabî’nin de varlığı
sınıflandırırken bazı derecelendirmeler yaptığını ve bunların birinde beş âlemden diğerinde de
yedi âlemden bahsettiğini görmekteyiz.
Mustafa Çağrıcı’ya göre, İbn Meserre’nin, melekler tarafından taşınan arş ile mülkü
(âlemi) kastettiği ve bunun da cisim, ruh, besin ve mertebe ile kuşatıldığı şeklindeki görüşünü
değerlendiren İbnü’l-ᶜArabî genelde ona katılmış fakat arşı taşıyanlarla ilgili açıklamalarında
ondan ayrılmış ve buna kendi sistemine uygun bir izah getirmiştir.
İbnü’l-ᶜArabî hakikatler dünyasını insanın keşfine kapalı bir binaya benzetmiş, bu
binanın dört duvarı, bir tavanı ve beş direği olduğunu söyleyerek bunun mahiyetinin
bilinmediğini belirtmiştir. Ancak dışarıda duvarların bitişiğinde mevcut bir direk daha
olduğunu ve bunu inceleyerek içerisi hakkında çok eksik bir kanaat oluşabileceğini
söylemiştir. Bu benzetmede M. Asin Palacios, Empedoklesçi bir İbn Meserre etkisi arayarak
beş direği, beş aslî cevherle yorumlamıştır ki buradaki sembolleri İbn Meserre’ye nispet
etmek mümkün değildir.642
639
Hz. Yusuf rüyasından on bir yıldız, ay ve güneşi kendine secde ederken görmüş, bu rüyasını daha sonra
“Rabbim rüyamı gerçek yaptı.” diyerek değerlendirmişti.
640
Ekrem Demirli, “İbnü’l Arabî Metafiziği”. S. 335
641
Ebu’l-Alâ Afîfî, “Muhyiddin İbnu’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi”, çev. Mehmet Dağ, (İstanbul: Kırkambar
Yayınları, 1999), s. 79
642
Mustafa Çağrıcı, “İbn Meserre”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c.20, s. 191
Afîfî, İbn Meserre’nin İbnü’l-ᶜArabî üzerindeki etkisini sadece onun arşla ilgili
görüşüne indirger ve onu da İbnü’l-ᶜArabî’nin kendi sistemine uygun bir şekilde
yorumladığını söyler. Ona göre böyle bir etkiden söz edenlerin –burada özellikle A.
Palacios’u kastetmektedir- delilleri zayıf ve yetersizdir.643
A. Bozyiğit, gerek İbnü’l-ᶜArabî’nin gerekse birçok sûfî ve filozofun kullandığı ‘insan
küçük âlemdir’ önermesinin de ilk defa İbn Meserre tarafından kullanıldığını
söylemektedir.644
Bazı konularda İbnü’l-ᶜArabî ile Empedokles’in görüşlerinin uzlaştığı görülmektedir
ki esasında bu konularda sadece bu ikisi arasında değil başka birçok düşünür arasında da
doğal olarak bir görüş benzerliği veya birliğinden söz edilebilir. İkisi arasındaki bazı düşünsel
benzerliklere şu şekilde örnekler verebiliriz:
İbnü’l-ᶜArabî Fütuhat’ta dört unsurdan bahsetmiş ve buna 5. bir element ilave edenler
olduğunu söylemiştir:
“Bu bağlamda söz konusu unsurların aslı olan beşinci bir varlık daha vardır. Bu
konuda akılcı-doğa bilimcileri arasında görüş ayrılığı vardır. Hakîm (Öklid) bu meseleyi
(unsurlar meselesi) Elementler kitabında yazmış, araştırmacının öğrenebileceği kayda değer
bir şey zikretmemiştir.”645
Başka bir yerde ise kendisinin de doğru bulduğu görüş olarak doğayı dört unsurdan
ayrı, beşinci bir asıl olarak zikretmiştir:
“Beşinci aslı kabul eden görüş bizce en doğru olandır ve o, doğa diye isimlendirilir.
Çünkü doğa tek bir manadır. Ateş unsuru da ve diğer bütün unsurlar da ondan meydana
gelmişlerdir. Bu bağlamda şöyle denilir: ateş unsuru doğadandır ve onunla aynı değildir.”646
İbnü’l-ᶜArabî’nin doğayı beşinci bir unsur olarak kabul etmesi onun yukarda
zikredilen ‘Cevâhirü’l-Ḫamse’ adlı kitaptan dolayı Empedokles’ten etkilendiği şeklinde
yorumlanmaya müsait bir durumdur.
İbnü’l-ᶜArabî kendi sistemiyle son derece tutarlı olarak dört unsurdan meydana gelen
insanı, ayrı ve câmi bir hazret olarak zikretmiştir. Bu görüş ‘insan küçük âlemdir’ görüşüyle
de uygunluk arz eder.
İbnü’l-ᶜArabî kendi eserlerinin değişik yerlerinde kendi görüşleriyle öncekilerin
görüşleri arasında benzerliğe dikkat çekmiştir. Fakat o, bu bilgilere keşifle ulaştığını ısrarla
belirtir.647
Empedokles’in dünyadaki değişmelerin herhangi bir amacı olmadığı, bunların birer
şans olduğu şeklindeki görüşünün ise İbnü’l-ᶜArabî’nin düşünceleriyle bağdaşmayacağı
açıktır.
Empedokles yukarıda değindiğimiz üzere evrende boşluk olduğunu kabul
etmemektedir. İbnü’l-ᶜArabî de buna katılır ve kendi düşüncesini şöyle ifade eder:
“Allah, hebâ cevherinin içinde başka bir cisim yarattı. O, boşluğu dolduran
cisimdir.”648
Ahmet Bozyiğit’e göre İbnü’l-ᶜArabî ‘hebâ’ kavramını İbn Meserre’den almıştır.649
Empedokles elementlerin tanrısal bir küre içinde birleştiğini iddia etmiştir. İbnü’lᶜArabî’nin ise buna benzer olarak kendi düşüncesi şöyledir:
“Buna göre onda kesifleşen şey toprak iken ısınan kısım havadır. Sonra ondan ısınan
kısım ateş olur ki bu esir küresidir. Bize göre unsurların aslı sudur. Bu konuda konunun
643
Ebu’l-Alâ Afîfî, age, s. 229
Ahmet Bozyiğit, age, s. 184
645
İbn Arabî, “Fütuhât-ı Mekkiyye”, c.1, s. 150
646
İbn Arabî, “Fütuhât-ı Mekkiyye”, c.1, s. 401
647
İbn Arabî, “Fütuhât-ı Mekkiyye”, c.1, s. 150
648
İbn Arabî, “Fütuhât-ı Mekkiyye”, c.10, s. 289
649
Ahmet Bozyiğit, age, s. 207
644
uzmanı olan bazı kimselerle aynı görüşteyiz. Fakat bizim dayanağımız keşftir.”650
Empedokles felsefesinde yoktan varlığa çıkma, varlığın da yok olması söz konusu
değildir. İbnü’l-ᶜArabî şu sözleri ise bu düşünceleri çağrıştırmaktadır:
“Müddet dolduğunda iş kendiliğinden kendi hali olan sürekliliğe döner. Cevheri
bakımından kendisine ilişeceği bir yokluk olmadığı gibi herhangi bir sûret de iki anda baki
kalmaz. Öyleyse yaratılış süreklidir ve varlıklar, giyme (yeni bir sûrete geçme) ve (eski
sûretten) soyutlanma imkânına sahiptir.”651
Empedokles elementler gibi bunlara etki eden iki gücü de (sevgi ve kin/nefret) ezeli
kabul etmektedir. İbnü’l-ᶜArabî insana ait sevgiyi, tabii ve ruhani sevgi diye ikiye ayırır.
İnsanı hayvandan ayıran sevginin de ruhani sevgi olduğunu söyler. Ona göre de sevginin yok
olması muhaldir:
“Sevgi, sevenin var oluşudur. Sevendeki ilgi, sevgilinin var olmasını, onun vücud ya da
vuku bulmasını kabul eder. Sevgi, sevenin özüdür. Bu yüzden yok olması muhaldir.”652
“İlahi sevgi, Allah’ın bize duyduğu sevgidir.”653
Burada Afîfî’nin şu görüşüne katıldığımızı belirtmeliyiz: Varlığın hareketi için (sevgi
ve nefret gibi) iki farklı kaynak olarak yorumlanabilecek bir düşüncenin İbnü’l-ᶜArabî’nin
kusursuz monist sisteminde yeri yoktur.
Bunlarla beraber şunu da belirtmemiz gerekir ki İbnü’l-ᶜArabî öncelikle kullandığı
birçok kelime/kavram, bunlara yüklediği anlamlar bakımından orijinaldir. Onun kullandığı
kelime ve kavramlardan çoğu kendinden sonraki birçok sûfî ve düşünür tarafından kullanılmış
ve denilebilir ki tasavvuf literatürünün de temel kavramları olmuştur.
Vücud kelimesi ilk dönem tasavvuf ıstılahında ‘vecd halinden yükselenlerin ulaştığı
bir mertebe’654 olarak ele alınmıştır. Nitekim Hucvirî vücudu açıklarken ‘Vücud,
müşahededeki bir zevk ve neşedir.’ demektedir.655 İbnü’l-ᶜArabî kullandığı bir çok kavramı
çok değişik anlamlarda kullandığı gibi vücud kavramını da ‘Kitabu Istılaḥı’s-Sûfiyye’de
tasavvuf geleneğine uygun olarak kullanmış, vahdet-i vücud görüşünde ise bu kavrama felsefî
bir anlam yüklemiştir.
İbnü’l-ᶜArabî, beşinci hazret olan insan-ı kâmili nitelerken berzah (perde) kelimesini
kullanmıştır. Afîfî, İbnü’l-ᶜArabî’nin bu kavramı İskenderiyeli Yahudi filozof Philon’dan
aldığını, Philon’un, insanı berzah yani perde olarak nitelediğini iddia etmektedir.656 İbnü’lᶜArabî’ye göre tek bir vücud vardır. Onun zahiri âlem, batını ilahi isimler, ikisini ayıran da
berzah yani insan-ı kâmildir/hakîkat-ı muhammediyedir.
b. Âlemlerin isimlendirilmesi
İbnü’l-ᶜArabî’den önce biz birçok eserde melekût ve ceberût gibi onun âlemler için
kullandığı bir çok isme rastlamaktayız. Bir örnek olmak üzere Gazali âlem-i melekût, âlem-i
ceberût ve âlem-i mülk ve şehadet şeklinde üçlü bir kozmolojik sistem üzerinde durmuştur ki
bunda Plotinus’un küllî akıl, külli nefs ve madde şeklindeki kozmolojik üçlemesinin etkisi
olduğunu ileri sürenler olmuştur.
İbnü’l-ᶜArabî bir âlemi açıklamaya çalıştığında onun görünümlerini de açıklamış ve
onlara birer isim vermiştir. Bu isimlendirme harflerin de birer ruhu olduğunu düşünen ve
onları bir ümmet olarak gören İbnü’l-ᶜArabî düşüncesinde oldukça önemli bir yer tutar.
650
İbn Arabî, “Fütuhât-ı Mekkiyye”, c.10, s. 293
İbn Arabî, “Fütuhât-ı Mekkiyye”, c.10, s. 293
652
İbn Arabî, “İlâhi Aşk”, çev. Mahmut Kanık, (İstanbul: İnsan Yayınları, 2006), s. 56
653
İbn Arabî, “İlâhi Aşk”, s. 38
654
Ebu’l-Kasım El-Kuşeyrî, “Er-Risaletü’l-Kuşeyriye”, (Beyrut: Daru’l-Hayr, 2003), s. 140
655
Hucvirî, “Keşfü’l-Mahcub”, İngilizce’den Arapça’ya çev. Mahmud Ahmed Mâdî Ebu’l-Arâim, (Kahire:
Mektebetü’s-Sakafetü’d-Diniyye, 2007), s. 460
656
Ebu’l-Alâ Afîfî, “Fusûs’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar”, çev. Ekrem Demirli, (İstanbul: İz Yay, 2000), s.
89
651
Eşyaya egemen olmak uğruna yapılan isimlendirme İbnü’l-ᶜArabî’nin bir başka özgün
yönüdür. Suad El-Hakîm’in ifadesiyle sûfi metinlerinde karşılaştığımız her terim ya İbnü’lᶜArabî’de yetkinliğe ulaşmış ya da gerçek anlamını kazanmıştır.657
İbnü’l-ᶜArabî’nin âlem görüşü gerek dini gerekse felsefi anlamda kendinden önceki
asırlar boyunca yetkinleşerek gelmiş ve onda müstesna bir yönteme dayanan orijinal bir
anlayışa dönüşmüştür.
c. Âlemlerin sayıları
Âlemlerin sayıları ve mertebeleri ile ilgili İbnü’l-ᶜArabî’den önce farklı görüşler ileri
sürülmüştür. Hucvirî bu konuda şu bilgileri verir:
“Âlem, Allah’ın mahlûkatından ibarettir. Sûfîler içinde 18 bin âlem olduğunu iddia
edenler olduğu gibi 50 bin âlem olduğunu söyleyenler de vardır. Filozoflar ise bir ulvî diğeri
süflî iki âlemden bahsederler. Usulcüler arştan arza ne varsa o kadar âlem var demişlerdir.
Tasavvuf yolunu tutanlar ruhlar/nefsler âleminden bahsetmektedirler.”658
İbnü’l-ᶜArabî’nin, âlemleri önce aşağıdan yukarıya doğru beş mertebede sonra da
yukardan aşağıya doğru yedi mertebede ele alışı İbn Meserre’yi hatırlatsa da İbnü’l-ᶜArabî
önce bunların mahiyetinde sonra da sayılarında İbn Meserre’den ayrılır. İbn Meserre yaptığı
derecelendirmede düalisttir. Yani Allah, ilk yaratmış olduğu mahlûk olan ilahi arş ile âlemleri
idare etmektedir.659 İbnü’l-ᶜArabî’nin sisteminde ise düalizm yoktur. Onda bütün bu farklı
âlemler aslında bir tek varlığın tecellilerinden ibarettir. Afîfî, İbnü’l-ᶜArabî’nin sisteminde
yaratma fiilinin yeri olmadığını söyler.660 Diğer bir fark ise bunların sayılarıdır. Âlemlerin
önce beşli sonra da yedili tasnifi İbnü’l-ᶜArabî’nin kendine özgüdür.
Burada sorulması gereken bir soru İbnü’l-ᶜArabî’nin âlemleri bu şekilde bir tasnife
neden ihtiyaç duyduğu ve bunların sayılarının neden bu şekilde tespit edildiğidir. Yedi iniş
mertebesini kısmen anlayabiliriz. Zira Allah Kur’an’da yedi gökten 661, yedi yoldan662, yedi
kapıdan663, yedi denizden664 vs. bahsetmiştir. Yedi sayısına atfedilen önem bunu anlamamızı
biraz kolaylaştırıyor. Nitekim İbnü’l-ᶜArabî’nin çağdaşı olan El-Bûnî, ‘Şemsü’l-Maârifi’lKübra’ adlı eserinde yedi feleği şu şekilde açıklar:
“Yedi felek, sayısı tek olan haftanın yedi günü ile yedi kat gök ve yeri temsil
etmektedir.”665
Beşli âlem tasnifinin de esasında diğeri gibi keşfen yapıldığı şeklinde bir yorum
burada makul görünüyor. Burada beşli tasnifin onun yorumlarından çıkarılan bir netice
olduğunu belirtelim. Bu, esasında mertebelerin beşe indirgenmesidir. Onun en önemli
öğrencisi ve şârihi olan Konevî şöyle demektedir:
“Akılların kendi başlarına idrak etmelerinin mümkün olmadığı şeylerden biri de
âlemin tabakalarının tertibinin sırrının bilgisi, bunların küllî hükümleri ve özellikleridir.”666
Fakat her durumda böyle bir tasnif her âlemin kendi ayrı kanunları olması dolayısıyla
varlıktaki olayları ve durumları açıklamada bir kolaylık sağlamaktadır.
d. ‘Hazret’ kelimesi
657
Suad El-Hakîm, “İbnü’l-ᶜArabî Sözlüğü”, çev. Ekrem Demirli, (İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2005), s. 11
Hucvirî, age, s. 429
659
Ahmet Bozyiğit, age, s. 213
660
Afîfî, age. s. 75
661
Bakara Suresi 29. ayet
662
Müminun Suresi 17. ayet
663
Hicr Suresi 44. ayet
664
Lokman Suresi 27. ayet
665
Ahmet b. Ali El-Bûnî, “Şemsü’l-Maarifi’l-Kübra”, (Mısır: Matbaatü Şirketi’t-Temeddüni’s-Sınaat, 1291), s.
9
666
Sadreddin Konevî, “Yazışmalar”, çev. Ekrem Demirli, (İstanbul: İz Yayıncılık, 2002), s. 17
658
Hazret kelimesi ‘yakında ve yanında olmak’ gibi anlamlara gelmekle beraber
tasavvufta manevi bir makamın ismi olarak İbnü’l-ᶜArabî’den önce kullanılan bir ifadedir.
Nitekim İbnü’l-ᶜArabî’den yaklaşık 30 sene önce vefat eden Rûzbihân El-Baklî şöyle
demektedir:
“Ruh, en büyük örtünün arkasında varıp gayb çöllerinde oturunca kendisiyle özel
hazret arasında bir örtü olmayan hazrete ulaşmış olur. Bu makama hayret makamı da denir
ki Arif şöyle demiştir: hazret yücelikle doludur.”667
Araştırmalarımıza göre İbnü’l-ᶜArabî’den önce hazret kelimesinin ‘âlem’ anlamında
kullanımına rastlamadık. O, birçok kavramda olduğu gibi bu kavramı da kendi sistemi içinde
yeniden anlamlandırmış ve sisteminin bir parçası haline getirmiştir.
İbn Haldun bazı mutasavvıfları eleştirirken İbnü’l-ᶜArabî ile beraber İbn Berrecan’ı da
‘hazarat ehli’ diye nitelemiştir. O, şöyle demektedir:
“Bu görüşlerden birincisi hazarat, esma, mezahir ve tecelli ehlinin görüşüdür. Bu,
felsefi işaret mahiyetinde garip bir görüştür. Bu yolu geniş bir şekilde ele alanların
meşhurları: İbn Berrecan, İbn Fârız, İbn Kasiyy, El-Bûnî, El-Hatemi (İbnü’l-ᶜArabî) ve İbn
Sudkîn’dir.”668
İbnü’l-ᶜArabî’den 25 sene önce vefat eden ve İbnü’l-ᶜArabî’nin etkilendiği kişilerden
biri olan İbn Berrecan’ın kitaplarının tamamını tetkik etme imkânımız olmadı fakat İbn
Berrecan ile ilgili doktora çalışması yapmış olan Mehmet Yıldız onda ‘hazret’ kavramının
olmadığını belirtmiştir. Biz İbn Fârız ve El-Bûnî’nin elimizde bulunan kitaplarını
incelediğimizde (bunlar El-Bûnî’nin ‘Şemsü’l-Maârifi’l-Kübrâ’ ve ‘Menbâ’ı Uṣûli’l-Ḥikmet
‘ile İbn Fârız’ın ‘Naẓmu’s-Sülûk’ adlı eserleridir) âlem anlamında kullanılan bir hazret
kavramına rastlamadık.
İbn Kasiyy’in İbnü’l-ᶜArabî tarafından da şerh edilmiş olan tek eseri ‘Ḫal’ün-Na’leyn’
dir. Bu eserin mevcut nüshalarından birinin tam adı ‘Ḫal'u'n-na'leyn fi'l-vuṣul ilâ ḥaḍreti'lcem'ayn’ dır. İbn Kasiyy bu eserde iç içe geçmiş altı varlık dairesinden bahseder. Fakat
bunlara ‘felekler’ der.669 Mesela en geniş halka felekü’l-hayat’tır. Sonra felekü’r-rahmet gelir.
En içte ise felekü’s-sema ve’l-arz vardır. Kitabın ismindeki hazret kelimesini durum şeklinde
çevirmek (Kavuşmada İki Birleşme Durumuna Geçme/Çıkma şeklinde) daha uygun
görünüyor. Bununla beraber kitaba bu ismin sonradan ilave edilmiş olma ihtimali de
yüksektir. Nitekim İbnü’l-ᶜArabî de kitaba yazdığı şerhte kitabın bir nüshasındaki bazı
bölümleri orijinal metinde görmediğini söyler. Kitabın elimizde bulunan başka bir nüshasının
adı ise ‘Ḫal'u'n-na'leyn ve İktibâsü’l-Envar min Mevdı’i’l-Ḳademeyn’ şeklindedir. İbnü’lᶜArabî’nin şerhi de bu nüsha ile tutarlılık arz etmektedir.670
İbn Haldun’un ismini verdiği kişileri hepsinin de hazret kavramını kullandıklarından
dolayı değil, muhtemelen tecelliye dayanan varlık görüşlerinden dolayı bu şekilde tanımladığı
anlaşılıyor.
İbnü’l-ᶜArabî’den sonra hazret kavramı ‘varlığın genel mertebeleri ve âlemdeki bütün
tecellilerle birlikte ilahî bir hakikat’ anlamında kullanılmıştır. Mehmet Demirci hazret
kelimesinin İbnü’l-ᶜArabî’den sonra gerek sûfi gerekse sûfi olmayan din ve devlet adamları
için de bir saygı ifadesi olarak kullanılmaya başlandığını söylemektedir.671Nazif Hoca,
Ruzbihan El-Baklî’nin ‘Kitâbü Meşrebü’l-Ervaḥ’ adlı kitabında tasavvuf ıstılahında daha
önce kullanılmayan birçok kavramı kullanarak bunları tasavvuf literatürüne kazandırdığını
667
Rûzbihân El-Baklî, “Kitabü Meşrebü’l-Ervah”, neş. Nazif M. Hoca, (İstanbul: İstanbul Üniversitesi Edebiyat
Fakültesi Yayınları, 1974), s. 253
668
İbn Haldun, “Tasavvufun Mahiyeti”, haz. Süleyman Uludağ, (İstanbul: Dergah Yayınları, 1977), s. 159
669
http://www.aljabriabed.net/n17_09adluni.htm
670
İlyas Çelebi, “İbn Kasî ve Hal’un’-Na’leyn Adlı Eseri”, İlam Araştırma Dergisi, c.2, sy. 2, (1997) ss. 153-155
Ayrıca bkz: https://slidex.tips/download/i-hayat-bn-kasi-ve-halun-naleyn-adli-eser
671
Mehmet Demirci, “Hazret”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 17, s. 147
söyler ki kanaatimizce daha önce herhangi bir kaynakta makam anlamında bir kullanımına
rastlamadığımız hazret kelimesi de bunlardan biridir. Ethem Cebecioğlu, Kuzey Afrika’da
Şazili Tarikatının bir geleneği olarak kendi zikir toplantılarına da hazra/hadra adını
verdiklerini söyler.672 Bunu da Kuzey Afrika’da tasavvuf geleneği üzerinde muhtemel bir
İbnü’l-ᶜArabî etkisiyle açıklamak mümkündür.
e. İbnü’l-ᶜArabî’nin âlemleri açıklarken kullandığı bazı metaforlar
Onun, varlık mertebelerini açıklarken kullandığı misaller ve bunlara yüklediği
anlamlar onun bir başka özgün yönüdür. Ayna metaforu bunlardan biridir. Ayna metaforunu
İbnü’l-ᶜArabî’den önce faklı amaçlar için kullananlar olmuştur. Örneğin Yahya b. ᶜAdi bunu
teslisi inancını için kullanmıştır.673 Yahya b. ᶜAdi’ye göre karşı karşıya duran iki aynadan
herhangi birinin görüntüsü diğerinde görünecek, böylece ikinci aynadaki görüntü bir görüntü
daha ortaya çıkaracak o da birinci aynaya yansıyacak ve üçüncü bir görüntü oluşacaktır.
Sonuçta hepsi de bir görüntünün yansımaları olacaktır.
İbnü’l-ᶜArabî’nin, kendinden sonraki birçok sûfi tarafından da kullanılmış olan ayna
metaforunda âlemi aynadaki görüntüyle açıkladıktan sonra genel olarak insanın özel olarak da
insan-ı kâmilin bu aynanın sırrı/cilası olduğunu, o olmadığı takdirde bu aynadaki görüntülerin
ortaya çıkmayacağını belirtmiştir.
İbnü’l-ᶜArabî’nin âlemin rüya ile açıklanması konusundaki görüşlerini değerlendiren
Ekrem Demirli’nin şu açıklamaları da İbnü’l-ᶜArabî’nin bu konuda orijinalliğini göstermesi
bakımından önemlidir:
“Biz burada marifet kavramının, ölmeden önce uykudan uyanmakla ilişkisinin
olduğuna tanık oluyoruz. Bilgi süreciyle insan ya uyuduğunun farkına varır –ki bu bir ayıklık
halidir- veya uykusundan uyanır ve rüyasını tabir eder. Öyleyse bilgi ve marifet bir teyakkuz
halidir. İbnü’l-ᶜArabî âlem kelimesinin anlamından hareket ederek görüşünü teyit eder. Âlem
işaret demektir ve işaretin yorumlanması gerekir. Burada İbnü’l-ᶜArabî tabir ile itibar
arasındaki anlam ilişkisine dikkat çeker: her insan bilme eylemiyle tabir yapmakta ve bir rüya
yorumlamaktadır.”674
Sonuç
İbnü’l-ᶜArabî düşünce tarihinin en çok tartışılan düşünürlerinden biridir. Yazdığı çok
sayıda kitap ve risale ile kendinden sonrakilere zengin bir düşünsel miras bırakmıştır.
Kendisine muhabbet besleyen ve taraftar olanlar olduğu gibi onu son derece sert ve hatta
bazen edep sınırlarını aşacak bir derecede eleştirenler de olmuştur.
Bir düşünürün kendinden önceki düşünürlerden etkilenmesi kadar doğal bir durum
olamaz. Zira düşünsel etkinlikler karakteri önceki düşüncelerin doğrulanması veya
yanlışlanması sûretiyle ortaya bu doğrultuda yeni fikirler sunmak şeklindedir. İbnü’lᶜArabî’nin bazı düşünceleri de kendinden önceki bazı sûfî ve filozoflarla örtüşmektedir. O,
katıldığını söylediği bazı filozoflara ait bilgilere keşfle ulaştığını söylemektedir. Onun
üzerinde çalışan fikir işçileri buna itibar etmek zorundadır. Zira biz bunu sorgulayacak
durumda olmadığımız gibi kişisel bir bilgi türü olarak bunun keyfiyetine de vâkıf değiliz.
İbnü’l-ᶜArabî’nin âlem görüşünde kendisinden etkilendiği söylenen Empedokles’in
görüşlerinin esasında Empedokles’in İslam dünyasındaki yeni eflatuncu bir yorumu olduğu ne
var ki İbnü’l-ᶜArabî’nin beş âlem görüşünün, aralarında ciddi fark olan her iki düşünceden de
ayrı ve özgün bir yapıda olduğu bir gerçektir.
672
Ethem Cebecioğlu, “Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü”, (İstanbul: Ağaç Kitabevi Yayınları, 2004), s.
261
673
Mehmet Nesim Doru, “Yahya b. ᶜAdi’nin Metafizik Görüşleri”, (Basılmamış doktora tezi, Ankara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi, 2007), s. 103
674
Ekrem Demirli, “İbnü’l Arabi Metafiziği”, s. 340
İbnü’l-ᶜArabî’nin beş âlem görüşü her ne kadar bazı yönleri itibariyle kendinden
önceki bazı âlem teorileriyle benzerlik gösterse de öncelikle kullandığı terminoloji ve
meseleye bakış açısı kendine özgüdür. Şöyle ki o, önce maddî âlemden lâhutî âleme bir
yükseliş olarak ele aldığı âlemleri beş mertebede, daha sonra da lâhutî âlemden maddî âleme
iniş olarak değerlendirmesinde, yedi mertebede âlemleri tasnif ederek açıklamıştır. Onun
varlık mertebeleriyle ilgili verdiği misaller ise kendinden sonra birçok sûfî tarafından
kullanılmış olup bunlarda da kavram ve bunlara yüklediği anlamlar kendine özgüdür.
Kaynakça
Addas, Claude. “İbn Arabi”, çev. Atila Ataman, İstanbul: Gelenek Yayıncılık, 2003.
Ahmet b. Ali El-Bûnî. “Şemsü’l-Maarifi’l-Kübra”, Mısır: Matbaatü Şirketi’t-Temeddüni’sSınaat, 1291.
Ahmet, Bozyiğit. “Endülüslü Bir Filozof İbn Meserre”, Ankara: Fecr Yayınları, 2017.
Cebecioğlu, Ethem. “Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü”, İstanbul: Ağaç Kitabevi
Yayınları, 2004.
Corbin, Henry. “İslâm Felsefesi Tarihi”, çev. Hüseyin Hatemi, İstanbul: İletişim Yayınları,
1985.
Çağrıcı, Mustafa. “İbn Meserre”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c.20, ss. 188-193
Çelebi, İlyas. “İbn Kasî ve Hal’un’-Na’leyn Adlı Eseri”, İlam Araştırma Dergisi, c.2, sy. 2,
(1997) ss. 151-158
Daniel W. Graham. Edited and Translated by, “The Texts of Early Greek Philosophy”, New
York: Cambridge University Pres, 2010.
Demirli, Ekrem. “İbnü’l Arabî Metafiziği”, İstanbul: Sufi Kitap, 2016.
Demirli, Ekrem. “Vahdet-i Vücûd” Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c.42, ss. 431435
Demirci, Mehmet. “Hazret”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi, c. 17, ss. 146-147
Doru, Mehmet Nesim. “Yahya b. ᶜAdi’nin Metafizik Görüşleri”, Basılmamış doktora tezi,
Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, 2007.
Dumont, Jean-Paul. “Antik Felsefe”, çev. İsmail Yerguz, Ankara: Dost Kitabevi Yayınları,
2007.
Ebu’l-Alâ Afîfî. “Fusûs’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar”, çev. Ekrem Demirli, İstanbul: İz
Yay, 2000.
Ebu’l-Alâ Afîfî. “İslam Düşüncesi Üzerine Makaleler”, çev. Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yay,
2011.
Ebu’l-Alâ Afîfî. “Muhyiddin İbnu’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi”, çev. Mehmet Dağ,
İstanbul: Kırkambar Yayınları, 1999.
Ebu’l-Kasım El-Kuşeyrî. “Er-Risaletü’l-Kuşeyriye”, Beyrut: Daru’l-Hayr, 2003.
Gökberk, Macit. “Felsefe Tarihi”, İstanbul: Remzi Kitabevi, 1999.
Guthrie, W. K. C. “İlkçağ Felsefesi Tarihi”, çev. Ahmet Cevizci, Ankara: Gündoğan
Yayınları, 1988.
Hucvirî. “Keşfü’l-Mahcub”, İngilizce’den Arapça’ya çev. Mahmud Ahmed Mâdî Ebu’lArâim, Kahire: Mektebetü’s-Sakafetü’d-Diniyye, 2007.
Izutsu, Toshihiko. “İslam Mistik Düşüncesi Üzerine Makaleler”, çev. Dr. Ramazan Ertürk,
İstanbul: Anka Yayınları, 2001.
İbn Arabî. “Fütuhât-ı Mekkiyye”, çev. Ekrem Demirli, İstanbul: Litera Yayıncılık, 2006.
İbn Arabî. “İlâhi Aşk”, çev. Mahmut Kanık, İstanbul: İnsan Yayınları, 2006.
İbn Arabi-Ahmed Avni Konuk. “Tedbîrât-ı İlâhiye”, haz. Mustafa Tahralı, İstanbul: İz
Yayıncılık, 1992.
İbn Haldun. “Tasavvufun Mahiyeti”, haz. Süleyman Uludağ, İstanbul: Dergah Yayınları,
1977.
Jaeger, Werner. “The Theology of The Early Greek Philosophers”, London, Oxford, New
York: Oxford University Press, 1967.
Kılıç, Cevdet. “İslam Felsefesi Tarihi”, Ankara: Nobel Akademik Yayıncılık, 2015.
Kranz, Walther. “Antik Felsefe”, çev. Suad Y. Baydur, İstanbul: İÜEFY, 1948.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî. “Fusûsu’l-Hikem”, haz. Mahmud Erol Kılıç, Abdurrahim Alkış,
İstanbul: Litera Yayıncılık, 2016.
Muhyiddin-i Arabî. “Özün Özü”, çev. İsmail Hakkı Bursevî, sad. Abdulkadir Akçiçek,
Ankara: Rahmet Yayınları; 1963.
Ögde, Ahmet. “Tasavvuf El Kitabı”, ed. Kadir Erköse, Ankara: Grafiker Yayınları, 2012.
Russell, Bertrand. “Batı Felsefesi Tarihi”, çev. Muammer Sencer, İstanbul: Say Yayınları,
1996.
Rûzbihân El-Baklî. “Kitabü Meşrebü’l-Ervah”, neş. Nazif M. Hoca, İstanbul: İstanbul
Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Yayınları, 1974.
Sadreddin Konevî. “Yazışmalar”, çev. Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yayıncılık, 2002.
Suad El-Hakîm. “İbnü’l-ᶜArabî Sözlüğü”, çev. Ekrem Demirli, İstanbul: Kabalcı Yayınevi,
2005.
Ülken, Hilmi Ziya. “İslam Felsefesi”, İstanbul: Doğu Batı Yayınları, 2015.
Web Sayfası
http://www.aljabriabed.net/n17_09adluni.htm
https://slidex.tips/download/i-hayat-bn-kasi-ve-halun-naleyn-adli-eser
III. OTURUM
PEMBE SALON
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Süleyman DERİN
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE ÖNEMLİ BİR NAZARİYE OLARAK NUR-I MUHAMMEDİ
VE İBNÜ’L ARABi
Prof. Dr. Mustafa ARSLAN
ENDÜLÜS’TE TASAVVUF VE KABALA’NIN BULUŞMASI: İBNÜ’L ARABİ VE
EBU’L-AFİYE
Doç. Dr. Eldar HASANOĞLU
ÖZEL RİVAYET YÖNTEMLERİ VE İBNÜ’L ARABÎ
Dr. Öğrt. Üyesi Mehmet AYHAN
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE ÖNEMLİ BİR NAZARİYE OLARAK NÛR-I
MUHAMMEDÎ VE İBN ARABİ
Mustafa ARSLAN675
Özet
Tebliğin konusunu İslam düşüncesinde önemli bir nazariye olan Nûr-ı Muhammedî
düşüncesi ve İbn Arabi'nin bu nazariyeyi nasıl yorumladığı ve geliştirdiği
oluşturmaktadır. Bu anlamda tebliğ iki temel konuya odaklanmaktadır. Tebliğde önce
Nûr-ı Muhammedi anlayışı İslam düşüncesindeki önemi çerçevesinde kısaca ele
alınmış sonra da İbn Arabi'nin belli başlı çalışmalarından yola çıkılarak Onun bu
düşünceyi nasıl yorumladığı üzerinde durulmuştur. Nûr-ı Muhammedi nazariyesi,
İslam düşüncesindeki önemi ve işlevselliği yanında İbn Arabi’nin düşünce
sistematiğinde de önemli ve merkezi bir yere sahiptir. İbn Arabi şüphesiz kendinden
önce de var olan bu nazariyeyi geliştirmiş, sistemleştirmiş ve düşüncesinin merkezi
kavramlarından birisi haline getirmiştir. Başka bir deyişle İbn Arabi, kendisinden önce
ahlaki bir ilke olarak ele alınan Hz. Peygamber’e “metafizik bir içerik” kazandırmıştır.
İbn Arabi’nin bu düşüncesi o kadar etkili olmuştur ki, kendisinden sonraki tasavvufi
düşüncenin hakeza buna bağlı edebiyat eserlerinin ve popüler dini kültürün de önemli
bir konusu olmuştur.
Anahtar kavramlar: Nûr-ı Muhammedî, Hakikat-ı Muhammediye, İbn Arabi, Logos,
Hz. Muhammed
Abstract
Nûr-ı Muhammedi as an Important Theory in Islamic Thought and Ibn Arabi
The subject of the paper is the idea of Nûr-ı Muhammedî which is an important
argument in Islamic thought and how Ibn Arabi interpreted this theory. In this sense,
the paper focuses on two main issues. In the presentation, first the concept of Nûr-ı
Muhammedî was briefly discussed in the context of Islamic thought, and then it was
emphasized how Ibn Arabi interpreted his ideas based on his major works. In addition
to the importance and functionality of Islamic thought, the Nûr-i Muhammedî theory
has an important and central place in the thought systematics of Ibn Arabi too. Ibn
Arabi developed this system before him, systematized and made one of the central
concepts of his thought. In other words, Ibn al-Arabi has given metaphysical content to
the concept of the Prophet, which is considered as a moral principle. Ibn Arabi's theory
was so effective that it became an important subject of later sufistic thought and
religious literary works as well as popular religious culture.
Key words: Nûr-ı Muhammedî, Hakikat-ı Muhammediye, Ibn A’rabi, Logos, Prophet
Muhammed.
Tebliğin konusunu İslam düşüncesinde önemli bir nazariye olan Nûr-ı Muhammedî
675
Prof. Dr. İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Bölümü.
[email protected]
düşüncesi ve İbn Arabi'nin bu nazariyeyi nasıl yorumladığı ve geliştirdiği oluşturmaktadır. Bu
anlamda tebliğ iki temel konuya odaklanmaktadır. Bu nedenle çalışmada önce Nûr-ı
Muhammedi anlayışı İslam düşüncesindeki önemi çerçevesinde kısaca ele alınacak sonra da
İbn Arabi'nin belli başlı çalışmalarından yola çıkarak Onun bu düşünceyi nasıl yorumladığı
üzerinde durulacaktır. Çünkü Nûr-ı Muhammedi nazariyesi, “İslam düşüncesindeki önemi ve
işlevselliği” yanında “İbn Arabi’nin düşünce sistematiğinde de önemli ve merkezi bir yere
sahiptir.” Bu anlamda İbn Arabi'nin düşüncesini anlarken onda merkezi bir kavram olan Nûr-ı
Muhammedi nazariyesini nasıl değerlendiğini ve düşüncesindeki yerini bilmemek büyük
eksiklik olacaktır.
1. Nûr-ı Muhammedi Nazariyesinin İslam Düşüncesindeki Yeri ve Önemi
Öncelikle belirtmek gerekir ki, Nûr-ı Muhammedî anlayışı bir nazariye yani teorik bir
kavramsallaştırımdır. Bu nedenle de başlıkta nazariye, teori kelimesi bilinçli olarak
kullanılmıştır. Abdulkerim el-Cili başta olmak üzere İbn Arabi ve diğer düşünürler onu
İslam’ın varlık, değer ve bilgi konularında merkezi bir kavram olarak kullanmışlar, birçok
meseleyi yorumlarken bu kavramı kök model olarak merkezi konumda ele almışlardır.
Özellikle ontolojik konularda Nûr-ı Muhammedî nazariyesinin işlevselliği çok belirgindir.
İslam öncesi uygarlıkların düşünce tarihinde görülen “oluş” ve “logos” gibi kök kavramlar
kimi düşünürler tarafından İslam ve özellikle de sufi düşüncede Nûr-ı Muhammedî veya
bazen de onun yerine kullanılan “Hakîkat-ı Muhammediye” kavramı ile karşılanmaya
çalışılmıştır. İbn Arabi aynı bağlamda olmakla birlikte Hakîkat-ı Muhammediye terimini daha
sıklıkla kullanır. Ancak sonuçta aynı şema ve anlam içerisinde kullanılmaktadır ve farklı
kültürlerde de ele alınan konular yoğun bir din dili çerçevesinde işlenmektedir.
Nûr-ı Muhammedî anlayışının ilk olarak Sehl bn. Abdullah et Tüsteri’de (ö. 238) ortaya
çıktığında kaynaklarda ittifak vardır (Demirci, 1997: 179). Tüsteri, Allah’ın Hz. Muhammed’i
kendi nûrundan yarattığını ileri sürmüş, ancak Nûr-ı Muhammedî kavramından
bahsetmemiştir. Hallâc-ı Mansur’un eseri Tavasin’de “Nur-ı Muhammedî” teorisini biraz
daha geliştirip bundan ileri götürdüğü söylenebilir. Kavram en mükemmel halini Abdulkerim
el-Cili ve İbn Arabi’nin eserlerinde kendisini göstermiştir. İbn Arabi, Fusûs-ul Hikem’ini
tamamen bu konuyu merkeze alarak işlemektedir ancak kavramdan doğrudan bahsetmez
sadece son bölümde biraz bahseder. Yine ünlü Fütuhât-ı Mekkiyye adlı eserinin hemen
başında İbn Arabi bu konuyu genişçe ele almıştır.
Nûr-ı Muhammedî nazariyesine göre, her şeyden önce Hz. Muhammed’in nûru, bu nûrdan
da diğer varlıklar yaratılmıştır. Hz. Âdem’den başlayıp bütün peygamberlerde tecelli eden bu
nûrun en son Hz. Muhammed’de yani gerçek sahibiyle buluştuğu kabul edilir. Bütün
yaratıklar ondan sonra yaratılmıştır. Hz. Peygamber’in “Nûr” olarak algılanışı ve ilk yaratılan
nûr olduğu konusunda bazı ayet ve hadislere dayanılmıştır. Örneğin Tüsterî, “Allah tarafından
bir nur ve apaçık bir kitap gelmiştir.” (Maide, 15) ayetinden hareketle Hz. Peygamber’i bir
nur olarak algılamış, “Allah’ın, Hz. Muhammed’i kendi nurundan yarattığını, bu nurun
yaratma sebebi olduğunu,” ileri sürmüştür. Yine “Âdem su ile çamur arasında iken ben
peygamberdim (İbn-i Hanbel, IV, 127)”, “Sen olmasaydın ben kâinatı yaratmazdım (Hakim,
Müstedrek, II, 615)” hadisleri de bu bağlamda kullanılmaktadır (bk. Goldziher, 1997). Ancak
bunlara şüphesiz zahir ulemasının eleştirileri olmuştur. Bu eleştiriler, “rivayetlerin zayıf
oluşu, selefin bu tarz yorumlara sahip olmayışı, bu fikrin eski kültürlerin felsefi ve mitik
ögelerine dayandığı, bunun önce Şii muhitlere, oradan da tasavvufa geçtiği,” gibi noktalarda
toplanmaktadır (Demirci, 1997: 180; Cabiri, 1999, 422).
Nûr-ı Muhammedî kavramı, diğer kültürlerde ilk yaratılış konusunda geliştirilen
kavramlarla etkileşim halindedir. Bu anlamda kavram antik dünyanın yaratılış, varoluşla ilgili
“Mitik ve felsefi içeriklerini” İslami motiflerle zenginleştirilmiş halde taşımaktadır. Kadim
uzak ve Yakındoğu mitoslarından Hermetik düşünceye, oradan antik (özellikle Yeni
Eflatuncu) felsefeye kadar birçok gelenek son halde İslami-Tasavvufi dille yoğrulan bu
nazariyede kendisine yer bulmaktadır (bk. Massignon, 1964; Goldziher, 1997). Eski çağlardan
günümüze insanoğlunun yaratılış konusunda ortaya koyduğu “mitik, felsefi ve dinî açıklama
tarzlarını örneğin “İlk yaratılanın ne olduğu, ilk neden, ilk model, ilk oluş, evrenin nasıl
yaratıldığı, Yüce Varlık’ın maddi evren ile ilk teması gibi” kadim konu ve kavramların bu
nazariyede içkin olduğunu görmekteyiz. Ancak Nûr-ı Muhammedî kavramının bu
anlayışlardan farkı, “Evrenin oluşumu ve sürekliliği” meselesini “Peygamber merkezli”
olarak çözümlemeye çalışmasıdır.
Nûr-ı Muhammedî kavramı felsefi özellikle ontolojik konuları içermektedir. Nûr-ı
Muhammedî varlıktan önce var olan, etkin ve işlevsel bir “ilk” şeyi ifade eder. Bu anlamda O
antik felsefedeki Logos kavramı ile çok yakın benzerliğe sahiptir. Kadim Yunan’da “Logos”,
varlıktan önce gelen, varlığı en eski olan anlamlarına gelen bir kök kavram idi. Daha sonraları
bu kavram ünlü Helenistik Yahudi filozof Philo Judaeus tarafından “Yaratıcı prensip” olarak
yaratılışta aracı bir kavram biçiminde ele alındı. Philo kavramı, “Başlangıçta Tanrı ile var
olan”, “Tanrının sözü/ kelimesi”, “Düzenin oluşması için ilahi irade tarafından kullanılan
araç” anlamlarında ve Gnostik “Demiurge” kavramına benzer şekilde “Yaratıcı ilke” şeklinde
kullanmıştı. Gnostik kozmolojide fiziksel kozmosun yaratılış nedeni “Demiurge” idi. Aynı
şekilde eski Mısır’da da Logos’a benzer şekilde “Işık” kavramı kullanılmakta idi. Işık ilk
yaratılan şeyin adı idi ve kaosun sonunda Işık ile düzen başlamıştır anlayışı hâkimdi.
Logos’un Demiurge olarak Yunanda, “Thoth’un sözü” olarak eski Mısır’da kullanılışının yanı
sıra Sümer başta olmak üzere Mezopotamya geleneğinde de bu temanın kullanıldığını
biliyoruz. Kavram “Yaratıcı olmayan ama yaratılışı düzenleyici yaratılandan yeni şeyler
oluşturan” bir ilkeyi, kozmik düzeni işler kılan ilahi bir yazgıyı da ifade etmekte idi. Ayrıca
Logos’un tarihsel süreç içinde arketipik bir kişiyi, Tanrının imajını, Tanrıdan ilk olanı (oğul)
ifade edecek şekilde kullanıldığını ve buna dinler tarihi yazını içinde çokça atıf yapıldığını
biliyoruz. Bütün bu kültürler açısından önemli olan nokta, “Evrenin nasıl oluştuğu sorusuna
cevap vermenin yanında ondan da önemlisi ‘aşkın, yüce ve tarih üstü bir varlığın’ evreni,
maddi olanı yaratırken ki iletişimin mahiyetinin nasıl açıklanacağında,” düğümleniyordu.
Nûr-ı Muhammedî anlayışına göre, “Vücud-Mutlak”ın belirginleştiği ilk mertebeye
(taayyün-i evvel) Hakikat-ı Muhammedi adı verilir ve varoluşun başlangıcıdır. “VücudMutlak” Hakikat-ı Muhammedi mertebesine tenezzül etmiş, her şey ondan sonra halk
olmuştur. Burada eşyanın hakikati henüz “bilkuvve” mevcuttur. Yâni “âlim” (bilen), “malûm”
(bilinen) ve “ilim” (bilgi) birdir. Bu makam “ilk akıl”, “ilk nur”, “ilk gölge” olarak da
isimlendirilir. Nûr-ı Muhammedi evrenin ve bütün mahlûkatın ilk varoluşu konusunu
açıklamada kullanılan işlevsel bir kavram / teoridir. Nur ya da Hakikat, bütün yaratılmış
varlıklar ile Bir arasında vasıtadır. Bir’den çıkan varlık tecellisi onun vasıtasıyla diğer varlılar
üzerine yayılır onları var eder. Bu varlıklar, hakikatler varoluşları ve hakikatleri yanında
bütün bilgilerini de bu ilk varlıktan alırlar. Bu nedenle kavram, diğer kültürlerde ilk yaratılışın
mahiyeti konusunda geliştirilen kavramlarla da etkileşim halindedir. Bu bağlama Logos Nûr-ı
Muhammedi olarak ele alınıyor demek yanlış olmaz. O ilk yaratılan, varlıktan önce gelen ilk
enkarnasyondur.
Nûr-ı Muhammedi nazariyesi, İslam kültüründe sadece felsefi-tasavvufi eserlerle sınırlı
kalmamış, halka yönelik yazılan dini-edebi metinlerde de yansımasını bulmuştur. Evren ve
yaratılış ile diğer dini konuların Hz. Muhammed (sav) merkezli ve efsanevi, coşkusal, sınırsız
sevgi seli içinde ele alınışı halk kitlesinin bu tarz eserlere olan ilgisini artırmıştır. Bu, Türk
edebiyatında özellikle Yunus Emre, Mevlana, Süleyman Çelebi, Hacı Bektaş-ı Velî, Niyazi
Mısri, Gülşehrî, Yazıcıoğlu Mehmed, Abdurrahman el-Askerî, Kaygusuz Abdal, Aziz
Mahmud Hüdayî, İbrahim Hakkı gibi pek çok yazar-şaire ilham kaynağı olmuştur. Buradan
hareketle Ahmediye, Muhammediye, Vesiletün Necat, Yunus Emre, Mevlana, Niyazi
Mısri’nin şiirleri vb. bir dizi eserde dini konular bu bağlamda ele alınmıştır (Bkz. Arslan,
2009).
2. İbn Arabi’nin Düşüncesinde Nûr-ı/ Hakikat-ı Muhammedî Anlayışı
İbn Arabi düşüncesinde Nûr-ı Muhammedî veya Hakikat-ı Muhammedî kavramının
önemli bir yer tuttuğunu ilk başta söylemek gerekir. Kendinden önce işlenen ve önce “Nur”
sonra da Nûr-ı Muhammedî vb. şekillerde ele alınan kavramı İbn Arabi daha sistemli hale
getirmiştir. İbn Arabi bu kavramı hem açık bir şekilde eserlerinde işleyip ismini zikretmiş
(Örneğin Tusteri bu kavramı “El-Hak mahlukun bih / yaratma aracı olan hak”, Fergani
“Ruh’ul A’zam” şeklinde isimlendirerek kullanmaktadır) hem de “Nûr-ı Muhammedî ve
Hakikat-ı Muhammedî” şeklinde iki farklı isimlendirme ile kullanmıştır.
İbn Arabi’de Nûr-ı Muhammedî anlayışını onun dört eserine kuşbakışı bakarak tebliğ
sınırları çerçevesinde ele almaya çalışacağız. Bunlar, “Fusûs’ul-Hikem, Fütuhât-ı Mekkiyye,
Tedbirat-ı İlahiyye” adlı eserleridir. Biz aslında Şeceretü’l Kevn/ Varlık Ağacı eserini de
incelemiştik. Her ne kadar bu eser içte ve dışta hatta oryantalistlerin yayınlarında bile İbn
Arabi’ye nisbet edilerek yayımlanmış olsa da, son zamanlarda yapılan araştırmalarda bu
eserin İbn Arabi’ye ait olduğu konusunda tespitler bulunmaktadır. Bu nedenle bu çalışmadaki
verileri tebliğimizde paylaşmayacağız (Bu konuda tarafımızdan yapılan bir değerlendirme için
bkz. Arslan, 2013).
İlk olarak Fusûs’ul Hikem kitabını ele alacağız. Fusûs’da İbn Arabi Nûr-ı Muhammedî
kavramını açıkça zikretmez ama bu nazariyeyi konu edinir ve hatta kitabın tümü bu kavramsal
espri üzerinde oluşturulmuştur. İbn Arabi’de Nûr-ı Muhammedî kavramı onun “varoluş
teorisi”, bilgi teorisi, “İnsan-ı kâmil” anlayışı ve “Nübüvvet teorisi” ile yakından alakalıdır:
Varoluş açısından Nûr-ı Muhammedî varlıkların varoluşlarının ilk nedenidir. Tüm varlıklar
ondan halk olmuştur. Nûr-ı Muhammedî ya da Hz. Muhammedin hakikati, bütün (varlıkların)
hakikatler(i) ile ilahi zat arasında bir “vasıta”dır. Hz. Peygamberin bu konumu onun ontolojik
olarak ilk varlık olmasıdır. Nûr-ı Muhammedî Hz. Peygamberin tarihsel varlığından önce
vardır ve “ilk” olması hasebiyle kendisinden sonraki tüm varlıkların da varlık nedeni ve
“ilke”sidir. (Birden bir çıkar)
İnsan-ı kâmil açısından Nûr-ı Muhammedî merkezi kavramdır. İbn Arabi’ye göre bütün
dönemlerde ve mekânlarda İnsan-ı kâmil tek kişidir o da Hz. Muhammed’dir. İnsan onu
varoluş şemasında son oluşan varlıktır ancak Nûr-ı Muhammedî ile aslında ilk oluşan
varlıktır. Hz. Muhammed’de son peygamberdir ancak hakikatte ilk var olan peygamberdir.
Bu durum nübüvvet açısından da böyledir. Bütün peygamberler gerçekte Hz. Peygamberin
vekilleridir. Hz. Muhammed, bütün peygamberlerin Tanrı hakkındaki bilgilerini aldıkları
kandil olduğu gibi kendisinden sonra gelenler de bilgisini ondan alır (Demirli, 2008: 43).
Dolayısıyla İbn Arabi’ye göre Hz. Peygamber kendisinden önce gelen ve sonra geleceklerin
(Nebi ya da veli) bilgi kaynağıdır. Burada Nûr-ı Muhammedî anlayışının İbn Arabi
düşüncesindeki başka bir yönüne şahit olmaktayız. O da bu kavramın epistemolojik değeridir.
Nûr-ı Muhammedî sadece tüm varlıkların hakikatini veren bir şey değil aynı zamanda diğer
tüm veliler ve nebilerin bilgi kaynağı durumunda olmaktadır.
İbn Arabi, Fusûs’un son bölümünde Nûr-ı Muhammedî konusuna detaylı biçimde değinir.
Aslında Fusûs’un tüm konusu da manen budur. Fusûs’un son bölümünde (s. 235) İbn Arabi
“Hz. Muhammed’in insanlık türünün en yetki-kâmil varlığı” olduğunu belirtir. “Bu nedenle
yaratma onunla başladı onunla bitti. Hz. Muhammed, Âdem henüz toprak ile su arasında iken
peygamberdi. Ardından unsurlardan oluşan yaratılışı ile peygamberlerin sonuncusu oldu”
(Fusûs, 2008, 235). Diğer peygamberlerden alınan ilahi isim, Hz. Muhammed’de toplu olarak
zuhur etmiştir. Hz. Muhammed’e has kılınan ilahi hikmet “Ferdiyet”tir. Ona göre Hz.
Muhammed mülkün tacı ve insan-ı kâmil unvanının asıl sahibidir.
İbn Arabi’nin Nûr-ı Muhammedî anlayışı konusunda en geniş ve tafsilatlı bilgi verdiği
eseri Fütuhat-ı Mekkiyye’dir. İbn Arabi Fütuhat’ın altıncı, onuncu, on ikinci, otuz sekizinci,
iki yüz yetmiş-üç yüzüncü, üç yüz yetmişinci, dört yüz altmış ikinci bölümleri başta olmak
üzere kitabın birçok bölümünde bu konuyu ele alır.
İbn Arabi, Fütuhat’ın hemen ilk başında yaratılış konusunu ele almaktadır. Varlığın
oluşumu konusunda örtülü ve özet biçimde “Heba, gelek, nur” kavramlarından bahseder.
Burada İbn Arabi’nin döneminin bilgileri ile dini kavramları birlikte kullanarak ilk yaratılışı
açıklamaya çalıştığı görülmektedir. Akabinde (s. 23) O, bir “Kuşatıcı felek”ten, bu felekte
oluşan “Heba” denilen yalın âlemden ve onda oluşan ve Allah’a en yakın Nur’dan yani Nur-ı
Muhammedi’den bahsetmektedir. Varoluş ise bu süreçte “Hz. Peygamberin suretinin bu
felekteki nurun ilk feyzini kabul ederek onun benzeri bir surette ortaya çıkması ile ilk
başlangıcına kavuşmuştur (s. 23)”. Sonra İbn Arabi “Sen Ey Muhammed, ruhlarımız
yönünden babamızsın, O (Âdem) ise cisimlikte babamızdır,” demektedir.
Altıncı bölümünde bu bahis, “Âlemin başlangıcı: Heba ve Hakikat-ı Muhammediye”
başlığı altında konuyu ayrıntılı biçimde ve kavramdan açıkça bahsederek ele alır (2007, 345
vd). Ona göre, “Önce Allah var idi ve O’nunla beraber başka bir şey yoktu”. Sonra Allah
âlemi var etmek isteyince, tenzih tecellilerinin bir tarzıyla bu yüce iradeden tümel hakikate
yönelik Allah’tan bir tecelli gerçekleşir ve “Heba” diye bir hakikat meydana gelir. Heba,
O’na göre ilk varlıktır ve istenilen suretlerin meydana getirilmesi için binanın harcı ve toprağı
gibidir dolayısıyla ilk harçtır. Heba, Allah’ın, içine âlemin suretlerini döktüğü şekilsiz şey,
tözdür. İbn Arabi filozofların buna Heyula dediklerini zikreder. Ona göre; “Bu, Heba içinde
akıl diye isimlendirilen Muhammedî Hakikatinden başka Allah’a daha yakın bir şey
bulunmamıştır. Böylelikle o bütün âlemin efendisi ve varlıkta ilk ortaya çıkan şey olmuştur.
Dolayısıyla onun varlığı, bu ilahi nurdan, Hebadan ve Tümel hakikatlerden meydana
gelmiştir. Heba’da onun hakikati, ardından âlemin hakikati Hz. Muhammed’in tecellisinden
meydana gelmiştir ‘’(s. 345).
Görüldüğü gibi İbn Arabi, Nûr-ı Hakikati Muhammedi’nin varlığın ve alemin ilk kaynağı,
ilk ilke olmaktadır. Bu tespitlerden sonra İbn Arabi, âlemin varlık gayesine geçmekte, âlemin
varoluşunu iki amaç, gaye ile açıklamaktadır.
İbn Arabi buradan sonra ise âlemlerin mertebe ve çeşitlerine geçmektedir. Ona göre
âlemler mertebelidir ve 4 çeşittir (s. 348 vd.). Bunlar içinde en yüce âlem “Tümel Hakikat-i
Muhammedîyedir”. Bu ilk ve en yüce âlemin insandaki benzeri ise “İnsan ruhu ve kutsal
ruh”tur. Bu ilk yüce âlemdeki diğer unsurlar ise Arş, Kürsi, Beyt-i Mamur, melekler, Zuhal
(Satürn) feleği, Müşteri (Jüpiter) feleği, Merih (Mars) feleği, Güneş ve feleği, Zühre (Venüs)
feleği, Utarit feleği, Ay feleğidir. Bunlar İbn Arabi’ye göre, en yüce âlemin tabakalarıdır ve
12 tanedir.. Bu ise antik toplumların bilgisi olan Zodyak bilgisidir.. Ayrıca bu sıralama yani
en üstteki sıralamanın en altında ayın konması Yunan düşüncesindeki Ay üstü evreni
andırmaktadır. Buna göre bundan aşağıdaki üç âlem de “Ay altı evreni”ni oluşturacaktır. Bu
üç âlemden ikincisi dönüşme âlemi (Esir feleği olup tüm canlıları kapsayan esiri ifade eder),
üçüncüsü imar etme âlemi (Tüm canlılar âlemi), sonuncusu ise nispetler (Bağıntılar, nicelik,
nitelik vb.) âlemidir. Bu âlemler hakkındaki bilgiler kısa ve kapalı olmakla birlikte verilen
bilgilere bakıldığında bunların zamanının bilgileri olduğu kolaylıkla görülür. Ancak en üst
âlemi İbn Arabi Hakikat-ı Muhammediye âlemi olarak kavramsallaştırmaktadır.
İbn Arabi Fusûs’un onuncu bölümünde Hakikat-ı Muhammediye kavramına ‘’Nübüvvet
anlayışı’’ ve Hz. Peygamberin diğer peygamberler karşısındaki konumu bağlamında değinir.
Öncelikle İbn Arabi “Ben kıyamet günü insanların efendisiyim” hadisini aktarır. Buna göre
İbn Arabi, Hz. Peygamberin diğer peygamberlere üstün olduğunu vurgular. Diğer
peygamberler İbn Arabi’ye göre Hz. Peygamberin vekilidir. Her dönem onun mülküdür ve o
dönemlerde peygamberler Hz. Peygamberin vekili olarak görev yaparlar. Hz. Muhammed İbn
Arabi’ye göre bütün âdemoğullarının hükümdarı ve efendisi, diğer peygamberler de onun
vekili ve naibidir. Bunu bu bölümde sıkça vurgulamaktadır.
Yine İbn Arabi; “Âdem su ve toprak arasında iken ben peygamberdim.” hadisini aktararak
ruh halinde iken Hz. Peygamberin ilksel mertebesine vurgu yapmaktadır (s. 389-90). Buna
göre Hz. Peygamber hem ilk hem de son varlık olmaktadır. İlk zamanda yaratılış öncesinde de
o vardı, ahir zamanda da o vardır. Bu bağlamda İbn Arabi “Ey Muhammed! Sen olmasaydın
göğü yeri cenneti ve cehennemi yaratmazdım.” Hadisini zikrederek Allah dışında her şeyin
efendisinin O olduğunu vurgular. O’nun yani “Nur, Ruh, Hakikat-i Muhammediye”nin “ilk
akıl” olduğunu, ondan ilk ayrılanın tümel nefs olduğunu, son varlık olan Âdem’den ayrılanın
ise Havva olduğunu vurgular (s. 396). İnsan aslında Hz. Peygamberin hakikati, ruhu var
olduğunda yüce, sultan ve örnek varlık olmuştur. Allah bu ruhun gerçek bedenine varmasına
kadar arada onun adına vekiller yaratmıştır. Her devirde halifeler yani peygamberler
yaratmıştır. İlk halife de Hz. Âdemdir. Dolayısıyla Hz. Peygamber, “İlk, son, zahir, batın ve
her şeyi bilendir”. Bu bilgi ile diğer varlıklar ve özellikle nebi ve veliler için bir kaynaktır.
Tüm nebi ve veliler ve dolayısıyla da tüm insanlar bilgilerini bu kaynaktan alırlar. Buna göre
Hakikat-i Muhammediye İbn Arabi düşünce sisteminde sadece ontolojik değil epistemolojik
bir ilke de olmaktadır.
İbn Arabi ilk ruhtan, nurdan günümüze kadar gelen peygamberleri halife olarak nitelerken
on dördüncü bölümde velileri de aynı peygamberler gibi değerlendirir ve onların da
peygamberlerin hükümlerini ümmet adına koruduklarından ve ledünni bilgiyi
koruduklarından bahsederek Hz. Âdemden Hz. Peygambere kadar aynı peygamberler gibi
veli, kutup şahsiyetlerin de varlığından bu bağlamda bahseder. Buna göre Hz. Peygamber,
hem peygamberler hem de kutuplara nazaran ilkseldir. Tek kutup Hz. Peygamberdir tüm
peygamberlere, resullere ve kıyamete kadar ki kutuplara yardım edendir (s. 438).
Muhammedi ruh, Nur peygamberlere, velilere zaman ve mekân üstü devirler boyu yardımcı
olmaktadır.
İbn Arabi’nin konuyu ele aldığı diğer eseri Tedbirat-ı İlahiye’dir. İbn Arabi Hilafetimamet bahsini işlediği Dördüncü bab’da ilkin bu konuya değinmektedir. İmametin şartları
konusunda beşinci şart olan nesep şartından hareketle hilafet-i batıniyye ve “ruha nesep”
kavramlarından bahsetmektedir. Burada İbn Arabi “Âdem su ile toprak arasında iken nebi
idim.” hadisinden hareketle nesebi “makamat-ı muhammediyeye” dahil eder. “Evveliyet ve
Ahiriyet” kavramını kullanır yani Hz. Peygamber nurunun varlıklardan önce ilk varlığı ile
evveliyet, son peygamber oluşu ile de ahiriyet-sonluk makamlarına sahiptir. Ruh-u külli
mertebesi aynı zamanda mertebe-i vahdetten ibaret olan “Hakikat-ı Muhammediye’nin
zuhurundan” ibarettir (s. 139). Hz. Peygamber en son nebi olarak nübüvveti hatmetmiş,
sonlandırmıştır.
Görüldüğü gibi İbn Arabi burada “Makamât-ı Muhammediye”, “Mertebe-i vahdet”, “Ruh-ı
külli” mertebesi gibi kavramları kullanmaktadır. Futuhat’ta kullandığı evvel ve ahir/ilk ve son
çiftlemesini burada da kullanarak Hz. Muhammed için “İlk varolan varlık ile son gönderilen
nebi” nitelendirmesinde bulunmaktadır.
İbn Arabi, Ruh-ı Külli kavramı bağlamında Tedbirat’ın Şerhinin ileriki sayfalarında
“Hakikat-ı Muhammediye’den ilim hâsıl olur (s. 208)” demektedir. Bu Futuhat’taki Hz.
Peygamberin diğer nebi ve velilere epistemik ilk ilke olması konusu ile alakalıdır. Yine ileride
“Hakikat-ı insaniye mertebesi, vahdetten ibaret olan Hakikat-ı Muhammediye’nin tafsilidir”
(s. 253). diyerek insanlığın kaynağının ilk varlık olan Hakikat-ı Muhammediye olduğunu,
yine “Vucûd-u mutlak-ı Hak, Hakikat-ı Muhammediye’den ibaret olan Mertebe-i vahdetten
Mertebe-i vahdaniyyete tenezzül ettikde, bilcümle eşyanın suver-i ilmiyeleri yekdiğerinden
temeyyüz eyler” (s. 245), diyerek varlığın Hakikat-ı Muhammediye’den kaynaklanarak varlık
bulduğunu ifade etmektedir. Aynı şekilde şerhin ileriki sayfalarında (s. 263) “Bütün cümle
esmaiyenin yekdiğerinden temeyyüzü olmaksızın müctemi’ oldukları Hakikat-ı
Muhammediye ve vahdet mertebesi vardır.” denilerek bütün varlıkların tümel olarak Hakikatı Muhammediye’de mündemiç oldukları yorumlanmaktadır. Aynı ifade 260. sahifede de
geçmektedir.
Sonuç olarak, İbn Arabi belli başlı eserlerinde İslam düşüncesinde özellikle sufilerin
kullandığı Nûr-ı Muhammedi anlayışını, “Ruh-ı külli, Makamat-ı Muhammediye, Hakikat-ı
Muhammediye, Mertebe-i vahdet gibi kavramlarla birlikte kullanmaktadır. İbn Arabi
düşüncesinin sistematiğini oluşturmada bu kavrama veya kavram dizinine merkezi bir yer
vermekte, düşüncesinde varlık, bilgi ve değer konularının her birisini işlerken bu kavramı
merkezi değerde kullanmaktadır. Özellikle kadim varlık ile sonraki hadis varlık arasında ara
durum, ilk ilke olarak işlevsel biçimde kullanıldığı görülmektedir. Nûr-ı Hakikat-i
Muhammediye, insanlığı tümel insanlık hakikatidir. İnsan-ı kâmil prototipidir. İbn Arabi
düşüncesinde İnsan-ı kâmilden söz etmek aynı zamanda Hz. Muhammed’den söz etmek
demektir. Nûr-ı Hakikat-i Muhammediye bütün insanlığı temsil eder. Nebiler, veliler ve diğer
insanlar bütün bilgilerini Hakikat-i Muhammediye’den alırlar.
İbn Arabi, şüphesiz kendinden önce de var olan bu nazariyeyi geliştirmiş, sistemleştirmiş
ve düşüncesinin merkezi kavramlarından birisi haline getirmiştir. Başka bir deyişle İbn Arabi,
bu nazariye ile, kendisinden önce ahlaki bir ilke olarak ele alınan Hz. Peygamber’e “Metafizik
bir içerik” kazandırmış, ayrıca önceki medeniyetlerde kullanılan ontolojik ve epistemolojik ilk
ilke, logos anlayışını Hz. Muhammed merkezli oluşturduğu bir din dili çerçevesinde yeniden
tanımlamış ve İslami paradigma içerisinde yeniden ve orijinal şekilde işlemiştir.
İbn Arabi’nin bu sistematiği o kadar etkili olmuştur ki, kendisinden sonraki tasavvufi
düşüncenin hakeza buna bağlı edebiyat eserlerinin önemli bir konusu olagelmiş ve bu tema
sürekli eserlerde işlenmiştir. Sınırları sufi düşünceyi de aşıp edebiyatın ve musikini alanında
da işlenip yaygınlaşmış, bu bağlamda sadece yüksek dini kültürel eserlerde değil aynı
zamanda daha da fazla popüler dini kültürün önemli bir figürü haline de gelmiştir.
Kaynakça
Arslan, M. (2013) İnsanlık Tarihindeki Ontolojik Hakikat Arayışının İslam Dünyasındaki
İzdüşümler: İbn Arabi, Varlık Ağacı / Şeceretü'l-Kevn. Birey ve Toplum Dergisi, 2 (1), 171178.
Arslan, M. (2009) Söylem Mitos ve Tarih: Popüler Dini Literatürde Hz. Muhammed
Tasavvuru: Muhammediye Örneği, Milel ve Nihal, 6 (1), 195-219.
Câbirî, M. Âbid, Arap-İslam Kültürünün Akıl Yapısı (Çev. B. Köroğlu vd.), İstanbul 1999.
Demirci, Mehmet, (1997) “Hakîkat-i Muhammediyye”, DİA, İstanbul, c. 15, ss. 179-180.
Goldziher, Ignaz, (1997) “Hadis’te Yeni-Eflatunculuk ve Gnostik Unsurlar”, (Çev. Ömer
Özsoy), A.Ü.İ.F.D., C. 36: 405-421.
İbn Arabî - Konuk, A. Avni, (1992) Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, haz.: Mustafa
Tahralı, İz Yayıncılık İstanbul.
İbn Arabi, (2010) Varlık Ağacı / Şeceretü’l-Kevn, Çev. H. Şemsi Ergüneş, Yayına
Hazırlayan: E. Alkan, N. Taner, O. S. Arı, İz Yayıncılık, İstanbul.
İbn Arabi, (2008) Fusûs’ul-Hikem, Çev. E. Demirli, Kabalcı Yayınları, İstanbul.
İbn Arabi, (2008) Fütuhât-ı Mekkiyye, Çev. E. Demirli, 1. Cilt, Litera Yayıncılık, İstanbul.
Massignon, Louis (1964). “Nûr-ı Muhammedî”, İslâm Ansiklopedisi C. 9, İstanbul: MEB.
Yayınları.
ORTAÇAĞDA TASAVVUF VE KABALA’NIN BULUŞMASI
676
Eldar HASANOĞLU
Ortaçağda Müslümanlar ve Yahudiler arasında çeşitli alanlarda etkileşme yaşanmıştır.
Doğuda Bağdat ve Mısır, batıda Endülüs Yahudilerin temayüz ettikleri merkezler olmuştur.
Erken dönemlerde İsrailiyat türü bilgilerle Yahudilerden istifade eden Müslümanlar çok
zaman geçmeden entelektüel olarak müstağni noktaya ulaşmakla kalmamış, Yahudiliğe pek
çok alanda etkilemişlerdir. Yahudi mistik düşüncesi de İslamiyet’ten etkilenmiştir. Doğudaki
Yahudiler Tasavvuf’tan faydalanırken batıdakiler mesafeli durmuşlardır. Yahudi ulema
içerisinde özellikle İbrahim b. Musa b. Meymun ve Bahya b. Pakuda Yahudilerin
Tasavvuf’tan beslenmeleri bağlamında öne çıkmaktadırlar.
There was interaction between Muslims and Jews in various fields during the Middle Ages.
While Baghdad and Egypt were the centers of prominence in the East, Andalus was the same
in the West for the Jews. In the early period, the Muslims benefited from the Jewish literature
which named in Islam as Israiliyat. But the Muslims advanced intellectually in a short while
and influenced Judaism on behalf. Meanwhile, Jewish mysticism was also influenced from
Islam. While the Jews in the East benefited from Sufism, those in the west tried to keep
distance. Among the Jewish hakhams, Abraham b. Moses Maimonides and Bahya b. Pakuda
are prominent in benefit from Sufism.
Giriş
Tarihin eski çağlarında insan kendini idrak edince daha üstün bir güç olduğu bilincine
varmıştır. Tanrıyı keşfetmesinden itibaren insanoğlu bir şekilde Onunla bağ içerisinde
olmaya, Ona doğru bir seyir içerisinde olmaya gayret etmiştir. Bu ilişki ilmi literatürde
İmitatio Dei ve İmago Dei şeklinde kavramsallaştırılır. İmitatio Dei’nin varlığı fiiliyat
alanında olup insanoğlunun pratikten hareketle maneviyatı hayatına katması şeklinde tezahür
eder. Hayatında Tanrıyı yok saymayan, eylemlerinde Tanrının yaklaşımını gözeten, Tanrının
bir fiil hakkındaki gerekli/olumsuz/ibaha türünden hükmünü esas alan İmitatio Dei, şeriat
olarak varlık bulmuştur. Buna karşın, İmago Dei’nin varlık alanı Tanrının suretinde olma
idesindedir. Bu süluk ile insanoğlu hayatına katmak istediği maneviyatı fikri boyuta taşır ve
676
Bu çalışma 2009’da Toronto Üniversitesi’nde “Medieval encounter between Judaism and Islam” adlı derste
aldığım notların geliştirilmesiyle hazırlanmıştır. Tasavvuf alanındaki yardımlarından dolayı Dr. Öğretim Üyesi
Özkan Öztürk Beyefendiye teşekkür ederim.
Doç.Dr., İzmir Katip Çelebi Üniv. İslami İlimler Fakültesi,
[email protected]
nefis terbiyesi ile hedefine varmaya odaklanır. Bu sülukun varış noktası, dini metinlerde
kâmil insan idesi şeklinde tezahür etmiştir. İmago Dei sülukunun uygulanmasında esas alınan
olgular tefekkür, tezekkür gibi fiili olmayan hususlardır. Bu hususlar mistisizmi, varoluşta
maneviyat boyutunu meydana getirmiştir. Mistisizm -bazı farklarının olduğu akılda
tutulmakla birlikte- İslam’da Tasavvuf, Yahudilikte de Kabala olarak vücut bulmuştur.
Ortaçağlarda İslamiyet ile Yahudilik aynı ortamı paylaşmış ve aralarında çeşitli alanlarda pek
çok alış veriş yaşanmıştır. Yahudiler doğuda Bağdat ve Mısır’da ilim ve kültürde ileri
konumlara gelmiş, batıda Müslümanların egemenliğindeki Endülüs’te Altın Çağ’larını
yaşamışlardır. Pek çok ilim sahasında öne çıkan Yahudilerin bu ilmi başarısının arkasında,
tercüme ile aktarılan veya telif yoluyla ortaya konulan Müslüman ulemanın birikimi
dayanmıştır. Bu birikim Yahudi din âlimlerine çeşitli alanlarda ufuk açmıştır. Bu açılımlardan
biri de, mistisizm sahasında olmuştur. Her ne kadar daha eski tarihe atfedilen metinlerin
olduğu ifade edilse de, sistematik Yahudi mistisizmi XIII. yüzyıldan itibaren önemli bir
evreye erişmiştir. Yahudi mistisizminin şaheseri sayılan ve miladın II. yüzyılında yaşamış
Şimon bar Yohay’a atfedilen Sefer ha-Zohar, XIII. yüzyılda İspanyol Yahudi din adamı Moşe
de-Leon (1240-1305) tarafından gün yüzüne çıkarılmıştır. Uzmanlar, bu dönemi Tasavvuf’la
Kabala’nın buluşmasında zirve noktayı temsil ettiğini ve buluşmanın ana noktası olarak
Barselona’yı işaret ederler.
Benzerlikler üzerine
Tasavvuf ve Kabala arasında pek çok açıdan benzerlikler mevcuttur ve hatta bazı uzmanlar
aradaki etkileşimi bu benzerlikler üzerinden yorumlamışlardır. Etkileşim konusu bir yana, her
ikisi kendi dininin manevi yolu olduğu için arada benzerliklerin olması doğaldır. Fakat bu,
onlar arasında farklılıkların olmadığı anlamına da gelmemelidir. Bilakis bu farklılıklar bu iki
manevi yolun birbirinden beslenme imkânını sunmuştur.
Kronolojik olarak bakılınca, Yahudilik İslam’dan öncedir ve ilmi birikimi daha kadimdir.
Hilafetin başkenti ve ilim merkezi Bağdat ve çevresinde Yahudi medreselerinin/yeşiva’ların
olması ve Yahudilerin ilmi birikimini değerlendirmede Müslümanların objektifliği
bilinmektedir. Bunu dikkate alan bazı uzmanlar, Müslüman ilmi birikiminin Yahudi ilmi
birikiminden etkilenmemiş olduğunu kabul etmezler. Nitekim Yahudiliği vahiy kaynaklı
kabul eden Müslüman ulema elbette bu dinin birikimini yok saymamıştır. Örneğin bazı sufi
menkıbe kitaplarında geçen “İsrailoğulları’ndan bir (veli) kişi” şeklinde konuya başlayan ve
onlardan çeşitli nasihat ve ibret türünden anlatılar, İsrailiyat adlanan bu bilgilerin
Müslümanlar tarafından değerlendirildiğini ortaya koymaktadır. Ancak İslam’ın ilmi
birikiminin oluştuğu erken asırlarda Yahudilik henüz kurumsallaşmamıştı ve bu yüzden de
İslamiyeti etkileme imkânının pek yoktu. Bu bağlamda ilmi çalışmalarda yoğunluklu olarak
görülen, Tasavvuf’un Kabala’yı besleyici olduğu yönündedir.
İslam’ın, özellikle de Tasavvuf’un ortaçağda doğu Yahudiliği dini söylemleri ve ritüel
biçimleri üzerinde etkisi bağlamında pek çok bilgi mevcuttur. Detaylara bakıldığında
Tasavvuf’un etkisinin en bariz şekilde müşahede edildiği alan, Kabala’ya en yakın alan olan
Yahudi kelamı ve felsefesidir. Hatta rasyonalist olarak bilinen bazı Yahudi filozoflar İslam’ın
mistik yönüne atıf yapmaktan müstağni olamamışlardır. Derinliklerine indikçe bu iki manevi
yol arasında yapısal ve fenomenolojik benzerliğin olduğu ve bunun kavram ve uygulama
yakınlığı sağladığı ortaya çıkmaktadır. Bazıları bunu her iki yolun ortak ana damardan
beslenmesi ile ilişkilendirmiştir. Bu iddiadan sarfı nazar etmekle, her iki yolun gelişim süreci
ve temsilcilerinin bazı söylemleri benzeştiği ifade edilmelidir. Yahudiliğe göre hikmetin
başka kültürlerde de olabileceği kabulünden dolayı pek çok Yahudi alim genelde
İslamiyetten, özelde ise Tasavvuf’tan beslenmiş ve eserlerinde atıflarda bulunmuşlardır.
Tasavvufi doktrinlerin Kabala’ya girmesinde rol oynayanlar arasında listenin başında İbrahim
el-Meymuni ve Bahya b. Pakuda’nın olduğu ifade edilir. Ancak bir bütün olarak ele
alındığında, söz konusu iki manevi yolun birbirinden taban tabana zıt özellikleri olduğu da
unutulmamalıdır. Örneğin, Kabala Yaratıcı ile yaratılan arasındaki farkı bulanıklaştırmaya
asla rıza göstermemiştir. Allah sevgisi, Allah’a benzeme gibi doktrinlerde Tasavvuf’tan farklı
olmayan Kabala, Allah’a kavuşma/Fena Fillah ve Allah’ta kalma/Beka Billah, O’nunla vahdet
ve özdeşleşme fikri Yahudiler, en azından İslam medeniyetine mensup Yahudiler için hiçbir
anlam ifade etmiyor, aksine küfür ve kendini tanrılaştırma anlamına geliyordu. “Müjdeler
olsun bana! Ne büyüğüm!” şeklindeki söylemler, Rabbani Yahudiler ve Kabalistlerin
kesinlikle hiç kabul etmeyecekleri söylemlerdi. Yine, Müslümanlar arasındaki Yahudilerin
vecd mistisizmi geliştirmemeleri de aradaki önemli farklılıklardandır.
Çevredeki diğer din ve inançlardan farklı olarak bu iki din, Sami kültürünü paylaşmalarından
olsa gerek, birbirileriyle pek çok ortak noktayı paylaşmışladır. Lakin söz konusu iki dinin
manevi yolcuları arasında karşı tarafa meyilli olanların sayısı sınırlıdır. Her iki dinin
ulemasının eserlerinde belli ölçüde diğerinin etkisi görülse bile, taraflar birbirini tanıma ve
onaylama hususunda temkinli olmuşlardır. Uzmanlar etkilenmenin Müslüman doğuda
yaşayanlarda olduğunu, batıdaki Kabalistlerin Sufilere atıf yapmayı hoş karşılamadıklarını,
yapılan atıfların da bilinçsizce olduğunu ifade etmişlerdir. Bu yaklaşıma göre sözlü kültür
ortamında Kabalistler edindikleri doktrinlerin Tasavvuf’a ait olduğunu bilmiyorlardı. İslami
metinler dillerine çevrildikten sonra onlarla tanışan ve Müslümanlara aidiyetini bilen
Kabalistler araya mesafe koymuşlardır. Örneğin, mistik söylemleriyle bilinen kendi
döneminin kültürel açıdan en önemli temsilcisi İberyalı Abraham b. David İslami doktrinlere
karşı mesafeli ve hassas duruşuyla bilinmektedir. Yahudi mistiklerin İslamiyetten
etkilenmediğini benimseyen bu yaklaşım, işaret edildiği üzere, Kabala’nın Hıristiyan
topraklarında ortaya çıkıp geliştiğini ifade ederek bunu kendine dayanak olarak kabul eder.
İslam ve Yahudi mistisizminin birbirinden farklı manevi yollar ve müstakil mistik tecrübeler
olduğu şüphesidir. Mistisizm tarihi açısından bu iki manevi yol; kaynakları ve yöntemleri,
istikametleri ve ilgi alanları itibariyle birbirine bağımlı değillerdir. Nitekim ortaya çıktığı
zaman ve coğrafya açısından da birbirinden ayrılırlar. En azından, her iki manevi yolun esas
aldığı kutsal metnin ve geliştiği kültürel ortamın farklılığı, kullandığı dil ve sembollerinin de
birbirinden farklılık arz etmesine, farklı ifade biçimleri geliştirmesine götürmüştür. Ancak,
ileride örnekleriyle verileceği üzere, en azından doğuda Müslüman topraklarda yaşayan
Kabalistlerin, Tasavvuf’un etkisinde kaldığı kesindir. Ancak batıdaki Kabalistler doğudaki
Yahudi ulemanın eserleri vasıtasıyla da olsa İslamiyetten etkilenmektelerdi. Mısır’da saray
doktoru olan Ortaçağın en önemli Yahudi alimlerinden olan Musa ibn Meymun’un Delaletü’lHâirîn eseri tasavvufi öğeler taşımaktadır. Yahudi mistik düşüncesinin şaheseri olan Zohar’ı
yazan/keşfeden Moşe de-Leon’un (1305) İbn Meymun’un Delalet’inin kendine özel bir
İbranice nüshasını yaptırdığı, yine Abraham Abulafia’nın da bu eser vasıtasıyla pek çok Sufi
sembol ve düşünceleri aldığı olguları göz önünde bulundurulduğunda, Hıristiyan
dünyasındaki Kabalistlerin de bir şekilde İslami öğelerle tanıştığı söylenebilir. 13. yüzyılda
Zohar ile birlikte Yahudi mistisizmi yeni bir aşamaya evirilmiştir ve özelde Tasavvuf genelde
İslamiyet Yahudi mistisizmi üzerinde belirgin etkiler bırakmıştır. Özetle, Tasavvuf’un Kabala
üzerindeki etkisi doğuda dolaysız ve açıktan olduğu halde batıda çoğunlukla dolaylı ve üstü
kapalı biçimde olmuştur.
Tasavvuf’un Yahudileri etkilemeye sonra da devam etmesi, misyoner Joseph Wolff’un
1831’de İran/Meşhed Yahudilerinin “bir nevi Yahudileşmiş Sufilik” tarzı uygulamalarından
bahsetmesinden anlaşılmaktadır.
Yahudilerin Tasavvuf merakı
Zohar’ın ortaya çıkmasından önce yani Yahudilikte mistisizmin henüz belirgin olmadığı
dönemlerde, Yahudi kaynaklar Müslüman doğuda yaşayan Yahudilerin Tasavvuf’a bir
merakının olduğunu söylemektedir. Mutasavvıfların sergilediği kucaklayıcılık ve sahiplenme,
Yahudiler için bir cazibe odağına dönüşmüştü. Her ne kadar tam zamanı bilinmese de ve bu
eğilimin ortaya çıkışıyla ilgili şahsiyetler tam olarak belli olmasa da, İbn Meymun’un (1135-
1204) zamanında, birkaç Yahudinin sufi yaşam tarzını benimsemeye başladığı görülmektedir.
Ortaçağ’da Yahudilerin Tasavvuf merakına ilişkin bilgileri, ulemanın eserlerinde ve
insanların mutasavvıflara yönelmesinde görülmektedir.
Ortaçağ Yahudiliğinin en önemli alimlerinden olan İbn Meymun’un sufi terminolojisini
kullanma alışkanlığı bilinmektedir. Yahudi ve Müslüman uzmanlar, onun yazılarında
Tasavvuf’a başvurduğunu belirtirler. İbn Meymun’un eserlerinde Tasavvuf’un izleri
bulunabilir. Örneğin İbn Meymun Delaletü’l-Hairin III:54’te kemal derecesinden bahsederken
şöyle der: “Dördüncü tür ise gerçek insani kemaldir. O, akli faziletlerin (el-fezailü’n-nutkiyye)
edinilmesindedir… İşte bu nihai gayedir ve insanı gerçek kemal derecesine (kemalen
hakikiyyen) eriştirir. Bu kemal derecesi sadece onundur ve ona sürekli kalıcılığı sağlar (elbekaü’d-daim). İşte insan, bununla insandır (ve-biha’l-insan insan).” Bu eserin pek çok
yerinde ve başka bir eseri olan Mişna Şerhi’nde kamil insan ifadesi de geçmektedir. İbn
Meymun kemal derecesini beka ve nübüvvet temalarıyla ilintilendirmiştir.
İnziva ve dünyanın değersizliği ile ilgili Sufi inançların izlerini Saadia Gaon (942) gibi 10.
yüzyılda Bağdat’ta yaşayan Yahudi yazarların eserlerinde bulmak mümkündür. Fakat daha
sonraki yüzyılda sadece İspanya'daki Yahudi-Arap ortak kültürel ürünlerinde bu inançların
edebi izlerini görmek mümkündür. Solomon lbn Gabirol (ö. 1050/70) ve Yehuda Halevi (ö.
1141) gibi Endülüslü büyük Yahudi figürler üzerinde İslam tasavvuf edebiyatının birtakım
izleri vardır. Endülüslü bazı yazarların eserlerinde yer alan öğeler, onların mutasavvıflardan
esinlendiklerini ortaya koyar. Yusuf bin Aknin’in (ö. 1220) Neşideler Neşidesi üzerine yazmış
olduğu alegorik Arapça tefsir ilahi sevgi üzerine yazılmış tasavvufi bir risale özelliğindedir.
Yazar bu kitapta, Tasavvuf’un temel metinlerinden biri olan Kuşeyri’nin Risale’sinde
derlenmiş olan aşk tanımlarına yer vermiştir. İbn Aknin Tibbu’n-Nüfus adlı eserinde Şeyhu’ttaife ve er-Ruhaniyyü’l-Ekmel gibi sufi lakaplarıyla göndermede bulunarak Cüneyd Bağdadi
(910) ve İbn Edhem gibi mutasavvıflardan alıntı yapmıştır.
Ortaçağ Yahudiliği üzerine faydalı bilgiler içeren Kahire Genizası’nda bulunan elyazma
dokümanlar Yahudiler arasında muhafaza edilen Tasavvuf’un yaygınlığıyla ilgili fikir
vermektedir. Bu elyazmaları temelde iki kısımdı: Mutasavvıfların yazdığı ve Yahudilerin
kolayca okuması için Yahudice-Arapça yazı sistemiyle kopyalanan yazılar ve Yahudiler
tarafından Tasavvufi ilham ile yazılmış bu öğeleri barındıran şiirler. İlk kategoride, sufi edebi
eserler bulunabilir. Cüneyd Bagdadi’ye ait metinler, Kuşeyri Risalesi, Hallac’ın şiirleri,
Endülüslü İbnu’l-Arif’in Mehasinü’l-Mecalis’i, Gazali’nin el-Munkizu mine’d-Dalal eseri,
Sühreverdi’nin Kelimatu’t-Tasavvuf eseri ve bunlardan başka, kıssa ve menkıbeler ile bazı
mutasavvıflara ait ilahi tarzında şiirleri ihtiva eden metinler bulunur. İkinci kısım, Yahudi
zahitlerin kendilerinin kaleme aldıkları eserlerdir. Bunlar arasında, ahlaki el kitapları, teolojik
risaleler, mistik hallerin tanımları ve tefsir eserleri bulunur. Bu metinler her ne kadar
geleneksel temalar üzerine yazılmış olsa da Yahudi kutsal kitaplarında anlatılanları Tasavvuf
ile uyum içinde yeniden yorumlar ve çoğu defa Tevrat’ta isimleri geçen şahısları tarikat
şeyhleri olarak tasvir eder. Kahire Genizası’nda Yahudilerin sufizme merakını içeren başka
metinler de bulunmuştur. Örnek olarak Yahudice-Arapça yazılmış Ebu Muhammed
(muhtemelen Gazali) isimli bir Müslümana atfedilen bir şiir gösterilebilir. Nitekim aynı yazı
ile Hallac’a ait bazı şiirler de bulunmuştur. Yine burada Suhreverdi’nin İşrak felsefesini
yansıtan ve es-Serrac (988) ve Gazali gibi ulemadan bilgiler barındıran Dereh haHasidut/Dürüstlük (Züht) yolu adlı anonim bir kitap bulunmuştur. 14-16. yüzyıllar arasında
yazıldığı tahmin edilen bu eser, Yahudiler arasında tasavvufi görüşlerin yaygın olduğunu
ortaya koymaktadır. Yine Kahire Geniza’sında zahidane bir manevi hayat yaşayan insanlara
işaret eden bir niteleme olan he-Hasid “zahit” lakabı taşıyan şahıs isimlerini ihtiva eden
birkaç belge mevcuttur. Bağdat’ın ve başka ilim merkezlerinde mutasavvıfların çevresinde
pek çok ihtida olayı vuku bulmuştu. Bir sufi ile tanışıp onu benimseyince Yahudilerin İslam’a
girdiklerine dair bilgi İslam kaynaklarında pek çok yerde bulunabilir. Goitein tarafından
yayımlanan 1355-1367’ye ait bir doküman Yahudilerin tasavvuf merakını ortaya
koymaktadır. Bu doküman, zil ustası Basir isimli kocasının el-Kurani ile dağa gitmesinden ve
ailesini ihmal etmesinden şikâyet eden Mısırlı Yahudi bir kadının dilekçesidir. Goitein,
metindeki el-Kurani’nin Cüneyd Bağdadi’nin tarikini canlandıran Mısırlı mutasavvıf Yusuf
el-Acemi el-Kurani (1367) olduğu görüşündedir. 15. yüzyıl Yemen Yahudilerinin eserlerinde
de Sufizmin izlerine rastlanmaktadır. Onlar rahatça sufi terimlerini kullanıyor ve Hallac’ın
şiirlerinden mısralar aktarıyorlardı. Tarihçi el-Kutubi’nin verdiği bilgiye göre Şam’da yaşayan
Yahudiler, İbn Meymun’un Delaletü’l-Hairin eserini okumak üzere sufi el-Hasan ibn Hud’un
evinde toplanıyorlardı. Bu, onların bu eseri Sufizmin ışığı altında yorumlamak istedikleri
anlamına gelebilir. Nitekim İbn Hud’un da onlara bu dersi vermesi, söz konusu eserde
tasavvufi fikirlerin yer aldığı kanaatine de yorumlanabilir. Yine 16. yüzyılın sonlarında
Mısırlı el-Şa’rani kendi kaleme aldığı biyografisinde, kendi derslerine devam ederek
çocuklarını koruyacak muskalar yazmasını isteyen Yahudi hayranları arasında hoşuna giden
ününden söz eder. İspanya’da tercüme hareketi esnasında, birçok tasavvufi kavram İbranice
tercümeler aracılığıyla Yahudi literatürüne geçmiştir. Yine, Celaleddin Rumi ve Sadi gibi
şairlerin Farsça tasavvufi şiirlerinin İbranice yazı karakterlerine aktarılması, Iran Yahudileri
arasında tasavvufi düşüncelerin yayılmasına katkıda bulundu. Bu bağlamda sonradan
Hindistan’da gezici bir derviş olan Iran Yahudi’si Sermed (ö. 166l) zikredilebilir.
Tasavvuf’tan etkilenen Yahudi din âlimleri
Tasavvuf doktrinlerine yönelik büyük beğeniyle yazılan ve İslami kaynaklardan
faydalanmaktan çekinmeyen Ortaçağda yazılmış ilk çalışma Hovot ha-Levavot eseridir. İnziva
teolojisi üzerine Yahudice-Arapça kaleme alınan bu eser Feraizu’l-Kulub/Kalplerin Vazifeleri
adlanır. Eserin müellifi Endülüslü Bahya b. Pakuda’dır (1120). Bahya, bu eserini Yahudi
dindaşlarının dini ritüellerdeki şekilciliklerine çare bulmak için bireysel ve manevi bir rehber
kitap olarak hazırlamıştır. Ona göre bu eser, mutasavvıfların rehber el kitaplarında ortaya
konulduğu gibi, tarikatta/yolda ilerleyen kişinin manevi derecelerine dayalı olarak, “Semavi
Nur” ile birleşmesi için bireyin ruhuna düşünme (teemmül) ve sevgi yönünde rehberlik
edecektir. İslam züht teolojisinin Yahudilik tarafından tam olarak ilk kez kabul edildiğini
gösteren bu kitap, çağının en popüler Yahudi ibadet kitabı olmuş ve çeşitli lehçelere de
aktarılmış, yine önemine binaen Yahudice-Arapça kaleme alınmış literatür içerisinde
İbraniceye çevrilenler arasında ilk sıralarda yer almıştır. Uzmanlar İbn Pakuda’nın Haris elMuhasibi’den etkilendiğini ve hatta beslendiğini ifade ederler. Eserde mutasavvıfların iç
dünyasını yansıtan tevekkül konusu, nitekim eserin tamamında görülen mistik psikolojik
yaklaşım Tasavvuf’un etkisini ortaya koymaktadır. İbn Pakuda’nın, insan hayatının hedefi ve
merkezine Allah sevgisini koyması ve terki dünya uygulamasını gerçek sayan öğretileri,
mutasavvıfları anımsatmaktadır. Uzmanlara göre, İbn Pakuda mutasavvıflardan öylesine
etkilenmiştir ki aynı amaçla Talmud’dan bir pasajı kolaylıkla bulabileceği bir meselede bile
doğrudan tasavvufi eserlerden alıntı yapmıştır. Bu nedenle eser “Tasavvuf’un bir evladı”
olarak nitelenmiştir. Fakat İbn Pakuda’nın İslami kaynakları gelişigüzel ve serbestçe
kullandığını düşünmek doğru değildir. O, çağdaşları tarafından dışlanmamak için İslami
kaynaklardan yaptığı alıntılarda hassas davranmıştır.
Tasavvuf’un Yahudi mistisizmine etkisini en belirgin şekilde temsil eden, Musa ibn
Meymun’un oğlu İbrahim el-Meymuni’dir. O teorik ve pratik olarak atıflar ve alıntılarla
Tasavvuf’tan beslenmiştir. El-Meymuni, kişinin Tanrıya yönelişini ifade eden terim olarak,
Tasavvuf’ta önemli bir konuma sahip olan seyri süluk üzerine yazıları yazmıştır. Bazıları onu
Gazali’ye benzetirler; onlara göre Gazali gibi İbrahim el-Meymuni de rasyonalizmle
mistisizmi telif etmeye çalışmıştır. Onun bu eğilimi ne zaman edindiği kesin olarak belli
olmamakla birlikte, 1205’te babasının makamına geçmesiyle birlikte kendisini zahidane bir
hayata verdiği düşünülmektedir. El-Meymuni, kendini sadece yazmaya ve ibadete
vakfetmemiş, diğer “Hasidlerle/zahitlerle” birlikte Müslümanlara ait bazı dini uygulamaları
Yahudi ayinlerine sokmaya çalışmıştır. O, bu tasavvufi adab ve erkânın aslında Yahudi
kökenli olduğuna inanmış, bunların nebevi disiplinin bir parçası olduğunu düşünmüştür. Ona
göre bu uygulamaların Yahudiler tarafından da kabullenilmesi, Yahudi halkını ıslah etme
çabaları olup peygamberlik sürecini hızlandırma anlamına geliyordu.
El-Meymuni Tevrat üzerine yazdığı şerhte Tevrat’ta adları geçen şahsiyetleri veli kimseler
olarak tasvir etmiştir. Ancak onun Tasavvuf’la ilgili yaklaşımı tam olarak Kifayetü’l-Abidin
adlı eserinden izlenebilir. Yedi yıl içerisinde tamamladığı, Tasavvufi bir eser mahiyetinde
olan Kifayetü’l-Abidin eserinde o, Tasavvuf’taki uygulamaların Yahudiliğe geçişini aklamaya
odaklanmıştır. O, mutasavvıfların “Yahudi peygamberlerin izinde olduklarını, yaptıkları
uygulamaları Yahudi peygamberlerden aldıklarını, kendi peygamberlerinin değil Yahudi
geleneğin mirasçıları olduklarını” ileri sürerek Yahudilerin Tasavvuf’a bakışını olumlu yöne
çevirmeye çalışmıştır. O, bahis konusu uygulamaların dindışı olmadığını, yabancı bir
kaynaktan beslenme anlamına gelmediğini, “bu uygulamalardaki esrarın Yahudice olduğunu”
düşünmüştür. Mutasavvıfların yırtık cüppelerinin eski Yahudi peygamberlerinin cüppelerinin
taklidi olduğunu belirtmiştir. El-Meymuni tarikata kabul töreninde müride cüppe
giydirilmesini de eski bir İbrani inisiasyon geleneği olduğunu, peygamber İliya’nın sahip
olduğu kemal mertebesinin Elişa’ya/Elyese’ye intikalini sembolize etmek için cüppesini onun
üzerine attığını hatırlatır. “Bu gelenek bizim günahlarımız yüzünden şimdi Müslümanlar
tarafından uygulanır. İşte bizim kolsuz tunik vs. şeyleri giyme âdetini onlardan almamızın ve
onları taklit etmemizin sebebi budur” diye açıklar. Uzlet hayatı ve inzivanın da Yahudilikten
Tasavvuf’a geçtiğini söyleyen el-Meymuni bu yüzden tenha ve karanlık bir mekânda teemmül
ve tefekkürün de Yahudi kökenli olduğunu düşünür. O nitekim bariz İslami uygulamalar olan
nafile namaz ve oruçları, abdest, ibadette saf tutma, rüku ve kunut, zikir ve seyri süluk gibi
uygulamaları da Yahudi geleneğinden kaynaklandığını iddia eder. el-Meymuni’nin
Tasavvuf’a bu sempatisi dindaşları tarafından tepkisiz karşılanmamıştır. Çevresinde ona karşı
şiddetli muhalefet oluşmuş ve sinagoga “yanlış fikirler, meşru olmayan şeyler, kafir
(tasavvufi) âdetler” sokmakla itham edilmiştir. muhalefetin şiddetinden el-Meymuni’nin
sinagogu kapatılmış ve kendisi Mısır’dan Akka’ya göç etmek zorunda kalmıştır.
Muhyiddin ibn Arabi ve İbrahim Ebu’l-Afiye
Tasavvuf’un Kabalaya etkisi bağlamında kilit noktalardan biri, İbrahim Ebu’l-Afiye’dir.
Ebu’l-Afiye ortaçağ Yahudi mistisizminde en önemli simalardandır. İbn Arabi’nin vefat yılı
olan 1240’da Endülüs’te Aragon/Saragossa’da doğmuştur. (Bu yıl İbrani takviminde
milenyumun yenilendiği 5000. yıla denk gelmektedir.) Mitolojik Sambatyon Nehri’ni aramak
için 1258’de seyahate başlamış, Eretz-Yisrail’i ziyaret etmiş, Balkan yarımadasına geçmiş ve
daha sonra Aragon’a dönmüştür. Burada mistisizme yönelmiş, özellikle Sefer ha-Yetzira/
Yaratma Kitabı üzerine odaklanmıştır. Ebu’l-Afiye 1291’de Malta’da vefat etmiştir.
Ebu’l-Afiye geleneksel Yahudi mistik düşüncesinin sınırlarının dışına taşmış bir figürdür. O,
geleneksel Talmud eğitimini esas alan rabbileri ve nitekim kendinden önceki Kabalistleri
eleştirmiş ve bu da Yahudi geleneğinde ona mesafeli yaklaşımın doğmasına götürmüştür.
Dönemin öncü din âlimi Barselonalı Şlomo ben Adret Ebu’l-Afiye’nin koyu muhalifi olmuş
ve diğer din bilginlerini de etkisi altına almıştır. Onlar Ebu’l-Afiye’nin “karanlıkta
yürüdüğünü” söylemiş, eserlerini okumayı yasaklamışlardır ve bu yasak asırlarca etkili olmuş,
Ebu’l-Afiye’nin risaleleri ve eserleri bu yüzden basılmamıştır. İspanya ve İtalya’da baskılara
dayanamayan Ebu’l-Afiye buraları terk etmek zorunda kalmıştır. Fakat bu yasaklar onun
görüşlerinin kaybolmasına yetmemiştir. Onun yolunda giden ekol, çok zaman geçmeden
Filistin topraklarında Safed’de ortaya çıkmıştır. Kayıtlara göre onun başına toplanan Yahudi
mistikler icra ettikleri zikir ayinlerinde Ebu’l-Afiye de bulunmuştur. Ebu’l-Afiye’nin
görüşlerinin Filistin’de taraftar toplayıp kabul edilmesi, bazı uzmanlar tarafından Tasavvuf’la
ilişkilendirilmiştir. Bu görüşe göre Ebu’l-Afiye’nin sunduğu tasavvufi teknikleri de barındıran
bu yöntemin Safed’liler tarafından kabul görmesinin esas sebebi, Filistin’de Tasavvuf’un
yaygın olduğu için oradaki Kabalistlerin daha önceden de benzeri tekniklerle karşılaşmış
olabileceğidir.
Ebu’l-Afiye üzerine hazırladığı kapsamlı çalışmasıyla meşhur olan Moşe İdel, onun İbn
Arabi’den etkilendiğini ifade etmiş, Harvey Hames de bu etkilenmenin detaylarını
açıklamıştır. Ebu’l-Afiye mistisizme yöneldiğinde Endülüs’te İbn Arabi’nin görüşleri artık
bilinmekteydi. İbn Arabi’nin bir haham ile ebcet/gematria teolojisi üzerine tartıştığı bilgisi,
onunla Yahudiler arasında belli bir diyaloğun olduğuna işaret eder. Daha önce de işaret
edildiği üzere, İbn Meymun’un Delaletü’l-Hairin eserinde tasavvufi öğeler mevcuttu ve
Ebu’l-Afiye de bu kitabı okumak için kendisine ondan bir tercüme nüsha edinmişti.
Dolayısıyla onun Tasavvuf’tan etkilenmesi sadece İbn Arabi kanalıyla değil böyle dolaylı bir
yolla da mümkündür. Ebu’l-Afiye’nin İbn Arabi’den nerede, ne zaman ve hangi ortamda
etkilenmesine ilişkin elde bir veri bulunmamaktadır. İster direkt ister dolaylı yolla olsun, onun
çalışmalarında İbn Arabi’nin görüşlerinin etkilerinin izleri, bir şekilde görülmektedir. İbn
Arabi’nin eserlerinde önemli yer tutan kamil insan, keşif ve ilham, vahdet-i vücut,
mühür/hâtem gibi temaların Ebu’l-Afiye’de de merkezi yer tuttuğu ifade edilir. Ebu’l-Afiye
kendisini kamil insan olarak gördüğü için kendisinin peygamber ve Mesih olduğunu
düşünmüş, görümler gördüğünü iddia ederek bunları yazmış, teknikler açısından Yahudi
mistisizmine yeni bir yöntem sunmuştur. Harfi anlamı “Nebevi Kabala/Kabala Nevuit” olan
bu yöntem vecdi esas alır (ecstatic Kabbalah). O, bu yönteminin kişiyi kamilleştirdiğini, onu
doğrudan keşif ve ilham yoluyla Tanrı’yı bilmeye götürdüğünü ve Tanrı ile vahdet şuuruna
ulaştırdığını iddia etmiştir.
Yahudi mistik düşünce tarihinde Ebu’l-Afiye ve ekolünün diğerlerinden ayırt edici özelliği,
vecd hali üzerine odaklanmasıdır. Bu halin husulü için Ebu’l-Afiye’nin önerdiği yol,
hidbodedut ve hazkara teknikleridir. Hitbodedut İslamiyetteki inzivanın karşılığıdır. Tenha
kalma, yalnız kalma anlamlarına gelen bu tekniğe göre, yola giren karanlık bir mekanda
yalnız şekilde odaklanarak teemmül ve tefekküre koyulur. Hazkara ise İslamiyetteki zikrin
Yahudilikteki karşılığı olup burada Tanrının Yahve isminin ve diğer isimlerinin
tekrarlanması, zikredilmesidir. Hazkara’da, başlangıç hazırlıklarından sonra beyaz giyinmiş
olan salik, Tanrı’nın adını zikretmek için kendisini özel bir şekle sokar ve buna paralel olarak
nefesini kontrol ederek başını sallar. Yahve ismi aynı şekilde veya “Y-H-V-H” harflerinin
düzenini değiştirmekle yeni kelimeler üretilir ve bu kelimeler tekrarlanır. (İbn Arabi Allah
kelimesini, Ebu’l-Afiye de Yahve kelimesini “tam ad” olarak niteler.) Tanrının adının bu
şekilde değiştirilerek zikredilmesi yolu, Yahudi mistik düşüncesi tarihinde “Adlar
Kabalası/Kabbalat ha-Şemot” olarak ünlenmiştir. Ebu’l-Afiye’ye göre, ilahi isimlerin bizzat
kendileri bile oldukça önemlidir; bu isimleri tekrarlamak nebevi tecrübeye ulaşmak için bir
yöntemdir. Tanrının adlarıyla ilgili Ebu’l-Afiye’de dikkat çeken bir başka nokta, Tanrının
isminin harflerine dahi önem atfedilmesidir. Zikirler sırasında Tanrıyı zikretmekle O’na
erişmeyi esas kabul eden Ebu’l-Afiye, Tanrının adının harflerini tasavvur etmenin de insanı
vecde getireceğini düşünür. İşaret edilmelidir ki harflerin tasavvur etme yöntemi İbn Arabi’de
de bulunur. Hazkara sırasında yapılan; mivta/telaffuz, mihtav/yazı ve mahşav/düşünme
yoluyla ilahi adın tefekkürü ve tahayyülüdür. Kişi isimleri zikrederken nefesini kontrol etmeli
ve başını sallamalıdır; böylece vecde gelerek ruhunun derinliklerini aydınlatacaktır. Ebu’lAfiye’ye göre vecd, salike deruni bir aydınlanma sunar; bu onun Faal Akıl ile mistik
birleşmesidir. Vecd halinde, kişi Tanrıdan ayıran kendilik/benlik sınırlarını aşarak “Ben
O’yum, O bendir” söyleyecek kadar birlik/vahdet haline erişir. İşaret edilmelidir ki bu hususta
Ebu’l-Afiye Tanrıyı bilme ve kendini bilme ile ermişlik arasında bağ kurar. Ebu’l-Afiye şöyle
demektedir: “Yaptıklarınla tüm darlıklardan kurtulacaksın ve Kabalanın uzun ve ince yolunu
bulacaksın. Ve o yol ile harflerin tamamının senin kalbine nakşedildiğini, Kutsal Ruh’tan
senin ruhuna yontulduğunu göreceksin. … Senin içine nakşedilen kutsal ruh kendiliğinde
Kutsal Ruhtur. Kendi payına sen de Kutsal Ruh’un senin içinde olduğunu ve senin dışından
değil içinden konuştuğunu anlayıncaya kadar. Kendini anlamakla içine nakşedilen tüm
gerçekliği anlayacaksın (Otzar Eden Ganuz, 34). Dolayısıyla salik erince kemal noktasına
ulaşmış oluyor ve ilahi ismi tamamen kavrayıp manevi katmanlara nüfuz ederek nebevi
bilinçte olur. Belli tekniklerle salik nebevi bilinçte olma halini daimi hale getirir
(deveikut/Tanrıya yapışıp kalma); bu Ebu’l-Afiye ile rasyonalistlerin peygamber anlayışı
arasındaki en temel farktır. Vecd hali mikrokozm ile makrokozm, yani insan ile Tanrıyı birlik
tesis eder ve böylece kişi kemal mertebesine erişip kâmil insan (adam şalem) olabilir. İbn
Arabi gibi Ebu’l-Afiye kendisinin kâmil insan olduğunu düşünmüş ve kâmil insan olması
hasebiyle nübüvvet ve Mesihlik derecesinde olduğuna inanmıştır. Onun bu düşüncesinin
sebebi, sadece akli melekelerinin gelişmişliği değil aynı zamanda doğumunun
zamanlamasıdır. Doğduğu 1240 senesine İbrani takviminde denk gelen 5000. yılın; dönemin
değişeceği ve her şeyin yenileneceği kabulü, onu önemli bir zaman diliminde doğduğu ve
bunun ona belli sorumluluklar yüklediği kanaatini vermiştir. Kemal bağlamında İbn Arabi’nin
kendisi için kullandığı mühür/hatm metaforunu, Ebu’l-Afiye de kendisi için kullanır.
Kaynakça
Fehmi, A.R. – Nazari, A., “Mukayese-i du mekteb-i irfan-i İslami-i İbn Arabi ve irfan-i
Kabala-i nebevi Ebu’l-Afiye ez tarik-i tehlil-i nizam-i erzeş-i ededi-i huruf-i tehecci”,
Pojuheşha-yi Edyani, IV:7 (2016), 29-54.
Fenton, Paul B., “Judaism and Sufism”, A Cambridge companion to medieval Jewish
Philosophy, [ed. D. Frank-O. Leaman], Cambridge UP, 2003, 201-217.
Fenton, Yosef Y., “Şney kitvey yad Akbariyim be-gilgulam be-Aravit Yehudit”, Beyn Arav
la-ever, [ed. Yosef Tobi], Tel Aviv: Afikim, III, 82-94.
Goitein, S.D., “Jewish addict to Sufism”, Jewish Quarterly Review, 44 (1953), 37-49.
Goitein, S.D., Yahudiler ve Araplar: çağlar boyunca ilişkileri, [trc. N. Arslantaş-E.B.
Sağlam], İstanbul: İz Yayıncılık, 2004.
Hames, Harvey J., Like angels on Jacob’s ladder: Abraham Abulafia, the Franciscans and
Joachimism, Albany: State University of New York Press, 2007.
Hames, Harvey J., “A seal within a seal: the imprint of Sufism in Abraham Abulafia’s
teachings”, Medieval Encounters, XII:2 (2006), 153-172.
Hirschfeld, H., “A Hebrao-Sufic poem”, JAOS, 49 (1929), 68-73.
Hirschfeld, H., “The Arabic portion of the Cairo Genizah at Cambridge”, (bu çalışma 1902’de
Jewish Quarterly Review dergisinde parça parça yayınlanmıştır.)
Hudgson, Marshal, The Venture of Islam II: the expansion of Islam in the middle periods, The
University of Chicago Press, 1961.
Idel, Moshe, Mystical experience in Abraham Abulafia, Albany: State University of New
York Press, 1988.
Idel, Moshe, “Higher than time: observations on some concepts of time in Kabbalah And
Hasidism”,Time and eternity in Jewish mysticism [ed. Brian Ogren], Leiden: Brill, 2015, 179209.
Kiener, Ronald, “Ibn Arabi and the Qabbalah: a study of thirteenth century Iberian
mysticism”, Studies in Mystical Literature, II: 2 (1982), 26-52.
Mir, Mustansir, “Kabbalah and Sufism: a comparative look at Jewish and Islamic mysticism”,
Jewish-Muslim encounters: history, philosophy and culture, [ed. S. Charles], St. Paul:
Paragon House, 2001, 165-179.
Öztürk, Özkan, Çağdaş Türk düşüncesinde İbn Arabi felsefesinin ele alınışı, Marmara
Üniversitesi SBE, yayımlanmamış YL tezi, 2007.
Rosenthal, F., “A Judeo-Arabic work under Sufi influence”, Hebrew Union College Annual,
15 (1940), 433-484.
Scholem, Gershom, Major trends in Jewish Mysticism, New York: Schocken Books, 1995.
Wolfson, Elliot, Abraham Abulafia Kabbalist and prophet: hermeneutics, theosophy and
theurgy, Los Angeles: Cherub Press, 2000.
ÖZEL RİVAYET YÖNTEMLERİ ve İBN ARABÎ
Mehmet AYHAN677
Özet: Tarih boyunca muhaddislerin hocadan hadisi alma ve nakletme
ameliyeleri -tahammül ve eda- belirli prensiplere göre yapılmıştır. Söz
konusu hadis rivayet yöntemleri muhaddislerin belirledikleri usule göre
sema‘, kırâat, arz ve munâvele başta olmak üzere sekiz tanedir.
Bunların haricindeki yöntemler hadisçiler açısından bir değer ifade
etmez. Hadis usûlü âlimlerinin bu metotlarına genel olarak uyulmakla
beraber az sayıda olsa farklı yöntemler kullanıldığı da görülmüştür.
Ehl-i tasavvuftan bazılarının hadis rivayetinde bunlara ilaveten keşf ve
rüya gibi yöntemleri kullandıkları bilinmektedir. Özel rivayet
yöntemleri olarak adlandırdığımız bu usulü kullananların en
meşhurlarından birisi hiç şüphesiz Muhyiddin İbn Arabî'dir (ö.
638/1240). İbn Arabî, özel rivayet yöntemlerinden sadece keşf ve
rüyayı kullanmakla kalmamış aynı zamanda bunlara yeni yöntemler de
ilave etmiştir. İbn Arabî'nin ilave ettiği yöntemler cümlesinden olarak
vâkı‘a, müşâhede, tecrübe ve cinden rivayeti sayabiliriz.
Çalışmamızda İbn Arabî'nin meşhur eseri Fütûhât-ı Mekkiyye’de
kullandığı keşf ve rüya dışındaki bu ilave yöntemleri ana hatlarıyla
tanıtacak ve bu yollarla rivayet ettiği hadislere yer verilecektir.
Böylelikle İbn Arabî'nin Fütûhât-ı Mekkiyye’sinde özel rivayet
yöntemleriyle naklettiği hadislerin sayısı ve mahiyeti hakkında bir fikir
sahibi olunacaktır.
SPECIAL NARRATIVE METHODS and İBN ARABÎ
Abstract:Throughout history, hadith narrators’ hadith taking from
hodjas and narrating methods are fulfilled based on specific principals.
Based on designated principals, number of those hadith narrative
methods is eight, and reciting, presenting and stretching out the hand
keeps the first places. The methods other than those ones are worthless
for hadith narrators. Those methods of hadith methodology scholars are
generally followed, while it is also observed that few other methods are
employed, too.
It is well known that some of practicing tasawwuf used additional
methods such as kashf (unveiling) and dream. One of the most
prominent scholars using these special methods is Muhyiddin İbn Arabî
(d. 638/1240). İbn Arabî did not only use these two special narrative
methods, but also added some new other methods to them. We can state
İbn Arabî’s added methods as the event (vâkı‘a), observation,
experience and narrating from jinns.
In this study, these added methods, other than dreaming and unveiling,
that İbn Arabî used in his well-known book Fütûhât-ı Mekkiyye, are
outlined and the hadiths that he narrated by these special methods are
presented. Hence, the number and the essence of the hadiths, narrated
by using these special methods in Fütûhât-ı Mekkiyye of İbn Arabî, are
presented.
GİRİŞ
677
Dr. Öğr. Üyesi, Kocaeli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Temel İslâm Bilimleri Bölümü Hadis Anabilim Dalı,
[email protected]
Erken dönemlerden itibaren hadis öğrenim ve ögretim yolları
muhadislerin belirledikleri metotlara göre yapılmıştır. Söz konusu
rivâyet yöntemleri muhaddislerin belirledikleri usule göre sema‘, kırâat,
icazet, munâvele, kitâbet, i‘lâm, vasiyyet ve vicâdedir.678 Bunların
haricindeki yöntemler hadisçiler açısından bir değer ifade etmez.
Hadisçilerin belirledikleri usûlün yanında özel rivayet yöntemleri
olarak bilinen yollarla hadis nakleden müelliflerden birisi de
Muhyiddin İbn Arabî’dir. Araştırmamızda679, İbn Arabî’nin Fütûhât’ta
muhaddislerin usûlu dışında kullandığı özel rivâyet yöntemlerini keşf,
rüya, vâkı‘a, müşâhede, cinden rivâyet ve tecrübe olarak tespit ettik.
Uluslararası İbnü’l-Arabî Sempozyumu vesilesiyle sunduğumuz bu
tebliğde İbn Arabî'nin meşhur eseri Fütûhât-ı Mekkiyye’de680 kullandığı
keşf ve rüya dışındaki681 özel yöntemler ana hatlarıyla tanıtacak ve bu
yollarla rivâyet ettiği hadislere misaller verilecektir.
VÂKI‘A
Vâkı‘a şiddetli hadise, musibet, olay gibi anlamlara gelir. Bu hal uyku
ile uyanıklık arası (yakaza) bir haldir; salikin huzur ve uyanıklık
halinde gördüğü şeye, mükâşefe denilir. Vâkı‘a bir çeşit rüyaya
benzemekle birlikte rüyadan ayrı bir olgudur. Mutasavvıflar manevî
müşkillerini vâkı‘a diye adlandırırlar.682
İbn Arabî’ye göre vâkı‘a, ulvî alemden -ne şekilde olursa olsun- ister
hitap, ister misal veya benzeri bir şekilde kalbe gelen her türlü
şeydir.683 Abdurrezzâk el-Kâşânî’ye (730/1330) göre ise vâkı‘a, gayb
âleminden kalbe –hangi yolla olursa olsun- gelen her türlü şeydir.684
Görüldüğü gibi Kâşânî’nin tarifi de İbn Arabî’nin tarifiyle paralellik arz
etmektedir.
Vâkı‘a, Fütûhât’ta zaman zaman rüya ile birlikte zikredilir.685 İbn
Arabî, vâkı‘a da gördüklerinin sabah aydınlığı686 gibi doğru çıktığını
anlatmaktadır. Bütün bunları anlatmasının sebebi olarak da Cenab-ı
Hakk’ın emrine uyup tahdîs-i nimette bulunmak olduğunu haber
vermektedir.687
İbn Arabî’ye göre, vâkı‘a yoluyla Hz. Peygamber’le irtibat kurup
hadisleri ona arzetmek mümkündür: “Ehlullah'tan birisi ‘vâkı‘amda
Resûlullah’la (s.a.) buluştum. Kendisinden rivâyet edilen bu hadisin
sıhhatini bana bildirdi ve bu konudaki hükmünü bana söyledi’
diyebilir…”688
Rüya ile anlam yakınlığı bulunan vâkı‘a metoduyla da İbn Arabî’nin
678
İbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-Hadîs, thk. Nureddin Itr, Dımaşk: 1404/1984, s. 132-178.
Bu tebliğin hazırlanmasında İbn Arabî ve Hadis (İstanbul: Nizamiye Akademi Yay., 2016) adlı çalışmamızdan istifade
edilmiştir.
680
Bkz. İbn Arabî, Muhyiddîn Muhammed b. Alî b. Muhammed el-‘Arabî el-Hâtemî et-Tâî el-Endelüsî, el-Fütûhâtu’lMekkiyye, Beyrut: Dâru Sâdır, ts.
681
Daha önce bu yöntemlerle ilgili müstakil çalışmalarımız bulunduğu için bu iki yöntemi çalışma kapsamı dışında
tuttuk. İlgili çalışmalar için bkz. Ayhan, Mehmet, “Fütûhât-ı Mekkiyye’de Keşif Yoluyla Hadis Rivayeti”, Selçuk
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 31. Sayısı, 2011, s. 85-108; “Özel Bir Rivâyet Yöntemi Olarak Fütûhât-ı
Mekkiyye’de Rüya İle Hadis Rivâyeti”, Marife Dergisi XI. Yıl, Sayı 2, (2011), s. 49-76.
682
Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri Ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul:Rehber Yay. 1997, s. 745.
683
Fütûhât, II, 130
684
Bkz. Kâşânî, Abdurrezzak Kâşânî, Istılâhâtu’s-sûfiyye, thk. Muhammed Kemâl İbrahim Cafer, Mısır: el-Hey’etü’lMısriyye, 1981, s. 47.
685
Örnekler için bkz. Fütûhât, I, 608, I, 714, II, 61 (80. bab).
686
İbn Arabî, ‘Felaki’s-subhi/sabah aydınlığı ifadesiyle Hz. Peygamber’in nübüvvetin ilk yıllarında görmüş olduğu
rüyaların aynen çıkmasına bir telmihte bulunmaktadır. Bkz. Fütûhât, I, 722-723 (68. bab).
687
Bkz. Fütûhât, I, 722-723 (68. bab). İbn Arabî’nin tahdîs-i nimet ile ilgili benzer ifadeleri için bkz. I Fütûhât, II, 323,
IV, 77.
688
Fütûhât, thk. bsk. IV, 272.
679
hadis rivâyet ettiği bilinmekle beraber bu metodu rüya kadar yoğun
kullanmadığı görülmektedir. Vâkı‘a yoluyla alınan hadislerin sayısı da
bunu doğrulamaktadır.
Vâkı‘a Yoluyla Tespit Edilen Hadisler
Bu başlık altında İbn Arabî’nin Fütûhât’ta vâkı‘a yoluyla nakletmiş
olduğu rivâyetler incelenecektir.
(1) Meleklerin Üstünlüğü
İbn Arabî, içinden çıkamadığı hususlarda gerek rüya, gerekse vâkı‘a
yoluyla müşkilini Hz. Peygamber’e arz ederek giderme yoluna
gitmiştir. İbn Arabî meleklerin mi, yoksa insanların mı üstün olduğuna
dair müşkilini, Hz. Peygamber’e manevî alemde sorarak gidermiştir.
İbn Arabî’nin vâkı‘a, metoduyla Resûl-i Ekrem’den aktardığı rivâyet
şudur:
” فاني سألت عن ذالك رسول هللا صل هللا عليه وسلم فى الواقعة فقال لى ان المالئكة
أفضل فقلت له يا رسول هللا فان سئلت ما الدليل على ذلك فما اقول فأشار الى ان قد علمتم اني
“ افضل الناس وقد صح عندكم وثبت
“Bu konuyu (meleklerin insanlardan üstün olup-olmadığı konusunu) Hz.
Peygamber’e vâkı‘a’da sordum. Hz. Peygamber bana şöyle cevap verdi: Şüphesiz ki
melekler daha üstündür. Ben de: Ey Allah’ın elçisi! Eğer bana bunun delilini
sorarlarsa ne demeliyim? diye sordum. Bana işaret ederek buyurdular ki: Benim
689
insanların en üstünü olduğumu biliyorsunuz. Bu sizin yanınızda sahih ve sabittir. ”
Buhârî şarihlerinden İbn Battal (449/1057), “kim beni bir topluluk “”مأل
içinde zikrederse ben de onu, daha hayırlı bir topluluk içinde anarım”
hadisini delil göstererek, meleklerin Âdemoğlundan üstün olduğuna
kanıt olarak sunmuş ve bunu destekleyen âyetlerin de bulunduğunu
belirtmiştir. Hatta bu görüşünü cumhurun görüşü olarak aktarmıştır.
Ancak İbn Hacer (852/1448), onun bu görüşünün tenkit edildiğini ve
yaygın olan kanaatin bunun tersi istikamette olduğunu ifade etmiştir.
İbn Hacer, Ehl-i sünnetin çoğunluğuna göre, salih insanların diğer
mahlukâttan üstün olduğu görüşünü delilleriyle sıraladıktan sonra; aksi
görüşü ise filozofların, Mutezilenin, sünnî mutasavvıflardan bazılarının
ve bir kısım Zâhirîlerin savunduğunu dile getirmiştir.690 Tasavvuf
tarihinde bu konu nebî, velî ve melekler arasında efdaliyet meselesi
içerisinde daha geniş bir çerçevede ele alınmıştır.691
(2) Allah’ı (c.c.) Zikir
Fütûhât’ta vâkı‘a yoluyla nakledilen bir başka hadis şu şekildedir:
” من ذكرني في نفسه ذكرته في نفسي ومن ذكرني في مأل ذكرته في مأل خير منهم
وكم ذاكر هلل تعالى ذكره في مأل انا فيهم فذكره هللا في مأل خير من ذلك المأل الذي أنا فيهم فما
“سررت بشئ سروري بهذه المسئلة فانه كان على قلبي منها كثير
“(Hz. Peygamber, Rabbinden naklederek şöyle buyurdu:) 'Beni içinden zikredeni, ben
de katımda zikrederim. Beni bir topluluk içinde zikredeni, ondan daha hayırlı bir
topluluk içinde anarım.' Allah Teâlâyı nice zikreden vardır ki, Allah onu benim (Hz.
Peygamber’in) içinde bulunduğum topluluktan daha hayırlı bir toplulukta zikreder.
(Bu sorumun cevabını öğrendiğim için) O kadar çok sevindim ki hiçbir şey beni bu
kadar mutlu edemezdi. Çünkü uzun zamandan beri bu mesele zihnimi meşgul
692
etmekteydi.”
İbn
689
Arabî’nin
‘meleklerin
insanlardan
üstün
olduğuna
dair’
Fütûhât, II, 61 (80. bab).
Bkz. İbn Hacer, Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî, Fethu’l-Bârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, thk. Abdullaziz b. Abdullah
b. Bâz, I-XVI, Beyrut: 1993/1414, XIII 386 (6969).
691
Sûfilerin konuyla ilgili düşünceleri için bkz. Afîfî, Tasavvuf İslâm’da Manevî Hayat, (trc. Ekrem Demirli), Abdullah
Kartal, İstanbul :İz Yay., 1996, s. 260-265.
692
Fütûhât, II, 61 (80. bab).
690
vâkı‘a’sının devamında yer alan bu rivâyet, hadis kaynaklarında çeşitli
lafızlarla yer almaktadır.693
Ancak, Hz. Peygamberle ilgili olan
” وكم ذاكر هلل تعالى ذكره في مأل خير من ذلك المأل الذي انا فيهم فذكره هللا في مأل
“خير من ذلك المأل الذي أنا فيهم
kısmı, hadis kaynaklarında bu lafızlarla bulunmamaktadır.694
İbn Arabî, Fütûhât’ında vâkı‘a yoluyla naklettiği rivâyeti Mişkât’ında
isnadını vererek nakletmektedir. İbn Arabî’nin Mişkât’ul-envâr’da
müsned olarak naklettiği hadis şu şekildedir:695:
” قال هللا عز وجل أنا عند ظن عبدى بى وأنا معه حين يذكرنى ان ذكرني في نفسه
ذكرني في مأل ذكرته في مأل خير منهم وان تقرب الي ذراعا
ذكرته في نفسي وان
“تقربت إليه باعا وإن أتاني يمشي أتيته هرولة
“Aziz ve Celîl olan Allah şöyle buyurdu: Ben kulumun zannı üzereyim. Kulum beni
zikrettiği zaman onunla beraberim. Kulum beni nefsinde (içinden veya yalnız olarak)
zikrederse ben onu zâtımda zikrederim; bir topluluk içinde anarsa ben onu daha
hayırlı bir topluluk içinde anarım. O, bana bir karış yaklaşırsa, Ben ona bir arşın
(zira) yaklaşırım; bir arşın yaklaşırsa, Ben ona bir kulaç yaklaşırım. Kulum bana
696
yürüyerek gelirse, Ben ona koşarak varırım. ”
Fütûhât müellifinin Mişkât’ta mevsul olarak naklettiği rivâyet hadis
kaynaklarında yer aldığı şekliyledir. Vâkı‘a yoluyla naklettiği rivâyetle
muhteva olarak aynı olmakla beraber hadisler arasında lafız farklılıkları
bulunmaktadır. Ancak görüldüğü gibi İbn Arabi kendi özel
yöntemlerini değil muhaddislerin metotlarını esas almıştır. Buradan
hareketle onun bu yöntemleri muhaddislere bir alternatif olarak
görmediği sonucu çıkarılabilir.
(3) Hüsn-i Zan
İbn Arabî’nin vâkı‘a yoluyla eserinde zikrettiği bir diğer rivâyet
şöyledir:
” وقال لي بلغ عبادي ما عاينته من كرمي بالمؤمن الحسنة بعشر أمثالها إلى سبعمائة
ضعف والسيئة بمثلها والسيئة ال يقاوم فعلها اإليمان بها أنها سيئة فما لعبادي يقنطون من
“ً رحمتي ورحمتي وسعت كل شيء وأنا عند ظن عبدي بي فليظن بي خيرا
(Vâkı‘a’da) Cenab-ı Hakk bana şöyle buyurdu: “Benim lütuflarımdan gördüklerini
kullarıma haber ver: Mümin kul bir iyilik yaptığı zaman on katından yedi yüz katına
kadar sevap vardır. Günaha ise ancak misliyle karşılık verilir. Günah işlemek îmanı
gidermez. Rahmetim her şeyi kuşattığı hâlde, kullarıma ne oluyor da rahmetimden
ümitlerini kesiyorlar. Ben, kulumun zannı üzereyim. O hâlde kullarım bana hüsnü zan
697
beslesinler.
İbn Arabî’nin vâkı‘a yoluyla naklettiği rivâyet kaynaklarda bu lafızlarla
bulunmamakta; ancak şu iki kısım farklı hadislerde yer almaktadır:
“698 ”الحسنة بعشر أمثالها إلى سبعمائة ضعف
İbn Arabî’nin naklettiği rivâyetin son bölümünde yer alan
“ ”أنا عند ظن عبدي بي
kısmı699 pek çok kaynak tarafından rivâyet edilmektedir.
693
Buhârî, Tevhîd 15; Müslim, Zikir 19, 21; Tirmizî, Deavât 131; İbn Mâce, Edeb 53, 58; Ahmed, II, 251, 354, 405.
Karşılaştırma için bkz. Buhârî, Tevhîd 15; Müslim, Zikir 19, 21; Tirmizî, Deavât 131; İbn Mâce, Edeb 53, 58 ;
Ahmed, II, 251, 354, 405.
695
İbn Arabî, Nurlar Hazinesi, (trc. Mehmet Demirci), İstanbul: İz Yayıncılık, 1990, s. 95.
696
Bkz. Buhârî, Tevhîd 15; Müslim, Zikir 19, 21; Tirmizî, Deavât 131; İbn Mâce, Edeb 53, 58 ; Ahmed, II, 251, 354,
405.
697
Fütûhât, I, 608.
698
Buhârî, Îman 15; Müslim, Sıyâm 181; Ebû Dâvud, Tahâre 127; Tirmizî, hadisin hasen sahih garîb olduğunu
bildirmiştir. Bkz. Tirmizî, Fedâilü’l-Kur’ân 16; Nesâî, Sıyâm 76; İbn Mâce, Sıyâm 1, Edeb 58; Ahmed, I, 195, II, 410,
III, 81, IV, 346, V, 148.
699
Buhârî, Tevhid 15, 35; Müslim, Tevbe 1, Zikir 2, 19; Tirmizî, hadisin hasen sahih olduğunu söylemiştir. Bkz. Tirmizî,
Zühd 51, De‘avât 131; İbn Mâce, Edeb 58; Ahmed, II, 251, 315, 413, III, 210, 277, 491. Hadis için Saklan; birinci
694
Vâkı‘a yoluyla nakledilen hadislerin keşf ve rüya yöntemine oranla
daha az sayıda olduğu görülmektedir. Ayrıca vâkı‘a yöntemiyle
naklettiği rivâyetlerin itikatla ilgili ve tasavvufî muhtevaya sahip
olduğunu görmekteyiz.
MÜŞÂHEDE
İbn Arabî’nin vâkı‘a’dan sonra başvurduğu bir diğer usûl ise
müşâhededir.
Sözlükte “bir nesnenin hakîkatine muttalî olup katiyyetle bilmek”
anlamına gelen müşâhede kelimesi, “yüzyüze görmek” demektir.700
Ayrıca görme, perdenin açılması, temâşâ ve seyr etme anlamlarında
kullanılmaktadır. Müşâhede, hicabın yok olarak ortadan kalkmasıdır.
Müşâhede, kalpte Hakk’tan gelen şahidin görülmesidir.701 Bazı sûfîler
mânâ aleminde gördükleri ulvî ve ruhî hâllerle ilgili bilgilere de
müşâhede adını verirler.702
Bir tasavvuf kavramı olarak “müşâhede”, şu anlamlarda
kullanılmaktadır:
-Hakk’ın gönüllerde hazır olması. Müşâhedenin doğru ve sağlıklı
olması için şâhidin meşhûd (temâşâ edilen) ile kâim ve onda fâni
olması şarttır.
-Zâtî tecellî,
-Eşyayı tevhid deliliyle görmek,
-Ayn-i cem makamı,
-Hakka’l-yakîn hâli.703
Müşâhede kavramı, keşf kavramıyla anlam bakımından yakınlığı
bulunduğundan Fütûhât ve İbn Arabî’nin diğer eserlerinde birlikte
zikredildiği de olmuştur.704
İbn Arabî, müşâhede aleminde bütün peygamberleri ve bütün
müminleri gördüğünü, hatta kıyamete kadar gelecek müminleri fert fert
gördüğünü belirtmektedir.705
İbn Arabî, keşf ve müşâhede’nin kaynağını Allah’a dayandırır ve bu
yollarla hadis rivâyetinde bulunur. Kullandığı bu yöntemleri bizzat
Allah’tan öğrendiğini belirtir:
“Allah Teâlâ, müşâhede ettiğimiz şeyler hakkında doğru konuşma ve
haber verme konusunda bizi rızıklandırdı. Keşf, müşâhede ve zevk
ilmini Allahtan öğrendik.”706 İbn Arabî’nin müşâhede konusunda
yazılmış müstakil bir eseri de bulunmaktadır.707
bölümünün müttefekun aleyh olduğunu belirtmiş, ikinci bölümüyle birlikte İbn Hibbân’ın, Vâsile b. el-Eska‘dan rivâyet
ettiğini ve Gazâlî’nin İhyâ’da zikrettiğini belirtmiştir. Bkz. Saklan, Bilâl, Kûtu’l-Kulûb’daki Tasavvufî Hadislerin Hadis
Metodolojisi Açısından Değeri, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Konya: SÜSBE., 1989, s. 207.
700
Bkz. Kâmus Tercümesi, (trc. Mütercim Âsım Efendi), İstanbul: Cemal Efendi Matbaası, 1304, I, 1180-1181.
701
Bkz. Heyet, Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kalem Yay., 2006, s. 685.
702
Bkz. Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Marifet Yayınları, 1991, s. 356.
703
Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Uludağ, s. 356; Heyet, Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 685.
704
Bu iki kavramın birlikte kullanılmasına Fusûs’tan bir örnek verecek olursak: on ikinci fass’ın sonundaki şu cümleleri
aktarabiliriz: “Keşf ehli âriflere gelince: Onlar Allah’ın her nefeste tecellî ettiğini görürler. Halbuki tecellî tekrarlanmaz.
Şu hâlde onlar her tecellinin yeni bir yaratışı getirdiğini ve eski varlığı şuhud gözüyle görürler. Tecellinin bir varlığı
gidermesi onun gidişi anında varlığın fâni olmasıdır. Yeni bir varlığın yaratılması da başka bir tecellinin onu meydana
getirmesidir. Bunu iyi anla.” Bkz. İbn-Arabi, Fusûsü'l-hikem, (trc. M. Nuri Gencosman), Ankara: Maarif Vekaleti, 1956,
s. 130.
705
İbn Arabî, yukarıda naklettiğimiz müşâhedesini aktarırken bunun Allah’ın lütfu olduğuna dikkat çeker. Bkz. Fütûhât,
III, 323, IV, 77.
706
Fütûhât, I, 551.
707
İbn Arabî, el-Fenâ fî’l-müşâhede ve’l-yakîn, haz. Abdurrahman Hasan Mahmûd, Kahire: Dârü’l-Fikr, 1996/1416.
1. Müşâhede Yoluyla Tespit Edilen Hadisler
Cennet ve Cehennem Ehli
Fütûhât’ta müşâhede yoluyla nakledilen bir rivâyet şu şekildedir:
” ان النبى صل هللا عليه وسلم خرج وفي يده كتابان مطويان قابض بكل يد على كتاب
فسأل أصحابه أتدرون ما هذان الكتابان فأخبرهم أن في الكتاب الذي بيده اليمنى أسماء أهل
الجنة و أسماء أبائهم وقبائلهم وعشائرهم من أول من خلقه هللا الى يوم القيامة وفى اليدى
االخرى فى الكتاب االخر أسماء أهل النار و أسماء أبائهم وقبائلهم وعشائرهم الى يوم القيامة
“
“Hz. Peygamber her bir elinde bir kitap olduğu hâlde (ashâbının huzuruna) dürülmüş
iki kitapla çıktı. Ashâbına, bu kitapların ne olduğunu biliyormusunuz? diye sordu.
Sonra onlara sağ elindeki kitapta Yüce Allah’ın yarattığı ilk insan olan (Hz.
Âdem)’den kıyamet gününe varıncaya kadar Cennet ehli’nin, onların atalarının,
kabîlelerinin ve aşîretlerinin isimleri; diğer elindeki kitapta ise kıyamete kadar
Cehennem ehli’nin, onların atalarının, kabîlelerinin ve aşîretlerinin isimlerinin
708
bulunduğunu haber verdi.”
İbn Arabî’nin aktardığı hadis, Tirmizî (279/892) ve Ahmed b. Hanbel
(241/855) tarafından benzer lafızlarla rivâyet edilmiştir.709
Zehebî (748/1374), İbn Ömer tarikiyle gelen hadisin münker olduğunu
ifade ederek, söz konusu rivâyetin sahih olması için cennet ve
cehennem ehlinin ayrıntılı olarak yazıldığı bu kitapların çok hacimli
olması gerektiğini belirterek hadisin metnini tenkit etmiştir.710
Hadisleri Hz. Peygamber’e sorarak sahihliğini tespit ettiği söylenen
Abdulazîz ed-Debbağ bu hadisin sahîh olduğunu ifade etmiştir. Ayrıca
hadiste zikredilen kitaptan maksadın kalemle yazılan kitap olmadığını,
bu kitaptan maksadın manevî bir kitap olduğunu ifade etmektedir. Bu
hadisle ilgili olarak İbn Arabî ile ed-Debbağ’ın kanaati
örtüşmektedir.711
CİNDEN RİVÂYET
1. İbn Arabî’ye Göre Cinden Rivâyet Yoluyla Hadis Rivâyeti
Cin kelimesi, Arapça’da gece kararması anlamına gelen c-n-n’den
türemiştir. Cân kelimesi bir tür yılan anlamına da gelir. O, gözden
gizlenen varlıklar için de kullanılmıştır.712 İslâm inancına göre cinler
âleminin varlığı Kur’ân’la sâbittir. Hicr sûresi’nin yirmi yedinci
âyetinde cinlerin “nüfûz edici ateşten yaratıldığı” belirtilmiştir.713
İbn Arabî’nin yöntem olarak cinlerden rivâyet metodunu kabul ettiği
şeklinde Fütûhât’ta ya da diğer eserlerinde herhangi bir ifadeye
rastlanamamıştır. Ancak, kaynağı cinlere dayanan bir rivâyeti
Fütûhât’ta zikretmesi714 sebebiyle bunu, müstakil bir usûl olarak kabul
ettik. Hadisçilerin kullandıkları yöntemler arasında bulunmayan bu
yolla gelen rivâyeti cinden rivâyet başlığı altında ayrıca vermeyi uygun
bulduk.
Öte yandan İbn Arabî’nin Fütûhât haricinde Muhâdaratu’l-ebrâr adlı
708
Fütûhât, III, 59, 103.
Tirmizî, son kısmını vermeksizin rivâyet ettiği hadis için, sahih hasen garib değerlendirmesi yapmıştır. Bkz. Tirmizî,
Kader 8; Ahmed, II, 167, el-Arnaut, hadisin zayıf olduğunu belirtmektedir. Bkz. Ahmed, II, 167.
710
Zehebî’nin bu tenkidi onun hadisleri değerlendirirken sadece isnadı değil metni de dikkate aldığını göstermektedir.
Zehebî, Mîzân, II, 684. Zehebî, Ebû Abdillah b. Muhammed b. Ahmed b. Osmân, Mîzânu’l-i‘tidâl fî nakdi’r-ricâl, thk.
Ali Muhammed el-Becâvî, I-IV, Beyrut: Dâru’l-fikr, ts.
711
Bkz. Ahmed b. Mübarek, el-İbrîz min kelâmi seyyidî Abdi’l-azîz, Beyrut, ts. s. 62.
712
İbn Manzur, Ebü'l-Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensârî, Lisânu’l-Arab, I-XV, Beyrut: Dâru Sâdır, ts, XIII,
92 vd.
713
Bkz. Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, s. 187; Ayrıca cinlerle ilgili geniş bilgi için bkz. Kılavuz, Ahmet Saim,
“Cin” DİA, VIII, 8-10.
714
Bkz. Fütûhât, II, 470, III, 49 (312. bab).
709
eserinde de muhtevası cinlerle ilgili olan rivâyetlere yer vermektedir.
Söz konusu rivâyetler incelendiğinde, bunların çoğunlukla Hz.
Peygamber’in davetine bizzat katılıp O’ndan Kur’ân dinleyen yedi adet
cinden bahsettiği görülmektedir.715
2. Muhaddislere Göre Cinden Rivâyet Yoluyla Hadis Rivâyeti
Muhaddisler içinde cinlerden rivâyetle ilgili bilgilere İbn Hacer elHeytemî’nin (974/1566) yer verdiği görülmektedir. el-Heytemî, elFetâvâ’l-hadîsiyye adlı eserinde cinlerle ilgili birçok malumat
nakletmektedir.
Eserde
cinlerle
ilgili
nakledilen
bilgileri
incelediğimizde bunları dört başlık altında özetlemek mümkündür:
Yılanları öldürmenin cevazı, yılanları öldürmeden önce uyarmanın
vâcib olmayıp mendub olduğu, cinlerle ilgili garib bir hikâye ve
cinlerden hadis rivâyetinin caiz olup olmadığı.
İlk bakışta, yılanlardan bahseden iki başlığın konumuz olan cinlerle
irtibatı olmadığı düşünülebilir. Fakat bu başlıklarla ilgili rivâyetler
incelendiğinde, buradaki yılandan maksadın, yılan sûretine girmiş cin
olduğu rahatlıkla anlaşılır.716
İbn Hacer el-Heytemî’nin kaydettiğine göre, cinlerden bahseden
rivâyetler çoğunlukla kütüb-i sitte’de717 geçmektedir. Söz konusu
hadisler muhteva olarak, ‘evlerde görülen yılan ve benzeri haşeratın
hemen öldürülmeyip üç defa uyarıldıktan sonra öldürülmesi
gerektiğinden’ bahsetmektedir.
el-Heytemî, cinlerle ilgili rivâyetleri tahlil ederken, cinlerden hadis
rivâyetinin caiz olup-olmayacağı konusuna da temas etmiştir. elHeytemî’nin cinlerden hadis rivâyeti ile ilgili olarak söyledikleri özet
olarak şu şekildedir:
“Her ne kadar burada naklettiğimiz iki rivâyetle istidlal cinlerden hadis
rivâyet etmenin cevazına götürse; Taberânî (360/971), İbn Adî
(365/976) ve başkaları bu şekilde hadis rivâyet etseler de bu konuda
bazı hadis ulemasının -râvide bulunması gereken şartlardan olan adalet
ve zabt sıfatının bulunmamasından dolayı- itirazları bulunmaktadır.
Keza sahâbe olduklarını iddia edenler için adalet şartı vardır. Cinlerin
adaletlerini tespit etmemiz ise mümkün değildir.”718
Görüldüğü gibi İbn Hacer el-Heytemî, cinlerden rivâyet konusunda
itirazı bulunan muhaddislere katılmış, ve onların gerekçelerini makul
bulmuştur. Keza el-Heytemî, cinlerden sahabî olduklarını iddia edenler
için, adalet vasfınının tespitinin mümkün olmadığı gerekçesiyle bu
ikrarın geçerli olamayacağı kanaatini de onaylamıştır.
a. Cinden Rivâyet Yoluyla Tespit Edilen Hadisler
Diyet Meselesi
Fütûhât’ın üç yüz on ikinci babında cinlerle ilgili bir rivâyetten
bahsedilir. İbn Arabî bu rivâyeti iki yerde tekrar eder. Bir yerde sadece
rivâyeti nakletmekle yetinirken diğerinde hadisenin ayrıntılarını da
aktarır. Kaynağı cinlere dayanan olay şu şekilde gerçekleşir: İbn Arabî,
kendisine cinlerden garîb bir hadis rivâyet edildiğinden bahseder. Bu
olayı kendisine, arkadaşı Darîr b. İbrâhim b. Süleyman, Haleb
715
İbn Arabî, Muhâdaratu’l-ebrâr, II, 59 vd.
İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâvâ’l-hadîsiyye, Ebü'l-Abbas Şehabeddin Ahmed İbn Hacer el-Heytemi, 3. bs. Mektebetü
Mustafa el-Babi el-Halebi, Kahire, 1989, s. 20- 24.
717
Nasîbîn cinlerinin Hz. Peygamber’e gelmesi ile ilgili bir rivâyet için bkz. Buhârî, Menâkibu’l-ensâr, 32.
718
İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâvâ’l-hadîsiyye, s. 22.
716
mıntıkasında bulunan evinde güvenilir bir oduncudan nakletmiştir. Bu
oduncunun naklettiğine göre; bir gün oduncunun önüne bir yılan
çıkıverir. Oduncu da yılanı öldürür. Bunun üzerine cinler adamı
yakalayıp apar topar götürürler ve mahkemeye çıkarırlar. Cinlere ait
olan bu mahkemede kadının huzuruna çıkar. Cinler, kadıya oduncuyu
şikâyet ederler. söz konusu şikâyetlerinde, oduncunun amca çocuklarını
öldürdüğünü söylerler. Oduncu da, kendisinin önüne çıkmış olan yılanı
öldürdüğünü, o yılanın cin olduğunu bilemediğini ve yılanların
insanların düşmanı olduğunu dile getirir. Bunun üzerine kadı hükmünü
şu şekilde bildirir: Onu bırakın gitsin, o suçsuzdur. Çünkü yılanlar
insan oğlunun düşmanıdır. Zîra ben Hz. Peygamber’den işittim, O
şöyle buyurdu:
”“ من تصورفى غير صورته فقتل فال عقد فيه وال قود
“Kim aslî sûreti dışında başka bir şekle bürünür de öldürülürse ona
diyet ve kısas yoktur.”
Bunun üzerine oduncu kadıya, Hz. Peygamber’e yetiştin mi? diye
sorar. O da: Evet, ben bu hadisi bizzat Resûlullah’tan işittim.
Kendisinin Hz. Peygamber’i gören Nasîbîn (veya Nusaybin)719
cinlerinden olduğunu ve hayatta sadece kendisinin kaldığını bildirir.
Daha sonra cinler adamı getirdikleri yere bırakırlar. Darîr b. İbrâhim,
İbn Arabî’ye bu cinnin ismini söylemez, İbn Arabî de ona ismini
sormaz.720
İbn Arabî, aynı rivâyeti Muhâdaratu’l-ebrâr adlı kitabına da almıştır.
İbn Arabî, mevzubahis olan hadisi burada aynı isnadla nakletmektedir.
Rivâyetler arasında mukayese yapıldığı zaman Muhâdaratu’lebrâr’daki rivâyetin daha ayrıntılı olduğu görülmektedir. İbn Arabî,
kaynağını cinlere dayandırdığı hadisi iki yerde nakletmektedir.721
İbn Arabî’nin Fütûhât ve Muhâdaratu’l-ebrâr adlı eserlerinde
naklettiği söz konusu rivâyetin bir benzerini İbn Hacer el-Heytemî
(974/1566) el-Fetâvâ’l-hadîsiyye’de nakletmektedir.722
İbn Hacer el-Heytemî, evde görülen yılanların hangi durumlarda
öldürülebileceği ile ilgili rivâyetlerin tahlilini yaparken yukarıda
zikredilen rivâyete yer vermiştir. el-Heytemî, eserinde mevzubahis olan
rivâyeti iki defa zikretmektedir. Muhtevaları aynı olan rivâyetlerin ilki
şu şekildedir:
Şahsın birisinin önüne hareket halinde bir yılan çıkıverir. O da yılanı
öldürür. Bunun üzerine cinler, adamı bulunduğu yerden alarak
mahkeme etmek üzere mekanlarına götürürler. Şahıs, hakimin
huzuruna çıkarılır ve dava edilir. Maktul cinin velisi adamdan şikâyetçi
olur ve hakkının verilmesini ister. Bunun üzerine kadı, maktulün hangi
surette öldürüldüğünü sorar. Orada bulunan cinler de yılan
suretindeyken öldürüldüğünü söylerler. Bu cevap üzerine hakim,
hükmünü şöyle açıklar:
“Ben Hz. Peygamber’den şöyle işittim. Sizden her kim suret (kılık)
değiştirirse öldürülebilir.”
Kadı, daha sonra adamın serbest bırakılmasını emreder. Cinler bunun
719
Cezîre bölgesine dahil olduğu söylenen ve “Nasîbîn” denen mevkînin Türkiye’deki Nusaybin olabileceği de
söylenmiştir. Geniş bilgi için bkz. Şeşen, Ramazan, “Cezîre”, DİA, VII, 509-511.
720
Fütûhât, II, 470, III, 49 (312. bab), Ayrıca cinlerle ile ilgili bilgi için bkz. İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, XIII, 92 vd.;
Kılavuz, Ahmet Saim, “Cin” DİA, VIII, 8-10; Avcı, Seyit, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’de İbn Arabî’nin Hadis Anlayışı,
Konya: Ensar Yay., 2005/1426, s. 142-143.
721
Bkz. İbn Arabî, Muhâdaratu’l-ebrâr, II, 61 vd.
722
İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâvâ’l-hadîsiyye, s. 21 vd.
üzerine adamı evinin bulunduğu yere tekrar getirirler.723
İbn Hacer el-Heytemî’nin İbn Asâkir’e (571/1176) dayandırarak
naklettiği diğer rivâyette farklı olarak şu ayrıntılar dikkat çekmektedir:
Cinler, yılanı öldüren kişiyi güzel görünümlü, ak ve uzun sakalı bir
ihtiyarın huzuruna çıkarırlar. Hakim, hükmünün gerekçesini biraz daha
ayrıntılı olarak açıklar.
Kadı, cinlerin Hz. Peygamber’den Kur’an dinledikleri gece bu hadisi
işittiğini söyler. Bu hadise göre
“” من تصور منكم في غير صورته فقتل فال شيئ على قاتله
“Sizden (cinlerden) her kim kendi sûreti dışına girip de öldürülürse,
öldürene herhangi bir şey (diyet) gerekmez.”724
Görüldüğü gibi İbn Hacer el-Heytemî’nin İbn Asâkir’den naklen
verdiği ikinci rivâyetin lafızları İbn Arabî’nin rivâyetiyle birebir
paralellik arzetmektedir. İki hadisin muhtevası aynı olmakla birlikte
hadisin lafızlarında bir iki kelime de olsa farklılık bulunmaktadır.
İbn Arabî, Fütûhât’ın vasiyetler babında, yukarıda nakledilen
rivâyetlerin bir anlamda sebeb-i vurûdu diyebileceğimiz bir hadis
nakletmektedir. Söz konusu rivâyet, Resûl-i Ekrem’in (s.a.) Hz. Ali’ye
tavsiyeleri arasında yer almaktadır. Lakin buradaki hadiste, yukarıdaki
rivâyetlerde olduğu gibi kaynağı cinlere dayandırılmamakta ve isnadı
ile ilgili herhangi bir bilgi verilmemektedir. İbn Arabî’nin kaydettiğine
göre Hz. Peygamber’in Ali’ye (r.a.) cinlerle ilgili tavsiyeleri şu şekilde
yer almaktadır:
“Ey Ali! Evde yılan görürsen onu hemen öldürme. Onları üç defa uyar.
Eğer dördüncü de yine karşına çıkarsa onu öldürebilirsin.
Ya Ali! Şayet yolda karşına yılan karşına çıkarsa onu derhal öldür.
Çünkü ben cinlere, yolda yılan sûretine girmemelerini şart koştum.
Onlardan kim böyle yaparsa ölümü hak etmiş olur.”725
İbn Arabî’nin naklettiği bu son rivâyetin kaynaklarda herhangi bir
isnadına rastlanamamıştır.
TECRÜBE
Arapçası “tecribe” olan tecrübe kelimesi Türkçede şu anlamlarda
kullanılmaktadır: Deneme, sınama; görgü, deney, denemek, sınamak.726
İbn Arabî’nin Fütûhât’ında hadisçilerin metodundan farklı olarak tespit
ettiğimiz bir diğer yol da tecrübe yoluyla hadislerin sahih sayılmasıdır.
İbn Arabî, hadislerin farklı bir şekilde tashîhinden bahsetmekte, bu yol
da hadisi tecrübe ederek tashîh etmektedir. Burada hadisin gereği ile
amel edip sonunda hadiste ifade edilen durumu fiilen yaşama/tecrübe
etme söz konusudur. Böylece hadisin sahihliği tecrübeyle isbat edilmiş
olmaktadır. Âdeta hadis test edilmiş olur. Tabiî olarak buradaki tecrübe
şahsî bir tecrübedir. Bu başlık altında, İbn Arabî’nin ferdî olarak
yaşadığı tecrübenin herkese teşmil edilen genel-geçer bir tecrübe
olduğundan bahsedilmemektedir.
723
İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâvâ’l-hadîsiyye, s. 21.
İbn Asâkir, Ebü'l-Kâsım Sikatüddin Ali b. Hasan b. Hibetullah İbn Asâkir, Târîhu medîneti Dımaşk, thk.
Muhibbüddin Ebû Saîd Amrevî, Beyrut: Dârü'l-Fikr, 1995/1415, XIII, 23 (1289); İbn Hacer el-Heytemî, el-Fetâvâ’lhadîsiyye, s. 21.
725
Fütûhât, IV, 509 (560. bab).
726
Heyet, Türkçe Sözlük, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 1998 II, 2163; Heyet, Örnekleriyle Türkçe Sözlük, Ankara:
Milli Eğitim Bakanlığı Yay., 1996, IV, 2801.
724
1. Tecrübe Yoluyla Tespit Edilen Hadisler
Zemzem Hadisi
İbn Arabî, Fütûhât’ında zemzemle ilgili şöyle bir rivâyet kaydeder.
”“ ماء زمزم شفاء لما شرب له
“Zemzem (suyu) ne niyetle içilirse ona şifa olur.”
İbn Arabî, bu rivâyet için şöyle demiştir. “Bu hadis bana göre zevk
yoluyla sahihtir. Bir iş için tecrübe ettim, istediğim şey yerine geldi.”727
Fütûhât’ta nakledilen bu hadis, birçok kaynakta yer almaktadır.728
SONUÇ
İbn Arabî, hadis rivâyetinde esas olarak muhaddislerin metodunu
benimsemekte; ancak bu prensiplere ek olarak vâkı‘a, müşâhede,
cinden rivâyet ve tecrübe gibi yöntemlerle de hadis almaktadır.
Hadisçilerin usûlü dışında hadis rivâyetinde en çok kullanılan yollar hiç
şüphesiz keşf ve rüyadır. Söz konusu iki metot haricindeki özel rivâyet
yöntemleri İbn Arabî ile birlikte şöhret bulmuştur. Bu ikisi haricinde
İbn Arabî’nin kullandığı vâkı‘a, müşâhede, cinden rivâyet ve tecrübe
yöntemleri ya bilinmemesi ya da bir şekilde diğerlerinin içinde mütâlâa
edilmesi nedeniyle bu metotlarla ilgili herhangi bir tasnif ve tenkide
rastlanamamıştır.
Rüya ile anlam yakınlığı bulunan vâkı‘a metoduyla İbn Arabî hadis
rivâyet etmekle birlikte bu yöntemi rüya kadar yoğun kullanmamıştır.
Ayrıca o, müşâhede, tecrübe ve cinden rivâyet yoluyla hadis
nakletmiştir; fakat onun müşâhede, cinden rivâyet ve tecrübe yoluyla
daha az sayıda hadis rivâyet ettiği belirtilmelidir.
İbn Arabî’nin sahih olsun zayıf olsun bütün hadisleri Hz. Peygamber’e
arz ettiğine dair bir yaklaşım isabetli değildir. İbn Arabî, hadislerin
sıhhati konusunda kendine özgü yöntemler kullanmakla birlikte son
noktayı bu metotlarla koymamaktadır. Başka bir ifade ile bütün
hadisleri özel rivâyet yollarıyla aldığını iddia etmemektedir. Sanılanın
aksine bu tür rivâyetler çalışmamızda da görüldüğü gibi az sayıda yer
tutmaktadır.
İbn Arabî’nin muhaddislerin usûlü dışında naklettiği hadisler sayıca
fazla olmamakla birlikte, bu rivâyetlerin çoğunluğu muteber
kaynaklarda yer almaktadır. Kaynaklarda yer almayıp sadece İbn
Arabî’nin nakletmiş olduğu rivâyet sayısı ise fazla değildir. Dolayısıyla
sadece bu rivâyetlerin sayısı ve özellikleri bile İbn Arabî’nin bu
yöntemleri muhaddislerin usûlüne bir alternatif olarak kullanmadığı
kanaatini pekiştirmektedir.
İbn Arabî’nin özel yöntemlerle naklettiği hadisler sayı olarak az
görülebilir. Ancak bu tür hadislerin İbn Arabî’nin sisteminin esasını
oluşturduğunu da gözden kaçırmamak gerekir. Söz konusu hadisleri
göz ardı ettiğimiz zaman onu İbn Arabî yapan sistem, savunmasız kalır.
Hadis rivâyetinde özel yöntemlerin kullanılması İbn Arabî’nin bilgi
anlayışı ile ilgilidir. Ona göre zahirî yollarla elde edilen bilgi zan ifade
eder. Bâtınî bilgi ise zandan uzak olup kesinlik arz eder. O, bir taraftan
bu işin pratiğini yaparken diğer taraftan teorisini ortaya koymaya
çalışmıştır. Tasavvuf tarihinde, İbn Arabî’nin özel rivâyet yöntemleri
727
Fütûhât, I, 758.
İbn Mâce, Menâsik 79, Suyûtî, hadisle ilgili olarak şu bilgileri verir: “Rivâyet çok meşhur olup insanların dillerinde
dolaşmaktadır. Hadis hafızlarından bir kısmı rivâyeti sahih kabul etmiş, diğerleri ise zayıf görmüştür. Fakat, isabetli olan
birinci görüştür.” Bkz. İbn Mâce, Menâsik 79; Ahmed, III, 357, 372; Beyhakî, es-Sünen’ül-kübrâ, V, 148 (9442); İbn Ebî
Şeybe, Musannef, V, 63. İbn Arabî, hadisi Dârekutnî’nin Câbir’den (r.a.) rivâyet ettiğini söylemiştir (Bkz. Fütûhât, I,
758). Hadis için bkz. Dârekutnî, es-Sünen, II, 289 (238).
728
için koyduğu sınırların bu gün bile aşılamadığı görülmektedir. Bu
durum, kendisinden sonraki sûfilere, özel rivâyet yöntemlerini herkesin
rahatlıkla uygulayamacağı neticesini vermiştir. Bu sonuç, bir taraftan
İbn Arabî’nin tasavvuftaki otoritesinin, diğer taraftan özel rivâyet
yöntemlerinin kayıt altına alındığının göstergesi olarak kabul edilebilir.
Tasavvuf ilminde vâkı‘a, müşâhede gibi yöntemler bilgiyi elde etme
vasıtaları olarak kabul edilmektedir. Fakat hadis metodolojisi açısından
bu yöntemler kullanılarak herhangi bir bilgi elde edilemez.
İbn Arabî, farklı disiplinlere ait yöntemleri birlikte kullanarak
disiplinler arası bir usûl takip etmiştir. Aynı şekilde bu durum İbn
Arabî’nin ilmi disiplinleri ayırmaksızın bir bütün olarak algıladığı ve
gerektiğinde farklı disiplinlere ait metodolojiyi birlikte kullanarak
bütüncül bir yaklaşım sergilediğini göstermektedir. Muhaddisler
açısından böyle bir durum kabul edilebilir bir şey değilse de İbn
Arabî’nin farklılığını ve kuşatıcılığını göstermesi açısından önemli
olduğu kanaatindeyiz.
KAYNAKLAR
Afîfî, Tasavvuf İslâm’da Manevî Hayat, trc. Ekrem Demirli,
Abdullah Kartal, İstanbul: İz Yay., 1996.
Ahmed b. Mübarek (1132/1720), el-İbrîz min kelâmi seyyidî
Abdi’l-azîz, Beyrut: ts.
Avcı, Seyit, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’de İbn Arabî’nin Hadis
Anlayışı, Konya: Ensar Yay., 2005/1426.
Ayhan, Mehmet, “Fütûhât-ı Mekkiyye’de Keşif Yoluyla Hadis
Rivayeti”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 31. Sayısı,
2011, s. 85-108.
Ayhan, Mehmet, “Özel Bir Rivâyet Yöntemi Olarak Fütûhât-ı
Mekkiyye’de Rüya İle Hadis Rivâyeti”, Marife Dergisi XI. Yıl, Sayı 2,
(2011), s. 49-76.
Ayhan, Mehmet, İbn Arabî ve Hadis, İstanbul: Nizamiye
Akademi Yay., 2016.
Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri Ve Deyimleri Sözlüğü,
İstanbul:Rehber Yay., 1997
Heyet, Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kalem
Yay., 2006
Heyet, Örnekleriyle Türkçe Sözlük, Ankara: Milli Eğitim
Bakanlığı Yay., 1996.
Heyet, Türkçe Sözlük, Ankara: Türk Dil Kurumu Yay., 1998.
İbn Arabî, el-Fenâ fî’l-müşâhede ve’l-yakîn, haz. Abdurrahman
Hasan Mahmûd, Kahire: Dârü’l-Fikr, 1996/1416.
İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, thk. Osman Yahya, I-XIV, elHey’etü’l-Mısriyyetü’l-Amme li’l-Kitâb, Mısır: el-Mektebetü’lArabiyye, 1985/1405.
İbn Arabî, Fusûsü'l-hikem, trc. M. Nuri Gencosman, Ankara:
Maarif Vekaleti, 1956.
İbn Arabî, Muhyiddîn Muhammed b. Alî b. Muhammed el-‘Arabî
el-Hâtemî et-Tâî el-Endelüsî (638/1240), el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye, I-IV,
Beyrut: Dâru Sâdır, ts.
İbn Arabî, Nurlar Hazinesi, trc. Mehmet Demirci, İstanbul: İz
Yayıncılık, 1990.
İbn Asâkir, Ebü'l-Kâsım Sikatüddin Ali b. Hasan b. Hibetullah
İbn Asâkir, Târîhu medîneti Dımaşk, thk. Muhibbüddin Ebû Saîd
Amrevî, Beyrut: Dârü'l-Fikr, 1995/1415.
İbn Hacer el-Heytemî, Ebü'l-Abbas Şehabeddin Ahmed İbn
Hacer el-Heytemi, el-Fetâvâ’l-hadîsiyye, Kahire: Mektebetü Mustafa
el-Babi el-Halebi, 1989.
İbn Hacer, Ahmed b. Ali b. Hacer el-Askalânî (852/1448),
Fethu’l-Bârî Şerhu Sahîhi’l-Buhârî, thk. Abdullaziz b. Abdullah b.
Bâz, I-XVI, Beyrut: 1993/1414.
İbn Manzur, Ebü'l-Fazl Muhammed b. Mükerrem b. Ali el-Ensârî
(711/1311), Lisânu’l-Arab, I-XV, Beyrut: Dâru Sâdır, ts.
İbn-Arabi, Fusûsü'l-hikem, trc. M. Nuri Gencosman, Ankara:
Maarif Vekaleti, 1956.
İbnu’s-Salâh, Ulûmu’l-Hadîs, thk. Nureddin Itr, Dımaşk:
1404/1984.
Kâmus Tercümesi, trc. Mütercim Âsım Efendi, İstanbul: Cemal
Efendi Matbaası, 1304.
Kâşânî, Abdurrezzak Kâşânî (730/1330), Istılâhâtu’s-sûfiyye, thk.
Muhammed Kemâl İbrahim Cafer, Mısır: el-Hey’etü’l-Mısriyye, 1981.
Kılavuz, Ahmet Saim, “Cin”, DİA, VIII, 8-10.
Saklan, Bilâl, Kûtu’l-Kulûb’daki Tasavvufî Hadislerin Hadis
Metodolojisi Açısından Değeri, Yayımlanmamış Doktora Tezi, Konya:
SÜSBE., 1989.
Şeşen, Ramazan, “Cezîre”, DİA, VII, 509-511.
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Marifet
Yayınları, 1991.
Zehebî, Ebû Abdillah b. Muhammed b. Ahmed b. Osmân
(748/1374), Mîzânu’l-i‘tidâl fî nakdi’r-ricâl, thk. Ali Muhammed elBecâvî,
I-IV,
Beyrut:
Dâru’l-fikr,
ts.
IV. OTURUM
BÜYÜK SALON
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Emin ÇELEBİ
FUSUSU’L-HİKEM VE ŞERHLERİNDE BEŞERÎ DİNİN GEÇERLİLİĞİ
Prof. Dr. Ahmet Kamil CİHAN
ALTERNATİF BİR TEOLOJİNİN BANİSİ OLARAK MUHYİDDİN İBNÜ’L-ARABÎ VE
YÖNTEMİ
Doç. Dr. Mahmut ÇINAR
İBNÜ’L ARABİ DÜŞÜNCESİNDE DİNLERİN AŞKIN BİRLİĞİ SORUNU
Dr. Öğr. Üyesi İsmail ŞİMŞEK
TÜMELLERİN AYNÎ MEVCÛDÂTLA İLİŞKİSİ: NÜSHA FARKLARININ ÂDEM FASSI’NDA
MÂNÂYA TESİRLERİ
Arş Gör. Ayşe Mine AKAR
FUSUS’A GÖRE İBNU’L- ARABİ VE ŞARİHLERİNE GÖRE HALK KATINDAKİ
DİN
Prof. Dr. Ahmet Kamil CİHAN729
Özet: İbnu'l-Arabi, Fususu’l-Hikem’de dini iki kısımda inceler: Allah katındaki din ve
Allah’ın muteber saydığı halk katındaki din. Allah katındaki din, şeriat ve namustan ibarettir.
Halk katındaki din ise insanların Allah’ın rızasını aramak maksadıyla icat ettikleri hikmetli
kurallardır. Bu, Hadid, 57/27‘deki ayetten hareketle açıklanır. Mesela ruhbanlık, herhangi bir
peygamberin vahiy ile Allah katından getirdiği bir şey değildir. Halk nezdindeki dinde
mevcut olan maslahat ve hikmet, ilahi vaz’ı ile meşru olan ilahi hükümlere gayede muvafık
olduğu için Allah kendi katından meşru kıldığı şeye itibar ettiği gibi ona da itibar eder.
Ruhbanlığı uygulamakla Allahın rızasına ulaşacaklarına inananlara Allah ecirlerini verecektir.
Yorumcular da bu fikre katılmakla birlikte bir kısmı halk katındaki dinin fetret dönemine
mahsus olduğunu söyledikleri gibi, kimileri de sufilerin Allah’a yaklaşma maksadıyla yapmış
oldukları riyazet, az konuşma, az uyuma gibi uygulamaları da buna dahil etmişlerdir.
Sonunculara göre bu, şeriata zait olmakla birlikte ona uygundur. Bu sebeple o bidat olmayıp,
bilakis güzel bir yoldur. Halk katındaki din fikrinin önemli olduğu kanaatindeyiz. Zira
günümüzde insanların iyilik ve menfaati için konulan çoğu kurallar, şeriatın maksadına büyük
ölçüde benzemektedir. Diğer taraftan, insanların Allah rızası veya ona yaklaşma maksadıyla
yaptığı ve dinin yasaklamadığı uygulamaların muteber sayılmasıyla dini hayatın
zenginleşmesine katkı sağlamaktadır.
Anahtar kelimeler: İbnu’l-Arabi, Fususu’l-hikem, Fusus şarihleri, beşeri din, dini geçerlilik.
İbn al-Arabi and His commentators on the Religion with people in Fusus
Abstract: İbnu’l-Arabi divides the religion into two parts in Fusus al-Hikam: the religion with
Allah, and the religion with people, which Allah considers validity. The religion with Allah
consists of Sharia and the law (al namus). The religion with people is the wise rules that
people invented in order to seek the pleasure of Allah. This is explained by the verse from
Hadid, 57/27 in Quran. For example, monasticism is not something which any prophet
brought from Allah through the revelation. The puplic interest and wisdom that existed in the
religion with people is appropriate for what is in the divine religion. Allah will give rewards
to those who believe that they will achieve the approval of Allah through the monasticism.
Commentators also agree with this idea, but some say that the religion with people is only
valid for the period between two prophets as well as some include into religion with people
sufi’s practise such as like little talk, little sleep, etc. According to the next group, this is
appropriate to the sharia for purpose. For this reason it is not islamic innovation (bid’ah), but
it is a nice way. We believe that the thought of “religion with people” is important. Today,
most of the rules set for the good and interest of people are largely similar to the purpose of
the sharia. On the other hand, it contributes to the enrichment of religious life.
Key words: İbnu’l-Arabi, Fusus al-hıkam, commentators of Fusus, religion, religion with
people, validity of religion
Giriş
Dinle ilgili kullanılan sözcükler kaynaklarımızda ed-din, el-mille ve eş-şer’(ia) kelimeleri üzerinden
729
Erciyes Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, Kayseri
yürütülür. Dinin ıstılah anlamı ise mesela Ragıp Isfhani’de “Allaha yakın olmaları için Yüce Allahın
peygamberlerin diliyle meşru kıldığı şey”, Cürcani’de “akıl sahiplerini rasulde olanı kabul etmeye
çağıran ilahi bir vazı”, Tahanevi’de “şeriat ve akıl sahiplerini bu dünyada salaha, öbür dünyada
felaha götüren ilahi yasa” Akseki de “akıl sahiplerini kendi ihtiyarlarıyla bizatihi hayır olan şeye
götüren ilahi yol olup, peygamberlerin vahye dayalı tebligatı” şeklinde geçer. El-mille ise Farabi de
“ilk başkanın, toplumu için belirleyip takdir ettiği görüşler ve bir takım şartlarla kayıtlı davranışlar”
Isfahani’de ise “dinin bir benzeri olan şey”, Cürcani’de “dinle özde bir itibarda farklı bir şey”,
Tahanevi’de “peygamberlerin yazdırması ve onlar üzerinde ihtilaf etmemeleri itibariyle şeriatların
asılları” olarak açıklanır. Eş-şer’u kelimesi ise Tahanevi’nin verdiği tariflere göre “Allahın kulları
için belirlediği ve bir peygamberin getirdiği hükümlerdir, bu hükümler “amelin niteliği ile ilgili
olduğunda fıkhi, inancın niteliği hakkında olduğunda itikadi hükümler” olarak kullanılır.
Tahanevi’ye göre bu hükümler itaat edilmeleri açısından “din”; yaz(dır)ılmaları bakımından millet;
meşru kılınmaları bakımından şeraittir. Bunlar arasındaki fark özde değil itibar/nispet bakımındandır.
Şöyle ki, din Allah’a, şeriat ve millet ise peygambere ve ümmete nispet edilir.730
Anlaşılacağı üzere din ve millet kelimesi ile bütün peygamberlerde değişmeden aktarılan ortak
hakikatler, şeriat ifadesiyle de değişmeyen hakikatlerin yanı sıra hayata yansıyan iradi hakikatlerin
belli bir dönemde bir peygamber aracılığı ile şekli belirlenmiş ve düzenlenmiş olan nizamı kast
edilmektedir. Bu sebeple şeriatlar arasında nesih mümkün görülmüştür. Yani ilkeler değil, ilkelerin
uygulamaları toplumdan topluma değişmektedir.
Bu bildiride ilahi bildirim olmadan insan marifetiyle varolan beşeri din konusu, İbnu’l-Arabi ve
şarihleri merkezinde ele alınacaktır. Böyle bir din mümkün mü? Mümkünse Allah katında onun
değerlendirilmesi nasıldır? Buna iman eden birisi ecir ve mükafat bakımından nasıl bir akıbete maruz
kalır? Vb sorulara cevap aranacaktır. Beşeri din terkibi, tarafımızdan tercih edilmiş olup, İbnu’lArabi ve şarihlerin tercih edip kullandıkları terkip ise “halk katındaki din”dir. Akışa göre iki ifade
şekli de kullanılmıştır.
İbnu’l- Arabi (ö. 638/1240)
İbnül-Arabi beşeri din meselesini Fususu’l-hikem’in sekizinci fassında ele alır ve orada dini iki
kısma ayırır: İlki Allah katındaki din, diğeri de Allah’ın muteber addettiği halk katındaki dindir.
Burada Allah’ın itibar ettiği kaydı önemlidir. Açıklaması ileride gelecektir. Allah katındaki din, aynı
zamanda Hak Tealanın öğrettiği kimse yani peygamber nezdinde mevcut olduğu gibi, bu kimsenin
öğrettiği kimsenin yani ümmetinin nezdinde de mevcuttur. Bu dini Allah seçmiş ve halk katındaki
dine nazaran daha yüksek bir mertebe vermiştir. Nitekim ayette “İbrahim, bunu kendi oğullarına da
vasiyet etti, Yakub da öyle: “Oğullarım! Allah, sizin için bu dini (İslâm’ı) seçti. Siz de ancak
müslümanlar olarak ölün” dedi.” (Bakara, 2/132) denir. İbnü’l-Arabi için Müslüman olarak ölün
ifadesi, ona inkıyat etmiş halde ölünüz, demektir. Şu halde ona göre Allah katındaki din İslam olup,
manası inkıyattır. Dolayısıyla din inkıyattan ibarettir. Allah katındaki din, bir başka açıdan insanın
inkıyat eylediği şeriattır. Bu durumda da din inkıyattır. Namus ise Allahın meşru kıldığı şeriattır.
Allahın meşru kıldığı şeraite inkıyat ile muttasıf olan kimse dini varlıkta tutmuş olur. Kul dini inşa
eden, Hak ise hükümleri vazedendir.731
İbnü’l-Arabi burada dini, insanın inkıyat yani boyun eğme ve itaat gösterme eylemi olarak ele
almaktadır. Bu sebeple dinin ayakta tutulması, insanın vaz edilen hükümlere itaat göstermektir.
Allahın muteber saydığı halk katındaki din ise Hadid, 57/27‘deki ayetten hareketle açıklanır. Ayetin
meali şöyledir: “(Kendiliklerinden) icat ettikleri ruhbanlığa gelince; biz onu onlara farz kılmamıştık.
Allah’ın rızasını kazanmak için onu kendileri icat etmişlerdi. Fakat ona da gereği gibi uymadılar. Biz
de içlerinden iman edenlere mükâfatlarını verdik. Fakat onlardan birçoğu da fasık kimselerdir. “
İbnü’l-Arabi’ye göre icat eyledikleri ruhbanlık ki, bu hikmetli kurallardır ve bilinen herhangi bir
730
Daha fazla bilgi için bk. Hasan Şahin, İslam Felsefesi Tarihi Dersleri, İlahiyat Yayınları, Ankara 2000, 16-23.
Geniş bilgi için bk. Ahmet Kamil Cihan, “Fususu’l-Hikem’de Din Kavramı” Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1), yıl: 9 [2008], sayı: 21, ss.145-159
731
peygamber dini örfte bilindiği şekliyle, yani vahiy ile onu Allah katından getirmiş değildir. Halk
nezdindeki dinde mevcut olan zahir maslahat ve hikmet, ilahi vazı ile meşru olan ilahi hükümlere
gayede muvafık olunca Allah kendi katından meşru kıldığı şeye itibar ettiği gibi ona da itibar
etmiştir. Oysa Allah onlara ruhbanlığı farz kılmamıştır. Allah, onların kalpleriyle kendisi arasında
inayet ve rahmet kapısını bilmedikleri şekilde açınca nebevi tarikin dışında meşru gördükleri dine
tazim eylemeyi onların kalplerinde yaratmıştır. Onlar bunu yaparken Allahın rızasını talep etmekte
idiler. Bununla birlikte ruhbanlığın meşru kılındığı kimselerin çoğu ona gereği gibi riayet etmediler,
onun hakkını da vermediler. Bununla Allahın rızasına ulaşacaklarına inananlara Allah ecirlerini
vermiştir. Bu ibadetin kendileri için meşru olunan kimselerin çoğu fasıktır, yani ona inkıyat
eylemekten ve onun hakkını vermekten çıktılar. Ona inkıyat eylemeyen, teşri edicisine, razı olacağı
şekilde inkıyat etmemiş olur.732
İbnü’l-Arabi’nin ifadelerinden anlaşılan, insanların kimisi kendiliklerinden Allahın rızasını arama
gayesiyle din icat eder. Allah da böyle bir şeye inanan kimselerin kalplerinde ona tazim etmeyi
yaratır. Dolayısıyla buna inanan ve onunla amel eden kimseye Allah ecrini verir. Böyle olduğu
takdirde beşeri din, Allah’ın da itibar ettiği bir din olur.
Sadreddin Konevi (ö. 673/1274)
Konevi, Fusus’u özetlediği eserinde Allah katında dinin İslam olduğunu belirtir. İslamın manası ise
inkıyattır. Din iki nevidir. İlki memurun bih olup, rasullerin getirdiği şeyden ibarettir. Diğeri de
muteber din olup, içinde Hakka tazim bulunan uydurulmuş din/dini ibtida’dan ibarettir. Allahın
rızasını gözeterek uydurulmuş dinin hakkını gözeten kimse felaha erer.733
Konevi’nin bu meseleyle ilgili yaptığı bir başka şerhe göre din iki çeşittir: Akli din ve şer’i din.
Bunların her birisinin iki anlamı vardır. Birisi itaat ve inkıyattır. İnkıyat ve itaat de zahir ve batın
diye iki nevidir. Bunlardan her birisi de iki kısımdır: Bittabi ve bizzat olan inkıyat ve itaat,
çaba/taammul ile olan inkıyat ve itaat. Dinin diğer manası karşılık vermedir (cezadır). Bu da iki
şekilde gerçekleşir: Zati ve iradi. Zati ceza adalet ve müvazene ile olur. Bunun bilgisi, bilgilerin en
yüce olanlarındandır. İradi ceza ise durum böyle olmadığı halde kendisinde müvazenenin fazlası
olduğu zannedilecek şekilde zuhur eder.734
Konevi’ye göre beşeri din, önce uydurulmuş din sonra da akli din olarak ifadesini bulur. Gayesi
hakkı ululamak olup, zahirde ve batında inkıyattan ibarettir. Bir diğer yönü de adalete riayetir. Beşeri
dine uyan kimse felaha erer.
Abdurrezzak Kaşani (ö. 736/1335)
Dinin iki çeşit olmasını açıklarken o da dinin burada inkiyat anlamına geldiği belirtir. Bunun yanı
sıra dinin Allah tarafından vazedilen şeriat ve ceza manaları da vardır. Halk katındaki din ise ehl-i
salahdan bir grubun, mead ve meaşın seadetine götürmesinde, istihsanen kendi aralarında böyle
terimleştirdiği övülen bir tariktir. Allahın onu muteber görmesi ise bu dinin, vaz edilen şeraitteki
Allahın iradesine uygun gelmesi sebebiyledir.735
Kaşani’ye göre hangi dine inkıyat olursa olsun her halükarda inkıyat edilen Allahtan başkası değildir.
Allahın itibar ettiği halk katındaki dinin örneği hikmetli kurallardan ibaret olan ruhbanlık olup,
hususi bir örfte malum olan özel bir tarik ile vaz olunmuştur. Kaşani bunu zamanındaki tasavvuf
tarikine benzetir. Hikmetli kurallardan ibaret olan ruhbanlık icat edildiği vakitte malum bir rasul
tarafından Allah katından insanların umumuna getirilmemiştir. O hak yoluna giren riyazet ehlinden
hususi bir grubun tarikidir. Onlara vacip de değildir. Ne var ki, bu kurallarda zahir olan maslahat ve
hikmet, ilahi şeraitte vaz olunan ilahi hükme gayede uygun geldiği için Allah da kendi katındaki dine
itibar ettiği gibi onu da muteber görmüştür. Her iki dinin gayesi de Kaşani’ye göre insani kemalden
ibarettir. Zira ehlullahın hususi olanlarına has hükümler vardır. Çünkü onlar, Allahın, ilk inayette
onlara bağışladığı hususi istidatlara sahiptir. Onlar ziyade inayet ve rahmet sebebiyle farkında
732
İbnül-Arabi, Fususu’l-Hikem, Neşir: Ebu’l-Ala el-Afifi, Darul-Kitabil-Arabi, Beyrut 2002, 94-95.
Sadreddin Konevi, Nakşul-Fusus, İSAM: 10248, varak: 4a.
734
Sadreddin Konevi, Fukuk Neşir: Muhammed Hocey, İntişarat-ı Mevla, Tahran 1413, 186; Fususu’l-Hikemin
Sırları, çev: Ekrem Demirli, Kapı yayınları, İstanbul 2014, 59.
735
Abdurrezzak Kaşani, Şerhu Fususil-Hikem, Tashih: Mecid hadizade, Tehran 2004, 234.
733
olmaksızın irade ettikleri şeyi tasdik etmişler ve ona olan şevkleri de artmıştır. Buna bağlı olarak
kalplerinde, hukemanın ve uzemanın nebevi tarike ziyade olarak Allah rızasını talep ederek vaz ettiği
kurallara tazim etme hususu da vaki olmuştur. Kaşani burada Fusus’ul-hikem’in nüsha farklılığından
kaynaklanan bir hususa işaret eder. “Nebevi tarike ziyade” ibaresi bazı nüshalarda nebevi tarikin
dışındakine ziyade” şeklinde geçmektedir. Şayet bu doğru ise bu takdirde cümlenin anlamı şöyle
olur: “Allahın meşru kıldığı şeraitin dışında vaz eyledikleri şeraite göre meşru kılınan şeye tazim
etme” olur. Yoksa nüshalarda görülen farklılık şu anlamda asla makbul değildir: “Allahın meşru
kıldığı şeriata aykırı/münafi vaz eyledikleri şeraite göre meşru kılınan şeye tazim etme”.736
Kaşani, ruhbanlık örneğini Allah’ın bir hatırlatması olarak görür ve ondan hareketle şunların da
bilineceğini iddia eder: Mutasavvifenin müstahsen gördüğü başı traş etmek, halk elbisesi giymek,
yeme ve uykuyu azaltarak riyazet yapmak, zikre ve cehri zikre devam etmek ve şeriata aykırı
olmayan diğer adab örneklerinde olduğu gibi, meşru olana zait olan ibadet, münker bir bidat değildir.
Münker olan, sünnete muhalif olan bidattir.737
Onlar, Allah farz kılmadığı halde icat ettikleri ruhbanlıkla Allahın rızasını aramışlar ve bunun
hakkını vermeye çalışmışlardır. Şeyhin ibaresini olumsuz almak da Kaşani’ye göre doğrudur. O
zaman anlam şöyle olur. Fasıklar ruhbanlığın hakkını gereği gibi gözetmediler. Zira ruhbanlığı icat
edenler, Allahın rızasını kazanmak için gereği gibi ona riayet etmişlerdir. Ancak fasıklar bunu
yapmamışlardır. Allah ruhbanlığın hakkını gözetenlere ecirlerini vermiştir. Çünkü onların imanları,
salih amellerinin mirasıdır. Bununla birlikte bu ibadetin meşru kılındığı kimselerin çoğu ona inkıyat
etmekten uzak kalmıştır. Ona inkıyat eylemeyen de onun teşri edicisine yani Allah’a razı olacağı
şekilde inkıyat etmemiş olur. Bu ibadetin teşri edicisi asalet yoluyla Cenabı Haktır. Zira onu vaz
edenler, Allah için vaz etmişlerdir. Bu itibarla ona inkıyat Hakka inkıyat demektir. O da onun ecrini
verir. Ona inkıyat etmeyen Allahın razı olacağı şekilde ona itaat etmemiş olur.738
Kaşani’nin diğer şarihlere göre farklı olan yorumuna dikkat çekelim: İlki, Nüsha farklılığından
kaynaklanan anlamlara dikkat çekmesidir. Bir başkası beşeri dinin vazedenlerin ehl-i salah, hukema
ve uzema olmasıdır. Bir diğeri dinin gayesinin insani kemal olarak açıklık kazanmasıdır. Bir diğeri
tasavvuf erbabınca müstahsen görülen hususların beşeri din kapsamına alınmasıdır. Ancak bu
mevcut şeriata aykırı olmaması şartını taşır. Yani onların ortaya koydukları adab, sünnete muhalif
değildir. Bunlara riayet edenlere de Allah ecirlerini verecektir.
Davud Kayseri: (ö. 751 / 1350)
Kayseri, İbnül-Arabi’nin metinlerini yani diyerek şerh eder. Bazen hazırlık bilgileri verir. İnkıyat,
ceza ve adet manalarına gelen dini, şeriata naklederek der ki:
Din, ya peygamber göndermek suretiyle ilahi cem’ hazretinden veya tafsil hazretinden gelir. Bu
Allahın seçtiği din olup, onu nebilere vermiş ve onlara öğretmiştir. Diğer müminler de onlar
vasıtasıyla onu öğrenmiş olur. Bu tarife göre, risaleti tebliğ ve dini tebyin etmesi, Allah’ın halka
karşı bir hüccetidir. Halk nezdindeki din ise hakkın nuruyla hidayeti bulan, emir ve halk alemini
tefekkür eden kimselerin, nefislerini mükellef kıldıkları şeydir. Zira onlar, batınlarına düşen ışıklarla
ve temiz olan nefislerinin aydınlanmasıyla ubudiyet ve rububiyet makamlarını bilirler. Dolayısıyla
onlar, rabbin verdiği nimetlere, onları yaratmış olmasına ve hidayetine şükretmek üzere kendilerini
ubudiyetle mükellef kılarlar. Yazılmadığı halde onlar ruhbanlığı icat ettiler denmesi, bu ibadetin
onları farz kılınmadığı anlamına gelir. Onlar icat ettikleri ruhbanlığı Allahın rızasının aramak için
yapmışlar ve bu ibadetin hakkına riayet etmişlerdir. İşte Allah onlara kutsi nurlar ve nefsi kemaller
cinsinden ecirlerini vermiştir. Bu ibadeti yapmayanlar ile peygamberlerin diliyle Allahın meşru
kıldığı şeyi yapmayanlar fasıktır, yani o hükümleri yerine getirmekten ve o hükümlere inkiyat
etmekten çıkmıştır. İşte bu izah Allah indindeki din ile halk indindeki din sözünün manasıdır.739
Ayette geçen “İcat ettikleri din” ifadesi halk nezdindeki dine dair bir şahit getirme/istişhattır.
Rahiplerin halktan uzaklaşıp riyazet etmeleri ve hakka yönelmeleri gibi, yaptıkları şeyler olan
ruhbanlık, hikmetli kuralların, yani hikmet ve marifetin iktiza ettiği şeriatlardır. Bunlar bir nebinin
736
Kaşani, şerh, 236.
Kaşani, Şerh, 236.
738
Kaşani, Şerh, 237.
739
Kayseri, Şerhu Fususil-Hikem, Neşir: Celaleddin Aştiyani, Tahran 1375, 667-8.
737
zuhuru, nübüvvet iddiası ve mucize izharı gibi örfte bilinen şeylerden hasıl olmamıştır. Onlar özel bir
tarikin vaz’ı ile ihtira olunmuştur. Bu kurallarda mevcut olan hikmet ve maslahat, ilahi şer’in vaz’ı
ile maksud olan ilahi hükme ki, bu nefisleri ilmen ve amelen tekmil etmedir, muvafık olduğu için
Allah onu bütün insanlara farz kılmadığı halde kendi indindekini muteber saydığı gibi bunu da
muteber saymıştır. Bu, avamın değil havasın tarikidir. Zira herkes riyazetin meşakkatine
katlanamayacağı gibi, özel tarike de giremez. Bu kanunlar onlarda bilmedikleri özel bir vecihten
hasıl olmuştur. Onlar, Allahın onlara farz kılmadığı yemeyi ve konuşmayı azaltma insanların arasına
karışmama, onlardan halvet ve uzlet, orucu artırma, uykuyu azaltma, devamlı zikretme gibi nebevi
tarike zait işler ortaya koymuşlardır. Onlar nebevi tarike aykırı olan haram şeyi içme, putlara tapınma
gibi şeyleri getirmemişlerdir. Onlar farz kılınmadığı halde, bunları yaparken, Allahın rızasını
aramışlardır. Bunları kendileri için yapmayı vacip görenlere ecirleri verilmiştir. Yani onları yerine
getirenlerin inancı o ki, bunu eda edenler için Allah rızası ve ahiret sevabı hasıl olur. Yani nefisleri
için vaz olunan bu kanunlara inkıyat etmeyenlere Allah da inkıyat etmez. Zira asalet yoluyla o
kanunların teşri kılıcısı odur.740
Kayserî’nin diğer şarihlerden farkı, beşeri dini vaz eden kimselerin hidayete eren ve iki alemi de
tefekkür eden kimseler olmasıdır. Onlar ubudiyet ve rububiyet makamını bildikleri için, Allahın
yaratmasına, verdiği nimetine ve hidayetine şükür olarak hikmet ve marifetin iktizası olan bu şeriatı
kendilerine vaz eylemişlerdir. Beşeri dinin gayesi, nefislerin ilmi ve ameli açıdan yetkinleşmesidir.
Bunlar avam için değil havas içindir. Beşeri din, nebevi tarike aykırı şeyler getirmediği gibi, onları
eda etmeyen fasık olur.
İbn Türke (1369-1432)
Halkın vazedip de Allahın itibar ettiği dinin açıklaması şöyledir: İcat ettikleri ruhbanlık, hikmetli
kurallar, özel ve maznun sırlardır. Bir rasul onları bilinen yollarla getirmiş değildir. İbn Türke’ye
göre, bu ifadeyle mutlak olarak rasulun getirmediği şeyler sanılmamalıdır. Bilakis şer’i örfte malum
olan özel yolla gelmiştir. Şer’i örf, fukaha imamlarının ve ahkamın istinbatındaki müçtehitlerin
girdiği yoldur/meslektir. Tahkike göre, son peygamberin diğer sırları ve hikmetleri getirmesi
gereklidir. Fakat o umumi örfte malum olan tarik üzere getirmez. Zira umumi örf ehlinin idrak
düzeyi/medariki henüz buluğa ermemiştir. Bu sebeple onların makamlarına tenezzül ve akıllarının ve
fehimlerinin miktarına göre konuşmak gerekli olmuştur. Onların örfüne göre Şeyh-i Ekber demiştir
ki “Bunlardaki zahir maslahat ve hikmet maksatta ilahi vaz’ı ile muvafık olduğu için”: Yani bu
maksat, kemali gayeye yönelmektir, bu da vücudi nazım ve şühudi süluktur ki, bu da insani kemal
hareketinin yönüdür. Allah kendi nezdindekine itibar ettiği gibi onlara farz kılmadığı halde ona da
itibar etti. Zira onlarla kendi arasında, bilmeyecekleri şekilde inayet ve rahmet kapısı açılmıştır. Oysa
onlar ilim ve marifetin fikir ve nazarla tahsil edildiğini düşünüyorlardı. Onların evliya ve enbiyaya
intisapları da yoktur. Allah onların kalplerine teşri kıldıkları şeye tazim etmeyi yarattı. Umum için
olan nebevi tarikin dışından bir şeyle onlar, kendilerine dönük inayetin karşılığında uygun bir şükür
olsun diye Allahın rızasını talep etmektedirler. Zira ruhbanlık, kendileri katından gönüllü olarak
kendilerine ilzam ettikleri şeye göre ziyade bir ibadettir. Bu, Müslüman mutasavvıfların ve diğer
dinlerdekilerin sünnetine benzer. Allah onlara ecirlerini, yani rızasını vermiştir.741
İbn Türke’nin diğer şarihlerden farkı şöyle ortaya çıkmaktadır: Ruhbanlık hikmetli olmasının yanı
sıra özel ve gizli sırları da içerir. Beşeri din, herhangi bir nebi veya veliye intisabı olmayanların
gönüllü olarak kendilerine gerekli gördüğü ziyade ibadetler olup, bu aynı zaman da sufilerin
âdetlerine benzer. Zira Hz Muhammed’in son peygamber olması, gelecek ümmetin idrak düzeylerine
uygun sırları da tazammun yoluyla getirmiş olmasını gerektirir. Sufiler arasındaki usul ve âdab
çeşitliliği, bu gerekçeye dayandırılır. Beşeri dinin gayesi ise vücudi nazım ve şühudi olarak seyrü
süluk içinde olmaktır. Yani varlık sayfasındaki yazıyı okumak ve her şeyde Hakka şahit olarak
Hakka yürümektir.
Abdurrahman Cami (ö. 898/1492)
İlahi olsun beşeri olsun, Cami’ye göre, dinin ikisi de inkıyat olması hasebiyle Allah için olur. Halk
740
741
Kayseri, Şerh, 670-2.
Sainuddin Ali b. Muhammed et-Türke, Şerhu Fususil-Hikem, Neşir: Muhsin Peydafer, 2. Baskı, I, 404-6.
nezdindeki din ruhbanlık olup, rahiplerin tarikidir yani İsa ümmetinden olan zahitler ve Allah’a süluk
edenlerin icat ettiği yoldur. Hikmetli kuralları içerdiği gibi, ilahi hikmeti ve dini maslahatı içine alır.
Bunları bir rasul bilinen bir yolla yani açık bir vahiyle getirmemiştir. Cami için feyzin bütün
vasıtaları, Allah’ın rasulleridir. Rasulün getirdiği sadece enbiyaya has olan tarikle değil evliyayı da
içine alan bir tarikle olmuştur. İşte bu icat edilen ruhbanlıktır. Halk nezdindeki din özel bir vecih
üzere olan hikmetli kurallar olunca Allah katındaki din de başka bir vecihle o kurallardan ibaret olur.
Halk nezdindeki din, ilahi vaz’ı ile olan ilahi şeriata gayede, yani ilmi ve ameli olarak nefislerin
kemale erdirilmesinde muvafık olunca Allah ona da itibar etmiştir. Onlar ruhbanlıkla nebevi yolun
dışında Allahın rızasını aramışlardır. Nebevi yolun dışında demenin manası şudur: Onlar nebevi
tarike zait fakat gayede muvafık işler yaptılar. Bu işler ise Allahın onlara farz kılmadığı şeylerdir.
Yine bu işler, sufiyyenin Allah vacip kılmadığı halde yemeği azaltma, orucu çoğaltma, günaha
bulaşmaktan uzak durma, uykuyu azaltma, devamlı zikir gibi yaptıkları şeylerdir. Onlar ruhbanlıkla
Allahın rızasını aradıkları ve onun Allaha giden bir vesile olduğuna inandıkları için ruhbanlığa
inandılar ve onu sevdiler; bunun üzerine ecirleri de onlara verildi.742
Cami’nin buradaki farkı şudur: ilahi feyzin vasıtaları sadece peygamberler değildir, evliyayı da içine
alır. Beşeri din böylece feyzin vasıtaları olup, ilim ve amel açısından nefisleri kemale erdirmek için
vaz olunmuştur. Bu, nebevi tarik ile açığa çıkan dine ziyade olmakla birlikte gayede muvafıktır. Bir
başka açıdan Allah katındaki din de beşeri dinde yer alan kurallardan ibarettir.
Cami bir diğer eserinde şunu kaydeder: Din, iki nevi olup, ilki Allah nezdinden emredilmiş olandır
ve onu rasuller getirir. Şeri vaz’ılar, asli ve feri hükümler halinde nazil olan kitaplardır. İkincisi ise
muteber din olup, Allahın kendi katında meşru kıldığına itibar ettiği gibi ona da itibar eder. Çünkü
muteber dinin garazı Allahın şeriat olarak vaz eylediği şeydeki irade ettiği şeye muvafıktır. Bu da
ilmi ve ameli olarak nefisleri kemale erdirmedir. Muteber din de salah ehlinden bir taifeye göre
istihsanen mebde ve meaş saadetine iletir, tıpkı Mesih dininin ulemasının icat ettiği Ruhbanlık gibi.
Ecirlerini vermesinden maksat, kudsi nurlar ve şerefli ahlaktan ve fazıl melekelerden ibaret olan
nefsani melekeler gibi şeylerdir. Bu ümmetteki sufilerin tariki de böyledir. Onlar nebevi tariktekine
zait şeyler getirirler ve bunlar Allahın farz kıldığı şeyin garazına muvafıktır. Nitekim yemeye
azaltma, sözde ziyadeye ve halkın arasına karışmaya engel olma, halvet, uzlet, çokça oruç, az uyku,
devamlı zikir gibi şeyler böyledir. Muteber dine dünyevi matlaplardan biri için değil de halisane
Allah rızası için hakkıyla yani önce iman ederek sonra emredileni yaparak, nehyedilenden kaçınarak
inkiyat eden kimse felaha erer ve ebedi saadetle ve sermedi kerametle fevz bulur.743
Bu eserinde Cami ilaveten şunları belirtmiş oluyor: Artık hakkında konuşulan “beşeri din” değil
“muteber din”dir. Şeriatta ortaya çıkan Allahın iradesine uygun olup, ona iman edip de eda edenler
mebde ve meadın saadetine erişir. İlaveten şu yorum da vardır Allahın ecir vermesi demek nefiste
açığa çıkan ilahi nurlar, yani marifetler ve nefsani melekeler yani güzel ahlaktır.
Abdulgani Nablusi (1143/1731)
Nablusi, halk katındaki dine Allahın da itibar ettiği etmesini Allahın onu getiren kimseden kabul
etmesi olarak açıklar. Zira kul, takatı kadar onu yerine getirmiştir. Hangi din olursa olsun Allah
kimseyi vüsatının dışında bir şeyle mükellef tutmamıştır.744
Nablusi, ruhbanlığın korku anlamına gelen rehbetten ileri geldiğini belirterek onun rehbete nispet
edilen haller veya ameller olduğunu kaydeder. Zira onların bu hal veya amellerle nitelenmesi ahirette
Allah’ın ikabından korkmalarından ileri gelmiştir. Bu kimseler mensuh olmadan önceki İsa’nın
milletine mensup olan kimselerdir. Dahası bu, umum hakkında bizim dinimizde/milletimizde
gelmiştir. İcat etmelerinin manası ise akıllarının iyi gördüğü nicelik, nitelik ve bunlarla muttasıf
olmak ve gereken şeyleri yapmalarıdır. Onlar bunların tamamını anlama hususunda akıllarıyla mana
olarak kitap ve sünnet olarak hayal edilen şeye istinat edip, birbirine kıyas etselerdi hatalı bile olsa bu
kabul edilirdi. Zira vüsatlarının sonu budur. Nitekim hadiste “içtihat edip de isabet edene iki ecir,
içtihat edip de hata edene bir ecir vardır.” denir.
742
Abdurrahman Cami, Şerhul-Cami Ala Fususil-Hikem, Neşir: Asım İbrahim Kayyali, Beyrut 2009, 2. Baskı, 210-2)
Cami, Nakdun-Nusus Fi Şerhi Nakşil-Fusus, Neşir: C. Aştiyani, İran 1381, 174-5.)
744
Abdulgani Nablusi, Cevahirun-Nusus Fi Halli Kelimatil-Fusus, Neşir: Dr. Asım İbrahim Kayyali Darul-kuttubiiilmiyye, Beyrut 2008, 339.
743
İbn Arabi’nin hikmetli kurallar olarak belirttiği ruhbanlık, Nablusi tarafından akıl ve dakik anlayış
ulemasının hikmetleri olarak açıklanır. Ruhbanlığın vahiy yoluyla gelmediğini belirten Nablusi, İsa
peygamber zamanında Calinus, Eflatun-u ilahi ve Aristoteles vb gibi mahir hukema olduğunu
belirtir. Fetret zamanında İsa’nın dininden bir şey kalmadığı için bunların icat ettikleri kuralları ve
kanunları vardır. İsa’nın ref’inden sonra İsa’nın ümmetinden olan ruhbanlar da yeryüzünde seyahat
edip zamanlarındaki meliklerden kaçtıkları için ruhbanlığı icat ettiler. Akıllarıyla Hz. İsa’nın
dinini/milletini tazim etmeyi ve onu yerine getirmeyi kanaatlarına göre istihsan eylediler. Ruhbanlık
işte bu kurallardır. Bu ümmetin içinde de kullar ve zahitler nezdinde emirlere bağlanma ve
nehiylerden kaçınma hususunda buna benzeyen akli kanunlar mevcuttur. Bu kanunlar, Muhammedi
şeriatın ahkamı bilinmeden veya onu ortaya koyanlar adi görüşleri ve kesif tabiatlarıyla Allah’ın
vasfen değil de aslen teşri eylediği ahkamına ziyade ve noksan şeyler olarak istihsanen icat
etmişlerdir.745
Nablusi’ye göre hukemanın vaz eylediği kurallardaki batın hikmet ve zahir maslahat şâriin
maksuduna muvafıktır. Şöyle ki bu ilahi maksut, nefsani cehalet kirini ve zahirindeki ve batınındaki
arzi tabiatın pisliklerinden temizlemesi için kadimden hadise ilişen bir şeydir. İlaveten gaybi hazrete
inkıyat hususunda feleki mücerretlere ve kuds canibine katılması içindir. Buna bağlı olarak fani
alemden ayrıldıktan ve baki aleme ittisalden sonra daimi lezzetleri ve mülayim haller elde edilir. Bu
maksat ve faideler ahkamı tahrir ettikten ve zahirde ve batında muktezası yerine getirdikten sonra
eksiksiz ve ilavesiz bize nakledilen sahih şeraite mutabaat ile hasıl olur. Lakin bu miktar kul için
nübüvvet zamanında hasıl olur. Bu İsa’nın nuzulü zamanında teceddüt edecektir. 746 Maksuttaki
muvafakat sebebiyle Allah, ruhbanlığı ve bu ümmette zikri geçen şeyleri itibara aldı. Bu nedenle
Şari, müctehitlerin hatalı hükümleri için de sevap olacağını haber vermiştir. Müctehit olmayana da
hatasına rağmen ona tabi olmasını vacip kılmıştır. Muktezasıyla amel ettikleri takdirde Allah onlara
bunu meşru kılmıştır. Zira hakikatte Allahın bu ümmet için meşru kıldığı hükmüne ermeleri onlar
için zordur. Kendi katından olana itibar ettiği gibi ona da itibar etti. Nefsul-emirde matlup bir şey
olmasa da ruhbanlığı onlar kendilerine matlup olarak meşru eylemişler. Nablusi’ye göre bu durum
kıblenin tayinine benzer. Soracak kimse olmadığında bir kimse namaz kılacaksa bir yöne doğru
içtihat eder ve namazını o yöne doğru kılması vacip olur. Nefsul-emirde o cihet hatalı da olsa
böyledir. Vakit çıktıktan sonra hatası açığa çıksa bile o bu namazından dolayı sevaba nail olur. 747
Nablusi’nin söylediğinin özü şudur: Beşeri dini vazeden hukema, akıl ve fehim alimleridir. İsa’nın
dinine tazim için ruhbanlar, ya istihsanen yahut Allah’ın ahretteki ikabından korkarak onu icat
etmiştir. Allah kullarını gücü kadar mükellef tutar. Diğer taraftan, ruhbanların icat ettiği din de
bizdeki kıblenin tayinine benzer. Hatalı da olsa sevaba nail olunur. Muhammedi ümmet için de bu
husus söz konusu olup, akli kanunlar icat edilmiştir. Bunun dini bilmemekten veya istihsanen
yapılanı vardır. İcat edilen bu şeyler, cehalet kirini ve insanı yeryüzüne çeken tabiatın iktizası olan
pislikleri temizleme amacına matuftur. Bir başka açıdan gaye, inkıyat hususunda mücerretlere ve
kuds canibine yaklaşmaktır. Ancak bu sahih şeriata tabi olmakla ile gerçekleşir.
Avni konuk (1868 – 1938)
Allah indindeki din islamdır. İslam inkıyattan ibarettir. İnsanın vücudunun batın ve zahir iki itibarı
vardır. Abdin batın ile inkıyadı, Hakkın gönderdiği peygamberleri ve haberlerini asla tevakkuf
etmeden tasdik ile iman etmesidir. Zahir ile inkıyadı ise Allahın, rasulun dili ile kitabında ifasını
emrettiği şeyleri uzuvları ile işlemesidir.748
Halk indinde olup da Hakkın muteber saydığı din de iki çeşittir. Birisi fetret zamanında akıllarına
olan has tecelli sebebiyle Hakk-ı vahidin vücudunu idrak eden ukela ve hükema tarafından vaz’ına
lüzum görülen övülür kanunlardır. Eflatun ve Sokrat gibi hükemanın, nefis tezkiyesi için kendi
milletlerine gösterdikleri tarik gibi. Diğeri de enbiyanın getirdikleri şeriatlara inkıyat etmekle beraber
nefis tezkiyesi için bu şeriatlara mugayir olmayarak kamil müminler tarafından vaz edilen mücahede
745
Nablusi, Hallu Kelimat, 340.
Nablusi, Hallu Kelimat, 341.
747
Nablusi, Hallu Kelimat, 342.
748
Ahmet Avni Konuk, Fususul-Hikem Tercüme Ve Şerhi, Yayına hazırlayan: Mustafa Tahralı ve ark., Türkiye Yazma
Eserler Kurumu Başkanlığı yayınları, İstanbul 2017, I, 524-5)
746
ve riyazet tariki gibi meşakkatli işlerdir. Mutasavvifenin şer’i ahkam üzerine zait fakat şeriatın
maksadına muvafık olarak vaz ettikleri âdab ve usul gibi. Muhammedi şeriatten önce İsevi ulema
tarafından vaz edilen ruhbaniyet de bu zümredendir. Ukela ve hükema tarafından vazolunan övülür
kanunların Hak indinde muteber olması ancak fetret zamanına mahsustur. Yeni bir şeriat ile bir
peygamber geldiği vakit hükmü mensuh olup, hak indinde kadru kıymeti kalmaz.749
Ayetteki “İcat ettikleri ruhbaniyet” ifadesi hakkında Konuk şunları belirtir: Hükema ve ukalanın
ibtida ve ihtira eyledikleri beyan buyurulan ruhbaniyet ve nefis tezkiyesi usulu öyle hikmetli bir
kanundur ki, mucize, nübüvvet iddiası ve vahiy tarikiyle zuhur eden ve umumi insanlar indinde
malum olan bir rasul, o hikmetli kanunları örfte malum olan özel bir tariki ile yani nübüvvet ve vahiy
tarikiyle Allah canibinden getirmemiştir. Belki İsa’nın dinine mensup olan ulemanın ve din-i
muhammediyeye tabi bulunan salihlerin veyahut bir peygamberin dini hükümleri cari olmayan
kavimler arasında bu fetret zamanında yaşayan ukela ve hukemanın kalplerinde Allah indinden vaki
olan ilham ve ilka ile o hikmetli kanunlar takarrür eylemiştir. Şer-i ilahiden, maksud olan hükmü
ilahi, nakıs nefislerin ikmali olduğu ve bir peygamberin dinine tabi olan ulema ve suleha ile zamanı
fetretteki ukela ve hükemanın vazettikleri usul ve kanunlarda zahir olan hikmet ve maslahat dahi,
keza nakıs nefislerin ikmali bulunduğu cihetle bu zevatı kiramın maksudları şeri ilahiden maksud
olan hükm-ü ilahiye muvafık gelmiştir. Bunun için Allah bu hikmetli kanunları o zevat üzerine farz
kılmadığı halde kendi tarafından inzal buyurduğu şer’e itibar eylediği gibi muteber addetmiştir.
Beşeri dine tabi olma fikrinin doğuşu da Konuk’a göre şöyledir: Allah kendisi ile bu zevatın kalpleri
arasındaki engelleri kaldırmış, onların vukufiyetleri olmadan kalplerine bu vazettikleri kanunlara
tazim ve riayet hissini vermiştir. Bu zevat-ı kiram ile onlara tabi olanlar bu kanunlara tazim ve
hükümlerini de icraya riayet neticesinde taraf-ı ilahi ile bilinen tarik-i nebevinin gayrı tarik üzere
Allahın rızasını talep ederler. Nübüvvet ile gelen şeraitte, itaat edenlere ne gibi mükâfat verileceği
cenabı Hak’tan sarahaten vaat buyrulmuştur. Fakat bu zevatın vaz ettikleri kanunların tazimi ve
hükümlerine riayet neticesinde ne gibi bir mükâfat verileceği meçhuldür. Ancak ehli din olan ukela
düşündü ki, insan hayvanın bir nevidir. Fakat onda diğer hayvanlarda olmayan bir hassa vardır.
Onlara göre, Cenabı Hak’tan indirilen şeriat, insanda galebe çalan hayvanlığını izalesi ve batını olan
nefs-i natıkasını tasfiye içindir. Bu maksada hızla ulaşmak için yemeyi ve uykuyu azaltma ile riyazet
ve zikre devam etme gibi nebevi tarik ve şer’i ahkam üzerine zait olarak birtakım usul vaz
etmişlerdir. Bu usul şer’i ilahiden maksud olan ilahi hükme muvafık geldiği için, sünneti hasenedir,
bidat değildir.
Fetret zamanındaki hükemaya gelince onlar aklen düşündüler ki, kâinatın heyeti mecmuasını yerli
yerinde icad ve tedbir eden bir hikmet sahibi Sanatkâr vardır. Her bir eşya kemale dönüktür. Bunlar
içinde en mükemmeli de insandır. Zira o müdrik ve mütefekkirdir. Bunun yanı sıra o hayvanın bir
nevidir. Onun kemali idrak ve tefekküründe olduğu için, bu cihetini ihmal etmesi ve hayvanlık
cihetine yönelerek onun gereği olan şeylerde boğulması noksanını doğurur. Bu hal ise yaratılış
maksadına mugayirdir. Bu sebeple insanı kendi kemaline yöneltmek için hayvanlığına bir bağ
takmak lazım geldiğini düşünmüşlerdir. Bu gayeye ulaşmayı temin etmek için zikri geçen hükema
bir takım usul ve kaideler vazetmiştir. Sanatkarın vahdetine ve insanın batınını tenvir etmeye dair
eserler yazmışlardır. Bu usul ve kaideler onlara ilham tariki ile varit olmuştur, Yunan hakimlerinin
bazılarına vaki olan ilhamlar gibi. Fakat Çin’de tenasüh fikrini neşreden Konfüçyüs ve Hind’de
putperestliği vaz eden Buda, Mecusiliği ihdas eden Zerdüşt ve emsali bu zümreden değildir. Onlara
vaki olan ilka, İlkayı şeytanidir. Zira alemin heyeti mecmuası, fiilî kurandır. Lafzî Kuran, nasıl bazı
kimseleri saptırma/idlal etme, bazı kimselere de hidayet verme (Bakara, 2/26) vasfını haiz ise fiilî
Kuran da öylece bu vasfı haizdir. Çünkü ilahi isimler karşılıklıdır, mütekabildir. Alem ise ilahi
isimlerin mazharıdır. Daima hak mukabilinde batıl, batıl mukabilinde hak tezahür eder.
İmdi bu kanunları kendi nefislerine meşru kılan ulema ve ukala, onlara uyması teşvik edilen
kavminin fertleri ancak Allahın rızasını talep için o kural ve kanunlara hakkıyla riayet ettiler. Bu usul
ve kaidelerin hakikatine bu ilahi rıza için itikat eylediler. Allah da onlara “iman edenlere biz ecrini
verdik”, buyurdu. Kendileri için ulema ve hükema tarafından bu şer’ ve vaz olunan birçok kimse
fasıktır, yani bu kanunlara inkıyattan ve bunları hakkı ile kaim kılmaktan hariçtirler. Bu ibadete
inkıyat etmeyen kimselere bilasale onun teşri edicisi olan Hak, o kimseleri razı kılacak şey ile onlara
749
Konuk, Şerh, I, 525)
inkıyat etmiş olmaz. Yani bu hükümler bir peygamber tarafından tebliğ edilmediğinden bunlar ile
amel vacip değil ise de onlar mahza rızayı ilahiyi tahsil için bu ahkam ile amel etmeyi kendi
nefislerine vacip kıldıklarından ve hakkıyla buna riayet edenlerden Allah’ın razı olacağını itikat
eylediklerinden Cenab-ı Hak da bunlara kutsi nurları ve nefsi kemalatı, cennet, hayır ve sevap gibi
kendileri razı edecek şeyleri ecir olarak verdi. Bu kanunlar ulema ve hükemaya Allah tarafından
ilham tarikiyle varit olduğundan onun teşri edicisi bilasale hak olmuş olur. Bunlara inkıyat etmek
Allaha inkıyat etmektir. Allaha inkıyat edenlere Allah da bir şey vermek suretiyle inkıyat etmiş,
münkad olur. Bu hükümlere riayet etmeyen fasıklar ise Hakka inkıyat etmediklerinden Hak da onlara
bir şey vermemek suretiyle muamele eder, onlara münkad olmaz.750
Konuk’un farklı tarafları şöyle özetlenebilir: Beşeri dinin iki manası vardır. Biri fetret zamanına
mahsus olup, o dönem itibariyle geçerlidir. Bir peygamber gelince mensuh olur. Nitekim özel bir
tecelli ile Hakkı idrak eden Sokrat ve Eflatun gibi hukema, bir takım kanunları gerekli görerek vaz
etmişlerdir. İkincisi ise bir peygamberin şeriatına inkıyat ederek ilaveten nefis tezkiyesi için kamil
müminlerin vaz eylediği riyazet ve mücahede gibi şeriata mugayir olmayan zor işlerdir. Sufilerin
şeriata zait fakat maksatta muvafık usulü böyledir. Beşeri dine ittiba eden insanların alacağı ecir
şeriatteki gibi açık olmasa da ukela şöyle düşünmüştür: İnsanda hayvanlık galebe çalmaktadır.
Şeriatın maksadı da bu galebeyi gidermek ve nefsi natıkayı tasfiye etmektir. İnsanı bu hedefe süratle
yaklaştıran bazı usuller vardır. Bunlar şeraite ilave fakat muhalif olmayan şeylerdir. Bu sebeple onlar
sünneti hasenidir, bidat değildir. Alacakları ecir de kutsi nurlar, nefsani kemaller, cennet, hayır ve
sevap gibi insanı razı edecek şeylerdir. Ne var ki, Kuran ayetleri nasıl kiminin hidayetine kiminin de
idlaline sebep oluyorsa ilahi isimlerin tecellisi olan alem de böyledir, bu sebeple tenasüh, putperestlik
öğütleyen beşeri dinler muteber değildir.
Sonuç ve değerlendirme
Din, inananları doğrudan, inanmayanları da dolaylı olarak etkiler. İnsanın güven ve umut dünyasına
seslenmesi, ona bir takım değerler sunarak yaşam tarzı göstermesi, inananlar arasında birlik ve
beraberlik oluşturması dinin bu dünyadaki pratik karşılıkları olarak kabul edilebilir. Bununla birlikte
farklı dinlere inanan insanlar vardır. Üstelik bu dinlerin bir kısmı beşeri kaynaklı dinlerdir. Onlara
inanıp da pratiklerini yerine getirenlerin durumu ne olacaktır? Yine Müslüman olup da dinde
olmadığı halde ona ilave edilen şeylerin hükmü nedir? İşte İbnu’l-Arabi ve şarihleri çerçevesinde bu
sorunu gündeme alarak önerilen çözüm yolları ortaya konulmaya çalışılmıştır.
Yapılan açıklamalara göre din insanın boyun eğmesinden ibarettir. Bu sebeple ister ilahi ister beşeri
olsun insandan beklenen, konulan kurallara boyun eğmesi, itaat etmesi gerekir. Bunu yapan kimse
dini ayakta tutmuş olur. Konulan kuralların rast gele değil hikmetli kurallar olması gerekir. Bu da
ancak seçkin insanlar aracılığı ile mümkün olur. Nitekim bu kimseler, ehli salah, hukema, evliya,
uzema, kümmel-i müminin, fehim uleması vb adlarla anılmıştır. Zira bu kimseler kural koymanın
amacını bilip, bu amaca götüren yolları ve teknikleri iyi görürler. Açıklamalarına göre insan, mülk ve
melekut, yani fizik ve metafizik alem hakkında tefekküre dalınca rabbi olduğunun idrakine varır.
Kendi durumunu da kulluk mertebesinde görür. Bu sebeple yaratıcıya tazim, verdiği nimetlere
şükretmek maksadıyla kendisini bir takım işlerle yükümlü tutar. Esasında bu, bazı ahlak kitaplarında
yaratıcıya dönük vazifeler başlığı altında ele alınan hususlardır. Bunların, düşünürlerimiz tarafından
da gündeme alınmış meselelerdendir. Burada en çok üzerinde durulan husus, beşeri kuralların konuş
gayesidir. İbnu’l-Arabi’ye göre bu gaye, Allah rızası iken şarihlere göre, Allah’ın rızası ve onu tazim
etme, verdiği nimetlere şükür, mücerret varlıklar alemine yönelme gibi hedeflerdir. Bunlar, aynı
zamanda ilahi dindeki hükümlerin vaz’ı gayesidir. İşte bu sebeple İbnu’l-Arabi ve şarihleri bu
maksatla vaz olunan beşeri dini Allah’ın da muteber gördüğünü söylemişlerdir. Kimi şarihler beşeri
dini, fetret dönemiyle sınırlandırırken İbn Türke, Konuk gibi kimileri de İslam ümmetinden olan bazı
salihlerin dinde olmadığı halde ilave ettiği bir takım usul ve erkanı buna dahil etmişlerdir. Ancak bu
ilaveler ilahi dine asla muhalif olamaz. Bilakis onda ilahi dine muvafık olma şartı aranır. Nitekim
burada bidat kavramını gündeme alınarak bu ilavelerin bidat olmadıkları notu düşülmüştür. Şerhler
içinde meseleyle ilgili en geniş açıklamanın Kaşani, Nablusi ve Konuk tarafından yapıldığını
750
Konuk, Şerh, I, 531-3.
belirtmek gerekir. Bilhassa Konuk beşeri dinleri, vahiyle mukayese ederek onun idlal ve hidayet
yönünden farklı olabileceğine dikkat çekmesi diğer şarihlerde görülmeyen bir açıklamadır. Yine
şarihlerin Eflatun ve Aristo gibi meşhurları hikmetli kuralların vazıları arasında görmesi de ilginçtir.
Beşeri dine boyun eğenlerin alacağı mükâfat açık olarak bilinmese de onların ecre nail olacakları
kesin görünmektedir. Şöyle ki, bu ecir ahlakı şerife gibi bu dünyada ulaşacakları övülür bir hal veya
cennet ve sevap gibi ilahi vaatlerle aynı olacağı düşünülmüştür.
Dikkat çekilen bir başka husus ise insan tarafından konulan bir takım hikmetli kuralların, şeriatın
maksatları ile örtüşüyor olmasıdır. Bu durumda günümüzde insan, toplum, trafik, çevre sağlığı, insan
hakları vb şeriatta açıkça zikredilmeyen hükümlere uymak da gerekli olmaktadır. Zira bunlardaki
gaye ile ilahi hükümlerdeki gaye birbiriyle uyumlu olmaktadır.
Kısaca İbn Arabi, hukemanın nefis tezkiyesi için vaz eylediği bir takım kuralları şer’i hükümlerle
maksatta bir görmüş ve bunun Allah nezdinde de muteber olacağı fikrine kail olmuştur. Şarihler de
onun fikrini açıklarken bir kısmı bunu fetretle kısıtlamış bir kısmı da Muhammedi şeriatın maksadına
ulaşmada yardımcı olacağı düşünülen kuralları buna da dahil etmiştir. Hepsinin ortak kanaati
Muhammedi şeriata hiçbir şekilde muhalif olmaması, maksatta muvafık olmasıdır.
Kaynakça
Abdulgani Nablusi, Cevahirun-Nusus Fi Halli Kelimatil-Fusus, Neşir: Dr. Asım İbrahim kayyali
Darul-kuttubi-iilmiyye, Beyrut 2008
Abdurrahman Cami, Nakdun-Nusus Fi Şerhi Nakşil-Fusus, Neşir: C. Aştiyani, İran 1381.
-----, Şerhul-Cami Ala Fususil-Hikem, Neşir: Asım İbrahim Kayyali, Beyrut 2009, 2. Baskı
Abdurrezzak Kaşani, Şerhu Fususil-Hikem, Tashih: Mecid hadizade, Tehran 2004.
Ahmet Avni Konuk, Fususul-Hikem Tercüme Ve Şerhi, Yayına hazırlayan: Mustafa Tahralı ve ark.,
Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı yayınları, İstanbul 2017.
Ahmet Kamil Cihan, “Fususu’l-Hikem’de Din Kavramı” Tasavvuf | İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1), yıl: 9 [2008], sayı: 21, ss.145-159
Davud El-Kayseri, Şerhu Fususil-Hikem, Neşir: Celaleddin Aştiyani, Tahran 1375.
İbnü’l-Arabi, Fususu’l-Hikem, Neşir: Ebu’l-Ala el-Afifi, Darul-Kitabil-Arabi, Beyrut 2002.
Müeyyedüddin El-Cendi, Şerhu Fususil-Hikem, Neşir: C Aştiyani, 3. Baskı, İran 2000
Sadreddin Konevi, Fususu’l-Hikemin Sırları, çeviren: Ekrem Demirli, Kapı yayınları, İstanbul 2014.
----- , Nakşul-Fusus, İsam: 10248.
Sainuddin Ali b. Muhammed et-Türke, Şerhu Fususil-Hikem, Neşir: Muhsin Peydafer, 2. Baskı.
ALTERNATİF BİR TEOLOJİNİN BANİSİ OLARAK MUHYİDDİN İBNÜ’L-ARABÎ
VE EPİSTEMOLOJİSİ
Mahmut ÇINAR
Özet
İslâm düşünce tarihinin ilk yıllarından itibaren, İslâm’ın temel ilke ve müesseselerini anlamak için
farklı bir takım yöntemler uygulanmıştır. İlerleyen süreç içerisinde bu yöntemler, İslâmî disiplinlerin
ortaya çıkmasına zemin hazırlamıştır. İlk dönemlerde disiplinler arasında herhangi bir çatışma ve
ayrışma söz konusu değilken; daha sonraları özellikle tasavvufun felsefî unsurlara ilgi duyması ile
ayrışma belirgin bir hale gelmiştir. Zaman zaman kendisini tefsir, hadis, kelâm ve fıkıh gibi ilimlerin
yerine koyarak söz konusu alanlara müdahale etmesi, ilgili konularda yepyeni anlayışların ortaya
çıkmasına sebep olmuştur. Tasavvuf çevreleri kendilerini diğer ilimlerin tenkid yöntemlerine
kapatmış ve bu anlamda önemli ölçüde başarılı da olmuştur. Bunun birçok nedeni olmakla beraber,
yapılacak eleştirinin derûnî hayata yapılmış gibi yansıtılması korkusu, en önemli etkendir. Buna
bağlı olarak kelâm, fıkıh ve hadis gibi alanlarda gördüğümüz sistematik tenkid ve reddiye geleneği,
tasavvuf çevrelerinde oldukça sınırlı kalmıştır. Ayrıca fakîh ve mütekellimlerin zamanla ihmâl ettiği
derûnî hayata sûfîler sahip çıkınca, onların din adına meşrûiyyetleri ümmet tarafından daha çok
benimsenir hale gelmiştir. Bu avantajdan yararlanan sûfîler ve bunlar arasında da İbnü’l-Arabî,
ümmetin tasavvufa verdiği krediyi, felsefî unsurları sistemlerine cömertçe katmak suretiyle
kullanmışlardır. Bunu yaparken düşüncelerinin tenkid edilmemesi için gereken en radikal önlemi,
ilhâm ve keşf kapılarını ardına kadar açarak almışlardır.
Tebliğimizde Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin keşif ve ilhama dayandırarak oluşturmaya çalıştığı
teoloji ve bu teolojinin avantaj ve dezavantajları irdelenecektir. Tefsir ilmine rağmen tefsir, hadis
ilmine rağmen hadis, kelam ilmine rağmen kelam ve fıkıh ilmine rağmen fıkıh yapma şeklinde
özetlenecek bu teolojinin dinin temel ilke ve müesseselerini taşıdığı kaygan zemin ve bu zeminin
sonuçlarına dikkat çekmeye çalışılacaktır.
Anahtar kelimeler: Alternatif teoloji, İbnü’l-Arabî, İslâm düşüncesi, Tasavvuf, Nübüvvet.
MUHYİDDİN İBNÜ’L-ARABÎ AS A FOUNDER OF A ALTERNATIVE
TEOLOGY AND HIS EPISTEMOLOGY
Abstract
Since the early years of Islamic thought history, a number of different methods have been applied
to understand the basic principles and institutions of Islam. In the following process, these methods
paved the way for the occurence of Islamic disciplines. While there was no conflict and dissociation
between disciplines in the early periods; later dissolution become apparent with Sufism was
interested in philosophical elements. From time to time, to put it into the fields of science like
tafsir , hadith, kalam and jurisprudence by intervening to put into place, has led to the emergence of
new insights on relevant issues. Sufi circles have closed themselves to the criticism methods of other
sciences and have been successful in this sense. Although there are many reasons for this, the fear of
reflecting the criticism as made to the spiritual life is the most important factor. Accordingly, the
systematic criticism and refutation tradition we see in areas such as theology, jurisprudence and
hadith has remained rather limited in the Sufism circles. In addition, when the Sufis were taken over
Doç. Dr., Gaziantep Üniv. İlahiyat Fak. Ö. Üyesi,
[email protected].
by the natural and neglected by the people of time, their legitimacy in the name of religion became
more accepted by the Ummah. Sufis who benefited from this advantage and among them Ibn al'Arabi, they have used the credit given to sufism by generously adding philosophical elements to
their systems. In doing this, they took the most radical measure to avoid criticizing their ideas by
opening the doors of inspiration and exploration.
In our paper the advantages and disadvantages of theology of Muhyiddin İbnü tel-Arabî based on
discovery and inspiration will be examined. Despite the tafsir, tafsir, despite the hadith science, the
hadith, despite theology of theology, theology and jurisprudence despite the science of jurisprudence
will be summarized in this theology of the basic principles and institutions of religion, the basic
principles and the results of this ground will be pointed out.
Key words: alternative theology, İbnü’l-Arabî, Islamic thought, Sufism, prophethood.
Giriş
İlahiyat alanı tabiatı gereği, farklı görüş ve düşüncelerin ortaya çıkmasına müsait bir alandır. Bu
kapsamda değerlendirilen konuların gaybla ilgili olması ve bunların insanların doğrudan nüfuz etme
alanı olmadığı için, çoğu zaman tartışmalara sebep olmuş, farklı inanç, görüş ve anlayışların
doğmasına kaynaklık etmiştir. İslam düşünce tarihinin ilk yıllarından itibaren, gaybla ilgili sorunların
çözümüne dair farklı yöntemlerin benimsendiği görülmektedir. Hz. Peygamber henüz hayattayken,
onun söz konusu alandaki otoritesi, sahabe tarafından mutlak olarak kabul gördüğü için, gaybî ve
tabii olarak dinî problemlerin çözümünde tek kaynak o idi. Ayrıca vahyin nazil olmaya devam etmesi
de bu alanla ilgili zihinsel sorunların çözümünde önemli bir imkândı. Kur’ân’da zaman zaman bu
anlama gelebilecek ayetlerin yer aldığı görülmektedir: “Sana ruh hakkında soru sorarlar. De ki:
Ruhun ne olduğunu ancak rabbim bilir, size ise pek az bilgi verilmiştir.”751 yine “Sana neyi infak
edeceklerini de soruyorlar. De ki: İhtiyaç fazlasını. Allah sizin için âyetlerini işte böyle açıklıyor ki
düşünesiniz.”752 şeklinde sorulan sorularla başlayan ayetleri bu duruma örnek vermemiz
mümkündür. Görüldüğü gibi, kendisine sorulan gaybla ilgili sorular konusunda Allah’ın Resûl’üne
yol gösterilmektedir.
Hz. Peygamber’in vefatından hemen sonra, zuhûr eden yeni olaylar üzerine, sahabe arasında
zaman zaman farklı görüşler ileri sürüldüğü görülmektedir. Her taraf kendi görüşünü iktizau’l-hal
veya iktizau’z-zaman gibi gerekçelere dayandırarak desteklediği gibi, görüşlerinin daha çok kabul
görmesi için, Hz. Peygamber’in söz ve fiillerine dayandırma girişiminde de bulunmuşlardır. Çözüm
arayışları sürecinde, daha sonraları biri aklı ve insanî olanı, diğeri ise nassı ve dinî olanı ön plana
çıkaran iki ana akım ortaya çıkmıştır. Bu akımlar “Ehlü’r-rey” ve “Ehlü’l-eser” olarak meşhur
olmuşlardır. Süreç içerisinde söz konusu yöntemleri benimseyen çevreler, kimi zaman siyasetin
manipüle etmesiyle birlikte kendilerini birbirine karşı konumlandıran keskin kılıçlar haline gelmiştir.
Mu‘tezile ile Ashabü’l-hadis arasında cereyan eden ve maalesef düşünce tarihimize birer kara leke
olarak geçen mihne ve karşı mihne benzeri tecrübeler yaşanmıştır.
Siyasetin yanı sıra, fütûhat ve ihtidanın geniş kültür ve coğrafyalara yayılmasıyla birlikte, farklı
inanç, kültür ve fikir çevrelerinin de etkisiyle, gaybı ve dini anlama ve yorumlama yöntemleri de
zenginleşmiştir. Hicri III. Yüzyıldan itibaren söz konusu zenginliğin artarak, kendisini gösterdiği
açık bir şekilde görülebilmektedir. Dini anlama ve yorumlama konusunda yöntem arayışı sürecinde
ortaya çıkan önerilerden biri de, o dönemde Tüsterî ve Tirmizî gibi şahsiyetlerin öncülüğünü yaptığı
tasavvuf yöntemidir. Tüsterî’nin talebesi olan Hallâc bunu biraz daha derinleştirmiştir. Sonraki yüz
yıllarda bu süreci farklı ton ve biçimlerde de olsa uygulayan şahsiyetlerin sayısının oldukça arttığı
görülmektedir. Bunlar arasında H. VI. Yüzyılın son çeyreği ve VII. Yüzyılın ilk yarısında (565/1165640/1238) yaşamış olan Muhyiddîn İbnü’l-Arabî son derece önemlidir.
751
752
el-İsra 17/85.
el-Bakara 2/219.
Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (ö. 640/1238) hatasıyla sevabıyla İslâm düşünce tarihinin kendisinden
sonraki dönemleri üzerinde önemli ölçüde etkili olan ender şahsiyetlerden biridir. Onun etkilerini
bazen doğrudan bazen de dolaylı olarak görmek mümkündür. Hatta günümüzde batınî ve mistik bir
takım yöntemler kullanarak, siyasi faaliyette bulunan çevreler de çoğu zaman onun dilini ve
yöntemini kullanmaktadır. Onun zengin kaynaklar manzumesinden beslenmesi ve bunları aşırı bir
yöntemle yorumlayarak kullanabilmesi, kendisine önemli imkânlar sunmuştur. Yahudi
Kabbalacılığından, Yeni Eflatunculuğa; Hıristiyanlıktan Batınîliğe; Mûtezileden Eş‘arîliğe kadar
ulaşabildiği bütün düşünce sistemlerinin yanı sıra, Müslümanların hem âlî hem de alî ilimlerinden
yararlanabilmektedir. Eserlerinde yaptığı yoğun dil tahlilleri, nahiv ve belagat değerlendirmeleri,
fıkıh, hadis, tefsir ve kelam gibi bütün disiplinlere yaptığı doğrudan veya dolaylı atıflar, bu zenginliği
hem artırmakta hem de karmaşık hale getirmektedir. Bu tebliğimizde Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin
kendisinden sonraki dönemlerde negatif etkilere sebep olan hususlardan en önemlisi olan onun bilgi
teorisi, özellikle de dinî bilgi elde etme yöntemine dikkat çekilecektir.
Bilgi Kaynakları ve Dinî Bilgiyi Elde Etme Yöntemleri
İlk dönemlerden itibaren kelâm âlimlerinin tespit ettiği üç temel bilgi kaynağı vardır. Bunlardan
birincisi duyulardır. Duyularla elde edilen bilgi kesindir ve bu yöntemle elde edilen bilgi, bilimsel
bilgidir. Deney ve tecrübeye dayalı olduğu için her zaman doğrulanması mümkündür. İkincisi
akıldır. Bu yöntemle elde mevcut bulunan unsurlar bir araya getirilerek, analiz ve sentezler
neticesinde sonuçlara varılır. Bu yöntemle teorik bilgi elde edilir ve genel hükümlere ulaşılır.
Üçüncüsü ise doğru haberdir. Doğru haberin ölçüsü, mütevâtir olmasıdır. Ancak mütevâtir olmadığı
halde, vahiyle elde edilen bilgi de doğru haber kapsamında değerlendirilmiştir. Zira mûcize ile
peygamberliği ispatlanmış olan zat masûmdur753. Onun vahiy olduğunu belirterek naklettiği şeyler de
mütevâtir haber kadar kesindir. İslâm düşünce tarihinin önemli şahsiyetlerinden olan İmam Matüridi
(ö. 333/944), muhalled eseri Kitabü’t-tevhid’in baş taraflarında, bilgi kaynaklarının önemine işaret
etmektedir. O, bu alanda dikkat edilmesi gereken hususlara değinerek mealen şu ifadeleri
kullanmaktadır: “Yararlı olan şeyler, hakkın ve güzelliklerin zıtlarından ayrılarak bilinmesini
sağlayan vasıtalar hakkında farklı görüşler ileri sürülmüştür. Bazıları meşruiyeti zihinde sübut bulan
şeyle amel edilmesi gerekir derken, bazıları da şöyle demiştir: İnsan bilginin kaynağını kavramaktan
acizdir, o sadece kendisine ilham edilen şeyle amel etmelidir. Çünkü bu, evrenin yönetimine sahip
olan Allah'tan gelmektedir. Ancak bu iki husus bilgi vasıtası olmaktan uzaktır”754. Bu başlangıç,
ilgili alanda İslam dünyasını da etkileyen bir problemi bertaraf etme kaygısının ifadesidir. Bir
taraftan eşya ile ilgili herhangi bir bilgi elde etmenin imkânsız olduğunu ileri süren Sufestaiyye
yaklaşımı, diğer taraftan ise bilgiyi (özellikle de dini alanla alakalı olan bilgiyi) elde etmenin bir tek
masum imamın talimi ile mümkün olduğunu iddia eden Bâtıni-İsmailî yaklaşım (Ta'limiyye) tenkit
edilmektedir.
Üzerinde ittifak edilen bilgi kaynakları ve İmâm Mâtürîdî gibi şahsiyetlerin kaygı duyduğu bilgi
kaynaklarına işaret ettikten sonra, kendisine has yöntemlerle batınîliği bir bilgi kaynağı olarak
benimseyen İbnü’l-Arabî’nin bu yöntemle alternatif bir teoloji oluşturmaya kalkışması ve bu bilginin
yol açtığı sıkıntılara geçebiliriz. Kuşkusuz bu yöntem, Klasik İslam Düşünce Tarihi’nde benimsenen,
İslâm âlimleri tarafından referans olarak kabul edilen ve çerçevesi belirlenen yöntemlerin dışında bir
yöntemdir. Öncelikle onun başta Füsûs ve Fütûhât olmak üzere temel eserlerine atıflarda
bulunularak, bizzat kullandığı ifadeleriyle, bilgi elde etme yöntemini ortaya koyarak bir durum
tespiti yapmamız gerekmektedir. Sözgelimi Füsûsü’l-Hikem’in mukaddimesinde bu eserin vücûda
gelmesi serüvenini zikrederken, çizdiği çerçeve oldukça mânidârdır. Buna göre kendisine gösterilen
bir müşahedede (mübeşşire), Hicrî 627 senesinin Zilhicce ayının son günlerinde Şam yakınlarında
bulunan Kasiyûn Dağı’nın eteğinde iken ansızın Hz. Peygamber önünde belirir ve Füsûsü’l-Hikem’i
uzatarak: “Bu, Füsûsü’l-Hikem’dir al ve insanlara ilet” der. O da Hz. Peygamber’den aldığı gibi ne
753
el-Hakka 69/44-47: “Eğer peygamber bize atfen bazı sözler uydurmuş olsaydı, Elbette onu kıskıvrak yakalardık.
Sonra onun can damarını koparırdık. Hiçbiriniz buna mâni olamazdınız.”
754
Ebû Mansur el-Matüridi, Kitabü't-Tevhid Tercümesi (trc. ve nşr. Bekir Topaloğlu), İstanbul 2002, s. 10.
eksik ne de fazla olarak insanlara ilettiğini belirtmekte ve devamında kendisinin ne nebi ne de resûl
olduğunu, ancak vâris olduğunu kaydetmektedir.755 Bu ifadeleriyle Füsûs’ta zikrettiği hususların
bizzat Hz. Peygamber tarafından kendisine verildiğini ve bu bilgilerin tartışma dışı kabul edilmesi
gerektiğini önermektedir.
el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’nin 366. Bâbı’nda: “Benim meclislerimde ve kitaplarımda söylediğim her
şey, Kur’ân-ı Azîm’in mertebesindedir. Bu konuda bana ilim anahtarları verildi ve benim
dayandığım bütün ilimler bundandır. Öyle ki Hak Teâla’ya O’nun kelâmı veya O’nun kelâmının
içeriğiyle yakarmalarımda bile, O’nunla aynı mecliste olmaktan çıkmam”756. Yine aynı Bâb’ta:
“Kitaplarımda yazdığım her şey, ne fikir, ne de rivayettendir, aksine ilhâm meleğinin üflemesinden
aldım.” demiştir. 367. Bâb’ta ise: “Resûlullah’tan (sav) başka hiç kimseyi taklit etmedim, bütün
ilimlerimiz hatadan korunmuştur.”757 demiştir. el-Fütûhât’ın 10. Bâbı’nda: “Allah’a hamdolsun ki
biz söylediklerimizin tamamında, lafızların yorumlarına değil, Allah’ın kalplerimize ilka ettiklerine
dayanmaktayız.”758 demiştir. 373. Bâb’ta: “Yazdığım ve yazmakta olduğum her şey ilahî imlâ ve
rabbanî ilka ya da rûhani bir üfleme iledir. Bunların tamamı bana bağımsız olarak değil, verâset
yoluyla verilmektedir. Söz konusu üfleme sözlü ya da işaret ve ibare ile olan vahiy mertebesinden
inmektedir”759.
Onun bu yaklaşımı el-Fütûhât’ın girişinde ilimleri tasnif ederken yaptığı şu değerlendirmenin bir
sonucudur ve bununla uyumludur. Burada Ebû Yezid el-Bistâmî’den (ö. 234/848) yaptığı bir nakille,
zahir ulemasını küçümseyerek ve onların ilim elde etme yönteminin kendince zayıf olduğunu ima
ederek şunları kaydetmektedir: “Siz ilminizi ölüden ölüye aldınız; biz ise hiç ölmeyecek olan diriden
aldık.” demiştir. İlim Himmet sahibi, Allah ile halvet ettiğinde hâsıl olur ve Allah’ın ona hibesi
yüksek ve minneti büyük olur. Hiçbir nazar ve burhan ehli için bu gerçekleşmez ve bu aklî nazarın
ötesindedir.” Daha sonra ilimleri aklî ilim, ahvâl ilmi ve nebilerle velilere tahsis edilmiş olan esrar
ilmi olmak üzere üçe ayırır760.
İbnü’l-Arabî 285. bab’ın sonlarında velilere verilen ilimle ilgili olarak, yeni bir sayfa açar ve
ilhâmın bazen yazılı olarak da olabileceğini belirtir. Bu tür ilhâm daha çok evliyâ için olur. Abdullah
Kadîb el-Bân (ö. 570/1174) ve İmâm Ahmed’in öğrencisi Bakî b. Mahled (ö. 276/889) gibi bazı
zâtlara da bu şekilde vahiy gelmiştir. Ancak o bu konuda veliler topluluğunun en zayıfı olduğundan
uykudan kalktığında bunu bir sayfaya yazılı olarak bulurdu.761 İmâm Şa‘rânî, sözü edilen yazılı
belgenin vahiy (ilhâm) olmasının delilini sorgulayarak bunun cevabını el-Fütuhât’tan yaptığı alıntı
ile vermektedir. Buna göre onun ilhâm olmasının delili, bu yazının dört taraftan değişmeden aynı
şekilde okunabilmesidir. Varak çevrildikçe yazı da döner. İbnü’l-Arabî, Kâbe’nin yanında, tavâfın
yapıldığı yerde (metâf) bir fakire, bu sıfatı üzere cehennemden azâd edildiğinin yazılı olduğu bir
varakı gördüğünü de ifade etmektedir. İnsanlar onu (varakı) gördüklerinde bunun beşerî bir yazı
olmadığını bilmekte idiler. Ona göre bu alâmet bulunduğunda Azîz ve Celîl olan Allah’tandır, ancak
aramızdaki şeriata muvâfık olmadıkça onunla amel edilmez. Devamla aynı şekilde kız
öğrencilerinden bir fakire de uykusunda Allah’ın kendisine bir varak verdiğini gördüğünü ve elini
kapadığını; uykusundan kalktığında kimsenin onun avucunu açamadığını, Allah’ın kendisine (İbnü’lArabî) o öğrenciye “Eğer avucum açılırsa yutacağım.” diye niyet etmesini söylemesini ilhâm
ettiğini, çocuğun bu telkine uyarak niyet edip elini ağzına yaklaştırdığında varakın ağzına girdiğini
belirtmektedir. İbnü’l-Arabî, çevredekilerin bunu nasıl bildiğini kendisine sorduklarını belirtir.
Kendisinin de onlara: “Bana Allah’ın, hiç kimsenin muttali olmasını istemediği bilgi ilhâm edildi.”
755
Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, Füsûsü’l-hikem (nşr. Ebü’l-Alâ Afîfî), Beyrut 1400/1980, s. 47-48.
Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye (nşr. M. Ali Beydûn), Beyrut (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye) ts., VI, 5069.
757
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât, VI, 69-90.
758
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât, I, 207-212.
759
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât, VI, 233.
760
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât, I, 54.
761
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât (İst.), X, 172.
756
dediğini eklemektedir.762
İlhâm’ın yazılı bir şekilde olmasının izlerini, İbnü’l-Arabî’den önceki tasavvuf metinlerinde
görmek kolay değil ise de bunun izlerinin Şiî literatürde bulunduğu görülmektedir. Sözgelimi
Gaybet-i Kübrâ döneminde Mehdî’nin hiç kimse ile doğrudan ve (irtibat kurulan açısından) bilinçli
bir irtibatı teorik olarak imkânsız sayıldığı halde, hicrî V. yüzyılın başlarında, yani takriben
Gaybetü’l-Kübrâ’dan seksen-doksan yıl sonra Şeyh Müfid’e yazılan ve literatüre geçen “Tevkîât”tan
bahsedilmektedir ki bunları Gaybet teorisiyle telif etmek mümkün değildir. Şiîler bunların oldukça
nadir bulunan örnekler olduğunu ve Şeyh Müfid’in şahsî derinlik ve irfânının bir neticesi olarak
meydana geldiğini, aynı şekilde bunların dinî bir bağlayıcılığı bulunmadığı için Gaybet teorisiyle
çelişmediğini ileri sürerek savunmaktadırlar.763
İlhâm – Vahiy ve Nübüvvet – Velâyet İlişkisi
İbnü’l-Arabî açık bir şekilde ve birçok defa Hz. Peygamber’le birlikte nübüvvetin sona ermesiyle
artık herhangi bir nebînin zuhûrunun mümkün olmadığını belirtir. Ancak bu durum, ilâhî bilginin
insanlara akışının sona erdiği anlamına gelmemektedir. İbnü’l-Arabî’nin velâyet ile ilgili
düşüncelerinin bir sistem halinde belirginleştiği önemli eserlerinden biri de Fusûsu’l-Hikem’dir.764
Nübüvveti, nübüvvet-i hâssa (en-Nebîyyü müteşerri’) ve nübüvvet-i âmme (en-Nebîyyu müşerre’
leh) olarak ikiye ayırmaktadır. Bu tasnife göre velî, nübüvvet-i âmme kapsamında
değerlendirilmektedir. Bu değerlendirmeye göre nübüvvet farklı bir formda da olsa devam
etmektedir. Zira Hz. Muhammed’le birlikte sona eren “Nübüvvet-i hasse”dir. Oysa “Nübüvvet-i
âmme” devam etmekte ve Cenâb-ı Hakk’ın kullarıyla irtibatı “Nübüvvet-i âmme” olarak da tâbir
edilen velâyet yoluyla devam etmektedir. Buna göre velî, mârifetullaha tam olarak ulaşmış bulunan
şahsiyete işaret etmektedir. Bu yönüyle velîde fenâ esastır. Bu ifadeler, nübüvveti kısmen işlevsiz
kılmayı da beraberinde getirmektedir. Zira peygamber ile diğer insanlar arasındaki aslî fark,
peygamberin vahiy almasıdır. Mûcize ve ismet gibi özellikler sadece vahyin ispatı ve korunması için
gerekli olan vasıflardan ibarettir. Vahiy de devam ettiğine göre peygamberliğin çok fazla bir anlamı
kalmamaktadır.
İbnü’l-Arabî nübüvvetin farklı iki formunu temsil eden nebi ile veli arasındaki farka dikkat
çekerek ikisini birbirinden ayırmaktadır. Ona göre nebîler, yaşadıkları bu hallerin sahipleri; velîler
ise bu hallerin köleleridir765. Nübüvvet-velâyet ilişkisi açısından üzerinde durulan hususlardan biri de
nübüvvetin vehbî, velâyetin ise kesbî olduğu görüşüdür. Buna göre nübüvvet ilâhî bir lütuf (ihtisâs)
iken, velâyet kulun kendi çabasıyla ulaşabileceği bir mertebedir.766 Nübüvvetin vehbî olması, onu
insanların kendi arzularına kapatmakta ve işlev açısından tamamen Allah’ın tasarruf ve tercihine
bağlamaktadır. Velâyetin kesbî olarak değerlendirilmesi, bu anlamda her çaba sarf edenin ona
ulaşabileceğini göstermekte ve nispeten yorum yaparak yönlendirmeye açık hale getirmektedir.
İbnü’l-Arabî, nebi ile veli arasındaki farka benzer bir farklılığın vahiy ile ilhâm arasında da
bulunduğunu kaydetmektedir. Ona göre nebilere gelen vahyin melek tarafından geldiği kesin olduğu
halde, velilere gelen vahyi, getirenin melek olabileceği gibi, şeytan da olabilmektedir. Vahye
muhatap olan velînin kendisine bu vahyi getirenin (melek, şeytan) kim olduğunu bilmesi mümkün
olduğu gibi, bunu bilmemesi de mümkündür. Ancak İbnü’l-Arabî’ye göre velilerin bir kısmı bunu
762
İbnü’l-Arabî, a.g.e., XI, 97-98. Şa‘rânî’nin naklinde olayın kahramanı bir kız öğrenci iken, el-Fütûhât’ta yaşlı bir
kadın olarak tasvir edilmektedir. Ayrıca kadının elinde bulunan şeyin yazılı bir ağaç yaprağı olduğu belirtilmektedir.
Hadisenin detaylarında bulunan farklılıkların nüsha farklarından kaynaklandığı düşünülmektedir.
763
Şiâ’nın konuyla ilgili hemen hemen tüm kaynaklarında yer alan bu konu hakkında geniş bilgi için örnek olarak bk.
Cevâd Ali, el-Mehdiyyü’l-muntazar inde’ş-Şiâti’l-isnâ aşariyye (Almanca’dan Arapçaya trc. Ebü’l-Îd Dûdû), Köln 2005,
s. 289-302. İbnü’l-Arabî’nin Bilgi teorisi hakkında geniş bilgi için bk. Mustafa Akman, İbn-i Arabî, İstanbul: Ekin
Y.,2017, s. 94 vd.
764
İbnü’l-Arabî, Fusûs, s. 135-136. Geniş bilgi için bk. İzutsu, a.g.e., s. 345 vd.
765
Bk. İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât (İst.), II, 263
766
İbnü’l-Arabî, a.g.e., VI, 104; Şa’rânî, a.g.e., s. 259.
hissederken bir kısmı hissetmez. Fark etmeyenler düşüncesinde bir şeyin meydana geldiğini veya bu
şekilde gerçekleştiğini söyler. Daha sonra dedikleri aynen gerçekleşir. İşte bu tür ilhâm, saf ilhâmdır
(vahiy) ve buna bir şeyin karışması imkânsızdır.767
İlhâmla Hz. Îsâ arasında da bir bağlantı kurarak, takviye etmeye çalışan İbnü’l-Arabî’ye göre Hz.
İsâ, âhir zamanda indiğinde bizden; yani bizim şeriatımızdan, sünnetimizden başkasına îmân
etmeyecektir. Ancak bu ümmetin havâssından olanlarına olduğu gibi, onun için de ilhâma ek olarak
keşf vardır. İbnü’l-Arabî devamla ilhâmın da ilâhî bir haber olduğunu ve Allah’ın melek vasıtasıyla
kuluna gönderdiği bir bilgi olduğunu, ancak bu durumda kulun meleği görmediğini belirtmektedir.
Peygamberin aksine velî her ne kadar meleğin etkisini hissetse de onu baş gözüyle görmemektedir.
Daha sonra Allah’ın bazen tüm vasıtaları ortadan kaldırarak doğrudan kuluna (velîye) ilhâm
verdiğini, bu tarzda velî ile nebînin ortak olduğunu ve bunun ilhâmın en yücesi olduğunu ifade
etmektedir.768
Şu var ki İbnü’l-Arabî, Şems sûresi 10. Ayeti etrafında bir değerlendirme yaparak şeriat
olmaksızın ilhâmın hidâyete erdirme noktasında yeterli olmayacağını belirtmektedir. Bu hakikatlerle
ilgili bilgiyi veren ilhâmdır. Yüce Allah, “Ona (nefse) aldanan kaybetmiştir.”769 buyurmaktadır. Buna
göre âyette geçen “Dess (dessâhâ)” kelimesi izdihamla gizli bir şekilde karıştırma anlamına
gelmektedir. Aldanan câhil, günahla birlikte olan ameli takvâ ile birlikte olan amele karıştırmakta ve
ayırt edilecek yeri ayırt etmeyerek hataya düşmektedir. Hata etmesinin sebebi, şeriat terâzîsini
elinden atmasıdır; eğer bu terâzî elinde olsaydı, takvâ ile emredildiğini ve günahlardan
nehyedildiğini görecekti ve böylece her iki şey kendisine apaçık belirecek ve günahtan kaçarak
aldanmamış olacaktı.770 İbnü’l-Arabî’nin bu ifadelerinden şeriat olmaksızın ilhâmın hidâyet
konusunda yeterli olmayacağını düşündüğü anlaşılmaktadır.
İbnü’l-arabî’nin ilhâmın mahiyeti ve işleyişiyle ilgili yaptığı değerlendirmelerden biri de ilhâmın
geliş yöntemi hakkındadır. Bu konuda Gazzâlî’ye göndermelerde bulunarak onun tecrübesinin
eksikliğinden dolayı ilhamın melek tarafından indirilmediğini kaydettiğini belirtmektedir. Zira
Gazzâlî, enbiyânın kalbine vahyin (ilhâmın) inmesi ile evliyânın kalbine inmesi arasındaki farklardan
birinin de meleğin inmesi olduğunu zikretmektedir. Ona göre velîye ilhâm edilir ve kesinlikle melek
ona inmez, nebîye gelince onun vahyi için meleğin inmesi zorunludur.771 İbnü’l-Arabî, Gazzâlî’nin
bu düşüncesini ironik bir dille reddetmektedir. Ona göre bu iddia devam edegelen yanlış bir
kanaatten ibarettir. Doğru olan ise ikisi arasındaki farkın, meleğin indirdiği şeyin mâhiyeti ile ilgili
olduğu, meleğin inmesi ile ilgili olmadığıdır. Zirâ meleğin resûle indirdiği şey, o resûle tâbi olan
velîye indirdiğinin aksinedir. Melek, tâbi olan velîye peygamberine ittibâ etmeyi emretmek ve
âlimlerin zayıf olduğunu söylediği bir hadis gibi kendisince anlaşılmamış bir hususu anlamasını
sağlamaktan başka bir şeyi indirmez. Söz gelimi ilhâm meleği (O hadisin) sahih olduğunu haber
verir. Velî mutlak olarak değil, kendi nefsiyle ilgili ehlullahın bildiği bir kısım şartlar dahilinde o
bilgiyle amel eder. Bazen melek, velîye kendisinin saadet ehlinden olduğu müjdesini de indirebilir.
Yüce Allah’ın; “Rabbimiz Allah’tır” diyen ve sonra da dosdoğru olanlar,” 772 dediği gibi. Her ne
kadar bu, ölüm ânında olur ise de, Allah dilediği kulları için ta‘cîl edebilir. İbnü’l-Arabî, Gazzâlî ve
başkalarının meleğin velîye inmesini men etmekle hataya düşmelerinin sebebi olarak, onların bunu
tatmamış olmalarını ve bütün makâmlara girdiklerini zannetmelerini göstermektedir. Onlar, bu
yüksek makâmı kendileri için zannettiklerinden ve kendilerine ilhâm meleğinin inmediğini
gördüklerinden bunu inkâr ettiler ve sadece peygamberlere özel olduğunu söylediler. Zevkleri sahih,
hükümleri batıldır. İbnü’l-Arabî devamla bu zâtlara zamanlarında ehlullahtan bir kâmil onlara
meleğin velîye inmesini haber verseydi şüphesiz bunu kabul edip inkâr etmeyeceklerini
belirtmektedir. Ayrıca ilhâm meleğinin kendilerine sayısız ilimleri indirdiğini ileri sürmekte ve
767
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât (İst.), XI, 66.
İbnü’l-Arabî, a.g.e., XII, 214-215.
769
eş-Şems 91 /10.
770
İbnü’l-Arabî, a.g.e., XII, 215.
771
Gazzâlî, İhyâu ulûmiddin (trc. Ahmed Serdaroğlu), İstanbul 1394/1974, I, 141.
772
Fussilet 41/30.
768
bundan dolayı Allah’a hamd ederek mevzuyu bağlamaktadır.773
Bu yorum, onun nübüvveti “Yeni bir şeriat getiren ve yeni bir şeriat getirmeyen” olarak tasnif
etmesiyle uyumludur. Ona göre bir velînin ne kendi nefsi için ne de başkası için şeriatın kapsamına
girecek bir hususu (Emir-nehiy) almış olması mümkün değildir. Onun aldığı vahyin tamamı
peygamberliğin izlerinden geride kalan sâlih rüyalardan ibarettir. Bununla beraber görülen bu rüyâ
gerçektir, vahiydir ve o esnada muhatabı olan velînin uyumuş olması gerekmez. Uykuda veya
uyanıkken, hangi durumda olursa olsun hayalde (duyuların dışında) meydana gelmekte, ancak duyu
vasıtasıyla zihinde sabitleşmektedir. Tahayyül edilen şey, içeriden (İnsanın iç âleminden) olabileceği,
gibi bazen temessül veya tecellî şeklinde de gerçekleşebilir. Her ne şekilde olursa olsun peygambere
gelen vahiy de velîye gelen ilhâm da nûrdur.774 Başka bir yerde evliyâdan kim kendisine emir veya
nehiy içeren bir ilhâm aldığını iddia ederse bunun telbîs (Allah’tan gelen ile başkasından geleni
karıştırma) olduğunu, bu kapının kapalı olduğunu belirtmektedir.775
İbnü’l-Arabî, nebî ile velînin melek vasıtasıyla vahye muhatap olmaları arasındaki farka
vurgu yaparak evliyânın, nebî ve resûlllerin aksine rûhların kalplerine indiğini müşâhede ettiklerini
ancak inen bir meleği görmediklerini belirtmektedir. Eğer velî meleği müşâhede ederse onun ilka
ettiği ilhâmı müşâhede edemez, ilkâ ettiğini müşâhede ederse meleği müşâhede edemez, ancak onun
melekten olduğunu bilir. Her ikisini birden müşâhede etmek için nebî veya resûl olmak gerekir.
Bununla peygamber ile velînin arasını tefrik etmektedir.776
Sonuç
İslâm düşünce tarihinde çok derin izler bırakan Muhyiddin İbnü’l-Arabî, alternatif bir teoloji
denemesinde bulunmuş ve bu deneme önemli ölçüde destek bulmuştur. Hz. Peygamber’in vefatından
itibaren, onun getirdiği dini anlama ve yorumlama yöntemleri üzerinde durulmuş, süreç içerisinde bu
konuda önemli aşamalar kat edilmiştir. İslâm mezheplerinin ortaya çıkması ve müesses hale
gelmesinde de önemli ölçüde belirleyici olan bu çabalar, daha çok nas ve akıl, başka bir deyimle
rivayet ve dirayet ya da rey ve eser şeklinde tasnif edilebilecek eğilimlerden oluşmaktadır.
Sahabeden itibaren zaman zaman aklın zaman zaman da nassın öne çıkarıldığı anlama ve yorumlama
yöntemlerinin ümmetin uleması tarafından benimsendiği görülmektedir. Buna göre dinin anlaşılması
ve yorumlanarak yaşanılır hale gelmesi sürecinde, Kur’ân ve Hz. Peygamber’in sünnetinin yanı sıra
akıl ve rey de önemli ölçüde belirleyici olmuştur. Ancak ilerleyen zaman içerisinde, çok küçük
topluluklar tarafından da olsa, bir takım batınî unsurlar taşıyan ve her zaman herkes tarafından
doğrulanması mümkün olmayan yöntemlerle de dinî konuların yorumlandığı görülmektedir. Bu
çevrelerin en önemli özelliği karizmatik bir takım şahıslar etrafında söz konusu teorinin oluşturmaya
çalışmalarıdır. Bunların en bariz örneği “Ta‘limiyye” olarak da isimlendirilen İsmailî-batınî akımdır.
Farklı ton ve biçimlerde de olsa bir kısım sûfî ve Şiî çevrelerin buna benzer yöntemler
benimsedikleri görülmektedir. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî de “ilhâm” ve “keşif” üzerinden bu yöntemi
dönüştürerek benimsemiş ve dinî konuların yorumlanmasında uygulamıştır.
İbnü’l-Arabî, İslâm âlimlerinin üzerinde mutabakata vardığı, objektif ve doğrulanabilir bilgi
teorisinin sınırlarını zorlayarak, sübjektif ve doğrulanması mümkün olmayan bir yöntemle alternatif
bir bilgi teorisi oluşturmuş ve bu teorinin üzerine de bir teoloji bina etmiştir. Kuşkusuz İbnü’l-Arabî
teolojisi, bütün yönleriyle otantik teolojiden farklı değildir. Zaman zaman kendisinden önceki tefsir,
hadis, kelam ve fıkıh gibi disiplinlere mensup âlimlerin yöntem ve delillerini kullandığı gibi, bazen
de bu bilgileri bağlamından kopararak başka anlam ve yorumlar yüklemek suretiyle sunmaktadır. Bu
durum yeni bir teolojiye sebep olduğu gibi, özellikle batınîliğe de kapı aralamıştır.
Kuşkusuz İbnü’l-Arabî gibi aşırı yorumları yapan, başka bilgin ve düşünürler de İslam düşünce
773
İbnü’l-Arabî, a.g.e., XIII, 33 vd.
İbnü’l-Arabî, a.g.e., XI, 44-45.
775
İbnü’l-Arabî, a.g.e., II, 64-65.
776
İbnü’l-Arabî, a.g.e., IX, 439-440.
774
tarihinde hep var olmuş ve var olmaya da devam edeceklerdir. İbnü’l-Arabî’nin bunlardan farkı
şudur: Yaptığı felsefi yorum ve tahlilleri, dinî söylem içerisinde sunarak, takipçilerini etkilemektedir.
Bu çerçevede sıklıkla ayet ve rivayetleri kullandığı gibi, Allah, Hz. Muhammed, peygamberler,
Kur’ân, hadis ve geçmiş âlimler gibi her türlü enstrümanı kullanmaktan geri durmamaktadır. Bu
durum felsefî yorum ve tartışmaları dinî hükümler kalıbına sokmakta ve onun takipçileri tarafından
bir filozof olarak değil, bir din âlimi olarak algılanmasına sebep olmaktadır. Hiç şüphesiz İbnü’lArabî’nin dinî ilimlere hâkimiyeti, hemen hemen her alandaki bilgi ve birikimi herhangi bir din
âliminden daha az değildir, hatta birçoğundan daha fazladır. Onun problemi bilgi ve birikiminin
yetersizliğinden daha çok, kullandığı yöntemdir. Felsefî yorumlarını keşif ve ilhâm mahsulü olarak
sunması, ona dokunulmaz bir zırh giydirmekte, iddialarını adeta Allah’tan kendisine verilmiş bir
bilgi olarak sunmaktadır. Hz. Peygamber üzerinden oluşturduğu tasavvur, kendisinden sonraki
dönemlerde başkalarına da ilham kaynağı olmuş, izleri günümüze kadar gelerek, istismara açık bir
alan haline gelmiştir.
Bütün aşırılıklarına rağmen İslâm düşüncesi içerisinde kuşkusuz İbnü’l-Arabî’ye de yer vardır/
olmalıdır. Önerdiği sistemin problemleri olmakla beraber, Müslüman dünyanın kültür mirasına
katacağı olumlu unsurlar da vardır. Bir zenginlik ve farklı renk olarak bulunmasından hiç kimsenin
rahatsızlık duymaması gerekmektedir. Ancak İslâm âlimleri onun düşüncelerinin zemini, çerçevesi,
nereye kadar müsamaha gösterilmesi gerektiği üzerinde sistematik çalışmalar yapmamışlardır. Bu
durum İbnü’l-Arabî’nin lehinde sonuç vermiştir. Şöyle ki, dinî konularda başta Mu‘tezile olmak
üzere İbnü’l-Arabî’den daha mâkûl yaklaşımlarda bulunan çevreler mahkûm edilerek dışarıda
tutulurken İbnü’l-Arabî bu sınır tanımazlığına rağmen takdir görmüştür. Bu çerçevede Şa‘rânî’nin
çabası yetersiz olmakla beraber, önem kazanmaktadır. Onun çabası, İbnü’l-Arabî’nin aşırılıklarını,
sistem içinde ıslâh etme gayretidir. İbnü’l-Arabî’nin herhangi bir âlim, düşünür veya filozof olarak
sunulmasında hiçbir sakınca yoktur. Problem, onu tartışma dışı tutacak kadar yüceltmek ya da
büsbütün reddetmekten kaynaklanmaktadır.
Kaynakça
Akman, Mustafa, İbn-i Arabî, İstanbul: Ekin Y., 2017.
Cevâd Ali, el-Mehdiyyü’l-muntazar inde’ş-Şiâti’l-isnâ aşariyye (Almanca’dan Arapçaya trc. Ebü’lÎd Dûdû), Köln 2005.
Çınar, Mahmut, İmam Şa‘rânî ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye Göre Nübüvvet İnancı, İstanbul: Rağbet
Y., 2013.
Gazzâlî, Ebû Hamid, İhyâu ulûmiddin (trc. Ahmed Serdaroğlu), İstanbul: Bedir Y. 1394/1974.
İbnü’l-Arabî, Muhyiddîn, Füsûsü’l-hikem (nşr. Ebü’l-Alâ Afîfî), Beyrut 1400/1980.
A.
mlf., el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye (nşr. M. Ali Beydûn), Beyrut (Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye) ts.
A.mlf. el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye (trc. Ekrem Demirli), İstanbul 2007-2010.
İzutsu, Toshihiko, İbnü’l-Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar Kavramlar (trc. Ahmet Yüksel Özemre),
İstanbul 2005.
Matüridi, Ebû Mansûr, Kitabü't-Tevhid Tercümesi (trc. ve nşr. Bekir Topaloğlu), İstanbul 2002.
Şa‘rânî, Abdülvahâb, el-Yevâkît ve’l-cevâhir fî beyâni akâidi’l-ekâbir, Beyrut 2003/1424.
İBNÜ’L ARABİ DÜŞÜNCESİNDE DİNLERİN AŞKIN BİRLİĞİ SORUNU
İsmail ŞİMŞEK
Recep YİTİZ777
ÖZET
Bilindiği gibi İbnü’l Arabi İslam tasavvufi düşünce geleneğinin en önemli şahıslarından
birisidir. Hem varlığın birliği düşüncesiyle hem de varoluşa yönelik açıklamalarıyla kendi
döneminde olduğu kadar daha sonraki dönemlerde de düşünce tarihinde adından söz ettirmiştir.
Diğer taraftan İbnü’l Arabi aynı zamanda farklı, birbirleriyle tenakuz halinde görüşleri ifade edilen
en önemli düşünürlerden birisidir. Bu anlamda onun dinlerin çatışan hakikat iddiaları konusundaki
görüşleri farklı filozof, düşünür ve teologlar tarafından birbirleriyle paradoksal bir şekilde
yorumlanmıştır. Biz bu çalışmada İbnü’l Arabi’nin dinlerin çatışan hakikat iddiaları konusundaki
görüşlerini ele alıp değerlendireceğiz.
Anahtar Kelimeler: İbnü’l Arabi, Dışlayıcılık, Kapsayıcılık, Çoğulculuk
ABSTRACT
As it is known, Ibn al Arabi is one of the most important thinkers of Islamic mystical thought
tradition. He has made a name for himself in his later period as well as in his thought for existence of
unity of existence and explanations about existence. Ibn 'Arabi, on the other hand, is also one of the
most important thinkers whose opinions are expressed differently and indefinitely. In this sense, his
views on conflicting truth claims of religions have been paradoxically interpreted by different
philosophers, thinkers and theologians. In this study, we will evaluation Ibn Arab Arabi's views on
the claims of conflicts of truth.
Key Words: Ibn al Arabi, Exclusivism, Inclusivism, Pluralism
Giriş
Bilindiği gibi din olgusu insanın varoluşuyla birlikte ortaya çıkmıştır. Bilen, düşünen,
sorgulayan, sorguladığı şeyleri değerlendiren, anlamlandıran bir varlık olarak insan, varoluşu ile
başlayan süreçte kendi varlığını ve algı alanına giren her şeyi sorgulamaya başlamış, tecrübe ettiği
şeylerin kökenini açıklamaya çalışmıştır. Ben kimim? Nereden geldim? Nereye gideceğim? Nasıl var
oldum? Varlığımın başlangıcı nasıl oldu? Tecrübe ettiğim ve içerisinde bulunduğum bu evren nasıl
oluştu? gibi birçok soruyu kendisine sormakta, kendi bilgi birikimi ve içerisinde bulunduğu
toplumun kültürel yapısı çerçevesinde elde etmiş olduğu düşünceler temelinde bu soruları
cevaplamaya çalışmıştır. Bunun neticesinde ister araştırma ve sorgulama sonucunda olsun, ister
kutsal bir varlığın kendisini vahiy aracılığıyla tanıtması şeklinde olsun, isterse de birçok bilim
Dr. Öğr. Üyesi, Pamukkale Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri Din Felsefesi Bilim Dalı,
[email protected]
Öğretmen, Milli Eğitim Bakanlığı,
[email protected]
adamının ileri sürdüğü gibi insanın doğasında bulunan güven duyma ve sığınma duygusunun
sonucunda olsun, din olgusu insanlık tarihinde hep var olmuştur.
Tarihsel süreçte, en azından teistik dinlerde başlangıç itibariyle tek bir din olduğu kabul
edilmekle birlikte zamanla bir dini çeşitlilik ortaya çıkmıştır. Yahudilik, Hristiyanlık, İslam gibi ilahi
kaynaklı dinler köken olarak tek bir kaynağa dayansa da hakikat ve kurtuluş iddiaları noktasında
birbirlerinden farklılık arz etmektedirler. Her din kendisini mutlak olarak tanımlamakta ve kendi
öğretileriyle çeliştiği ölçüde bir diğerini ötekileştirmektedir. Buna göre Yahudilik öğretileri açısından
tek kurtuluşun Yahudilik, Hristiyanlık öğretileri açısından Hristiyanlık ve keza İslam dini açısından
da tek kurtuluşun İslam dininde olduğu savunulmuştur. Bilindiği gibi dinlerin hakikat iddiaları
konusunda kurtuluş veya özgürlük anlamında Batı düşüncesinde Alan Race tarafından yapılan
kategorik ayrımdan sonra genellikle üç yaklaşım takip edilmiştir. Dinler arası ilişkiler ve kurtuluş
iddiaları konusuyla ilgili yapılan hemen hemen bütün çalışmalarda bu ayrım kullanılmıştır.
Bunlardan birincisi, belirli bir dinin tek mutlak doğru, bu dinin müntesipleri dışındaki herkesin ise
hakikatten yoksun olduğunu savunan dini dışlayıcılık yaklaşımıdır. Hemen hemen her dinde bulunan
bu yaklaşıma göre kurtuluş, yalnızca bir dinde olup bununla çelişen bütün din ve öğretiler yanlıştır.
Hıristiyanlıkta bir akide -politika- haline getirilen kilise dışında kurtuluş yoktur öğretisi, dışlayıcı
yaklaşımın en belirgin göstergesidir. Hristiyanlık dışlayıcılığı öğretisinin temelinde İsa Mesih’in
bedenleşmiş bir Tanrı olduğu düşüncesi yatmaktadır. Bu ise Hristiyanlığı biricik kılan temel
noktadır. Çünkü bu öğreti dünya dinleri arasında yalnızca Hristiyanlığın bizzat Tanrı tarafından
gönderilmiş olduğunu ileri sürer.778
İkinci yaklaşım ise dışlayıcılık paradigmasına karşı bir tepki olarak ortaya çıkan dini
kapsayıcılıktır. Buna göre Hıristiyanlık, kurtuluşa erdiren tek din olsa da, diğer dinler de kurtarıcı
olabileceklerdir. Onlar Hıristiyanlığın bir nevi yardımcısı olarak telakki edilmekte, en azından
dışlayıcılık gibi diğer dinler şeytani ve sapık olarak görülmemektedir. Batı düşüncesinde bu
yaklaşımın en önemli temsilcisi Karl Rahner’dir. Kurtuluşun tek bir dinde vahyedildiği noktasında
dışlayıcılarla hem fikir olmalarına rağmen farklı dinlere müntesip olanların da Tanrı’nın lütfuna
mazhar olacaklarını ileri süren yaklaşımdır. Buna göre Hristiyanlar açısından Tanrı İsa’nın hayatında
ve ölümünde kurtuluşu herkese açık kılacak şekilde fiil yapmıştır. Müslümanlar açısından Tanrı
kendisini Müslümanlara, Muhammed’e indirilen vahiyle biricik ve nihai surette bildirmiştir.779 Keza
Yahudilik ve diğer dinler için de durum aynıdır.
Üçüncü yaklaşım ise iletişim ve ulaşım imkânlarının gelişmesiyle birlikte küresel bir köy
haline gelen dünyamızda insanları, inanılan dinler farklı da olsa yaşanılan ahlakın benzer olması
neticesinde biz ve öteki kavramlarını yeniden düşündürmesiyle birlikte özellikle John Hick tarafından
savunulan dini çoğulculuk yaklaşımıdır. Bu yaklaşıma göre en kısa tanımıyla bütün dinler Mutlak’ın
farklı tezahürleridir ve her din eşit ölçüde müntesiplerini kurtuluşa götürecektir. Özellikle 18. Yüzyıl
Aydınlanma düşüncesinin bir sonucu olarak ortaya çıkan Batı Hristiyan düşüncesinde meydana gelen
epistemik paradigma değişmesi sonucunda hakikatin, bilhassa eşyanın anlamı hakkındaki tüm
ifadelerin tarihsel, niyetsel, bakış açısına bağlı, kısmî, yorumsal ve diyalojik olarak anlaşılması
gereği bir çok düşünür tarafından öngörülmüştür. Buna göre Hakikat’in mutlak bir anlamı yoktur.
Zira hakikat hakkında ayrılmış, izole edilmiş, şarta ve konjektöre bağlı olmayan mutlak ifadeler artık
mevcut değildir. Hakikat izafidir ve pek çok faktörün etkilediği bir bilgi ağıyla ilintilidir. Öyleyse
hakikat her şeyin ötesinde onu idrak ve ifade edenle alakalıdır.780
Çoğulculuk, kurtuluşun veya özgürlüğün bütün büyük dini geleneklerde meydana geldiğini,
778
779
John Hick, Problems of Religious Pluralism, Palgrave Macmillan,1985, s. 34-35.
Rahim Acar, Dini Çeşitlilik, Din Felsefesi Seçme Metinler, Küre Yayınları, 2013, s. 766.
780
Mahmut Aydın, “Sunuş”, İnançların Gökkuşağı Dinsel Çoğulculuk Üzerine Eleştirel Diyaloglar, (John Hick), (çev. Mahmut
Aydın), Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2002, s.13.
bütün dini geleneklerin insanı kurtuluşa erdiren cevaplar olduğunu, dolayısıyla insanı benmerkezlilikten Gerçek-merkezliliğe dönüşümünü farklı dini gelenekler açısından da mümkün gören
yaklaşımdır. Buna göre kurtuluş için tek değil çok sayıda yol yani ilahi vahiy vardır. Bu durum ise
kurtuluşa götüren insanı cevapların çokluğunu ortaya çıkarır.781 Dünyadaki bütün dini gelenekler
insan olmanın tabi sonucu olarak içerisinde bulundukları farklı kültürel konteks içerisinde Nihai
Olana dair farklı cevaplar içerirler. Bu cevaplar tüm dini geleneklerde üç aşağı beş yukarı hemen
hemen aynı oranda gerçekleşmektedir. Bu nedenle bütün dini gelenekler alternatif kurtuluş öğretileri
içerirler. İnsanlar bunların her birinde kurtuluşa erebilirler.782 Çoğulculukta temel noktalardan birisi
dinlerin gerçeği tam olarak ifade etmediğidir. Dinin her bireyin Tanrı’yı anlama çabasının sonucu
olduğunu ifade ederler. Böylece şahsi bir varlık olarak Gerçek, Hıristiyanlıkta Baba Tanrı, İslam da
Allah, Yahudilikte Adonai, Hinduizmde Şiva veya Vişnu gibi isimlerle adlandırılır. Dolayısıyla her
din, aslında Gerçeği tam olarak ortaya koymaz.
Tüm bu tasniflerin dışında aslında böyle bir tasnifin olmadığını sadece dışlayıcılığın olduğunu
savunan düşünürler de vardır. Örneğin Gavin D’Costa’ya göre çoğulculuk diye bir şey yoktur. Çünkü
çoğulcular da hakikate uygun tek düşünce yaklaşımının kendilerinin düşünceleri olduğuna
inanmakta, buna göre kendi ölçü ve esaslarına uymayan her hangi bir düşüncenin hakikat
sayılmaması gerektiğini ileri sürmektedir. Dolayısıyla aslında çoğulculuk bizzat kendilerinin ileri
sürmüş oldukları düşünceyle bağdaşmamaktadır.783
İbnü’l Arabi Düşüncesinde Dinlerin Aşkın Birliği Sorunu
Düşünce tarihinde farklı, birbirleriyle tenakuz halinde görüşleri ifade edilen en önemli
düşünürlerden birisi hiç şüphesiz İbnü’l Arabî’dir. Bu anlamda onun dinlerin çatışan hakikat iddiaları
konusundaki görüşleri de farklı filozof, düşünür ve teologlar tarafından birbirleriyle paradoksal bir
şekilde yorumlanmıştır. Birçok İbnü’l Arabî yorumcusu onun Tercümanü’l-Eşvak, Fütuhat-ı
Mekkiyye, Fusûsü’l-Hikem ve et-Taiye adlı eserlerinde yer alan ifadelerinden hareketle çoğulcu veya
evrensel bir din anlayışını savunduğunu ileri sürmektedir. Özellikle Arabî’nin Tercüman’ül Eşvak
adlı eserinde geçen;
Gönlüm bütün suretleri kabul eder haldedir, o…
Gâh ceylan otlağına, gâh rahip savmasına benzer
Kalbim putların mabedi, hacıların kabesidir
Tevrat’ta kutsal levhalar, Kur’an’da mukaddes cüzler
Aşktır, inancım ve dinim, uygularım onu hemen
Aşk kervanları her yöne yönelmiştir, yönelsinler…784
ve yine,
Zaman zaman Musa’nın şeriatına inanırım da Yahudi’nin yolunu da kabul ederim
Gâh kendimi İsa’nın şeriatına inanmış ve kilisede ibadet eder bulurum,
Gâh Muhammed’e inanmış, bulurum da, bu nebiye sapasağlam sarılırım
Bazen de kendimi öyle bir şeriat içinde görürüm ki ashaba benzerim,
Şia’nın görüşünü benimserim kimi zaman, Eş’ariye mezhebini de kabul ettiğim zamanlar
olur.785
mısralarından hareketle onun çoğulcu bir din anlayışını savunduğu ileri sürülmektedir. Diğer taraftan
781
John Hick, a.g.e, s. 34.
John Hick, a.g.e, s. 36.
783
Gavin D’Costa, “The Impossibility of a Pluralist View of Religion”, Religious Studies, V. 32, No: 2, (Jun. 1996), s. 226, 230.
784
Muhyiddin İbnü’l Arabi, Tercüman’ül Eşvak, (Çev. Hamza Tanyaş), Kaknüs Yayınları, İstanbul 2010, s. 24
782
Ahmet Mahmud el-Cezzar, el-Fena ve’l-Hübbü’l-ilahi inde İbn’il Arabi, Mektebetü’s-Sekafeti’d-Diniyye, Kahire 2006, s. 278,
(İbn-i Arabi, et-Taiye, Darü’l Kütübi’l Mısriyye, varak 156‘dan naklen)
785
“sakın sen özel bir inanca bağlanıp kalma; ve bir suret-i hayâliyeye kapılıp suver-i sâireyi bu hayal
ile örtme! Şayet kendi zan ve aklınla oluşturduğun itikadını tek Hakk kabul edip bu zan ve itikadının
haricinde kalan suretlerde Hakk’ın tecellisini inkâr edersen hayr-ı kesirden mahrum olursun. Ve
Hakk hakkındaki zevkin dar bir sahaya münhasır kalır,”786 çünkü Allah hakkında hiçbir itikad diğer
bir itikadı tahdit ve şümulüne alamaz. Allah bütün inhisar ve tahdidi kaplayan ulu bir varlıktır. Zira
Allah kendi hakkında ‘hangi tarafa dönerseniz Hakk’ın vechi orda zahirdir’ buyurdu. Bir ciheti
diğerinden ayrı göstermedi,787 ifadeleri ve bunu, “Gördün mü o kimseyi ki kendi hevâsını kendisine
tanrı edinmiş ve onu Allah bir bilgi üzerine şaşırtmış ve kulağı ve kalbi üzerine mühür basmış ve
gözü üzerine bir perde kılmış? Artık ona Allah'tan sonra kim hidâyet edebilir? Hâlâ düşünmez
misiniz?”788 ayetiyle açıklama tarzı, yine buradan hareketle insanların hiçbir akideye suretiyle
bağlanıp kalınmaması, î’tikad olunan suretlerin kâffesi için “heyûlâ” ya’ni asıl ve madde olunması ve
Hakk’ın bir itikad suretine hasredilmemesi gerektiğini belirtmesi789 onun düşünsel olarak dinlerin
kurtuluş ve hakikat iddiaları konusunda çoğulculuğu savunduğu şeklinde yorumlanmıştır.
Bu anlamda özellikle gelenekselci ekol dediğimiz Rene Guenon, Frithjof Schoun, M. Lings,
S. H. Nasr gibi düşünürlerin görüşlerine paralel bir düşünce tarzını ifade ettiği iddia edilmektedir.
Zira bu ekole göre her din, kaynak ve öz itibariyle birdir. Ancak bu birlik onların şeklen aynı
olmalarını gerektirmez. Dinler aynı ışığın değişik renklerde yansımasından ibarettir. Hakikat bir, tek,
değişmezdir. Onların aşkın birliğinin temel nedeni aynı kaynaktan gelmeleridir. Bu anlamda bir dini
yaşayan kimse tüm dinleri yaşamış gibidir. Dinler arasında görünen farklılık onların formuyla ilgili
olup özsel değildir. Formal farklılık ise değişik insanların sahip olmuş oldukları farklı zihinsel veya
kültürel farklılıktır. Otantik vahye dayanan her din adeta zirveye götüren farklı yollardır. Böyle
olmaması durumunda Allah büyük bir insan topluluğunu kurtuluş imkânından mahrum bırakmış
olacaktır. Hâlbuki aynı zirveye götüren yolar dağın eteğinde farklı iken zirveye yaklaştıkça
birbirlerine yakınlaşırlar. Tüm dinler açısından hedef zirveye varmaktır. O halde yapılması gereken
zirveye çıkarken bir başkasının hangi yolu takip ettiğini sorgulamak değil kendi yoluna bakmaktır.790
Dolayısıyla özellikle gelenekselci ekol İbnü’l Arabi’nin düşüncelerinden hareketle dinlerin aşkın
birliğini savunduğunu ileri sürer. Bu düşüncelerini ise vahdet-i vücut anlayışını kabul ettiği savından
hareketle kanıtlamaya çalışırlar. Çünkü bu düşüncede Tanrı hiçbir suretle kuşatılamaz, akıl onu
sınırlandıramaz veya tarif edemez. Dini inançların çokluğuyla birlikte çok tanrıcılık ve tek tanrıcılık
da vahdet-i vücut nazariyesi ışığında yorumlandığı müddetçe ortaya evrensel bir din anlayışından
başka bir şey çıkmayacaktır.791
Diğer taraftan Batı düşüncesinde de İbnü’l Arabi’nin düşünce açısından çoğulculuğu
savunduğunu birçok teolog veya filozof öne sürmektedir. Bunlardan en önemlisi de çoğulcu
paradigmanın sistemli bir şekilde savunucusu veya kurucusu diyebileceğimiz John Hick’tir. Zira
Hick’e göre 13 ve 14. Yüzyılda İslam sûfileri ilahi aydınlığın insana, lensleri vasıtasıyla
yansıtıldığını öğretmişlerdi. Bu bağlamda İbnü’l Arabi şu tavsiyede bulunmuştu: Geride kalanlara
(sizin dışınızdakilere) inançsızlık göstermeyesiniz diye herhangi bir hususi akideye aşırı olarak
kendinizi bağlamayın… her yerde hazır ve nazır olan Allah her şeye gücü yeten Tanrı tek bir
akideyle sınırlı değildir,792 ifadelerinden hareketle Hick, Arabi’nin İslam mistik düşünürlerinin
birçoğu gibi çoğulcu görüşü savunduğunu ileri sürmektedir. Benzer şekilde İbn’ül Arabî yorumcusu
786
Ahmet Avni Konuk, Muhyiddin İbnü’l Arabî, Fusüsu’l-Hikem Tercüme ve Şerh-i II, MÜİFV Yayınları, İstanbul 2005, s. 318-20.
İbn Arabi, “İlah’ı Mu’tekat”, Geleneksel ve Çağdaş Metinlerle Din Felsefesine Dair Okumalar II, ed. Recep Alpyağıl, s. 269-270.
788
Câsiye, 45/23
789
Ahmet Avni Konuk, Muhyiddin İbnü’l Arabî, Fusüsu’l-Hikem Tercüme ve Şerh-i II, MÜİFV Yayınları, İstanbul 2005, s. 318-20.
790
Dilaver Gürer, “İbn Arabi’de Dinlerin (Aşkın) Birliği ve “İbadet” Meselesi Hakkında Bir Değerlendirme”, Tasavvuf İlmi ve
Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2003, s. 18.
791
Gürer, a.g.m, s. 22.
792
John Hick, İnançların Gökkuşağı Dinsel Çoğulculuk Üzerine Eleştirel Diyaloglar, çev. Mahmut Aydın, Ankara Okulu Yayınları,
Ankara 2002, s. 71.
787
Affifi’ye göre de Arabi’nin düşünceleri özellikle vahdet-i vücut ekseninde doğru bir şekilde
yorumlandığında en genel anlamıyla putperestlikten diğer dini inançlara kadar evrensel bir dinden
başka bir şey çıkmaz. Çünkü tek tanrıcılıkla çok tanrıcılık arasındaki temel fark yalnızca bir ile çok
arasındaki mantıkî fark gibidir. Burada temel nokta çok tanrıcılığı kabul edenlerin Bütün’ün Mutlak
birliğini idrak edemeyenlerin olduğunun kabul edilmesidir. Her şey, Bütün’ün bir yansıması
olduğuna göre ibadet edilen her şey de onun bir sureti ve yansımasıdır. 793 Peki, gerçekten İbnü’l
Arabi’nin düşüncelerinden hareketle onun çoğulcu bir tezi savunduğunu ileri sürebilir miyiz? Ya da
onu, düşünceleri açısından Alan Race tarafından yapılan kategorik sınıflandırmanın hangisinin içine
dâhil edebiliriz?
Öncelikle şunu belirtmemiz gerekir ki İbnü’l Arabi bir filozof veya teologun yaptığı gibi
tüm gerçekliği belli bir sistem içerisinde ve bu gerçekliğin diğer alanlardaki ilişkisinin sistematik bir
açıklamasına eserlerinde vermeye çalışmaz. Yazdıklarını doğrudan doğruya ilham altında yazdığını
ifade ettiğinden onun eserlerinde bir filozofun yazdığı düzen ve sistemi görmek zordur. Kaldı ki
onun amacı herhangi bir konuda doyurucu veya aklen kabul edilebilir bir açıklamada bulunmak
değildir. Bu anlamda onun dili zaman zaman soyut olmakla birlikte daha çok semboliktir. Şiirden
matematiğe bütün sembolleri kullanır.794 Diğer taraftan o, karmaşık ve çok yönlü, hatta kendisini
anlamayanlarca çok çelişkili görünen bir şahsiyettir. Nitekim bazıları onun ibadetlerde zahiri, itikatta
ise batınî görüşlü olduğunu ileri sürmüştür. Böyle bir şahsiyet sahibi olmasının sonucu olarak da
eserlerinin çoğundaki üslubu kapalı ve çetrefillidir. Düşünceleri de kolay anlaşılmaz vaziyettedir. Bu
kapalılığın nedeni zahir ve batını çift yönlü bir dil ve yorum yöntemi kullanması ve bu ikisi arasında
insanı hayrete düşürecek kadar sık ve açıkça belirtilmeyecek kadar geçişler yapmasıdır. 795 Diğer
taraftan Arabi’nin metinlerinin yapıları gereği güçlülük arz etmesinin en önemli nedeni bu metinlerin
tasnif tarzıdır. Yazmış olduğu metinlerin belirli disiplinlere ayrıştırılabilecek yapıda olmamasıdır.
Örneğin İbnü’l Arabi fıkhi bir meseleden söz ederken metafizik bir konuya geçiş yapabilir veya
yaratılıştan söz ederken herhangi başka bir konuyu ele alabilir. Aslında o, bu durumun eserlerinin
yazdırılmış olmasından kaynaklandığını belirtir.796
Bunları ifade ettikten sonra Arabi’nin bu konuda düşüncelerinin farklı hatta paradoksal bir
şekilde yorumlanmasının temel nedenlerinin birincisi vahdet-i vücut düşüncesi, ikincisi din
tanımlaması ve bu anlamda ariflerin inancı ile cahillerin imanı arasında yapmış olduğu kategorik
ayrım ve üçüncüsü de hemen hemen tüm tasavvufların eserlerinde kullanmış oldukları sembolik
dilden kaynaklandığını ifade edebiliriz.
Bilindiği gibi vahdet-i vücut, varlıktaki mutlak birliği yani yaratanla yaratılanın birliğini
savunan tasavvufi düşüncenin adıdır. Dolayısıyla bu düşüncede teistik dinlerde söz konusu olan
hiçten yaratılış ve evrenle varlık arasındaki ayrılıktan farklı olarak Tanrı tarafından yaratılmış her
şeyin O’nunla aynı nitelikten olduğu, evreni Tanrı’dan ayrı bir varlık olarak görmenin Tanrı dışında
O’nun karşısında başka bir varlığın bulunduğunu ileri sürmek anlamına geldiği, bu durumun ise
Tanrı’nın özündeki birliğe aykırı olduğu, varlığın temel niteliğinin birlik olup görünüşteki çokluk ve
çeşitliliğin yalnızca görünüşten ibaret olduğu, evrendeki tüm varlığın Tanrı’nın veya onun
niteliklerinin bir yansıması olduğu kabul edilir.797
Cezzar bu tanımda ifade edilen vahdet-i vücut düşüncesinden hareketle Arabi’nin yukarıdaki
beyitlerini yorumlamaya çalışır. O, Arabi’nin düşüncelerini ele alırken konuya dinlerin birliği ile
vahdet-i vücûd ilişkisi başlığı altında değinir. Buna göre insan-ı kâmilin her yerde ve her şeyde
793
A. E. Affifi, The Mystical Philosophy of Muhyid Din-Ibnul ‘Arabî’, Cambridge University Press, 1939, s. 148-149.
Seyyed Hossein Nasr, Three Muslim Sages Avicenna-Suhrawardi- İbn ‘Arabi, Caravan Books, New York 1997, s. 102-103.
795
C. Sadık Yaran, “İbn Arabi, Mevlana ve Yunus Emre’ye Göre “Öteki”nin Durumu”, İslam ve Öteki, Dinlerin Doğruluk/Kurtarıcılık
ve Bir Arada Yaşama Sorunu, ed. C. Sadık Yaran, Kaknüs Yayınları, İstanbul 2001, s. 310.
796
İbnü’l Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 345.
797
Ahmet Cevizci, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 1999, s. 883.
794
Allah’ın tecellisini gördüğünü, bu tecellinin farklı sıfat ve isimlerin bir sonucu olduğunu, dolayısıyla
kişinin onlara ibadet etmesinin aslında Allah’a ibadet etmiş olacağını belirtir. Devamında arif olan
kişinin tüm inançları kabul ettiğini sebebinin ise sadece Allah’ı sevdiğini ve sevgisi içinde yok olmuş
bizzat mahbub olduğunu dile getirmektedir. Allah’ın sonsuz tecellisinin olmasından dolayı gerçek
arif, kalbinde sonsuz suretleri kabul etmekte ve böylece kalbini bir inançla sınırlamamaktadır. 798
Keza Rıza Şah Kazimi de İbn Arabi’nin bu beyitlerini tamamen vahdet-i vücûd düşüncesiyle
yazdığını ileri sürmektedir.799
Buna göre o, Allah’ın yansımasının birer numunesi olan eşyaya tapmada özsel olarak
herhangi bir sorun görmez. Zira hepsi Allah’ın bir yansımasıdır. Burada Allah’a değil de onun
yansıması olan herhangi bir eşyaya tapınanlar aslında cahil oldukları için Bütün’ü
yakalayamayanlardır. Kaldı ki Allah zaten tam olarak mahiyeti itibariyle bilinemez, tanımlanamaz.
Arabi’ye göre âlemdeki bütün suretlerin tanımı ancak her şeyin suretinden meydana gelen şey
kadarıyla bilinebilir. Bu nedenle Hakk’ın tanımı bilinemez; çünkü O’nun tanımı ancak her suretin
tanımının bilinmesiyle mümkün olabilir. Bu ise gerçekleşmesi imkânsız olan bir durumdur. O halde
Hakk’ın tanımı imkânsızdır.800 Öğleki hiçbir şey onun dışında kalamaz. Bunlar akıl, örf veya şeriat
bakımından iyi sayılabilecek şeyler olabileceği gibi kötülenmiş şeyler de olabilir. Böyle bir yetkinlik
özel anlamda Allah denilen zatındır. Allah denilen zatın dışındakiler ise ya O’nun bir tecelligâhı veya
O’ndaki bir surettir. Onun bir tecelligâhı ise tecelligâhlar arasında dereceli üstünlük gerçekleşir ki bu
zorunludur. Başka bir ifadeyle tecelli edilen şeyler arasında üstünlük farkı vardır. O’nda bulunan bir
suretse söz konusu suret zata mahsus yetkinliğin aynıdır. Bu durumda Allah denilen Zat için sabit
olan özellik o suret için de sabittir ve suret “O’dur veya “O” değildir” diye bir hükme varılamaz. Her
bir ilahi isim zata ve kendisi için konulduğu anlama işaret eder. Başka bir ifadeyle her bir isim bir
yandan zatı öte yandan ismin hakikatinin talep ettiği anlamı gösterir. Bütün isimler zata delil olmaları
bakımından birdir. Er-Rab, el-Halık, el-Musavvir gibi yalnızca kendisine ait anlama işaret etmesi
bakımından her isim diğer isimlerden ayrılır. 801
Izıtsu’ya göre İbnü’l Arabi düşüncesi terminolojisinde Allah kavramıyla mutlaklığı
bakımından mutlak değil de onun bir veçhesinden bahsedilir. Burada Mutlak, öğle tenzih edilir ki
ona Allah bile denilemez. Diğer taraftan herhangi bir varlık isimlendirilmeden kendisi hakkında
konuşulamayacağından Arabi de Mutlak’ı kastederken Hakk kelimesini kullanmakta ve Hakikati,
Gerçeği kastetmektedir. Bu anlamıyla Hakk hiçbir şekilde insan idrakiyle tam olarak bilinemez.
Çünkü bu yönüyle insani bilgi ve idrakin konusu olamaz.802 Onun düşüncesinde mutlaklığı
bakımından bizatihi Gerçek mutlak olarak bilinmeyen, insani idrak ve zihni kavrayışın ötesinde bir
Sır’dır. Bu varlık onun düşüncesinde tecellisinde Allah’ın suretine bürünür. Bizatihi Mutlak Varlık
ise asla imanın konusu olamaz.803 Bu ise bize Hick’in Kant’ın numen-fenomen ayrımından hareketle
Mutlak Gerçeğin her din müntesibi tarafından kendi bilgi, idrak ve zihin dünyasına göre farklı
şekillerde isimlendirildiği fil örneğini aklımıza getirmektedir. Hick, bu örnekten hareketle hiçbir
dinin Gerçeği tam olarak yansıtmadığını her dinin Allah, Vişnu, Brahmata gibi farklı isimlerle onu
adlandırdığını ve her bir yolun farklı biçimlerde gerçeğe götürdüğünü ileri sürer. Öğleyse Arabi’ye
göre Hakk’ın zahiri ve batıni olmak üzere iki veçhesi vardır. Batını veçhesiyle Hakk keşif ehline bile
kapalıdır. Hiç kimse onu tanımlayamaz, bilemez. Hakk beşerin idrak ve kavrayışına ancak zahiri
798
Cezzar, a,g,e, s.264
Rıza Şah Kazimi, Şankara, İbn Arabi ve Eckhart’a Göre Aşkına Giden Yollar, (Çev. Tahir Uluç), İnsan Yayınları, İstanbul 2012, s.
202
800
İbnü’l Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 62.
801
İbnü’l Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 77.
802
Toshihiko Izutsu, Sufism and Taoısm a Comparative Study Key Philosophical Concepts, University of California Press 1984, s. 23.
803
Izutsu, a.g.e, s. 27-28.
799
veçhesiyle Allah ve Rab olarak girer.804
Bu anlamda Arabi’nin ârif/cahil ayrımını hatırlamak gerekir. Ârif hem kime ibadet
edildiğini bilir hem de söz konusu şeyin hangi surette ortaya çıkıp kendisine ibadet edilmeye yol
açtığını bilir. Bunun yanı sıra ârif, (ibadet edilen şeylerdeki) ‘ayrım’ ve ‘çokluk’un duyulur
bedendeki organlar ve ruhsal suretteki manevi güçler gibi olduğunu bilir. O halde neye ibadet edilirse
edilsin (aslında) Allah’tan başkasına ibadet edilmemiştir.805 Burada ârifin inancı ile avamın inancı
arasında ayrım yapan Arabi aslında avamın kendi bilinç düzeyi ve idrakine göre ibadet ettiğini ifade
eder. Ona göre ibadet edilenlerin en düşüğü kendisinde ilahlığın bulunduğu tahayyül edilen bir
şeydir. İbadet edilen şeylere dair böyle bir tahayyül olmasaydı taşa veya başka bir şeye tapılmazdı.
“Onlara kime ibadet ettiniz? denildiğinde onlar, ilaha derler. Allah’a ve İlah’a demezler. En düşük
tahayyül sahibi taptığımız şeyler yalnızca Allah’a yakınlaştırsın diye ibadet ediyoruz” derler. Kamil
arif ibadet edilen her şeyi Allah’ın bir tecelligâhı olarak gören kimsedir. Bu nedenle onlar taptıkları
her şeyi ilah diye isimlendirmişlerdir. Bununla beraber onların taş, ağaç, hayvan, insan, gezegen,
melek gibi kendi özel adları vardır ve bunlar o şeylerin bireysel isimleridir. İlahlık bir mertebedir. Bu
mertebe ibadet eden insana kendisinin ibadet edilenin mertebesi olduğunu zannettirir. Gerçekte
ibadet edilen şey Hakk’ın bir tecelligâhıdır. Söz konusu şeye kendisini adayan bu insan özel
tecelligahta Allah’a tapar.806
Burada İbnü’l Arabi Hakk’a bağlanma, boyun eğme, inanma anlamından tek bir dinden
bahsederek var olan inançların geçerliliğini salt kavrama bağlamadığını ifade etmektedir. Çünkü bir
din, suret ötesi bir kaynaktan geliyorsa; bu din, suretsel olarak izafidir. Surete bakılmaz. Oradaki
özsel nitelik önemlidir.807 Bu düşüncesini de Dikkat et, belli bir bağ tarafından kayıtlı olmaktan uzak
dur, bu bağın dışındaki her şeye karşı sakın kötü gözle bakma, yoksa senin hayrına olacak şeyden
kaçmış olursun. Nefsini bütün itikatları kucaklayan bir şey olarak gör, çünkü Hakk herhangi bir bağ
ile kayıtlı kılınmayacak kadar geniş ve yücedir 808 diyerek desteklemektedir. O halde Arabi’ye göre
hangi inancın doğru olduğu noktasında kastedilen doğrunun ne olduğu önemlidir. Şayet bu doğru,
hakikate denk düşen bir doğrulama ise bu anlamda tüm itikatlar doğrudur. Çünkü her itikat sınırlı ve
bozulmuş olsa da hakikatin bazı yönlerini temsil eder. Eğer bir itikat herhangi bir şekilde hakikate
denk düşmeseydi o zaman o itikat var olmazdı. Her itikat bir varoluş halinin öznel yönünü temsil
eder. Birinin itikadının olması gerçeği itikat sahibinin zihni dışarıdaki şerlerle gerçek bir ilişki kursun
veya kurmasın bu itikadın var olduğu tarzda âlemdeki şeylerle bir şekilde uyuştuğunu kanıtlar. Bu
nedenle içerikleri ne olursa olsun bütün itikatlar doğrudur sonucuna ulaşabiliriz.809 Böyle bir sonuca
da âriflerin imanı açısından ulaşabiliriz. Çünkü ona göre kâmil ve arif insanlar, insanı sınırlayan ve
sonlu yapan itikatlara bağlanmazlar. Onlar var olan tecelli karşısında adeta berrak ve renksizdirler.
Yani onlar hiçbir kabın şeklini ve rengini almazlar.810 Onların cahillerden farkı her ne müşahede
ederlerse onları Allah’ın tecellisi olarak görmeleridir. Dolayısıyla bir kısım tecellileri kabul etmeyip
Allah’ı sınırlandırmazlar.811 İşte birçok düşünür veya filozof söz konusu beyitlerin dışında İbn
Arabi’nin ârif terimine yüklediği anlamın da çoğulcu bir yapı arz ettiğini dile getirmektedir. Burada
cahil insan dışlayıcı ve diğer insanları batıl sayarken ârifler iki boyutlu olup zahir boyutuyla İslam’ı
öteki dinlerden biraz daha üstün tutarak diğer dinlerle bu dünyada dostluk, öbür dünyada da kurtuluş
kapısını açık tutar. Batın boyutuyla kendine özgü bir çoğulcu veya diğer dinleri bu dünya ve öbür
804
Izutsu, a.g.e, s. 48.
İbnü’l Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 66.
806
İbnü’l Arabî, Fusûsu’l-Hikem, çev ve şerh. Ekrem Demirli, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul 2013, s. 214-215.
807
Kazimi, a.g.e, s.193
808
Muhyiddin-i Arabi, Fusûsü’l-Hikem, (Çev. Nuri Gençosman), MEB Yayınları, İstanbul 1992, s.138
809
Chittck, a.g.e, s.176.
810
Chittick, a,g,e, s. 201
811
Chittick, a,g,e, s. 205
805
dünyada eşit sayan bir yaklaşım tiplemesidir.812
“Kalbim putların mabedi, hacıların kabesidir” mısrasında Arabi, tapma eylemini ‘kendinde
bir fiil olarak’ görür. Buna göre tapmanın gerekçesi ve doğasının ne olduğu üzerinde durmak gerekir.
Tapan ile tapınılan arasındaki ilişki ve bu ilişkinin adı ibadettir. Diğer taraftan âlemde genel olarak
bir Rablık düşüncesi vardır. Bu nedenle insanlar bir takım şeylere taparlar. Burada eylemin amacı
kişinin inancında geliştirdiği bir ilaha dönük bir saygı ve tazim hareketi olduğudur. Burada biçimsel
olarak ibadetler arasında herhangi bir fark yoktur. Nitekim iman ve küfür arasında da konuları
bakımından bir fark yoktur. Allah’a tapan da aynı gerekçeyle ibadet eder, herhangi bir nesneye
tapanda aynı gerekçeden hareket eder. Burada Arabi insanların bir kısmının farkına varmadan
Allah’a ibadet ettiği kanaatindedir.813 Dolayısıyla yukarıda geçen beyitleri Arabi düşüncesinin
temelini oluşturan vahdet-i vucud’un sistematik bir sonucu olarak okumak gerekir. Eğer bu şekilde
okunursa çoğulculuk olarak yorumlanan ifadelerin temelde vahdet-i vücut düşüncesinin bir sonucu
olduğu görülecektir.
İbnü’l Arabi’nin düşüncelerinde çoğulcu yaklaşımı yansıttığını ileri sürenler açısından ikinci
gerekçe onun dinler arasında yapmış olduğu ayrımdır. Ona göre terim olarak kullanılan din, Allah
katında ve Allah’ın kendisine bildirdiğinin ve Allah’ın bildirdiğinin bildirdiği kimsenin katında din
yani halkın katındaki din olmak üzere ikidir. Hak, bu dini de dikkate almıştır. Allah katındaki din,
Allah’ın seçtiği ve halk dinine karşı yüksek paye verdiği dindir. Bu din şu ayette dile getirilmiştir:
“Allah katında din İslam’dır.” İslam boyun eğmek demektir. O halde din, insanın boyun eğmesinden
ibarettir. Allah katında olan Allah’ın koyduğu şeriattır. İkinci tür ise halk katında bilinen bir
peygamberin örfte bilinen bir yolla getirmediği nevamisi hikemiyye’dir (hikmet kanunları). Bu
yüzden bunlar ilahi şeriat ile birlikte hikmet ve dirliğe uygun olduklarında, Allah onları kendi
katından farz kıldığı şeriat gibi muteber saymıştır.814 Aslında dinin Hak-Halk bakımından iki ayrı
kategori olarak değerlendirilmesi daha önce değinilen Vahdet-i vücûd anlayışındaki görünen yüz ve
ayanı sabitedeki yönle ilgilidir. Çünkü Allah katındaki dinden kasıt; Allah’ın gönderdiği meşru ve
geçerli saydığı dindir. Yani Allah’ın kabul ettiği din, kendi katındakidir. Bu da Allah’ın peygamber
ve peygamberleriyle ümmete açıkladığı dindir. Bütün semavi dinler İslam adını taşımakta ortaktır.
Böylece bütün dinlerin özü Allah’a boyun eğmek demektir. Bu da İslam ile eş anlamlı olmasıdır. İbn
Arabi, Hz. Yakup’un oğullarına İslam üzerine ölmelerini buna kanıt getirmektedir.815 Hak katındaki
din ile kastedilen, fetret dönemi insanlarının uyguladıkları ve aklın esaslarına muvafık icraatlarıdır.
Arabi bunları ilahi hükme uygun olduğu müddetçe Allah’ın kendi katında şeriat gibi göreceğini
savunur. Buna delil de “Kim güzel bir gelenek (sünnet) başlatır ve onunla amel ederse, ona karşılığı
verilir. Ayrıca, o geleneği devam ettirenlerin sevapları da bir şey eksilmemek kaydıyla başlatanlara
verilir. Kim de kötü bir gelenek bir başlatırsa ve onunla amel ederse onun cezası ve onu işleyenlerin
de cezası eksiltmeksizin o kötü geleneği başlatana verilir.”816 Hadisini gösterir. Bu anlamda o,
“ruhbanlığı” halk tarafından oluşturulan dine örnek gösterir.817
İbn Arabi’nin yukarıdaki beyitlerini yorumlamanın bir başka boyutu ise orada kullanılan
ifadelerin sembolik olarak ele alınmasıdır. Bilindiği gibi sembol, duyularla ifade edilmeyen bir şeyi
somut ve bilinen kavramlar üzerinden işaret, remiz veya timsal etmek demektir. Yani dille ifadesi
mümkün olmayan veya dilin erişmediği hakikatlerin başka şekilde kavranmasıdır.818 Tasavvufi
812
Yaran, a.g.e, s. 324
İbnü’l Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 346-47.
814
İbn’ül Arabi, Fusus’ul Hikem, s. 94-95; Hâkim, s. 152
815
İbn’ül Arabi, Fusus’ul Hikem, s. 349
816
Gürer, a.g.m, s. 70
817
Gürer, a.g.m, s. 71
818
Zeki Necip Mahmut, İbn’ül Arabi’de Sembolizm, (Ed. Tahir Uluç), İbn’ül Arabi Anısına, İnsan Yayınları, İstanbul 2002, s. 80; Koç,
s. 95.
813
düşüncede bu tür kullanımlar çokça bulunmaktadır. Çünkü dinî semboller, insanlara rasyonel bir
bilgi sunmaktan ziyade kutsalın algılanmasını sağlayan ifadelerdir. Diğer taraftan dini semboller
kutsalın farklı yorumlanmasına sebep olan şifreler sunarak insanın bilmediği alana dair bilgiler
verirler.819
Eserlerinde bolca sembol kullanan İbnü’l Arabi işaret ve remizleri neden kullandığını şöyle
açıklar: Bil ki simgeler(rumuz) ve luğazlar kendileri için istenilen bir şey değildir. Onlar
simgeledikleri şeyler için istenir ve onların Kur’an’daki örnekleri ibret ayetlerinin tümüdür ve onlar
hakkında bir uyarıdır. “İşte biz bu temsilleri insanlar için getiriyoruz. Fakat onları ancak bilenler
düşünüp anlayabilirler.”820 Ayeti bunun en güzel örneğidir. Görülüyor ki buradaki emsal kelimesi
kendisi için istenildiğinden dolayı gelmemiştir. Onunla neye temsil getirildiği ve ondan hangi misal
verdiği bilinsin diye gelmiştir.821
Arabi’nin yukarıdaki beyitlerin de yer aldığı Tercümanü’l Eşvak adlı eseri şiirsel bir tarzda
kinaye ve sembollerle doludur. Hatta kendisi de bu eser için: Bu kitapta hangi isimden söz ettiysem
hepsi ondan kinayedir. Hangi evi tasvir ettiysem hepsinde onun(sevgilinin) evini kastetmişim.
Devamında; …ancak bu kitapta yazdığım bütün şiirlerde daima içime doğan ilahi varidat ve
gönlüme inen ruhani inişlere ve ulvi tenasüplere imalarda bulundum. Ve bunu da (biz sufilerin yolu
olan) en üstün yola göre sembollerle yaptım,822 ifadelerine yer vermektedir.
Bütün bunları gazel diliyle yazdım; çünkü insanların gönlü bu ifadelere meftundur, tutkundur
ve vurgundur. Dolayısıyla bu ifade tarzları o şiirlerin coşku içinde okunup coşku ile
dinlenilmesini sağlar.823
Arabi “Bir an geldi kendimi çöldeki ceylanların çobanı saydım, bir an geldi rahip ya da
müneccim saydım” ifadelerini bizzat kendisi şöyle şerh eder: Eğer kalbi bir otlak yeri, mer’a olarak
vasıflandıracak olursak, oralarda sadece ceylanlarla kuşluk vakti dolaşan kimselerden kinaye etmiş
oluruz. Çünkü sözümüz heva (aşk ) lisanıyla ağzımızdan çıkmaktadır. Ceylanlar ise bu lisanda
âşıkların sevgilileri için uygun bir teşbih olur. Ceylanları rahiplere benzetecek olursak, bu durumda
kalp bir deyre/kiliseye benzemiş olur. Zira orası rahiplerin evi ve ikamet mahallidir. Kalbin putların
evi, mahalli olması durumuna gelince; bu kalbin beşerin talep ettiği hakikatlerin – ki, insan hakikat
diye düşündüğü bu gibi şeylerden dolayı Allaha ibadet eder- taşıyıcısı ve sahibi olması sebebiyledir.
Yüce ruhlar (ulvi duygular) kalbin etrafını kuşatınca kalp, Kâbe olarak isimlenir. Bu duygular
sebebiyle İbrahimi- Musevi ilimler hâsıl olursa, onlar kalbi Tevrat levhalarına çevirir. Fakat kalbe,
kâmil Muhammedî marifetler erişirse, bu defa da Mushaf olur; orada “Kur’an makamına ulaşır. Bu
makam ise, bana ‘Cevamiu’l-Kelim’ verildi” makamıdır. Muhabbeti din edinmek bu makamın bir
gereğidir. Kur’an’da: “De ki; eğer Allah’ı seviyorsanız bana uyun ki, Allah da sizi sevsin.”(Ali
İmran 3/31) buyurulur. Muhabbeti din edinmek Hz. Muhammed’e ittiba etmektir. Dinî muhabbet
üzerine Kur’an kişinin anlayışından daha yüce bir din olamaz, bu ise Muhammedîlere mahsustur.
Zira Hz. Muhammed sair peygamberler içinde diğer güzel sıfatların yanı sıra, muhabbet makamına
da kemal noktasına sahiptir. Allahu Teâlâ onu kendisine “Habib” edinmiştir. Yani o hem seven hem
de sevilendir. Onun varisleri de elbette ki onun yolunda gidecektir.824
Bu şiir her şeyden önce tasavvufta tecrübe edilen yoğun halleri, geniş deneyimler ve şiirsel
ifadeleri içermektedir ve elbette ki böyle bir anlatımı anlamak zordur. Bu nedenle bu ifadeleri
Arabi’nin diğer eserlerindeki görüşleriyle birlikte ele alındığında zor anlaşılır bir özellik arz
etmektedir. Buradaki ifadeler onun öteki ile ilgili genel düşüncelerine uymaktadır. Mutasavvıflar da
819
Maşallah Turan, Kur’an’ın Anlaşılmasında Sembolizm Tartışmaları, Hüner Yayınları, Konya 2016, s. 16
Ankebut, 29/43
821
İbn’ül Arabi, Fütuhat-ı Mekkiyye, s. 91; Hamzaoğlu, s. 31
822
İbn’ül Arabi, Tercümanü’l Eşvak, s. 23
823
İbn’ül Arabi, Tercüman ’ül Eşvak, s. 24
824
İbn’ül Arabi, Zehair’ul-A’lak Şerhi Tercüman’ül-Eşvak, s. 35-36; Gürer, a.g.m, s. 92-93
820
olduğu gibi o da kalbinde her din mensubunu kucaklamakta, her dinde özsel ve evrensel olarak
bulunabilecek olan aşk unsurunu öne çıkarmaktadır. Buna göre diğer mutasavvıflarda olduğu gibi
Arabi bu beyitlerde dinlerin farklılık gösteren ve ayrılığa yol açan dışsal ayrıntılarından ziyade
hepsinin özünde bulunan aşkı önemsemekte ve öne çıkarmaktadır. Bu nedenle birçok yerde ‘benim
dinim aşk dinidir, sevgi dinidir’ gibi tabirleri kullanmaktan kaçınmamaktadırlar.825
Suad el-Hâkim’e göre bu dizeler “dinlerin aşkın birliğinden” değil de tamamen kalbin kemal
noktası halinden ve muhabbet mertebesinden bahsetmektedir. O, bu dizelerin anlamını şu iki noktaya
bağlar. Birincisi, sufilerin bilgi anlayışında, kalbin her şeyden hatta bilgilerden bile arınması gerekir.
Yani kalp ne kadar arınmış ve temiz olursa ilahi ilimler de o nispetle dolar. İkincisi her uzvun
yetkinlik derecesi, onun alıcı hale gelmesidir. Bu sebeple İbnü’l Arabi kalbin bütün suretleri kabul
edici hale gelmesiyle, kalbin kemal noktaya geldiğini söylemektedir. Çünkü tam kabul edicilik
kalbin kemalidir. Devamında Arabi, dinlerin birleşmesinden değil kendi durumundan bahseder. “Her
sureti kabul etti” anlamında “kabile” fiili değil “ kabul edici” anlamında “kâbil” denilmiştir.
Dolayısıyla onu şiirlerinde her sureti kabul etmeye sevk eden şey son dizelerde geçen muhabbet ve
aşk kavramlarıdır.826
Zaman zaman Musa’nın şeriatına inanırım da Yahudi’nin yolunu da kabul ederim
Gâh kendimi İsa’nın şeriatına inanmış ve kilisede ibadet eder bulurum,
Mısralarına gelince buradan Hick’in ifade ettiği anlamda bir çoğulculuk çıkarmak zor
görünmektedir. Zira Gürer’in de belirttiği gibi sufiler genellikle nebi ve velilik makamına değinerek
bunun batını bir hal olduğunu ifade eder. İbnü’l Arabi’nin “Musa ve İsa makamından…” gibi bab
başlıklarına sürekli başvurması bir yöntemdir. O, işin batını boyutunda İbnü’l Arabi’nin bu
makamlardan istifade ettiğini dile getirir.827 Burada üç peygambere (Hz. Musa, Hz. İsa ve Hz.
Muhammed) getirilen üç şeriatın ilahi kaynaklı olduğu ifade edilmektedir. Dolayısıyla Arabi’nin
bazen kendini Musevi bazen de İsevi olarak addetmesi Hz. Muhammed şeriatıyla ortak olan yönü
itibariyledir. Hatta Arabi’ye göre ehli kitaptan biri Müslümanlığı yani Muhammed’in şeriatını seçtiği
zaman din değiştirmiş olmaz. Aslında Muhammed’in şeriatını kabul etme onların dinlerinin de
gereğidir. Zira onların dini ile Muhammed’in getirdiği din aynıdır. Diğer taraftan her üç dinin
yaşamsal formunun farklı olması da Arabi’nin yaşadığı hallerinin farklı durumlarda olmasının bir
ifadesi olarak da anlaşılabilir. Örneğin Tabataba’inin belirttiği gibi Musevi şeriatında dünyevi yaşantı
daha ağır basarken İsevi şeriatında insanın ruhsal yönüne daha ağırlık verilmiştir. Ya da bu dinlerin
müntesipleri yaşadıkları dini bu hale çevirmişlerdir. İnsanın dini daha çok manevi hayata hasretmek
zorunda kalması önceki şeriat olan Musa’nın şeriatının veya müntesiplerinin dünyevi hayata olan
bakışlarına karşı bir reaksiyondur. İslam ise her iki yönüyle yani maddi ve manevi boyutuyla dünya
ve ahiret dengesini gözetir. Diğer taraftan S.H. Nasr’n da belirttiği şekilde Adem’den Muhammed’e
kadar gelen İslam dinin Musevi versiyonunda hukuk ve zahiri yönün ağırlıkta olduğu görülür. Nasr’a
göre bu şeriattır. Yani Musevi şeriat ağırlıklı bir dindir. İsevilikte ise hukuk ve batını yön daha
ağırlıklıdır. Bunu ise tarikat olarak isimlendirir. Muhammedilik ise hem tarikat hem de şeriata aynı
eşitlikte ağırlık vermiştir. Bu anlamda düşünülürse İbnü’l Arabi’nin zaman zaman farklı şekillerde
kendini hissetmesi şaşılacak bir durum değildir.828
SONUÇ
825
Yaran, İbn Arabi, Mevlana ve Yunus Emre’ye Göre “Öteki”nin Durumu, s. 319.
Hâkim, s. 155
827
Gürer, a.gm, s. 94
828
Gürer, a.g.m, s. 26
826
1. Arabi’nin düşünce yapısının ilk bakışta birbirine zıt olduğu görülebilir. Zira kimileri
anlamdan uzak ve paradoksal yazdığını ve düşüncelerinde belli bir bütünlük olmadığını
ileri sürerken bazıları da kullanılan paradoksal ifadelerin yorumlanması durumunda bu
durumun ortadan kalkacağını ileri sürmüştür. Bunların en iyi örneklerini İbn Teymiyye ve
Affifi’de görebiliriz. Ancak konumuz açısından da önemli olan Metin Yasa’nın da
belirttiği gibi İbnü’l Arabi gerçekten paradoksal yazmıştır ve bu yazma yani paradoksal
yazmayı varlığı anlama ve anlamlandırma da bir metot olarak kullanmıştır. Kaldı ki
paradoksal ifadelerin mutlaka çelişir veya anlamsız olması gerekmez. Çünkü bir
paradoksal ifade tam olarak anlaşılmayabilir fakat bu durum, anlatılan hakkında hiçbir
düşünceye sahip olamayacağımız anlamına gelmez.829
2. İbnü’l Arabi’nin dinlerin çeşitliliği ve kurtuluş iddiaları hakkındaki düşüncelerini anlamak
için onun Allah ve varoluşla ilgili düşünce yapısını bilmek gerekir. Bu anlamda vahdet-i
vücut nazariyesini anlamadan onun düşünsel yapısı anlaşılmaz. Çünkü Muhammed İhsan
Oğuz’un da ifade ettiği gibi; “Vahdet-i vücûd bir makamdır, bir kişi bu makama varırsa bu
kişiyi Allah’ın muhabbeti kaplar ki her şeyi ve her olayı muhabbetle açıklamaya başlar.
Onun gözü Hak’tan başkasını görmez ve her neye bakar ise Hak olarak bakar. Bu
mertebede yaratılmışların varlığı, Hak Teâlâ’nın varlık denizinin dalgaları gibi görünür.
Yani tasavvuf yolcusu varlık denizine dalmıştır, bu coşkun denizde dalgalardan başka bir
şey görmez.” 830
3. Arabi, dinleri özsel olarak ele alıp hakikatte bir olduklarını ve kaynak bakımından aynı
yerden beslendiklerini savunmaktadır. Yoksa bazı düşünürlerin anladığı şekilde
hâlihazırdaki dinleri kurtuluşa erdirme bakımından eşit saymamaktadır. Onun düşüncesine
baktığımızda yoruma açık bir özelliğinin olması doğrudur, fakat kesinlikle yanlış ve heretik
dini uygulamaları kabul ettiğini net bir şekilde söyleyemeyiz. Yaşadığı özsel tecrübi halin,
düşüncelerini etkilediği aşikârdır. Bununla birlikte olguları vahdet-i vücûd dediğimiz
düşünceyle yorumlamaktadır. İbnü’l Arabi’nin düşünce yapısının oluşumunda etkili olan
Aşk ve Sevgi kavramları da diğer dinlere karşı olan bakışını etkilemiştir. Zira ona göre
yaratmanın özünde sevgi, aşk ve rahmet vardır. Allah salt vücûd iken kendisini sevdi,
kendisinin bilinmesinden ve tezahüründen hoşlandı. Çeşitli şekilde aşkla yüklenmiş olan
şeylerin varlığa gelmesi için bir kıvılcıma ihtiyaç duyuldu. Bu kıvılcım da Allah’ın “ol”
demesidir. Diğer varlıkların yegâne yaratılış sebebi ilahi muhabbet ve bu muhabbettin
kendisini sardığı şeydir. Dolayısıyla âlemin yokluktan varlığa doğru seyri, yaratıcının ona
olan muhabbetinin seyrinden ileridir. Böylece varlığın vücuda gelmesi Allah ile olan
karşılıklı sevgi ve muhabbetin neticesidir.831 Bu anlamda Muhyiddin İbnü’l Arabi’de
yaratılışın yegâne sebebi muhabbettir. Bu fikri de: Ben bir gizli hazineydim, bilinmeye
muhabbet ettim halkı da bilinmem için yarattım kutsi hadisiyle temellendirmektedir. Yani
Ayan-ı sabitede kuvve halinde olan sıfatların fiil haline gelmesinde ilahi muhabbet etkili
olmuştur. İşte muhabbet deryası olan her şey birer nur deryasıdır. Âlem ve içindeki
varlıklar, derya ve dalgaya benzetilmiştir. Mesela denizde nasıl sürekli dalgalar meydana
geliyorsa aynen öyle de âlemdeki varlıklar da sürekli tecelli ile var ve yok olan dalgalar
gibidir. Ama dalga yine denizdendir.832
4. Tüm bunlardan sonra İbnü’l Arabi düşüncesinde Hick’in ifade ettiği anlamda bir
çoğulculuk düşüncesinden bahsedilemez. Ancak bu günkü klasik şekliyle bir dışlayıcılık
829
Yasa, a.g.m, s. 150.
Muhammed İhsan Oğuz, İslam Tasavvufunda Vahdet-i Vücûd, Oğuz Yayınları, İstanbul 1995, s.118-121
831
Erdem, a,g,e, s. 56
832
Sunar, a,g,e, s. 66
830
yaklaşımından da söz edilmez. Her ne kadar Selçuklu Sultanı Keykavus’a Hristiyan tebaa
ile ilişkilerinde dikkatli olması, İslam davasına verebilecek zararlara karşı mani olmasını,
şehir veya çevresinde yeni manastırlar yapmalarına veya harap olanları onarmalarına
müsaade etmemesini, Hristiyanların Müslümanlara karşı saygılı davranmalarını,
yakınlarından Müslüman olacaklara karşı mani olmamalarını sağlamalarını tavsiye
ettiğine833 dair mektuptan hareketle onun dışlayıcı olduğunu söyleyen az sayıda dünür olsa
da biz bu kanaatte değiliz. Bunun Arabi’nin yaşadığı konjonktürden kaynaklandığını,
kullanılan bu sert ve dışlayıcı dilin Hristiyanların Kudüs’teki Müslümanlara zülüm ve
işkencenin bir yansıması olduğu kanaatindeyiz.
5. Vahyedilmiş dinlerin hepsi ışıktır. Bu dinlerin arasında Muhammedîn getirdiği din
yıldızların ışığı yanında güneş ışığı gibidir. Güneş göründüğünde yıldızların ışığı kaybolur,
bunların ışığı güneştendir. Güneşin görünmesiyle birlikte yıldızların kaybolması gibi
İslam’ın gelmesi ile birlikte diğer dinler hükmünü kaybetmiştir. Ne var ki yıldızların
varlıklarını yitirmesi gibi bir şey olmayacağından bu dinler de var olurlar. Bu nedenle
bütün peygamberlere ve ilahi dinlere iman ederiz. Cahil bir kimsenin görüşünün aksine,
bunlar batıl olarak adlandırılmamıştır. 834 ifadelerinden hareketle kapsayıcı bir düşünceye
sahip olduğu kanaatindeyiz. Zira kapsayıcılıkta da mensup olunan din, en mükemmeli
olmakla birlikte diğerlerinin de hakikate götürmede paylarının olduğu kabul edilmektedir.
Dolayısıyla bizim açımızdan Arabi’nin genel düşünce yapısı göz önüne alındığında çoğulcu
olarak yorumlanabilecek ifadelerinin vahdet-i vücut eksenli düşünce yapısı ve kullanılan
sembolik dilden kaynaklandığı görülmektedir. Diğer taraftan onun dışlayıcı paradigmayı
yansıtacak herhangi açık bir düşünceye sahip olmadığı düşünülünce bizce kapsayıcı bir
düşünceye sahip olduğunu ifade etmek daha doğrudur.
KAYNAKLAR
Acar, Rahim, “Dini Çeşitlilik”, Din Felsefesi Seçme Metinler, Küre Yayınları, 2013.
Affifi, A. E., The Mystical Philosophy of Muhyid Din-Ibnul ‘Arabî’, Cambridge University Press,
1939.
Afifi, Ebu’l Ala, Tasavvuf Felsefesi, (Çev. Mehmet Kaya), Ankara Üniversitesi Yayınları, Ankara
1975.
Aydın, Mahmut, “Sunuş”, İnançların Gökkuşağı Dinsel Çoğulculuk Üzerine Eleştirel Diyaloglar,
(John Hick), (çev. Mahmut Aydın), Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2002.
Cevizci, Ahmet, Felsefe Sözlüğü, Paradigma Yayınları, İstanbul 1999.
Chittick, William, Hayal Âlemleri: İbn Arabi ve Dinlerin Hakikat Meselesi, (Çev. Mehmet
Demirkaya), Kaknüs Yayınları, İstanbul 2016.
D’Costa, Gavin, “The Impossibility of a Pluralist View of Religion”, Religious Studies, V. 32, No: 2,
(Jun. 1996).
el-Cezzar, Ahmet Mahmud, el-Fena ve’l-Hübbü’l-ilahi inde İbni’l Arabi, Mektebetül- SekafetüDiniyye, Kahire 2006.
Gürer, Dilaver, “İbn Arabi’de Dinlerin (Aşkın) Birliği ve “İbadet” Meselesi Hakkında Bir
Değerlendirme”, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, Ankara 2003.
Hick, John, İnançların Gökkuşağı Dinsel Çoğulculuk Üzerine Eleştirel Diyaloglar, çev. Mahmut
Aydın, Ankara Okulu Yayınları, Ankara 2002.
Hick, John, Problems of Religious Pluralism, Palgrave Macmillan,1985.
833
834
Mustafa Tahralı, Muhyiddin İbn Arabî ve Türkiye’ye Tesirleri, Endülüs’ten İspanya’ya, TDV Yayınları, Ankara 1996, s. 70.
İbnü’l Arabi, Fütuhat-ı Mekkiyye, s. 343; Yaran, İslam ve Öteki, s. 315.
Izutsu, Toshihiko, Sufism and Taoısm a Comparative Study Key Philosophical Concepts, University
of California Press 1984.
İbn Arabi, Muhyiddin, “İlah’ı Mu’tekat”, Geleneksel ve Çağdaş Metinlerle Din Felsefesine Dair
Okumalar II, der. Recep Alpyağıl, İz Yayıncılık, İstanbul 2012.
İbn Arabî, Muhyiddin, Fütuhat-ı Mekkiye, (Çev. Ekrem Demirli), Litera Yayıncılık, İstanbul 2013
İbn’ül Arabi, Muhyiddin, Zehair’ul-A’lak Şerhi Tercüman’ül-Eşvak, (Arzuların Tercümanı), (Çev.
Mahmut Kanık), İz Yayıncılık, İstanbul 2004.
İbn’ül Arabi, Muhyiddin, Tercüman’ül Eşvak (Arzuların Tercümanı), (Çev. Hamza Tanyaş), Kaknüs
Yayınları, İstanbul 2010.
İbn’ül Arabi, Muhyiddin, Tercüman’ül Eşvak, (Çev. Hamza Tanyaş), Kaknüs Yayınları, İstanbul
2010.
İbnü’l Arabî, Muhyiddin, Fusûsu’l-Hikem, çev ve şerh. Ekrem Demirli, Kabalcı Yayıncılık, İstanbul
2013.
İbnü’l Arabî, Muhyiddin, Fusûsü’l-Hikem, (Çev. Nuri Gençosman), MEB Yayınları, İstanbul 1992.
Kazimi, Rıza Şah, Şankara, İbn Arabi ve Eckhart’a Göre Aşkına Giden Yollar, (Çev. Tahir Uluç),
İnsan Yayınları, İstanbul 2012.
Koç, Turan, Din Dili, İz Yayıncılık, İstanbul 1998.
Konuk, Ahmet Avni, Muhyiddin İbn’ul Arabî, Fusüsu’l-Hikem Tercüme ve Şerh-i II, MÜİFV
Yayınları, İstanbul 2005.
Mahmut, Zeki Necip, İbn’ül Arabi’de Sembolizm, (Ed. Tahir Uluç), İbn’ül Arabi Anısına, İnsan
Yayınları, İstanbul 2002.
Nasr, Seyyed Hossein, Three Muslim Sages Avicenna-Suhrawardi- İbn ‘Arabi, Caravan Books, New
York 1997.
Oğuz, Muhammed İhsan, İslam Tasavvufunda Vahdet-i Vücûd, Oğuz Yayınları, İstanbul 1995.
Tahralılı, Mustafa, Muhyiddin İbn Arabî ve Türkiye’ye Tesirleri, Endülüs’ten İspanya’ya, TDV
Yayınları, Ankara 1996.
Rahner, Karl, “Dini Kapsayıcılık”, Din Felsefesi Seçme Metinler, çev. Rahim Acar, Küre Yayınları,
İstanbul 2013.
Turan, Maşallah, Kur’an’ın Anlaşılmasında Sembolizm Tartışmaları, Hüner Yayınları, Konya 2016.
Yaran, C. Sadık, “İbn Arabi, Mevlana ve Yunus Emre’ye Göre “Öteki”nin Durumu”, İslam ve Öteki,
Dinlerin Doğruluk/Kurtarıcılık ve Birarada Yaşama Sorunu, ed. C. Sadık Yaran, Kaknüs Yayınları,
İstanbul 2001.
Yasa, Metin, Tanrı Hakkında Paradoksal Konuşmak: İbn Arabi ve Karl Barth Örneği, On Dokuz
Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:17, 2004.
TÜMELLERİN AYNÎ MEVCÛDÂTLA İLİŞKİSİ
NÜSHA FARKLARI BAĞLAMINDA BİR DEĞERLENDİRME
Ayşe Mine AKAR835
İbnü'l-Arabî’nin Hak-âlem irtibâtına giriş yaparken Âdem Fassı’nda ele aldığı umûr-ı külliyye
(tümeller) konusu şârihlerin de üzerinde durduğu, tümellerin küllîlikleri ve hakikatleri bakımından
ele alındığı bir bölümdür. İbnü'l-Arabî’nin tümellerin bâtın oluşları ve aynî mevcûdâtla ilişkilerini
anlatırken kullandığı ibâre farklı nüshalarda farklı şekillerde yer almış, şârihler de ibâreyi bütün
mânâlarıyla inceleyerek müellifin tümeller-aynî mevcûdât ilişkisi konusundaki görüşlerini tesbit
etmeye çalışmışlardır. Çalışmamızda şârihlerin konuya yaklaşımları mukayeseli olarak ele
alınacaktır.
Anahtar Kelimeler: İbnü'l-Arabî, Fusûsu'l-hikem, Şerhu Fusûsi’l-hikem, Tümel/Küllî
Relation of Universals with Mawjūdāt ‘Aynīya
An Evaluation in the Context of Copy Variations
While Ibn ‘Arabī entering the God-universe contact in the first section of Fuṣūṣ al-ḥikem (Adam
section), he discusses the universals. This passage is a section where commentators also emphasize,
in terms of the universality and reality of the universals.Ibn ‘Arabī’sexpressions about the hidden
nature of the universals and their relations with the concrete existents(mawjūdāt ‘aynīya)took
different copies in different forms.By examining the expression in all its meanings, the commentators
tried to determine the views of the author on the relations of the universals-concrete existents.In our
study, the approaches of the commentators will be discussed comparatively.
Key Words: Ibn ‘Arabī, Fuṣūṣ al-ḥikem, Sharh Fuṣūṣ al-ḥikem, Universals.
Giriş
İslam filozoflarından umûr-ı küllî (tümeller) kavramını tevârüs eden metafizik dönem sûfîleri tümelle
“bir tek anlamla birçok şeye delâlet eden lâfız” mânasını anladıkları gibi, “Hak ve halk arasında
ortak olan nitelikler”i de tümel kapsamında değerlendirmişlerdir. İbnü'l-Arabî’nin Fusûsu'l-hikem’de
Hak-âlem irtibâtına giriş sadedinde836 kavramı ele alırken kullandığı ibâre iseFusûs şârihlerinin
eserlerinde farklı biçimlerde yer almıştır. Çalışmamızda şârihlerin tercih ettiği ibâre biçimini ele
alırken şu soruların da cevabını arayacağız: 1. İbnü'l-Arabî ve Fusûsşârihlerinin tümelle kast ettikleri
nedir? 2. Aynî vücûd/ aynî mevcûdâtla kast edilen nedir? 3. Tümellerin aynî mevcûdatla ilişkileri
nedir? 4. Nüshalardaki farklılıkların anlama katkısı nedir?
1. Tümel/Küllî Kavramı
İbnü'l-Arabî’ninumûr-ı külliyyeden bahsettiği Âdem Fassı’nda bu kavramla neyin kast edildiği
örnekler üzerinden tesbit edilmektedir. İbnü'l-Arabî eserinde umûr-ı küllîyyeyi evvela sıfatlarla
örneklendirir. Ona göre ilim, hayat gibi sıfatlar tümeldir.837İlk Fusûs şârihi Cendî bu sıfatların
yanında irâde ve vücûdu da tümel kavramlardan sayar. Ona göre tümeller Hak ve halk arasında ortak
835
Araştırma Görevlisi, Cumhuriyet Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
[email protected]
836
Bu yorum Kayserî’ye aittir. bk. Dâvûd b. Mahmûd el-Kayserî, Matlau‘ husûsi’l-kelim fî meânî Fusûsi’l-hikem,
Beyrut 1971, 158.
837
Muhyiddîn İbnü'l-Arabî, Fusûsu'l-hikem, thk. Ebu’l-Alâ Afîfî, Beyrut tsz., 52.
olan niteliklerdir.838 O, tümeller için umûr-ı külliyye kavramı yanında umûr-ı âmme, umûr-ı bâtına,
hakāik-ı külliyye kavramlarını da kullanır.839 Kāşânî’nin de selefi gibi tümellerle sıfatları kast ettiği
görülür. Ona göre umûr-ı külliyye yani mutlakanın akılda aynî vücûdu, hâricte de gaybî
vücûduvardır.840 Kayserî isetümellerin hâricte mevcûd tabiatın lâzımı olan hakikatler olduğunu
söylerken, bir yerde de açık biçimde tümellerin sıfatlar olduğunu ifade etmektedir.841
Daha sonra gelen şârihlerin de bu ilk şârihleri takip ettiği görülür. Mesela Cendî şerhini diğer tüm
şerhlerin kaynağı kabul eden Abdurrahmân Câmî umûr-ı külliyyeyi “a‘yân-ı hârice arasında hayat,
ilim, irâde ve kudret gibi ortak olan hakikatler” olarak tanımlarken,842 son devir şârihlerinden
Ahmed Avnî Konuk da tümeller konusundaki örneklemelerini çoğunlukla sıfatlar üzerinden
yapmaktadır.843 O halde İbnü'l-Arabî’nin tümeller görüşünün sıfatlara hasredildiğini söyleyebilir
miyiz? Müellif tam da konunun sonunda insâniyet kavramını tümel durumlara örnek olarak vererek
bizi bu dar anlamdan kurtarmaktadır. Masataka Takeshita’nın bu konudaki yorumu konuyu özetler
niteliktedir: “Bu örnekler İbnü'l-Arabî’nin tümellerinin insanlık gibi cevherî sûretler ya da özler ve
bilgi ve hayat gibi sıfatlar ya da nitelikler şeklinde iki çeşide bölünebileceğini gösterir.”844O halde
İbnü'l-Arabî ve takipçilerinin tümele dâir tanımlamalarının felsefedekini de içine alacak şekilde ama
daha kapsamlı olduğu söylenebilir.
Burada işaret edilmesi gereken noktalardan biri de tümellerin hakikatleri ve küllîliklerine dâir bir
ayrım yapıldığıdır. Cendî Fusûsşerhi boyunca kavramların analizinde uyguladığı hakîkat-nisbet
ayrımını tümeller için de tatbik ederek, tümellerin küllîliklerini ikincil itibarları, hakikatlerini ise ilk
itibarları olarak değerlendirir. Bu bakımdan tümellerin birincil itibarları (hakikatleri),küllîlik veya bir
başka şeyle mevsûfiyetten mücerred oluştur.845
Peki, tümellerin vücûdu ya da aynî vücûdu var mıdır? Bunun için önce aynî vücûd kavramına
değinmeliyiz:
2. Aynî Vücûd/Aynî Mevcûdât
İbnü'l-Arabî ve Fusûs şârihlerinin aynî vücûdla kast ettikleri, vücûdu muvakkat veya gayr-ı
muvakkat, cismânî veya gayr-ı cismâni olsun zihnî olmayan tüm varlıklardır. Cendî, aynında vücûdu
olmayı teşahhüs etmek olarak yorumlar. Bu açıdan onun müşahhas kavramını zihnî varlığın zıddı
olarak kullandığı görülür.846 Kāşânî ise bu müşahhas varlıkları örneklendirir: Muvakkat ve gayr-ı
muvakkat olanların her ikisi de cismânî veya gayr-ı cismânî (rûhânî) olabilir. Muvakkat cismânîlere
838
Cendî’nin vücûdu Hak ve halk arasında ortak olan tümel bir kavram olarak değerlendirmesinin pek çok önemli
sonucu vardır. Bunların başında ise Zât’ın lâ taayyün mertebesinde mutlak vücûd kabul edilmemesi gelmektedir.
ّ
Müellif bununla ilgili olarak Fusûsu'l-hikem şerhinde Ebu’l-Hüseyin Nûrî’den naklen şu beyti aktarır: لطف نفسه فس ّماه
وكثّف نفسه فس ّماه خلقا/حقّا/ ‘Nefsini latifleştirip ona Hak, kesifleştirip de halk dedi’. bk. Müeyyidüddîn el-Cendî, Şerhu
Fusûsi’l-hikem, Kum 2008, 352.Buradaki ‘hû’ zamirleri gaybî hüviyyete râcidir çünkü hû gayblığı gösterir. bk.
Cendî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, 48. Müellifin Zât/Hak şeklinde bir ayrım yaptığını gösteren bu ve benzeri ifadeleri
Fusûsu'l-hikem şerhçiliği bağlamında çok önemli olup, hazırlamakta olduğumuz doktora çalışmamızda bu görüşü
tedkik etmekteyiz.
839
Cendî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, 185-187.
840
Abdurrezzâk b. Ahmed el-Kāşânî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, Beyrut 1971, 32.
841
ّ تقرر
"... وهي هذه األمور الكلّيّة،صفات
ّ أن الموجودات العينية إنّما تعيّنت وتكثّرت بال
ّ "لماKayserî, Matlau‘ husûsi’l-kelim, 160.
842
Abdurrahmân b. Ahmed b. Muhammed Câmî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, Lübnan 2009, 64.
843
Ahmed Avnî Konuk, Fusûsu'l-hikem Tercüme ve Şerhi, haz. Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın, İstanbul 2014, 148.
844
Masataka Takeshita, “İbn Arabi’nin Fusûsu'l-hikem’inde Tümeller Kuramı”, İbn Arabî Geleneği ve Dâvûd elKayserî, İstanbul 2011, 137. İbnü'l-Arabî’nin tümellere dâir görüşlerinin İslam felsefe ve kelâmıyla bir mukayesesi
için bk. a.g.m. İbnü'l-Arabî ve İbn Sînâ’nın küllîler nazariyelerinin bir mukayesesi için bk. M. Fatih Demirci, “İbnü'lArabî’nin Fusûsu'l-hikem’inde Küllîler Meselesi ve Bir Eleştiri”, Kelam Araştırmaları 12:1 (2014), 265-266.
845
bk. Cendî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, 185, 186. Cendî şöyle demektedir: "وكونها كلية اعتبار ثان مسبوق باعتبار حقائقها مجردة
"عن كونها موصوفة بالكلية أو غيرها
846
bk. Cendî, Şerhu Fusûsi’l-hikem,186.
örnek olarak bedenlerimiz, gayr-ı muvakkat cismânîlere örnek olarak ise felek-i a’zam
verilirken;muvakkat rûhânîler hayvanların nefisleri, gayr-ı muvakkat rûhânîler ise mücerred ulvî
rûhlarla örneklendirilir.847 Kayserî de aynında mevcud olmayı hâricte mevcûd bir zâtı olmakla tefsir
eder.848 Bu aynî mevcûd cismânî de olabilir, rûhânî de.849 Ona göre İbnü'l-Arabî’nin burada söz
konusu ettiği tümeller-aynî mevcûdât ilişkisi, umûr-ı gaybî ile eşyâ-yı aynî arasındaki ilişkidir. O
halde aynî mevcûdla kast edilen cismânî ya da gayr-ı cismânî, muvakkat ya da gayr-ı muvakkat zihnî
olmayan varlıklar olup850 tümeller aynî mevcûd kapsamında değerlendirilemez.851
3. Tümellerin Aynî Mevcûdâtla İlişkisi
Tümellerin aynî mevcûdâtla ilişkisi Cendî tarafından iki ayrı boyutta ele alınmaktadır: Tümeller
taakkul mertebesinde aynlar üzerine zâid mânalar olarak kabul edilirken taayyün mertebesinde ise
aynî mevcûdâtın aynıdırlar. Çünkü akıl sıfatları mevsûftan soyutlayarak ele alır, aklın çalışma
prensibi bu şekildedir.852 Mesela akıl vücûdu mevcûd için zâid bir mâna addederken, taayyün
mertebesinde vücûd mevcûd için zâid bir mâna değildir. Bu yüzden de tümeller mevcûdların aynları
açısından zâhir, makuliyetleri açısından ise bâtındırlar. Ayrıca bunlar hakikatleri bakımından aynî
mevcûdatın aynıyken, küllîlikleri bakımından ise onlardan ayrıdırlar.853
Tümellerin aynî mevcûdat üzerinde hüküm ve eserleri vardır. Aynî mevcûdâtın taayyün ve tekessürü
(çoğalması) ancak sıfatlarladır.854 Mesela bir aynî mevcuda canlılık sıfatı ilişmeden ona canlı demek
mümkün olmaz. Canlı olmayana ise diğer kemâlî sıfatlar gelemez. O halde tümeller aynî mevcûdât
üzerinde hüküm sahibidir.855 Aynı şekilde tümellere de aynî mevcûdâttan, o aynî mevcûdun
hakikatinin talebine göre bir hüküm döner.856 Bu hüküm tümele, izâfe olunduğu varlığın vücudî
özelliğini yükler. Mesela muzâf-ı ileyh hâdis, mukayyed ve muvakkatü’l-vücûd ise tümel de aynı
şekilde hâdis, mukayyed ve zamana bağlı olur.857 İlim veya hayatın hakikati bir olmakla beraber
Allah, melek ve insanda zuhûru farklı farklıdır. Burada önemli olan, tümelin izâfetle uğradığı bu
değişikliğin onu hakikatinden çıkarmayacağıdır çünkü hakikatler değişmez.858 İzâfe olunan aynî
847
Kāşânî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, 33.
848
Kayserî, Matlau‘ husûsi’l-kelim, 159.
849
Kayserî,Matlau‘ husûsi’l-kelim, 161.
850
Her şeyde bir aynî bir de zihnî vücûd modu olduğuna dâir Sebzevârî’nin; varlığın biraynî bir de zihnî iki kategorisi
olduğuna dâir İbn Sînâ’nın görüşleri için bk. Toshihiko Izutsu, İslâm’da Varlık Düşüncesi, trc. İbrahim Kalın,
İstanbul 1995, 116-117.
851
İbnü'l-Arabî’nin tümeller görüşünü tesbit etmeye çalıştığı makalesinde Masataka Takeshita, mevcûdât-ı ayniyye
ifadesini “concrete existents” şeklinde İngilizceye tercüme etmiş, hemen ardından da bununla elle tutulur somut
cisimler anlaşılmasın diye “mevcûdât-ı ayniyye sadece Aristoteles çizgisindeki temel cevherlere tekābül eden
duyulur, dokunulur nesneler değil, aynı zamanda Tanrı ve melekleri de içine alır” diye izâhatta bulunmuştur. Bu
makaleye yönelik bir eleştiri mâhiyetindeki makalesinde de M. Fatih Demirci, Takeshita’nın “mevcûdât-ı ayniyye
kelimesini maddî ve somut varlıklar olarak karşıla(yıp)” Allah ve meleklerin de aynî varlık kapsamında
değerlendirilmesinden dolayı yazarın çelişkiye düştüğünü ifade etmektedir. Sanıyoruz burada somut kavramının
zihinde yaptığı çağrışım ve işaret ettiği ilk anlam eleştiride bulunan yazar için yanıltıcı olmuştur. Paragraf bütün
halinde değerlendirildiğinde böyle bir çelişkiye tesadüf edilmez. krş.Masataka Takeshita, a.g.m., 132 ile M. Fatih
Demirci, a.g.m., 270. Makalenin orijinalinde yer alan ifade için bk. Masataka Takeshita “The Theory of Universals
in Ibn Arabî’s Fusûs al-Hikam”, Uluslararası XIII. ve XIV. Yüzyıllarda Anadolu’da İslam Düşüncesi ve Davud elKayserî Sempozyumu, Ankara 1998, 108.
852
Cendî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, 49.
853
Cendî,Şerhu Fusûsi’l-hikem, 186
854
Kayserî, Matlau‘ husûsi’l-kelim, 160.
855
Kayserî, Matlau‘ husûsi’l-kelim, 158.
856
İbnü'l-Arabî, Fusûsu'l-hikem, 52.
857
Cendî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, 187.
858
Cendî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, 43.
mevcûddan dönen hüküm neticesinde değişen sadece tümelin nisbetidir ve bu da daima izâfet şartına
bağlıdır.859 Tümellerle aynî mevcûdât arasındaki bu karşılıklı hükümler sebebiyle tümeller aynî
mevcûdâttan ayrılmazlar. Hatta bunlar o aynî mevcudâtın aynıdırlar.860
4. Nüshalardaki Farklılıkların Anlama Katkısı
Bu katkılardan bahsetmeden önce İbnü'l-Arabî’nin tümellerle ilgili ibâresinin ne olduğuna bakalım:
. فهي باطنةً ال ت َزال عن الوجود العيني، فهي معقولة معلومة بال شك في الذهن،اعلم أن األمور الكلية وإن لم يكن لها وجود في عينها
Tümellerin aynlarında vücûdları olmasa bile, şüphesiz bunlar zihinde makul ve
malumdur. Vücûd-ı aynîden hâlâbâtındırlar.861
Cendî şerhinde müellif, ibârenin lâ tezâlu olması durumunda takdîm-tehirin varlığından
bahsedileceğini, takdîrinin ise فهي ال تَزال باطنةً عن الوجود العينيolacağını söyleyerek mânanın
anlaşılmasına katkıda bulunmaktadır.862 Cendî şerhinde, bazı nüshalarda ibârenin lâ tezûlu şeklinde
geçtiği yazmaktadır. Kayserî’nin de tercih ettiği bu biçimde ibâre ve anlamı şöyle olmaktadır:
فهي باطنة ال تزول عن الوجود، فهي معقولة معلومة بال شك في الذهن،اعلم أن األمور الكلية وإن لم يكن لها وجود في عينها
.العيني
Tümellerin aynlarında vücûdları olmasa bile, şüphesiz bunlar zihinde makul ve
malumdur. Bunlar bâtın olsalar da aynî vücûddan ayrılmazlar.863
İbârenin sadece Kāşânî’de rastladığımız biçimi ise şöyledir:
فهي باطنة ال تُزال عينُ الوجود، فهي معقولة معلومة بال شك في الذهن،اعلم أن األمور الكلية وإن لم يكن لها وجود في عينها
.الغيبي
Tümellerin aynlarında vücûdları olmasa bile, şüphesiz bunlar zihinde makul ve
malumdur. Bâtındırlar, gaybî vücûdun aynı (bunlardan) izâle olunmaz.864
Bu durumda ibârenin zâle/ezâle fiilinden kaynaklanan üç farklı biçimi, ibârenin bu fiilden sonraki
kısmıyla ilgili de iki biçimi olduğunu görüyoruz. Fiil, olumsuzluk edatıyla lâ tezâlu, lâ tezûlu ve lâ
tuzâlu biçimlerinde gelmiş; üçü de esasında benzer anlamlara işaret etmekle beraber lâ tezâlu
okunduğunda tümellerin vücûd-ı aynîden hâlâ bâtın oldukları, ilm-i ilâhîde vücûdları olsa da
aynlarının zuhûr etmeyeceği;865 lâ tezûlu okunduğunda ise tümellerin bâtın olsalar da aynî vücûddan
ayrılamayacakları vurgulanmıştır. Cendî, bu okunuşlardan birincisine değinip ikincisini tercih
ederken; Kayserî ise Cendî gibi konuyu lâ tezûlu ibâresinin medlûlü üzerinden açıklamayı tercih
etmiş ancak bazı nüshalarda -Kāşânî’de geçtiği biçimde- ال تُزال عين الوجود الغيبيşeklinde yazdığını
belirtmiştir. Bu iki şârihle birlikte Câmî’de de tümellerin aklîvücûda sahip olmaları açısından bâtın
oluşlarıyla birlikte aynî mevcûdattan da ayrılamayacakları benzer şekilde ifade edilmektedir.
Kāşânî’de diğerlerinden farklı olarak gelen( ال تُزال عين الوجود الغيبيgaybî vücûdun aynı izâle olunmaz)
ibâresinde farklılık “ezâle” fiilinde değil, ardından gelen kelimelerdedir. Müellife göre tümellerin
859
Cendî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, 187.
860
" أعني أعيان الموجودات العينّة،"بل هو عينها ال غيرها. Bu ibâredeki هوzamirinin nereye âid olduğu ve buna bağlı olarak
değişen anlamlar için krş. Kāşânî,Şerhu Fusûsi’l-hikem,33 ile Kayserî, Matlau‘ husûsi’l-kelim,158-160.
861
İbnü'l-Arabî, Fusûsu'l-hikem, 51.
862
Cendî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, 185. İbârenin bu takdîrini vererek konunun anlaşılmasına katkı sağlayan ilk şârih
Cendî’dir. Kāşânî de daha sonra aynı açıklamayı eserine almıştır. bk. Kāşânî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, 32.
863
bk. Cendî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, 185; Kayserî, Matlau‘ husûsi’l-kelim, 157.
864
Kāşânî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, 32. Kāşânî şerhinin bazı nüshalarında ibârenin daha farklı biçimleri de yer almaktadır.
bk. Abdurrahim Alkış, Abdurrezzâk Kāşânî ve Şerhu Fusûsi’l-hikem Adlı Eserinin Tahkîk ve Tahlîli (basılmamış
doktora tezi), İstanbul 2008, tahkik metin 31.
865
Cendî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, 185.
akılda aynî vücûdları, hâricte de gaybî vücûdlarının var olduğu yukarıda ifade edilmişti. Kāşânî’nin
ibârenin bu biçimini seçmesi, tümellerin dıştaki varlıklardan ayrı olamayacağına dâir var olan
vurguyu, tümellerin gaybî vücûdlarından izâle olunamayacaklarına, bir başka deyişle bunların bâtın
ve makul oluşlarına kaydırmıştır.
Sonuç
Âdem Fassı’nda yer alan tümeller konusunda, Fusûsu'l-hikem’in farklı nüshalarındaki farklı ibâreleri
ele aldığımız tebliğimizde öncelikle İbnü'l-Arabî ve takipçilerinin tümelle neyi kast ettiklerini tesbit
etmeye çalıştık. Buna göre Ekberî ekol mensuplarının, felsefecilerin mesela “insanlık” gibi cevherî
özler üzerinden değerlendirdikleri konuyu daha ziyâde sıfatlar kapsamında ele aldıklarını gördük.
Tümellerin kendileriyle zâhir oldukları aynî mevcûdât ise, cismânî âlemdeki müşahhas varlıkları
ifade ettiği gibi, rûhânîler ve Hakk’ı da işaret eder. Bu anlamda aynî mevcûdâtın zihnî mevcûdâtın
mukabilinde kullanıldığı söylenebilir. İbnü'l-Arabî’nin konunun anlatımında kullandığı ve
nüshalarda farklılık arz eden ال تزول عن الوجود العينيibâresi de her vechiyle konunun izâhındaki
yorumları zenginleştirmekte ve her biri tümeller hakkında bir açıdan doğru olmaktadır.
Kaynakça
Abdurrahmân b. Ahmed b. Muhammed Câmî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, Lübnan 2009.
Abdurrezzâk b. Ahmed el-Kāşânî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, Beyrut 1971.
Ahmed Avnî Konuk, Fusûsu'l-hikem Tercüme ve Şerhi, haz. Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın,
İstanbul 2014.
Dâvûd b. Mahmûd el-Kayserî, Matlau‘ husûsi’l-kelim fî meânî Fusûsi’l-hikem, Beyrut 1971.
M. Fatih Demirci, “İbnü'l-Arabî’nin Fusûsu'l-hikem’inde Küllîler Meselesi ve Bir Eleştiri”, Kelam
Araştırmaları 12:1 (2014).
Masataka Takeshita, “İbn Arabi’nin Fusûsu'l-hikem’inde Tümeller Kuramı”, İbn Arabî Geleneği ve
Dâvûd el-Kayserî, İstanbul 2011.
Masataka Takeshita “The Theory of Universals in Ibn Arabî’s Fusûs al-Hikam”, Uluslararası XIII.
ve XIV. Yüzyıllarda Anadolu’da İslam Düşüncesi ve Davud el-Kayserî Sempozyumu, Ankara 1998.
Muhyiddîn İbnü'l-Arabî, Fusûsu'l-hikem, thk. Ebu’l-Alâ Afîfî, Beyrut tsz.
Müeyyidüddîn el-Cendî, Şerhu Fusûsi’l-hikem, Kum 2008.
Toshihiko Izutsu, İslâm’da Varlık Düşüncesi, trc. İbrahim Kalın, İstanbul 1995
IV. OTURUM
MAVİ SALON
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. H. Suphi ERDEM
MUHYU’D-DÎN İBNÜ’L-ARABÎ’Yİ GÖZDEN DÜŞÜRME FAALİYETLERİ VE BUNLARA
KARŞI YAZILAN MÜDÂFAA ESERLERİ
Doç. Dr. Mehmet Salih GECİT
İBNÜ’L-ARABÎ’YE YÖNELİK ELEŞTİRİLER VE MAHİYETİ
Dr. Mustafa AKMAN
MUHYİDÎN İBNÜ’L-ARABÎ’Yİ GÖZDEN DÜŞÜRME FAALİYETLERİ VE
BUNLARA KARŞI YAZILAN MÜDÂFAA ESERLERİ
Doç. Dr. Mehmet Salih GECİT866
Özet: Muhyettin İbn Arabî, İslam Düşünce tarihinde özel görüşleriyle tanınan ve Vahdetü’lVücut anlayışını sistemleştiren büyük bir düşünür, arif, abid, zahiddir. Kendine özgü bir
yetişme tarzı ve özel bir üslup ve ifadesi olan İbn Arabî’nin bazı görüşleri ve ifadeleri vesile
kılınarak sert tenkitlere maruz kalmıştır. Gerek yaşadığı çağda, gerekse ölümünden sonra
görüşleri ve şahsiyetine karşı birçok gözden düşürücü faaliyetler yapıldığı gibi, büyük bir
âlim, Allah’ın veli bir kulu, nadir bir düşünür ve eşsiz bir mutasavvıf-arif olduğuna dair
lehinde birçok müdafaalar da yapılmıştır. Örneğin Muhammed b. Ömer b. Alî el-Kâmilî edDımeşkî tarafından “Risâletün fi Zemmi İbni’l-Arabî”, Muhammed b. Ahmed b. Alî elKastalânî tarafından “Kitâbü’l-İrtib-ât”, Ahmed b. İbrâhîm el-Vâsıtî el-Hanbelî tarafından
“el-Beyânü’l-Müfîd fi’l-Farki Beyne’l-İlhâdi ve’t-Tevhîd”, İbn Teymiyye tarafından
“Hakîkatu Mezhebi’l-İttihadiyyîn”, Mes’ud b. Ömer et-Taftâzânî tarafından “Reddu
Ebâtîli’n-Nusûs”, Muhammed b. Muhammed el-Buhârî tarafından “Fadîhatü’l-Mülhidîn ve
Nasîhatü’l-Muvahhidîn”, İbrâhîm b. Ömer el-Bikâî tarafından “Tenbîhü’l-Gabiyy Alâ Takfîri
İbn el-Arabî” adlı eserler yazılarak muhtelif açılardan tenkit, hatta tekfir edici tavırlar
sergilenmiştir. Buna karşı Sirâcu’d-Dîn Ömer b. İsmâîl el-Hindî tarafından “Levâihü’l-Envâr
fi’r-Red Alâ Men enkere Ala’l-Arifân”, Muhammed b. Ya’kûb eş-Şîrâzî el-Fîrûzâbâdî
tarafından “Risâletun fi’r-Red Alâ’l-Mu’teridîn Alâ Muhyiddîn”, Muhammed b. Hamza
Akşemsüddin tarafından “Risâletün Alâ Ba’di akvâli İbn Arabî”, Celâlu’d-Dîn es-Suyûtî
tarafından “Tenbîhu’l-Gabiyy Bi Tebrieti İbni’l-Arabî”, Abdülvehhâb eş-Şa’rânî tarafından
“el-Kibrîtü’l-Ahmer fî Beyâni Ulûmi’ş-Şeyh el-Ekber”, Şeyh Ömer el-Attâr tarafından “elFethü’l-Mübîn fî Reddi İ’tirâdi’l-Mu’teridîn Alâ Muhyiddîn” adlı eserler yazılmıştır. Eser
isimlerinden ve eserleri yazan müelliflerden de anlaşıldığı gibi ulema tarafından lehinde ve
aleyhinde çok çeşitli ve kayda değer çalışmalar yapılmıştır. Bu tebliğimizde İbn Arabî
hakkındaki bu tür çalışmalar genel bir bakış açısıyla değerlendirilmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: İbn Arabî, tasavvuf, vahdet-i vücûd, insan-ı kâmil, reddiye.
Discrediting Activities for Muhyiddîn İbnü’l-Arabî and Works of Defence, Written
Against Them
Abstract: Muhyettin Ibn Arabî is a a great thinker, wise, worshipper, ascetic person, known
with his distintice opinions in the history of Islamic Consideration, and systematized the
understanding of Unity of Existence. İbn Arabî, who has a specific growth style and and a
specific style and expression, was subjected to merciless criticisms due to his some views and
statements, As well as many discreting activities were done against his views and
personality, in both his period, and after his death; many defencing disclosures were also
made in his favour, such as being a great scientist, god’s holy person, a rare thinker, and
unique mystic- intellectual. For example, the works, such as “Risâletün fi Zemmi İbni’lArabî” by Muhammad b. Omar b. Alî el-Kâmilî ed-Dımeşkî ; “Kitâbü’l-İrtib-ât”by
Muhammad b. Ahmed b. Alî el-Kastalânî; “el-Beyânü’l-Müfîdfi’l-Farki Beyne’l-İlhâdi ve’tTevhîd” by Ahmed b. İbrâhîm el-Vâsıtî el-Hanbelî; “HakîkatuMezhebi’l-İttihadiyyîn”,by
İbnTeymiyye, “Reddu Ebâtîli’n-Nusûs” by Mes’ud b. Ömer et-Taftâzânî; “Fadîhatü’lMülhidîn and Nasîhatü’l-Muvahhidîn”by Muhammad b. Muhammad el-Buhârî ; “Tenbîhü’lGabiyy Alâ Takfîri İbn el-Arabî” by İbrâhîm b. Ömer el-Bikâî, were written, and they were
criticized from several aspects, and attitutes declaring him as an unbeliever were exhibited.
On the other hand, the works such as “Levâihü’l-Envârfi’r-RedAlâ Men enkere Ala’l-Arifân”
866
Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi Kelam ve İtikadi İslam Mezhepleri Bilim Dalı Öğretim
Üyesi
by Sirâcu’d-Dîn Ömer b. İsmâîl el-Hindî ; “ Risâletunfi’r-Red Alâ’l-Mu’teridîn Alâ
Muhyiddîn “by Muhammad b. Ya’kûb eş-Şîrâzî el-Fîrûzâbâdî; “ Risâletün Alâ Ba’di akvâli
İbn Arabî”, by Muhammed b. Hamza Akşemsüddin ; “Tenbîhu’l-GabiyyBiTebrieti İbni’lArabî”by”, Celâlu’d-Dîn es-Suyûtî; “el-Kibrîtü’l-Ahmer fî BeyâniUlûmi’ş-Şeyh el-Ekber” by
Abdülvehhâb eş-Şa’rânî; “el-Fethü’l-Mübîn fî Reddi İ’tirâdi’l-Mu’teridînAlâMuhyiddîn” by
Seyh Omar el-Attâr were written. As it is understood from the names of the works and from
the authors, various and noteworthy studies were performed by ulama, in favor of and against
Ibn Arabî. In the paper, such studies on Ibn Arabî will be attempted to be discussed from a
general point of view.
Key Words: Ibn Arabî, mysticism, unity of existence, perfect human being, rebuttal.
Giriş:
Günümüzde ilmî şahsiyetleri ve çalışmaları açısından sevgi ve saygı seline kavuşmuş birçok
âlim ve arif vardır ki, içinde yaşadığı toplumda büyük hakaret ve eziyetlere maruz bırakılmış, uzun
süreler boyunca gerçek kimlikleri ve hak ettikleri değer tanınmamış, tarihin uzun ve derin süreç ve
serüvenlerinden geçerek çok büyük sıkıntılar sonucunda iade-i itibar görmüşlerdir. Düşünce
tarihimizde “mihne” dediğimizde her ne kadar “Ahmed b. Hanbel” hemen akla geliyorsa da, ondan
önce ve sonra nice nice Ahmedler, nice nice mihnetler geçirmişlerdir. Cüveynî’nin Haremeyn
Diyarı’na sürgünü, Maverdî’nin bütün makamlarının elinden alınışı, İbn Rüşd’ün Yahudilikle itham
edilip eserlerinin yakılması ve Yahudî mezarlığında defnedilmesi, Seyyid Kutub’un sosyalistlikle
itham ve idam edilişi, Said Nursî’nin Kürtçülük, irtica vs. ithamlar yüzünden diyardan diyara sürgün
edilişi, M. Akif Ersoy’un, Mustafa Sabrî Efendi’nin ve dana nice âlim, aydın ve ilim-fikir adamının
türlü türlü mihne ve mihnetlere maruz bırakılmaları bugünkü değerlerimizin kolay bir şekilde tes’sis
edilmediğini göstermektedir.
Bu çalışmamızda ele aldığımız Muhyeddin İbn Arabî de düşünce ve yaşam biçimi nedeniyle
hem yaşadığı dönemlerde, hem de vefat ettikten sonra birçok tenkit ve tahlile maruz kaldığı gibi,
iftira, itham, hakaret ve itibar suikasdına da maruz kalmıştır. Kimisine göre evliyanın hatemi ve
büyük bir Allah dostu yani “şeyh-i ekber” olan İbn Arabî, kimisine göre de İslâm’ı yozlaştıran
büyük bir sapık, hatta “şeyh-i ekfer” ve “kâfir-i ekber”dir. İbn Arabî üzerinde yoğunlaşan M. Kemal
Pilavoğlu şöyle der: “İslâm âlemi, yediyüz seneden beri Muhiddin’in lehinde ve aleyhinde yapılan
dedikodularla dolup taşmıştır. Onun büyüklüğüne hayran olanlar, onu sevip sayanlar olduğu kadar,
onu hakir görüp küfredenler de eksik olmamıştır. İleri görüşlü, ince fikirli kimseler, Muhiddin’in bir
okyanus kadar engin, dalgalı sözlerindeki derinlik karşısında hayran kalarak ona, büyük önder
manasına gelen “Şeyhülekber” demişler, fakat dar düşünceli, taassuptan körleşmiş kimseler de onun
sözlerinin özüne nüfuz edemeyerek Muhiddîn’in bu güzel adını, en büyük kâfir manasına gelen,
“Şeyhülekfer” olarak tahrif etmişlerdir. Mudiddin-i Arabî hakkındaki bu iki zıt fikir asırlarca İslâm
dünyasında çarpışmış ve o, müsbet manada olduğu kladar, menfi manada da büyük bir şöhret sahibi
olmuştur. Tarih bu gibi zıt şöhretleri nadir kaydeder.”867
Kâtib Çelebî de onun hakkında şöyle demektedir: “Eserlerinin çoğundan cemâl semti, celâl
semtinden yeğ ve üstün olduğundan, sonradan gelenlerin dedikodusuna yol açtı ve halk onun
hakkında ihtilafa düştüler.”868 Şeyhin eserleri 500’den fazla olduğu gibi her bir eseri üzerinde de çok
sayıda şerhler, haşiyeler, ta’lîkler yazılmıştır. Örneğin hakkındaki tartışmaların hedefine en çok
yerleştirilen “Füsûsu’l-Hikem” adlı eseri üzerinde tebit edilen şerh sayısı 100 sayısını geçmiştir.
Aynı şekilde sadece Füsûs hakkında yazılmış tenkid ve müdafaa eserleri bile 100 sayısını geçmiş
durumdadır. Bununla birlikte Hicrî yedinci asırdan bugüne kadar İslâm merkezlerinin her tarafında,
uzak bölgeler ve bütün şehirlerde Müslüman âlimler içerisinde en ehliyetli olanlarından sayılan
müfessirler, müverrihler, fakihler, mütekellimler ve mutasavvıflar tarafından hakkında verilmiş dinî
fetvâlar, yapılmış ilmî mütalaa ve görüşler, sayı ve istatistik sınırlarını aşmaktadır. 869
Şeyh’in Füsûs şarihlerinden birisi olan Seyyid Haydar Amûlî’nin “el-Mukaddemat” adlı
867
M. Kemal Pilavoğlu, Büyük Veli Muhiddini Arabi, Kevser Yayınevi, İstanbul, 1973, s. 3.
Kâtib Çelebi, Mizânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ahak, Haz. Orhan Şaik Gökyay, Milli Eğitim Basımevi, İstanbul, 1972, s. 59.
869
Seyyid Haydar Amulî, el-Mukaddemât Min Kitâbi Nassi’n-Nüsûs fî Şerhi Füsûsi’l-Hikem Li Muhyiddîn İbnü’l-Arabî,
Müessesetu’t-Târîhü’l-Arabî, Beyrût, 2005, s. 6. (Osman Yahyâ’nın yazdığı Mukaddime bölümü).
868
eserinin Mukaddimesini yazan Osman Yahya’nın verdiği bilgilere göre Hicrî onuncü yüzyıl
ulemasından Mısırlı muhaddis ve tarihçi Şeyh Muhammed b. Abdirrahmân es-Sehâvî, İbn Arabî ile
ilgili yazdığı büyük kitabında farklı mezheplere mensup kelam, hadis, tarih ve fıkıh âlimlerinin
sadece iki buçuk asır içerisinde Füsûs ve İbnü’l-Arabî hakkında 130 adet kitap, fetva, talik, şerh ve
haşiye yazdıklarını, bunların tümünün de bir kütüphane oluşturacak miktarda olduğunu ifade
etmiştir.870 Bu sayının kabarmasının en önemli sebeplerinden birisi de İbn Arabî’nin kendine özgü
bir ifade biçiminin olması, İslâm irfanı ve tasavvufu içerisinden yeni kelime ve kavramları
kullanması, kullandığı kelime ve kavramlara yeni anlamlar ve hükümler yüklemesidir. Durum böyle
olunca, onun maksadını anlamayanlar ve ifade ve üslubunun zahirî yönünü sübjektif olarak
değerlendirenler aleyhindeki karalama kampanyalarına katılmakta, bu çerçevede birçok tenkit,
hakaret, itham ve iftira yazıları yazmaktadırlar. Onun ifadelerinin özgünlüğünü kabul edip, halkın ve
ulemanın müşterek dil ve üslubu açısından te’vil ve tefsir etmeye gayret gösterenler de lehinde
olmak üzere birçok kitap yazmak zorunda kalmışlardır. Böylece İbn Arabî konusunda büyük bir
tenkit ve müdafaa literatürü doğup gelişmiştir.
Biz de bu çalışmamızda Şeyh’in lehinde ve aleyhinde yazılan kitapları ele alacak, bu
çerçevede onu gözden düşürme faaliyetleri ile onu müdafaa etme gayretlerini mukayeseli bir şekilde
tahlil etmeye çalışacağız.
1. İbn Arabî Aleyhinde Yazılan Eserler
İbn Arabî’nin kullandığı üslûp, dile getirdiği konular ve serd ettiği görüş ve düşünceler
alışılmışın dışında olunca, farklı ilmi meşrep ve seviyelerde olanlar tarafından birçok tenkit ve tekfir
ifadesine maruz bırakılmıştır. Zira insanlar, alışık oldukları görüş ve üslûpları kolay kolay terk
edemedikleri gibi, buna muhalif veya gayr-ı muvafık gördükleri şeyleri kabul etmekte de
zorlanmaktadırlar. Kâtip Çelebî bu hususa şöyle değinmektedir: “Şeyh’in ölümünden sonra tasfiye
yolunu tutanlardan kimileri ve nazar yolundan gidenlerin çoğu Şeyh’in vahdet-i vücut temeline
dayanarak tasfiye yolu ıstılahı üzere yazdığı kitaplara nazar yolu gözüyle bakıp inkâr eylediler.
İnkârları da sebepsiz değildi. Zira nazar kanununa göre aklın kabul edeceği şey değildi. Bundan
dolayı bunların kimi kabul eylemeyip inkâr ile yetindi, red ile uğraşmadı. Kimi de inkârda aşırı gidip
ve ısrar edip reddiyeler yazdı. Ve yerip kötülemelerle büyük zahmetlere girip sataşmalarda bulunarak
Şeyh’in kâfir olduğuna hükmetti. Hatta bu bölüğün mutaassıpları Şeyh-i Ekber’i Şeyh-i Ekfer
biçimine soktular. Lakin bu kavga ve tartışma, bozuk bir esasa dayandırıldığından, gerçek
araştırıldığı zaman, bunların bu zahmetlere katlanıp Şeyh’i kâfir saymaları kapı gıcırtısı ve sinek
vızıltısı yerinde göründü. İnsaflı olanlar, itibar ve iltifat etmeyip dinlemediler. “871
Muhyiddîn İn Arabî hakkında genel olarak yapılan tenkitler bulunduğu gibi, ona yapılan
tenkitlerin ekserisi Füsûsü’l-Hikem adlı eserine yöneliktir. Seyyid Haydar Amulî’nin Füsûs üzerine
yazdığı “el-Mukaddemât” adlı şerh kitabının “Mukaddime” bölümünü yazan Osman Yahya İstanbul
Kütüphaneleri başta olmak üzere birçok şahsî ve resmî kütüphanede yaptığı araştırma ve tarama
neticesinde İbn Arabî hakkında yazılmış 195 adet eserin isimlerini saymaktadır. Bunları şu şekilde
tasnif etmek mümkündür:
a. Füsûsü’l-Hikem Şerhleri:
- 7. Asırda yazılanlar: 5 adet
- 8. Asırda yazılanlar: 18 adet
- 9. Asırda yazılanlar: 11 adet
- 10. Asırda yazılanlar: 8 adet
- 11. Asırda yazılanlar: 7 adet
- 12. Asırda yazılanlar: 5 adet
- 13. Asırda yazılanlar: 2 adet
- 14. Asırda yazılanlar: 2 adet
- Tarihi belli olmayan şerhler: 14 adet
- İsmi, yazarı ve tarihi belli olmayan şerhler: 44 adet
b. Füsûs’un muhtasarları ve muhtasarların şerhleri: 12 adet.
870
871
Osman Yahya, Mukaddime, s. 7.
Kâtib Çelebî, a.g.e., s. 58-59.
İşte bütün bu kitaplar Osman Yahya’nın Brocelman ve diğer bazı literatür yazarlarının
çalışmaları üzerinde yaptığı araştırmalar neticesinde tesbit edilmiştir. Bunlar İslam ülkelerinin farklı
merkezlerindeki kütüphanelerde bulunmaktadır. Türkiye’de de İstanbul, Bursa, Manisa şehirlerindeki
muhtelif kütüphanelerde el yazma nüshaları halinde bulunmaktadır.872
Bütün bu kitapların yazılmasının bir sebebi de İbn Arabî’ye yönellik tenkit ve tekfir iddiaların
cevaplandırılması, yanlış anlaşılan ifade ve ibarelerinin gerçek anlamlarının ortaya konulması, zor ve
anlaşılmaz gözüken yerlerin izah edilmesi ihtiyacıdır. Zira İbn Arabî’nin üslûbuna alışık olmayan
veya böyle bir üslûbu benimsemeyen insanlar, kendilerince tesbit ettikleri bir takım çıkarsama ve
yanılsamalara dayanarak onun hakkında birçok reddiyeler yazmışlardır. Elbette ki İbn Arabî’nin de
hata ve yanlışlıkları olmuştur, karşı tarafta onu haklı nedenlerle tenkit edenler de bulunmaktadır.
Ancak mesele İbn Arabî olunca, onun kullandığı tehlikeli ifadeleri görmezden gelenler veya aşırı
yorumlarla meşru gösterenler olduğu gibi, onun hakkında evvelden sahip olduğu farklı önyargılar
sebebiyle içine girdiği zihin okuyuculuğu ve niyet saptama labirenti üzerinden olur olmaz anlamlar
çıkarıp, itham, hatta iftira düzeyindeki iddialarla onu linç etmeye çalışanlar da vardır.
İbn Arabî aleyhinde yazılan kitaplara baktığımızda aşağıdaki listede adı geçen eserler
karşımıza çıkmaktadır:873
1. Muhammed b. Ömer b. Alî el-Kâmilî ed-Dımeşkî (v. 652/1254), Risâletun fî Zemmi İbn
Arabî: Darü’l-Kütüb el-İlmiyye el-Mısriyye’de 816 numara ile mahfuzdur.
2. Muhammed b. Ahmed b. Alî el-Kastalânî el-Mâlikî (v. 686/1287), Kitâbü’l-İrtibât: esSehâvî’nin el-Kavlü’l-Münebbî adlı kitabında bahsi geçtiği gibi, el yazma nüshası Berlin
Kütüphanesi’nde 2849 Spr 790/62.000 numara ile mahfuzdur.
3. Muhammed b. Ahmed b. Alî el-Kastalânî el-Mâlikî (v. 686/1287), Nasîhatun Sarihatun
Min Karîhatin Sarîhatin fî’l-Men’i Mine’d-Da’vâ ve’ş-Şathi: Sehâvî tarafından aynı kitapta
zikredildiği gibi, Berlin Kütüphanesi’nde aynı numara altında mahfuzdur.
4. İmâdu’d-Dîn Ahmed b. İbrâhîm el-Vâsıtî el-Hanbelî (v. 711/1311), Eşi’atü’n-Nüsûs fî
Hetki Estâri’l-Füsûs: İstanbul Lâleli Kütüphanesi’nde 2479/100-111 B, Şehid Ali Paşa
Kütüphanesinde 2734/81 B-91 B sayısı ile mahfuzdur.
5. İmâdu’d-Dîn Ahmed b. İbrâhîm el-Vâsıtî el-Hanbelî (v. 711/1311), el-Beyânü’l-Müfîd fî’lFark Beyne’l-İlhâd ve’t-Tevhîd: es-Sehâvî’nin yukarıda adı geçen eserinde (s. 47) zikredilmektedir.
6. İmâdu’d-Dîn Ahmed b. İbrâhîm el-Vâsıtî el-Hanbelî (v. 711/1311), Levâmiu’l-İstirşâd fî’lFark Beyne’t-Tevhîdi ve’l-İlhâd: es-Sehâvî’nin yukarıda adı geçen eserinde (s. 47) zikredilmektedir.
7. İbn Teymiyye (v. 728/1328), Hakîkatu Mezhebi’l-İttihâdiyyîn ew Vahdetü’l-Vücûd: Mısır
(Kâhire)’de Matbaatü’l-Menâr tarafından tarih beyan edilmeksizin matbudur.
8. İbn Teymiyye (v. 728/1328), el-Hücecu’n-Nakliyye ve’l-Akliyye fîmâ Yünâfî’l-İslâm Min
Bidei’l-Cehmiyye ve’s-Sûfiyye: Mısır (Kâhire)’de Matbaatü’l-Menâr tarafından tarih beyan
edilmeksizin matbudur.
9. Abdüllatîf b. Abdillâh es-Suûdî (v. 736/1336), Beyânu Hükmi Mâ Fî’l-Füsûs Mine’lİ’tikâdâti’l-Mesfsûdeti ve’l-Akvâli’l-Bâtılati’l-Merdûde: es-Sehâvî’nin adı geçen eserinde de adı
geçen bu eser el yazma nüshası Berlin Kütüphanesi’nde 68 B-84.000 rakamı altında mahfuzdur.
10. Abdullatîf b. Abdillah es-Suûdî (v. 736/1336), Levâzimü’l-Ahkâm li Men Temesseke Bi
Şerîati’l-İslâm: Sehâvî’nin el-Kavlü’l-Münbî adlı eserinde zikredilmektedir.
11. Sa’du’d-Dîn Mes’ûd b. Ömer et-Teftâzânî (v. 792/1390), Reddu Ebâtıli’l-Füsûs: Berlin
Kütüphanesi’nde 2891 W 1753/1-126, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesi (Arapça Eserler Kısmı)’nda
3462/1-27 B rakamı altında mahfuz olduğu gibi, İstanbul Carullah, Atıf Efendi, Revân Paşa, Yahya
Efendi, Kılıç Alî Paşa Kütüphanelerinde ve Mısır Ezher Üniversitesi Kütüphanesinde de el yazma
nüshaları bulunmaktadır.
12. Muhammed b. Muhammed b. El-Hıdr el-Ayzârî (Îzûrî) el-Ğazzî eş-Şafiî (v. 808/1404),
Tesevvurâtü’n-Nüsûs Alâ Tehevvurâti’l-Füsûs: Bu kitap da es-Sehâvî’nin el-Kavlü’l-Münebbî adlı
eserinde zikredilmektedir. Berlin Kütüphanesinde 146 B 159 rakamıyla mahfuz mahtut nüshası
872
Osman Yahyâ, Mukaddime, s. 6-36.
Aşağıdaki listede geçen rakamlar, Osman Yahyâ’nın Mukaddime bahsinde zikrettiği rakamlardır. Sonraki yıllarda
kütüphanelerde yeni yeni tasnifler yapılarak rakamların değişmesi de mümkündür. Bu konuda araştırma yapmak
isteyenlerin bu hususu gözden kaçırmaması gerekmektedir.
873
vardır.
13. Nuru’d-Dîn el-Hatîb diye meşhur olan Muhammed b. Alî (v. 825/1421), Keşfu’z-Zülme
An Hâzihi’l-Ümme: Bu kitabın adı da Sehâvî’nin ade geçen kitabında geçmektedir.
14. Yahyâ b. Yûsuf es-Saymerî el-Hanefî (v. 833/1429), Hewâşî Ale’l-Füsûs: Bu eserin ismi
de Sehâvî’nin söz konusu kitabında geçmektedir.
15. İsmâîl b. Ebî Bekîr b. Abdillâh el-Mukrî el-Yemenî (v. 837/1433), en-Nasîha: Bu kitabın
adı da aynı kaynakta geçmektedir.
16. . İsmâîl b. Ebî Bekîr b. Abdillâh el-Mukrî el-Yemenî (v. 837/1433), ez-Zerîa fî Nüsreti’şŞerîa: Bu da aynı kaynakta geçmektedir.
17. İsmâîl b. Ebî Bekîr b. Abdillâh el-Mukrî el-Yemenî (v. 837/1433), el-Hüccetu’d-Dâmiğa
li Ricâli’l-Füsûs ez-Zâiğa: Bu eser de aynı kaynakta geçmektedir.
18. Muhammed b. Muhammed el-Buhârî el-Hanefî (v. 841/1437), Fazîhatü’l-Mülhidîn ve
Nasîhatü’l-Muvahhidîn: İstanbul Beyâzid Kütüphanesinde 7889 numara, Berlin Kütüphanesinde
2855 Spr 772 numara altında mahfuz olduğu gibi Şehid Ali Paşa, Cârullah, Ayasofya, Laleli
Kütüphanelerinde de bulunmaktadır. Ayrıca kitap “Fazîhatü’l-Mülhidîn” adı altında Lutfullah elKâdî tarafından tercüme edilerek 1914 yılında İstanbul’da bastırılmıştır. Sehâvî adı geçen kitapta
bahsettiği gibi Brockelman da bu kitaptan bahsetmektedir. (1/582).
19. uhammed b. Ahmed b. Osmân eş-Şûbâtî (v. 842/1438), Fethu’n-Nebiy fî’r-Red Alâ İbn
Seb’în ve İbn Arabî: Sehâvî’nin el-Kavlü’l-Münbî adlı eserinde zikredilmektedir.
20. Bedru’d-Dîn Ebu Abdirrahmân el-Ehdel diye meşhur olan Hüseyin b. Abdirrahman b.
Muhammed el-Hasenî (v. 855/1451), Keşfü’l-Ğitâ’ An Hakâiki’t-Tevhîd ve Beyânu Hâli İbn Arabî ve
Etbaihi’l-Mârikîn: Bu eser İstanbul’da Resisü’l-Küttâb Mustafa Efendî Kütüphanesinde 1/497-205
kayıtlı numara ile mevcut olup Keşfü’z-Zünûn müellifi tarafından bahsedilmektedir. Brockelman da
bu eserin ismini zikretmiştir. Ayrıca eser Tunus’ta Ahmed Bukeyr’in destekleriyle 1964 yılında
basılmıştır.
21. İmâdu’d-Dîn Mansûr el-Kazrûnî (v. 860/1456), Hüccetü’s-Sefereti’l-Berere Alâ’lMübtediati’l-Fecereti’l-Kefere: Bu kitap da Sehâvî’nin adı geçen eserinde zikredilmektedir. Aynı
zamanda Berlin Kütüphanesinde 211 A-2211 B sayısıyla kayıtlıdır.
22. İbahîm b. Ömer el-Bikâî (v. 885/1480), Tenbîhü’l-Gabiy Alâ Tekfîri İbni’l-Arabî: Bu
kitap Şehîd Ali Paşa Kütüphanesinde 2734-39-86 B numara ile kayıtlıdır. Laleli Kütüphanesinde de
bulunmaktadır. Brockelman tarafından da zikredilmiştir.
23. İbrahîm b. Ömer el-Bikâî (v. 885/1480), Tehzîrü’l-ibâd Min Ehli’l-İnâd Bi Bid’ati’lİttihad: Bu kitap Şehid Ali Paşa Kütüphanesinde 2734/49-80 numara ile kayıtlı olup Laleli
kütüphanesinde de bulunmaktadır. Abdurrahman el-Vekîl tarafından bir önceki kitapla birlikte
Kahire’de basılmıştır.
24. İbahîm b. Ömer el-Bikâî (v. 885/1480), Tehdîmü’l-Erkân: bu kitap da Ezher
Kütüphanesinde 114/4526-132 kayıtlı nüsha olarak mahfuzdur.
25. Muhammed b. Abdirrahman b. Muhammed b. Ebî Bekr b. Omân es-Sehâvî eş-Şafiî (v.
902/1497), el-Kavlü’l-Münbî (Münebbî) An Tercemeti İbni’l-Arabî: Bu kitap Berlin Kütüphanesinde
2849 Spr 1/790-250 rakamla mahfuzdur. Suudi Arabis’tan da bir master tezi olarak da çalışılmış olup
bastırılmıştır.
26. Muhammed b. Abdirrahman b. Muhammed b. Ebî Bekr b. Omân es-Sehâvî eş-Şafiî (v.
902/1497), el-Hidâye fî İbni’l-Arabî: El-Kavlül’l-Münbi üzerine yazılmış bir master tezinin
mukaddimesinde adı zikredilmektedir.
27. Muhammed b. Abdirrahman b. Muhammed b. Ebî Bekr b. Omân es-Sehâvî eş-Şafiî (v.
902/1497), en-Nihâye fî İbni’l-Arabî El-Kavlül’l-Münbi üzerine yazılmış bir master tezinin
mukaddimesinde adı zikredilmektedir.
28. Abdülbârî b. Tarhân b. Turmuş es-Sinobî (v. 936/1529), Hayatü’l-Kulûb: Viyana
Kütüphanesinde (vîn) 1918 sayılı nüsha ile mahfuzdur. Brockelman tarafından da zikredilmiştir.
(2/22).
29. İbrâhîm b. Muhammed el-Halebî (v. V.956/1546), Tesfîhü’l-Ğabiy fî Tekfîri (Ew Tenzîhi)
İbni’l-Arabî: Bu eser, Berlin Kütüphanesinde 2855 Spr 772 numara altında, Ezher Üniversitesi
Kütüphanesinde 775 sayılı mecmua altında 53/34822-65 sayılı kayıtla mahfuzdur.
30. İbrâhîm b. Muhammed el-Halebî (v. V.956/1546), Ni’metü’z-Zeria fî Nusreti’ş-Şerîa:
İstanbul Yeni Cami Kütüphanesinde 1/728-80, Fatih Kütüphanesinde 2880, Bayezid Kütüphanesinde
3759, Laleli Kütüphanesinde 2452 numaralı kayıtla mahfuz olduğu gibi, Ezher Kütüphanesinde de
bulunmaktadır.
31. İbrâhîm b. Muhammed el-Halebî (v. V.956/1546), Dürretü’l-Muvahhidîn ve Reddetü’lMülhidîn: Köprülü Kütüphanesinde 1/720-83 rakamıyla mahfuzdur.
32. Sıbt el-Mürsifî diye meşhur olan Muhammed b. Muhammed el-Gamrî (v. 970/1562),
Tenzîhu’l-Kevn An İ’tikâdi Firavn: Berlin Kütüphanesinde 2855 Spr 3/772, Ezher Kütüphanesinde
2729 rakam altında mahfuzdur. Brockelman tarafından da zikredilmiştir.
33. Aliyyü’l-Kârî diye meşhûr olan Ali b. Sultan Muhammed el-Kârî (v. 1014/1404), elMertebetü’ş-Şühûdiyye ve’l-Menzîletü’l-Vücûdiyye: Berlin Kütüphanesinde 2893 Jbg 94-554/295
rakam altında mahfuzdur.
34. Aliyyü’l-Kârî diye meşhûr olan Ali b. Sultan Muhammed el-Kârî (v. 1014/1404), Zeylü’rRisâleti’l-Vücûdiyye: Berlin Kütüphanesinde 2893 Jbg 448-595/295 kayıt altında mahfuzdur.
35. Aliyyü’l-Kârî diye meşhûr olan Ali b. Sultan Muhammed el-Kârî (v. 1014/1404), Kitâbu
Reddi’l-Füsûs: İstanbul Yeni Cami Kütüphanesinde 81/728B- 103 B, İskenderiye Kütüphanesi 3070
ve İstanbul Üniversitesi (Arapça Kitaplar Kısmı) 3462 rakama altında mahfuzdur.
36. Aliyyü’l-Kârî diye meşhûr olan Ali b. Sultan Muhammed el-Kârî (v. 1014/1404), Firru’lAvn fî Muddeî îmâni Fir’ewn: İstanbul Es’ad Efendi Kütüphanesinde 1184 rakam altında mahfuz
bulunan bu kitap İstanbul’da 1294 yılında basılmıştır.
37. Ahmed b. Salah b. Muhammed b. Alî ed-Duvârî (v. 1018/1610), el-Kâmilü’l-Mütedârik fî
Beyâni Mezhebi’l-Mutasavvıfi’l-Hâlik: Vatikan Kütüphanesinde 1083 rakam altında mahfuz (ve
mağsub)dur. Brockelman tarafından da zikredilmektedir.
38. Muhammed b. Ahmed b. Safiyuddîn el-Hanefî (v. 1060/1650), es-Sâiketu’l-Muhrika
Alâ’l-Mutesavvıfati’r-Rakısati’l-Mütezendika: Dâru’l-Kütüb el-Mısriyye’de tasavvuf kitapları
arasında 248 numarayla mahfuzdur. Brockelman da bu eserden bahsetmiştir. (2/432).
39. Bedrân Ahmed el-Hâlidî (11. Yüzyıl alimlerindendir), Netîcetü’t-Tevfîk ve’l-Avn fi’r-Red
Alâ’l-Kâilîne bi Sıhhati İmâni Fir’avn: Ezher Kütüphanesinde 775 nolu grupta 141/43822-144 rakam
altında mahfuzdur.874
Buraya kadar isimlerini zikrettiğimiz müellifler tarafından yazılan bu eserlerin tümü
Muhyeddin İbn Arabî’yi tenkit etmek amacıyla yazılmıştır. Listede geçen ilk eser Muhammed b.
Ömer b. Alî el-Kâmilî ed-Dımeşkî (v. 652/1254)’ye ait “Risâletun fî Zemmi İbn Arabî” adlı eserdir.
Yani İbn Arabî (ö. 638/1240)’nin vefatından 14 sene sonra vefat etmiştir. Buna göre bu eserin yazarı
ile İbn Arabî çağdaştırlar. Buradan da anlaşılıyor ki, zaman geçtikçe ve İbn Arabî’nin fikir ve
düşünceleri yayılıp etkilerini gösterdikçe kendisine karşı tepki ve tenkitler de artmaktadır. Nitekim
bu tür tenkit ve tekfir içeren kitaplar, günümüzde de yazılmaya devam etmektedir. Bu da onun
eserlerine yönelik merakı arttırmakta, daha fazla araştırılmasını ve daha fazla okunup anlaşılmasını
sağlamaktadır.
Yukarıda liste halinde sunulan eserlerde İbn Arabî’ye yönelik makul ve ilmî tenkitlerin
bulunduğunu tahmin etmek zor değildir. Ancak isimleri tenkit sınırını aşıp, itham, hatta tekfir
hükümlerini ifade etmektedir. Kitapların isimlerinden anlaşıldığı gibi bu tür kitaplarda;
a. İbn Arabî mülhid olarak nitelenmiştir.
b. İn Arabî’nin küfre düştüğü ifade edilmiştir.
c. İbn Arabî’nin helâk olduğu belirtilmiştir.
d. İbn Arabî’nin şeriatı bozduğu iddia edilmiştir.
e. İbn Arabî’nin dinin rükünlerini yıktığı beyan edilmiştir.
f. İbn Arabî’nin gabiy olduğu ilan edilmiştir.
g. İbn Arabî’nin batıl iddialar ileri sürdüğü söylenmiştir.
h. İbn Arabî’nin bid’at ve hurafeleri yaydığı ifade edilmiştir.
i. İbn Arabî’nin zeyğ (dinden kayma)’ya düştüğü belirtilmiştir.
j. İbn Arabî’nin İslâm’a ve İslâm şeriatına aykırı görüşler ileri sürdüğü iddia edilmiştir.
874
Osman Yahyâ, Mukaddime, s. 6-32; Ahmed b. Salih b. Ahmed Bilhamr, Tahkîku’l-Kavli’l-Münbi, (Yüksek Lisans
Tezi), Camiatü Ümmi’l-Kura, Külliyetu’d-Da’ve ve Usûli’d-Din, Mekke, 2008, s. 81-83.
k. İbn Arabî’nin İslâm’ın esası ve özü olan tevhid anlayışına aykırı görüşler ileri sürdüğü
iddia edilmiştir.
l. İbn Arabî’nin vahdetü’l-vücûd anlayışıyla şirke ve küfre düştüğü beyan edilmiştir.
m. İbn Arabî’nin görüş ve ifadelerinin müfsit ve batıl olduğu iddia edilmiştir.
2. İbn Arabî Lehinde Yazılan Müdafaa Eserleri
İbn Arabî’yi tenkit ve tekfir eden eserler yazıldığı gibi onu müdafaa eden birçok eser de
yazılmıştır. Burada dikkat çekici olan iki hususu peşinen arz etmek gerekmektedir:
a. İbn Arabî’yi tenkit ve tenkit eden âlimler, İslâm tarihinin yetiştirdiği çok büyük âlimler
olduğu gibi, onu müdafaa edenlerin de ilim, amel ve ihlas derecesi bunlardan aşağı
değildir.
b. Tenkit ve tekfir edenler İbn Arabî’nin düşüncelerinin İslâm dini ve şeriatına aykırı
görüşler olduğunu, bu tür görüşlerin İslâm’ı yıktığını, tevhid düşüncesine ve İslâm
itikadına aykırı olduğunu söyledikleri gibi müdafaa edenler de aslında onun iddia ve
görüşlerinin İslâm’ın özü, gerçek mahiyeti, en hakikî ve doğru veçhesi, tevhidin özü
olduğunu belirtmişlerdir.
Durum böyle olunca, onun hakkında yazılan müdafaa eserlerini de bir liste halinde arz etmek
gerekmektedir:
1. Abdülgaffâr b. Ahmed el-Kavsî (v. 708/1308), Kitâbü’l-Vahîd: Sehâvî’nin el-Kavlu’lMünbî adlı eserinde zikri geçmektedir. Ayrıca Berlin Kütüphanesinde 2849 Spr 45/790 sayılı mahtut
nüsha halinde mevcuttur. Dâru’l-Kütüp el-Mısriyye’de tasavvuf bölümünde 2447 rakamla
mahfuzdur.
2. Afîfu’d-Dîn Abdullah b. Es’ad b. Alî el-Yâfiî eş-Şafiî (v. 768/1367), Kitâbü’l-İrşâd: Lâleli
Kütüphanesinde 99-98/1512 sayılı nüsha halinde mevcut olup Brockelman tarafından da
zikredilmiştir. (2/227).
3. Sirâcu’d-Dîn Ömer b. İsmaîl b. Ahmed el-Hindî (v. 773/1372), Levâihu’l-Envâr fî’r-Red
Alâ Men Enkere Alâ’l-Arifîn Letâife’l-Esrâr: İstanbul Cârullah Kütüphanesinde 25/2070 rakamlı
nüsha halinde mevcut olan bu kitabı Brockelman da zikretmiştir. (2/964).
4. Muhammed b. Ya’kûb b. Muhammed b. İbrâhîm eş-Şîrâzî el-Fîrûzâbâdî (v. 817/1414),
Risâletün fî’r-Red alâ’l-Mu’terizîn Alâ Muhyi’d-Dîn: Bu eser, Câmiatü’d-Düveli’l-Arabiyye
Enstitüsü Kütüphanesinde 201 nolu nüsha halinde mahfuzdur.
5. Muhammed b. Muhammed el-Müzcâcî (v. 721/1321), Kitâbu Hidâyeti’l-Hâlik İlâ Ehdâ’lMesâlik: İstanbul’da Bağdatlı Kütüphanesinde 109-1/646) rakamlı, Yahyâ Efendi Kütüphanesinde 98/2415 nolu nüsha altında mevcut ve mahfuz olan bu eser, musannıfın Hicrî 721 yılında yazdığı
aslından istinsah edilmiştir.
6. Dâvûd-i Kayserî, (ö. 751/1350), Maṭlaʿu ḫuṣûṣi’l-kilem fî meʿânî Fuṣûṣi’l-ḥikem, Tahran
1991: Dâvûd-i Kayserî’nin en meşhur eseridir. Mukaddimesinde felsefî tasavvufun bütün meseleleri
on iki bölüm halinde incelenmiştir. Müellifin “Mukaddimât” adını verdiği bu kısım, genellikle ayrı
bir eser gibi değerlendirilip şerhin metninden ayrı olarak istinsah edilmiştir. Müstensihlerin
Risâletü’l-vücûd, Risâletü vahdeti’l-vücûd, el-Usûl fi’t-tasavvuf, Risâle fi’l-gayb ve’l-‘ayn gibi adlar
verdikleri mukaddime, bazı kaynaklarla kütüphane kataloglarında da ayrı bir eser gibi gösterilmiştir.
Dâvûd-i Kayserî eserini İlhanlı Hükümdarı Ebû Said Bahadır Han’ın veziri Gıyâseddin Muhammed
İbn Reşîdüddin Fazlullah’a ithaf etmiştir. Bu vezir hükümdarla birlikte 736 (1335) yılında şehid
edildiğine göre kitap bu tarihten önce kaleme alınmış olmalıdır. Birçok yazma nüshası bulunan eser
mukaddimesiyle birlikte ilk defa Tahran’da (1299 hş.), ertesi yıl da Bombay’da Mirza Muhammed
Şîrâzî tarafından taşbaskı olarak yayımlanmıştır. Celâleddin Aştîyânî eserin mukaddimesini Şerh-i
Mukaddime-i Kayserî ber Fusûsü’l-hikem adıyla Farsça olarak şerhetmiştir (Meşhed 1385; 2. bs.
Tahran 1991).875
6. Alâuddîn Ahmed b. Ahmed el-Muhâimî (v. 825/1432), Risâletun fî’r-Red Alâ Ba’di Men
Enkere Alâ Ehli’t-Tarîk: İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde Arapça Kitaplar kısmında 281/22-45
875
Mehmet Bayraktar, “Davûd-ı Kayserî”, TDV İslam
(https://islamansiklopedisi.org.tr/davud-i-kayseri (05.10.2018)).
Ansiklopedisi,
1994,
İstanbul,
9/34-35.
B rakamlı nüsha halinde mevcuttur.
7. Akşemseddin diye meşhur ve ma’rûf olan Muhammed b. Hamza (v. 863/1459), Risâletun
Alâ Ba’di Akvâli İbn Arabî: İstanbul Şehîd Ali Paşa Kütüphanesinde 20-1/1195 rakamı, Nur-i
Osmaniyye Kütüphanesinde 119-!01 B/2406 rakam altında mahfuz olduğu gibi Köprülü ve Cârullah
Kütüphanelerinde de bulunmaktadır. Brockelman tarafından zikredilmiştir. (Zeyl: 2/324).
8. Akşemseddin diye meşhur ve ma’rûf olan Muhammed b. Hamza (v. 863/1459), Defu
metâini’s-sûfiyye: Kısaca Defu metâin adıyla da anılan bu kitap bazı kaynaklarda Hall-i Müşkilât
olarak zikredilmektedir. 856 (1452) yılında kaleme alınan bu Arapça eser Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve
benzeri bazı büyük mutasavvıfların küfür ve ilhadla itham edilmelerine karşı onların sözleriyle
Kuşeyrî, Gazzâlî, Cüneyd-i Bağdâdî, Necmeddîn-i Kübrâ gibi tanınmış ulemâ ve meşâyihin sözleri
arasında bir fark olmadığını, ikincilerin eserlerinden nakiller yaparak göstermekte ve hepsinin aynı
yolda bulunduklarını ispata çalışmakta ve ithamları reddetmektedir. Kaynaklarda eserin Telhîsu Defi
metâin adıyla bir hulâsasından bahsediliyorsa da şimdiye kadar böyle bir esere rastlanmamıştır.876
9. Celâlettin es-Suyûtî (v. 911/1505), Tenbîhü’l-Gabiy bi Tebrieti İbni’l-Arabî: Bu eser
İstanbul’da Es’ad Efendi Kütüphanesinde 248 B/2552 rakam, Feyzullah Efendi Kütüphanesinde
397/2119 rakam altında mevcuttur. Berlin Kütüphanesinde de 9-4/490 rakam atında mahfuz olan
eserin İstanbul Üniversitesi, Veliyuddin, Halep Ahmediyye Kütüphaneleirnde de muhtelif nüshaları
blunmakta, Brockelman tarafından zikredilmektedir. (1/582).877
10. Ali b. Meymûn b. Ebî Bekir el-Mağribî (917/1511), Risâletü’l-İntisâr Li’ş-Şeyh
Muhyiddîn: Bursa Kütüphanesinde 30-1/1489 rakamı altında ve Konya Yusuf Ağa Kütüphanesinde
5619 rakam altında mahfuz nüshaları bulunmaktadır. Ayrıca Berlin Kütüphanesinde B 59-55/1545
W 2851 numara ile mahfuzdur. Brockelman tarafından da zikredilmiştir. (1/582).
11. eş-Şeyhu’l-Mekkî diye meşhur olan Muhammed b. Muhammed b. Hamîdu’d-Dîn (v.
924/1518), el-Cânibü’l-Garbî fî Halli Müşkilâti İbn’l-Arabî: İstanbul Reşîd Efendi, Hasan Paşa,
Ayasofya, Aşur Efendi, Selimiyye, Lala İsmail ve Veliyud’d-Dîn Kütüphanelerinde birçok mahtut
nüshaları bulunmaktadır. Brockelman tarafından da zikredilmiştir. (Zeyl: 1/594). Eser aynı zamanda
Nâilî Mirzâzade (v. 1161/1737) tarafından el-Fadlü’l-Vehbî878 adıyla Türkçe’ye, Muhammed b.
Resûl el-Berzencî tarafından el-Câzibü’l-Gaybiyyu ilâ’l-Cânibi’l-Garbiyyi adıyla Arapça’ya tercüme
edilmiştir. Bu eser üzerine Halil Baltacı tarafından bir yüksek lisans tezi hazırlanmış, eserin
açıklamalı hali İlk Harf Yayınları tarafından İstanbul’da 2011 yılında bastırılmıştır.
12. eş-Şeyhu’l-Mekkî diye meşhur olan Muhammed b. Muhammed b. Hamîdu’d-Dîn (v.
924/1518), Aynü’l-Hayât fî Ma’rîfeti’z-Zâti ve’l-Ef’âli ve’s-Sıfât: İstanbul’da III. Ahmed
Kütüphanesinde 1549 rakam altında mahfuzdur.879
13. Ulvân eş-Şafiî diye meşhur olan Ali b. Atiyye (v. 936/1530), Risâletün fî’d-Difâi An
İbni’l-Arabî: Berlin Kütüphanesinde 60-59/1545 W 2852 rakamı altında mahfuz nüshası
bulunmaktadır. Brockelman tarafından da zikredilmiştir. (1/582).
14. Abdülvehhâb eş-Şa’rânî (973/1565), Levâkihu’l-Envâri’l-Kudsiyye: İbn Arabî’nin
Fütûhât-i Mekkiyye eserinin geniş çaplı bir özetidir. Şa’rânî kendisi bu eseri yazdığını ve daha sonra
Kıbrîtü’l-Ahmer adı altında özetlediğini ifade etmektedir.880
15. Abdülvehhâb eş-Şa’rânî (973/1565), el-Kıbrîtu’l-Ahmer fî Beyâni Ulûmi’ş-Şeyh’il-Ekber:
Kahire’de 1277 hicrî yılında matbu olduğu gibi Dâru İhyâi’t-Türâs el-Arabî tarafından Beyrut’ta
2010 yılında da bastırılmıştır.881
876
Orhan F. Köprülü, Mustafa Uzun, "Akşemseddin", TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1989, 2/299-302.
(https://islamansiklopedisi.org.tr/aksemseddin (04.10.2018)).
877
Celâluddîn Abdurrahmân es-Süyûtî, Tenbîhü’l-ġabî fî tebriʾeti İbni’l-ʿArabî (nşr. A. Hasan Mahmûd), Kahire 1990.
878
Muhammed b. Muhammed b. Hamîdu’d-Dîn el-Mekkî, el-Fazlü’l-vehbî fî tercümeti’l-Cânibi’l-garbî (trc. Mirzâzâde
Ahmed Neylî), Süleymaniye Ktp., Uşşâkî Tekkesi, nr. 1352.
879
Şeyh-i Mekkî, el-Cânibü’l-ġarbî fî ḥalli müşkilâti’ş-şeyḫ Muḥyiddîn İbn ʿArabî (nşr. Necîb Mâyil-i Herevî), Tahran
1364 hş.; a.e.: el-Fazlü’l-vehbî fî tercümeti’l-Cânibi’l-garbî (trc. Mirzâzâde Ahmed Neylî), Süleymaniye Ktp., Uşşâkî
Tekkesi, nr. 1352.
880
Abdulvehhâb Şa’rânî, el-Kibrîtü’l-Ahmer, s. 9.
881
Şa’rânî el-Kıbrîtu’l-Ahmer adlı eserinde Fütûhât-ı Mekkiye2de geçen 3000 ilme işâret ettiği ve İbn Arabî’nin
görüşlerini savunduğu Tenbîhu’l-Eğbiyâ Alâ Katretin Min Bahri İlmi Ulûmi’l-Evliyâ adlı bir eserinden de
bahsetmektedir. Bkz. Şa’rânî, Kibrîtu’l-Ahmer, s. 9.
16. Abdülvehhâb eş-Şa’rânî (973/1565), el-Kavlü’l-Mubîn fî’r-Red Ani’ş-Şeyh Muhyiddîn:
Dâru’l-Kütub el-Mısriyye’de 135-B 131 numaralı nüsha ile mahfuzdur. Brockelman tarafından
zikredilmiştir. (2/442).
17. Abdullah el-Bosnavî er-Rûmî (v. 1054/1644), Risâletü’l-Bosnavî fî Îmâni Fir’awn: Bu
eser Ezher Üniversitesi Kütüphanesinde 2794 -28-27/22297 sayılı nüsha halinde mahfuzdur.
18. İbrâhîm b. Hüseyn eş-Şehrezûrî el-Medenî (v. 1101/1697), er-Reddu’l-Metîn Ani’ş-Şeyh
Muhyiddîn: İskenderiye Belediyesi Kütüphanesinde 3758 sayılı nüsha halinde mevcuttur.
Brockelman tarafından da zikredilmiştir. (1/582).
19. İbrâhîm b. Hüseyn eş-Şehrezûrî el-Medenî (v. 1101/1697), İcâzetun ve Nasîhatun:
İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde Arapça Eserler Kısmında 121/3239 sayılı nüsha hlinde
mevcuttur.
20. Mevlânâ Seyyid Hâşim (Şeyh Hâşim b. Süleymân b. İsmâîl b. Abdirrahmân el-Hüseynî)
(v. 1107/1695), Risâletün fî Tahkîki Kelîmi İbn Arabî: Şehid ali Paşa Kütüphanesinde 12/1362 sayılı
nüsha ile mahfuzdur.
21. Abdülganî en-Nablûsî (1143/1730), es-Sırru’l-Muhtebî fî Darîhi İbni’l-Arabî: İstanbul’da
Es’ad Efendî kütüphanesinde 129- B 126/3606 rakam, Ankara İsmail Saib Kütüphanesi 4703 rakam
altında mahfuzdur. Dâru’l-Kütüb el-Mısriyye’de tasavvuf eserleri içerisinde 3062 sayılı nüsha ile
mahfuzdur. Ayrıca Brockelman tarafından zikredilmiştir. (2/456).
22. Abdülganî en-Nablûsî (1143/1730), er-Reddu’l-Metîn Alâ Müntakısî el-Arif Muhyiddîn:
İstanbul Es’ad Efendî Kütüphanesinde 55 B-1/1689, İstanbul Üniversitesi Kütüphanesinde Arapça
Eserler Kısmında 108, Yahyâ Efendi Kütüphanesinde 2602, Selim Ağa Kütüphanesinde 490 nolu
nüshalar halinde mevcuttur. Ayrıca es-Sehâvî ve Brockelman tarafından da zikredilmiştir. (Zeyl:
1/802).
23. Abdullah es-Salâhî (v. V. 1182/1768), Miftâhu’l-Vücûdi’l-Eşher fî Tevcîhi Kelâmi’şŞeyhi’l-Ekber: Süleymaniye Kütüphanesinde Hafid Efendi kitaplığında 212 B- 181/459 numaralı,
Yahya Efendi, Haşim Paşa, Dâru’l-Kütüb el-Mısriyye ve Hâlet Efendi (İstanbul) kitaplıklarında
mevcuttur. Brockelman tarafından da zikredilmiştir. (Zeyl: 2/664).
24. Abdullah es-Salâhî (v. V. 1182/1768), Zeylü Miftâhi Vücûdi’l-Eşher: Dâru’l-Kütubi’lMısriyye’de tasavvuf bölümünde 199 numaralı nüsha ile mahfuzdur.882
25. Şeyh Ömer Attâr (Şeyh Şihâbu’d-Dîn Ahmed el-Attâr’ın torunudur), el-Fethu’l-Mubîn fî
Reddi İ’tirâzi’l-Mu’terızîn Alâ Muhyiddîn: İstanbul Arabi el-Emirî Kütüphanesinde 10998; 999;
1000 nolu nüsha, Ezher’de 767 nolu nüsha, İstanbul İzmirli kitaplığında 1/114-68 nolu nüsha halinde
mevcuttur. Daru’l-Kütüb el-Mısriyye’de de tasavvuf eserleri içerisinde bulunmaktadır. Ayrıca 1304
Hicrî senesinde Kâhire’de matbu halde yayınlanmıştır. Brockelman tarafından da zikredilmiştir.
(Zeyl: 1/802).883
26. Tâhir b. Muhammed Lâlâzâri, Def’u İ’tirâzi Râgıb Paşa fî Hakki’l-Füsûs: Es’ad Efendi
Kütüphanesinde 14/3771 B- 17 B rakamı altında mahfuzdur.
27. İbn Arabî’yi müdafaa etmek amacıyla yazılan ve müellifi ve adı bilinmeyen bir risâle de
Dımaşk’ta Mektebetu’z-Zahriyye’de 45/5517-47 B rakamlı nüsha halinde mevcut idi, inşallah halen
de mevcuttur.
28. Müellifi bilinmeyen ve Risâletün fî’r-Red Alâ Zındîk adlı bir müdafaa eseri Es’ad Efendi
Kütüphanesinde 1/1468- 13 rakamlı nüsha halinde mahfuzdur.
29. Adı bilinmeyen bir müellif tarafından yazılan Risâletün fî’r-Red Alâ Men Kâle Bi Tekfîri
İbn Arabî adlı bir eser de Es’ad Eendi Kütüphanesinde 45/3726 B – 67 B sayılı nüsha halinde
mevcuttur.
30. Müellifi meçhul olan bir risâle de Risâletü’r-Râgıb fî Hakkı ‘ş-Şeyhi’l-Ekber adıyla Emîrî
Kitaplığında Arapça eserler arasında 283/4327- 307 sayılı nüsha halinde mahfuz olup yazıldığı dil
Türkçe’dir.
31. Müellifi tanınmayan, aynı zamanda ismi de bilinmeyen, ancak İbn Arabî’nin hayatı,
talebeleri, üstadları ile Konevî’nin hayatlarını geniş şekilde açıklayan, onları müdafaa eden bir risale
de İstanbul Yahyâ Efendî Kütüphanesinde 187/2841 B-196 sayılı nüsha halinde mevcuttur.
882
883
Bkz. Abdullah Salâhî, Ṭavâliʿu menâfiʿi’l-ʿulûm, İÜ Ktp., AY, nr. 3344, vr. 1b, 2a
Bkz. Şeyh Ömer ed-Dımaşkī, el-Fetḥu’l-mübîn fî reddi iʿtirâżi’l-muʿteriżîn ʿalâ Muḥyiddîn, Kahire 1304.
32. Muhammed b. Ya’kûb el-Fîrûzâbâdî (v. 817/1414), el-İğtibât fî Muâleceti İbni’l-Hayyât:
Keşfü’z-Zünûn’da adı geçmektedir. (Zeyl: 1/104).
33. Ali b. Meymûn el-Mağribî (v. 917/1511), Menâkıbu’ş-Şeyh İbn el-Arabî: KHAcı
Halife’nin Keşfü’z-Zünûn kitabında adı geçtiği gibi Dımaşk Zahiriyye Kütüphanesinde de
bulunmaktadır.
34. Alî b. İbrâhîm b. Ahmed el-Halîmî (v. 1044/1634), el-Câmiu’l-Ezher: Keşfü’z-Zünûn’da
adı geçmektedir. (Zeyl: 1/350).
35. Şeyh Halîl es-Semîn et-Tırâblûsî, et-Tâliu’l-Enver: Keşfü’z-Zünûn’da adı geçmektedir.
(Zeyl: 2/77).
36. Hâmid b. Alî b. İbrâhîm el-İmâdî (v. 1150/1737 Sonrası), Kurretu Ehli’l-Hazzi’l-Ewfer:
Dâru’l-Kütub el-İlmiyye’de tasavvuf eserleri arasında 66/2445-85 B sayılı nüsha ile mevcuttur.
Kitabın üzerindeki kayıtlardan 1150 yılında te’lîf edildiği ve 1157 yılında istinsah edildiği
anlaşılmaktadır.884
Bu eserlerin yanında bir de Fütûhat-ı Mekkiye’nin bazı bölüm ve konularını açıklamak üzere
yazılmış şerh eserleri, ayrıca herkesin istifadesine sunmak amacıyla Fütuhat’ı özetleyen ihtisar
eserleri de vardır. Burada bunlardan birkaç tanesinin adını TDV İslam Ansiklopedisinden
nakletmekle yetineceğiz: “el-Fütûḥât’ın tam bir şerhi yoktur. Abdülkerîm el-Cîlî’nin Şerḥu
müşkilâti’l-Fütûḥâti’l-Mekkiyye adlı eseri 559. bölüm üzerine bazı açıklamalardan ibarettir. Hint
ulemâsından Muhibbullah Allahâbâdî’nin belirli bir sıra takip etmeden yazdığı Farsça bir şerhin
sadece II. cildi günümüze ulaşmıştır (Chittick, MW, s. 228-241). Eserin bazı güç bölümlerini Mîr
Seyyid Abdülevvel’in şerhettiği rivayet edilir (S. A. A. Rizvi, II, 57). Muhammed el-Bâlî el-Eş‘arî
mukaddimedeki birkaç sözünü (Berlin Königlichen Bibliothek, nr. 2875), Abdullah Bosnevî, Risâle
fî neşʾeti’l-insâniyye adıyla el-Fütûḥât’ın 6. bölümünü (İÜ Ktp., AY, nr. 3164, vr. 16b-19b) ve
Enfesü’l-vâridât adıyla da ilk cümlesi olan “el-ḥamdü li’llâhi’lleẕî evcede’l-eşyâʾe ʿan ʿademihî”
ibaresini (Süleymaniye Ktp., Yahyâ Efendi, nr. 2864, s. 38-54) şerhetmiştir. Şeyh Ömer Gürânî Şerhi Müntehabât-ı Fütûhât-ı Mekkî adıyla eserin bazı bölümlerini Türkçe, kısmen de Arapça olarak
şerhetmiş, Müstakimzâde Süleyman Sâdeddin bu şerhi istinsah ederken yer yer derkenara hâşiyeler
düşmüştür (İÜ Ktp., AY, nr. 7469). Sarı Abdullah Efendi, el-Fütûḥât’ın esas olarak 309. bölümünde
ve diğer bazı bölümlerinde yer alan melâmete dair konuları Mirʾâtü’l-aṣfiyâʾ fî ṣıfâti melâmiyyeti’laḫfiyâʾ adıyla şerhetmiş, bu eser Mirkātü’l-evliyâ adıyla Türkçe’ye çevrilmiştir. Seyyid Nigârî’nin
el-Fütûḥâtü’l-Mekkiyye’ye Tavzîhât adlı Türkçe bir kitabı olduğu söyleniyorsa da (İbnülemin, IV,
1209) bugüne kadar böyle bir esere rastlanmamıştır. İsmâil Hakkı Bursevî’ye veya Niyâzî-i Mısrî’ye
atfedilen Lübbü’l-lüb adlı risâle el-Fütûḥât’ın “hazerât-ı hams” ile ilgili bölümlerinin tercüme ve
şerhinden ibarettir. el-Fütûḥât’ın “Hutbetü’l-kitâb” adlı ilk cüzü Emîr Abdülkādir el-Cezâirî
tarafından şerhedilmiştir (DTCF Ktp., İsmail Saib Sencer, nr. 5147). Mevlevi şeyhi Alemî Dede’nin
de el-Fütûḥât’ın bazı yerlerine şerh yazdığı rivayet edilmektedir (Osmanlı Müellifleri, I, 49). Ayrıca
Beyazıt Devlet (Veliyyüddin Efendi, nr. 1815, 1821, 3231) ve Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi
(İsmail Saib Sencer, nr. 1601) kütüphanelerinde el-Fütûḥât’ın bazı bölümlerine yapılmış kısmî
şerhler vardır. Yakın dönemde Nihat Keklik eserdeki konuları felsefî açıdan tahlil eden geniş bir
çalışma yapmıştır (Bir Misdak Olarak el-Futuhâtu’l-Mekkiyye, I-II, 2. bs., Ankara 1991). İbnü’lArabî’nin havassü’l-havassın akîdesini anlattığı bölümde pek tafsilât vermediğini söyleyen çağdaş
Mısır meşâyihinden Şeyh Muhyiddin et-Tugnî bu kısma altmış bölümlük bir tekmile yazmıştır
(Tekmiletü Fütuḥâti’l-Mekkiyye, I-II, Beyrut 1994). Bunların yanı sıra eserde yer alan birçok şiir
müstakil şerhlere konu olmuştur. Meselâ, “Künnâ ḥurûfen ʿâliyen” ile başlayan beyit Cendî, Molla
Fenârî, Abdurrahman el-Bistâmî, Celâleddin ed-Devvânî, Ulvân el-Hamevî gibi âlimler tarafından
şerhedilmiştir. “Bi-ḳuvveti ʿayni’ş-şühûd” ibaresiyle başlayan beyti Dâvûd-i Kayserî, “Ḫuẕtü lüccete
baḥre’l-enbiyâʾ” ibaresiyle başlayan beyti Celâleddin ed-Devvânî, “Lenâ min emrihî rûḥun ve
cismün” ibaresiyle başlayan beyti Tecelliyât-ı Berḳıyye adıyla Osman Fazlı Atpazarî, “Subḥâne men
eẓhere’l-eşyâʾe” ibaresiyle başlayan beyti (Ali el-Kārî’nin İbnü’l-Arabî’yi tekfir ettiği beyit) Miftâḥ-ı
884
Bu kitapların listesi ve nüshaları hakkında fazla bilgi için bkz: Osman Yahya, Mukaddime, “el-Mukaddemât Min
Kitâbi Nassi’n-Nüsûs fî Şerhi Füsûsi’l-Hikem”, Tasnif: Şeyh Seyyid Haydar Amulî, Müessesetu’t-Târîhi’l-Arabî,Beyrût,
2005, 14-48; Ahmed b. Salih b. Ahmed Bilhamr, Tahkîku’l-Kavli’l-Münbi, (Yüksek Lisans Tezi), Camiatü Ümmi’l-Kura,
Külliyetu’d-Da’ve ve Usûli’d-Din, Mekke, 2008, s. 81-83.
Vücûd adıyla Salâhî Efendi, “er-Rabbü Ḥaḳḳun ve’l-ʿabdü Ḥaḳḳun” ibaresiyle başlayan beyti
Risâletü’l-fetḥi’l-mübîn adıyla Abdullah el-Hâlidî, yine aynı beyit Cemâl-i Halvetî ve ismi
bilinmeyen bir kişi tarafından, “Ẓanentü ẓunûnen” ve “Felevlâhu felevlânâ” ibareleri ise Muhammed
Nûrü’l-Arabî tarafından şerhedilmiştir. el-Fütûḥât’ın şerhinden ziyade ihtisarları yapılmıştır. Çeşitli
kütüphanelerde Ḳıṭaʿât mine’l-Fütûḥât veya Münteḫabât mine’l-Fütûḥât adı altında kayıtlı pek çok
seçme vardır. Bunların en meşhurları Abdülvehhâb eş-Şa‘rânî’nin el-Yevâḳīt ve’l-cevâhir’i ve bunun
da ihtisarı olan el-Kibritü’l-aḥmer’idir. Yine aynı müellif Levâḳıḥu’l-envâri’l-ḳudsiyye adını verdiği
bir ihtisar çalışması daha yapmıştır. Hüseyin el-Beytimânî Mülaḫḫaṣu ʿulûmi’l-Fütûḥât,
Abdülmuhsin b. Muhammed el-Münteḫab mine’l-Fütûḥât adıyla birer muhtasar eser hazırlamışlardır.
Abdülganî en-Nablusî de Sevâṭıʿu’l-envâri’l-ḳudsiyye adını verdiği bir ihtisar çalışması yapmıştır.
Nakşî şeyhlerinden Hüseyin Hâmid Efendi’nin Ṣafvetü’l-Fütûḥatı’l-Mekkiyye adıyla bir telhisi vardır
(İÜ Ktp., AY, nr. 3173). Şeyh Ömer Gürânî’nin Şerh-i Müntehabât-ı Fütûhât-ı Mekkî adlı eseri aynı
zamanda bir telhis sayılır. Gürânî’nin Vâridât adlı eserinde de el-Fütûḥât’tan bazı parçaların
tercümeleri yer almaktadır (Süleymaniye Ktp., Hacı Mahmud Efendi, nr. 3010). Ahmed Diyarbekrî
adlı bir kişi el-Fütûḥât’a bir indeks hazırlama teşebbüsünde bulunmuştur (Süleymaniye Ktp.,
Düğümlü Baba, nr. 329). ”885
3. Çağımız Müelliflerince İbn Arabî Hakkında Yazılmış Eserler886
İbn Arabî hakkında çağımızda da birçok eser yazılmıştır. Özellikle Osmanlının son dönemi
ve Cumhuriyetin başında İbn Arabî’ye özel ilgi duyan yerli ve yabancı birçok ilim adamı tezahür
etmiştir. Bunlar İbn Arabî’yi asrımızın getirdiği yeni bilimsel ve akademik metodoloji çerçevesinde
de ele almışlar, onun görüşlerinin dini, kelâmî, irfânî ve felsefî kaynaklarına değinmişler, diğer
dinlerin mistik anlayışı ve irfan tasavvurlarıyla karşılaştırmışlar, felsefe ilmi açısından dayandığı
kökenlerine inmeye çalışmışlar, eski ve yeni felsefî akım ve ekollerle mukayesesini yapmışlar ve
böylece elimize zengin ve geniş bir literatürün geçmesini sağlamışlardır. Burada hepsine işaret etme
imkânımız bulunmadığından, örnekleme bağlamında bir nebze işaret etmeye gayret göstereceğiz.
3.1. Osmanlı Dönemi ve Cumhuriyet’in Başında Yazılmış Eserler:
1. İbn Âbidîn, Reddü’l-muhtâr (trc. Ahmed Davudoğlu), İstanbul 1983, IX, 43. (Burada İbn
Arbi hakkında sorulan sorulara yönelik cevaplar da verilmiştir.)
2. Dâvûd-i Kayserî, (ö. 751/1350), Maṭlaʿu ḫuṣûṣi’l-kilem fî meʿânî Fuṣûṣi’l-ḥikem, Tahran
1991.
3. Bursalı Mehmed Tâhir, Terceme-i Hâl ve Fezâil-i Şeyh-i Ekber Muhyiddîn Arabî, İstanbul
1329.
4. M. Ali Ayni, Şeyh-i Ekber’i Niçin Severim, İstanbul 1329.
5. Ömer Ferit Kam, Vahdet-i Vücûd, İstanbul 1331. Aynı eser, İbn Arabi’de Varlık Düşüncesi
adıyla da bastırılmıştır. (haz. Mustafa Kara), İstanbul 1992.
6. İsmail Fennî Ertuğrul, Vahdet-i Vücûd ve Muhyiddin-i Arabî, İstanbul 1928. Aynı eser
Vahdet-i Vücûd ve İbn Arabi adıyla da bastırılmıştır. (haz. Mustafa Kara), İstanbul 1991;
7. Cavit Sunar, Vahdet-i Şuhûd-Vahdet-i Vücûd Meselesi, Ankara 1960
8. Ahmed Avni Konuk, Fusûsü’l-Hikem Tercüme ve Şerhi (nşr. Mustafa Tahralı – Selçuk
Eraydın), İstanbul 1987-92; a.mlf., Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi (haz. Mustafa Tahralı),
İstanbul 1991.
9. Şemseddin Yeşil, Şeyh-i Ekber Muhyeddin-i Arabi Hakikatı Nasıl Anlatıyor, İstanbul 1987.
10. M. Kemal Pilâvoğlu, Büyük Veli Muhiddini Arabi, Kevser Yayınevi, İstanbul, 1973.
11. Semra Ögel, Anadolu’nun Selçuklu Çehresi, İstanbul 1994, s. 100-108.
3.2. İlahiyat Fakülteleri ve Diğer Fakültelerde Yazılmış Akademik Çalışmalar:
1. Nihat Keklik, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî: Hayâtı ve Çevresi, İstanbul 1966; a.mlf., İbnü’lArabî’nin Eserleri ve Kaynakları için Misdak Olarak el-Fütûhât el-Mekkiyye, Ankara 1990.
2. Mustafa Kara, İbn Teymiye’ye Göre İbn Arabî (doktora tezi, 1983), UÜ İlâhiyat Fakültesi.
885
Bkz. Mahmud Erol Kılıç, “El-Fütûhâtül -Mekkiyye” TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Yayınları, , İstanbul, 1996,
13/254/255.
886
Bu başlık altındaki bilgiler Mahmud Erol Kılıç, "İbnü’l-Arabî, Muhyiddin", TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV
Yayınları, İstanbul, 1999, 20/493-516’dan özetlenerek ve tasnif edilerek nakledilmiştir. Lüzum görülen birkaç isim de
tarafımızdan eklenmiştir. (https://islamansiklopedisi.org.tr/ibnul-arabi-muhyiddin#1 (04.10.2018)).
3. Hüseyin Atay, “İlmi Bir Tenkit Örneği Olarak İbn Kemal Paşa’nın Muhyiddin b. Arabi
Hakkındaki Fetvâsı”, Şeyhülislâm İbn Kemal Sempozyumu, Ankara 1986, s. 263-277.
4. Ahmet Yaşar Ocak, “Osmanlı Tasavvufî Düşüncesi”, Osmanlı Devleti ve Medeniyeti
Tarihi, İstanbul 1988, II, 186-189.
5. Süleyman Uludağ, İbn Arabî, Ankara 1995.
6. Mahmud Erol Kılıç, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri (Vücûd ve
Merâtibü’l-Vücûd) (doktora tezi, 1995), MÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü; a.mlf., “Ekberiyye”, DİA, X,
544-545.
7. Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarikatlar, İfav Yay., İstanbul, 1994. (s. 261-296).
8. Mustafa Tahralı, “Muhyiddin İbn Arabi ve Türkiye’ye Te’sirleri”, Endülüs’ten İspanya’ya,
Ankara 1996, s. 69-78.
9. Ziya Gökalp, “Muhiddin Arabi”, Makaleler (haz. Süleyman Hayri Bolay), Ankara 1982, II,
14-20.
10. Kemalettin Yetkin, “Muhyiddin-i Arabî ve Tasavvuf”, AÜİFD, I (1952), s. 22-29.
11. Babanzâde Ahmed Nâim – Ahmed Hamdi Akseki, “Şeyh Muhiddin-i Arabî Tefsirlerinde
ve Yazılarında Bâtınîlik Var mı?”, SR, X/226 (1956), s. 9-11;
13. Mehmet Bayraktar, “İbn al-‘Arabi’de ‘Varlığın Birliği’nin Onto-Lenguistik Analizi”,
AÜİFD, XXV (1981), s. 359-368; a.mlf., “İbn al-‘Arabi’de Oluş ve Varoluşsal Çeşitlenme”, a.e.,
XXV (1981), s. 349-358.
14. Ahmed Ateş, “Muhyiddin Arabî”, İA, VIII, 533-555.
15. Hüsameddin Erdem, Panteizm ve Vahdet-i Vücûd Mukayesesi, Ankara 1990.
16. Seyfullah Sevim, İslâm Düşüncesinde Mârifet ve İbnü’l-Arabî, İstanbul 1997.
17. Cağfer Karadaş, İbn ‘Arabî’nin İtikâdî Görüşleri, İstanbul 1997.
18. Hüdaverdi Adam, İbn Arabi: Kaza ve Kader, Adapazarı 1998.
19. Ali Vasfi Kurt, Endülüs’te Hadis ve İbn Arabi, İstanbul 1998.
3.3. Arap Dünyasında ve Diğer İslam Ülkelerinde Yazılmış Eserler:
1. Abdülvehhâb el-Câbî, Iṣṭılâḥâtü Şeyḫ Muḥyiddîn b. ʿArabî, Beyrut 1990.
2. Cendî, Şerḥu Fuṣûṣi’l-ḥikem (nşr. Seyyid Celâleddîn-i Âştiyânî), Meşhed 1982.
3. Saîdüddin el-Fergānî, Müntehe’l-medârik, Kahire 1876.
4. Kâşânî, Iṣṭılâḥâtü’ṣ-ṣûfiyye; Şerḥu Fuṣûṣi’l-ḥikem, Kahire 1966.
5. Ebü’l-Hasan Ali b. İbrâhim el-Bağdâdî, ed-Dürrü’s̱ -s̱ emîn fî menâḳıbi’ş-Şeyḫ Muḥyiddîn,
Beyrut 1959. Aynı eser, Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin Menkabeleri adıyla da bastırılmıştır. (trc.
Abdulkadir Şener – M. Rami Ayas), Ankara 1972.
6. Ali b. Muhammed et-Türke, Temhîdü’l-ḳavâʿid (nşr. Seyyid Celâleddîn-i Âştiyânî), Tahran
1982; a.mlf., Şerḥu Fuṣûṣi’l-ḥikem (nşr. Muhsin Bîdârfer), Kum 1999.
7. Abdülkādir el-Cezâirî, el-Mevâḳıf, Cezayir 1983.
8. Mustafa Receb Hilmî, el-Burhânü’l-ezher fî menâḳıbi’ş-Şeyḫi’l-Ekber, Kahire 1908.
9. Seyyid Haydar Amulî, el-Mukaddemât Min Kitâbi Nassi’n-Nüsûs fî Şerhi Füsûsi’l-Hikem,
Beyrût, 2005.
10. Mahmûd Mahmûd el-Gurâb, el-İnsânü’l-kâmil, Dımaşk 1980; a.mlf., el-Fıḳh ʿinde’şŞeyḫi’l-Ekber, Dımaşk 1981; a.mlf., Muḥyiddîn İbnü’l-ʿArabî: Tercümetü ḥayâtih min kelâmih,
Dımaşk 1983; a.mlf., el-Ḫayâl, ʿâlemü’l-berzaḫ ve’l-mis̱ âl, Dımaşk 1404/1984.
11. Suâd el-Hakîm, el-Muʿcemü’ṣ-ṣûfî, Beyrut 1981; a.mlf., İbnü’l-ʿArabî ve mevlüdü luġa
cedîd, Beyrut 1991.
12. Nasr Hâmid Ebû Zeyd, Felsefetü’t-teʾvîl: Dirâse fî teʾvîli’l-Ḳurʾân ʿinde Muḥyiddîn İbn
ʿArabî, Beyrut 1983.
13. Abdülfettâh ed-Demâsî, el-Ḥubbü’l-ilâhî fî şiʿri Muḥyiddîn İbn ʿArabî, Kahire 1983.
14. Ali el-Karnî, eş-Şeyḫu’l-Ekber Muḥyiddîn İbnü’l-ʿArabî: Sulṭânü’l-ʿârifîn, Kahire 1986.
15. Muhammed Sâlim, Miftâḥu’l-Fütûḥâti’l-Mekkiyye, Kahire 1996.
16. Abdülbâkī Miftâh, Mefâtîḥu Fuṣûṣi’l-ḥikem, Merakeş 1997.
17. Muhammed el-Adlûnî el-İdrîsî, Medresetü İbn ʿArabî eṣ-ṣûfiyye ve meẕhebühû fi’l-vaḥde,
Dârülbeyzâ 1998.
18. Şerefeddin Horasânî, “İbn ʿArabî”, DMBİ, IV, 226-284.
19. Mûsâ b. Süleyman ed-Dervîş, Resâʾil ve fetâvâ fî ẕemmi İbn ʿArabiyyi’ṣ-ṣûfî, Medine
1990.
3.4. Batı Dünyasında veya Batı Dillerinde Yazılmış Eserler ve Çalışmalar:
1. M. A. Palacios, El Islam Cristianizado, Madrid 1931; a.e.: İbn ʿArabî: Ḥayâtühû ve
meẕhebüh (trc. Abdurrahman Bedevî), Kahire 1965.
2. Brockelmann, GAL, I, 571-582; Suppl., I, 791-802.
3. H. Corbin, Creative Imagination in the Sufism of Ibn Arabi (trc. R. Manheim), Princeton,
1969.
4. S. A. Q. Husaini, The Pantheistic Monism of Ibn al-’Arabi, Lahore 1970.
5. T. Izutsu, The Concept and Reality of Existence, Tokyo 1971; a.e.: İslam’da Varlık
Düşüncesi (trc. İbrahim Kalın), İstanbul 1995; a.mlf., Sufism and Taoism, Los Angeles 1983; a.e.:
İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar-Kavramlar (trc. Ahmed Yüksel Özemre), İstanbul 1998; a.mlf.,
“Ibn al-Arabī”, ERE, VII, 553.
6. Bakri Aladdin, Etude critique, comparative sur al-Bulgha Fi’l-Hikma réfutation de son
attribution à Ibn ‘Arabî (doktora tezi, 1971), Sorbonne Üniversitesi.
7. Seyyed Hossein Nasr, Three Muslim Sages, New York 1976, s. 83-121; a.mlf., Makaleler
(trc. Şehâbeddin Yalçın), İstanbul 1995, I, 101.
8. T. Burckhardt, Mystical Astrology According to Ibn Arabi (trc. B. Rauf), London 1977.
9. Masataka Takeshita, Ibn Arabi’s Theory of the Perfect Man and it’s Place in the History of
Islamic Thought, Tokyo 1987; a.mlf., “An Analysis of Ibn Arabi’s Inshâ’ al-Dawâir with Particular
Reference to the Doctrine of the «Third Entity»”, JNES, XLI/4 (1982), s. 17-27; a.mlf., “The Homo
Imago Dei Motif and Anthropecentric Metaphysics of Ibn Arabī in the Inshâ’ al-Dawâir”, Orient,
XVIII, Tokyo 1982, s. 111-128; a.mlf., “The Theory of the Perfect Man in Ibn Arabi’s Fusus alHikam”, a.e., XIX (1982), s. 87-102; Les illuminations de la Mecque / The Meccan Illuminations (ed.
M. Chodkiewicz), Paris 1988.
10. Claude Addas, Ibn ʿArabī ou la Quête du soufre rouge, Paris 1989; a.e.: Quest For The
Red Sulphur: The Life of Ibn ʿArabī, Cambridge 1993; a.mlf., “Ibn Arabi: Le livre de la filiation
spirituelle”, Ayn al-Hayāt: Quaderno di Studi della Tarīqa Naqsbandiyya, sy. 5, Roma 1999.
11. William C. Chittick, The Sufi Path of Knowledge, New York 1989; a.mlf., “Ibn Arabi and
His School”, Islamic Sprituality: Manifestations (ed. Seyyed Hossein Nasr), New York 1991, s. 4979; a.mlf., Imaginal Worlds, New York 1994; a.mlf., Varolmanın Boyutları (trc. Turan Koç),
İstanbul 1997; a.mlf., The Self-Disclosure of God, New York 1998; a.mlf., “Notes on Ibn al-Arabi’s
Influence in the Subcontinent”, MW, LXXXII/3-4 (1992), s. 218-241; a.mlf., “Ebn al-ʿArabī”, EIr.,
VIII, 664-670.
12. Sachiko Murata, The Tao of Islam, New York 1992; M. Chodkiewicz, Un océan sans
rivage, Paris 1992; a.e.: An Ocean Without Shore (trc. D. Streight), New York 1993; a.mlf., Seal of
the Saints (trc. L. Sherrard), Cambridge 1993; a.mlf., “The Esoteric Foundations of Political
Legitimacy in Ibn ‘Arabi”, Muhyiddin Ibn ‘Arabi: A Commemorative Volume (ed. S. Hirtenstein –
M. Tiernan), Dorset 1993, s. 190-198; a.mlf., “Le procès posthume d’Ibn ‘Arabi”, Islamic
Mysticism Contested (ed. F. de Jong – B. Radtke), Leiden 1999, s. 93-123; a.mlf., “The Diffusion of
Ibn Arabi’s Doctrine”, Journal of the Muhyiddin Ibn Arabi Society, IX, Oxford 1991, s. 36-57.
13. Ralph Austin, “The Sophianic Feminine in the Work of Ibn ‘Arabi and Rumi”, The
Legacy of Mediaeval Persian Sufism (ed. Leonard Lewisohn), London 1992, s. 233-245; a.mlf., “Ibn
al-Arabi–Poet of Divine Realities”, Muhyiddin Ibn ‘Arabi: A Commemorative Volume (ed. S.
Hirtenstein – M. Tiernan), Dorset 1993, s. 181-189.
14. Michael Sells, Mystical Language of Unsaying, Chicago 1994.
15. M. Valsan, İslâm Mâneviyatı ve Batı (trc. Işık Ergüden), İstanbul 1995, s. 199-205.
16. Mohsen Jahangiri, Mohyi-al-din-Ibn Arabi, Tahran 1997.
17. Charles-André Gilis, Le livre des chatons des sagesse, I-II, Beyrut 1998.
18. S. Hirtenstein, The Unlimited Mercifier: The Spiritual Life and Thought of Ibn ʿArabi,
Oxford 1999.
19. G. Elmore, Islamic Sainthood in the Fullness of Time: Ibn al-ʿArabi’s Book of the
Fabulous Gryphon, Leiden 1999.
20. Alexander D. Knysh, Ibn ‘Arabi in the Later Islamic Tradition, New York 1999.
21. R. Keiner, “Ibn al-Arabī and the Qabbalah: A Study of Thirteenth Century Iberian
Mysticism”, Studies in Mystical Literature, II/2, Taipei 1976, s. 26-52.
22. J. W. Morris, “Ibn Arabi and His Interpreters”, JAOS, CVI/3-4 (1986), s. 539-756;
CVII/1 (1987), s. 101-119.
23. Franz Rosenthal, “Ibn Arabī Between ‘Philosophy’ and ‘Mysticism’”, Oriens, XXXI,
Leiden 1988, s. 1-35.
24. Victorio R. Holbrok, “Ibn Arabi and Ottoman Dervish Traditions: The Melâmî Supraorder”, Journal of the Muhyiddin Ibn Arabi Society, IX, Oxford 1991, s. 18-35; XII (1992), s. 15-33.
25. Paul B. Fenton, “The Hierarchy of the Saints in Jewish and Islamic Mysticism”, a.e., X
(1991), s. 12-34.
26. Hamid Algar, “Reflections of Ibn Arabi in Early Naqshbandî Tradion”, a.e., X (1991), s.
45-46.
27. Roger Deladrière, “The Dīvān of Ibn Arabī”, a.e., XV (1994), s. 50-56.
28. Gerald Elmore, “New Evidence on the Conversion of Ibn al-Arabi to Sufism”, Arabica,
XLV, Leiden 1998, s. 50-72.
29. L. V. B., “Sufism”, EJd., XV, 486-487.
30. Ebü’l-Alâ Afîfî, The Mystical Philosophy of Muhyid din-Ibnul Arabi, London 1964, s.
163; a.e.: Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi (trc. Mehmet Dağ), Ankara 1975.
31. Osman Yahyâ, Histoire et classification de l’oeuvre d’Ibn ‘Arabī, Damas 1964; a.e.:
Müʾellefâtü İbn ʿArabî, Kahire 1992.
3.5. Doktora ve Yüksek Lisans Tezleri (1995-2018 Yılları):
Tez No
Yazar
Yıl
Tez Adı (Orijinal/Çeviri)
Tez Türü
Konu
511450
MALEK
HASSAN
MAHMOUD
ABDUL QADER
2018
Muhyiddin İbn Arabi'nin yorumlarının
semiyolojik değerlendirmesi
The semiological assessment of Muhyiddin
İbn Arabi's interpretations التقييم السيميائي
Doktora
Dilbilim =
Linguistics ;
Din = Religion ;
Felsefe =
Philosophy
494156
CANKAT
KAPLAN
2017
Debating heresy: changing perceptions of
Zayniyya dervishes toward İbn 'Arabi in
the fifteenth century
İlhadı tartışmak: 15. yüzyılda Zeynı̇ yye
tarı̇ katı dervı̇ şlerı̇ nı̇ n İbn Arabı̇ hakkındakı̇
düşüncelerı̇ nı̇ n değı̇ şı̇ mı̇
Yüksek
Lisans
Tarih = History
469716
NURŞAN
NOZOĞLU
2017
El-Bulğa Fi'l-Hikme' adlı eseri bağlamında
Muhyiddin İbn Arabi (Arabî'nin felsefî
görüşleri)
Muhyiddin İbn Arabî's philosophical
opinions in the context of his work named
'el-Bulğa Fi'l-Hikme'
Yüksek
Lisans
Din = Religion ;
Felsefe =
Philosophy
437201
SADIK ACAR
2016
İbn Arabi'de miraç fenomeni
Ibn Arabi in miraj phenomenon
Yüksek
Lisans
Din = Religion
429888
CUMALİ KÖSEN
2016
İbn Arabi'nin epistemolojisinde akıl ve keşf Yüksek
Reason and kashf in the epistemology of
Lisans
İbn Arabi
Din = Religion ;
Felsefe =
Philosophy
345202
İLKAY ŞAMLI
2013
Kuranda Allaha teslimiyet olgusu ve İbn
Arabi’nin yorumu
.
Yüksek
Lisans
Din = Religion
349249
EROL KİRAZ
2013
Bir din felsefesi problemi olarak İbn
Yüksek
Din = Religion
لتأويالت محيي الدين بن عربي
Tez No
Yazar
Yıl
Tez Adı (Orijinal/Çeviri)
Tez Türü
Arabi'de kötülük problemi ve teodise
Ibn Arabi evil and teodicy as a problem of
reliğion philosophy
Lisans
Konu
340228
ERDAL KURT
2013
Muhyiddin İbn Arabî ile İmam Rabbâni'nin Yüksek
varlık anlayışlarının karşılaştırılması
Lisans
Comparison of the existence
comprehension of Muhyiddin İbn Arabi
and İmam Rabbani
Felsefe =
Philosophy
291513
MAHMUT
ÇINAR
2011
Nübüvvet inancı bağlamında Şa'rânî'nin
İbnü'l-Arabî yorumu
Sharani's commentary on İbn Arabi about
propechy
Doktora
Din = Religion
257320
LÜTFİ BOZKALE 2009
İbn Arabî'de insanın özgürlüğü sorunu
The issue man freedom human İbn Arabi's
thought
Yüksek
Lisans
Din = Religion;
Felsefe =
Philosophy
209218
ÖZKAN
ÖZTÜRK
2007
Çağdaş Türk düşüncesinde İbn Arabî
Yüksek
felsefesinin ele alınışı
Lisans
Evaluation of the philosophy of ibn arabi in
modern turkish thought
Din = Religion;
Felsefe =
Philosophy
204362
CAHİDE
DEMİRCİ
2006
İbn Arabi ve Spinoza'da tanrı anlayışı
The god concept of İbn Arabi and Spinoza
Yüksek
Lisans
Felsefe =
Philosophy
186763
YUSUF TURAN
2006
Muhyiddin ibn Arabi'de mutlak varlık
Absolute being in Muhyiddin ibn Arabi
Yüksek
Lisans
Felsefe =
Philosophy
159688
MUSTAFA
ÇAKMAKOĞLU
2005
Muhyiddin İbnü'l-Arabi'ye göre dil-hakikat
ilişkisi, marifetin ifadesi sorunu
The relation between language and
'haqiqah' (truth) according to Muhyiddin
İbn Arabi, teh problem of expressing
'marifah' (gnosis)
Doktora
Din = Religion
190085
TAHİR ULUÇ
2005
İbn Arabi'de mistik sembolizm
The mystical symbolism of İbn al-Arabi
Doktora
Din = Religion
143711
AHMET TUNÇ
DEMİRTAŞ
2004
İbn Arabi'de varlığın birliği (vahdet-i
vücut) felsefesi
Ibn Arabi's philosophy of oneness of being
Yüksek
Lisans
Felsefe =
Philosophy
136954
FEVZİ YİĞİT
2003
İbn Arabi metafiziğinde insanın yeri
The place of human in the metaphysics of
İbn Arabi
Yüksek
Lisans
Din = Religion;
Felsefe =
Philosophy
133640
HÜMEYRA
HAMZAOĞLU
2003
Muhyiddin İbnu'l Arabi'nin Ez-Zehairu'l
A'lak fi Şerh-i Tercümani'l-Eşvak adlı
eserinde ilahi aşk sembolizması
Divine Love Sembolsm in the book EzZeharu'l-A'lak fi Şerh-i Tercümani'l-Eşvak
of İbn Arabi's
Yüksek
Lisans
Din = Religion;
Doğu Dilleri ve
Edebiyatı =
Eastern
Linguistics and
Literature
125120
FATİH
2002
İbn Arabi'de dini tecrübe
Yüksek
Din = Religion
Tez No
Yazar
Yıl
ÖZGÖKMEN
Tez Adı (Orijinal/Çeviri)
Tez Türü
Religious experience in Ibn Arabi
Lisans
Konu
74759
AİMANE
REGRAGUİ
1998
Muhyiddin İbn Arabi'nin (İşaratü'l-Kur'an
fi Alemi'l-İnsan) adlı eserinin tahkik ve
edisyon kritiği
Yüksek
Lisans
Doğu Dilleri ve
Edebiyatı =
Eastern
Linguistics and
Literature
62543
ALİ VASFİ
KURT
1997
Mağrib ve Endülüs'de hadis ilminin gelişim Doktora
safhaları ve Muhyiddin İbnu'l-Arabi'nin
hadis kültürü
The Development stages of hadith in
Magrib and Andalou and hadith culture of
Muhyiddin İbn Arabi
Din = Religion
42766
SEYFULLAH
SEVİM
1995
İbn Arabi'nin tasavvufi düşüncesinde
Ma'rifet problemi
Doktora
Din = Religion;
Felsefe =
Philosophy
42140
NECDET TOSUN
1995
İbn Arabi öncesi tasavvufta halvet ve uzlet
Yüksek
Lisans
Din = Religion
Görüldüğü gibi Türkiye üniversitelerinde Muhyiddin İbn Arabi'nin görüş ve düşünceleri
üzerine yapılan doktora ve yüksek lisans tezlerinde onun yorumlarının semiyolojik değerlendirmesi
yapılmış, İbn Arabi'de varlığın birliği (vahdet-i vücut) felsefesi, İbn Arabi'de miraç fenomeni, İbn
Arabi'nin epistemolojisinde akıl ve keşf, Kur’an’da Allah’a teslimiyet olgusu ve İbn Arabi’nin
yorumu, bir din felsefesi problemi olarak İbn Arabi'de kötülük problemi ve teodise, İbn Arabî'de
insanın özgürlüğü sorunu, Muhyiddin ibn Arabi'de mutlak varlık, Muhyiddin İbnü'l-Arabi'ye göre
dil-hakikat ilişkisi, marifetin ifadesi sorunu, İbn Arabi'de mistik sembolizm, İbn Arabi metafiziğinde
insanın yeri, İbn Arabi'de dini tecrübe, İbn Arabi'nin tasavvufi düşüncesinde Ma'rifet problemi, İbn
Arabi öncesi tasavvufta halvet ve uzlet, Mağrib ve Endülüs'de hadis ilminin gelişim safhaları ve
Muhyiddin İbnu'l-Arabi'nin hadis kültürü, “el-Bulğa Fi'l-Hikme” adlı eseri bağlamında Muhyiddin
İbn Arabi (Arabî'nin felsefî görüşleri), Muhyiddin İbnu'l Arabi'nin “ez-Zehairu'l A'lak fi Şerh-i
Tercümani'l-Eşvak” adlı eserinde ilahi aşk sembolizması başlıkları altında onun farklı konulara
ilişkin geliştirdiği bakış açısı, ileri sürdüğü iddiaları ve savunduğu görüş ve düşünceleri
incelenmiştir. Bazı tezlerde de Muhyiddin İbn Arabî ile İmam Rabbâni'nin varlık anlayışlarının
karşılaştırılması ve İbn Arabi ve Spinoza'da tanrı anlayışı başlığı altında onun görüşleri bazen
Müslüman âlimler, bazen de gayr-ı müslim filozofların görüşleri ile mukayeseli bir şekilde tahlil
edilmiştir. Yine Nübüvvet inancı bağlamında Şa'rânî'nin İbnü'l-Arabî yorumu, Çağdaş Türk
düşüncesinde İbn Arabî felsefesinin ele alınışı gibi adlar altında onun dışındaki âlimlerin ona yönelik
bakış açıları, yorum ve değerlendirmeleri ortaya konulmaya çalışılmıştır. Ayrıca “Muhyiddin İbn
Arabi'nin (İşaratü'l-Kur'an fi Alemi'l-İnsan) adlı eserinin tahkik ve edisyon kritiği” adlı tezde
görüldüğü gibi eserlerinin tahkik ve edisyonu yapılmaya çalışılmıştır. Bu açıdan bakıldığında
Türkiye’de henüz yeterli sayı ve nitelikte akademik çalışma yapılmadığını söylemek zorunda
olduğumuz görülmektedir. Zira İbn Arabî’nin ele aldığı konuların sayısı, eserlerini bina ettiği
argümanları, itikadi, tasavvufi, felsefi görüşlerinde takip ettiği metodoloji, Allah, evren, insan,
melek, dünya ve öbür dünya gibi bir çok konuda geliştirdiği yaklaşım tarzı, ileri sürdüğü görüşleri
daha tam anlamıyla araştırılmış değildir. Aynı şekilde Türkiye’denin birçok kütüphanesinde mevcut
İbn Arabî’ye ait mahtut eserlerin sayısının gayet fazla olduğunu bilmekteyiz. Bunların edisyon
kritiğinin yapılması bir tarafa, hangi kütüphanede hangi kitabın bulunduğunu belirten katalogların
bile net olmadığı iddia edilebilir. Başka bir ifadeyle onun kütüphanelerimizde mevcut eserlerinin
isim listesi bile henüz tam anlamıyla çıkarıldığını söylemenin zor olduğu açıktır. Bu nedenle
ülkemizdeki araştırmacı ve akademisyenleri bu konuda birçok araştırma beklemektedir. Bununla
birlikte İbn Arabî ile ilgili yapılan araştırma ve çalışmaların da ilmî ve tarihî açıdan son derece
önemli olduğunu itiraf etmek gerekmektedir.
4. İbn Arabî Hakkında İleri Sürülen İddialar
İbn Arabî hakkında yazılan eserlerde onunla ilgili birçok iddia ileri sürülmüştür. Yukarıda
isimlerini verdiğimiz müdafaa ve tenkit-tekfir eserlerinin sadece isimleri üzerinde hızlı bir bakış,
birçok gerçeği ortaya çıkarmaya yeterlidir. Örneğin kitap isimlerinden anlaşıldığına göre ona kafir,
zındık, mülhid gibi isimler verilmiş, inancının irtidat seviyesinde olduğu belirtilmiş, tevhid inancına
ve İslâm dinine aykırı bir çok iddiada bulunduğu ifade edilmiştir. Hatta Sehâvî’nin bildirdiğine göre
alimler, Hz. Ömer’in garip bilgiler ihtiva eden bazı kitapları, Hz. Osman’ın da sahabe elindeki
muhtemel yazım hatalarını muhtevi Mushafları yakmış olmasından hareketle, Bulkinî, İbn Hacer, İbn
Cevzî ve Sübkî gibi bir çok alimin İbn Arabî’nin eserlerinin yakılıp imha edilmesi gerektiğine dair
fetva verdiklerini, Sultan ez-Zahir Berkyaruk’un da zamanının alimlerinin tavsiyesi üzerine İbn
Arabî’nin eserlerini bulundurmayı ve okumayı yasaklayan bir ferman çıkardığını ifade etmektedir. 887
Onu müdafaa edenlerin bu tür iddialara yönelik cevaplarını ihtiva eden kitaplarının isimlerinden de
şunlar anlaşılmaktadır: İbn Arabî tasavvuf ve irfan tarihimizin en büyük şahsiyetlerinden olup,
hakikat ve şeriatin en üst makamına ulaşmış, zahir ulemasının anlayamayacağı gerçekleri dile
getirmiş bir irfan abidesi olup görüş ve inançları İslam’a ve tevhid akidesine muhalefet bir tarafa,
tevhidin özü ve şeriatın aslıdır. Bu iki yaklaşımın dışında onun İslam akaidine veya şeriatın ilkelerine
uyan görüşleri ile uymayanları tarafsız ve insaflı bir şekilde ele alan, her ikisine aynı anda ve eşit
düzeyde işaret eden çalışmaların da sayısının fazla olduğu görülmektedir. Buna mukabil arabulucu
bir yaklaşım tarzı olarak “ileri sürdüğü bazı iddialar zahiri anlamları itibarıyla şeriate ve islam
akidesine aykırı olmakla birlikte onların avam tabakasına okutulmaması, eserlerinin gündeme
getirilmemesi, İbn Arabî’nin de tekfir edilmemesi gerektiği”ne dair bazı alimlerinden gelen bir uyarı
ve ikaz bulunmaktadır.888
Sehâvî de buna benzer bir yaklaşım tarzı geliştirerek İbn Arabî hakkında kitap yazan
müellifleri birkaç kısma ayırmıştır:
a. İbn Arabî’nin görüşlerine katılan ve ona inananlar,
b. İbn Arabî’nin söz ve ifadelerini te’vîl edenler,
c. İbn Arabî’nin eserlerini okumaktan men’eden ve uyaranlar,
d. İbn Arabî’nin vahdet-i vücûd anlayışının ne anlama geldiğini bilmeyenler,
e. İbn Arabî’nin söz ve görüşlerini bilmedikleri için tevakkuf edip görüş beyan etmeyenler,
f. İbn Arabî’nin görüşlerine itiraz edenler,
g. İbn Arabî’nin görüşleri hakkında hüsn-ü zan besleyenler.889
İbn Arabî lehinde ve aleyhinde yazılmış kitapların sayısı fazla olduğundan biz burada
aleyhindekilerin birçoğunu özetleyen es-Sehâvî’nin “el-Kavlü’l-Münbî” adlı eserini, onu müdafaa
eden eserler içerisinde de “Şa’rânî’nin “el-Kibrîtu’l-Ahmer” adlı eserini esas alacağız. Böylece
konumuzu bir tebliğ çalışması oranında sınırlama imkânı bulacağız. Aşağıda İbn Arabî hakkında ileri
sürülen iddialardan bir kısmını ve İbn Arabî lehindeki bazı savunmaları iki ayrı başlık altında
nakledeceğiz.
4.1. İbn Arabî ve görüşleri aleyhinde ileri sürülen iddialar:
İbn Arabî’yi tenkit edenler arasında kelamcılar, tarihçiler, müfessirler ve diğer ilim dallarının
otoritesi konumunda olan âlimler bulunduğu gibi, tasavvufçular da bulunmaktadır. Bunlar içerisinde
en meşhur olanı şüphesiz ki İbn Teymiyye’dir. İbn Teymiyye’nin İbnü’l-Arabî aleyhindeki tenkitleri
zamanla aşırıya doğru gidip, tekfire ve düşmanlık seviyesine varmaktadır. Bu tavrın oluşmasının
gelişmesinde İbn Arabî’nin kitaplarında sarf ettiği bazı sözlerin etkisinin bulunduğu görülmektedir.
Nitekim kendi ifadesine göre, bir zamanlar İbnü’l-Arabî için hüsn-ü zan beslediği, ancak Fusûs’u
okuduktan sonra onun aleyhinde konuşmaya başladığı anlaşılmaktadır.890
Gerek İbn Teymiyye ve tabileri, gerekse de müştakil çalışmalarıyla İbn Arabî hakkında
887
Ahmed b. Ahmed Belhamr, a.g.e., s. 88.
Bu tür yaklaşımlar hakkında bkz. Suyûtî, Tenbîhü’l-Gabiy…; Molla Ali el-Kârî, ….
889
Ahmed b. Ahmed Belhamr, a.g.e., s. 88-89.
890
Ömer Yılmaz, “İbnü’l-Arabî Hakkında Yapılan Eleştirilere İbrahim Kûrânî’nin Yaklaşımı”, Tasavvuf İlmî ve
Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1), yıl: 9 [2008], sayı: 21, s. 368.
888
olumsuz düşünenlerin onun hakkında dile getirdiği iddialar ve tenkit noktaları hemen hemen aynıdır.
Aşağıda bu konudaki iddiaları maddeler halinde sıralayacak, bunlardan birkaç tanesini örnekleme
babından izah etmeye çalışacağız.
Sehâvî’nin kendisinden önceki âlimlerin eserlerinden topladığı bilgilere göre, onun yaşadığı
zamana kadarki âlimler tarafından dile getirilen iddialar şunlardır:
a. Yazdıklarının ilahî kaynağa dayandığını ifade etmesi,
b. Vahdet-i vücut inancının tevhid akidesine aykırı oluşu,
c. Âlemin kadim olduğuna inandığına dair iddialar,
d. Velayetin nübüvvetten üstünlüğü ve velayetin hatemiyeti iddiası,
f. Dinlerin tashih edilerek birleştirilmesi iddiası,
g. Şeriatın ve Kur’an’ın neshi iddiası,
h. Firavun’un Müslüman olarak öldüğü görüşüne ilişkin tenkitler,
ı. Hz. Nuh’un kavminin, Hz. Hud’un kavminin ve diğer bazı peygamberlerin kavimlerinin
şirk ve küfürlerini tashih etmesi, onların zahiri şirkinin aslında tevhid anlamına geldiğini ifade
etmesi,
i. Cehennemin ebedi olmayacağına ve cehennem azabına dair görüşlerine yönelik itirazlar,
j. Peygamberlerin hata yaptığına ve velilerin hata yapmadığına dair ifadeleri, bazı
peygamberleri tenkit etmesi, örneğin Hz. İbrahim’in imanını küçümsemesi veya onun gördüğü
rüyayı tabir etmesi gerekirken tasdik etmesinin doğru olmadığını, doğru olanın o rüyayı misal
alemine uygun olarak yorumlaması olduğunu söylemesi, Hz. Musa’ya hata nisbet etmesi, Hz. İlyas’ı
ta’n etmesi.891
Ömer Yılmaz, yazdığı bir makalesinde İbn Teymiye’nin İbn Arabî hakkında dile getirdiği
itiraz, tenkit ve tekfir konularını teker teker ele almakta ve her birisine İbn Arabî’nin eserlerinden
nakillerle cevap vermektedir. Onun tesbit ettiğine göre İbn Teymiyye’nin tenkitleri şu noktalardadır:
a. İbnü’l- Arabî, Nuh ve Hud (a.s)’ın kavimleri ile Firavun ve diğer kafirleri övmekte, buna
mukabil Nuh, İbrahim, Musa, Harun ve diğer resullere ise isyan etmektedir.
b. İbnü’l-Arabî, Cüneyd-i Bağdâdî (ö.279/909) ve Tüsterî (ö.283/896) gibi sevilen sufileri
zem, buna karşın Hallâc (ö.309/922) gibilerini ise methetmektedir.
c. İbnü’l-Arabî Peygamberlerin makâmını velilerin makamından aşağı görmektedir.
d. İbnü’l-Arabî ittihâdî (Hak ile halkın birleştiğini savunmakta)’dir. Bu ise bir şirktir.
e. İbnü’l-Arabî, Hâtemül evliyâ‛nın, Hâtemü’l- enbiyâ‛dan ilim bakımından üstün olduğunu
iddia etmektedir.
f. İbnü’l-Arabî, Hâtemü’l- Velayeti’l-Muhammedî olarak kendisini görmekte ve kendinden
sonra Allah’ın yeni bir velî yaratmayacağını iddia etmektedir. Bu iddiası Kitap ve sünnete
aykırı olup aslı yoktur.892
Burak Fatih Açıkgöz ise yazdığı makalesinde İbn Arabî aleyhindeki tarihî ve çağdaş
malumatı bir araya getirme ve onları sufî terminolojisini göz önünde bulundurmadan zahiri anlamı
üzere kabul ederek değerlendirme çabasını sürdürdüğü “Bir Kişi İki Şahsiyet: İbnü’l-Arabî” adlı
makalesinde İbn Arabî aleyhinde kullanılan ve tekfir edilmesine vesile kılınan hususları şöyle
sıralamaktadır:
a. İbnü’l-Arabî’nin, kendisini, yani vahdet-i vücûd akidesini, peygamberden, yani onun şer-i
şerîfinden daha gelişmiş olarak göstermesi,
b. İbnü’l-Arabî’nin; Firavun’u, yani din düşmanlarını methetmesi; onun, tertemiz olarak
öldüğünü iddia etmesi,
c. İbnü’l-Arabî’nin, Firavun’un ‘Ben sizin en üstün Rabbinizim sözünü onaylaması,
d. İbnü’l-Arabî’nin, cehennemi “tatlı” göstermesi,
e. İbnü’l-Arabî’nin, vahdet-i vücûd akidesini panteizme taşıyan sözleri,
f. İbnü’l-Arabî’nin, İbrahim Peygamber’i tenkit ettiği sözü,
g. İbnü’l-Arabî’nin, Nuh Peygamber’i tenkit ettiği sözü,
891
Muhammed b. Abdirrahman es- Sehâvî, el-Kavlu’l-Münbî An Tercemeti Bin Arabî, tahk. Halid b. El-Arabî Müdrik,
Câmiatu Ümmi’l-Kura Külliyetu’d-Da’va ve Usûli’d-Din (Master Tezi), Mekke, 1322, s. 96-150.
892
Bu iddialar ve cevapları hakkında fazla bilgi için bkz. Ömer Yılmaz, İbnü’l-Arabî Hakkında Yapılan Eleştirilere
İbrahim Kûrânî’nin Yaklaşımı, 363-388.
h. İbnü’l-Arabî’nin, dinler üstü kimliğini gösteren sözleri.
Açıkgöz, Müslüman âlimlerin bu eleştirilerinin yanısıra bir de oryantalistlerin ve batılı diğer ilim
adamlarının İbn Arabî’nin bazı görüşlerini fırsat bilerek kendi lehlerinde ve İslâm’ın aleyhinde
kullandıklarını da söylemektedir. Bu itibarla İbn Arabî’nin görüş ve felsefesini eleştirme noktalarına
bir yenisini daha eklemektedir. Ona göre Batı’daki İbnü’l-Arabî sevgisinin sebepleri şunlardır:
a. İbn Arabî’nin görüşleri yeni bir din kurma çalışmalarına fırsat vermekte ve bu açıdan İslâm
dini aleyhindeki çalışmaların işine gelmektedir.
b. İbnü’l-Arabî’nin dile getirdiği bazı görüşleri üzerinden putperestliği meşrûlaştırma gayretleri
sürdürülmektedir.
c. İbn Arabî’nin kader ve kaza konusunda dile getirdikleri bazı görüş ve düşünceler, Allah’ı bile
devre dışı bırakan Oryantalist yaklaşımlara temel yapılmaktadır.
d. İbnü’l-Arabî üzerinden, bozulmuş dahi olsa bütün itikatların (inançların) hak olduğu iddiası
yagınlaştırılmaya çalışılmakta, böylece küresel güçlerin dinlerarası diyalog ve dinleri
birleştirme planları devreye konulmaktadır.893
İşte bu nakillerden de anlaşıldığı gibi, İbn Arabî hakkındaki tenkit ve tekfir noktaları genellikle
aynı başlıklar zımnında dile getirilmektedir. Şeyh Mekkî bunları “vahdet-i vücûd” ile ilgili olanlar ve
İbn Arabî’nin diğer konulardaki görüşleri ile ilgili olanlar şeklinde iki kısma ayırmakta ve genel
itibarıyla 24 (yirmi dört) ayrı başlık altında zikretmektedir. Ona göre bu tür itirazlar, meseleye
yabancı olan ulema-i zahir ve meşayih-i kışrın adem-i fehmlerinden kaynaklanmaktadır.894 Bunları
birleştirdiğimizde aslında şu maddelerden ibaret olduğu görülmektedir:
a. Teolojik eleştiriler: Vahdet-i vücud anlayışına bağlı yeni bir teoloji oluşturma çabasına
yönelik tenkitler,
b. Konusal eleştiriler: Konuları kendine ait bir yaklaşım tarzı ile işlemesi ve yeni konuları
gündeme getirmesi, örneğin Firavun’un imanının sıhhati ve cehennem azabının lezzeti gibi
görüşlerine yönelik tenkitler.
c. Metodik eleştiriler: Vahdet-i vücûd nazariyesini bütün görüşlerinin merkezine alarak adeta
dinî meseleleri yeniden tasarlamak üzere geliştirdiği kendine özgü metodolojisi ve
sistematiğine ilişkin tenkitler.
d. Terminolojik tenkitler: Başka bir tabirle ve yeni anlamlar yükleyerek kullandığu üslup ve dile
dair eleştiriler, yani İbn Arabî’nin nev-i şahsına münhasır yaklaşım biçimine ve kullandığı
terminoliye dair tenkitler. Kavramlara kendi usulüne göre anlam yüklemesi, örneğin İrâde,
mürîd, murâd, sâlik, müsâfir, sefer, tarîk, vakt, edeb, makam, hâl, tahakküm, inziac, şerîat,
şath, adl ve yaratılmış hakk, efrâd, kutb ve gavs, evtâd, büdelâ, nücebâ, nükebâ, gibi birçok
kavramı kendi sistem ve anlayışına göre kullanması, yeni yeni kelimeleri kavramlaştırmasına
yönelik tenkitler.
Burada Abdurrezzak Tek’in şu değerlendirmesini nakletmek isabetli olacaktır: “Yeni bir ilmî
metot ve üslup geliştiren birçok filozof, düşünür, âlim ve sûfî gibi İbnü’l‐Arabî’nin de taraftar ve
aleyhtarları olmuş, tenkide uğradığı gibi müdâfaa da edilmiştir. Şeyh‐i Ekber’e yöneltilen eleştirilere
genel olarak baktığımızda bunların, hemcinsleri yani sûfîler ile zâhir ulema adı verilen fakih,
muhaddis ve kelâm âlimleri tarafından yöneltildiğini görmekteyiz. Sûfîlerin eleştirileri onun
görüşlerinin tümüne değil belli bir kısmına yöneliktir. Mesela Kübreviyye şeyhlerinden Alâüddevle
es‐Simnânî, Allah’ın zâtından “vücûd‐ı mutlak” olarak bahsedilip bahsedilemeyeceği, Abdülkerim
el‐Cîlî ilmin malûma tabi olup olmaması meselesinde, İmam Rabbânî de vücûdun mu yoksa şuhûdun
mu daha üstün olduğu hususunda eleştiriler yöneltmişlerdir. Bu tenkitlerde asıl mesele her iki tarafın
da kabul ettiği bir hakîkatin isimlendirilmesi noktasındadır ki, günümüz araştırmacılarına göre bu
problemin temelinde gerçeğe farklı pencereden bakma diğer bir ifadeyle yanlış okuma (misreading)
yatmaktadır. İkinci sınıfı teşkil eden kelam ve fıkıh âlimlerinin tenkitlerine gelince, bunlar tenkitten
daha çok yargılama görünümündedir. Hatta İbn Teymiyye, İbrahim el‐Bikâî, Ali el‐Kârî gibi bazı
893
Burak Fatih Açıkgöz, “Bir Kişi İki Şahsiyet: İbnü’l-Arabî”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü
DergisiYıl: 2013/1, Sayı:17, s. 143-169.
894
Mekkî, İbn Arabî müdafası, s. 39-40, 143-154.
âlimler hakarete varan ifadeler kullanarak tekfîr yoluna dahi gitmişlerdir. Buradaki problemin de
kaynağını bu âlimlerin mantıklarıyla İbnü’l‐Arabî’nin metodolojisinin farklı olması teşkil
etmektedir.”895
Bu tenkitlere bakıldığında, tenkit edenlerin de tıpkı İbn Arabî gibi mazur görülmesi gerektiği
anlaşılmaktadır. Zira İbn Arabî’nin ifadelerinin zahiri anlamı, daha doğrusu kullandığı terminolojinin
ulema nezdindeki müşterek kullanım açısından değerlendirilmesi durumunda birçok sıkıntı gündeme
gelmektedir. Zira ulema uzun bir ihtilaf döneminden sonra ancak Gazzâlî ve benzeri alimlerin
çabalarıyla müşterek bir metodoloji ve terminolojiye henüz gelmişken, İslâm dünyasının
mağribinden zühûr edip maşrıkına kadar diyar diyar gezip, etkili üslûbu ve karizmatik kişiliğiyle
yeni bir düşünce sistemi ve yeni bir metodoloji geliştirip evvela kavram kargaşasına, sonra da tenkit
ve tekfir hareketlerine sebep olacak görüşler ileri sürmek, te’vîl gerektirmeyen metotlar ve terimler
varken, müteşabihat türünden te’vîller yaparak ihtilaf çıkarıcı görüşler ileri sürmek, hem ümmetin,
hem de ulemanın tahammül sınırlarını aşacak dereceye gelmişti. Tam da böyle bir dönemde İbn
Arabî’nin piyasaya çıkıp yeni şeyleri gündeme getirmesi, sakin suyun yüzeyinde yeni halelerin
genişlemesine sebep veya vesile olmuştur. Bu da tabiî olarak aleyhinde olacak bir zümreyi
doğuracaktı.
4.2. İbn Arabi Aleyhindeki İddialardan Birkaç Tanesinin İzahı:
İbn Arabî’ye nisbet edilen ve yazdığı kitaplara dayandırılan yukarıdaki iddiaların hepsini
teker teker buraya alıp işlemek uzun zaman alıp bir tebliğ metninini aşacağından dolayı, geniş bir
incelemeden sarfı nazar etmekle birlikte, biz burada örnek olmak üzere birkaç iddiayı kısa da olsa
inceleme gereği duymaktayız.
a. Yazdıklarının İlahi Kaynaklı olması iddiası
İslâm âlimleri objektif bilgi kaynaklarını tesbit ederken Ömer Nesefî’nin de Akaid Metninde
belirttiği gibi, “sağlam duyu organları, akıl ve muhbir-i sadıkın haberi” şeklinde üç kaynak üzerinde
istikrar kılmışlardır.896 Buna binaen tefsir usulü, hadis usulü ve fıkıh usulü ilimlerinde Kur’an,
mütevatir ve sahih sünnet, icma-ı ulema veya icma-i ümmet ile kıyas delilleri esas alınmıştır. Bu
esaslar üzerinde bazı farklı içtihat ve mülahazalar yapılmışsa da, belli bir dönemden sonra ulema
nezdinde müşterek bir metodoloji ve terminoloji gelişmiş, ilmî merkezlerde asırlar boyunca bu
müşterek mesaiye itina ve itibar gösterilmiştir. Ancak İbn Arabî ve diğer bazı düşünürler, sufî
âlimler, felsefeciler kendilerini söz konusu ittifaka bağlı kalmak zorunda hissetmemeişler, adeta
hark-ı icma ve tebdil-i kıyâfet yapmışlardır. Bunun neticesinde yeni bilgi kaynakları ve yeni
metodolojiler çerçevesinde hareket etmişlerdir.
İbnü’l-Arabî geneli îtibârıyla bilgiye ulaşmanın üç şeklinden bahseder:
1. Akıl yoluyla elde edilen, hata ve şüphe ihtimali her zaman için bulunabilen aklî bilgi.
2. Sadece rûhânî, mânevî tecrübeler, ilâhî tecellîler ve müşâhedeler vasıtasıyla elde edilen
keşfî bilgi, mârifet.
3. Allah’ın (c) bizzat resullerinin diliyle bildirdiği şeriat bilgisi. Buna göre bilgiye ulaşmada
üç temel şekil geçerlidir: Akıl, vahiy ve keşf ya da ilâhî bilgiye ait kapının açılması. Bunlar aynı
zamanda “gerçek bilgi” vasıtasıyla ebedî mutluluğa götüren yolların üç aslî şekline de işaret eder. 897
Mustafa Çakmaklıoğlu bu hususu şöyle değerlendirmektedir: “İlk iki bilgi şeklinin söylemi
içerisinde kelam, fıkıh, hadis, tefsir ya da mantık vs. gibi geleneksel ilimlerde ortaya konulan ilke ve
kurallar takip edilerek doğru veya yanlış her sistemin kendi söylemi içerisinde değerlendirilir. Bu
perspektiften bakıldığında İbnü’l-Arabî’nin zengin külliyâtı, İslâmî İlimlere dâir diğer literatürden
temelde bir farklılık sergilemez. Zîrâ ona göre vahiy kaynaklı bilgi açısından doğrunun ne anlama
geldiği, vahyin kendi söylemi içerisinde değerlendirilmelidir. Akıl ya da duyumların bilgisi de aynı
şekilde kendi içerisinde bir anlam ifade eder. Keşfe dayalı bilginin söylemi içine ise İbnü’l-Arabî,
orada varolan her görüşün geçerliliğini kabul etmektedir. Çünkü ona göre kâmil ve muhakkık bir
sûfî, her halin ve vaktin gereklerini yerine getiren ve onları bir birine karıştırmayandır. Bu sebeple
895
Abdurrezzak Tek, “İbnü’l-Arabî’yi Müdâfaa Amacıyla Kaleme Alınan Fetvâlar”,Tasavvuf İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23, s. 281-282.
896
Bkz. Sa’duddîn Mes’ûd b. Ömer et-Teftâzânî, Şerhu’l-Akâidi’n-Nesefiyye, tahk. Mer’î Hasan er-Reşîd, Dâru Nuri’sSebâh, Beyrût, 2012, s. 122-169.
897
İbnü’l-Arabî, Resâilu İbn Arabî, thk. Muhammed İzzet, Mektebetü’t-Tevfîkıyye, Kahire, ts. s.101
başta İbnü’l-Arabî olmak üzere sûfîler, temelde rûhânî tecrübelere dayanan bir bilgi anlayışı
geliştirirken, fukahânın şer’î hukuka dâir bilgi anlayışını, Kelâmcıların ya da Meşşâî filozofların
aklı, bilgi edinmenin temel aracı olarak kullanmalarını ve bu yolla bilgiyi arayışlarını göz ardı
etmezler. Bilgiye ulaşmanın bu yollarını da kendi alanı ve söylemi içerisinde değerlendirirler. Fakat
aynı zamanda, sadece bu alanla sınırlı kalındığında bütün bu bilgi vasıtalarını gerçek ve nihâî
bilgiye, mârifetullaha ulaşmada engel görürler.”898
İşte buradan hareketle İbn Arabî ve diğer sufî bilginler, ulema ve ümmet nezdinde müşterek
metodoloji ve terminoloji sayesinde elde edilen ilim müktesebatını yeterli görmemekte, bu ölçülerin
üstünde kendilerini daha çok ikna eden, sübjektif de olsa, sükûn ve itmi’nan hissettikleri yeni bilgi
kaynakları arayışına girmişlerdir. Bu arayış neticesinde bilgiyi direkt olarak Allah (c.c.) ve Hz.
Peygamber’den tahsil etme yolunun çarelerini bulmaya gayret göstermişler, neticede keşf, ilham,
vecd gibi kaynaklar yoluyla daha kesin ulaştıklarını ifade etmişlerdir. İbn Arabî’ye baktığımızda
onda da bu bağlamda birçok ifade ve ibareye rastlamaktayız. Örneğin Şam’da yazdığı Füsûsu’lHikem’i bu şekilde yazdığını ifade etmektedir. İbn Arabî’nin bu konudaki sözleri şöyledir:
“Hicretin 627. Yılının Muharrem ayının son günleriydi. Şam’daydım. Allah’ın Rasûlü Hz.
Muhammed Efendimizi gerçek bir rüyada, eline bir kitabı tutarken gördüm. Bana, “Bu” dedi,
“Hikmetlerin Özü kitabıdır. Al bnu ve insanlara duyur. Herkes yararlansın.” Allah ve elçisinin
buyruğuna uymak, emir sahiplerinin emirine itaat etmek gerekir diye düşündüm. Ulu Peygamber’in
bana işaret ettiği gibi, ne eksik ne fazla olmaksızın, Füsûsu’l-Hikem adlı bu kitabın insanlara
açıklanması konusundaki umudumu gerçekleştrdim. Bunda tamamen Allah’ın rızasını gözettim.
Amacım da çabam da temiz idi.”899
İbn Arabî’nin kendi eliyle yazdığı bir eseri, arada herhangi bir sened yokken direkt olarak Hz.
Muhammed’e nisbet etmesi, elbette ki tefsir, hadis, kelam, fıkıh ve diğer temel islamî ilimlerin
usulleri açısından sıkıntılı bir durumdur. Diğer bir taraftan Hz. Peygamber’in hayatta iken insanlara
tebliğ etmesi gereken bazı şeylerin sonradan başka bir şahıs tarafından tebliğ ve tebyin edildiğini
iddia etmek ilmin sınırlarını aştığı gibi, dinin kemâle erdiğini beyan âyetlere ve Hz. Muhammed’in
“tebliğ ettim mi?” sorusuna sahabenin “Evet tebliğ ettin!” diye cevap vermesinden sonra onun
“Şahid ol Ya Rab!” demesine rağmen, asırlar sonra bir takım kitaplar izhar ederek onu Rasûlullah
(s.a.s.)’e nisbet etmek, hem aklın, hem de naklin sınırlarını zorlamaktadır. İbn Arabî’nin bu iddiasını
“Bu eserin Hz. Peygamber tarafından rüyada kendisine verildiğini belirten İbnü’l-Arabî’nin, bu
şekilde eserine kutsiyet atfederek hem daha rahat yayılmasını hem de muhtemel tenkit oklarından
kurtulmayı hedeflediği ifade edilir.” 900 şeklindeki bir mazeretle açıklamanın da hiçbir ikna edici
tarafının olmadığı kanaatindeyiz. Buna karşın İbn Arabî’nin bu iddiasının bir rüyadan ibaret
olduğunu, söz konusu rüyanın da bizim tarafımızdan test edilme imkânının olmaması sebebiyle
sadece sahibini veya sahibine inananları bağlayan sübjektif mütalaalardan ibaret olduğunu ifade
etmekle işin içinden sıyrılabileceğimizi düşünmekteyiz.
İbn Arabî’nin bu tür iddialardan birkaç tanesini daha nakletmekle yetineceğiz. İbn Arabî
sahip olduğu bilgilerin ve bilgilerini dayandırdığı kaynağın filozoflarınkinden farklı ve üstün
olduğunu imaen şöyle demektedir: “Bir gün Kurtuba’da şehrin kadısı Ebû’l-Velîd İbn Rüşd’ün
huzuruna girdim. Halvetimde, Allah’ın bana açmış olduğu şeyleri duyup öğrendiği için benimle
karşılaşmak istemişti. Duyduklarından dolayı şaşkınlığını izhar ediyordu. Babamın arkadaşlarından
birisi olduğu için babam İbn Rüşd’ün arzusu üzerine benimle bir araya gelsin diye bir vesileyle beni
ona gönderdi. O esnada bıyıkları henüz terlememiş bir delikanlıydım. Huzuruna girdiğimde sevgi ve
saygıyla kalkıp beni kucakladı ve şöyle dedi: - Evet! Ben de cevap verdim: - Evet!’ Onu anladığımı
düşünerek mutluluğu daha da arttı. Sonra, sevincinin sebebinin farkına vardım ve ona ‘hayır’ dedim.
Bunun üzerine üzüldü, yüzünün rengi değişti. Düşündüğü şeyde şüpheye düştü. Bana şöyle dedi: ‘Senin keşf ve feyz-i ilâhî’de bulunduğun şey mantık/nazarın bize verdiği şey midir?’ Ona hem ‘evet’
hem ‘hayır’ diye cevap verdim. Bu ‘evet ve hayır’ arasında ruhlar yerlerinden, boyunlar
898
M. Mustafa Çakmaklıoğlu, “İbnü’l-Arabi’nin Marifet Teorisi Açısından Aklın Değeri”, Manas Journal of Social
Studies ( MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi ), 2016 Cilt: 5 Sayı: 3 s. 140-142.
899
Muhyiddin İbn Arabî, Füsûsu’l-Hikem, terc. Abdülhalim Şener, Sufi Kitap Yayınları, İstanbul, 2015, s. 9.
900
Kavak, a.g.m., s. 56; İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 47; Abbas Azzavi, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve ğulâtu’ttasavvuf”, el-Kitâbu’t-tizkârî Muhyiddini’bni’l-Arabî, Kahire: Dâru’l-Kâtibi’lArabî li’t-Tibâati ve’n-Neşr, 1969, s. 135.
cesetlerinden fırlar, deyince benzi sarardı, titreme geldi, birden (sanki elli yaş) yaşlandı. Ne demek
istediğimi anlamıştı. İşte bu, kutup imamın, başka bir ifadeyle müdâviu’l-kulûm’ün zikretmiş olduğu
meselenin aynısıdır. İbn Rüşd sahip olduğu bilgiyi sunup (bizim söylediğimize) uygun veya farklı
olup olmadığını öğrenmek için daha sonra da babamın tavassutuyla bizimle bir araya gelmek istedi.
Çünkü kendisi fikir ve teorik düşünce mensubuydu. Ardından halvete cahil girip ders görmeden ya da
araştırma, okuma ve kitapları inceleme olmaksızın bu şekilde dışarıya çıkan birisini gördüğü bir
devirde yaşadığı için Allah’a şükretti. (Benim tecrübem hakkında) şöyle demiştir: ‘Bu bizim kabul
ettiğimiz fakat mensubunu görmediğimiz bir hâldir. Kapıların kilitlerini açan o hâl mensuplarından
birisinin bulunduğu bir zamanda bulunduğum için Allah’a hamd ederim. Bana onu gösterme
ayrıcalığını bahşeden Allah’a hamdolsun.”901 İbn Arabî başka bir münasebetle şunları ifade
etmektedir: “İbn Rüşd ile ikinci kere karşılaşmak istedim. Bunun üzerine, İbn Rüşd misâl âleminde
bir surete yerleştirildi ve orada aramızda ince bir perde vardı. Bu perdeden ben ona bakıyor, o ise
beni görmüyor ve nerede bulunduğumu bilmiyordu. Kendisiyle ilgilenmek onu benden alıkoymuştu.
Bunun üzerine şöyle düşündüm: ‘İbn Rüşd’ün sahip olduğumuz hâle ulaşması irade edilmemiş!’
Onunla 595 yılında Merâkeş’te Hakk’a rücû ettiği yıla kadar bir daha bir araya gelmedim.”902
İbn Arabî’nin bu tür söylemlerini örnek alan muhibleri de benzer ifadeler sarfetmektedirler.
Örneğin Mahmut Esat Kılıç şöyle der: “Mekke’de Kâbe’nin karşısında murakabede Hacerü’lEsved’e yönelik iken almış olduğu “Kalk ve Anadolu’ya git!” emr-i ilâhîsi üzerine Anadolu’ya
yolculuğu başladı. Buna biz sevk-i ilahî diyoruz. Yani Anadolu’ya gelişi kendi iradesi ile
olmamıştır.”903 Bu “ilâhî nisbet” Allah’ın bir insanın hayatı üzerindeki takdir ve tahlik sıfatlarının
tecellisi olmak bağlamında bir “kader meselesi” olarak mı, yoksa Allah’ın bilim ve din meselelerine
direkt müdahalesi şeklinde “özel bir bilgi aktarma yolu” olarak mı düşünülmektedir, bunun daha net
ifadelerle açıklanması gerekmektedir. Aksi takdirde “vahiy” veya “vahiy benzeri” bir bilgi çeşidi ile
karşı karşıya kaldığımız düşünülecektir.
İbn Arabî’nin bu özel bilgi kaynağı, sadece irfanî meselelerde söz konusu edilmemiş,
hadislerin sıhhat durumlarının ortaya konulması, Hz. Peygamber’e isnad ve izafesinin test edilmesi
açısından da devreye girmiştir. Nitekim bir hadis hocası olan Seyyit Avcı bu konuda yazdığı
makalesinde şöyle demektedir: “İbn Arabî’de hadislerin keşif yoluyla tashihi fikri çok erken
dönemde başlamış, kendisi daha Mağrib’de bulunduğu 598/1201 yılında kendisinin kurbet makamına
ulaştığını, hadisleri keşif yoluyla alabilecek bir kişinin mutlaka kurbet mertebesine yükselmesi
gerektiğini söylemiştir. İbn Arabî, henüz hiçbir hadis kitabını tanımadan, keşif ve ilham yoluyla Hz.
Peygamber’le irtibat kurmuş, daha sonra öğrendiği hadislerin keşfen müşahede ettikleriyle
çelişmediğini ifade etmiştir. Nitekim İbn Arabî, keşif yoluyla Hz. Peygamber’in sûretinden ilim
aldığını açıklarken kendisinin daha önce ne âlimlerden, ne de kitaplardan öğrendiği şer’î hükümlerin
bir çoğunu bu suretin bir benzerinden aldığını, şer’î hükümlerle ilgili olarak bu suretin kendisine
söylediklerini memleket âlimleri içinde hadis ilmi ile fıkhî mezheplerin ihtilafını bilen birisine
anlattığında, kendisinin bildirdiği her konuda bir harfi bile eksiksiz Hz. Peygamber’den sahih bir
hadis rivayet edildiğini söylediğini, hatta o âlimin bu duruma şaşırdığını, meselâ namazda her eğilme
ve doğrulmada iki elin kaldırılmasıyla ilgili olarak gördüğü hadisin de bunlardan biri olduğunu,
halbuki yaşadığı beldede fakihlerden hiç birisinin bu görüşte olmadığı gibi bunu yapanın da
bulunmadığını, böyle bir uygulamayı daha önce de hiç görmediğini, bu durumu muhaddislerden olan
Muhammed b. Ali el-Hâc’a arzettiğinde kendisine bu konuda Hz. Peygamber’den Müslim’in
Sahîh’inde zikrettiği bir hadis rivayet ettiğini, Müslim’in bu rivayetine hadisleri mütâlaa ettiğinde
vakıf olduğunu belirtmiştir. İbn Arabî, Fütûhât’ı yazarken takip ettiği yolu izah ederken yine keşfe
dayandığını, kendisinin başka eser ve müelliflerin yolundan gitmediğini, çünkü her müellifin kendi
iradesinin etkisi altında kaldığını, zira müellifin eserinde kendi tercihinin sınırları içinde ve özellikle
yaymak istediği bilgisinin tesirinde dilediğini ifade ettiğini, eser sahibinin bilgisinin sonuçlarını
901
Kadir Özköse, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin İbn Rüşd ile Görüşmesi”, Tasavvuf İlmî ve
Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23, s. 223-224.
(Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Fütühât-ı Mekkiyye, tahk.: Osman Yahya, Kahire 1985, c. II, s. 372373; c. V, s. 105.’den naklen)
902
İbnü’l-Arabi, Fütühât-ı Mekkiyye, c. II, s. 373.
903
Mahmud Erol Kılıç, “İbn-İ Arabî’yle "Zaman'ın Ruhu’nu Okumak”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi
(İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), [2009], sayı: 23, ss. 54.
yazarken ele aldığı konuların hakikatını ortaya koymak zorunda olduğunu, halbuki kendisinin böyle
olmadığını, kendisine verilen bilgilerin ancak ilahi makamın kapısında bekleyen, kendisine kapıdan
açılacakları gözetleyen, muhtaç ve her türlü bilgiden yoksun kişinin kalbinde oluşan bilgiler
olduğunu ifade etmiştir. Keşif yolunun kurucusu olarak kabul edilen İbn Arabî, bu iddialarını
eserlerinde açıklamış, keşifle ilgili görüşlerini fevkalâde bir cesaretle savunmuştur. Füsûs’taki
bilgilere göre, İbn Arabî'nin halife ünvanını verdiği bu kamil insanlardan bazen bir meselede o
konudaki hadise ters düşen bir söz duyulabilir. Halk bu sözün içtihattan kaynaklandığını, aksi
takdirde hadise aykırı bir beyanda bulunulamayacağını sanır. Halbuki durum böyle değildir. Belki bu
halife nazarında o hadis keşfen sabit olmamıştır. Eğer sabit olsaydı o hadisle hükmeder, aksi
istikametteki içtihattan vazgeçerdi. Bu fikirleriyle İbn Arabî, kaynaklarda mevcut her hadisin sahih
olmadığını, ulemanın sahih zannettiği bazı hadislerin, keşif sahipleri tarafından tashih edilmediğini
belirtmektedir. Nitekimel-Fütûhatu'l-Mekkiyye adlı hacimli eserinin değişik bablarında buna işaret
etmiştir. İbn Arabî'ye göre senedi yönünden sahih olan nice hadisler vardır ki, mükaşif onu Resûl-i
Ekrem (s.a.)'e sorar. Resûl-i Ekrem onu kabul etmez, “Ben böyle bir şey demedim, bununla
hükmetmedim” buyurur. Böylece o mükaşif, bu hadisin zayıf olduğunu bilir ve onunla ameli
terkeder. Her ne kadar tarikinin sıhhati sebebiyle hadisçiler o hadisle amel etse de gerçekte öyle
değildir. Nitekim Sahîh-i Müslim'in baş tarafında böyle bir rivayet vardır. Mükaşif, ehl-i nakle göre
sahih olan bu hadisin senedini kimin uydurduğunu bilir. Ya şahsın ismi kendisine açıklanır, ya da o
şahsın sûreti kendisine gösterilir. Yine senedinin zayıf olması sebebiyle kendisiyle amelin
terkedildiği nice zayıf hadisler vardır ki, gerçekte sahihtir. Sened içindeki yalancı râvi bir hadis
uydurmadığı ve doğru söylediği halde muhaddis ona güvenmediğinden onu reddeder. Bu râvi tek
kaldığı ve medâr-ı hadis olduğu zaman da böyledir. İbn Arabî, Fütûhat'ın bir başka yerinde ise bu
zatların keşiflerinde Resûl-i Ekrem (s.a.)'i gördüklerini, Resûl-i Ekrem'in kendilerine nakil yönünden
zayıf olan hadisleri tashih ettiğini haber vermiş, kendisinin ulaştığı manevi makamı bir tahdis-i nimet
kabilinden zikrederek, kendisinin Resûl-i Ekrem (s.a.)'e bütün hadisleri rzettiğini, onun kendisine
nakil yönünden sahih olan pek çok hadis için o hadisleri söylemediğini, yine rivayet açısından zayıf
nice hadisler için ise onları ifade ettiğini belirtmiştir. İbn Arabî 'nin bu sözleri kuru bir iddiadan
ibaret kalmamaktadır. Gerçekten o, keşif yoluyla tashihine inandığı bazı hadisleri eserlerinde
zikretmeyi ihmal etmemiştir. Gerek Fütûhât'ta gerekse diğer eserlerde tespit edebildiğimiz örnekler
vardır.”904
İbn Arabî Fütûhatı yazma sebeplerini açıklarken şöyle demektedir: “İlâhî ilim, eksikliklerden
münezzeh ve yüce olan Allah’ın ta’limini ilham ve ilka yoluyla, aynı şekilde kişinin kalbine Ruhu’lEmini indirerek gerçekleştirdiği ilimdir. İştre bu kitap da bu tarzdandır. Allah’a yemin olsun ki biz
bu kitapta bir harfi bile imlâ-i ilâhi, ilkâ-i Rabbânî, nefes-i rûhânî kevnî zihnimize gelmeden
yazmadık. İşte yaptığımız bundan ibarettir. Bununla birlikte biz, yeni bir şeriat getiren bir
resullerden ve insanları yeni şeylerle mükellef kılan nebilerden değiliz. Zira teşriî risâlet ve teklifi
nübüvvet Rasûlullah (s.a.s.) ile birlikte sona ermiştir. O halde ondan sonra ne şeriat getirci bir resul,
ne de teklif getirci bir nebi gelmeyecektir. Buna göre bizim bu ilmimiz, sadece Allah’ın
peygamberlerinin dili üzerine teşri kıldığı bir bilgi türü, hikmetten ve levh-i vücûdda yaratmış olduğu
âlemin harflerinden ve hakkın kelimelerinden ibarettir. Binaenaleyh ilahî tenzil sona ermemiştir.
Belki o, dünyada ve ahirette bir süreklilik arzetmektedir. Bizim bunu söylememiz, bazı vehme düşen
mütevehhim insanların ben ve benim emsalimin nübüvvet iddiasında bulunduğunu düşünmelerini
engellemektir. Hayır Vallahî! Nübüvvetten geriye sadece özel olarak Hz. Muhammed (s.a.s.)’in izi
üzerinde takip edilen bir mirâs ve sülük kalmıştır. Gerçi onun nübüvveti umum halkın hepsini de
ilgilendirmektedir. Ancak bizim gibilerinde de ondan geriye kalan mübeşşirat, mekarim-i ahlak, hıfzı Kur’an gibi Nübüvvet cüz’leri miras kalmıştır.”905
İşte nübüvvet iddiasının reddi ve sadece peygamberlikten kalan ilim ve hikmet irsiyyetinin
itirafı şeklindeki bu ikaz ve uyarıya rağmen, İbn Arabî’nin bu tür iddiaları veya ifadeleri, ulema
nezdinde hem tenkit, hem de takdir çabalarını harekete geçirmiş, bu nedenle lehinde ve aleyhinde
904
Seyit Avcı, “Keşif Yoluyla Hadis Rivayeti Meselesi”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi IV (2004), Sayı: 4, s.
168-169; İbn Arabî, Fütûhât, I, 127, 150, 187, 224, 483, 591, 758, 774, II, 32, 61, 322, 376, III, 13, 131, 343, 526, 549,
IV, 3,28’den naklen) Bu tür hadislere gösterdiği örnekler (16 adet hadis) için bkz. Avcı, a.g.m., s. 170-174.
905
İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye, 3/595.
birçok görüşler belirmiştir.
b. Vahdet-i vücut inancının tevhid akidesine aykırı oluşuna dair tenkit:
İbn Arabî’nin en çok eleştirilen görüşü, vahdet-i vücûd görüşüdür. Bu görüşün İslâm’da
olmadığı ve diğer din ve felsefelerden dinin içine sızdırılıp böylece tevhid akidesinin bozulmaya
çalışıldığı iddia edilmektedir. İbn Arabî’nin muhâlifleri onun hayatını adadığı vahdet-i vücut
görüşünü şöyle anlamaktadırlar: “Vahdet-i vücud akidesi şu demektir: Allah (c.c.) ile âlem birdir.
Her ikisi de aynı şeydir. Buna göre vahdet-i vücut inancı Allah ile âlemi bir tutan bir felsefî görüştür.
Bu inanca göre tek bir varlık vardır, o da Allah’dır. Onun dışındaki her şey onun araz ve
belirtileridir.”906
İbn Teymiyye’ye göre ise “vahdet-i vücud, aynların varlığı bizzat Hak Teâlâ’nın varlığının
aynısıdır. Buna göre kâinatta mevcut olan güneş, ay, felekler, hayvanlar, insan, hatta şeytan ve
cinler, tahkir edilen varlıklar ve necis şeylerin tümü Allah’ın zatından başka bir şey değildir.”907
Vahdet-i vücutçulara göre kâinatın ve varlığın herhangi bir gerçekliği bulunmamakta ve Allah’tan
başka her şey hayalden ibarettir. İbn Arabî “Kâinat bir hayalden ibarettir.” derken, Davûd-i Kayserî
“Varlık, vehimlerden ibarettir.” demiştir. Aynı akideyi savunan İbn Seb’în de şöyle demiştir: “Allah
(c.c.) tek vardır (sadece Allah vardır.) O hem yardım eden hem de yardım edilendir. O, zâhir olan
her şeyin aynıdır. O, her mananın anlamıdır. (Zahirde göründüğü gibi) Batın diye isimlendirilmesi
de hakdır. Zira o zahir olan her şeyin bizzat kendisidir.”908 İbn Arabî ve tabilerinin bu ifadelerini
Alah ile kâinatı bir tutma anlamında izah edenlere göre vahdet-i vücûd anlayışı küfür ve şirk
anlamına gelmektedir.909
Sehâvî İbn Arabî aleyhindeki fetva ve mütalaaları serd ederken, onun vahdet-i vücûd
görüşünü şu ibaresine dayandırmaktadır:
" بل يراه عين كل شيء, "وإن العارف من يرى الحق في كل شيء
“Şüphesiz ki arif, Hakk’ı her şeyde görendir. Hatta onu her şeyin aynı olarak görendir.”
Sehâvî’ye ve onun görüşlerini naklettiği âlimlere göre bu ifade, Yahûdî ve Hıristiyanların düştüğü
şirkten daha büyük bir küfürdür. Zira bu ifade, her şeyin ilah olduğu, aynı şekilde Allah’ın eşek,
domuz ve köpek gibi varlıkların bile aynında mevcut olduğu, hatta putlara ibadetin gerçekte Allah’a
ibadet etmek olduğu anlamına gelmektedir.910 Sehâvî selef ve haleften bir çok âlimden nakiller
yaparak İslâm tarihinde muteber olarak görülen ve itikad, ibadet ve muamelatta içtihadıyla amel
edilen tüm âlimlerin hulûl ve ittihad manasına gelecek tüm batıl itikatlarla birlikte vahdet-i vücûd
inancını da red ettiklerini belirtmektedir.911
Bikâî de İbn Arabî’nin vahdet-i vücûd anlayışını şöyle özetlemektedir: “Bu âlemin dışında
hiçbir şey yoktur. İlah ise, cüziyyatının zımnında varlığı bulunan bir küllî şeydir. Bu düşünce de iyice
kavrayanların göreceği gibi, aslında ilah diye bir şey yoktur anlamına gelmektedir.” 912
İbn Arabî’nin vahdet-i vücûd anlayışını bu şekilde tarif edip karşı çıkanlar, onun
ifadelerinden tam anlamıyla “panteizm” düşüncesini çıkarmaktadırlar. Bu nedenle de onun bu
felsefesinin aslında kadim din ve felsefelere, örneğin Eski Yunan Felsefesine dayandığını ve çağdaş
felsefede Spinoza’nın görüşlerine benzediğini belirtmektedirler.913 Böylece biz, vahdet-i vücûd
karşıtı âlimlerin İbn Arabî, İbn Seb’in ve İbn Fâriz’i tekfir ettiklerini görmekteyiz. 914 Ancak burada
şuna dikkat çekmek gerekmektedir: “Vahdet-i vücûd” ile “vücûdiyye” anlayışını birbirine
karıştırmamak için, kıyas yaparken nüans farklarını gözden kaçırmamak gerekmektedir. 915 Nitekim
Ferid Kam de bu konuda şöyle bir uyarı yapmıştır: “Panteizm ve vahdet-i vücûd arasından şekil
906
Ahmed b. Ahmed Belhamr, a.g.e., s. 90.
İbn Teymiyye, Fetâvâ, 2/160.
908
Ahmed b. Ahmed Belhamr, a.g.e., s. 91; Kayserî, Şerhu Füsûsi’l-Hikem, 2/4; İbn Seb’în, Resâil, 91-92.
909
Ahmed b. Ahmed Belhamr, a.g.e., s. 92-93.
910
Sehâvî, el-Kavlü’l-Münbî, (Belhamr Tahkiki), s. 137.
911
Sehâvî, el-Kavlü’l-Münbî, (Belhamr Tahkiki), s. 137-200.
912
Bikâî, Tenbîhü’l-Gabiy, s. 19.
913
Ahmed b. Ahmed Belhamr, a.g.e., s. 92-94.
914
El-Bikâ’î, Tenbîhü’l-Gabiy, s. 213-217; Sehâvî, el-Kavlü’l-Münbî, (Belhamr Tahkiki), s. 110-115.
915
Vahdet-i vücûd ve panteizm gibi düşünce sistemlerinin farklı tarafları konusunda geniş bilgi için bkz. Hüsamettin
Erdem, Panteizm ve Vahdet-i Vücud Mukayesesi, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1990; Hür Mahmut Yücer, “Kitap
Tanıtım Ve Değerlendirmeleri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10
[2009], sayı: 23, s. 701-706.
907
bakımından benzerliğe bakıp aralarındaki manevi farkı dikkatimizden kaçırmamalıyız. Bu fark iman
ile ilhâd arasındaki farkın aynısıdır.”916
4.3. İbn Arabî’nın lehinde yapılan müdafaa gayretleri
Buraya kadarki malumattan anlaşıldığı gibi, İbn Arabî’nin serd ettiği görüşler, bir çok alim
nezdinde ihtilaf ve itiraza sebep olduğu gibi, büyük bir alim zümresi tarafından da kabul ve iltifat
görmüştür. Onunla ilgili yapılan tenkit ve tekfir iddiaları, ileri sürdüğü görüşlerin itikadî açıdan bir
sorun oluşturup oluşturmadığı esasına dayanmaktadır. Bununla birlikte onu müdâfaa etmek amacıyla
kaleme alınan eserlere ve resmi veya gayr-ı resmî makamlar tarafından onu tebrie etme amacını
taşıyan fetvâlara baktığımızda şu temel sorulara cevap aranmaya çalışıldığını görmekteyiz: “İbnü’l‐
Arabî’nin itikâdı sahih midir, velâyeti kabul edilebilir mi? Onun Fusûsu’l‐hikem, el‐ Fütûhâtü’l‐
Mekkiyye ve et‐Tedbîrâtü’l‐ilâhiyye gibi eserlerini okumak, okutmak ve onlarda yer alan Firavun’un
imanı gibi hususlara inanmak ve bunlarla amel etmek dinen doğru mudur? Şeyhin eserlerinin
yakılmasını emreden ve en büyük kâfir olduğunu (şeyhu’l‐ekfer) söyleyenin şer‘î açıdan durumu
nedir? Bir vâizin kürsüde İbnü’l‐Arabî’ye sövmesinin, dalâlete ve küfre düştüğünü iddia etmesinin
ve ona tabi olanların da bu sebeple küfre düşeceğini söylemesinin hükmü nedir?”917
Bu konuda yapılan araştırmalar onun hakkında özel fetvalar çıkarıldığını ifade etmektedir.
Örneğin Osman Yahya, konuyla ilgili yaptığı geniş kapsamlı çalışmasında İbn Arabî hakkında isdar
edilen fetavları kronolojik sıraya dizerek uzun bir liste ve şablon halinde eserine almıştır. Buna göre
İbn Arabî hakkında Hicrî 629 yılından 1135 yılına kadar 181 fetva verilmiştir.918 Aynı konuyu bir
makale halinde inceleyen Abdurrezzak Tek, “İbnü’l-Arabî’yi Müdâfaa Amacıyla Kaleme Alınan
Fetvâlar”, başlığı altında 12 adet meşhur alimin onun hakkındaki fetvalarını detaylarıyla ele almıştır.
Aşağıda bunlardan birkaç tanesini örnek olarak ve fetvalarını özetleyerek sunacağız:919
1. Ebü’l‐Kâsım Abdullah b. Hasan el‐Beyzâvî: “İbnü’l‐Arabî’nin eserlerine gelince; bunlar
coşkun denizler gibidirler ki, içlerindeki cevherlerden dolayı ne evveli ne de sonu bilinir. Hiç
kimseye onun eserlerine benzer kitaplar yazmak nasip olmamıştır. Bununla birlikte Cenâb‐ı Hak
onun kitaplarının değerini bilmeyi sadece ehline tahsis etmiştir. İbnü’l‐Arabî’nin kitaplarının bir
özelliği de şudur ki, onları okuyan ve mütalaaya devam eden kimse çözülmesi zor olan hususları ve
problemleri kolaylıkla çözebilir.”920
2. Mecdüddin el‐Firûzâbâdî (ö.817/1415): “Muhyiddin İbnü’l‐Arabî bilgisi ve yaşayışı
açısından şeriat ehlinin imamı, amel ve ilmi açısından tarikat ehlinin mürebbîsi, zevk ve anlayış
itibariyle onların şeyhlerinin şeyhidir. Ona nispet edilen kitapların okunması, okutulması ve ihtiva
ettikleri bilgilerin kullanılmasına gelince, eğer ehli tarafından okunur ve okutulursa caizdir; itikâdı
sağlam olan eserlerine bakabilir. Bu vasıfları taşıyan bir kimsenin şeyhin eserlerine bakması (dinî
hususlardaki) müşküllerini çözmesine yardımcı olacaktır. Zaten aksi düşünülemez. Zira İbnü’l‐Arabî
Kur’ân‐ı Kerîm’i yetmiş küsür ciltte tefsir etmiş, “Ona tarafımızdan bir ilim öğretmiştik” âyetine
kadar gelmiş ve bu âyette iken Cenâb‐ı Hak şeyhin ruhunu almıştır. Bütün bunlar İbnü’l‐ Arabî
hakkında en büyük, en tam ve en güçlü delillerdir. Öyle ki bu hususu ancak inatçı ve münkir olan
inkâr edebilir.”921
3. İbn Hacer el‐Askalânî (ö.852/1449): “İbnü’l‐Arabî sahili olmayan engin bir deniz gibidir.
Öylesine büyük bir okyanustur ki dalgalarının sesi duyulmaz. İbnü’l‐Arabî’yi vasfedebilecek ne bir
sıfat ne bir hâl ne de bir makâm vardır. Kim ben şeyhi anlattım derse bilsin ki onun hakkında hiçbir
916
Bkz. Ferid Kam, Vahdet-i Vücûd, s. 80-98; Süleyman Uludağ, “Ferîd Kâm ve Vahdet-i Vücûd Adlı Eseri”, Tasavvuf
İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], Sayı: 23, s. 27-28; Selçuk Eraydın,
Tasavvuf ve Tariikatler, İfav Yay., İstanbul, 1994, s. 209-301.
917
Tek, a.g.m., s. 282.
918
Bkz. Osman Yahya, Mukaddime, s. 48-65.
919
Geniş bilgi iin bkz. Tek, a.g.m., s. 281-301.
920
Süleymaniye Kütüphanesi Nâfiz Paşa bölümündeki 685 numaralı yazmada fetvânın, Tefsir
ve Tavâli‘ sahibi Kadı Beyzâvî tarafından kaleme alındığı belirtilmektedir. Bk. Süleymaniye
Ktp., Nâfiz Paşa, no: 685, vr. 2b‐3a. Fetva ile ilgili ayrıca bakınız; Süleymaniye Ktp., Hâlet
Efendi, no: 271, vr. 33b‐34a; Lâleli, no: 3720/9; Hacı Mahmud Efendi, no: 2522.
921
Hulûsi Kılıç, “Firûzâbâdî”, DİA, c. XIII, s. 142‐145; Tek, a.g.m., 284.
bilgisi yoktur.”922
4. Celâleddin es‐Suyûtî (ö.911/1505): “Geçmişte ve günümüzde İbnü’l‐Arabî hakkında
ihtilaf eden insanlar temelde şu üç guruba ayrılmışlardır. Bunlardan ilk grup; onun velî olduğuna
inananlardır ki, doğrusu da budur. Mâlikîlerin imamı Tâceddin b. Atâullah ve Afîfüddin el‐Yâfi‘î bu
gruptandır. İbnü’l‐Arabî’nin velâyetine inananlar onu çokça övmüş ve onun marifet sahibi olduğunu
söylemişlerdir. İkinci grup, İbnü’l‐Arabî’nin dalâlete düştüğünü zannedenlerdir, fakihler böyledir.
Üçüncü grup ise İbnü’l‐Arabî (şeyh) hakkında susmayı tercih edenlerdir. Hâfız ez‐Zehebî Mîzân adlı
eserinde böyle yapmıştır. Öte yandan başlangıçta sûfîler ve İbnü’l‐Arabî hakkında iyi düşünmeyip
sonrasında bu fikrinden vazgeçenler de olmuştur ki, İzzeddin Abdüsselâm bunlardandır. Abdüsselâm
önceleri İbnü’l‐Arabî’nin değerini düşüren sözler sarfederken sonrasında onun kutup olduğunu
söylemiştir… Diğer taraftan Şeyhülislam Şerefuddin’e İbnü’l‐Arabî hakkında sorulduğunda sükût
etmiş ve bunun daha doğru olduğunu söylemiştir. Zira ona göre Şeyh hakkında iyi veya kötü bir şey
söylemeyip susmayı tercih etmek takvâ sahibi kişilere uygun olan bir tavırdır.”923
5. Ebû Yahya Zekeriyya el‐Ensârî (ö.926/1520): “İbnü’l‐Arabî ve ona bağlı olanlar
müslüman ve iyi kimselerdir. Sözleri diğer sûfîlerin kullandıkları sözlere benzer. Bu söz ve
ıstılahlarla kastettikleri şey doğrudur. Zira İbnü’l‐Arabî’nin veli olduğu hususunda Şeyh Tâceddin b.
Atâullah ve Şeyh Abdullah el‐Yâfi‘î gibi birçok âlim ve ârif hem fikirdir. İbnü’l Arabî’nin
eserlerinde zikrettiği “Tevhid denizine dalan kimsenin zâtı Hakk’ın zâtında, sıfatları da O’nun
sıfatlarında kaybolur. Böylece kişi mâsivâdan bütünüyle uzaklaşır.” şeklindeki sözlerin hulûl ve
ittihad olarak değerlendirilmesi ibare ve ifadenin yetersizliğinden dolayıdır. Yoksa zannedildiği gibi
değildir. Allah’a yemin olsun ki, şeyh bildiğini yazmış, şâhid olduğunu da bilmiştir. Yani o eşyanın
hakikatine şahid olmuştur. Fakat aklın bunu idrak etmesi mümkün değildir. Sonuç olarak denilebilir
ki şeyh söz konusu olduğunda sözlerinin ve sözleriyle murad ettiklerinin doğru olduğunu kabul
etmek daha doğrudur.”924
Bu zatların dışında İbn Hacer el-Heytemî, Abdülvehhâb Şa’rânî, Alauddin Muhammed b. Ali
el-Haskafî, İzz b. Abdsselâm, Şihâbuddîn es-Sühreverdî gibi daha nice âlimler de İbn Arabî’nin
velâyet derecesi yüksek bir Allah dostu olduğunu ve ifadelerinin bağlamından koparılmadan, kendi
iç tutarlılığı açısından değerlendirldiği takdirde şeriate aykırı bir şey taşımadığını söylemişlerdir.
Bununla birlikte Şerefuddîn el-Münâvî, Hafız ez-Zehebî gibi bazı âlimler de hakkında sükût etmenin
ve hükmünü Allah’a havale etmenin daha iyi olduğunu belirtmişlerdir. İbn Haldûn da onun eserleri
üzerinde tıpkı Herevî, İbn Seb’în, İbn Afîf ve İbn Fâriz benzeri birçok tasavvuf âliminin eserlerinde
olduğu gibi tashif ve tahriflerin yapıldığına işâret etmektedir.925 Binaenaleyh halk nezdinde evliya
olarak bilinen ve eserleri kıymetli pahalarla satılan âlimlerin kitaplarının istinsahında acelecilikten
kaynaklanan tahriflerin yanı sıra dini yozlaştırmak ve Müslümanları ifsad etmek amacıyla zındık,
mülhid, müfsid ve din düşmanlarının hile ve desiselerini de göz ardı etmemek gerekmektedir.
Bütün bunlardan anlaşıldığı gibi, İbn Arabî’yi müdafaa eden âlimler, bir âlimin veya arifin
ilim irfan derecesini değerlendirmekten aciz şahıslar değildirler. Bunların her birisi, İslâm dünyasının
ender âlimlerindendir. Ayrıca hepsinin de hem tasavvuf, hem de diğer ilimlerin tümünde eserleri ve
derin müktesebatı vardır. Bu zatlar İbn Arabî’yi hariçten değerlendiren ve onun talebeleri veya
müritleri arasında yer almayanlardır.
Ancak bazı âlimler de vardır ki, onlar İbn Arabî’den direkt olarak etkilenmiş ve hayatlarını
onun eserlerinin yazım ve tashihine, görüşlerinin tekmil ve tenşirine adanmıştır. Bu çerçevede
baktığımızda şunu görürüz: İbnü’l-Arabî’nin görüşleri, başta talebeleri İbn Sevdekin (ö.646/1248),
Sadreddin el-Konevi (ö.673/1274) ve Afifüddin et-Tilimsânî (ö.690/1291) gibi muhakkikler
vasıtasıyla talim edilmiş ve daha sonra Fahruddin el-Irakî (ö.688/1289), Saidüddin el-Fergânî
(ö.699/1300), Müeyyediddin el-Cendî (ö.700/1300), Abdürrezzak el-Kâsânî (ö.731/1330), Davud elKayseri (ö.751/1350) gibi âlimlerle düzene sokulmuştur. Şeyh’in eserlerinin anlaşılması babında pek
922
Süleymaniye Ktp., Nâfiz Paşa, no: 685, vr. 5a.’den naklen Tek, a.g.m., s. 285.
Süleymaniye Ktp., Lâleli, no: 1512, vr. 53a.’den naklen Tek, a.g.m., s. 286.
924
Ebû Yahya Zekeriya el‐Ensârî, Esna’l‐metâlib şerhu ravzi’t‐tâlib, tahk.: M. Muhammed Tamir,
Dârü’l‐kütübi’l‐ilmiyye, Beyrut 1422/2001, c. VIII, s. 295. Tek, a.g.m., s. 286-287.
925
Bkz. Bahauddîn Muhammed b. Abdilganiy el-Beytâr ed-Dımeşkî, Fethu’r-Rahmâni’r-Rahîm bi Makâleti’l-Cîlî
Abdülkerîm ve’l-Hatm İbn Arabî Muhyiddîn, Tahk. Asım İbrahîm el-Keyyâlî, Nâşirûn, Beyrût, 2013, s. 24-27.
923
çok eserler, şerhler, lugatler kaleme alınmış, O’nun geliştirdiği vahdet-i vücud ekolü tasavvufa ve
tasavvuf literatürüne yeni ıstılah ve tabirler kazandırmıştır. 926
Bazı âlimler de Anadolu coğrafyasında İbn Arabî’nin görüş ve eserlerinin yayılması için özel
çaba sarf etmiştir. Konevî'den itibaren günümüze kadar yedi asır boyunca İbn Arabî ekolünü
ülkemizde devam ettiren bu şahsiyetlerden önde gelen bazıları şunlardır: Dâvûd-i Kayserî, Molla
Fenârî, Muhammed Kutbuddin İznikî, Yazıcızâde Muhammed Efendi, Cemal Halvetî, İdris Bitlisî,
Sofyalı Vali Efendi, Üftâde Muhammed Muhyiddîn, Aziz Mahmud Hüdâyi, Nureddin Musliheddin
Mustafa Efendi, İsmail Ankaravî, Abdullah Bosnevî, Sarı Abdullah Efendi, Karabaş Veli, Atpazarî
Osman Fazlı İlâhî, Niyâzî-i Mısrî, İsmail Hakkı Bursevî, Nasuhî Mehmet Efendi, Abdullah Salâhî-i
Uşşâkî, Harîrîzâde Seyyid Muhammed Kemaleddin, Muhammed Nuru'l-Arab, Ahmed Ziyâeddin
Gümüşhânevî, Salahaddin Yiğitoğlu, Ahmet Avni Konuk ve Nuri Gençosman.927
William Chittick bu konuda şöyle der: “Sadreddin Konevî hocası kadar velût değildir, fakat
altı kitap ve birçok risâle yazmıştır. Aynı zamanda bu ekolde en çok etkiye sahip olan dört müellifin
hocası olmuştur: Bunlar Afüfiddin Tilimsânî, Müeyyidüddin Cendî, Sadeddin Fergânî, Fahreddin
Irakî’dir. Konevî, vefat ettiğinde Şeyh-i Ekber’in öğretilerinin temel nakledicisi olarak tanınmıştı
bile. Onun İbn Arabî’nin öğretilerine en önemli katkısı, sonraki nesillerin okuyabileceği bir tarzda
düzenlenmiş bir sistem geliştirmesidir. Onun kitapları, nispeten daha kısa olmakla birlikte hocasının
eserlerine göre daha sistematik ve sonraki tartışmaların temeli olacak anahtar hususlara odaklanmış
durumdadır. Konevî’nin etkili olmasının nedenlerinden biri, İbn Arabî’nin bakış açısına ilk elden
giriş sağlamak için incelenen bir ana metin olan Fusûsu’l- Hikem’in önemidir. Eserin en etkili ilk iki
şerhi, Konevî’nin kitabın bölüm başlıklarının anlamlarını açıkladığı Fekkü’l-Hutûm’u (el-Fükûk) ve
öğrencisi Cendî’nin şerhidir. Zikredilen ikinci şahıs (Cendî) Abdürrezzak Kâşânî’nin hocası, Kâşânî
ise Dâvud-ı Kayserî’nin hocasıdır.”928
İbn Arabî’nin eser ve görüşlerinin yayılmasında ve müdafilerinin sayısının fazla olmasında
kendisinin daha hayatta iken aldığı tedbirler ve yaptığı savunmaların da etkisi büyüktür. Daha vefat
etmeden evvel söylediği sözlerin hangi noktalara çekleceğini düşünerek savunma moduna girmeden
birçok eleştiri ve itiraza hazır cevaplar vermiştir. Bu nedenle Şam’da bulunduğu ömrünün son
demlerinde eski eserlerinden bir kısmını yeniden gözden geçirmiş, bir kısmını ikinci bir baskı gibi el
yazısıyla yeniden istinsdah etmiştir. Bu konuda Abdülcebbar Kavak şöyle demektedir:
“İbnü’l-Arabî’nin Şam’da geçirdiği son yılları, hem yazılı eserleri hem de canlı eserleri
sayılabilecek olan talebeleri açısından hayli verimli bir dönem olmuştur. Zira talebeleri bir taraftan
onun düşünce dünyasını anlamaya gayret ederken, diğer taraftan şeyhlerine yöneltilen eleştirilere
kendi zaviyelerinden cevap vermek için hazırlık yapma fırsatını bulmuşlardır. XIII. asırda İbnü’lArabî’yi müdafaa eden şahsiyetler içinde İbn Sevdekîn olarak tanınan Ebû Tahir en-Nûrî el-Hanefî
(ö.646/1248), Sa’düddin Muhammed b. el-Müeyyid b. Abdullah el-Cüveynî es-Sûfî (ö. 650/1252),
Şam’ın Şafiî başkadılarından Yahya b. Muhammed Ebu’l-Fadl Muhyiddin, Sadreddin el-Konevî (ö.
672/1274), Afîfüddin Süleyman et-Tilimsânî (ö. 690/1291) ve oğlu Muhammed b. Afîfüddin etTilimsânî ile Emîr Bedrüddin Hasan b. Ali b. Yûsuf b. Hûd, Ebü’l-Kâsım Abdullah b. Hasan elBeyzâvî’nin isimleri sayılmaktadır: 723/1323 yılında Şam’ın Şafiî kadılığına atanan Ali b. İsmail b.
Yûsuf el-Konevî, İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd düşüncesine muhalif olmakla beraber şahsına son
derece bağlı ve saygılı bir sûfî olarak tanınmıştır.929 Yine bu dönemde yaşayan Şeyh Nasr elMünbicî İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini ve akidesini müdafaa etmesiyle bilinen bir sûfîdir. Şâziliyye
tarikatı şeyhlerinden Kuzey Afrikalı Ali b. Meymûn el-İdrisî (ö. 917/1511), bir dönem Şam’a
yerleşmiş ve Şâziliyye tarikatının neşriyle meşgul olmuştur. Bu zat Şam’da iken yazdığı Tenzîhu’s-
926
İhsan Kara, “İbnü‟l-Arabî‟nin Tasavvuf Istılahlarına Etkisi ve Seyyid Mustafa Rasim Efendi‟nin Istılâhât-I İnsân-ı
Kâmil’i Örneği”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü‟l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23, s.
585.
927
İhsan Kara, “İbnü‟l-Arabî‟nin Tasavvuf Istılahlarına Etkisi ve Seyyid Mustafa Rasim Efendi‟nin Istılâhât-I İnsân-ı
Kâmil’i Örneği”, s. 585.
928
William Chittick, “Merkezî Nokta: İbn Arabî Ekolünde Sadreddin Konevî’nin Rolü”, Çev: Betül Güçlü, Tasavvuf İlmî
ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), [2009], sayı: 23, ss. 669-684.
929
Abdulcebbar Kavak, “Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin Şam Tasavvuf Düşüncesine Tesir Kanalları Ve Meşhur Takipçileri”
Universal Journal of Theology Volume I, Issue I, s. 58.
sıddîk an vasfi’z-zindîk adlı eseriyle İbnü’l-Arabî’yi savunan sûfîler arasına katılmıştır.”930
Kavak sözlerine şöyle devam etmektedir: “Yavuz Sultan Selim de Şeyh Mekkî olarak tanınan
Muhammed b. Müzafferüddin (ö. 926/1519)’den İbnü’lArabî aleyhtarlarını tenkit ve itirazlarına
cevap olmak üzere bir eser telif etmesini istemiştir. Şeyh Mekkî’nin Farsça olarak kaleme aldığı elCânibü’l-garbî fî halli müşkilât-ı Şeyh Muhyiddin İbnü’lArabî931 adlı eseri ile Şeyhülislam İbn
Kemal (ö. 940/1534)’in İbnü’l-Arabî’yi tebriye eden fetvası, Osmanlı imparatorluğunda İbnü’l-Arabî
ve düşüncelerine uygulanan resmi çekince ve ambargonun kaldırıldığı anlamını taşımaktadır. Bu
tarihten sonra Anadolu başta olmak üzere birçok bölgede İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini yansıtan
Türkçe, Arapça, Farsça ve Kürtçe manzum ve mensur eserlerin çoğalması tesadüfi değildir. İslam
dünyasının hemen her bölgesindeki âlim ve sûfîler arasında aleyhinde oluşan kamuoyuna rağmen,
İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerinin pekçok tarikat mensubu tarafından benimsendiği ve savunulduğu
görülür. Şam’da da durum farklı olmamış ve faaliyetleriyle toplumsal kabul görmüş tarikatlardan
Kadiriyye, Sühreverdiyye, Şâziliyye, Mevleviyye, Halvetiyye ve Nakşbendiyye mensuplarından
İbnü’l-Arabî’nin lehinde eser telif edenler veya onun eserlerini şerh ederek destek verenler çıkmıştır.
Bunlardan biri olan Şamlı Abdülganî Nablusî (ö. 1143/1731), yazdığı Reddü’l-metîn alâ muntakidi’lârif Muhyiddin, er-Raddu alâ men tekelleme fî İbn Arabî, Risâletün fi’z-zebbi ani’ş-Şeyh Muhyiddin,
Îzâhü’l-maksûd fî ma’nâ vahdeti’l-vücûd, Takrîbü’l-kelâm ala’l-ifhâm fî ma’na vahdeti’l-vücûd, esSirrü’l-muhtabî fî Darîhi’bni’l-Arabî, Kasîdetün fî medhi’ş-Şeyhi’l-Ekber, adlı eserleriyle İbnü’lArabî ve tasavvuf anlayışını müdafaa etmiştir. Yine onun gayretleriyle, XVII. asrın ikinci yarısından
itibaren İbnü’l-Arabî ve eserlerine olan ilgi artmış, Fusûsu’l-Hikem ve el-Fütühâtü’l-Mekkiyye adlı
eserleri başta olmak üzere telifatıyla ilgili çalışmalar yoğunlaşmıştır. Bu arada Seyyid Muhammed
Şerîf el-Ğazzî (ö. 1203/1788) gibi İbnü’l-Arabî’nin mezar taşına yazılı olan beyte tahmis yazmak
suretiyle, Ekberiyye Mektebine olan bağlılığını ve İbnü’l-Arabî’ye olan sevgisini izhar etmeyi tercih
edenleri görmek de mümkün olmuştur.”932
İbn Arabîyi müdafaa eden önemli şahsiyetlerinden birisi de İmam Şa’rânî’dir. Bu bağlamda
yazmış olduğu el-Kıbrîtü’l-Ahmer adlı eserinde, şeyhi tenkit edenlerin zahiri ilimlerin âlimleri
olduğunu, bunların da sûfîlerin irfânî iksirinden müstefîd olmadıklarını belirttikten sonra, el-Fütûhatı Mekkiyye’nin tasavvuf ve irfan konusunda en cami, en güzel ve şeriatın maksat ve esaslarını en
cami şekilde ele alan eser olduğunu belirtmektedir. Şa’rânîye göre İbn Arabî, yazdığı bu kitabının ve
savunduğu görüşlerinin hiç birisinde Kur’an ve Sünnet’e aykırı bir şey olmadığını, meclislerde
konuştuğu ve kitaplarında yazdığı her şeyin Kur’an’ın hazinelerinden fışkırdığını, bunların düşünce
ve fikir mahsulü değil, ilham ve keşif eseri olduğunu, başka bir ifadeyle imla-i ilâhî, ilka-i Rabbânî,
nefes-i rûhânî, feyz-i ilâhî olduğunu ve hepsinin enbiyanın mirasçısı ve tabiî sıfatıyla ifade edildiğini
ifade etmiştir. Bu nedenle İbn Arabî’nin söylediklerinde İslam itikadına, Kur’an ve Sünnet’e aykırı
bir şey olmadığını belirtmektedir.933 İmam Şa’rânî’nin İbn Arâbî’nin eser ve görüşleri hakkında bir
de uyarısı bulunmaktadır. Buna göre zamanında İbn Arabî’ye nisbet edilen ve tekfir edilmesine
vesile kılınan bazı görüşlerin, onun eserlerinin istinsahı esnasında tahrif ve ekleme olduğunu tesbit
ettiğini söylemektedir. Örneğin “Şeyh Muhyiddin’in “cehennem ehlinin oraya girerken lezzet
çekeceklerini” ifade eden kişiler vallahi yalan konuşmuş ve ona iftira atmışlardır. Zira ben onun
Fütûhat-ı Mekkiye adlı kitabının tamamını okudum ve o kitabın baştan sona kâfirlerin azap
çekecekleri görüşüyle dopdolu olduğunu gördüm.” demektedir. Şa’rânî’ye göre de İbn Arabî gibi
velîlerin keşif neticesinde tahsil ettikleri bilgilerin zahir uleması tarafından normal usuller
çerçevesinde değerlendirilmemesi gerekmektedir. 934
Ülkemizde İbn Arabî’nin görüşlerini ve şahsiyyetini müdafaa etmek amacıyla birçok makale
de yazılmıştır. Bunlardan ulaşabildiklerimizin isimlerini dipnotlarda gösterdiğimiz gibi, metin
içerisine aldığımız nakillerden de vermiş bulunmaktayız. İşte bunlardan birisi de İsa Çelik’in bu
konuda yazdığı ve İbn Arabî ile İmam Rabbânî’nin görüşlerini mukayese ettiği makaledir. Bu
930
Abdulcebbar Kavak, a.g.m., s. 51-73.
Bkz. Şeyh Mekki, İbn Arabî Müdafaanamesi, Harf Yay., Terc. Ahmet Neyli, Haz. Halil Baltacı, İstanbul, 2011.
932
Kavak, a.g.m., s. 59. Şam ve çevresinde oluşan tasavvuf hareketleri ve tarikatları üzerinde İbn Arabî’nin etkileri, onun
lehinde ve aleyhinde yapılan çalışmalar, tenkit ve müdafaalar hakkında fazla bilgi için bkz. Kavak, a.g.m., s. 51-73.
933
Şa’rânî, el-Kıbrîtü’l-Ahmer, s. 9-11.
934
Şa’rânî, el-Kıbrîtü’l-Ahmer, s. 221.
931
makalede İsa Çelik şu hususlara dikkat çekmektedir:
“İlk devir Nakşîleri İbnü’l-Arabî (638/1240)’nin eserlerine ve görüşlerine büyük bir saygı ile
bağlı bulundukları halde, İmam Rabbânî (1034/1624) onun vahdet-i vücûd görüşüne karşılık vahdeti şuhûd görüşünü daha yük-sek tevhid mertebesi olarak benimsemiştir. İmam Rabbânî’nin İbnü’lArabî’nin vahdet-i vücûd düşüncesine karşı çıkmasının haklı bir takım sebepleri vardır. Bunların
başında devrin sultanı Ekber Şah (1014/1605)’ın Hindû, Hıristiyanlık, Yahudilik, İslâmiyet ve
Zerdüştlüğü birleştiren yeni bir din icadına kalkışması ve bu yeni din anlayışında Panteist
düşüncenin çok belirgin bir şekilde öne çıkmasıdır. Böyle bir ortamda tevhid dinini savunan İmam
Rabbânî vahdet-i vücûd düşüncesinin izahının zorluğu ve panteizm ile benzeşmesi sebebiyle vahdet-i
vücûd yerine, vahdet-i şuhûdu geliştirdi. İmam Rabbânî vahdet-i vücûdu, ilme’l-yakîn mertebesinde,
vahdet-i şuhûdu ise ayne’l-yakîn makamında saymaktadır. Böylece de vahdet-i vücûda kail olanların
derecelerinin daha aşağıda bulunduğunu belirtmektedir. İmam Rabbânî yaşamış olduğu tasavvufî
tecrübeyi üç safhaya ayırır: Birinci safhada kâinatı Allah’la bir olarak görmüş, ikinci safhada
kâinatı Allah’ın gölgesi olarak ve bir anlamda ondan ayrı olarak görmüş ve üçüncü safhada ise
Allah Teâlâ’yı kâinattan tamamen farklı ve mutlak anlamda ayrı olarak görmüştür.935 Ancak onun
hiçbir zaman belirli bir teknik terimle karşılama ihtiyacı hissetmediği bu muvahhidlik eylemi daha
sonraki yıllarda bazı müellifler tarafından teknik bir terim halinde kavramsallaştırılmış ve adına da
vahdet-i vücûd denilmiştir. Sanılanın aksine bu tabir bir terim olarak İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin
hiçbir yerinde geçmez. Çünkü o bu mânayı bir değil birçok ibare, istiare ve kelimeyle anlatır.
Tesbitimize göre İbnü’l-Arabî vahdet-i vücûd tabirini sadece, Cuma gecesi virdinde, “Bana senin
vücûdunun vahdetini şuhûd ettir.” şeklinde kullanmıştır. 936 Fakat görüldüğü gibi vahdet-i vücûd
ifadesi burada bir terim olarak kullanılmamıştır. İmam Rabbânî İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd
kanaati ile alakalı olarak şöyle der: Evliyanın büyüklerinden olan İbnü’l-Arabî, keşiflerindeki
hatalardan dolayı büsbütün reddedilemez. Onun vahdet-i vücûd bilgisi, görünüşte, ehl-i sünnet
itikadına uymuyor ise de, tevil edilmesi kolaydır. Aradaki farkın, yalnız sözde ve kelimelerde
olduğunu Hazret-i Şeyhimizin Rubâiyyat şerhinde şek ve şüpheye yer kalmayacak şekilde
gösterdim.”937
Bunlardan da anlaşıldığı gibi İbn Arabî’yi kelamcılardan tasavvufçulara, müfessirlerden
muhaddislere, fıkıhçılardan tarihçilere kadar hemen hemen her bilim dalının otoriterleri tarafından
medhiyeler dizilmiş, görüşleri müdafaa edilmiş, velâyet makamının en üst derecelerinde bulunduğu
ilan edilmiş, aleyhinde ilri sürülen iddiaların her birisine detaylarıyla cevaplar verilmiş, onu tenkit ve
tekfir edenlere yönelik olarak reddiyeler yazılmış, hatta İmam Rabbânî gibi bazı zatlar tarafından
bazı görüşleri tashih ve ta’dil edilerek hakkındaki şüphe ve itirazların giderilmesine ilişkin büyük bir
çaba ve emek sarfedilmiştir. İmam Şa’ranî gibi alim ve velî zatlar tarafından görüşlerinin doğru
anlaşılması için normal terminolojiye aktarılması sağlanarak, aslında kendine mahsus metodolojiyle
dile getirdiği ifadeler adeta ulemanın müşterek dil ve üslûbuna tercüme edilmiştir.
Buraya kadar belirtilen malumata izafen son olarak İmam Şa’rânî’nin şu sözlerini hem İbn
Arabî, hem de onun gibi Müslümanların nezdinde büyük itibar sahibi alimler hakkında dikkatle ve
ciddiyetle göz önünde bulundurmak gerekmektedir: “İnsanların onun kelimından anlamadıkları
şeylerin tümü, muhakkak ki onun derecesinin yüceliğinden kaynaklanmaktadır. Onun sözlerinden
şeriate ve cumhur-i ulemanın üzerinde bulunduğu anlayışa aykırı olan her şey de aleyhinde yapılan
desiselerden ve kitapları üzerindeki tahrifatlardan ibarettir. Nitekim Mekke-i Müşerrefe’ye yerleşmiş
olan üstadım Şeyh Ebu Tahir el-Mağribî’nin bana heber verip daha sonra da “Fürûhat-ı Mekkiye”
nüshası ile Konya ilinde kendi eliyle yazmış olduğu asıl nüsha arasındaki farklılıklarını gösterdiği
gibi Fütûhat’ı ihtisar ederken benim daha önceki nüshada karşılaşıp hazf ettiğim asıl nüshada
olmadığını gördüm. Nitekim zındıklar daha önce İmam Ahmed b. Hanbel, Şeyhulislâm Mecduddîn elFîrûzâbâdî’nin eserleri, İmam Gazzâlî’nin İhyau’l-Ulûm isimli kitabı, İmam Zehebî’nin kitaplarında
935
İsa Çelik, “İmam Rabbânî Perspektifinden İbnül-Arabî’ye Tenkidî Bir Yaklaşım”, Tasavvuf İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi (İbnü‟l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23, s. 153-154. Krş. Mektûbât, I, 333; I, 290.
Mektup, (I, 780vd)
936
İbnü’l-Arabî, Evrâdü’l-Usbûiyye, İstanbul ts, s.43; Kılıç, ‚İbnü’l-Arabî, Muhyiddin‛, DİA, XX, s.506; İsa Çelik,
a.g.m., s. 161.
937
Mektûbât, I, 265; I, 266. Mektup, (I, 632).; İsa çelik, a.g.m., s. 164.
bu tür desiseler ve tahrifatlar yapmışlardı. Hatta Firûzâbâdî’ye nisbet ettikleri bir kitapta Ebu
Hanîfe’nin kafir olduğuna dair şeyler yazılmıştı. Beğavî’nin bu tahrifat sebebiyle Firûzâbâdî’ye
yaptığı tenkitler üzerine Firûzâbâdî ona bir mektup gönderip söz konusu kitabın kendisine ait
olmadığını belirtterek o kitabı yakmasını talep etti ve “Ben Ebu Hanîfe’nin imamlığına en çok
inananlardanım. Zira onun menkıbeleri hakkında tam bir cilt kitap yazdım.” Diyerek o kitabın
kendisine iftiraen nisbet edildiğini söyledi. Aynı şekilde İmam Zehebî’nin Mîzân kitabında da Ebu
Hanîfe aleyhinde bir takım sözler eklemişlerdi. Hatta benim de “el-Bahru’l-Mevrûd” adlı kitabımda
sapık tikadî görüşlerden bir sürü eklemelerde bulunulup tam otuz yıl boyunca tahrif edilmiş olan
kitabımın Mısır ve Mekke’de yayılmasını sağlamışlardı. Bunun üzerine bir çok alim aleyhimde
konuşup yazmışlardı. Ben de bir kitap yazarak mukaddimesinde söz konusu iddiaların şahsıma ait
olmadığını belirttim ve bu kitabı her tarafa göndererek tahrif edilmiş nüshadaki sapık iddia ve
itikatlardan beri olduğumu ifade ettim”938 Burada eski alimlerimiz ve eserleri hakkında hüküm
vermeden evvel çok dikkatli olmamız gerektiği, acele ettiğimiz takdirde kul haklarına tecavüz
günahına bile düşme tehlikesi bulunduğu anlaşıldığı gibi, el yazması olan eserlerin tesbit, tahkik,
tedkik ve neşrinde bizi beleyen bir çok görevin olduğunu görmekteyiz.
Sonuç:
İbn Arabî fikir ve düşüncelerini “vahdet-i vucûd” ve “insan-ı kâmil” kavramları etrafında
kurgulamış,939 bunu yaparken de normal bilgi kanakları yerine gönlündeki engin ve coşkun
maneviyat duygularının kendisine bahşettiği “keşf” ve “ilham” yolunu esas almıştır. Onun eser ve
görüşleri üzerinde derinlemesine ve kuşatıcı bir şekilde araştırma yapan bzı araştırıcılar, bütün
sisteminin “insan-ı kâmil, hatm-ı velâyet, ayân-ı sâbite, merâtib-i seb’a ve tenezzülât-ı sitte
kavramları etrafında teşekkül ettiğini belirtmektedirler.940 Böyle olunca kendisine kadar
Müslümanlar arasından tevârüs yoluyla gelen anlayışları yeniden gözden geçirerek kendine özgü bir
sistem oluşturma başarısı göstermiş, kendisinden sonraki asırlar boyunca sürekli etkisini arttıran izler
bırakarak dar-ı bekaya irtihal etmiştir.
İslam düşünce tarihinde büyük izler bırakan âlimler içerisinde etkisi giderek artan İbn Arabî
hakkında eskiden beri birçok değerlendirme yapılmış, leh ve alkeyhinde bir çok eser yazılmıştır.
Kanaatimizce, İbn Arabî hakkında yapılan tenkit ve tekfirler, onun ifadelerinin kendisinin
oluşturduğu sistem içerisinde değil de kelam ve akaid ilminin geliştirdiği kelime, kavram, esas ve
metodoloji çerçevesinde değerlendirilmesinden kaynaklanmaktadır. Hâlbuki İbn Arabî’nin üslubu da
kendisi gibi aykırı bir mahiyet arz etmektedir. Bu nedenle ifade ve ibarelerini nasıl anladığımızdan
hareketle değil, kendi sisteminin bütünlüğü ve iç tutarlılığı açısından bundan neyi kasd ettiği
şeklindeki bir bakış açısıyla değerlendirilirse, bu durumda hakkındaki tenkit ve tekfirlerin
hafifleneceğine inanıyoruz. Örneğin “vahdet”, “vücûd”, “nübüvvet”, “velâyet”, “ilim”, “vecd”,
“azab”, “lezzet”, gibi kavramlara, hatta “Musa”, “Firavun” gibi isimlere yüklediği anlamları tesbit
etmeden ve bundan kasdetttiği anlamlar göz ardı edilerek hakkında hüküm vermek, yanıltıcı
olacaktır.
İbn Arabî’nin uslubu konusunda şu mütalaayı biz de haklı görmekteyiz: “İbn Arabî’nin
düşünce sisteminde karşıt ikili kavramların kullanılmasına ek olarak zaman zaman iç içe girmiş,
zaman zaman da üst üste ve yan yana gelmiş kavramlar örgüsü içerikli anlaşılır bir yapı söz
konusudur.”941 O’nun geliştirdiği görüşler etrafında teşekkül eden “vahdet-i vücud ekolü” tasavvufa
ve tasavvuf literatürüne yeni ıstılah ve tabirler kazandırmıştır. Bu bağlamda vahdet-i vücûd merkezli
yeni sözlük ve ıstılah kitapları bile yazılmıştır.942 Niyâzî Mısrî’nin: “Sûfilerin ağızlarında bazı sözler
vardır ki halkın büyük bir kısmı, hattâ bazı âlimler bile o sözleri işittikleri zamân mutasavvıfları batıl
mezhebinden zannederler. Zîra ehlullahın sözleri mutlaktır, her ne yana çeksen çekilir. Ehli olmayan
938
Abdülvehhâb eş-Şa’rânî, el-Yevâkît ve’l-Cevâhir Fî Beyâni Akâidi Ehl-i’l-Kebâir, Dâru İhyai’t-Türâs el-Arabî, 1997,
s. 18.
939
Toshihiko İzutsu, İbn Arabî’nin Füsûs’undaki Anahtar-Kavramlar, terc. Ahmed Yüksel Özemre, Kanüs Yay.,
İstanbul, 2005, s. 18.
940
Bahauddîn ed-Dımeşkî, Fethu’r-Rahmân, s., 24.
941
Metin Yasa, “İbn Arabî‟nin „Arada Olma‟yı Anlatımı”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü‟lArabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23, s. 92.
942
İhsan Kara, a.g.m., a.y.
bilmez, onlara sû-i zan eder. İşte o sû-i zannı def etmek için bu risaleyi yazdım.”943 Sözü, tasavvuf ve
irfan geleneğimizin ürünü olan eserlerin ve görüşlerin tıpkı edebiyat ve felsefe kitapları gibi kendine
özgü sistem ve iç kurgu açısından değerlendirilmesi zaruretini ortaya koymaktadır. Nitekim İbn
Arabî de yanlış anlaşılmasını önlemek için eserlerini okuyanlara şöyle bir uyarı yapmaktadır: “Sen,
ehlullahtan olan gerçek sûfîlerin dillerinde dolaşan lafızların şerh edilmesini istedin. Yine sen, her
meslek, zanaat erbâbı arasında olduğu gibi, sûfîlerin de kendi aralarında anlaştıkları ancak
başkalarının agâh olamadıkları ve bizim veya yolumuzdakilerin eserlerini okuyan zâhir âlimlerin
takılıp kaldığı birçok ıstılâhın tarafımızdan açıklanmasını istiyorsun. Ben de senin bu isteğine cevap
veriyorum, ancak tüm ıstılâhları ele almam mümkün değil. Bunlardan sâdece en önemli olanlarını
seçmek kaydıyla yapabildim.”944
Tasavvvuçuların da temsil ve teşbih ifadelerini esas alan edebiyatçılar, aşkın girdabında
mecnun olan şair ve ozanlar, denize düşünce yılana sarılan insanlar gibi harf ve kelimelere farklı
anlamlar yüklediği bir gerçektir. Buna göre onların kullandığı kelime ve kavramları, ifade ve
ibareleri, bunlara yükledikleri anlam ve hükümleri kendi zaviyelerinden bakarak değerlendirmek
gerekmektedir. Bu tür bakış açısı felsefi sistemler ve siyasi düşünceler açısından da bir nebze
gereklidir. Örneğin bir sağcı liderin sosyal adalet, eşitlik, özgürlük, hak-hukuk kavramlarına
yüklediği anlam ile bir solcunun yüklediği anlam aynı değildir. O halde tahlil ve analiz ettiğimiz
metni veya o metnin saihibini kendi kural ve kavramları açısından değerlendirmek gerekmektedir.
Burada bahsi geçen zat, İbn Arabî ise, bu konuda onun kendisine özgü bir sembolizm dilinin
olduğunu hatırdan çıkarmamak gerekmektedir.945 Bu açıdan baktığımızda onun Füsûsü’l-Hikem’de
kullandığı Adem, Nuh, Şit, İdris, Musa, İsa gibi peygamber isimlerinin bile bizim zihin dünyamızda
ve inanç sistemimizde bulunan peygamberlerin şahsiyetinin dışında anlamlarda kullanıldığı
söylenebilir.
Kanaatimizce İbn Arabî, eserlerini yazarken avam tabakasını ve normal ulema kesimini
muhatab kabul etmemiş, ancak onların müşterek itikad ve inançlarını da inkâr etmemiştir. Tam
tersine onları kendi hallerinde bırakarak, aynı zamanda onların kullandığı kavram ve kelimeleri
kurduğu sistem içrisinde yeni anlamlar yükleyerek üst düzeyde bir dil ve üslup geliştirmiş, fikir ve
düşüncelerini halkın diline gör değil, halkın kullandığı kelime ve kavramları kendi üslubuna göre
kullanmıştır. Bu da bir anlaşılmazlığa veya yanlış anlaşılmaya neden olmuştur. Burada İbn Arabî’nin
neden bunu yazdığını sorgulamanın bir anlamı da yoktur. Zira olan olmuştur, onun eserleri aykırı bir
dil ve üslup ile zamanımıza kadar gelmiştir. Yapacağımız tek şey kalmıştır: Ya bazı âlimleri gibi
sebep olduğu yanlış anlaşılmalar yüzünden o eserlerin tedavülden kaldırılmasını sağlamak ve uzman
olmayanlar tarafından okunmamasını tavsiye etmek –ki buna da artık imkân kalmamıştır- ya da onun
ifadelerini kendi sistemi içinde ne anlama geldiğini ortaya koymak. Onun eserlerinin birçok dile
çevrildiği, baskı üzerine baskı yapıldığı, dünyanın her tarafına yayıldığı, birçok araştırmacı ve
akademisyen tarafından hakkında makale, tez, kitap yazıldığı günümüzde, İbn Arabî’yi ve eserlerini
tedavülden kaldırmanın, yasaklamanın, okutmamanın bir anlam ve faydası da bulunmamaktadır. Bu
nedenle ikinci şıkta belirtiğimiz gibi onun eserlerini ve düşüncelerini kendisine ait kurgu ve örgü
(metodoloji ve terminoloji) içerisinden tesbit ederek ne anlama geldiğini açıklığa kavuşturmaktan
başka bir şeyi yapacak şansımız kalmamıştır.
Burada İbn Arabî’yi Allah ve din adına tekfir edenlere de söylemek istediğimiz bir lafımız
vardır: İbn Arabî’nin düşüncesinde Allah’ı inkâr etmek yok ama kâinatı inkâr etme anlamına gelecek
unsurlar vardır. Allah’ı inkâr etmek küfür olsa da, kâinatı inkâr etmek küfür değildir. Tıpkı dünya ve
güneş vardır veya yoktur demek gibi. Yahut dünya yuvarlaktır veya yuvarlak değildir demek gibi.
Burada tehlikeli olan husus, Allah’ı inkâr etmek veya Allah ile kâinatı birleştirmek, kâinata da ilahî
bir yön atfetmektir. Nitekim bir dağ, taş, insan veya hayvana uluhiyyet nisbet edildiğinde putperstlik
olmaktadır. Ama Allah’ın var ettiği varlığın hakiki mahiyeti inkâr edildiğinde sırf bu anlamıyla
943
Niyâzi-i Mısrî, Risâle-i Es’ile ve Ecvibe-i Mutasavvıfâne, Atıf Efendi Ktb. No: 1400, vr. 9a. Krş. İhsan Kara, a.g.e.,
586.
944
İbnü’l-Arabî, Mu’cemu Istılâhâti’s-Sûfiyye, tahk.: B.Abdülvehhâb el-Câbî, Beyrut 1411/1990, ss. 52-53. Bkz. İhsan
Kara, a.g.m., s. 590.
945
Bu konuda sağlıklı bir fikir edinmek için bkz. Pierre Lory /M. M. Cakmaklıoğlu, “İbn Arabi’nin Eserlerinde Dil Ve
Harfler Sembolizmi”, Bilimname X, 2006/1, s. 173-182.
küfrün tahakkuk ettiğini söylemek tartışmalıdır. Burada bizim netleştirmemiz gereken husus şudur:
Acaba İbn Arabî tanrı hesabına kâinatı ve varlığı inkâr mı ediyor veyahut yok mu sayıyor, yoksa
kâinata ve varlığa uluhiyyet mi nisbet ediyor? Başka bir ifade ile İbn Arabî’nin düşüncesine geçen
“vahdet, ittihat, vahdetu’l-vücûd” kavramları tanrı ile varlığı birleştirmek, tanrı ile varlığı bir tutmak,
tanrı ile varlığı eşleştirmek ve eşit görmek, varlığı tanrı, tanrıyı da varlık olarak görmek anlamında
mı kullanılıyor, yoksa “hakiki varlık olarak Tanrı vardır.” “varlığın kendine ait hakiki bir varlığı
yoktur” “varlığın varlığı Tanrının varlığına bağlı izafi ve mecazi bir varlıktır.” “fenaya mahkûm bir
varlığın bu fani varlığı ezeli ve ebedi bir varlığa sahip bekaulah karşısında yok ve hiç hükmündedir”
gibi anlamlarda mı kullanılmıştır?” şeklindeki soruların cevaplarını biraz daha netleştirmek
gerekmektedir. İşte bu açıdan bakıldığında İbn Arabî’nin itikadî hükmü hakkında acele etmemek
gerektiği anlaşılmaktadır.
Diğer taraftan İbn Arabî’yi müdafaa edenlere sorulacak sorular da vardır: Örneğin “Hakiki
varlık olan Tanrı’nın varlığını vurgulamak, buna karşın diğer varlıkların varlıklarının nisbî, izafî,
mecazî veya hükmî olduğunu ifade etmek için küfür, zındıklık, ilhad anlamlarını ima eden kelime ve
cümleler kullanmak gerekli midir? Avam kesiminin anlamadığı ve sadece havas ehlinin anlayıp
kullandığı bir dil kullanarak kitaplar yazmak, konuşmalar yapmak, böylece hiç yoktan şek ve şüphe
çekici, tefrika ve tartışma çıkarıcı ortamlara sebep olmak ne kadar doğrudur? En önemlisi: Allah’ın
insanları irşad ederken ve Peygamberlerin İslam dinini ve tevhid akidesini insanlara tebliğ ve tebyin
ederken kitabında kullanmadığı kavramları ve kasdetmediği anlamları gündeme getirmenin ne haceti
vardır? Bunu sadece bir üslûb meselesine irca etmek, bundan sonra da şeriatın zahirine uygun
ifadelerin kasd edildiğini ispatlamak için “zahiri nasları batınî te’villerle yorumlama” tavrına
mukabil olarak “batınî yorumları zahiri naslara irca etmek” gerekli midir?” Evet, İbn Arabî
savunucularının, özellikle “itikad konusunda gereksiz te’vîle karşı gelen müdafilerinin”, ya da
Batınîlerin ve İhvan-ı Safa türü grupların kelime ve kavramların zahiri anlamı varken batınî ve işârî
yorumlara tevessül etmelerine hoş bakmayanların, mesele İbn Arabî olunca, pozitif ayrımcılık
yapmalarının da dikkatten kaçmadığı belirtilmelidir.
Sonuç ne olursa olsun, öyle görünüyor ki İbn Arabî daha çok kendisinden bahsettirecek ve
zaman geçtikçe daha çok konuşulacaktır. Hakkında nihai bir kararın verilmesinin de zor olduğunu
ifade etmek gerekmektedir. Zira onun iddiaları tasvir ve temsil kalıbına döküldüğünde “ne bir deve,
ne de bir kuştur. Hem deve, hem kuş da değildir. Kuş diyecekken deve, deve diyecekken kuş
olmaktadır. Onun için hem yürümektedir, hem de uçmaktadır!” Böyle bir ortamda bize düşen, ne
tenkit, ne de tekfirdir. Onun eserlerini okuduğumuzda şeriatımıza uygun gördüklerimizden istifade
eder, aykırı gördüğümüz ifadelerini de herhangi bir te’vile tabi tutmadan yerinde bırakırız. Zira onun
bazı eser ve görüşleri “yitik hikmet” değerinde iken, bazıları da “lukata” hükmündedir.
KAYNAKÇA
Abbas Azzavi, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî ve ğulâtu’t-tasavvuf”, el-Kitâbu’t-tizkârî Muhyiddini’bni’lArabî, Kahire: Dâru’l-Kâtibi’lArabî li’t-Tibâati ve’n-Neşr, 1969.
Abdulcebbar Kavak, “Muhyiddin İbnü'l-Arabî'nin Şam Tasavvuf Düşüncesine Tesir Kanalları Ve
Meşhur Takipçileri” Universal Journal of Theology Volume I, Issue I, s. 58.
Abdullah Salâhî, Ṭavâliʿu menâfiʿi’l-ʿulûm, İÜ Ktp., AY, nr. 3344, vr. 1b, 2a
Abdurrezzak Tek, “İbnü’l-Arabî’yi Müdâfaa Amacıyla Kaleme Alınan Fetvâlar”,Tasavvuf İlmî ve
Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23, s. 281282.
Abdülvehhâb eş-Şa’rânî, el-Yevâkît ve’l-Cevâhir Fî Beyâni Akâidi Ehl-i’l-Kebâir, Dâru İhyai’t-Türâs
el-Arabî, 1997.
Abdülvehhâb eş-Şa’rânî, el-Kıbrîtü’l-Ahmer fî Beyâni Ulûmi’ş-Şeyh’i’l-Ekber Muhyiddîn b. Arabî,
Dâru İhyâi Türâsi’l-ArabîBeyrût, 2010.
Ahmed b. Salih b. Ahmed Bilhamr, Tahkîku’l-Kavli’l-Münbi, (Yüksek Lisans Tezi), Camiatü
Ümmi’l-Kura, Külliyetu’d-Da’ve ve Usûli’d-Din, Mekke, 2008.
Ahmed b. Salih b. Ahmed Bilhamr, Tahkîku’l-Kavli’l-Münbi, (Yüksek Lisans Tezi), Camiatü
Ümmi’l-Kura, Külliyetu’d-Da’ve ve Usûli’d-Din, Mekke, 2008.
Bahauddîn Muhammed b. Abdilganiy el-Beytâr ed-Dımeşkî, Fethu’r-Rahmâni’r-Rahîm bi
Makâleti’l-Cîlî Abdülkerîm ve’l-Hatm İbn Arabî Muhyiddîn, Tahk. Asım İbrahîm el-Keyyâlî,
Nâşirûn, Beyrût, 2013.
Bikâ’î, Tenbîhü’l-Gabiy, s. 213-217; Sehâvî, el-Kavlü’l-Münbî, (Belhamr Tahkiki).
Burak Fatih Açıkgöz, “Bir Kişi İki Şahsiyet: İbnü’l-Arabî”, Süleyman Demirel Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü DergisiYıl: 2013/1, Sayı:17, s. 143-169.
Celâluddîn Abdurrahmân es-Süyûtî, Tenbîhü’l-ġabî fî tebriʾeti İbni’l-ʿArabî (nşr. A. Hasan
Mahmûd), Kahire 1990.
Davud Kayserî, Şerhu Füsûsi’l-Hikem, 2/4;
Ebû Yahya Zekeriya el‐Ensârî, Esna’l‐metâlib şerhu ravzi’t‐tâlib, tahk.: M. Muhammed Tamir,
Ferid Kam, Vahdet-i Vücûd, s. 80-98;
Hür Mahmut Yücer, “Kitap Tanıtım Ve Değerlendirmeleri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23, s. 701-706.
Hüsamettin Erdem, Panteizm ve Vahdet-i Vücud Mukayesesi, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 1990.
İbn Seb’în, Resâil, 91-92.
İbn Teymiyye, Fetâvâ, 2/160.
İhsan Kara, “İbnü‟l-Arabî‟nin Tasavvuf Istılahlarına Etkisi ve Seyyid Mustafa Rasim Efendi‟nin
Istılâhât-I İnsân-ı Kâmil’i Örneği”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü‟lArabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23, s. 585.
İsa Çelik, “İmam Rabbânî Perspektifinden İbnül-Arabî’ye Tenkidî Bir Yaklaşım”, Tasavvuf İlmî ve
Akademik Araştırma Dergisi (İbnü‟l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23, s. 153154.
Kadir Özköse, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin İbn Rüşd ile Görüşmesi”, Tasavvuf İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23, s. 223-224.
Kâtib Çelebi, Mizânü’l-Hak fî İhtiyâri’l-Ahak, Haz. Orhan Şaik Gökyay, Milli Eğitim Basımevi,
İstanbul, 1972.
M. Kemal Pilavoğlu, Büyük Veli Muhiddini Arabi, Kevser Yayınevi, İstanbul, 1973.
M. Mustafa Çakmaklıoğlu, “İbnü’l-Arabi’nin Marifet Teorisi Açısından Aklın Değeri”, Manas
Journal of Social Studies ( MANAS Sosyal Araştırmalar Dergisi ), 2016 Cilt: 5 Sayı: 3 s.
140-142.
Mahmud Erol Kılıç, “El-Fütûhâtül -Mekkiyye” TDV İslâm Ansiklopedisi, TDV Yayınları, , İstanbul,
1996, 13/254/255.
Mahmud Erol Kılıç, "İbnü’l-Arabî, Muhyiddin", TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1999, 20/493.
Mahmud Erol Kılıç, “İbn-İ Arabî’yle "Zaman'ın Ruhu’nu Okumak”, Tasavvuf İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), [2009], sayı: 23, ss. 54.
Mehmet Bayraktar, “Davûd-ı Kayserî”, TDV İslam Ansiklopedisi, İstanbul, 1994,.
Metin Yasa, “İbn Arabî‟nin „Arada Olma‟yı Anlatımı”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi (İbnü‟l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], sayı: 23, s. 92.
Muhammed b. Abdirrahman es- Sehâvî, el-Kavlu’l-Münbî An Tercemeti Bin Arabî, tahk. Halid b. ElArabî Müdrik, Câmiatu Ümmi’l-Kura Külliyetu’d-Da’va ve Usûli’d-Din (Master Tezi),
Mekke, 1322.
Muhammed b. Muhammed b. Hamîdu’d-Dîn el-Mekkî, el-Fazlü’l-vehbî fî tercümeti’l-Cânibi’l-garbî
(trc. Mirzâzâde Ahmed Neylî), Süleymaniye Ktp., Uşşâkî Tekkesi, nr. 1352.
Muhyiddin İbn Arabî, Füsûsu’l-Hikem, terc. Abdülhalim Şener, Sufi Kitap Yayınları, İstanbul, 2015.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Evrâdü’l-Usbûiyye, İstanbul ts, s.43; Kılıç, ‚İbnü’l-Arabî, Muhyiddin‛,
DİA, XX, s.506.
Muhyiddin İbnü’l-Arabi, Fütühât-ı Mekkiyye, c. II, s. 373.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Mu’cemu Istılâhâti’s-Sûfiyye, tahk.: B.Abdülvehhâb el-Câbî, Beyrut
1411/1990.
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Resâilu İbn Arabî, thk. Muhammed İzzet, Mektebetü’t-Tevfîkıyye, Kahire,
tsz.
Niyâzi-i Mısrî, Risâle-i Es’ile ve Ecvibe-i Mutasavvıfâne, Atıf Efendi Ktb. No: 1400, vr. 9a.
Orhan F. Köprülü, Mustafa Uzun, "Akşemseddin", TDV İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 1989, 2/299302.
Osman Yahya, Mukaddime, “el-Mukaddemât Min Kitâbi Nassi’n-Nüsûs fî Şerhi Füsûsi’l-Hikem”,
Tasnif: Şeyh Seyyid Haydar Amulî, Müessesetu’t-Târîhi’l-Arabî, Beyrût, 2005.
Ömer Yılmaz, “İbnü’l-Arabî Hakkında Yapılan Eleştirilere İbrahim Kûrânî’nin Yaklaşımı”,
Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1), yıl: 9 [2008],
sayı: 21, s. 368.
Pierre Lory /M. M. Cakmaklıoğlu, “İbn Arabi’nin Eserlerinde Dil Ve Harfler Sembolizmi”,
Bilimname X, 2006/1, s. 173-182.
Sa’duddîn Mes’ûd b. Ömer et-Teftâzânî, Şerhu’l-Akâidi’n-Nesefiyye, tahk. Mer’î Hasan er-Reşîd,
Dâru Nuri’s-Sebâh, Beyrût, 2012.
Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tariikatler, İfav Yay., İstanbul, 1994.
Seyit Avcı, “Keşif Yoluyla Hadis Rivayeti Meselesi”, Dinbilimleri Akademik Araştırma Dergisi IV
(2004), Sayı: 4, s. 168-169.
Seyyid Haydar Amulî, el-Mukaddemât Min Kitâbi Nassi’n-Nüsûs fî Şerhi Füsûsi’l-Hikem Li
Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, Müessesetu’t-Târîhü’l-Arabî, Beyrût, 2005.
Süleyman Uludağ, “Ferîd Kâm ve Vahdet-i Vücûd Adlı Eseri”, Tasavvuf İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), yıl: 10 [2009], Sayı: 23, s. 27-28.
Şeyh Mekki, İbn Arabî Müdafaanamesi, Harf Yay., Terc. Ahmet Neyli, Haz. Halil Baltacı, İstanbul,
2011.
Şeyh Ömer ed-Dımaşkī, el-Fetḥu’l-mübîn fî reddi iʿtirâżi’l-muʿteriżîn ʿalâ Muḥyiddîn, Kahire 1304.
Şeyh-i Mekkî, el-Cânibü’l-ġarbî fî ḥalli müşkilâti’ş-şeyḫ Muḥyiddîn İbn ʿArabî (nşr. Necîb Mâyil-i
Herevî), Tahran 1364 hş.; a.e.: el-Fazlü’l-vehbî fî tercümeti’l-Cânibi’l-garbî (trc. Mirzâzâde
Ahmed Neylî), Süleymaniye Ktp., Uşşâkî Tekkesi, nr. 1352.
Toshihiko İzutsu, İbn Arabî’nin Füsûs’undaki Anahtar-Kavramlar, terc. Ahmed Yüksel Özemre,
Kanüs Yay., İstanbul, 2005.
William Chittick, “Merkezî Nokta: İbn Arabî Ekolünde Sadreddin Konevî’nin Rolü”, Çev: Betül
Güçlü, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), [2009],
sayı: 23, ss. 669-684.
https://islamansiklopedisi.org.tr/ibnul-arabi-muhyiddin#1 (04.10.2018).
https://islamansiklopedisi.org.tr/davud-i-kayseri (05.10.2018).
https://islamansiklopedisi.org.tr/aksemseddin (04.10.2018).
İBNÜ’L-ARABÎ’YE YÖNELİK ELEŞTİRİLER VE MAHİYETİ
Mustafa AKMAN
Özet:Muhyiddin b. Arabî’nin (v.638/1240) düşünceleri ve söylemi, ona yönelik bir muhalefetin
doğmasına sebep olmuştur. Kendisinden sonra, başta felsefesinin esasını oluşturan vahdet-i vücûd
öğretisi olmak üzere ulûhîyet, nübûvvet, velâyet, hayır, şer, âhiret ahvâli ve din telâkkîsine ilişkin
görüşlerinin neredeyse tamamı tartışılagelmiştir. Fakat ona yöneltilen eleştiriler içerisinde en büyük
payın vahdet-i vücûd telâkkîsine ait olduğu şüphesizdir.
İbnü’l-Arabî, çeşitli eserlerinde temas ettiği akâid konularında bazı orijinal yaklaşımlar sergilemekle
birlikte genellikle bu yaklaşımların kendisine ait yeni görüşler olmadığı anlaşılmaktadır. Onun
yaptığı şey, daha önce oluşan felsefî-kelâmî kültürü yeni bir terminolojiyle kendi içinde nispeten
tutarlı bir biçimde sunmaktan ibarettir. Bunun yanı sıra felsefe yapan bir filozof olmasına karşın,
kullandığı üslûp ve argümanlar sayesinde düşüncesine mistik bir hava katmasını başarmış ve bu
yönüyle kendisinden sonra gelen pek çok âlimi etkilemiştir. Bu zaviyeden bakıldığında onu tasvip
eden ve hatta İbnü’l-Arabî’nin de beklediği gibi anlattıklarını itikâd haline getirmiş olanların
bulunması da doğaldır.
Ne var ki İbnü’l-Arabî’nin özellikle Kur'an referansları, her zaman ‘oldukça açık olan birincil
anlamın gerisinde saklı olduğu iddia edilen ikincil anlam’ı arama çabası olarak şiddetle
eleştirilmiştir. Hatta İbnü’l-Arabî’nin en çok maruz kaldığı eleştirilerden biri, onun, dinin biçimsel
ifade ve emirlerinin gerisinde bir içsel (bâtınî) anlam ve yaşam tarzı olduğu ve bunun, yerine göre
görünüşteki anlam ve ifadeden daha öte olduğu iddiasına sahip ‘Bâtınîlerden’ biri olduğu
suçlamasıdır. İbnü’l-Arabî’ye yönelik Kutbeddin Kastalânî ile başlayan Kur'an'ın anlamlarını
saptırma suçlaması, Takıyyüddin İbn-i Teymiye'de zirveye ulaşır.
Filvaki İbnü’l-Arabî’de, “İbn-i Arabî Kelami Tartışmalar” isimli eserimizde genişçe anlattığımız
üzere, kavramlarda anlam genişlemesi ve hatta dağılması olduğu da kesindir. Öyle ki kimi zaman
velâyet ile nübûvvetin sınırlarının nerede başlayıp bittiğini kestirmek o kadar da kolay
olamamaktadır. Tıpkı İsnâaşerîyye’de Peygamber ile imâm arasını tefrik etmede çekilen zorluk gibi.
Dahası onun izah edilen bu yaklaşımıyla Kur'an bütünlüğünü, Kur'an'ın kendine ait özel bir mesaja
sahip olmasını ve herhangi bir mevzunun ancak ve sadece Kur'an bütünlüğünde geçerli bir anlam
ifade edebileceği temel usul ilkesini atladığını görmekteyiz. Aksine ona göre -şu veya bu- herhangi
birinin, şöyle veya böyle herhangi bir ideoloji, inanç veya kişiden edindiği backgroundla ulaştığı
tamamen indî ve keyfî yorumlarla ortaya koyduğu her şey, meşrudur. Oysaki bu absürt iddiaların
yerine bilindiği gibi her halükarda öncelenmesi gereken bir Kur'an bağlamı (bütünlüğü) ve nübûvvet
örnekliği söz konusudur.
İbnü’l-Arabî’ye yöneltilen eleştirilerin, genel anlamda sûfîyye mesleğinden olanlar ile olmayanların
tenkitleri şeklinde iki ana başlıkta toplanması mümkündür. Tarih boyunca İbnü’l-Arabî hakkında
süre gelen polemiğin redd cephesinde başta İbn-i Teymiyye olmak üzere, Ali el-Bekrî, İbn-i Cem‘â,
İbn-i Hayyât, Ebu Zur‘a, Nebî es-Sinobî, İbn Ebi'l-İzz ve Ali el-Kârî gibi farklı asırlarda yaşamış
birçok müellif yer almış, karşı cenahta ise İbnü’l-Arabî’nin yakın öğrencileri ve Ekberî geleneğin
önemli temsilcileri dışında, İbn-i Zemlakânî, es-Safedî, el-Yâfî‘î, el-Hindî, Ali el-Kârî el-Bağdâdî ve
Ömer Fânî Efendi gibi şahsiyetler yer almıştır.
Mecduddin Fîrûzâbâdî, Celâleddîn ed-Devvânî, Celâleddîn es-Süyûtî, İbn-i Abidîn ve Çerkeşîzâde
Mehmed Tevfîk Efendi gibi âlimler onu savunan eserler yazmışlardır. Buna karşılık İbn-i Teymiye,
İbn-i Ehdel, İbrahim el-Bikâ‘î, Ali el-Kârî, İbrahim b. Muhammed el-Halebî onun küfrüne hükmeden
âlimler arasındadır.
Anahtar Kelimeler: İbnü’l-Arabî, Felsefe, Tasavvuf, Eleştiri, Sûfî Münekkitler.
Dr,Kırklareli Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
[email protected]
SUMMARY
The thoughts and discourse of the Muhyiddin b. Arabî (d.638 / 1240) led to the emergence of an
opposition against him. After him, After him, almost all of his views, especially the wahdat-i wujud
teachings which are the basis of his philosophy, on uluhiyyah, nubuwwah, authority, charity, evil,
Hereafter circumstances, religious viewpoint were discussed. But the biggest share of criticism
directed to him is undoubtedly belonged to wahdat-i wujud view.
Although Ibn al-'Arabi exhibited some original approaches on the subject of akâid issues in his
various works, it is generally understood that these approaches were not his own. What he does is
consistently presenting the philosophical-theological culture previously formed in itself with a new
terminology. In addition to being a philosopher who do philosophy, he has managed to add a
mystical mood to his thought by means of the style and arguments he uses. And in this respect he
influenced many scholars who came after him. When viewed from this lodge it is also natural to find
those who approve it and even those who believe in what Ibn al-Arabi told, as he had expected.
However, the references of Ibn al-Arabî, especially the Qur'an, have always been strongly criticized
as an attempt to search for the secondary meaning alleged to be hidden behind the very obvious
primary meaning. One of the criticisms that Ibn al-Arabi is most exposed to is that he is the
accusation of being one of the Bâtini who has the claim that religion is an inner meaning and a
lifestyle behind the formal expressions and orders of religion and that it is more than the seeming
meaning and expression in its place. The charge of diverting the meanings of the Qur'an, which
began with Kutbeddin Kastalânî towards Ibn al-Arabi, reached the peak in Takiyyinddin Ibn
Taymiyya.
Fact, in Ibn al-Arabî, as we have extensively explained in our work named “İbn-i Arabî Kalami
Tartışmalar”, it is also certain that there is meaning expansion and even dissolution in concepts. Such
that it is not so easy to predict where the boundaries of Nubuwwah begin and end. Just like the
difficulty in distinguishing between prophet and imam in Isnâaşerîyye. Moreover, with this approach
we can see that the Qur'anic integrity, the fact that the Qur'an possesses a special message of its own
and omits the principle of principle, which any matter can have a valid meaning only in the integrity
of the Qur'an. On the contrary, according to him, it is legitimate, that any one or any of them, by any
wholly ideological, religious or individual background, has wholly and arbitrarily made its
interpretations. Instead of these absurd claims as it is known, there is a Qur'anic context (wholeness)
and a narrative example which must be preceded in any case.
The criticisms directed against Ibn al-Arabi can be grouped under two main headings as the critiques
of those who are with and without the professions of Sufiyya. Throughout history, on the rejection of
the polemic about Ibn al-Arabi, especially Ibn Taymiyah, there were many writers who lived in
different centuries like, Ali al-Bakrî, İbn-i Cem‘â, Ibn-i Hayyat, Abu Zura, Nebî es-Sinobi, Ibn Abi'lIzz and Ali al-Qarib. On the other hand, besides the close students of Ibn al-Arabi and important
representatives of the Akbar tradition, there were personal figures such as İbn-i Zemlakanî, esSafedî, al-Yâfîîî, al-Hindî, Ali al-Kârî al-Bağdâdî and Ömer Fânî Efendi.
The scholars such as Mecduddin Fîrûzâbâdî, Celâleddîn ed-Devvânî, Celâleddîn es-Süyûtî, İbn-i
Abidîn and Çerkeşîzâde Mehmed Tevfîk Efendi wrote works defending him. On the other hand, Ibn
Taymiye, Ibn al-i Ehdel, Ibrahim al-Bashi'i, Ali al-Qar'i, Ibrahim b. Muhammad al-Halabi was
among the scholars who dominated his curse.
Giriş
Muhyiddin b. Arabî’nin (v.638/1240) düşünceleri ve söylemi, ona yönelik bir muhalefetin
doğmasına sebep olmuştur. Kendisinden sonra, başta felsefesinin esasını oluşturan vahdet-i vücûd
öğretisi olmak üzere ulûhîyet, nübûvvet, velâyet, hayır, şer, âhiret ahvâli ve din telâkkîsine ilişkin
görüşlerinin neredeyse tamamı tartışılagelmiştir. Fakat ona yöneltilen eleştiriler içerisinde en büyük
payın vahdet-i vücûd telâkkîsine ait olduğu şüphesizdir.946 Onun bu telâkkîsinin panteist bir nitelik
taşımadığı kanaatine sahip olanların yanında Ebu’l-Alâ el-Afîfî (v.1389/1966) gibi konunun uzmanı
sayılan kimi âlimler ise, vahdet-i vücûd öğretisinin bir panteizm ve İslâm'ın meşrû olmayan bir
uzantısı olduğunu belirtmişlerdir.947
İbnü’l-Arabî, çeşitli eserlerinde temas ettiği akâid konularında bazı orijinal yaklaşımlar sergilemekle
birlikte genellikle bu yaklaşımların kendisine ait yeni görüşler olmadığı anlaşılmaktadır. Onun
yaptığı şey, daha önce oluşan felsefî-kelâmî kültürü yeni bir terminolojiyle kendi içinde nispeten
tutarlı bir biçimde sunmaktan ibarettir. Bunun yanı sıra felsefe yapan bir filozof olmasına948 karşın,
kullandığı üslûp ve argümanlar sayesinde düşüncesine mistik bir hava katmasını başarmış ve bu
yönüyle kendisinden sonra gelen pek çok âlimi etkilemiştir.949 Çünkü onun geliştirdiği vahdet-i
vücûd sistemi, her ne kadar üslubundan kaynaklanan anlaşılmaz, alegorik sembollerle dolu
ifadesinden dolayı tutarsız olarak görülse de esasen kendi sistemi içinde tutarlı, geniş bir düşünce
yapısına sahiptir.950 Bu zaviyeden bakıldığında onu tasvip eden ve hatta İbnü’l-Arabî’nin de
beklediği gibi anlattıklarını itikâd haline getirmiş olanların bulunması da doğaldır.
Ne var ki İbnü’l-Arabî’nin özellikle Kur'an referansları, her zaman ‘oldukça açık olan birincil
anlamın gerisinde saklı olduğu iddia edilen ikincil anlam’ı arama çabası olarak şiddetle
eleştirilmiştir. Hatta İbnü’l-Arabî’nin en çok maruz kaldığı eleştirilerden biri, onun, dinin biçimsel
ifade ve emirlerinin gerisinde bir içsel (bâtınî) anlam ve yaşam tarzı olduğu ve bunun, yerine göre
görünüşteki anlam ve ifadeden daha öte olduğu iddiasına sahip ‘Bâtınîlerden’ biri olduğu
suçlamasıdır.951
Nitekim İbnü’l-Arabî’ye göre Mutlak Varlık, nûr olarak tecellî ve tezâhür eder. Ontolojik anlamdaki
bu taşma ve ışıma (fezeyân),952 metinde sonsuz anlamların ışıması ve taşması biçiminde zahir olur.
Zira ona göre Kur’an’ın her bir sûresinin tamamında, o sûreyi oluşturan her bir ayetten olmayan, her
ayetinde o ayeti oluşturan kelimelerden olmayan ve her bir kelimenin de o kelimeyi oluşturan
harflerden olmayan ayrı bir anlam bulunmaktadır. Ona göre Kur’an’ın bu tarzdaki yapısı onun ilâhî
kelâm oluşuyla ilgilidir. Nasıl ki Allah için herhangi bir sonluluk ve sınırlılık düşünemiyorsak,
946
Fatih İbiş, “Kelâmî Ontoloji Açısından Vahdet-i Vücutçu Tevhit Anlayışına Bazı Eleştiriler”, Cumhuriyet Ü.
İlahiyat F. Dergisi, cilt: XIX, sayı: 1, 2015, 75-84.
947
Ebu’l-Alâ Afîfî, Muhyiddîn İbnu’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi, (çev. Mehmet Dağ), Ankara Ü. İlahiyat F. Yay.,
Ankara 1975, 62-63; krş. İsmail Fenni Ertuğrul, Hakîkat Nurları, Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye, İstanbul 1949,
334-335.
948
“İbn Arabi’nin yetişmesinde, ilkçağ Yunan düşünce mirasını ve Plotinos’un önemli fikirlerini özümsemiş İslam
felsefi düşünce geleneğinin temsilcileri olan Farabi ve İbni Sina’nın etkisi vardır. Dolayısıyla büyük oranda Farabi
ve İbni Sina’nın temsil ettiği İslam felsefe birikiminden İbn Arabi’nin haberdar olduğu muhakkaktır.” Yusuf Turan,
Muhyiddin İbn Arabi'de Mutlak Varlık, Sakarya Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi,
Sakarya 2006, 18.
949
Cağfer Karadaş, “Muhyiddin İbnü'l-Arabî/İtikadî Görüşleri”, DİA, İstanbul 1999, 20/519; Cağfer Karadaş, İbn
Arabî’nin İtikâdî Görüşleri, Beyan Yay., İstanbul 1997, 97; “O, görüşlerini ya da felsefesini sunarken daha çok sûfi
ıstılah ve sembolleri kullanmıştır. Bilgisel dayanak olarak fikirlerini, ilham, keşf ve zevk halindeki müşahedelerine
bağlar. Nitekim kendisi birçok eserinde, eserlerinin ilham edildiği gerçeğini bizzat belirtmiştir. Bunun yanında
O’nun sisteminin hem felsefi hem de tasavvufi bir sistem olduğu gerçeğini belirtmek gerekir. Bilgi kaynağı
itibariyle, keşf ve zevk, ilhama dayanıyor olmakla birlikte söz konusu yöntemle elde ettiği bilgileri akli hüküm ve
çıkarımlarla birleştirme örnekleri de verir.” Turan, Mutlak Varlık, 58.
950
İbrahim Coşkun, “Muhyiddin İbn Arabî’nin Felsefesinde “Allah” Mefhumu”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 21,
2008, 122.
951
Ahmet Tunç Demirtaş, İbn Arabi’de Varlığın Birliği (Vahdet-i Vücut) Felsefesi, Ankara Ü. Sosyal Bilimler
Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2004, 10; Ebu’l-Alâ Afîfî, “İbn Arabi İle İlgili Araştırma
Serüvenim”, (çev. Abdullah Kartal), Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: IX, sayı: 9, Bursa, 2000, 700-701.
952
İbnü’l-Arabî Tanrısal belirmeyi, etimolojisinde vazgeçilmez bir somutluk barındıran ve ‘taşmak’ anlamına gelen
‘feyz’ kelimesi ile ifade etmeyi tercih eder. İlk sûfîler feyiz ve ondan türetilen kelimeleri tasavvuf terimi olarak
kullanmamışlardır. Bu kavramı, oluş ve varlığı açıklamak üzere kullanan ilk mutasavvıf İbnü’l-Arabî olmuştur. O,
bilgi ve varlık problemini vahdet-i vücûd inancı çerçevesinde açıklamak için feyiz terimiyle bunun iki şekli olan
feyz-i akdes ve feyz-i mukaddes tabirlerine yer vermiştir. İbnü’l-Arabî bir tek varlık (Allah) bulunduğunu, var
olarak görünen her şeyin bu varlığın çeşitli görüntüleri olduğunu söylerken de feyiz ve feyezan nazariyesine
dayanır. Ona göre bütün varlıklar, belli bir kaynaktan çıkıp akan bir su gibi o varlıktan çıkıp akmaktadır. Feyiz
nazariyesi, Yeni Eflâtûnculuğun kurucusu Plotin'in Enneades'inde yer alan, Fârâbî, İhvân ı Safâ ve İbn Sina'da da
görülen sudûr teorisini andırdığı, dolayısıyla temelde felsefi kaynağa dayandığı ileri sürülerek eleştirilmiştir. Selçuk
Eraydın,“Feyiz”, DİA, İstanbul 1995, 12/514; Turan, Mutlak Varlık, 18, 57-59.
O’nun kelâmının anlamları hakkında da bir sınırlılık belirleyemeyiz. Zira Kur’an, sahilsiz bir
ummandır ve O’na ait bir söz, yaratılmışların sözünün aksine, sözün kendisinin talep ettiği bütün
anlamları kastetmektedir. Çünkü Kur’an’da, ‘Kitap'ta biz hiçbir şeyi eksik bırakmadık’953
buyrulmaktadır.954
İbnü’l-Arabî; Allah’ın kendi kelâmı hakkında, Kendisi açıklamadığı sürece İlâhî maksada
ulaşamayacağımızı vurgulayarak, Allah’ın bizim aklımıza gelen her şeyi bildiğini ifade eder.
Allah’ın her sözünü duyduğumuzda; O (c), bizde oluşan her türlü anlama tarzını bilir. O’nun bizim
her türlü anlama tarzımızı bilmiş olması, onları kastettiğini de ifade eder. Ona göre bu durumda
Kur’an hakkındaki bütün anlamlar, bütün anlama ve yorum tarzları geçerli ve meşrudur. 955 İbnü’lArabî, bununla da sınırlı kalmayarak, müşahede sahibi kimselerin metnin indirildiği dili bilmemeleri
durumunda dahi yaptıkları anlama ve yorumlamanın meşru olduğunu ileri sürer. Bunun özel bir
tecrübe olduğunu, metni dilin sınırlarına hapsedenlerin bu tecrübeyi anlamalarının mümkün
olmadığını vurgulayan İbnü’l-Arabî, bunun ancak Kur’an’ı kalbine indiren kimse tarafından elde
edilebileceğini savunur. Kur’an’ı kalbine indiren kimse, kendi dilinde olmasa da anlamı kalbine
indirmeyi başarmış demektir. Hatta İbnü’l-Arabî, gerçek anlam ve yorumun bu özel tecrübeyle
gerçekleştiğini, okuyucunun (mürîd), Kur’an’da her dilediğini bulmadıkça, gerçek okuyucu (mürîd)
olamayacağını, bu genelliğe sahip olmayan hiçbir sözün de Kur’an olmadığını ifade etmektedir. 956
Pragmatik okumanın; okuyucu merkezli ve bağlamın geçerliliğine dayalı, bağlamların ise metni
devamlı olarak yeni anlamlar üretebilecek bir anlam makinesi olduğu şeklindeki kabul, İbnü’lArabî’nin Kur’an algısıyla birebir örtüşmektedir. Bu yaklaşımda Kur’an; kendisinden sonsuz
anlamların taştığı, yayıldığı ve sonsuz sayıdaki adreslere sonsuz çeşitlilikte mesajlar iletmeye imkân
sağlayan bir hazine konumundadır. Hazine oluş itibariyle Tanrı, Kur’an, İnsan ve Kâinat İbnü’lArabî’de aynileşmektedir. Bu kontekstte ontolojik yolculuk ile yorum yolculuğu nihâî anlamda aynı
yere varmaktadır. Mutlak Varlık; insan ve kâinatta varoluşsal olarak tecellî ederken, metinde yorum
olarak ortaya çıkmaktadır. Bu yorumlama yöntemi; akla ve dile dayalı olmayıp doğrudan tecrübe
etme şeklinde gerçekleşmektedir. Adeta Tanrı, okuyucunun içinde bulunduğu her mertebede, ona
sürekli ve yeniden bir anlam fısıldamaktadır. Bu yorum tecrübesinde okuyucunun bağlamının
değişimine ve gelişimine bağlı olarak her farklı okuma, metnin anlamının da sürekli yenilenmesini,
değişmesini ve farklı anlam seviyeleri kazanmasını sağlamaktadır.957
İbnü’l-Arabî, Kur’an’ın herhangi bir ayet veya kavramının sonsuz anlam ihtimalleri taşıdığını
düşünmektedir. Zira bu ihtimallerin bizzat Allah tarafından amaçlandığını, Allah’ın bütün bu
ihtimalleri bildiği kadar, okuyucuların ayete veya kavrama bakışlarının farklılığını da bildiğini
savunur. Bu durumda ayetten veya kavramdan her kim ne anlarsa, anladığı şey, ayet ve kavramla
kast edilen şeydir. Teolojinin (Kelâm/Fıkıh) okuma biçiminde anlam ve yorumun nesnelliğine temel
oluşturan dil ve düşünce, İbnü’l-Arabî’nin pragmatik okumasında eleştirilerek anlam ve yorumu
sınırlayan engeller olarak kabul edilir. Bu itibarla İbnü’l-Arabî, dil ve düşüncenin sıkıcı-kasvetli
spekülasyonu yerine, sonsuz anlam olasılıklarının keyifli yolculuğunu önermektedir. Şeyh'in
önerdiği bu okuma yönteminde yazarın ve metnin niyetinden daha çok okuyucunun niyeti, yaşadığı
öznel/sübjektif ve rölâtivist tecrübe meşru ve geçerlidir. Bu sübjektivite ve görecelilik ise, sembol ve
işaret diliyle meşru ve geçerli kılınmaktadır: İşaret; herhangi bir belirleme ve sınırlama olmaksızın
anlamın içe doğmasını ifade ederken, ibare ise anlamın, nesnel bir çerçevede tayin ve
sınırlandırılması anlamına gelmektedir. İşaret yoluyla anlam; sürekli açık bir ufuk haline gelirken,
953
En’am 6/38.
Mahmut Ay, “Nur Kavramından (24/35) Nur Metafiziğine: Pragmatik Okumalar ve Eleştirisi”, İslâmî
Araştırmalar, cilt: XXV, sayı: 2, 2014, 104-105.
955
Vahiydeki bir kelime birden çok anlama sahip ise vahyi gönderenin bunlardan hangisini kast ettiğini nasıl
bileceğiz? İbnü’l-Arabî’ye göre böyle bir durumda vahyi gönderenin bu anlamlardan her birisini kast etmiş olmasını
dikkate almak gerekir. Bu cevap, tasavvufa yönelik pek çok eleştiriyi haklı çıkartacak kadar açık ve aynı zamanda
belirsiz görünmektedir. Abdullah Kartal, “İbnü’l-Arabî’nin Yorum Yöntemi ve Muhammed Fassında Bu Yöntemin
Tatbiki: Her Varlık Bir Âyettir”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 21, 2008, 264; Ekrem Demirli, Fusûsu'l-Hikem
Şerhi, İbn-i Arabî, Fusûsu'l-Hikem içinde, Kabalcı Yay., İstanbul 2013, 70.
956
Muhammed Âbid Câbirî, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, (çev. B. Köroğlu, H. Hacak, E. Demirli), 3. bsk,
Kitabevi Yay., İstanbul 2001, 388-389; Ay, Pragmatik Okumalar, 104-105.
957
Ay, Pragmatik Okumalar, 104-105.
954
ibare yoluyla anlam dil ve düşünce seviyesinde daralmakta ve sınırlanmaktadır. Bu noktada
pragmatik okuma açısından anlamın dil ve düşünceyle sınırlandırılması sonsuz sayıda anlam düzeyi
bulunan İlâh-i Kelâm’ın zenginliğiyle çelişmektedir.958
İbnü’l-Arabî’ye yönelik Kutbeddin Kastalânî (v.686/1287) ile başlayan ve yukarıda tasvir edilen:
Kur'an'ın anlamlarını saptırma suçlaması, Takıyyüddin İbn-i Teymiye'de (v.728/1328) zirveye
ulaşır. Elbette farklı konulardaki tespit ve yaklaşımlarına ilişkin kimisi aleyhte
değerlendirmelerimizi959 bir yana koyarak münhasıran bu hususta İbn-i Teymiye’nin, -bizzat ifade
ettiğine göre- geç de olsa fark ettiği bu düalizm ve bu çift yönlü söyleminde İbnü’l-Arabî’nin esas
meramını fark edip kendisine cephe almada bu yolun yolcusu olanların zirve ismi olduğunu
belirtmek bir hakşinaslık örneği olsa gerektir. Filvaki İbnü’l-Arabî’de, İbn-i Arabî Kelami
Tartışmalar isimli eserimizde genişçe anlattığımız üzere, kavramlarda anlam genişlemesi 960 ve hatta
dağılması olduğu da kesindir.961 Öyle ki kimi zaman velâyet ile nübûvvetin sınırlarının nerede
başlayıp bittiğini kestirmek o kadar da kolay olamamaktadır. 962 Tıpkı İsnâaşerîyye’de Peygamber ile
imâm arasını tefrik etmede çekilen zorluk gibi. 963 Dahası onun izah edilen bu yaklaşımıyla Kur'an
bütünlüğünü, Kur'an'ın kendine ait özel bir mesaja sahip olmasını ve herhangi bir mevzunun ancak
ve sadece Kur'an bütünlüğünde geçerli bir anlam ifade edebileceği temel usul ilkesini atladığını
görmekteyiz. Aksine ona göre -şu veya bu- herhangi birinin, şöyle veya böyle herhangi bir ideoloji,
inanç veya kişiden edindiği backgroundla ulaştığı tamamen indî ve keyfî yorumlarla ortaya koyduğu
her şey, meşrudur. Burada fi tarihteki (Kur'an bütünlüğünü göz ardı eden) Basra kadısının, Kur'an'ın
ihtilaf deryası olduğu ve onda dileyenin dilediğini bulabileceği964 yönündeki iddiasını hatırlamamak
olası değildir. Oysaki bu absürt iddiaların yerine bilindiği gibi her halükarda öncelenmesi gereken bir
Kur'an bağlamı (bütünlüğü) ve nübûvvet örnekliği söz konusudur. Dolayısıyla bir kavramın-konunun
öncelikle bu bağlam ve örneklikte ne anlama geldiğini tespit etmek icap etmektedir. Çünkü
kelimeler; ancak sevk edildikleri ifade ve konu (kitap) bütünlüğü içerisinde ve de temsilcisinin eylem
ve izahı çerçevesinde gerçek anlamlarını bulabilirler.965 Değilse insanların ön kabullerini Kur'an diye
kabul etmek/ettirmek gibi bir derekeye düşüleceği açıktır. Keza Kur'an'ın hâkim (yön veren/istidlal
edilen) değil mahkûm olması söz konusu olacaktır. Hâlbuki her halükârda şu veya bu konuda
öncelikle Kur'an'ın vermek istediğinin ne olduğuna bakılması, imanî bir zorunluluktur.
Tarih boyunca İbnü’l-Arabî hakkında süre gelen polemiğin redd cephesinde başta İbn-i Teymiye
olmak üzere, Ali el-Bekrî (v.724/1324), İbn-i Cem‘â (v.733/1333), İbn-i Hayyât (v.811/1408), Ebu
Zur‘a (v.826/1423), Nebî es-Sinobî966 (v.936/1529) ve Ali el-Kârî (v.1014/1605) gibi farklı asırlarda
yaşamış birçok müellif yer almış, karşı cenahta ise İbnü’l-Arabî’nin yakın öğrencileri ve Ekberî
geleneğin önemli temsilcileri dışında, İbn-i Zemlakânî (v.727/1327), es-Safedî (v.764/1362), el-
958
Ay, Pragmatik Okumalar, 104-105.
Bkz. Mustafa Akman, İbn-i Arabî Kelami Tartışmalar, Sorular, Şüpheler, Ekin Yay., İstanbul 2017, 446-457, 615627.
960
Demirli, Fusûsu’l-Hikem Şerhi, 35.
961
İbn-i Arabî Kelami Tartışmalar, 37-59, 595.
962
Krş. M. Mustafa Çakmaklıoğlu, “İbnü’l-Arabî’nin Nübüvvet-Velayet Hakkındaki Görüşleri ve İbn Temiyye’nin
Bu Husustaki Eleştirileri”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 21, 2007, 224 vd.
963
‘Bir kişinin Peygamber'i temsilen din ve dünya işlerini yürüttüğü umûmî başkanlık’ olarak tanımlanan imâmet
nübûvvetin uzantısı sayılmış, imâm naspetmenin Allah'a, lütfu dolayısıyla vâcib olduğu belirtilmiş, imâmlara vahiy
alma keyfiyeti hariç nebîlere verilen seçilmişlik, ismet, efdaliyet ve mu’cize göstermek gibi bütün sıfatlar
yüklenmiştir. Peygamber'den sonra bu sıfatların Ali'de toplandığını ileri süren İsnâaşerîyye kelâmcılarına göre
peygamberlerin masûm oluşuyla ilgili bütün deliller imâmların masûmiyeti için de geçerlidir. Bu anlayışla,
Peygamber'le birlikte on iki imâmın söz, fiil ve takrirlerini de hadis kabul eden İsnâaşerîyye müellifleri ilk
dönemlerden itibaren çeşitli rivâyetleri toplamaya başlamış ve hadis koleksiyonları telif etmişlerdir. İlyas Üzüm,
“İsnâaşeriyye (Kelâm)”, DİA, İstanbul 2001, 23/148; İlyas Üzüm, “İsnâaşeriyye (Literatür)”, DİA, İstanbul 2001,
23/150; İlyas Üzüm, “Şîa (Doktrin)”, DİA, İstanbul 2010, 39/118.
964
İbni Kuteybe, Hadis Müdafası, (çev. M. H. Kırbaşoğlu), Kayıhan Yay., 1. bsk., İstanbul 1979, 64; Mustafa
Akman, Kitab’a Varis Olanlar, Ekin Yay., İstanbul 2004, 19.
965
Bkz. Halis Albayrak, Kur'an'ın Bütünlüğü Üzerine, 2. bsk., Şule Yay., İstanbul 1993, 44-47, 103, 135-136, 155156.
966
Bkz. Ferzende İdiz, Ömer Fânî Efendi ve Tasavvufa Dair Üç Eseri: (Adab, Cehrî zikir, Semâ ve bazı tasavvufi
meseleler), İnsan Yay., İstanbul 2011, 189-192, 325-350.
959
Yâfî‘î (v.768/1367), el-Hindî (v.773/1372), Ali el-Kârî el-Bağdâdî (v.9/15. asrın ilk yarısı) ve Ömer
Fânî Efendi967 (v.1033/1624) gibi şahsiyetler yer almıştır.968
Mecduddin Fîrûzâbâdî969 (v.817/1415), Celâleddîn ed-Devvânî (v.908/1502), Celâleddîn es-Süyûtî
(v.911/1505), İbn-i Abidîn970 (v.1252/1836) ve Çerkeşîzâde Mehmed Tevfîk Efendi971 (v.1317/1899)
gibi âlimler onu savunan eserler yazmışlardır.972 Buna karşılık İbn-i Teymiye (v.728/1328), İbn-i
Ehdel (v.855/1451), İbrahim el-Bikâ‘î (v.885/1480), Ali el-Kârî, İbrahim b. Muhammed el-Halebî
(v.956/1549) onun küfrüne hükmeden âlimler arasındadır.973
Beri taraftan daha yakın döneme bakıldığında, İbnü’l-Arabî’nin büyük bir âlim olduğunu söylemekle
birlikte, savunduğu fikirleri eleştirenler arasında Elmalılı Hamdi Yazır (v.1360/1942), İzmirli İsmail
Hakkı (v.1365/1946) ve Said Nursî’yi (v.1379/1960) sayabiliriz,974 diyen Ömer Yılmaz’ın bu
ifadesine bir anlamda katılmakla birlikte şu tespitlerimizi ilavede fayda mülahaza ediyoruz:
Bunlardan Elmalılı’nın “tefsirini hazırlarken -mesela- ayetlerin tefsirleri için değişik boyutlar
aradığında ilk başvurduğu sûfînin İbn-i Arabî olduğu bilinmektedir. Tasavvufla da yakından
ilgilenen Yazır, tefsirinde sûfîmeşrep bir üslûp kullanmasından maada vahdet-i vücûd konusunda
çekingen bir eda ile yer yer tenkit ettiği İbn-i Arabî’den bol miktarda iktibaslar yapmıştır.” O, “İbn
Arabî'den nakillerinde ihtiyatlı davranmakta ve bazen nazik tenkitler dile getirmektedir.”975
Nursî’nin ise “eserlerinde tasavvuf kavramlarıyla örülü bir dil kullandığını ve tasavvuf kaynak ve
büyüklerini referans gösterdiğini belirtmek gerekmektedir. Dahası o, bütün intimâsı, durduğu yer,
tercihleri ve düşünce sistematiğiyle tamamen tasavvuf dünyasına ait biridir. Nitekim Nursî; kendisini
ayetleri keyfî ve bâtınî olarak yorumlamakla eleştirenlere karşı savunma yaparken ehl-i velâyet
olarak andığı İbn-i Arabî’yi referans olarak kullanmıştır. İbn-i Arabî gibi bir âlim ve velînin, Kur'an
ayetlerini tefsir ederken, iş‘ârî, bâtınî manalar verdiğini, yer yer cifir ve ebced kullandığını söyleyen
Nursî, ona itiraz etmeyenlerin kendisine de itiraz etmemelerini istemiştir. Kendisini, ebced hesabıyla,
harflerin esrarıyla uğraşmakla suçlayanlara karşı, güçlü bir dayanak ve tasavvuf dünyasının büyük
sûfîsi olarak sunduğu İbn-i Arabî kalkanına sığınarak, onun da ‘esrar-ı gaybiye’nin anahtarı olarak
bu ilimle uğraştığını söylemiştir. Nursî, İbn-i Arabî'yi istediği vakit rûhlarla görüşebilen nadir
evliyâya örnek olarak zikretmektedir. Dahası o, Kur'an'da gayba dair haberler bulunduğunu ve keşif
yoluyla bilen velîlere örnek verirken de ilk olarak yine İbn-i Arabî'yi anmaktadır. Nursî, kimi
967
İdiz, Fânî Efendi, 325-350.
Ayrıca bkz. İsmail Fennî Ertuğrul, Vahdet-i Vücud ve İbn Arabî, (haz. M. Kara), İnsan Yay., İstanbul 1991, 294296.
969
Bkz. Ali el-Kârî, Vahdet-i Vücûd Risalesi, (thk. A. R. b. Abdullah, çev. H. Ünal), Süleymaniye Vakfı Yay.,
İstanbul 2013, 61; Fîrûzâbâdî ile Zebîd'de görüşen İbn-i Hacer, hadis konusunda pek titiz davranmadığını, râvîler
hakkında fazla bilgisi bulunmadığını, hatta sahte sahâbî Hintli Reten b. Nasr'a (v.632/1234) inanacak kadar saf
olduğunu, Buhârî'ye yazdığı şerhini garip hikâyelerle doldurduğunu ve birçok yerde İbnü’l-Arabî'nin görüşlerine
yer verdiğini belirterek kendisini tenkit etmiştir. Tasavvufî konularda İbnü’l-Arabî'yi takdir eden Fîrûzâbâdî onu
savunmak üzere iki risâle ve bir de fetvâ kaleme almıştır. Hulusi Kılıç, Fîrûzabâdî, DİA, İstanbul 1996, 13/143. H.
Kılıç’ın verdiği bu bilgiye karşın Nevzat Âşık, Fîrûzabâdî’yi onu sahâbî kabul etmeyenler arasında saymaktadır.
"Reten b. Nasr", DİA, İstanbul 2008, 35/22. (N. Âşık, onun sahâbîliğine inananlar arsında Simnânî ismini
vermektedir.)
970
İbn-i Abidîn, Reddü'l-Muhtar ale'd-Durrü'l-Muhtar, (çev. A. Davudoğlu), Şamil Yay., İstanbul 1982, IX/36-44;
Hür Mahmut Yücer, “Bir İbn Arabî Müdafaası: Çerkeşîzâde Mehmed Tevfîk Efendi ve Levâyihu’l-Kudsiyye fî
Fedâili’ş-Şeyhi’l-Ekber Adlı Eseri”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 21, 2007, 342, 349.
971
Bkz. Yücer, İbn Arabî Müdafaası, 338-341.
972
İbnü’l-Arabî savunucularından biri olan sûfî İbrahim Kûrânî (v.1101/1690), aynı zamanda selefî görüşlere yatkın
olması hasebiyle İbn Teymiyye’yi de tasvip etmekte, dolaysıyla her iki müellif arasında adeta uzlaşmacı bir çizginin
temsilciliğini üstlenmektedir. Tasavvufî anlayışını vahdet-i vücûd ile teşekkül ettirmiş, kelâmî görüşlerinde ise
selefi olan Kûrânî, (sûfî Nu‘mân Alûsî (v.1270/1854) gibi orta bir yol izleyerek) yerine göre İbnü’l-Arabî’nin yanlış
anlaşıldığını ileri sürmekte, böylece hem İbn Teymiyye hem de onun arasında ılımlı ve uzlaşmacı bir çizginin
öncülüğünü ve temsilciliğini yapmaktadır. Ömer Yılmaz, “İbnü’l-Arabî Hakkında Yapılan Eleştirilere İbrahim
Kûrânî’nin Yaklaşımı”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 21, 2007, 363, 365, 378, 385.
973
Mahmud Erol Kılıç,“Muhyiddin İbnü'l-Arabî”, DİA, İstanbul 1999, 20/512; Hayrani Altıntaş, Tasavvuf Tarihi,
Ankara Ü. İlahiyat F. Yay., Ankara 1986, 96-97; Ferzende İdiz, İmam Süyûtî ve Tasavvuf: hayatı, şahsiyeti, tarikatı
ve eserleri, Semerkand Yay., İstanbul 2013, 156-157.
974
Yılmaz, Kûrânî’nin Yaklaşımı, 379.
975
Akman, İbn-i Arabî, 563; Mustafa Akman, “Kelâmî Perspektifle Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır”, Uluslararası
Sosyal Araştırmalar Dergisi, cilt: 10, sayı: 50, 2017, 838.
968
ifadelerinde İbn-i Arabî'nin, kendince mazûr görülebilecek hatalarına dikkat çekmişse de onun yine
de makbul olduğunu belirtmekte ve onu ‘ilm-i esrarın dâhisi’, ‘harika keşfiyâtların ve müşâhedelerin
ve mühim, kendine has bir meşrebin sahibi’ olarak övmektedir. Risâle-i Nûr külliyatı kavramsal
bakımdan incelendiğinde, Nursî’nin kendi zâtî varlığının isbâtı (bu işte ben de varım) demeye gelen
bir kısım itiraz şerhleri vaki olmuşsa da, İbn-i Arabî'nin kavramsal sözlüğünün bire bir benzerini
kullandığı rahatlıkla görülecektir. Nitekim eserlerinin Kur'an'dan ve onun hazinelerinden geldiğini976
söyleyen İbn-i Arabî gibi, Nursî de, yazdıklarının, Kur'an'ın manevî bir mu'cizesi olduğunu ifade
etmektedir.”977
Bu çerçevede İbnü’l-Arabî’ye yöneltilen eleştirilerin, genel anlamda sûfîyye mesleğinden olanlar ile
olmayanların tenkitleri şeklinde iki ana başlıkta toplanması mümkündür.
1. Tasavvuf mensuplarından eleştiriler
Tasavvuf mensubu münekkitlerin en önemlileri Alâuddevle-i Simnânî (v.736/1336), Abdulkerim elCîlî (v.826/1422), Ahmed Faruk Sirhindî er-Rabbânî (v.1034/1624) ve Şah Veliyullah ed-Dihlevî
(v.1176/1762) gibi aynı meslekten kimselerdir.
Bütün bu eleştirmenler,978 İbnü’l-Arabî'nin görüşlerinin bir kısmına ve hatta bazen onun belirli
isimlendirmelerine yönelik tenkitler yapmışlardır. Değilse bunlar, tenkitlerinde İbnü’l-Arabî'ye zıt
hakîkât görüşleri veya farklı doğrular ileri sürmemektedirler. Eserlerinde bu tür tenkitlerin
değerlendirmesini yapan araştırmacıların ulaştıkları ortak sonuç, bu probleme hep bir yanlış
okumanın yol açtığı şeklindedir. Bu ilk gruptaki tenkitlerin bir diğer önemli özelliği de ikinci grup
tenkitçilerin içerik ve üslûplarıyla hiçbir ortak yönlerinin bulunmamasıdır.979
Öte yandan sûfîlerdeki bu farklı anlayışların, biraz da içinde bulundukları kültürün etkisiyle980
meydana geldiğini söylemek mümkündür. Bunun en önemli tezâhürü; aynı tarîkatın bölgelere göre
farklılık gösterebiliyor olmasıdır. Çünkü sûfîler, genelde halkın içinde (sahada) irşat faaliyeti yürüten
kişiler olduğundan dolayı bölgesel kültüre bigâne kalmaları söz konusu olamamıştır. Bir başka
deyişle, her sûfî grup ya da kişi; yaşadığı çevreye zâhir noktasında uyum sağlamış ve kendi
sisteminin temel ilkeleri ile çelişmediği sürece toplumun görüşlerini paylaşmakta sakınca
görmemiştir. Hatta kimi zaman zâhire uyum sağlama noktasında kendi temel ilkelerini yorumlama
yoluna gidenler bile olmuştur.981
1.1. Simnânî'nin eleştirileri
976
Bkz. M. Mustafa Çakmaklıoğlu, “Klâsiklerimiz/X: “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye” (Muhyiddin İbnü’l-Arabî-ö.
638/1240)”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IV, sayı: 11, 2003, 431; Michel Chodkiewicz, Sahilsiz Bir Umman: hakikat,
şeriat ve İbn Arabî, (çev. A. Ataman), Gelenek Yay., İstanbul 2003, 42; Demirtaş, Varlığın Birliği, 11.
977
Akman, İbn-i Arabî, 54. Nursî’nin tasavvufî görüşleri ve İbnü’l-Arabî’ye dair değerlendirmeleri için bkz. Mustafa
Akman, “Said Nursî'de Tasavvuf Düşüncesi I”, Medeniyet Düşünce ve Kültür Bülteni, sayı: 25, 2012, 53-57;
Mustafa Akman, “Said Nursî'de Tasavvuf Düşüncesi II”, Medeniyet Düşünce ve Kültür Bülteni, sayı: 26, 2013, 6468.
978
Sûfîler arasında cereyan eden eleştirilere (Uludağ’ın ifadesiyle post kavgalarına) örnekler için bkz. Süleyman
Uludağ, Tasavvuf ve Tenkit, Mavi Yay., İstanbul 2011, 175-182. Bursevî, tasavvuf alanından onu eleştirenlerin,
İbnü’l-Arabî’nin sırrı kaza-ı kader gibi keşfi bilgilerde me'zun olduğunu bilmemelerinden kaynaklandığını
belirtmektedir. Ona göre İbnü’l-Arabî bu konularda yegâne yetkili şahıstır. Ondan önce ve sonra gelenler bu konuda
onu tasdik etmelidirler. bkz. Tahralı, Mustafa, Fusûsu’l-Hikem Şerhi ve Vahdet-i Vücûd İle İlgili Bazı Mes'eleler,
Ahmet Avni Konuk, ‘Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi I’ içinde, (haz. M. Tahralı -S. Eraydın), 3. bsk, İFAV,
İstanbul 1999, 32.
979
Kılıç, İbnü’l-Arabî, 20/512; İsa Çelik, “Tasavvufî Gelenekte Hazarât-ı Hams veya Tenezzülât-ı Seb‘a Anlayışı”,
Tasavvuf Dergisi, cilt: IV, sayı: 10, 2003, 176-177.
980
Tarîkatlar sosyal, siyâsal ve şer‘î renk ve kokulardan etkilenmişlerdir. Cemşid Sadri, “Timurlular Dönemi
Horasan’da Etkili Tarikatlar”, (çev. Mustafa Altunkaya), İnönü Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: IV, sayı: 2, 2013, 229.
981
Bkz. Cağfer Karadaş, “Tasavvufta Peygamberlik Tasavvuru”, Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: XIX, sayı: 1,
2010, 28-29, 37-38; Karadaş, İbnü'l-Arabî, 64. "Sûfî vaktin oğludur" ifadesi bunu ihsas eder gibidir. bkz. Zafer
Erginli,“Haller Neyi Anlatır? Tasavvuf Literatüründe Haller Üzerine Bir Deneme”, Uluslararası Bursa Tasavvuf
Kültürü Sempozyumu - IV, cilt: IV, 2005, 73, 77; Zafer Erginli, “İç Dünyadan Topluma: Tasavvuf Günümüz
İnsanına Ne Söylüyor?”, Bursa’da Dünden Bugüne Tasavvuf Kültürü, cilt: II, 2003, 101; krş. İbnü’l-Arabî,
Fusûsu'l-Hikem, (çev. ve şerh Ekrem Demirli -çev. E.D), Kabalcı Yay., İstanbul 2013, 215; Demirli, Fusûsu’lHikem Şerhi, 135.
İbnü’l-Arabî'yi tasavvuf dünyasında en ciddi eleştirilere tabi tutan sûfî, Simnânî 982 olmuştur.
Simnânî'nin, vahdet-i vücûd anlayışına yönelik eleştirisi,983 iki noktada odaklanmaktadır. Birincisi,
vahdet-i vücûd müşahedesi, sûfî tecrübenin son gayesi değil başlangıcıdır, şeklindedir. İkincisi ise
Allah ile âlem arasındaki farklılığı ortadan kaldırmasıdır. Bu iki eleştiri noktası oldukça önemlidir.
Zira bir diğer önemli münekkid Ahmed Faruk Sirhindî, vahdet-i vücûd ve İbnü’l-Arabî'ye yönelik
eleştirilerinde büyük ölçüde Simnânî'nin bu eleştirilerinden istifade etmiştir.984 Hatta bizzat kendisi,
bu selefi ile aralarında yöntem açısından büyük benzerlikler olduğunu ifade etmekten
çekinmemiştir.985
Bu anlamda tasavvuf dünyasına mensup biri olarak el-Kârî de, Simnânî’nin İbnü’l-Arabî'ye
yönelik986 ciddi itirazlarından bahsetmektedir.987 İlhanlı sarayında Hükümdar Argun Han'a
(v.689/1291) itaati Allah'a itaate tercih eder duruma gelen ve 683/1284 yılında kendi ifadesiyle:
gaibden gelen bir sesin uyarısıyla kendine gelip tevbe eden Simnânî’ye göre kâinat Allah tarafından
yoktan ve tedricî bir şekilde yaratılmıştır. Allah, sadece Muzhiru'l-eşyâ değil Hâliku'l-eşyâdır da.
Hâlık, yarattığı şeyin aynı olmaktan münezzehtir. Bunun aksinin yani “her şey O'dur”, şeklindeki
vahdet-i vücûdcu görüşün İslâm'da yeri yoktur.988 İslâm'da ezelî ve ebedî olan bir Hâlık ile O'nun
sonradan yarattığı, yeri ve zamanı gelince yok edeceği mâsivâ vardır. İslâm, vahdet-i vücûdu değil
vahdet-i mabûdu tebliğ etmiştir. Bu görüşleriyle Simnânî, İbn-i Teymiye ile aynı paralelde yer alır ve
İbnü’l-Arabî'yi esastan tenkit etmiş olur. Ona göre, en büyük velîden sâdır olsa bile, Kitap ve
Sünnetin doğrulamadığı bir keşfin hiçbir değeri yoktur. Ancak yine o, el-hazerâtu'l-hams
nazariyesini izahta ve insan-ı kâmil telâkkîsini benimseyip açıklamada İbnü’l-Arabî'den
faydalanmıştır.989
1.2. Rabbânî'nin eleştirileri
1.2.1. İbnü’l-Arabî’ye eleştirileri
Nakşibendîliğin önde gelen temsilcilerinden Rabbânî de -Simnânî kadar esastan ifadelerle olmasa daİbnü’l-Arabî'yi doktrin bazında eleştirmiş ancak ona karşı saygısını da her vesile ile dile
982
Bkz. M. Nazif Şahinoğlu, “Alâüddevle-i Simnânî”, DİA, İstanbul 1989, 2/345-347.
William C. Chittick,“İbn Arabî Okulu”, İslam Düşünce Tarihi -İslâm Felsefesi Tarihi içinde, (Ed. S. Hüseyin
Nasr- O. Leoman, çev. Ş. Öçal- H. T. Başoğlu), Açılım Kitap, İstanbul 2007, 2/174-175; el-Kârî, Vahdet-i Vücûd,
37, 63-64; Kılıç, İbnü’l-Arabî, 20/509-511.
984
Hamid Algar, “İlk Dönem Nakşibendî Geleneğinde İbn ‘Arabî’nin Düşüncelerinin İzleri”, (çev. Salih Akdemir),
İslâmî Araştırmalar, cilt: V, sayı: 1, 1991, 15-16.
985
Abdullah Kartal, “Alternatif Bir Vahdet-i Vücûd Yorumculuğu: Simnanî, Cîlî ve İmâm Rabbânî Örneği”, I.
Uluslararası Sadreddin Konevî Sempozyumu Bildirileri, Mebkam Yay., 2010, 166.
986
“Eşyanın aynı olduğu halde eşyayı izhâr edeni tesbih ederim.” A. el-Kârî, Fütûhât’ın başında geçen bu sözden
dolayı Simnânî’nin onu tekfir ettiğini; İbn-i Mukrî’nin ise: İbnü’l-Arabî ve taifesinin küfründe şüphe eden kişi
Yahûdî ve Nasara’dan daha kötüdür ve küfre girmiştir, dediğini belirtmekte ve bu dediklerini tasdik etmektedir.
bkz. Ali el-Kârî, el-Mukaddimetu’s-Salime fi Havf’ıl-Hatime, (thk. H. Selman), el-Mektebet’ul-İslamî, Beyrut,
1989, 31-32; Kartal, Vahdet-i Vücûd Yorumculuğu, 162.
987
Bkz. Vahdet-i Vücûd Risalesi, 37, 63-64. Ali el-Kârî onu, varlığın ve dinlerin birliği, cehennem ve azab konusu,
peygamberlik ve hatm-ı velâyet, Firavunun imanı, Kur'an'ı rey ile tefsir, peygamberlere itiraz, gaybı bilme iddiası
ve ehl-i sünnet ve icmâa muhalefet gibi konularda eleştirmiştir. bkz. Harun Akgöğ, Ali el-Kârî Hayatı Eserleri ve
İbn Arabi’ye Eleştirisi, Uludağ Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Bursa 1995, 43, 7485; Selçuk Eraydın, “Fusûsu’l-Hikem’e Yapılan Bazı İtirazlar”, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi içinde (haz. M.
Tahralı- S. Eraydın), İFAV, İstanbul 2005, IV, 44-60.
988
Ancak M. Erol Kılıç, insanın cevheri, aslı, özü, aynı ve kökeni ilâhîdir. Bu görüşümüzün kaynağı hem Kur’an’da
hem de sünnette yer almaktadır. 'Biz insana kendi rûhumuzdan üfledik.' (Hicr 15/29; Enbiya 21/91; Secde 32/9; Sad
38/72) ayeti insanın kutsal bir varlık olduğunun en temel delilidir. Vahdet-i vücûd anlayışını anlayamayanlar İbnü’lArabî’nin her şeye Tanrı dediğini iddia ederler ki, böyle bir şey tamamıyla iftiradır. Oysa 'üfledim' diyen yani benim
rûhânî ve ilâhî bir tarafım olduğunu söyleyen o değil; Allah’ın (c) kendisidir. Kılıç buradan daha da önemsediği
anlaşılan bir hususa intikâl ediyor. O da, Vehhâbîliğin ölmesidir. Diyor ki: bu görüşler ileride, vahhabizm
döneminin geçmesinin ardından Müslümanların siyâset teorisi olacak görüşlerdir. Çünkü İbnü’l-Arabî’nin
görüşlerinden yola çıkarak modern hayatın başta ekolojik problemleri, çevre sorunları, eşitsiz gelir dağılımı vb. gibi
meselelerine çözüm ileri sürebileceğimiz o kadar konu var ki. bkz.“İbn-i Arabî’yle “Zaman’ın Ruhu”nu Okumak”,
Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 23, 2009, 60.
989
Bkz. Şahinoğlu, Simnânî, 2/346.
983
getirmiştir.990 Rabbânî'nin Simnânî’den iktibas991 edip geliştirdiği vahdet-i şuhûd ile vahdet-i vücûd
arasında özde bir farklılığın olup olmadığı yönünde tartışmalar olsa da, Rabbânî'den sonra gelen pek
çok sûfînin, İbnü’l-Arabî - Rabbânî tartışmasına katıldığı ve bu iki sûfîden birinin yanında 992 yer
aldığı bilinmektedir.
Necip Fazıl Kısakürek’in993 (v.1403/1983) ve yoldaşı Hüseyin Hilmi Işık’ın994 (v.1422/2001) aslında
biraz da post kavgası denebilecek söz konusu bu eleştirileri neredeyse övgüye dönüştüren indî
yorumları995 bir kenara bırakılırsa Rabbânî’nin tenkitleri, zaman içerisinde etkisini artırarak
göstermiş ve bir zamanlar İbnü’l-Arabî düşüncesine meyleden Nakşibendîlerin nispeten daha zâhir
sûfî çizgiye çekilmesini te'min etmiştir.996 Bu, Nakşibendî kültüründe997 yetişmiş en etkili
münekkidin Rabbânî olmasından998 kaynaklansa gerektir. İbnü’l-Arabî öğretisini eleştiren
Rabbânî’nin onu ve benzeri nice kimseleri küçümserken bizzat kendisi için manevî üstünlük iddia
etmesi ise şiddetli tepkilere yol açmıştır. İşte bu tepki zamanla yoğun bir reddiye edebiyatının
doğmasına neden olmuştur.999
Hiç kuşkusuz felsefî tasavvuf bağlamında Allah-âlem ilişkisini kurmaya çalışan İbnü’l-Arabî'nin
vahdet-i vücûd doktrinine1000 karşı ortaya konulan ciddî, belki de tek alternatif sistem, Rabbânî'nin
geliştirdiği vahdet-i şuhûttur. Vahdet-i vücûd, müşahededen hareket ederek Allah'ın dışındaki
varlıkları inkâr etmek, vahdet-i şuhûd ise müşahedenin birliğine inanmakla birlikte, Allah'ın
dışındaki varlıkların gerçekliğini kabul etmek diye tarif edilmiştir. Fark edileceği üzere buradaki
tartışma, esasta Kelâm ve Felsefede de önemli bir konu olan varlık- mâhiyet ilişkisinin tasavvuftaki
990
Bkz. Ebu’l-Hasan Ali en-Nedvî, Müceddid-i Elfisâni İmam-ı Rabbânî, (çev. Y. Karaca), Kayıhan Yay., İstanbul
2005, 312-313; Arthur Buehler, “Ahmed Farûki Serhendi: Miliyetçi Kahraman, Müsbet Sufi, Menfi Sufi”, (çev.
Mehmet Atalay), Bülent Ecevit Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: I, sayı: 1, 2014, 142, 154.
991
Seyyid Hüseyin Nasr, “Farsça Konuşan Dünyada İbn Arabî”, İbn Arabî Anısına [Makaleler] içinde, (çev. T. Ulaç),
İnsan Yay., İstanbul 2002, 176 dipnot: 2. Vahdet-i şühûd terimini popüler anlamda ilk olarak A. Simnânî
kullanmıştır. Sirhindî ise bunu, tecrübelerine ve öğrencilerinin ihtiyaçlarına dayalı olarak kendi tarzında kullanır.
Sirhindî esas itibarıyla vahdet-i vücûd yaklaşımına kendi tefekkürî tecrübesine dayalı itiraz etmişken, Simnânî aynı
yaklaşıma fıkhî sebeplerle itiraz etmişti. İbnü’l-Arabî’den farkları dolayısıyla (ki aslında bu farklar gerçek olmaktan
ziyade görünüş itibarıyla mevcuttur) Simnânî ile Sirhindî’nin düşüncelerini birbirine eşitlemek gibi bir temâyül söz
konusudur. Bâkibillah (v.1012/1603), Simnânî’nin İbnü’l-Arabî’nin dile getirdiği şeyleri tecrübe ettiğinde onunla
ittifak ettiğini, tecrübe etmediği hususlarda ise ihtilaf ettiğini kaydetmektedir. Ancak o daha sonra, İbnü’l-Arabî ile
Simnânî arasındaki farkların ‘semantik’ olduğuna işaret edecektir. Arthur F. Buehler, “Ahmed Fârûkî Sirhindî: Yeni
Bir Değerlendirme”, (çev. Mehmet Atalay), Tasavvuf Dergisi, cilt: XV, sayı: 33, 2014, 112.
992
Bkz. Cavit Sunar, Vahdet-i Şuhud, Vahdet-i Vücud Meselesi: İmam Rabbânî, İbn Arabî, (doktora tezi), Resimli
Posta Matbaası, Ankara 1960, 19 vd. Rabbânî’nin İbnü’l-Arabî’ye yönelik eleştirilerinden dolayı kendisini övenler
ve yerenler için bkz. 96-110; ayrıca Nakşibendî şeyhi Muhammed İhsan Oğuz’un (v.1412/1991), İbnü’l-Arabî’ye
karşı Rabbânî’yi destekleyen açıklamaları için bkz. İslam Tasavvufunda Vahdet-i Vücud, Oğuz Yay., İstanbul 1995,
162 vd.; İ. Oğuz’un bu eserine A. A. Konuk’un bir reddiyesi bulunmaktadır. Konuk, hem Rabbânî’nin Fütûhât'a
yönelik hem de Rabbânî’nin görüşlerini savunan Oğuz'un Füsûs'a yönelik itirazlarına cevaplar vermektedir. bkz.
Reşat Öngören, “Ahmet Avni Konuk”, DİA, Ankara 2002, 26/181.
993
Bkz. Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, Büyük Doğu Yay., İstanbul 1982, 166 vd.; ayrıca bkz. İsa Çelik- Birol
Yıldırım, “Hanefî-Mâturîdî Ekolünden Gelen Şeyh Ahmed Sirhindî/İmâm-ı Rabbânî’nin Üç Alandaki Mücâdelesi
(Vahdet-i Vücûd-Dinlerin İttihâdı-Râfizîlik)”, IV. Uluslararası Şeyh Şa’bân-ı Velî Sempozyumu -HanefîlikMâturîdîlik-, 05-07 Mayıs 2017, cilt: I, 2017, 492, 498-500.
994
Bkz. Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, 130. baskı, Hakîkat Kitâbevi, İstanbul, 2014, 388, 768, 935-936, 942-943,
961, 968.
995
Krş. Çelik, Hazarât-ı Hams, 163-164; Süleyman Ateş, İşârî Tefsir Okulu, Ankara Ü. İlahiyat F. Yay., Ankara
1974, 270-278.
996
Hâlid Bağdâdî (v.1242/1827) tarafından başlatılan tarîkatı yenileme ve yayma döneminden itibarendir ki
Nakşibendîler nesil nesil İbnü’l-Arabî’nin öğretilerini yeniden ihya etmeye başlamışlardır. Algar, İlk Dönem, 20.
997
Alevî temâyülün en az bulunduğu tarîkat Nakşibendîliktir. Hatta Nakşibendîlik Şîî ve Alevî temâyüllere karşı bir
tepki olarak ortaya çıkmış, sahabenin önemini ve değerini kuvvetle vurgulamıştır denilebilir. Ancak istisna olmakla
birlikte Ehl-i Beyt sevgisini öne çıkaran, Muaviye ve Yezid'i lanetleyen Hâlidî şeyhleri de vardır. Hâlid Bağdâdî'nin
halifelerinden İsmail Şirvânî'nin (v.1265/1848) halifesi Hamza Nigari (v.1304/1886) ve mensupları Muaviye'den
nefret ederler. Süleyman Uludağ, “Hâlidiyye (Anadolu’da Hâlidîlik)”, DİA, İstanbul 1997, 15/298.
998
Krş. Algar, İlk Dönem, 2, 5, 11-12, 14, 16, 19.
999
Bkz. Michel Chodkiewicz, “İbn Arabî’nin Öğretisinin Osmanlı Dünyasında Karşılanışı”, Osmanlı Toplumunda
Tasavvuf ve Sufiler içinde, (Haz. A. Y. Ocak), T. Kurumu Yay., Ankara 2005, 103.
1000
İbnü’l-Arabî, Fusûs, (çev. E.D), 117; ayrıca bkz. İbn Teymiyye, Mecmuû Fetevâ Şeyhi'l-İslam Ahmed b. Teymiye,
(Tertib: A. b. Muhammed el-Asımî), Dâru Âlem’il-Kütüb, Riyad 1991, 10/342.
yansımasından ibarettir. Artık yapılan tanım ve izahların bunların arasındaki farkı belirlemede ne
denli isabetli olduğu ayrı bir konudur.
Rabbânî'ye göre sûfî tecrübenin son gayesi tevhid (varlıkta birlik)1001 değil, ubûdiyet (kulluk) olduğu
için seyrü sülûkun ulaştığı nihâî nokta da, vahdet-i vücûd değil, vahdet-i şuhûd olmalıdır. Sûfî,
müşahedelerinden hareketle varlığın birliğini savunamaz. Rabbânî'nin, İbnü’l-Arabî'ye yönelik
eleştirilerinin tamamında bu noktanın göze çarptığını söylemek mümkündür.1002 O, pek çok kez
sülûkunun ilk zamanlarında vahdet-i vücûdun müşahedesine nâil olduğunu, daha sonra yanlışlığının
kendisine keşf olunmasıyla bu görüşten vazgeçtiğini söyler. Rabbânî'nin, ortaya koyduğu vahdet-i
şuhûdun esas prensipleri ile vahdet-i vücûdun prensipleri arasında gerçekte bir farkın olup
olmadığı1003 tartışılabilir. Ancak bizce onun, vahdet-i vücûdu kabul etmediğini belirtmesi, simgesel
anlamda da olsa tarihî bir öneme sahiptir.1004
Rabbânî, İbnü’l-Arabî'nin formüle ettiği vahdet-i vücûd görüşünü1005 eleştirmenin yanı sıra bu
düşünceyle ilişkili velî-nebî ikilemi, keşf, ilhâm, rü'yet gibi diğer bazı hususları da ehl-i sünnet
inancına aykırı olduğu gerekçesiyle eleştirmiştir. Bu hususların başında ise irâde meselesi
gelmektedir. Keza Rabbânî, İbnü’l-Arabî, isim ve sıfatların zâtın aynı olduğu, Allah ile âlem arasında
ayniyet ve dolayısıyla ittihâd1006 görüşüne sahip olduğu, vâcib varlık ile mümkün varlığın birliği,
Allah'ın âlemi varlığıyla kuşattığı, cehennemin ve ehline yönelik cezanın ebedî olmadığı şeklindeki
görüşleriyle de hatalıdır, der. Bunlardan mesela cehenneme dair söyleminde, zira diyor Rabbânî,
dünyada rahmet, bütün mü'min ve kâfirleri kapsasa da âhirette yalnızca mü'minleri kapsayacaktır.
Ayrıca onu, tasavvufî ıstılah olarak sûfînin İslâmî ahkâma aykırı söz ve hareketi anlamına gelen
şathiye konusunda da eleştirir. Rabbânî’ye göre diğer birçok sûfî gibi İbnü’l-Arabî de bu ve benzeri
pek çok hususta ehl-i sünnetin temel prensipleriyle çeliştiği1007 için hatalı keşfte bulunmuş; aklının
1001
Tevhid, Allah'tan başka bir şeyin var olmadığını ve Allah'tan başka adla anılan şu varlıkların birer izafi varlık
olup ancak Allah’ta var olduklarını bilmektir. Tevhid, 'Mutlak Birlik'in adıdır. Kelime-i Tevhid, İbnü’l-Arabî
nazarında varlığın varlığının ve varlığın olumsuz olmazlığının bir formülü ve anahtarıdır. Her ne kadar o, dil ve
gramer yönünden olumsuzluk ve olumluluk ihtiva etse de; onun varlıksal manası sadece varlığın birliğini izah eder.
Mehmet Bayraktar, “İbn al-’Arabi’de “Varlığın Birliği”nin Onto-Lengustik Analizi”, Ankara Ü. İlahiyat F. Dergisi,
cilt: XXV, 1981, 367.
1002
Sirhindî, İbnü’l-Arabî ve bunların vahdet tecrübeleri için bkz. Buehler, Yeni Bir Değerlendirme, 109-117.
1003
“İmam Rabbânî'nin vahdet-i şühudu, Allah-âlem ilişkisini kurmaya çalışırken -bazı farklılıklar dikkate alınmazsaesasta vahdet-i vücûd ile birleşmektedir. Zira vahdet-i vücûd, bir çok noktalarda vahdet-i vücûd ile ayniyet gösterir.
Hatta fazla mübalağa sayılmazsa, İmam Rabbânî, İbnü’l-Arabî'den bazı farklı lafızlar kullanarak bu doktrini aynen
almıştır. denilebilir. Vecd ve istiğrak halindeki bir sûfînin şuhûdî tevhid ifadesi olan “görünen her şey odur”
cümlesiyle vücûdî tevhidi formüle eden “Ondan başka bir varlık yoktur” cümlesi arasında büyük bir fark
görülmemektedir.” Çelik- Yıldırım, Ahmed Sirhindî, 498.
1004
Kartal, Vahdet-i Vücûd Yorumculuğu, 172.
1005
Vahdet-i vücûd, filozoflar ile kelâmcıların varlık ve yaratılışla ilgili görüşlerine karşı geliştirilen bir varlık ve
yaratılış görüşü ve buna bağlı olarak Tanrı-insan ilişkilerine dayanan bilgi teorisidir. İbnu’l-Arabî’ye göre “Varlık
birdir, o da Hakk’ın varlığıdır.” Bu cümle vahdet-i vücûdun en önemli dayanağını teşkil eder. Onun, vahdet-i vücûd
düşüncesini merkeze alan bir yaratılış teorisi geliştirmeye çalıştığı görülmektedir. Vahdet-i vücûd merkezli yaratılış
teorisi diye isimlendirebileceğimiz bu anlayış filozofların sudûr teorisiyle benzerlikler taşır. Ekrem Demirli,
“Yaratma (Tasavvuf)”, DİA, İstanbul 2013, XLII, 431-433. Tasavvuf, İbnu’l-Arabî ve takipçileriyle birlikte nazarî
bir dile ve sistematik bir yapıya kavuşmuş, kelâm ve felsefenin alanı sayılan konular sûfîler tarafından ele alınmış
ve ilk defa bir yaratılış teorisinden söz edilir hale gelinmiştir. İbnu’l-Arabî’nin yaratılış teorisi kelâm ve felsefenin
yaratılış ve sudûr teorilerinin izlerini taşır. Ona göre yaratılış, mutlak varlığın mümkinlerin hakîkatlerinde tecellîsi
veya onlara varlık vermesinden ibarettir. Bu ise İbnu’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd olarak bilinen varlık anlayışının
ana cümlelerinden biridir. Demirli, Yaratma, XLIII, 330-331.
1006
Ebu Heyyân Muhammed b. Yûsuf (v.745/1344), Hallâc ve İbnü’l-Arabî gibi müslümanlık kisvesinde sûfîlik
taslayan bazı mülhid kimselerin Hıristiyanlığın te'sirinde kalarak ittihâd ve vahdet-i vücûd iddiasında
bulunduklarını, müslümanların bunlardan sakınmaları gerektiğini ve esasen bunların inkârcı filozoflardan daha kötü
olduğunu belirtmekte ve ne var ki tasavvufa mensup kimseler bunları evliyâ kabul etmektedirler, demektedir. bkz.
Tefsiru'l-Bahr'il-Muhit, 2. bsk., Dâr'ul-Fikr, 1983, 3/449.
1007
Krş. “Muhyiddîn-i Arabî “kuddise sirruh”, Cennetde Allahü teâlânın görünmesine inanmamakda, mu’tezileden ve
felsefecilerden geri kalmamakdadır. Cenâb-ı Hakkın görünmesini, öyle bir şeklde isbât etmiş oluyor ki, isbâtından,
görülemiyeceği anlaşılıyor. Ya’nî görülemiyeceğini mükemmel isbât etmiş oluyor. Çünki, kinâye söz, açık sözden
dahâ mükemmel anlatır. Fekat, mu’tezile ile felsefeciler, akllarına uyuyorlar, Muhyiddîn-i Arabî ise, yanlış olan
keşfine uymakdadır. Belki de felsefecilerin ve mu’tezilenin delîlleri, şâhidleri, Muhyiddîn-i Arabînin hayâlinde
yerleşerek, keşfinin yanlış olmasına ve onlara uymasına sebeb olmuşdur. Fekat, Ehl-i sünnetden olduğu için, bu
keşfini, rü’yeti isbât olarak göstermişdir.” Işık, Tam İlmihâl, 928.
ermediği ve kusurlu yöntemlerle konuştuğu konularda birtakım zanlarda bulunmuş ve bunları ifade
ederken tabiî ki hataya düşmüştür.
1.2.2. Eleştirilerinin arka planı
Günümüz Pakistan’ında milli kahraman, bağımsızlık sonrası Hindistan’ında ise bir şerir olarak
resmedilen ve eşrâf ve eclâf şeklinde katmanlara ayrılmış olan Hind Müslüman toplumunda âlimlik
geleneğini sürdüren saygın bir eşrâfî ailenin 1008 ferdi olarak doğan Rabbânî, Hint alt kıtası
Nakşibendîyye Tarîkatı'nın en önemli simalarından biridir. Onun eleştirilerinin backgroundunda bu
mensubiyetinin etkisi söz konusu olamaz. Zira Nakşibendîyye geleneğinde sistematik bir İbnü’lArabî karşıtlığından bahsetmek mümkün gözükmemektedir.1009 Tam tersine tarîkatın tarihinde önem
arz eden şeyhlerin, İbnü’l-Arabî'ye saygı duyduğu pekâlâ bilinmektedir. Nakşibendîyye Tarîkatı ile
İbnü’l-Arabî arasındaki ilişkinin hatta bağlılığın en belirgin kanıtı, kuşkusuz bir İbnü’l-Arabî hayranı
olan Abdurrahman Câmî'dir (v.898/1492).
Şu halde Rabbânî’nin vahdet-i vücûd eleştirisinin1010 arka planında onu bu eleştirilere iten başka bir
takım önemli faktörler olmalıdır. Bu amaçla onun yaşadığı dönemin kültürel ve tarihî dokusuna
bakmak gerekmektedir. Bu meyanda Rabbânî'nin vahdet-i vücûd eleştirisinin arka planında, yaşadığı
dönemde Hindistan'da mevcut siyâsî, dinî ve sosyal ortamın etkili olup olmadığı ihtimalini
düşünmek isabetli olacaktır. Bize göre buradan bakınca Rabbânî'nin eleştirisinin temelinde yatan
esas faktörün, Babürlü Sultanı Ekber Şah'ın (v.1014/1605) gerçekleştirmeye çalıştığı alternatif din
politikalarının1011 olduğu görülecektir.1012
Diğer bir ifadeyle Ekber Şah’ın Hinduizm, Hıristiyanlık, Yahûdîlik, İslâmiyet ve Zerdüştlüğü
birleştiren yeni bir din icadına kalkışması ve bu yeni din anlayışında panteist düşüncenin çok belirgin
bir şekilde öne çıkması Rabbânî’yi, vahdet-i vücûd düşüncesinin izahının zorluğu ve panteizm ile
benzeşmesi sebebiyle vahdet-i vücûd yerine vahdet-i şuhûdu geliştirmeye zorladı. O devirde
Hindistan, Rabbânî’nin bizzat yazdığı üzere, Heme Ost (Her şey O’dur) diyen 1013 sûfîlerle doludur.
1008
Hindistan dışı soylardan gelen imtiyazlı Müslüman aristokrasi demek olan eşrâf’ın karşılığı olarak eclâf, Hint
kökenli avâm (moloz sürüsü) Müslümanlar demektir. Nüfusun en fazla yüzde üçlük bir kesimini teşkil eden eşrâf
tabakasına mensup olmak, tasavvufi önderlik açısından önemli bir nitelik sayılmaktaydı. Yanı sıra, eşrâfî
mutasavvıflar daha yüksek bir konuma sahiptiler. Çünkü kendi şekilsel İslamî faaliyet ve yaşayışlarında daha ziyade
dindar insanlar olarak algılanmaktaydılar. Müslüman Hint-Moğol kültüründe soy silsilesi azamî önemdedir ve bu
durum da tasavvufi uygulamaları etkilemiştir. Dolayısıyla eşrâf/eclâf şeklindeki bu sınıf düzeni ayrımının
toplumsal, siyasal ve hatta spiritüel olarak Hint-İslam hayatına kuvvetle nüfuz ettiğinden yana şüphe yoktur. Eşrâf,
Ekber Şah’ın siyasetinden yana memnun değildi çünkü kârlı arazi mülkiyeti salahiyetlerini ve devlet teşkilatı
içindeki yüksek memuriyet imkânlarını kaybetmişlerdi. Tahmin edilebileceği gibi Hindular hakkındaki
düşüncelerini açıklayan Serhendi’nin tavrı; neredeyse, Hindu Brahminlerin dokunulmasını caiz görmedikleri
‘parya’ Müslümanlara yönelik tavrıyla özdeş ve genel tutumu, eşrâfî görüntüye ekseriya uygun düşmektedir.
Buehler, Miliyetçi Kahraman, 143, 148-151; Buehler, Yeni Bir Değerlendirme, 97-104.
1009
Bkz. Ferit Aydın, Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, Süleymaniye Vakfı Yay., İstanbul 2000, 113.
1010
Rabbânî’nin İbnü’l-Arabî’ye yönelik farklı konulardaki eleştirileri için bkz. İsa Çelik, “İmam Rabbânî
Perspektifinde İbnü’l-Arabî’ye Tenkidî Bir Yaklaşım”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 23, 2009, 174-176.
1011
Bkz. Abdullah Kartal, “İmâm-ı Rabbânî’nin Vahdet-i Vücûd Eleştirisi ve Tarihsel Arkaplanı”, Uludağ Ü. İlahiyat
F. Dergisi, cilt: XIV, sayı: 2, 2005, 59-80; Çelik, Rabbânî, 153-154, 162-163, 165-166, 68-176; Çelik, Hazarât-ı
Hams, 175-176; Ahmed Cahid Haksever, “Varoluşsal Kendinden Geçme ve Yansımaları: İmam-ı Rabbânî’nin
Şathiyye Anlayışı Örneği”, Gazi Ü. Çorum İlahiyat F. Dergisi, c. III, sayı: 5, 2004/1,109, 117, 121, 124; Hamid
Algar, “İmâm-ı Rabbânî”, DİA, İstanbul 2000, 22/196, 198; Nedvî, Müceddid-i Elfisâni, 111-124, 314; Hayrettin
Karaman, İmâm Rabbânî ve İslâm Tasavvufu, İz Yay., İstanbul 2003, 44-51, 254-270; Burhan Ahmed Fârûkî,
“Ahmed Fârûkî Sirhindî (Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbânî)’nin Tevhîd Anlayışı”, (çev. H. İbrahim Şimşek),
EKEV Dergisi, cilt: I, sayı: 3, 1998, 181-182; Kısakürek, Batı Tefekkürü, 166.
1012
Sirhindî’nin kayınpederi Şeyh Sultan’ın idam edilmesi gibi kişisel meselelerden de bahsedilmektedir. Buehler,
Yeni Bir Değerlendirme, 104-105, 117.
1013
Toshihiko Izutsu (v.1413/1993) der ki: Vahdet-i vücûd kavramı öyle bir tabiata sahiptir ki temel yapısını gün
yüzüne çıkarabildiğimiz takdirde bize temel bir kavramsal model sağlayacak ve bu model ile Doğulu felsefelerin
çoğu, temel yapılarının en azından bir yönü açısından belli bir yapısal bütünlük düzeyine taşınabilecektir. Benim bu
değerlendirmem, doğal olarak vahdet-i vücûdu İslâm’a yahut İran’a has bir olgu olarak algılamadığımı tazammun
etmektedir. Ben daha ziyade bu kavramı ve içerdiği felsefi imkânları, Vedantizm, Budizm, Taoizm ve
Konfüçyanizm gibi farklı tarihi köklere râcî Doğu felsefelerinin paylaştığı temel yapının temsilcisi olarak ele
alıyorum. Bu açıdan bakıldığında vahdet-i vücûd felsefesinin yapısı, Doğunun farklı kültürel geleneklerine mensup
Bu, umum nazarında, madem ‘her şey O'dur’, o hâlde iyi, kötü, günah diye bir şey de yoktur,
dolayısıyla şerîata uymak da gerekli değildir. Dahası artık imana da lüzum yoktur, tarzında
algılanabileceği için, Rabbânî, Heme Ost inancına mukabil Heme ez Ost (Her şey O’ndandır)
bakışını ön plana çıkarmıştır.1014
Görüldüğü gibi Rabbânî’nin, İbnü’l-Arabî’yi eleştirisinin odak noktasını vahdet-i vücûd felsefesi
oluşturmaktadır. Ancak Rabbânî’nin vahdet-i vücûdun, tevhidin zirvesini teşkil etmediğini ifade
etmesine karşılık, süreç içerisinde mutasavvıfların kahir ekseriyetinin ve günümüz tasavvuf
müntesiplerinin çoğunluğunun vahdet-i vücûdun en yüksek tevhid mertebesi olduğu kanaatini
paylaşmaları manidardır.
Rabbânî, İbnü’l-Arabî’ye yönelttiği tenkitlerinde, onu Allah dostlarının büyüklerinden kabul
etmesinin bir yansıması olarak ifadelerini dikkatle seçmiş ve ona olan saygısını her vesile ile dile
getirmiştir. İbnü’l-Arabî’nin mesleğinin bütün inceliklerinin kendisine gösterildiğini ifade eden
Rabbânî’ye göre İbnü’l-Arabî ve birçok mutasavvıfın kabul ettiği gibi seyrü sülûkun nihâî neticesi
vahdet-i vücûd değildir. Vahdet-i şuhûd, vahdet-i vücûddan daha üst bir tevhid mertebesidir. Abdiyet
makamı ise en üst sayılan tevhid mertebesidir.
Yeniden ifade edecek olursak kanaatimizce Rabbânî’nin -Hamid Algar gibi birçok Rabbânî
araştırmacısının da ifade ettiği gibi- İbnü’l-Arabî mektebine mensup sayılabilecek konumda
olmasına rağmen vahdet-i vücûdu tenkidinin en temel sebeplerinden birisi Ekber Şah’ın ‘Din-i
İlâhî’yi oluştururken vahdet-i vücûdu esas almış olma endişesidir. İkinci bir sebep ise, tam da
buradan hareketle vahdet-i vücûdu kendince belirlediği İslâm âkidesi yani ehl-i sünnet ve’l-cemaat
çizgisine1015 uygun hale getirme gayretidir.1016
963/1556 yılında tahta geçen Ekber Şah'ın hayatında tasavvufun izleri ve dinî ilimlere ilgisi açıkça
görülmektedir. Öyle ki, kaynaklar, Çiştîye Tarîkatı'nın temsilcisi Şeyh Selim-i Çiştî ile arasında
manevî bir bağın olduğunu,1017 onu çok sevdiğini hatta bu nedenle oğluna Selim ismini koyduğunu
rivâyet etmektedir ki bu oldukça dikkat çekici bir durumdur.
Ekber Şah'ın zamanla, Şeyh Mübârek (v.1002/1593) ve oğlu Şeyh Ebu'l-Fazl-ı Allâmî (v.1011/1602)
gibi âlimlerin desteğini alarak dört Sünnî mezhep ulemâsı arasındaki ihtilafları tartışmaya açtığı da
bilinmektedir. Bu tartışmalardan sonra Ekber Şah'ın gelmiş olduğu noktada, Hıristiyanlığın hak din
olduğuna inandığına ve sarayda Hindu ayinleri düzenlediğine tanık olmaktayız. Yani kısacası
vahdet-i vücûdun mütemmim cüz'ü ‘vahdet-i edyân/dinlerin birliği’ inancını1018 esas almaya
başladığı anlaşılmaktadır.
Döneminde yaygın olan mehdî beklentisinin de motivasyonuyla, 987/1579'da hem din hem de dünya
liderliğini kendisinde birleştirmek isteyen Ekber Şah, özellikle yakınındaki âlimlerden aldığı
'yanılmazlık fermânı/fetvâsı' ile böylece dinî otorite olduğunu da ilan etmiştir. Böyle bir sosyal ve
siyâsî ortamda bulunan Rabbânî'nin Mektûbât'ında yer alan herhangi bir konudaki görüşünü,
anlatılan bu sosyo-kültürel tarihî arka planı dikkate almadan okumamız sağlıklı bir zeminde
durmadığımız anlamına gelecektir. Şu halde Rabbânî'nin, bir taraftan Hint inançlarının etkili olduğu,
önde gelen düşünürlerin geliştirdiği felsefi düşünmenin tipik bir türünü -arketipel bir biçimini de diyebiliriz- temsil
etmektedir. bkz. İslâm'da Varlık Düşüncesi, (çev. İbrahim Kalın), İnsan Yay., İstanbul 1995, 61.
1014
Ahmed Faruk Serhendî er-Rabbânî, Mektûbât, Fazilet Neşriyat, İstanbul [t.y.], 2/5; Süleyman Uludağ, İbn Arabî,
Diyanet Vakfı Yay., Ankara 1995, 129; Çelik, Rabbânî, 153-154; Aydın, Rabıta, 186.
1015
Müceddidîler, Sirhindî’nin âşikar biçimde Sünnîlik savunusu durumunda olan Mektûbât’ının kitabî otoritesini
değerlendirip istihdam etmişlerdir. Böylelikle Mektûbât, ortalama Sünnî davranışın pratik metni hâline gelmiştir.
Aslında böylesi bir ‘literatür’ün Sünnî dünyada siyasî avantaj elde etmek amacıyla istihdam edildiği de söylenebilir.
Nitekim Mektûbât bu âlimlerin otoritesini kuvvetlendirdiği kadar Osmanlı Sünnî kimlik ve otoritesini de tahkim
etmekteydi. Sirhindî’nin şemasında sûfîlerin çoğunluğu kendilerine ulemâ tabir edilen insanlardan sonra
gelmektedir. “Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat ulemâsı -tasavvufî açıdan- eksik de olsa, noksanlarını göz ardı ettirecek
düzeyde onları aydınlatır. Arthur F. Buehler, “İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’nin Mektûbat’ında Şerîat ve
Ulemâ”, (çev. Mehmet Atalay), Tasavvuf Dergisi, cilt: XIV, sayı: 32, 2013, 170, 176, 179.
1016
Çelik, Rabbânî, 176-177.
1017
Krş. Bruce B. Lawrence,“Müslüman Güney Asya’da Tasavvufa Yönelik Örtülü Muhalefet: Büyük Moğollar’ın
Tarikatları Manipülasyonu”, (çev. Salih Çift), Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: XXII, sayı: 1, 2013, 206 vd.;
Enver Konukçu, “Ekber Şah”, DİA, İstanbul 1994, 10/543.
1018
İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i edyân anlayışı için bkz. Akman, İbn-i Arabî, 411-436.
diğer taraftan Ekber Şah'ın Din-i İlâhî projesinin1019 hâkim olduğu1020 bir atmosferde yaşadığı
hatırdan çıkartılmamalıdır.
İşte tam da bu bağlamda vahdet-i vücûd doktrini ile Hint inançları arasında bir benzerlik olduğu ve
hatta vahdet-i vücûdun Ekber Şah'ın dinleri birleştirme projesine zemin hazırlamış olabileceği
durumu,1021 Rabbânî'nin dikkatinden kaçmamış olsa gerektir. En azından onun bilinçaltında böylesi
bir çekince olduğu kuvvetle muhtemeldir. Bu nedenle bize göre Rabbânî'nin vahdet-i vücûdu, zâhir
ulemânın perspektifiyle eleştirmesi, tarîkatı şerîatın hizmetinde görerek şerîat ve ehl-i sünnet
itikâdını ön plana çıkarması, işaret edilen tarihî arka planın bir dayatmasıdır ve onun bu teşebbüs ve
eleştiri faaliyeti, özelde Nakşibendî tarîkatında, genelde ise Hindistan tasavvufunda ciddi bir
kırılmadır. Buna göre Rabbânî'nin, müsamahasız bir şekilde kâfirlere katı davranması ve onlarla
bütün ilişkilerin kesilmesini istemesi, Ekber Şah'ın uygulamaya çalıştığı dinlerin uzlaştırılması
(dinlerin birliği) politikasının tepkisel bir uzantısıdır. Onun gerek şerîat ve ehl-i sünnet itikâdına
vurgusu, gerekse bununla doğrudan ilişkili olan vahdet-i vücûd eleştirisi, bu tarihî arka plan göz ardı
edildiği sürece doğru okunamaz demektir.
İşte yaşanan bu ortamdan, geleneğe ters düşme pahasına da olsa haklı bir vazife çıkaran Rabbânî, bir
mektûbunda nübûvvet kandilinin ikinci bin yıla kadar gizlendiğini, kendi döneminde artık bunun
açığa çıkması gerektiğini vurgular. Başka bir mektûbunda ise, ayn'el-yakîn ve hakk'el-yakîne ulaşan
ve dolayısıyla nübûvvet nûrlarının kandilinden ilim alan kimsenin, ikinci bin yılın müceddidi
olduğunu1022 ve onun ortaya çıktığını söyler. Öyle anlaşılıyor ki İmâm, burada kendisine şöyle veya
böyle bir vizyon biçmekte1023 ve kendisini, artık haklı haksız ikinci bin yılın1024 müceddidi
misyonuna sahip görmektedir. Bilineceği üzere Rabbânî'nin, daha çok siyâsî nedenlerle eleştirmek
1019
Ekber Şah, İslamiyet, Hıristiyanlık, Zerdüştlük, Hinduizm, Budizm gibi çeşitli din ve inanç sistemlerinin meziyet
kabul ettiği prensiplerini birleştirerek Din-i İlâhî adıyla yeni bir din kurmuştur. Din-i İlâhî, Ekber Şah'ın şahsında
merkezileşen bir kült olarak gelişmiş ve dine katılacak kişiler dahi hükümdarın kendisi tarafından seçilmiştir.
Konukçu, Ekber Şah, 10/543. Rabbânî’nin din-i ilâhî adıyla yeni bir din kuran Bâbürlü Hükümdarı Ekber Şah’a ve
onun yerine geçen oğlu Cihangir’e karşı gerçekleştirdiği mücadele sonucu İslamiyet’in zaman içinde Hint
yarımadasında yok olmaktan kurtulduğu kaydedilmektedir. Reşat Öngören, “Tarikat”, DİA, İstanbul 2011, 40/101.
1020
Şüphesiz Ekber, sultanın (Ehl-i Sünnet düşüncesinde zillullah algısı halinde yansımaları da gözüken) ilâhî nûr
olarak sembolize edildiği Zerdüştlük’teki saltanat nûruna (khshwarena) yönelik temâyülün farkındaydı ve bu arada
egemenlik nûrunu elinde bulundurması Moğol imparatorunu, evrenin bütün unsurlarını ve dahi toplumu kendi
bünyesinde barındırmakta olan mikro kozmik insan-ı kâmil kılmıştır. Lawrence, Örtülü Muhalefet, 206-207.
1021
Burak Fatih Açıkgöz, “Bir Kişi İki Şahsiyet: İbnü’l-Arabi”, Süleyman Demirel Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü
Dergisi, sayı: 17, 2013\1, 155.
1022
Anlaşıldığı kadarıyla bu dönemde bölgede hicrî bin yılın bitişi ve yenisinin başlaması dolayımında ciddi bir
milenyalizm (bin yılcılık/Mehdî’nin âhir zamanda bin yıl hükmedeceği inancı) çekişmesi söz konusudur. Ekber Şah
hedeflediği evrensel sultanlığı adına bu sıfata (müceddid-i elf-i sânî) sahip olmaya çalışırken bu çerçevede takvimle
oynayarak hicreti (622) değil de, Peygamber’in (s) vefatını (632) esas almak sûretiyle İslâm tarihinin hesaplama
yöntemini bile değiştirmek istemiştir ki dört asır sonra Muammer Kaddafî de buna öykünecektir. Ekber Şah böylece
bütün milenyalist umutların önünü almış olacağını sanmıştır. Ne var ki tarihin akışında bunun tersi vakî olacak ve
bu sıfat literatürde görüldüğü üzere ilerleyen dönemde, onun faaliyetlerine muhalefet eden ve bu çerçevede İbnü’lArabî ve felsefesini hesaplı da olsa eleştiren Sirhindî’ye tapulanacaktır. bkz. Lawrence, Örtülü Muhalefet, 206-209.
“Dört yüzyıl sonra ‘müceddid-i elf-i sânî’ ifadesi sadece kitap başlıklarında yer almakla kalmayıp Ahmed
Sirhindî’nin kendine özgü kişisel unvanı haline gelmiştir.” Arthur Buehler, “Tecdîd Anlatıları: Müceddid-i Elf-i
Sâni’ Olarak Ahmed Sirhindî”, (çev. Mehmet Atalay), Çanakkale Onsekiz Mart Ü. İlahiyat F. Dergisi, sayı: 5,
2014, 84.
1023
Aslında ona ithaf edilen bu sıfatın Nakşibendîlik bünyesinde yaptığı faaliyetler ve ona sağladığı katkılar
dolayısıyla olduğu söylenebilir. Eğer böyle ise Nakşibendîlik özelinde buna müstahak olduğu doğrudur. Çünkü
Sirhindî, Bahauddin Nakşibend’den (v.791/1389) sonra toplumda tasavvufun rolünü yeniden belirleyen ve
Nakşibendî tasavvufî eylemlerinin alanını genişleten isimdir. Nitekim tarîkatın isminin Nakşibendîlik’ten,
Nakşibendîyye-Müceddidîye’ye çevrilmesi onun nerdeyse kurucu isim kadar önde olduğunu gösterir. Onun tarîkat
bünyesindeki başarılı faaliyetleri, Moğollar üzerinde de belli düzeyde etki bırakmıştır. O kadar ki Ekber’in
sarayından çok sayıda kişiyi bile mürîd yapabilmiştir. Ancak Sirhindî, ölümüne yakın Ebubekir’den (r) daha üstün
manevî bir makama ulaştığını iddia etmesi sebebiyle hapsedilmiştir. bkz. Arthur F. Buehler, “Nakşbendiyye Müceddidiyye ve Hindistan’da Yayılışı”, (çev. Halil İbrahim Şimşek), Gazi Ü. Çorum İlahiyat F. Dergisi, cilt: II,
sayı: 3, 2003/1, 153-154; ayrıca bkz. Arthur F. Buehler, “Karizmatik Otorite Nassî Otoriteye Karşı: İngiliz
Hindistanı’nda Aracı Tasavvufu Reddedenlere Nakşibendî Yanıt”, (çev. Orhan Ş. Koloğlu), Uludağ Ü. İlahiyat F.
Dergisi, cilt: XIII, sayı: 2, 2004, 253-278, 257; Buehler, Miliyetçi Kahraman, 153.
1024
Lawrence, Örtülü Muhalefet, 207-208.
durumunda kaldığı İbnü’l-Arabî de kendini hâtemu'l-evliyâ olarak gördüğü1025 beyanında
bulunmuştu.
Rabbânî, konjonktürün üstesinden gelebilmek için, Ekber Şah'ın Din-i İlâhî projesinin -bizce- 'esas
bahçe'si işlevi gören vahdet-i vücûd felsefesini ve dolayısıyla banisi İbnü’l-Arabî'yi eleştirmek
durumunda kalınca Sünnî paradigmayı kalkan yapmak sûretiyle tenkitlerini sıralamaya koyulur.
Tabiî ki bu bağlamda nispeten isabetli tespitleri de olur. Sözgelimi ona göre faraza keşf ve ilhâm ile
oluşan herhangi bir bilgi, ehl-i hakkın ortaya koyduğu manalara aykırı olursa, keşf ve ilhâma itibar
edilmemesi ve ondan Allah'a sığınılması gerekir. Keşf ve ilhâmın yegâne kıstası ve doğruluk ölçüsü
ise, ehl-i hak (zâhir) ulemâsının anladığı manalardan başkası değildir. Öyleyse İbnü’l-Arabî'nin keşf
ve ilhâma dayanarak ortaya koyduğu bir kısım görüşler, ehl-i hakkın kriterlerine aykırılığı
dolayısıyla isabetsiz ve hatalıdır; ancak ona göre, içtihâddaki hata gibi keşfe dayalı hatası sebebiyle
İbnü’l-Arabî de mazûr görülebilirdir.1026
İşte Rabbânî'nin, İbnü’l-Arabî ve vahdet-i vücûd eleştirisini de tam olarak bu kontekstte
değerlendirmek gerektir. Zira ona göre, hakîkâtin ölçütü, ehl-i sünnet itikâdıdır ve tasavvuf söz
konusu olduğunda buna aykırı olan her şey, eksik ve hatalı bir keşfin neticesi olarak yanlıştır. İlginç
olan şu ki, İbnü’l-Arabî, keşif erbabının kabul ettiği kişilerden birisidir. Hâlbuki o, -tahfif ederek
rüsûm ehli dediği- ehl-i hakkın görüşlerine aykırı pek çok hatalı ve yanlış bilgiye sahiptir. Bu
nedenle, İmâm'ın, İbnü’l-Arabî ve vahdet-i vücûd eleştirilerinde yapmak istediği şey; keşfe dayalı
tasavvufî tecrübeyi ehl-i sünnet itikâdı ile çelişmeyen bir zemine taşımaktır.
Özetleyecek olursak Sirhindî'nin İbnü’l-Arabî ve vahdet-i vücûd doktrinini eleştirisinin arka
planında, yaşadığı dönemde Hindistan'daki siyâsî, dinî ve sosyal yapının izleri mevcuttur. Çünkü
Sirhindî, vahdet-i vücûdun, dinleri birleştirme projesine uygun bir zemin olabileceği endişesini
taşımaktadır. Onun İbnü’l-Arabî ve vahdet-i vücûd eleştirisi ise temelde iki noktaya dayanır:
Birincisi; tecrübî yönden bir eleştiridir. Ona göre İbnü’l-Arabî, tasavvufî tecrübenin son noktası olan
'kulluk' makamına ulaşamadan, tevhid makamında kaldığı için onun vahdet-i vücûd ile son bulan
müşahedesi eksik ve hatalıdır. Belki de İbnü’l-Arabî'nin bundan daha büyük yanlışı, yaşamış olduğu
tasavvufî tecrübenin (birlik müşahedesinin) üzerine varlığın birliği şeklindeki teorik ve felsefî bir
doktrin kurmasıdır. Hâlbuki onun buna hiç de hakkı yoktu. Zira mistik tecrübeden felsefî bir nazariye
çıkarılamaz.1027 İkincisi ise rasyonel yönden bir eleştiridir ki, bu da vücûd ve adem, zâtın isim ve
sıfatlarla ilişkisi, Allah ile âlemin aynılığı gibi pek çok konuda vahdet-i vücûdun yanlış sonuçları
olduğuna dayanmaktadır. Bu bakımdan Sirhindî'nin büyük ölçüde tasavvufu, genelde şerîatın, özelde
ise ehl-i sünnet ulemâsının temel prensipleri ile uyumlu hale getirmeye çalıştığı görülmektedir.1028
Bu çabasında dayanak ve tespitleri ile tekliflerinde ne denli başarılı olduğu ise ayrı bir araştırma
konusudur.
1.3. Dihlevî’nin eleştirileri
Bu arada her zaman, gerek yaşantısında ve gerekse kitaplarında mistik bir tarz hissettiren ve söylemi
ile tasavvufî ve felsefî düşüncedeki sudûr nazariyesi ve vahdet-i vücûd doktrininden pek uzak
olmadığı görülen Şah Veliyyullah Dihlevî (v.1176/1762) de vahdet-i vücûd ile vahdet-i şuhûd
doktrinlerini birleştirme girişiminde bulunan ilk kişi olarak tanınır. Ona göre Sirhindî ile İbnü’lArabî'nin ontolojik görüşleri arasında var olduğu düşünülen zıtlıklar, esasen, bir terminoloji sorunu
1025
Akman, İbn-i Arabî, 200; Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Yediveren Yay., 1. Baskı, Konya, 2001,
293.
1026
Kartal, Vahdet-i Vücûd Yorumculuğu, 168.
1027
İsa Çelik ile Birol Yıldırım’ın ancak muayyen bir zihin yapısının dar kalıplarının hakim olabileceği anlaşılan bir
sempozyumda sunulabilecek, çok da özenilmeden ve bilimsel temellendirme inceliğinden yoksun bir tarzda
hazırladıkları görülen ideolojik bildirilerinde “Tasavvuf hal işidir, kal (söz) değil” jargonu üzerinden, işlemekte
olduğumuz polemiği ve serencamını yok mesabesine indirgemeleri sadece akademik köylülükle izahı kabil bir
durum olsa gerektir. bkz. Çelik- Yıldırım, Ahmed Sirhindî, 494.
1028
“Burada, onun Ehl-i Sünnetten kastının, özellikle kelâm ulemasının olduğu da belirtilmelidir... Bu bakış açısının
bir neticesi olarak, şeriatı temsil eden ehl-i Sünnet uleması, ya da ehl-i hak, hangi derecede olursa olsun sufilerden
daha üstündür. İmâm Rabbânî’nin, bu görüşünü nübüvvet-velayet konusuna dayandırması oldukça ilginçtir.” Kartal,
Vahdet-i Vücûd Yorumculuğu, 167.
olup, meselenin özü ile alakalı değildir.1029 Dihlevî'ye göre mümkün gerçeklikler, gerçek varlıklar
olmayıp, İbnü’l-Arabî'nin de düşündüğü gibi, var olan şeylerin değişik formları olarak vacibu'lvücûd olan Gerçek'te ortaya çıkmışlardır. O diyor ki: Ne yazık ki, vahdet-i vücûdun zamanla yanlış
anlaşılması, İbnü’l-Arabî'nin öğretilerinin hatalı izah ve yanlış değerlendirilmelerine dayanmaktadır.
Ona göre aslında sadece Sirhindî'nin kendisi değil, İbnü’l-Arabî'nin takipçileri de böylesi bir yanlışa
düşülmesinde suçludurlar. Vahdet-i vücûd ve vahdet-i şuhûd kavramlarını yeniden tanımlayan
Dihlevî, bu konuda özellikle Sadreddin Konevî (v.673/1274) ve Abdurrahman Câmî'yi (v.898/1492)
mesul tutar. Dihlevî, Mektûbât'ında İbnü’l-Arabî'yi yanlış anlatmasından dolayı kendi müjdecisi!
(kendisi için irhasatta bulunan) Sirhindî'yi de kınar. Dahası Dihlevî, İbnü’l-Arabî'yi anlatmak için
Sirhindî'nin icat ettiği kavramlar yerine İbnü’l-Arabî'nin teknik terimlerini kullanmayı1030 tercih eder.
Ona göre Sirhindî, kendi içtihâdına uyarak 'düşüncede yanılgıya' düşmüştür. Şah Veliyyullah'ın,
Sirhindî'nin İbnü’l-Arabî'den ayrıldığı yerlerde hemen İbnü’l-Arabî lehine tarafgir davranması
oldukça manidardır.1031
1.4. Diğer eleştiriler
Abdulkerim el-Cîlî'nin de ilim-malûm ilişkisi dolayımında1032 tenkitler yönelttiği1033 İbnü’l-Arabî'nin
vahdet-i vücûd öğretisini eleştirenlerden biri de yine sûfîmeşrep bir neşveye sahip ancak felsefî
tasavvufa mesafe koymuş olan el-Kârî olmuştur.1034
Ayrıca vahdet-i vücûd karşısında eleştirel bir tavır alan Sühreverdiyye tarîkatının Zeynîyye kolunun
kurucusu Zeynuddîn Hâfî’ye (v.838/1435) göre İbnü’l-Arabî’nin Fütûhât’ında ve Füsûs’unda ortaya
koyduğu vahdet-i vücûd görüşü isabetli bir anlayış değildir. Hâfî, ayrıca İbnü’l-Arabî’nin ‘velîliğin
en son mütekâmil temsilcisi’ (hatm-i velâyet) olduğu ile Firavunun imanlı öldüğüne dair görüşlerine
de karşı çıkmış, onun kendisini hatm-i velâyet şeklinde takdim etmesini bir şathîye kabul etmiş,
velîliğin en son mütekâmil temsilcisinin geleceği vaad edilen Muhammed el-Mehdî olduğunu
söylemiştir. Yine ona göre imân-ı ye's mahiyetindeki Firavunun imanı makbul değildir.1035
Ehl-i Sünnet’e göre Firavunun imanı be's imanı olup, bu imanda gayb’a iman bulunmaz. Ehl-i
Sünnet’in bu görüşünü veren Kutbuddinzâde İznikî (v.885/1480) ise, İbnü’l-Arabî'nin bazı
görüşlerinin çok ciddi tartışmalara sebep olduğunu belirtmiştir.1036 Ancak Firavunun imanının
makbul olmadığına dair sayılamayacak kadar çok delilin bulunduğunu söyleyen1037 İznikî, Firavunun
1029
İmam-ı Rabbânî’nin, biz Muhammed-i Arabî sözlerine muhtacız, Muhyiddin İbnü’l-Arabî'nin sözlerine değil; biz
nassa bakarız, fassa değil; Fütûhât-ı Medeniyye’de vahyedilen sûreler bizi el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’den müstağni
kılar (Mektubât, I/131 (I/311)’naklen) sözleri, İbnü’l-Arabî’ye aşırı tutkunluklarından dolayı onun eserlerini
yüceltip Kur’an ve Sünnet’e müracaatı ihmal edenlere yöneltilmiş bir eleştiri olarak görülebilir. Bkz. ÇelikYıldırım, Ahmed Sirhindî, 497. Krş. “Bizim işimiz nass iledir, fuss ile değildir. [Ya’nî Kur’ân-ı kerîm ve hadîs-i
şerîfler iledir. Evliyânın kitâbı ile değildir. Meselâ Muhyiddîn-i Arabî hazretlerinin (Füsûs) kitâbında bildirdiği,
nassa muhâlif keşfleri bize sened olamaz.]”, “Kıyâmetde Cehennemden kurtuluş, se’âdet-i ebediyyeye kavuşmak,
nassa bağlıdır. Fussa bağlı değildir. Hayâller, rü’yâlar, Evliyânın kalblerine doğan keşfler ve ilhâmlar, nass yerine
geçemez. Keşfi, ilhâmı hatâlı olanlar, kendilerini nassa uydurmağa ve vicdân ve keşflerine uymasa dahî nass ile
amel etmeğe mecbûrdur.” Işık, Tam İlmihâl, 92-93.
1030
Necdet Tosun’un ifadesine göre esasen Sirhindî de İbnü’l-Arabî’yi eleştirirken dahi çoğunlukla onun
terminolojisini kullanmıştır. bkz. “İmâm-ı Rabbânî’ye Göre Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd”, Tasavvuf Dergisi,
cilt: IX, sayı: 23, 2009, 192.
1031
Bkz. Muhammed Kızılgeçit, “Şah Veliyyullah Dihlevî’nin (1703-1762) Bazı Tasavvufî Görüşlerine Felsefî Bir
Bakış”, Tasavvuf Dergisi, cilt: VII, sayı: 16, 2006, 197, 200, 202-203-205, 207.
1032
Bkz. Abdülkerim el-Cîlî, İnsân-ı Kâmil, (çev. A. M. Tolun, haz. S. Eraydın, E. Demirli, A. Kartal), İz Yay.,
İstanbul 1998, 149; Afîfî, Araştırma Serüvenim, 712; Demirli, Fusûsu’l-Hikem Şerhi, 16.
1033
“İbnü’l-Arabî geleneğinde doktrin, esas olarak varlık üzerine otururken, Cîlî’de sistem, varlık yerine zât üzerine
kaymıştır. Nitekim bu farklılaşmanın farkına varan ve ciddi bir İbnü’l-Arabî savunucusu olan Abdullah Bosnevî,
Cîlî’yi söz konusu yaklaşımından dolayı sert bir şeklide eleştirir” Kartal, Vahdet-i Vücûd Yorumculuğu, 165.
1034
Akgöğ, Ali el-Kârî, 3-4, 8, 17-20; Esasen Şa‘rânî de İbnü’l-Arabî’nin Sâd 38/31-33. âyetleri hakkında yaptığı
yorumu ve Şiblî’nin elbiselerini, Allah’ı zikretmekten alıkoydukları gerekçesiyle yakmasını örnek verişini eleştirir
ve bu örneğin muvafık olmadığını belirtir. Aslında bu, Şa‘rânî’den beklenmeyen bir tavırdır. bkz. Mahmut Çınar,
İmâm Şa'rânî ve Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Nübüvvet İnancı, Rağbet Yay., İstanbul 2013, 220.
1035
Reşat Öngören, “Zeynüddin el-Hâfî”, DİA, İstanbul 2013, 44/376.
1036
Kutbuddinzâde İznikî, Risâle fi Kavli İbn-i Arabî, Yazma, Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Mahmut Efendi
bölümü, no: 04223, vr, 34/b.
1037
İznikî, İbn-i Arabî, vr. 35/a-35/b.
imanının muteber olmadığını açık bir şekilde ifade etmekle birlikte, İbnü’l-Arabî'nin söz konusu
yorumunun gerekçelerinin olabileceğini, kendisinin de bunların farkında olduğunu imâ ederek
herhangi bir tenkitte bulunmamaktadır.1038
Anlaşılacağı üzere Kur'an bütünlüğünde kabul edilir cinsten olmayan bu (Firavunun tâhir ve
mutahhar olarak öldüğü) iddiada bulunanların başında İbnü’l-Arabî'nin geldiği bilinmekte1039 ise de
onun böyle bir görüşe sahip olup olmadığı da tartışmalara konu olmuştur. Abdulvehhâb eş-Şa‘rânî'ye
(v.973/1565) göre İbnü’l-Arabî bu konuda bir iftiraya uğramıştır. Zira onun, Firavunun ye's halindeki
imanının makbul olduğuna dair bir görüşü yoktur.1040 Böylesi 'utanç verici'1041 bir görüşün ona isnâd
edilmesi uydurma ve yakıştırmadan ibarettir.1042 Şa‘rânî’nin burada, bu yaklaşımıyla İbnü’l-Arabî'yi
reddetmektense Füsûs'taki ifadeler yerine Fütûhât'ın bir kısım açıklamalarını önceleyerek onu Sünnî
bir çizgiye çekmenin gayretini harcadığı açıktır. Ancak bunu yaparken de -muasır kelâmcılardan
Mahmut Çınar’ın dediği gibi- ‘ben dedim, oldu’yu bir marifet olarak lanse etmiştir. Öyle ki te'vil ve
izahta yetersiz kaldığı veya onu teberri edemediği kimi yerlerde üç maymunları oynadığı 1043 da
olmuştur.
2. Tasavvuf dışından eleştiriler
İbnü’l-Arabî'ye tasavvuf mensubu olmayanlar tarafından yapılan eleştiriler, daha çok kelâm ve fıkıh
merkezli tenkitler olmuştur. Onu tenkit eden âlimlerin, ilâhîyât yapma mantıklarıyla İbnü’l-Arabî'nin
mantık ve metodolojisinin farklı olması, problemin esas kaynağını teşkil etmektedir.1044
İbn-i Hazm (v.456/1064) yaptığı tasnifte İslâm dışında kalan gurupları İslâm'dan uzaklık derecelerine
göre altı kısımda toplar ve bunların birincisinin 'varlıkların gerçekliklerinin bulunmadığını ileri süren
sofistler olduğunu' söyler.1045 Esasen bu görüşte olan sofistler, yalnız İslâm'dan değil, aynı zamanda
diğer bütün din, felsefe ve ilimlerden de o derece uzaktırlar. Fikir tarihinde ilmin karşısına
Sofizmden daha büyük bir tehlike çıkmamıştır. Bu sebepledir ki diğer ilim dalları gibi, kelâm da
ilkelerinin en başına şu iki kaideyi koymuştur: a. varlıkların gerçekliği vardır ve b. gerçekliği olan bu
1038
Mahmut Çınar, “Ye’s ve Be’s Halinde İmanın Hükmü: Firavun’un İmanı Örneği”, Marmara Ü. İlahiyat F.
Dergisi, sayı: 41, 2011/2, 136.
1039
Mevlânâ Câmî, Derviş Ahmed Semerkandî (v.970/1562) hakkında şöyle der: Onun kendi hattıyla Füsûs’un
sonunda şunlar yazılmıştır: “Hazreti Risalet (s) bana Füsûsu’l-Hikem’in dersine işaret buyurduğunda Dervişâbad’da
halvette idim. Resûlullah’ı (s) gördüm. O’na ‘Yâ Resûlullah! Firavun hakkında ne buyurursunuz? diye sordum.
Resûlullah (s) da ‘Yazıldığı gibi söyle. Yani şeyh Muhyiddin Arabî’nin dediği gibi söyle. O (Mâte tâhiren ve
mutahhiren: Temizdi ve temizlenmiş olarak öldü), buyurdular. Daha sonra, Yâ Resûlullah (s) vücûd meselesinde ne
buyurursunuz, diye sordum. Resûlullah (s) buyurdular ki: Şeyh Mühyiddin-i Arabî’nin, vücûd-ı kadim’de kadimdir,
hâdis’te hâdistir, dediğini işitmedin mi? Devamında Resûlullah (s) şöyle buyurdular: Sen hem ilahsın, hem de
mahlûksun. Yani sen İlâhî sıfatların sende görünmesi sebebiyle ilahsın. Ulûhiyete mazhar (yaratılmış) olman
sebebiyle mahlûksun. Zira tayin edilmiş, hasredilmiş ve yaratılmışındır. Benim dediğime Hak Teâlâ şehadet eder.
Abdurrahman Câmî, Evliya Menkıbeleri: Nefahâtü’l-Üns, (çev. S. Uludağ, M. Kara), Pinhan Yay., İstanbul 2011,
640-641; Bekir Köle, Zeynüddîn Hâfî ve Tasavvufî Görüşleri, İnsan Yay., İstanbul 2011, 101.
1040
Devvânî, İbnü’l-Arabî'yi desteklemek adına Firavunun imanının makbul olduğunu ispatlamak için eser yazmıştır.
Onun bu eserine Ali el-Kârî yazdığı bir reddiye ile cevap vermiştir. bkz. Mustafa Akman, Celâleddin edDevvânî’nin Kelâm Sistemi, Ensar Neşriyat, İstanbul 2017, 266-275; Mustafa Akman, Celâleddin ed-Devvânî ve
ahlâkî, siyâsî, felsefî, tasavvufî ve kelâmî görüşleri, Ensar Neşriyat, İstanbul 2017, 128, 246.
1041
Chodkiewicz, İbn Arabî’nin Öğretisi, 100-101.
1042
Abdulvehhâb Şa‘rânî, el-Yevâkît ve'l-Cevâhir fî Beyâni Akâid'il-Ekâbir, (hamiş: el-Kibritu'l-Ahmer fî Beyâni
Ulum'iş-Şeyh'il-Ekber), Mustafa el-Babi el-Halebi, Kahire 1959, II/121; Yusuf Şevki Yavuz, “Be’s”, DİA, İstanbul
1992, 5/527; Ebu's-Senâ Şehâbeddîn Mahmûd Âlûsî’nin (v.1270/1854) benzer yöndeki izahları için bkz. Rûh'ulMeânî fî Tefsir'il-Kur'ân'il-Azim ve's-Seb’i'l-Mesânî, Dâru İhyâ'it-Türas'il-Arabî, Beyrut, t.y, 11/181-190. İbn-i
Hacer el-Heytemî (v.974/1567) de İbn Arabî’de, kendisine ihtiyatsızca gelen bazı deyimler karşısında duyduğu
şaşkınlığı saklamakta zorlanır. bkz. el-Fetevâ'l-Hadisîyye, 3. bsk., Kahire 1989, 335-336 (kitabın son fetvâsı);
Chodkiewicz, İbn Arabî’nin Öğretisi, 99-100; Halim Gül, “Hukukçu Bir Sufi İbnül Arabi Müdafası: İmam Şarani
Örneği”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, cilt: V, sayı: 9, 2013, 62-63; Çınar, Nübüvvet İnancı, 86. Şa‘rânî’nin
Füsûs şarihlerinden farklı değerlendirmelerde bulunduğu ve İbnü’l-Arabî ile sünnî Kelâmcılar arasında paralellikler
bulmaya çalıştığı hususlara bir örnek için bkz. 88, 91-92.
1043
Çınar, Nübüvvet İnancı, 84-85, 338.
1044
Bkz. Mahmud Erol Kılıç, “Füsûsü'l-Hikem”, DİA, İstanbul 1996, XIII/234-236; Mahmud Erol Kılıç,“elFütûhâtü'l-Mekkiyye”, DİA, İstanbul 1996, XIII/251-258.
1045
Bkz. Akman, İbn-i Arabî, 611.
varlıklar gerçekten bilinebilirdir.1046 Bu temel ilkelerden hareket eden kelâm, daha sonra varlığı kesin
çizgilerle ve hiçbir bulanıklığa mahal bırakmayacak şekilde birbirinden tamamen farklı olmak üzere,
Yaratan ve yaratılan diye iki kısma ayırarak yoluna devam ederken, bu kesin ayrımı ihlal eden ve
varlığı, Yaratan veya yaratılan tarafında birleştirme eğilimi gösteren her türlü monist ve istihâleci
(vacip, mümkin ve müstahilin birbirine dönüşebileceğini söyleyen) görüşü de şiddetle reddetmiştir.
Sudûr, feyiz, işrâk, genleşme ve büzülme, vahdet-i vücûd, vahdet-i mevcût, hulûl ve ittihâd, insanın
ubûdiyetten ulûhîyet'e doğru tekamülü ve Allah'ın yerini alması vs. bütün nazariyeler de bundan
nasiplerini almışlardır.1047
Mahmut Kaya'nın dediği gibi vahdet-i vücûd teorisi üzerinde ne kadar iyimser yorum yapılırsa
yapılsın sonuçta yaratanla yaratılan arasındaki farkı bu dereceye indirgeyen böyle bir anlayışta bir
'tanrı insan' kavramı ortaya çıkacak ve bu durum hak-bâtıl, sevap-günah, dindar-dinsiz, hatta din
farkının ortadan kalkmasına ve peygamberlik kurumunun anlamsız olduğu fikrine yol açacaktır.
Zaten İbnü’l-Arabî'ye yöneltilen eleştiriler de en çok bu noktada yoğunlaşmaktadır. Nitekim
geleneksel Batı görüşüne göre de o, İslâm panteizminin ya da monizminin temsilcisidir ve bu gibi
monistik kuramlar ile İslâm'daki canlı ve etkin bir güç olan Allah düşüncesini yıkmış, gerçek İslâm
dinsel hayatının çökmesinde büyük etkisi olmuştur.1048 Filhakika öteden beri zındıkça fikirlerin ve
dinî hayatta görülen lâubaliliklerin genellikle onun felsefesinden beslendiği gerçeği de bunu
doğrulamaktadır. İbnü’l-Arabî'nin, sistematize ederek idealize ettiği vahdet-i vücûd felsefesi ve
geriye bıraktığı yüzlerce eseriyle İslâm toplumunun dinî, ahlâkî ve içtimaî hayatına ışık tutacak fazla
bir şey verdiği söylenemezse de evliyâ1049 ve kerâmet1050 kavramlarını bir kült haline getiren
menkıbecilerle Peygamber'i aşırı derecede idealize edip onu beşerüstü bir varlık sayma hatasına
düşenlere ve bu arada şairlere zengin bir malzeme bıraktığında şüphe yoktur. Gerçekten de
metafiziğe namütenâhî açık olan bu idealist felsefe özellikle şairlerin arayıp da bulamadığı bir hazine
gibidir. İslâm milletlerinin dinî-tasavvufî edebiyat alanında ortaya koyduğu eserlerde de bu
felsefenin payı büyüktür.1051
Bu bağlamda sûfîlerin yaratılış fikri, artık hangi terimi kullanırlarsa kullansınlar, esas itibariyle var
olan ile var eden arasındaki benzerliğin açıklandığı ve sürdürüldüğü bir ‘sudûr teorisi’ 1052 olarak
kendini gösterir. Nitekim mutlak varlık tabirini kullanmak, merkezinde sudûrun1053 bulunduğu bir
1046
Bkz. Demirli, Fusûsu’l-Hikem Şerhi, 396.
Krş. Sadeddin Teftâzânî, Şerhu’l-Akâid (Kelâm İlmi ve İslâm Akâidi), (haz. S. Uludağ), 2. bsk., Dergah Yay.,
İstanbul 1982, 101-105.
1048
Annemarie Schimmel, Tasavvufun Boyutları, (çev. E. Gürol), Adam Yay., İstanbul 1982, 230.
1049
Bkz. Saadettin Merdin, İslam'ın Pavlusları -II Paralel Din, Araştırma Yay., Ankara 2014, 55-63.
1050
Keramet hak olmakla birlikte, nassların ruhuna uymayan, realiteden uzak, veli denilenin tabiat üzerinde tasarruf
ettiğine dayandırılan örneklerinin ilmi dayanaktan yoksun olduğu ve menkıbelere bağlı bir kültten ibaret olan bu tür
anlatımların nassların isabetsizce yorumlanmasından kaynaklandığı gözden ırak tutulmamalıdır. Kubat, Mehmet,
“İslâmî Öğretide Kerâmet”, Milel ve Nihal Dergisi, cilt: X, sayı: 1, 2013, 66, 68-69.
1051
Mahmut Kaya, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî (İslâm Düşüncesindeki Yeri)”, DİA, İstanbul 1999, 20/522.
1052
Genelde filozof ve mutasavvıflarca benimsenen İslâm düşüncesindeki Sudûr Teorisi yabancı menşeli bir teoridir.
Yaratılışı, Allah'ın Zâtı'ndan zorunlu bir seri mekanizmle izah eden bu teori, Yeni Eflâtûnculuğun kurucusu
Helenistik filozof Plotinus'un emanasyon adıyla anılan kozmolojik doktrininin bazı İslâmî unsurlarla yorumundan
başka bir şey değildir. Bazen daha çok mutasavvıflarca ‘tecellî’ kelimesiyle de ifade edilen bu teori, İslam
düşüncesine, Plotinus'un Enneades adlı eserinden bölümlerin özetlenerek ve bazen de katkılar yapılarak
tercümesiyle geçmiştir. Sudûr Teorisi'nin, yaratılışı Allah'ın Hür irâdesinde gören İslâmî anlayışla zıd düşen bazı
noktaları vardır. Bunların en önemlisi, yaratılışı Allah için zarurî görmektir. Bundan başka, bu ontolojik zaruretten
dolayı, Allah'la yaratıklar arasında ontolojik yönden kesin bir ayrım yapmamaktır. Bu son nokta yani Allah’ı
kâinatta mündemiç görmek, özellikle İslâm'daki Müteâl Allah anlayışına aykırıdır. (Mehmet Bayraktar, İslam'da
Evrimci Yaratılış Teorisi, İnsan Yay., İstanbul 1987, 35). Sudûr teorisinin İslâm felsefe ve kültürüne yansımaları
küçümsenmeyecek ölçüde olmuştur. Bu sistemle Meşşâî felsefesi yeni Eflâtûncu unsurlarla eklektik bir görünüm
arz ederken Sühreverdî el-Maktûl ve İbnu’l-Arabî gibi mistik ve teosofik düşünürlerin varlığın oluşum ve işleyişini
yukarıdan aşağıya, metafizikten fiziğe ya da manevî ve rûhânî olandan süflî ve maddî olana doğru bir sıra düzeni
içinde yorumlamaları, farklı isimlerle de olsa, adeta bir gelenek halini almıştır. Bu teorideki akl-ı evvel, akl-ı kül,
akl-ı küllî, nefs-i kül ve nefs-i küllî kavramları, Şîî-bâtınî düşüncesinde, tasavvuf ve edebiyat alanlarında farklı
bağlamlarda yaygın biçimde kullanılmaya devam etmektedir. bkz. Mahmut Kaya, “Sudûr”, DİA, İstanbul 2009,
XXXVII, 468; Agil Şirinov, Nasîrüddin Tûsî’de Varlık ve Ulûhiyyet, Marmara Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Basılmamış Doktora Tezi, İstanbul 2007, 114-115.
1053
Bkz. Akman, Kelâm Sistemi, 78-90; Akman, Celâleddin ed-Devvânî, 320-337; Akman, İbn-i Arabî, 157, 254.
1047
yaratılış teorisine ulaştıracak düşünce tarzına yönelmek demektir. İbnü’l-Arabî ve takipçileri başta
olmak üzere sûfîler, İslâm filozof ve kelâmcılarının daha önce ele aldıkları Tanrı-âlem irtibatını yeni
bir yaklaşımla1054 ele almış ve bu yaklaşımda1055 Hak için mutlak varlık ifadesini esas almışlardır. Ne
var ki burada mutlak varlık tabirini kullanmak, Tanrı için sadece bir isimden veya sıfattan söz etmek
demek değildir. Böyle olsaydı, vahdet-i vücûda bu kapsamda yöneltilen eleştiriler bütünüyle
anlamsız hâle gelirdi. Zira mutlak varlık demek, Tanrı-âlem irtibatını açıklayan yaratılış teorisini
esastan değiştiren bir anlayışı benimsemek demektir.1056
İfade ettiğimiz gibi vahdet-i vücûdu benimseyen kişiler için, mutlak varlık ve onun tecellîlerinden
başka hiçbir şeyin varlığının gerçekliği yok demektir. Sadeddin et-Teftâzânî (v.792/1390) sûfîlerin
Tanrı’ya mutlak varlık demelerini eleştirirken, sûfîleri filozoflarla aynı kefeye yerleştirir. 1057 Esasen
tasavvuf içinden gelen eleştirilerde de bu değerlendirme önemli bir yer tutmaktadır. Nitekim
Simnânî’nin bu bahisteki eleştirisi İbnü’l-Arabî’nin Tanrı’ya mutlak varlık demesinden1058 hareket
eder. Benzer bir değerlendirme Rabbânî’de de görülmektedir.1059 Teftâzânî, Şerhu’l-Mekâsıd’da
felsefeci geçinen bir kısım mutasavvıflara nispet ettiği bazı konularda isim vermeden İbnü’l-Arabî’yi
eleştirir.1060 Ekrem Demirli’nin metodolojik bakımdan en önemlisi ve en tutarlısı olarak
değerlendirdiği1061 bu eleştirilerin başında onun vahdet-i vücûd anlayışı gelmektedir. Teftâzânî
vahdet-i vücûdu ‘mutlak varlık’ kavramı altında ele alarak felsefî temellerini sıralayıp yine felsefî bir
üslûpla eleştirmiş, bu anlayışın temsilcilerinin mugalataya başvurduklarını, ancak bunun büyük bir
sapıklık olduğunu söylemiştir. Esasen kültür tarihimizde varlık ve dolayısıyla Tanrı kavramı, en
derin tartışma konularından biri olagelmiştir. Burada Varlık/Tanrı konusunda tenzîh ile teşbîh en
önemli ayrışma noktalarını oluşturmuştur.1062 Teftâzânî’nin İbnü’l-Arabî’nin icmâa aykırı bularak
eleştirdiği düşüncelerinden biri de velâyetin nübûvvetten üstün olduğu, ancak velâyetsiz nübûvvet
olamayacağından velînin peygamber derecesine ulaşamayacağı şeklindeki görüşüdür. 1063
Tasavvuf dünyasından olanların önemli tenkitleri bir yana bırakılacak olursa İbnü’l-Arabî'yi
reddeden ilk kişinin, Cemaleddin bin el-Hayyâd el-Yemenî olduğu belirtilmektedir. K. Kastalânî ile
devam eden bu ‘Kur’an’ın anlamlarını saptırma’ suçlaması, İbnü’l-Arabî karşıtı polemiğin fiili
kurucusu İbn-i Teymiye’de zirveye ulaşmaktadır.1064 Onun sözlerini değerlendiren İbn-i Teymiye
sonuçta onun, ‘eş-Şeyhu’l-Ekber (en büyük şeyh)’ şeklindeki meşhur lakabını ‘eş-Şeyhu’l-Ekfer’e
1054
İbn Arabi’nin İslam kültür ve düşünce mirasına aklî ve ruhî yönleriyle vakıf, sistem sahibi ve ekol kurucusu bir
sûfi-filozof olduğundan şüphe edilemez. Önemli ölçüde terminoloji farklılığını dikkate almak koşuluyla Farabi ve
İbn Sina çizgisinde yer alan düşünce sistemiyle İbn Arabi’nin bazı fikirleri arasında benzerlik olduğu kabul
edilebilir. O, herhangi bir filozofun kendisine ait bir varlık görüşü olması kadar bir sisteme ve felsefeye sahiptir.
Turan, Mutlak Varlık, 57-59.
1055
Krş. Mehmet Kubat, “Kelâm’ın Etkinlik ve İşlevselliğini Yitirmesinin Ana Nedenleri Üzerine Bazı Tespitler”,
Kelâmın İşlevselliği ve Günümüz Kelâm Problemleri, 2000, 173.
1056
Bkz. Ekrem Demirli, “Tasavvufun “Tutarlılık” Arayışında Bir Yorum Çerçevesi Olarak Vahdet-i Vücûd: Yûnus
Emre’de Vahdet-i Vücûd Anlayışının Yansıması Hakkında Bir Değerlendirme”, İslâm Araştırmaları Dergisi, 21,
2009, 32.
1057
İbnü’l-Arabî’nin felsfeyle ilişkisi ve felsefî kaynakları için bkz. Akman, İbn-i Arabî, 476-516.
1058
Ona göre, marifetin son mertebesi, vücûd-i mutlak itikâdını bilmektir. Simnânî buna muhalefet ederek en son
mertebenin ubûdiyyet mertebesi olduğunu beyan etmiştir. İsa Çelik, “Tasavvuf Tarihinde Ârif Kavramı”, Tasavvuf
Dergisi, cilt: V, sayı: 12, 2004, 28, 35.
1059
Demirli, Tasavvufun Tutarlılık Arayışı, 29.
1060
Hamid Algar, Teftâzânî'nin Füsûs’a bir reddiye yazdığından ve öğrencisi Alâeddin M. Buhârî'nin ise onu sapık
kabul ettiğini belirtmektedir. bkz. İlk Dönem, 3.
1061
Bkz. “Vahdet-i Vücûd”, DİA, İstanbul 2012, 42/434. Demirli’nin belirttiğine göre Teftâzânî’nin eleştirileri Molla
Fenârî (v.834/1431) ve Abdülganî en-Nablusî tarafından yazılan iki önemli eserle cevaplandırılmaya çalışılmıştır.
1062
Bu konuda geniş bilgi için bkz. İhsan Fazlıoğlu, “Osmanlı Düşünce Geleneğinde “Siyasi Metin” Olarak Kelam
Kitapları”, Türkiye Araştırmaları Literatür Dergisi, cilt: I, sayı: 2 [Türk Siyaset Tarihi Sayısı], 2003, 381 (dipnot:
4); ayrıca bkz. İbrahim Çelik, “Kur’ân’da İlahi Zat ve Sıfat İlişkisi”, Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: VII, sayı: 7,
1998, 147-148.
1063
Bkz. Şükrü Özen, “Teftâzânî”, DİA, İstanbul 2011, 40/303; Eraydın, Fusûsu’l-Hikem, IV, 29-44. Velâyet Nübûvvet tartışmaları için bkz. Akman, İbn-i Arabî, 199-226; Ahmet Yıldırım, Tasavvufun temel Öğretilerinin
Hadislerdeki Dayanakları, 3. Baskı, Türkiye Diyanet Vakfı Yay., Ankara, 2013, 121-125, 141 vd.
1064
Demirtaş, Varlığın Birliği, 9-10; Chodkiewicz, İbn Arabî’nin Öğretisi, 90; Afîfî, Araştırma Serüvenim, 703; Emil
Homerin, “Memlûklar Dönemi Mısır’ında Sûfiler ve Tasavvuf Aleyhtarları (Taraflar ve Kurumsal Çevre Üzerine
Bir İnceleme)”, (çev. Salih Çift), Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: XI, sayı: 1, 2002, 250-251.
(en kâfir şeyh) çevirerek tekfir etmiştir.1065
Tasavvufun biçimlenmeye ve tutunmaya çalıştığı ya da henüz diğer İslâmî ilimlere egemen olmadığı
dönemlerde meşrûîyet kaygısıyla ilk klasik eserlerinden itibaren sûfîler, peygamber ile velî
arasındaki mertebe farkına işaret eden açık beyanlarda bulunarak kendileri hakkındaki kanaatleri
yumuşatmaya çalışmışlardır.1066 Ne var ki sonraki sûfîlerin bu konudaki çabalarının, henüz
tasallutları altına alamadıkları kimi âlimleri tedirgin etmeye devam ettiği anlaşılmaktadır. Nitekim
başta İbnü’l-Arabî ve onun takipçisi diğer sûfîler bu konulardaki görüşleri nedeniyle özellikle İbn-i
Teymiye tarafından sistematik bir tarzda ve biraz da sert bir üslupla1067 eleştirilmişlerdir.
Öyle görülüyor ki bu sorunların doğması ve tarafların bu çapta restleşmelerindeki en önemli etken
sûfîlerin İslâmî ilimlerin neredeyse hepsinde müşterek olarak kullanılan kavramlara kendi ontolojik
ve epistemolojik bakış açılarıyla farklı manalar yüklemeleri ve söz konusu terimlerin kaplamlarıyla
olabildiğince oynamaları olmuştur. Ki böylece mesela fıkıh, tefsir ve hadis gibi İslâmî disiplinler,
inançla ilgili ıstılahları kelâmın kurguladığı çerçevede anlamaya çalışırken, tasavvuf aynı terimlere
farklı anlamlar yükleyerek onları adeta yeniden inşa etmiştir. Bu ise, kelâmcılarla sûfîlerin birçok
konuda ortak kavramlar kullanmalarına rağmen farklı şeyler kastetmelerine yol açmıştır. Nitekim
sûfîler, her ne kadar kullandıkları tasavvufî ıstılahların Kur’an’dan mülhem olduğunu iddia etmiş
olsalar da bunlarla kastettikleri manaların birçoğunun Kur’an’dan çıkarılabilmesi için ciddi bir emek
harcanması ve yanı sıra keyfiliğin son derece baskın olması gerektiği 1068 açıktır. Bu durum ise
kavramların bâtınî/ezoterik te'villerle kendi sistemlerine adapte edilmesi gibi bir netice doğurmuştur.
Bundan mütevellit de olabildiği kadar sübjektif olan bir zeminde aşırı fikirler ortaya çıkmıştır.
Nitekim İbnü’l-Arabî, te'vile elverişli olsun veya olmasın, dil ve gramer kurallarına uysun veya
uymasın, siyak ve sibakı dikkate almadan, sebeb-i nüzûle de itibar etmeden âyetleri vahdet-i vücûd
felsefesi doğrultusunda bâtınî yorumlara tâbi tutmuştur. Bu yöntemle İbnü’l-Arabî, müteşâbih veya
muhkem âyetlerden istediği sonucu çıkarmakta güçlük çekmeden; gerçekte te'vile karşı olduğu halde
bazen âyetlerin lafzı ve medlulü ile bağdaşması mümkün olmayan te'viller1069 yapmıştır.
Bu bağlamda, velî ve velâyet kavramlarının Kur’an’ın belirlediği sınırların ötesine taşınması hem
nazarî ve hem de amelî istismara açık bir alan meydana getirmiştir. Genel anlamda ulemânın sûfîlere,
İbn-i Teymiye’nin ise İbnü’l-Arabî’ye yönelik tenkitlerinin backgroundunda yatan temel sebeplerden
biri işte budur.1070 Nitekim İbnü’l-Arabî'nin bu konudaki ifade ve benzetmelerinin, kategorik olarak
tasavvufa karşı olanlar bir yana, sıradan İslâm düşünürlerinin bile tahammül sınırlarını aştığını
görmemek olası değildir. Hatta bizce onun Fütûhât ve Füsûs’ta 'hâtem’ul-enbiyâ'nın gümüş,
hâtem’ul-evliyâ’nın ise altın tuğlaya benzediği şeklindeki çeşitli ifadeleri,1071 kendisine yöneltilen
eleştirilerin dozunun aslında çok cılız kaldığını göstermektedir. Zira kanımızca bu çeşit
1065
İbn-i Teymiyye, Külliyat, (ed. E. Gönenç, çev. A. Önkal- M. S. Şimşek- İ. Sarmış), Tevhid Yay., İstanbul 1988,
II/15 vd.; ayrıca bkz. el-Kârî, Vahdet-i Vücûd, 110, 132, 140, 223, 235; Ebu'l-Hasan Ali Nedvî, el-İmam esSerhendi: Hayatuhu ve A'maluhu, Dâr’ul-Kalem, Kuveyt 1983, 239-263.
1066
Krş. Ebu’l-Alâ Afîfî, Tasavvuf: İslâm’da Manevi Devrim, (çev. H. İbrahim Kaçar, Murat Sülün), Risale Yay.,
İstanbul 1996, 331-339.
1067
F. Sancar, İbn-i Teymiye’nin görüşlerini savunurken veya hasımlarını eleştirirken takındığı sert, tavizsiz ve kırıcı
üslûbunun ve üstelik zaman zaman abartılı ifadeler kullanmasının etrafındaki muhalefeti güçlendirip harekete
geçirdiğini belirtmektedir. Ancak Sancar devamla; İbn-i Teymiye’nin tasavvuf eleştirisi aslında kuru ve katı bir
nascılığın sonucu olarak ortaya çıkmış değildir. Bu konuda belirtilen tarzda bir eleştirel söylemi benimsemesi İslam
toplumunun o sırada yaşadığı dinî hayatın hatalı olduğunu düşünen bir âlimin ıstırabından ibarettir. Burada İbn-i
Teymiye’yi diğer münekkitlerden farklı kılan ve hatta günah keçisi haline getirip daha sonraları da tasavvuf
aleyhtarı olduğu şeklindeki yaygın kanaati besleyen husus, muhtemelen bu konuda keskin bir dil ve mücadele
stratejisi seçmiş olmasıdır, demektedir. bkz.“Bağnaz Bir Selefî mi Endişeli Bir Entelektüel mi? (İbn Teymiyye’nin
Eleştirel ve Reaksiyoner Karakteri Hakkında)”, Dinî Araştırmalar, cilt: XVIII, sayı: 46, 2015, 111, 113-114.
1068
Sözgelimi bkz. Michel Chodkiewicz, “Sonsuz Yolculuk: İbnü’l-Arabî’nin Kitâb el-İsfâr an Netâici’l-Esfâr Adlı
Eseri”, (çev. V. Göktaş), Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 23, 2009, 657-667.
1069
Mesela bkz. İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât’ul-Mekkiyye, thk. Osman İsmail Yahyâ, Mektebetü's-Sekâfeti'd-Diniyye,
[t.y.], II/206-210; III, 224; bkz. Ö. Nasuhi Bilmen, Büyük Tefsir Tarihi, Bilmen Yay., İstanbul 1974, II/506;
Karadaş, İbnü'l-Arabî, 121-122; Afîfî, Araştırma Serüvenim, 702, 704, 708.
1070
Faruk Sancar, “İbn Arabi’nin Efdaliyet Nazariyesi’nin Ehl-i Sünnet Açısından Değerlendirilmesi”, Dokuz Eylül
Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: II, sayı: 34, 2011, 107-108.
1071
İbnü’l-Arabî, Fusûs'ul-Hikem ve't-Ta'likât Aleyh, i’dad: Eb'ul-A'la Afîfî, Dâr'ul-Kutub'il-Arabîyye, Beyrut [t.y.],
63; İbnü’l-Arabî, Fusûs, (çev. E.D), 49; Demirli, Fusûsu’l-Hikem Şerhi, 368-369.
benzetmelerdeki niyet ne olursa olsun ifade edilmesine dahi müsamaha edilmemeliydi. 1072
Görüldüğü gibi İbnü’l-Arabî, şu veya bu nedenle gelenekte şekillenmiş peygamber algısıyla
ilişkilendirip onun üzerinden meşrûîyet kazandırmaya çalıştığı hâtem’ul-evliyâ’ya diğer velîler
arasında ayrı bir konum atfederek onlardan üstün saymaktadır. Bu ise, Peygamber'e tarihî olarak
daha yakın olan ve O'nun (s) sağlıklı mirasından nispeten daha fazla istifade eden velîleri daha üstün
gören selefî bir perspektife1073 sahip İbn-i Teymiye’nin velâyet anlayışına doğal olarak ters
gelecektir. Nitekim İbn-i Teymiye onu başka konuların yanı sıra bu açıdan da tenkit etmiştir. Beri
tarafta İbnü’l-Arabî’nin peygamberlik makamının temelleriyle bu denli oynaması, bütün
anormalliğine rağmen Sünnî çevrelerde müsamaha görmesi ve dahası onun protest görüşlerine bile
hikmet ve irfânî değer yüklenmesine mukabil başka ekollerin İbnü’l-Arabî’nin iddialarının daha
dunundaki kanaatlerine bid'at, râfizîlik, sapıklık gibi ağır suçlamaların yapılması akla ziyan bir
durum olsa gerektir.
İbnü’l-Arabî’nin velâyetin üstünlüğünü temellendirme1074 sadedinde yaptığı açıklamalar İbn-i
Teymiye gibi konuya vukûfiyetten dolayı hassasiyet gösteren âlimler tarafından sürekli tenkit
edilmiştir. Ayrıca önemli sûfî düşünürlerden biri olan Rabbânî de onu bu konuda muaheze etmiştir.
Bazı sûfîlerin 'nübûvvet velâyetten üstündür' şeklindeki ifadelerinin sekr halinde söylenmiş bir söz
olarak kabul edilmesi gerektiğini söyleyen Rabbânî, bazı sûfîlerin ise velîlerin peygamberlerden daha
üstün olduğu vehmini izale etmek adına söz konusu üstünlüğü nebînin kendi velâyetinden
kaynaklandığını söylediklerini, ancak bu tür izahların ikna edicilikten uzak olduğunu, hatayla malûl
bu tür beyanlardan Allah’a sığınılması gerektiğini belirtmiştir.1075
2.1. İbn-i Teymiye’nin eleştirileri
İbn-i Teymiye, Füsûsu’l-Hikem’i okuyuncaya kadar İbnü’l-Arabî hakkında hüsn-ı zanda
bulunduğunu ve okuduktan sonra yaklaşımını değiştirdiğini ifade etmiştir. 1076 Söz konusu değişimle
özellikle İbnü’l-Arabî'nin kemale ulaştırdığı vahdet-i vücûdun tamamen karşısında durmuştur. İbn-i
Teymiye’nin ittihâdcı olmakla vasfettiği1077 merkezi isim İbnü’l-Arabî’dir. Ona göre vahdet-i vücûd
öğretisi küfür; onu sistemleştiren İbnü’l-Arabî ise kâfirdir. İbn-i Teymiye'nin, İbnü’l-Arabî
eleştirisini genel olarak, vahdet-i vücûd, hâtemu’l-evliyâ, ricâlu’l-ğayb, Firavunun imanı, putlara
ibadet, ğaybden haber verme ve Hurûfîlik gibi konular üzerine bina ettiği görülmektedir. 1078 Bu
konuların hepsi ayrı ayrı öneme sahip olsa da bu görüşler içerisinde doğrudan İbn-i Teymiye’nin
ilgisine mazhar olan husus veya temel eleştiri noktası, vahdet-i vücût nazariyesidir.
Esasen İbn-i Teymiye, birçok yerde vahdet-i vücûdçular arasında dahi dikkatli ayrımlar yapmıştır.
Bu da, farklı iddiaların aksine onun, sûfilerin fikirlerini ve eserlerinin içeriğini iyi kavradığını
göstermektedir.1079 Üstelik o, İbnü’l-Arabî’nin, vahdet-i vücûd hususunda diğerleri1080 kadar ısrarcı
1072
Ayrıca bkz. Sancar, Efdaliyet, 108-109.
Selefi söylemin, diğer adıyla Ehlu’l-Hadîs’in (Ashâbu’l-Hadîs, Ehlu’l-Eser) çıkmazları ve sorunlu din algısı için
bkz. Mehmet Kubat, “Selefi Perspektifin Tarihselliği”, İslâmî Araştırmalar, cilt: XVII, sayı: 3, 2004, 247-250;
Mehmet Kubat, “İslam Düşüncesinde Aklın Vahiy Karşısındaki Konumu”, Milel ve Nihal Dergisi, cilt: VIII, sayı:
1, 2011, 76-77, 92.
1074
Beşinci imam Muhammed el-Bakır'a (v.113/731) atfedilen bir rivâyette, ‘biz yaratıkların yaratılış sebebiyiz’
denilmektedir. Bütün Şîa âlimleri, çardeh ma’sûmun on dört kişilik bir topluluk olarak ulû'l-azm peygamberler de
dâhil bütün yaratıklara üstün olduğu konusunda birleşirler. Hamid Algar, “Çârdeh Ma'sûm-i Pâk”, DİA, İstanbul
1993, VIII/228.
1075
Sancar, Efdaliyet, 111.
1076
İbn-i Teymiyye, Mecmuat'ur-Resâil ve'l-Mesâil, (thk. M. Reşid Rıza), Dâr'ul-Kutub'il-İlmiyye, Beyrut 1983,
1/179, 183; Çakmaklıoğlu, Nübüvvet, 216; Mustafa Kara, “Çok Uzak Çok Yakın: İbn Arabî-İbn Teymiyye
Mukayesesi”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 21, 2008, 28; Sancar, Bağnaz Bir Selefî mi, 113.
1077
“Hıristiyanlıktaki İlâhî boyutla, insanî boyut arasındaki hulûl ve ittihad görüşü Hallâc-ı Mansur, İbn Seb'în ve
İbnu'l-Arabî gibi Sufîlerden önde gelenlerini etkilemiştir.” Şükrü Aydın, Kur’ân’ın Fırkacılık Olgusuna Yaklaşımı,
Rağbet Yay., İstanbul 2018, 21.
1078
Mustafa Kara, “İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’ye ve Vahdet-i Vücuda Bakışı”, İbn Teymiye Külliyâtı içinde, Tevhid
Yay., İstanbul 1987, II/41-43.
1079
George Makdisi’ye (v.1423/2002) göre İbn-i Teymiye üzerine araştırmalarıyla tanınan Fransız şarkiyatçısı M.
Henri Laoust (v.1404/1983), İbn-i Teymiye’nin doktrinlerinin önemli miktarda tasavvuf etkisini dile getirdiği ve
onun eserlerinde tasavvufa karşı en küçük bir eleştirinin dahi boşa çıkacağı gerçeğini açığa kavuşturan ilk kişidir.
İbn-i Teymiye’nin tenkit ettiği sadece, panteizmin etkisiyle oluşan ittihâd fikridir. Makdisi devamla çoğumuz için
1073
olmadığını da belirtir. Ayrıca onu, fıkha olan saygısından ve tasavvuf yolundaki dikkatinden dolayı
da övgüyle anar.1081 Bütün bunlara rağmen, İbn-i Teymiye, İbnü’l-Arabî’nin öğretilerinin altında
yatan ittihâd doktrinine1082 müsamahalı davranamazdı. Ona göre, İbnü’l-Arabî’nin Füsûs'u ve Kur’an
üzerindeki tasavvufî yorumları özellikle çirkindi. Zira o, bunlarda Allah’ın son vahyinin asıl
mesajına yeterince dikkatli yaklaşılmadığını1083 ve hatta tahrif edildiğini görüyordu.1084 Spekülatif
tasavvufu toptan reddetmesine rağmen tasavvufî tecrübe ve seyrü sülûkun bireysel inanç için faydalı
olduğunu açıkça kabul ettiği bilinen1085 İbn-i Teymiye, vahdet-i vücûd dolayımında İbnü’l-Arabî’yi
ve düşüncelerini sistematik biçimde eleştirmiştir.1086 Elbette İbn-i Teymiye, İbnü’l-Arabî’nin özelde
vahdet-i vücûd ve daha genel anlamda ise felsefî tasavvuf düşüncesinde merkezi konumu bilinen ve
İhvân-ı Safa ile olan ilgisine, Karmâtî ve Gulât-ı Şîa etkisine temas edilen1087 ricâl’ul-gayb anlayışını
ve sevgi kelimesine mukabil aşk olgusunun Allah’a nispetine1088 de en kapsamlı eleştiriyi1089
yapanların başında gelmektedir.1090 Mamafih tasavvufî olarak nitelenen konulara ve hatta
mutasavvıfların -kimisine eleştirel de olsa- neredeyse geneline sıcak duygularla yaklaştığı1091
anlaşılan İbn-i Teymiyye’nin kendisinden sonraki süreçte neden tasavvuf ve sûfî düşmanı olarak
imlendiğini anlamak adına geriye dönük bir okuma yaptığımızda bunun tamamen İbnü’l-Arabî
İbn-i Teymiye’nin de mensubu olduğu Hanbelî okulunun sûfî karşıtı olduğu konusundaki yerleşmiş inancı bırakmak
o kadar zordur ki. İşte Laoust’un amacı, bu ön yargıyı kırmak ve Hanbelîlerin tasavvufa karşı olduğu tezinin artık
makûl olmadığını göstermekti. bkz. George Makdisi, “Kâdirî Sûfîsi İbn Teymiyye”, (çev. Vahit Göktaş), Tasavvuf
Dergisi, cilt: VIII, sayı: 19, 2007, 401-402, 404-406, 410; George Makdisi, “Hanbelî Mezhebi ve Tasavvuf”, (çev.
Ramazan Özmen), Tasavvuf Dergisi, cilt: VIII, sayı: 18, 2007, 303-306, 308.
1080
Onun İbnü’l-Arabî ile aynı hizada gördüğü ve zaman zaman eleştirel atıflarda bulunduğu bazı mutasavvıflar
şunlardır: İbn-i Fârız (v.632/1234), İbn-i Seb'în (v.667/1269), Tilmisânî (v.690/1291) ve Konevî (v.673/1274). bkz.
Mustafa Kara, “İbn Teymiyye’nin İlk Sûfîlere ve Tasavvuf Klasiklerine Bakışı”, Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, I/1,
1986, 63, 66; Mustafa Kara, “İbn Teymiyye’nin Tasavvuf Istılahlarına Bakışı”, Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, I/1,
1986, 54, 56-58, 60; Süleyman Uludağ,“Abdülkadir-i Geylânî”, DİA, İstanbul 1988, I/235.
1081
İbn-i Teymiyye, Mecmuatu'r-Resâil, 1/179, 183.
1082
Allah'ın zâtıyla her şeye Hulûl ettiğini ve her yerde bulunduğunu kabul eden telâkkî ‘hulûl-i am’ (avatara) diye de
anılır. Bu tür Hulûlün kapsamına öncelikle panteist felsefeler ve onların bir türü olduğu ileri sürülen vahdet-i vücûd
nazariyesinin dâhil olduğu kabul edilir ve bu nazariyenin belli başlı temsilcileri arasında İbnü’l-Arabî zikredilir.
Onun mutlak hulûlü benimseyenler arasında gösterilmesi Allah-âlem aynîliğini savunduğu düşüncesine
dayanmaktadır. Zira onlar, tasavvufta seyrü sülûk merhalelerini aşarak fenâ fillâh mertebesine erenlerin Allah'tan
başka hiçbir varlığın bulunmadığını tecrübe ile bildiklerine ilişkin düşüncelerini açıkça beyan etmişlerdir (İbn-i
Teymiyye, Mecmuat'ur-Resâil, 1/179-180; Sadeddin Teftâzânî, Şerh'ul-Makâsıd, İstanbul 1305, II/70). Yine bu
sûfiler vâcib varlığın mutlak ve tek mevcut olduğunu, tabiatta görülen çokluğun insanın varlığı eksik algılamasından
ibaret bulunduğunu söylemişlerdir, bu da onların Allah -âlem ikiliğini reddettikleri tarzında yorumlanmıştır. Bu tür
Hulûl benimseyenlere İttihâdiyye adı verilmiştir. Yusuf Şevki Yavuz, “Hulûl (İslâm Düşüncesinde Hulûl)”, DİA,
İstanbul 1998, 18/342.
1083
Filhakika İbnü’l-Arabî, nebî bilgisi ile velî bilgisini ilâhî kaynaklı olması bakımından aynı kabul etmiştir. Nitekim
o, velîler bilgileri peygambere vahyi getiren meleğin aldığı kaynaktan alır demiştir. Ki Bursevî bu tarz alışı, ahz
anillah (bizzat Tanrı’dan bilgi almak) olarak görmektedir. Bkz. İbnü’l-Arabî, Fusûs, (çev. E.D), 49-50, 176-177;
İbnü’l-Arabî, Fusûs ül-Hikem, (çev. M. Nuri Gencosman), Milli Eğitim Bakanlığı Yay., Ankara 1990, 43; Akman,
İbn-i Arabî, 103-104.
1084
Krş. Homerin, Sûfiler ve Tasavvuf, 251.
1085
Bkz. Akman, İbn-i Arabî, 615-622; Yılmaz, Kûrânî’nin Yaklaşımı, 366-367.
1086
İbn-i Teymiye’nin eleştirileri için bkz. Yılmaz, Kûrânî’nin Yaklaşımı, 369-371.
1087
Afîfî, Tasavvuf Felsefesi, 162-168; Süleyman Uludağ, “Ricâlü’l-Gayb”, DİA, İstanbul 2008, XXXV/82.
1088
Bkz. Bünyamin Okumuş, “İbn Teymiyye’nin Tevhîd Yorumunda Allah Sevgisi: Hakikatin Bilgisine Erişme ve
Mutluluğu Kazanmanın Yolu”, Kelâm Araştırmaları Dergisi, cilt: VII, sayı: 1, 2009, 75-76.
1089
İbn-i Teymiye, Mecmuû Fetevâ, 11/433-444.
1090
Osman Demir, “Ricalu’l-Gayb inancı ve toplum hayatına yansımaları”, Kur’an ve Tefsir Araştırmaları: (İslam
Düşüncesinde Gayb Problemi-II), 2004, 159-160; Ahmet Ögke, “Bir Tasavvuf Terimi Olarak Ricâlü’l-Gayb -İbn
Arabî’nin Görüşleri-“, Tasavvuf Dergisi, cilt: II, sayı: 5, 2001, 163-164; Ahmet Atlı, Tasavvufta Ricâlu’l-Gayb,
Ankara Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 2011, 268-277; Ahmet Yıldırım,
“Tasavvufta Ricalu’l-Gayb Telakkisi ve Konuyla İlgili Bazı Rivayetler”, Süleyman Demirel Ü. İlahiyat F. Dergisi,
sayı: 4, 1997, 130-131; Yıldırım, Tasavvufun temel Öğretileri, 162-188.
1091
İbn-i Teymiye’nin isimlerini zikrederek beğenisini ifade ettiği sûfîler şunlardır: Fudayl Bin İyâz (v.187/803),
İbrahim b. Edhem (v.162/779), Ebu Süleyman Dârânî (v.205/820), Maruf-ı Kerhi (v.200/815), Cüneyd-i Bağdâdî
(v.298/911), Sehl b. Abdullah Tüsterî (v.283/896) ve benzerleri. Bkz. Allah'ın Velileri İle Şeytanın Velileri
Arasındaki Fark, (çev. İ. E. Dal), İhya Yay., İstanbul 1985, 76, 105, 114-116, 124.
eleştirilerine tahammülü olmayan sûfîlerin1092 ve biraz da onu kullanan varislerinin/hayranlarının
buna çanak tutan tutumlarının sebep olduğunu görmekteyiz.1093
2.2. Sabri Efendi’nin eleştirileri
İbnü’l-Arabî'nin a'yân-ı sâbite (sâbit arketipler)1094 kavramıyla tam olarak ne kastettiğini anlamak
kolay değildir. Zira o, hariçte bulunan şeylerin Allah'ın varlığının aynısı,1095 mahiyetlerinin ise ilâhî
ilimde bulunan a'yân-ı sâbite1096 olduğunu iddia eder. Keza ona göre âlemi hem ezelîlik hem de
hudûs ile nitelemek mümkündür. Zira âlem ve içindekiler Allah’ın ilminde a'yân-ı sâbite şeklinde
bulunmaları hasebiyle Allah’ın ilim sıfatına bağlı olarak ezelîlik vasfını kazanmaktadır.1097 İlim sıfatı
ise İbnü’l-Arabî'nin düşüncesinde zâtın aynı olduğuna göre bu durumda şeyler hem mahiyet hem de
varlık bakımından Allah'ın aynısı olmaktadır.1098 Bu ise onu bir nevi panteist bir anlayışa
götürmektedir.1099 Bundan dolayı Mustafa Sabri Efendi (v.1373/1954), onu ve varlık düşüncesinde
ona bu zemini hazırlayan felsefecileri şiddetle eleştirmiştir.1100
Sabri Efendi, Musa Carullah Bigiyef (v.1369/1949) ile yaptığı söz dalaşında (kendi ifadesiyle)
‘bütün cesaretini’ toplayarak Bigiyef üzerinden İbnü’l-Arabî'ye şöyle yüklenmiştir:1101 Muhyiddin'in
çok büyük bir zât olduğu, müslümanlar arasında kök salmış bir düşüncedir. Sözlerini tenkit etmekte
olduğum şu sırada dahi müzmin bir hastalık gibi üzerimde hükmünü yürütmek isteyen bu hayâli
azamet, akıl ve mantığımı tehdit edip ürkütmeye kalkıştıkça ben de onu ‘o kadar büyük!’ olsaydı,
Kur'an'a aykırı söz söylemeye cesaret edebilir miydi? diyerek susturuyorum. 1102 Keza 'İbnü’lArabî'nin sözlerini herkes anlayamaz; evliyânın kendine mahsus ıstılahları vardır. Kim bilir bu
sözlerle ne kastedilmiştir' şeklinde ileri sürülen mazeretler de asla kabul edilemez. Kitabullahın
1092
Bu meyanda İbn Hacer el-Heytemî’nin (v.974/1567) adını özellikle zikretmek gerekmektedir. Gaybın velîlerce
bilineceği, Hz. Peygamber’in kabrinde diri olup velîlerin kendisiyle görüşebildiği gibi bazı görüşler savunan ve
bunları zayıf veya mevzû birtakım rivayetlere dayandıran İbn Hacer’in bu tutumunu ve tasavvufa olan teslimiyetçi
bakışı ile İbn Teymiyye’yi abartılı eleştirilerini Nu‘mân el-Âlûsî, Cilâʾu’l-ʿayneyn fî muḥâkemeti’l-Aḥmedeyn adlı
eserinde tenkit etmiştir. Cengiz Kallek, “İbn Hacer el-Heytemî”, DİA, İstanbul 1999, 19/532; Basheer M. Nafi,
“Yeniden Dirilen Selefîlik: Nu‘mân el-Alûsî ve İki Ahmed Muhakemesi”, (çev. Kadir Gömbeyaz), Marife Dergisi,
cilt: 9, sayı: 3, 2009, 301-304, 309-319.
1093
Bkz. Sancar, Bağnaz Bir Selefî mi, 97, 99-103; Ahmet Yalçın, “İbn Teymiyye Hakkındaki Olumsuz Algının
Kritiği”, e-Makâlât Mezhep Araştırmaları, cilt: XI, sayı: 1, 2018, 127, 130, 139.
1094
Tasavvuf tarihinde son derece te'sirli olan a'yân-ı sâbite telâkkîsine kelâm âlimleri ve Selefîler sürekli itiraz
etmişler ve bu görüşü şiddetle reddetmişlerdir. Çünkü a'yân-ı sâbite görüşünün kabul edilmesi halinde eşyanın
yaratılması ve Allah'ın yaratıcılık sıfatı söz konusu olmamakta, yaratmanın yerini sudûr ve zuhûr görüşü almakta;
diğer taraftan âlemin kadim oluşu görüşü değişik bir biçimde kabul edilmiş olmaktadır. Esasen İbnü’l-Arabî de
âleme "kadim-i hadis (ezeli yaratık)" demek sûretiyle bu konudaki fikirlerini açıkça ortaya koymaktadır. Diğer
taraftan cebirciliğin, ibadet hayatının ve ahlâk esaslarının temeli olan irâde hürriyetini ortadan kaldırdığı ileri
sürülmüştür. Bu yüzden İbn-i Teymiye, İbnü’l-Arabî'nin bu tür kanaatlerinin küfür olduğunu söyler. Mustafa Sabri
de İbnü’l-Arabî'nin varlık hakkındaki görüşlerini geniş bir tenkide tabi tutmuş ve reddetmiştir. Süleyman Uludağ,
“A'yân-ı Sâbite”, DİA, İstanbul 1991, 4/199.
1095
İbiş, Kelâmî Ontoloji, 74-75.
1096
Bkz. Osman Nuri Küçük, “İbnü’l-Arabî Düşüncesinde Varlığın Tasavvufî Yorumunun Sayı Metafiziğine Uzanan
Yansımaları”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 23, 2009, 405.
1097
Cağfer Karadaş, “Muhyiddin İbn Arabî’nin İtikâdı”, Tasavvuf dergisi, cilt: IX, sayı: 21, 2008, 71-72, 78; Karadaş,
İbnü'l-Arabî, 109; bu yaklaşımın Filon’daki izahı için bkz. Erol Güngör, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken
Neşriyat, İstanbul 1982, 39-42, 61.
1098
Krş. İbnü’l-Arabî, Fusûs, (çev. E.D), 74.
1099
Krş. Seyyid Hüseyin Nasr, Üç Müslüman Bilge, (çev. A. Ünal), İnsan Yay., İstanbul 1985, 117-121.
1100
Bkz. Mustafa Sabri Efendi, Mevkıfu'l-Akl ve'l-İlm ve'l-Âlem min Rabbi’l-Alemin ve İbâdihi’l-Mürselin,
Mektebetu’l-İslamiyye, [y.y.], 1954, III/85 vd.; krş. Karadaş, İbn Arabî’nin İtikâdı, 82-83; Karadaş, İbnü'l-Arabî,
68-69.
1101
Ebubekir Sifil, Sabri Efendi’nin, Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için geçici olduğunu savunan C. Bigiyef'e
reddiyesinden sonra bu batıl davanın Kur'an ile temellendirilmesinin mümkün olmadığı, en küçük bir şüpheye
mahal bırakmayacak tarzda tescillenmiştir, demektedir. Lakin Sabri Efendi’nin burada belirtilen ‘batıl dava’dan
dolayı aynı zamanda İbnü’l-Arabî'yi de haşladığını nedense belirtmez. Bkz.“İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın
Cehennem'in Ebediliği Meselesindeki Görüşünün Tesbiti”, İnkişaf: üç aylık ilim ve fikir dergisi, Ekim-Aralık/7,
2006, 22-29.
1102
Mustafa Sabri Efendi, Yeni İslâm Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi, İlâhî Adalet içinde- Musa Carullah Bigiyef,
Rahmet-i İlâhîye Bürhanları ile birlikte, Sadeleştiren: Ö.H. Özalp, Pınar Yay., İstanbul 1996, 139-176, 199.
apaçık beyanına aykırı ıstılahlar koyma hak ve yetkisi hiç kimseye verilemez. Eskiden, İslâm dinine
samimîyetle inanarak bağlanmış olduğu halde, bu tür kitaplar yüzünden müslümanlık içerisinde
sapıklığa düşen saf kimseler bulunduğu gibi, bugün de Bigiyef gibi yeni moda din müceddidlerinin,
İslâm şerîatında yeri olmayan fikirlerine bu kitaplarda destek bulmaları, bunların zararlarını bir kere
daha ortaya koymuştur. Hala Bigiyef'in 'dinsizliğe varıncaya kadar her türlü inancı tasvip etme
teorisine de kaynaklık eden Muhyiddin'in eserlerine gösterdiği itibarı geri alma cesareti
gösteremeyen, diğer taraftan tabiatıyla 'şirk ve dinsizliği doğru bulma' teorisini de kabul edemeyen
bazı kimseler vardır. Böyleleri, ne yardan ne de serden geçmek gibi bir kararsızlığı bırakarak 'din
İslâm'dır' ve 'Hak'tan sonra sapıklıktan başka ne vardır?'1103 diye haykıran İslâm şerîatına mı, yoksa
Muhyiddin'e mi bağlı olduklarına karar vermek zorundadırlar. Sûfî âlimlerden Şa‘rânî, İbnü’lArabî'nin eserlerinde görülen, naslara aykırı sözlerin, İslâm düşmanlarınca sokuşturulmuş birtakım
iftiralardan ibaret olduğunu, gerçekte onun bu tür sözler söylemediğini belirtmektedir. Bu savunma
şekline göre İbnü’l-Arabî hakkında bir diyeceğimiz kalmaz; tenkitlerimiz de bu sözlerin kendilerine
yönelik olur. Ancak İbnü’l-Arabî'nin bu tip sözlerinin, eserlerinin iliklerine işlemiş oluşuna, yüksek
akıllılardan ve hatta âlimlerden sayılan bazı kimselere kaynaklık etme derecelerine gelişine bakılarak
Şa‘rânî’nin bu tevili ne kadar alakasız görünüyorsa, Fütûhât’ta rastlanan çelişkiler de söz konusu
tevile o kadar da uygun görünmemektedir.1104
2.3. Diğerlerinin eleştirileri
Vahdet-i vücûdu reddeden diğer bir ünlü âlim, İbn-i Haldûn'dur (v.808/1406). Onun, 'toplumun
menfaatini korumak' gerekçesiyle vahdet-i vücûda dair yazılmış eserlerin imha edilmesini salık
verdiği keza bu bağlamda ricâl’ul-gayb anlayışına da en kapsamlı eleştiriyi yapanların başında
geldiği belirtilmektedir.1105
İbnü’l-Arabî'yi eleştirenlerden biri ise Teftâzânî’den maada öğrencisi1106 Alâeddin Muhammed elBuhârî'dir (v.791/1389). Onun eleştirilerinin yer aldığı Fadîhatu’l-Mülhidîn ve Nasîhatu’lMuvahhidîn adlı eseri on değişik isimle meşhur olmuş ve yanlışlıkla hocası Teftâzânî'ye nisbet
edilmiştir. Risâle fî vahdeti'l-vücûd adıyla basılan1107 bu eser, Lutfullah Çelebî el-Kadı tarafından
Osmanlıcaya tercüme edilmiştir.1108 el-Buhârî, hocası Teftâzânî’nin,
‘Kitâbu’l-Füsûs milletlerin dalâletidir, kalplerin pası, hikmetlerin zıddıdır’
diye başlayan bir şiirini nakletmektedir.1109 Burada Abdulganî Nablusî’nin (v.1143/1731) bu konuda
Teftâzânî’ye cevap1110 mahiyetinde eleştirilerinin1111 olduğunu da belirtmekte fayda vardır.1112
1103
Al-i İmran 3/19; Yunus 10/32.
Bkz. Sabri, İslâm Müctehidleri, 199-243; Mustafa Akman, Musa Carullah Bigiyef'i Okumaya Giriş, Çıra Yay.,
İstanbul 2007, 120-121.
1105
Homerin, Sûfiler ve Tasavvuf, 252-253; Demir, Ricâlü’l-Gayb, 159-160; Ögke, Ricâl, 163-164; Atlı, Ricâlu’lGayb, 268-277; Yıldırım, Ricalu’l-Gayb, 130-131; Yıldırım, Tasavvufun temel Öğretileri, 169.
1106
Özen, Teftâzânî, 40/307; İsmail Fennî Ertuğrul, Materyalizmin İflâsı ve İslâm, (sadleşt. A. Kılıçsoy), Sebil Yay.,
İstanbul 1996, 1, 221; Ertuğrul, Vahdet-i Vücud, 83, 105; Algar, İlk Dönem, 3.
1107
Mecmuâ-i Resâil fî Vahdeti Vücûd içinde, Ali Bey Matbaası, İstanbul 1294/1877, 2-47.
1108
Bkz. Süleymaniye Kütüphanesi, Fatih. No: 2916, 50 vrk. (Eser ayrıca Abdülvahid Metin tarafından da yine
Teftâzânî’ye nisbetle Vahdet-i Vücud Risalesi adıyla Türkçeye kazandırılmıştır. bkz. Tevhid Yay., İstanbul t.y.);
Kılıç, Füsûsü'l-Hikem, XIII/234; el-Kârî, Vahdet-i Vücûd, 162.
1109
Bkz. Fadîhat’ul-Mülhidîn ve Nasîhat’ul-Muvahhidîn (Risâle fî vahdet'il-vücûd), Mecmuâ-i Resâil fî Vahdeti
Vücûd içinde, Ali Bey Matbaası, İst. 1294/1877, 2. (Bu eserde, “ekferü’l-kâfirîn” (kâfirlerin en kâfiri) tabiri
kullanılmıştır.)
1110
Demirli, Tasavvufun Tutarlılık Arayışı, 26.
1111
Abdulganî Nablusî, el-Vücûdu'l-Hakk ve'l-Hıtabu's-Sıdk, (thk. Bekri Alaeddin), Institut Français de Damas,
Damas 1995, 121-148; Abdulganî Nablusî, Gerçek varlık: Vahdet-i Vücûd’un Müdafaası, (çev. E. Demirli), İz Yay.,
İstanbul 2003, 147-178.
1112
“İbnü’l-Arabî’ye karşı oluşan muhalefetin sadece ilk dönemlerle sınırlı olduğu düşünülmemelidir. Aksine muhalif
şahsiyetler ve faaliyetleri günümüze kadar da devam etmiştir. Bu muhaliflerden biri olan Iraklı tarihçi Abbas Azzâvî
(1890-1971), İbnü’l-Arabî’nin savunduğu vahdet-i vücûd düşüncesinin Batınî ve İsmailiyye akideleriyle birebir
örtüştüğünü ileri sürerek onu Ğulât-ı tasavvuf zümresine dâhil etmektedir. Azzâvî sadece bu tenkidiyle
yetinmeyerek İbnü’l-Arabî’nin Şam’a yerleştikten sonra Haçlılar ve Moğol belası sebebiyle İslam dünyasının içinde
bulunduğu olumsuz ortamı fırsat bilerek düşüncelerini yaymaya başladığını da ileri sürmektedir.” Abdulcebbar
Kavak, “Muhyiddin İbn’ül-Arabî’nin Şam Tasavvuf Düşüncesine Tesir Kanalları ve Meşhur Takipçileri”, Universal
Journal of Theology, cilt: I, sayı: 1, 2016, 64.
1104
İbnü’l-Arabî'yi ismen zikredip eleştirerek tekfir eden Ebu’l-Hasen Sadruddîn Alî b. Ebi'l-İzz
(v.792/1390), onu ve benzerlerini, velayeti nübûvvetten daha üstün ve hatta bütün peygamberlerin
velayetten müstefid olduklarını söylemeleri sebebiyle eleştirir. İbnü’l-Arabî'nin bu konuda vermiş
olduğu tuğla temsilini hatırlatan İbn Ebi'l-İzz, kendini resulden daha faziletli görenin küfründen daha
büyük küfür olmayacağını, hatta nebilerin Allah bilgisini son velinin mişkatından alacağını
söyleyerek kendisinin de son veli olduğunu söylemenin Firavun'un sözüne benzediğini ifade
etmektedir.1113
İbn-i Teymiye’nin Fütûhât'a yönelik tenkitleri meşhur olsa da esere en sistematik tenkidi İbrahim elBikâî (v.885/1480) yapmıştır.1114 Fütûhât'taki on beş kadar meseleden dolayı İbnü’l-Arabî'yi tekfir
eden1115 Bikâî, Tenbîh’ul-Ğabî alâ Tekfiri İbn'il-Arabî1116 adlı eserinde Fütûhât'ın adını elKubûhât’ul-Helkiyye şeklinde değiştirmiştir. Bikâî’nin bu görüşlerine de kimi araştırmacının1117
zâhir ulemâdan sandığı ancak İsmail Fennî Ertuğrul’un (v.1366/1946) vahdet-i vücûdu kabul edenler
arasında1118 ta'dad ettiği Süyûtî1119 gibi âlimler reddiyeler yazmışlardır.1120 Ertuğrul da Fütûhât'ta yer
alan bazı bâtınî astronomik ve anatomik görüşlere pozitif bilimlerin verileriyle farklılıklar arz
ettiğinden dolayı itirazlarda bulunmuştur.1121
Bu arada ilmî münakaşalarda özellikle de İbnü’l-Arabî taraftarları ile yaptığı tartışmalarda ortaya
koyduğu argümanların takdir topladığı bilinen Şafiî fâkîh, edip ve şair Ebu Muhammed İbn-i Mukrî
el-Yemenî’nin (v.837/1433) özellikle el-Kasidetu'd-Dâmiğa adlı eserinde İbnü’l-Arabî'nin tasavvuf
anlayışını ve özellikle de vahdet-i vücûd nazariyesini Peygamber'e (s) şikâyet üslubunda eleştirisi1122
de kayda değerdir.
İslâm tarihi boyunca lehte ve aleyhte çeşitli görüşlere konu olan Fütûhât’tan kimileri övgüyle söz
ederken kimileri de müellifine tekfire kadar varan tenkitler yöneltmiştir. Övgüyle söz eden
müellifler, İbnü’l-Arabî'nin diğer eserleri gibi Fütûhât'ın da ancak sülûk gördükten ve merâtib
tanındıktan sonra anlaşılabileceğini, hatta bunun için müellifle manevî bir bağın kurulması
gerektiğini bile söylemişlerdir.1123 Ahmet Avni Konuk'un (v.1356/1938) ihvânından Tahsin Bey'in,
Fütûhât'ı birkaç defa hatmettiğini, zaman zaman manasını anlamakta güçlük çektiği metinleri
rüyasında müellifin kendisine açıkladığını1124 ifade etmesi1125 bu görüşü destekler mahiyettedir.
1113
İbn Ebi'l-İzz el-Hanefi, el-Akidetü't Tahâviyye ve Şerhi, trc. M. Beşir Eryarsoy, Guraba Yay., İstanbul 2002, 46,
103, 357, 422-425.
1114
Bu arada Muhammed el-Halebî (v.684/1285), Mansur el-Kazerûnî (v.861/1456) ve Muhammed es-Sehavî’nin
(v.903/1497) muhalefetlerine de işaret etmek icap etmektedir. bkz. Chodkiewicz, İbn Arabî’nin Öğretisi, 96.
1115
Necati Kara, Bikâî ve Tefsirindeki Metodu, Yüzüncü Yıl Ü. İlahiyat F. Yay., Van 1994, 44-48, 381-387.
1116
Suat Yıldırım, “Bikâî”, DİA, İstanbul 2010, 38/150; Chodkiewicz, İbn Arabî’nin Öğretisi, 96-97.
1117
Ferzende İdiz, “İmâm Suyûti Perspektifinden İbn Arabî”, EKEV Dergisi, cilt: XVI, sayı: 53, 2012, 144, 157.
1118
Ertuğrul, Hakîkat Nurları, 336; Çelik, Hazarât-ı Hams, 164; Çelik, Rabbânî, 156; krş. Halit Özkan, “Süyûtî”, DİA,
İstanbul 2010, 38/191; İdiz, Tasavvuf, 139-144, 154.
1119
Celâleddîn Suyûtî, Tenbihü’l-Ğabî bi Tebrieti İbn Arabî (İmâm Suyûtî’nin İbn Arabî’ye Dair Bir Risalesi:), (çev.
Ferzende İdiz), Dicle Ü. İlahiyat F. Dergisi, XIV/1, 2012, 335-354.
1120
Chodkiewicz, İbn Arabî’nin Öğretisi, 96-97.
1121
Ertuğrul, Vahdet-i Vücud, 267-278; Özkan Öztürk, Çağdaş Türk Düşüncesinde İbn Arabî Felsefesinin Ele Alınışı,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul 2007, 110-112. Sözgelimi Ertuğrul, el-Fütûhât’ul-Mekkiyye’de geçen:
Çocuk annesinin hayız kanıyla beslenmektedir. Yoksa annesini hasta eder, hatta helakine sebep olabilirdi,
ifadelerini keşfte yapılmış bir hata olarak görmektedir. Ona göre keşf yapan kimse keşfinde hata edebilir. Zaten
İbnü’l-Arabî’nin tenkit edilebilecek keşflerinin hepsi, dünyevî işlerle ilgili olup, hakikî marifetten ve Tanrı’nın
bahsı olan sahih ilimlerden olmadığı için bunlarda hata edilmesi mümkündür. Oysa İbnü’l-Arabî’nin ilahiyata dair
keşiflerinde hiçbir hata yoktur. s.112.
1122
Saffet Köse, “İbnü’l-Mukrî el-Yemenî”, DİA, İstanbul 2000, 21/138-139.
1123
Haydar el-Âmulî, el-Mukaddimât min Kitabi Nass'in-Nusus fi Şerhi Fusûs'il-Hikem, (Y. Haz. H. E. Corbin- O.
Yahya), 2. bsk., Sihami-i Amm, Tahran 1988, 33. Ne var ki insanlar Kur'an epistemolojisini terk edip felsefî
tasavvufun dışarıdan topladıklarıyla labirent kursa, o labirenti (seyrü sülûk- merâtib) önceden görmeyen kişiler
elbette yolunu şaşıracaktır! İşte bunu önlemek adına sübjektivizmin pik yaptığı rüya, keşf, ilhâm vs. ile yola
koyulup ölmüşlerin tasarrufuyla yaşayanların ıslahı bir zorunluluk olacaktır. bkz. Saadettin Merdin, İslam'ın
Pavlusları -I Felsefi Tasavvuf, Araştırma Yay., Ankara 2014, 131-209; Afîfî, Manevi Devrim, 36, 67-75, 9092,100-101, 110, 169.
1124
M. Erol Kılıç da şarihlerden birisinin: ‘Ben İbnü’l-Arabî’nin rûhânîyetini menamda gördüm ve bana bu şerhi
yazmamı söyledi’ ve bizzat bir iki yerde hatamı düzeltti’ dediğini aktarıyor. bkz. “Anadolu İslam’ının Kurucu
Babalarından: Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabi”, Türk Dünyası Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (2628 Mayıs 2014) Bildiriler, cilt: I, 2014, 128.
Öte yandan Dar'ul-Fünûn hocalarından Mehmet Ali Ayni1126 (v.1364/1945), İbnü’l-Arabî hakkında
‘Şeyhi Ekber'i Niçin Severim’ adıyla bir kitap yayınlar. Ayni'nin bu kitabını Ahmet Reşid Bey
Fransızcaya çevirir. Louis Massignon (v.1382/1962) da bu eserle ilgili tenkit ve tavsiyelerini yayınlar
ve bunu İbnü’l-Arabî'ye yönelttiği eleştirilerle birlikte özel bir mektupla ayrıca müellif Ayni’ye de
bildirir. M. Ali Ayni, Massignon'un İbnü’l-Arabî'nin fikirlerini eleştiren mektubunu alınca onun
eleştirilerine daha ikna edici cevaplar verebilmek amacıyla ilim ve irfânlarına güvendiği Mesnevî
mütercimi ve Konya Mevlevî-hanesi post-nişinlerinden Veled Çelebi (v.1377/1953) ve Şeyh Saffet
(v.1374/1950) efendilere hitaben Sebil'ur-Reşad dergisinde yazdığı bir mektupla bu zâtlardan yardım
ister. Mektubun muhataplarından Çelebi de aynı dergide üç adet makale yazarak Massignon'un
İbnü’l-Arabî hakkındaki eleştirilerine cevap verir. Çelebi'nin yazdığı makaleler neşredildikten sonra
Massignon tarafından gönderilen cevabî yazı da yine adı geçen dergide neşredilir. Bu tenkitlerinde
Massignon, İbnü’l-Arabî’nin ‘men arefe nefsehu…’ ifadesini hadis kabul emesini de doğru bulmaz.
Buna V. Çelebi cevaben Şeyhin keşfle bunu tashih ettiğini, Buhârî ve Müslim’in ne kadar güvenilir
ve gayretkeş olsalar da ideolojik davranarak adam kayırmış olabileceklerini ve aynı zamanda Ebu
Hanife (v.150/767) konusunda olduğu gibi isabetsizce red de etmiş olabileceklerini, nitekim bu iki
muhaddisi (İbnü’l-Hümâm (v.861/1457) gibi1127) eleştirenlerin de bulunduğunu, rivâyetleri hakkında
kil u kâl edenlerin olduğunu belirtmektedir. Buna karşın İbnü’l-Arabî’nin ise bilgilerini bizzat
bilginin kaynağından müşahede ederek aldığı için mutlak doğruyu ifade ettiğini, dolayısıyla
tespitinin her tür nakisadan beri olduğunu iddia etmektedir.1128
Nitekim İbnü’l-Arabî’nin bizzat anlattığına göre kendisi, gördüğü rüyalar doğrultusunda seyahat
eden bir mutasavvıftır. Görüldüğü gibi bu husus -kanımızca esasen kendisinin de hedeflediği gibizamanla onun beşerüstüleştirilmesine malzeme olarak kullanılmıştır. Bu manada ifadesine göre o, bir
gece rüyasında, ‘Doğu’ya git’ denilmesi üzerine Doğu’ya gelir. Yine Kâbe’nin karşısında Hacer’ulEsved’e yönelik murakabede iken almış olduğu ‘kalk ve Anadolu’ya git’ emr-i ilâhîsi üzerine
Anadolu’ya yolculuğa başlar. Ancak burada İbnü’l-Arabî’nin, rüyasında gördüklerini yine kendisinin
kurguladığı âlem-i misâle göre yorumlamaksızın hareket etmesi, çelişkili bir durum arz etmektedir.
Oysa kendisi, Füsûs’un İshâk Fassı’nda, İbrahim Peygamber’in, rüyasını âlem-i misâl doğrultusunda
yorumlayamadığı için oğlu İshâk’ı boğazladığını1129 söyleyebilmiş ve İbrahim aleyhisselamı bu
hatasından ötürü açıkça tenkit etmiştir.1130 Bu durum İbnü’l-Arabî’nin apaçık bir çelişkisi olarak
1125
Osman Ergin, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun: hayatı ve şahsiyeti, Kenan Basımevi, İstanbul 1942, 89-90, 212.
M. A. Ayni, seyrü sülûk eğitimini Massignon’a da şart koşmaktadır: Şöyle ki Massignon’un, Men arefe nefsehu
kelâmı için hadis olmaktan ziyade Yahya b. Muaz'ın (v.258/872) sözü olabileceğine dair (ayrıca bkz. Yusuf Açıkel,
"“Nefsini Bilen Rabb’ini Bilir” Hadis mi?, Kelâm-ı Kibar mı?", Süleyman Demirel Ü. İlahiyat F. Dergisi, sayı: 5,
1998, 180; Yıldırım, Tasavvufun temel Öğretileri, 241-242) tespiti için: zaten hadis kitapları da bu kelâmın hadis
olmadığını haber veriyor. Bununla beraber bi'l-umûm meşâyih-i sûfîyye onun hadis-i kudsî olduğuna kaildir.
Massignon, İbnü’l-Arabî'nin bu kelâma verdiği manalarda da hata addediyor. Artık anlıyorum ki müsteşrk-i fazıl
ilimdeki tebahhürlerine rağmen, zevken ve irfânen tekemmüle ve makamatı bir mürşid vasıtasıyla seyrü sülûka
muhtaçtır. Zira buna muvaffak olmadıkça İbnü’l-Arabî'nin (vahdet-i vücûd kokan) beyanatını ne yapsak kabul
ettiremeyeceğimizi zannederim. Şurası muhakkaktır ki Hazreti Şeyh ve emsali vahdet-i sırfa meselesinde mertebe-i
şühûda ermişlerdir. Demek oluyor ki: Bu mesele daha ziyade şühûd işidir. Çünkü abdin fenâsı mösyö fülana nasıl
anlatılabilir? Mösyö fülana değil; sana bana da anlatılamaz, demektedir. Bkz. Zülfikar Güngör, “Muhyiddîn İbn
Arabî Hakkında Louis Massignon’un Eleştirileri ve Veled Çelebi (İzbudak)’nin Cevapları”, Tasavvuf Dergisi, cilt:
IV, sayı: 11, 2003, 385, 388-389, 394.
1127
Mehmet Hayri Kırbaşoğlu, “Kemaleddin İbn’i Hümâm’ın Hadisçiliği”, Kemaleddin İbn-i Hümâm’ın Hayatı,
Eserleri ve İlmi Kişiliği Sempozyum Tebliğleri, 1993, 26-27.
1128
Bkz. Güngör, Massignon’un Eleştirileri, 378, 394, 396-398; ayrıca bkz. Öztürk, İbn Arabî Felsefesi, 51-57.
1129
Demirli, Fusûsu’l-Hikem Şerhi, 321-322, 325. Kur’an metnini bir bütün olarak değerlendirmeyerek zayıf hadisleri
öne çıkaran bazı bilginler, kurban edilmek istenenin İshâk olduğunu ileri sürmüşlerdir. Ömer Pakiş, “Kutsal
Metinlerde İsmail ve İshak”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, cilt: IV, sayı: 3, 2004, 75; “Hz. Şeyh (r.a.),
kavl-i meşhûra muhâlif olan bu zehâbında ma'zûrdur. Çünkü mukaddeme-i Fusûs'ta beyân olunduğu vech ile rü’yâyı sâdıka muktezâsınca, kalbi şerîfine ilkâ olunan ma’nâyı beyâna me'mûrdur. Ona i'tirâz ise sû'-i edebden başka bir
şey değildir.” Ahmet Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, (haz. M. Tahralı- S. Eraydın), İFAV, İstanbul
1992, 2/95.
1130
"O, Nûh kavmini, Hûd kavmini ve Firavunu över ve tebcil eder ama Nûh, İbrahim, Musa, İsa, Hârûn gibi Resûl
ve nebîlerde eksiklikler bulur. Küçük düşürür onların kadirlerini. Cüneyd b. Muhammed ve Sehl bin Abdullah
Tüsterî gibi büyük ve Müslümanlarca makbul olan şeyhleri kötüler ama Hallâc-ı Mansur gibi, gerçek velilerce
makbul sayılmayan kişileri över ve yüceltir. Hayâlî ve şeytanî kaynaktan aldığı haberler içinde, bu büyüklerin
1126
önem arz etmektedir. Üstelik onun Fütûhât’ta belirttiğine göre kendisi Yâsin Sûresi bağlamında
âlem-i misâle gidip gelebilen bir şahsiyettir ve bu ise onun, kimileri nezdinde Kur’an üzerinden
kutsallaştırılması sonucunu doğurmuştur.1131
Ne var ki onun almış olduğu bu kalk ve Anadolu’ya git! emr-i ilâhîyi M. Erol Kılıç, sevk-i ilâhî
olarak nitelese ve onun ‘Anadolu’ya gelişi kendi irâdesi ile olmamıştır’, demekle yetinse de biz, söz
konusu emrin, İslâm nübûvvet anlayışında risâletle görevlendirilmek demeye geldiğini rahatlıkla
anlamaktayız. Bu durumda Muhammed aleyhisselamdan sonra peygamberlik iddiasındaki bir İbnü’lArabî ile karşı karşıyayız demektir.1132
Nitekim İbnü’l-Arabî, 603/1206 yılında Kahire'ye gelip1133 bir sûfî cemaatinin yanında ikamet ettiği
sırada bir gece karanlık bir odada istirahat ederken ansızın bedeninden saçılan nûrlarla her tarafın
aydınlandığını gördüğünü söyler. Anlattığına göre tam bu esnada güzel yüzlü ve hoş sözlü bir kişi
peyda olmuş, kendisine Allah tarafından gönderilmiş bir elçi olduğunu, telâşlanmamasını ve tebliğ
edeceği bazı hakîkâtleri dikkatle dinlemesini söylemiştir.1134
Genellikle tasavvuf literatüründe yer alan çoğu uydurma veya zayıf hadisleri kendi görüşleri
doğrultusunda kullanmakta bir sakınca görmeyen İbnü’l-Arabî'nin hadis ilmiyle ilgili ölçüleri zâhir
ulemâsıyla büyük farklılıklar taşımaktadır. Çünkü ona göre bu ümmetin başlıca evliyâsı, Hakk'ın
kendilerinde tecellîyâtını ikame ettiği kişilerdir. Velî bu mazhardan Muhammed'in getirdiği ahkâmı
dinler. Bu dinleme sonunda ahkâm onun kalbine iner. Sonra aklıyla bu ahkâmı anlar. Velî, şer‘î
hükümleri mazhar-ı Muhammed'den Muhammed'in ümmetine yaptığı tebliğde hazır bulunur gibi alır
ve kendine intikâl ettirir. Bu ilmin sıhhati zâhir ulemâsının ilmi gibi ilme'l-yakin değil ayne'lyakindir.
İbnü’l-Arabî, mükâşefe sahibi kişinin, muhaddislerin sahih zannettiği bir hadisin senedindeki
uydurmacının kim olduğunu, onu sûretiyle beraber görüp bildiği görüşündedir. Hatta o, kendisinde
bu yoldan alınmış ahkâm-ı Muhammedîyye'den bazı hükümler bulunduğunu da söylemektedir.
Dahası o, filan falandan rivâyet etti şeklindeki metodu ölüden ilim nakli olarak görür. Bunun yerine
kalbim rabbimden tahdis etti, şeklinde diriden yapılan nakli yani keşif yoluyla elde edilen hadisleri
daha sıhhatli bulur. Nitekim İbnü’l-Arabî, fâkîhlerin ortaya koyduğu bir hükmün yanlış ya da doğru
olduğunu Allah dostları keşf yoluyla bilirler, demiştir. Ancak ona göre sûfîler yanlış olduğunu
bildikleri hususlarda fâkîhlere müdahale etmezler. Kendileri ise doğru bildikleri şekilde amel etmek
zorundadırlar.
İbnü’l-Arabî’nin hadis konusundaki bu tutumu hadis usulü ile cerh- ta‘dil kriterlerini umursamamak
ve kendince bir sistemle yeni bir hadis anlayışı ve edebiyatı oluşturmaktır. Hâlbuki cerh- ta‘dil ilmi,
hususen böylesi heretik teşebbüslerin önünü kesmek için inşa edilmişti.1135
Füsûs’ul-Hikem'de ele alınan konuların anlaşılması ise yazıldığı günden itibaren bir problem
olmuştur. Nitekim hakkında otuzu aşkın reddiye, bir o kadar da savunma yazılmıştır. Müellifin
şahsına yöneltilen hemen hemen bütün tenkitler Füsûs'ta söylediklerinden dolayıdır. Abdullah
Bosnevî (v.1054/1644) gibi muhiplerinin tezine göre eser, mutasavvıfların ‘velâyet-ı Muhammedî
menbaı ve zât meşrebi’ dedikleri makamdan olduğu için bu makamın neşvesine sahip olmayanlar1136
tarafından tenkit edilmesi gayet tabiidir. Bu durumda eseri tenkit edecek kimsenin, ya onunla aynı
kötülenmesi vardır." İbn-i Teymiye, Fark, 114; bkz. İbnü’l-Arabî, Fusûs, (çev. E.D), 86, 211-213; Demirli,
Fusûsu’l-Hikem Şerhi, 301, 306-307, 321, 325, 484-485.
1131
Bkz. Açıkgöz, İbnü’l-Arabi, 147; ayrıca bkz. Merdin, Felsefi Tasavvuf, 361-391.
1132
Krş. Kılıç, Zaman’ın Ruhunu Okumak, 53-54.
1133
Burada şiddetli tenkit ve düşmanlıklara maruz kaldığından Kahire'yi terk (604/1207) eder. Mustafa Tahralı,
Muhyiddin İbn Arabî ve Türkiye’ye Tesirleri, Endülüs’ten İspanya’ya, Diyanet Vakfı Yay., Ankara 1996, 69.
1134
Bkz. Akman, İbn-i Arabî, 153.
1135
Akman, İbn-i Arabî, 65-122; Akman, Celâleddin ed-Devvânî, 72-80.
1136
Buradan makamın/tasavvufî neşvenin, müslüman olmak ve olmaya devam etmek isteyen insana nasıl bir alan
açtığı; ifade ve düşüncelerinde ne kadar bir serbestiyet sağladığı hususunun ciddi bir ‘sorunsal’ hale
geldiği/getirildiği anlaşılmaktadır. Sözgelimi; mahlûkat, Allah’ın zâhiri sûretidir. Bizler O’nun tecellîgâhı
olduğumuz için biz, O’yuz. Halk, haktır, Hakk da halktır; Halık ile mahlûk aynı şeydir; an gelir ki abd, rab olur, an
gelir ki abd, abd olur; O, bana tapar, ben de O’na (bkz. İbnü’l-Arabî, Fusûs'ul-Hikem ve't-Ta'likât Aleyh, 83 İbnü’lArabî, Fusûs, (çev. E.D), 83, 89) gibi ifadeleri nasıl anlamak gerekir. Sancar’ın tanımlamasıyla o neşveyi 'dışardan
okuma' (Bağnaz Bir Selefî mi, 112-113) ile değil de dahilden biri olarak ifade edince nasıl bir rahatlık sağlıyor?
Hangi çerçeve ile mukayyet olunuyor veya olunmuyor? açmak gerekir.
hali yaşaması veya buna benzer hallere vâkıf olması gerekir. 1137 Haliyle bu savunma biçiminin kuru
bir iddia ve esere kutsallık halesi giydirme1138 çabasının bir neticesi olduğu açıktır.
Sonuç
Roma, Eski Yunan, Hint ve Çin kaynaklı mistik odaklı ‘varlığın birliği’ öğretileri 1139 göz önüne
alındığında, özellikle İbnü’l-Arabî’nin çok şey borçlu olduğu Plotin/us (v.MS.270) ve Yeni
Platonculuğun etkisi hesaba katıldığında, İbnü’l-Arabî ne yeni bir felsefenin kurucusudur, ne de
Tanrı’nın aşkın birliği ve kozmostaki içkinliği, yetkin insan, sâbit arketipler gibi konuları ele alan ilk
kişidir.1140 Ancak o kuşkusuz ki donanımlı bir entelektüel ve nitelikli bir felsefeci idi. Bu nedenle
onun felsefeyi gerçeğe götüren bir yol olarak görmemesi, sahip olduğu sıra dışı düşünüş tarzını
görmezden gelerek kendisinin klasik bir İslâm düşünürü portresine sokulmasına yol açmamalıdır.
Zira İbnü’l-Arabî’nin cömert düşünüş tarzı o kadar ileri gitmiştir ki, felsefesinde en ince bir ayrıntıyı
bile atlamadan yazmış ve araştırmacısı için düşüncesi hakkında eksiksiz bir kaynak1141 olabilecek
devasa bir külliyât bırakmıştır.1142
İbnü’l-Arabî’nin sistematize ettiği vahdet-i vücûd nazariyesinin özellikle Allah-âlem-insan
ilişkisinde mâhîyet, imkân, sınır ve bağlam gibi temel noktalarda Kur'an'ın varlık öğretisiyle çelişen
büyük problemler taşıdığı açıktır. Zira Allah, insan ve âlem arasındaki ontolojik ilişki, Kur'an'da
Hâlık-mahlûk, Mabûd-âbid, Rab-âlem gibi sınırları net ve kesin ayrımlar üzerine ikame edilmiştir.
Kur'an'da öngörülen bu varlık sistemi, ittihâd ve ittisal içeren çağrışımlarıyla vahdet-i vücûd
teorisinde netliğini ve sınırlarını kaybetmekte, sonuçta ilişkilerde ontolojik bir belirsizlik ortaya
çıkmaktadır. Dolayısıyla Allah'ın varlığı ile âlemin varlığı arasında beliren ontolojik ayrımsızlık,
ilâhî varlık ile beşerî varlık arasındaki ilişkinin doğasını da kökten etkilemekte ve hatta tümüyle
dönüştürmektedir. Hâlbuki varlıklar mâhîyet ve keyfiyetleri itibariyle, Kur'an'da kendilerine ait
müstakil gerçekliklere sahip varlıklar olarak kabul edilmektedir. Bu varlık dairesi içinde insan,
nefsiyle, duyu, akıl, kalp ve irâdesiyle ilâhî hitabın muhatabı olarak tanıtılmaktadır.1143
İbnü’l-Arabî’nin Kur’an’ın akılla yorumlanması anlamına gelen te’vili reddetmesinde, İbn-i Hazm’ın
etkisinden söz etmek mümkündür. Ancak te’vili reddetmenin fikir üretiminde dar alan oluşturacağı
da kesindir. Bunun farkında olan İbnü’l-Arabî, bu dar alanı, 'Kur’an’da mecazî ifade bulunmadığı
1137
Kılıç, Füsûsü'l-Hikem, XIII/234. Bu iddiaya yakinen teslim olduğu anlaşılan M.E. Kılıç “eser hakkında otuzu
aşkın reddiye, bir o kadar da müdafaanâme yazılmış olmasının temelinde bu hususun bulunduğu gözden uzak
tutulmamalıdır. Müellifin şahsına yöneltilen hemen hemen bütün tenkitler Fuṣûṣ’ta söylediklerinden dolayıdır.”
demektir. Kılıç’ın belirttiğine göre ilk eleştiri, Muhammed b. Ömer b. Ali el-Kâmilî ed-Dimaşkî (v.652/1254)
tarafından müellifin vefatından birkaç yıl sonra yöneltilmiştir. Bu eleştiriyi Ahmed b. İbrâhim el-Vâsıtî elHanbelî’nin (v.657/1258) reddiyesi takip eder. Bunun ardından Abdüllatîf b. Abdullah es-Suûdî’nin tenkitleri gelir.
Bedreddin İbnu’l-Ehdel’in (v.855/1451) Keşfü’l-Ğıṭâ adlı reddiyesinde Fuṣûṣ aleyhindeki fetvalara yer verilmiştir.
Değişik zamanlarda eser aleyhine verilmiş toplam 138 fetva bulunmaktadır.
1138
İhsan Şenocak ise İbn-i Teymiye'nin İbnü’l-Arabî’ye yönelik değerlendirmelerini karalayıp itibarsızlaştırmak
suretiyle benzer çabayı sergilemektedir. Bkz.“İbn Teymiye’nin İlim Adamı Kimliği ve Güvenebilirliği- İbn Arabi
Müdafaası”, İnkişaf dergisi, Ekim-Aralık/7, 2006, 34-35.
1139
İslâm mistisizminin, uzak doğu kökenli harici referanslarının olmasının, onun meşrûîyeti açısından sürekli sorun
olageldiği düşünülürse, Izutsu’nun Taoculuktaki anahtar terimlerle İslâm tasavvufunun en önemli ismi İbnü’l-Arabî
arasında koşutluklar kurmasına hiçbir eleştirinin gelmemiş olması, aksine kitabın baskılarını tekrarlaması dikkate
değerdir. Recep Alpyağıl, "“Alıntılanabilirlik” ve “Şeyleri Yeniden Yaratma”: İbn Arabî Bilgeliğinden Derrida’ya
Uzanan Yol, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 21, 2008, 284.
1140
Krş. Ayşe Öztekin, “İbn Arabi’nin “Ayan-ı Sabite”si ile Jung’un “Arketipler”i Üzerine Bir Değerlendirme”,
Ankara Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: LII, sayı: 1, 2011, 300; M. Mustafa Çakmaklıoğlu, Muhyiddin İbnü’l-Arabi’ye
Göre Dil-Hakikat İlişkisi Marifetin İfadesi Sorunu, Ankara Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi,
Ankara 2005, 306-307.
1141
Nitekim Şehbenderzade Filibeli Ahmed Hilmi (v.1331/1913), Ferit Kâm (v.1363/1944), M. A. Ayni ve İ. F.
Ertuğrul gibi son dönem İslâmcı müellifleri de materyalizm furyası karşısına kendilerince rûh ve maddeyi, fizik ve
fizik ötesi gerçekliğini aynı anda mezcedebilen vahdet-i vücûd ile çıkmış; batılı geleneğe ait felsefî delilleri ortaya
koyduktan sonra vahdet-i vücûd fikrinde karar kılmışlardır. Adı geçen zevât, tasavvuf ve vahdet-i vücûda yöneltilen
tenkitleri cevaplamanın yanında, modern Batı felsefesiyle rahatlıkla boy ölçüşebileceklerini göstermek için
mukayeseli bir vahdet-i vücûd düşünce birikiminden faydalanmışlardır. Öztürk, İbn Arabî Felsefesi, 157.
1142
Bkz. Demirtaş, Varlığın Birliği, 5; Karadaş, İbnü'l-Arabî, 25.
1143
İbiş, Kelâmî Ontoloji, 64, 74-75, 81-82; Ahmet Yusuf Özütoprak, Dini Doğru Anlamak, Pınar Yay., İstanbul
1997, 254-258.
dolayısıyla onda geçen her kelimenin uzak yakın bütün anlamlarının hakikî olduğu' iddiası ile aşma
çabası gütmüştür. Böylelikle kelimenin hakikî anlamından mecazî anlamına gitmek manasına gelen
'aklî te’vil'in yerine, 'bir kelimenin anlamlarından herhangi birini tercih etmek' manasına gelen
'lugavî te’vil'i koymakta ve böylece adını koymaksızın sonuna kadar te’vil yapmış olmaktadır. Zira
özellikle müteşâbihât konusunda vardığı sonuçlar kelâmcıların teville vardığı sonuçların aynısı
olmaktadır.1144
Bu durum karşısında Afîfî’nin dediği1145 gibi İbnü’l-Arabî nezdinde bazen Kur'an, Yeni Eflâtûncu
bir sistem haline gelir bazen da bir başka felsefe türüne bürünür; fakat genellikle bizim kendi
anladığımız şekliyle Kur'an'ı bulmamız oldukça güçleşir.1146 Bundan olacak ki Süyûtî, İbnü’lArabî’ye nisbet edilen kitaplara bakmaya rızâ göstermemekte ve herkesin onları okumasına izin
vermemektedir. Bunun önemli bir sebebi de, Süyûtî’ye göre bu kitapların okunmasında pek bir
faydanın olmaması ve hatta zararının1147 olmasıdır.1148 Bu arada; İbnü’l-Arabî’nin bazı ayetler
hakkında yaptığı yorumları, zâhir-ı nassa muhâlif görüp âdeta dalâlât-ı bâtınîyye’den gibi telâkkî
eden ve bu yorumlarda bâtınîyye kokusu gören Ahmed Hamdi Akseki’nin (v.1370/1951)
tereddütlerini izale etmek maksadıyla yazdığı hususî bir mektubunda yer alan ‘Şeyh-i Ekber
hazretleri hakkındaki hüsn-i zannımın zerresini feda etmem’1149 sloganın hatibi Babanzâde Ahmed
Naim’in (v.1353/1934) de aynı yönde bir kanaatinin1150 olduğu bilinmektedir.
İbnü’l-Arabî, terminoloji konusunda cömert ve cesaretli çıkışlar sergiler ve tartışmaya zemin
hazırlayacak sözgelimi ‘teşbîh’ lafzının Allah için kullanılmasında sakınca görmez. Dahası o,
"cedelci ve laklakçılar (ehlu'l-cedel ve'l-laklaka)"1151 olarak tanımladığı kelâm âlimlerinin sıfat
konusundaki birikimlerini ustaca bir manevra ile sistemine dâhil eder. Lakin konu hassas ve kimi
yerde aklın sınırlarını zorladığından kelâmcıların takındığı temkinli ve ihtiyatlı yaklaşımları onda
bulmak zordur. Ali el-Kârî’nin (v.1014/1605) dediği gibi bir peygamberi bile eleştirecek derece
teşbîh meselesindeki hassasiyeti ve ihtimamı tenzîh konusunda görülmemektedir. Oysa tenzîh ile
dengelenmeyen bir teşbîh, antropomorfik düşüncelere zemin oluşturur.
el-Kârî’nin işaret ettiği gibi İbnü’l-Arabî, Füsûs’unda çeşitli peygamberleri usûl ve ifadelerinden
dolayı1152 eleştirmektedir.1153 Oysaki Sünnî inanca göre bir peygamberi hatalı bulmak ve yetmezmiş
gibi bir de eleştirmek1154 akıl karı değildir. Böyleyken misâlen Füsûs’ta Nûh fassını 'Furkân' ve
'Kur'an' kavramları çerçevesinde ele alan İbnü’l-Arabî, bunlardan ikincisinin, kuşatıcılık ve
1144
Cağfer Karadaş, “Kelâmcıların İbn Arabî Düşüncesine Etkisi”, Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: 11, sayı:2,
Bursa, 2002, 89-90.
1145
Afîfî, Tasavvuf Felsefesi, 170-172.
1146
“Hemen bütün eserlerinde vahdet-i vücûda delil teşkil eden âyet ve hadisleri zikreder, daha doğru bir ifadeyle
nasları vahdet-i vücûd anlayışıyla yorumlar.” Demirli, Vahdet-i Vücûd, 42/433. Sözgelimi başka birçok örneğin
yanında Mûsâ ve İsâ peygamberlerle ilgili âyetlerde bu durum zahiren kendini göstermektedir. bkz. İbnü’l-Arabî,
Fusûs, (çev. E.D), 158-159, 211-213.
1147
Celâleddîn Suyûtî, Tenbihü’l-Ğabî, 337-338.
1148
Bkz. İdiz, İbn Arabî, 151-153; İdiz, Tasavvuf, 161-163; Süyûtî, Yüce Hakikatler, 146, 155-158, 174; ayrıca bkz
Nasr, Üç Müslüman, 131; Yücer, İbn Arabî Müdafaası, 349-350.
1149
“Şeyh-i Ekber hazretlerinin nazarımda makamı pek büyüktür. Mevzû-ı bahs âyet-i kerimede ehl-i cem’in hâline
işaret sezip beyan etmek istemiştir. Bu gibi sözleri[n], sizin ve bizim halka ta’mim maksadıyla yazdığımız yazılarda
neşredilmesini hiçbir zaman tensîb edenlerden değilim. Bunlar bir sınıf-ı mahsus için kıymetli olabilirlerse de
umûmu, korktuğunuz gibi, dalâlete, zendaka’ya sevkedebilir.” Dücane Cündioğlu, “İbn Arabî’nin Yorumu,
Aksekili’nin Suâli, Babanzâde’nin Cevabı”, Dergâh: Edebiyat Sanat Kültür Dergisi, VIII, 94/20, Aralık 1997, 20.
1150
Ayrıca bkz. Dücane Cündioğlu, “Tasavvuf Metinleri Niçin Neşredilmemeli?”, Yeni Şafak gazetesi; 22.07.2006;
Dücane Cündioğlu, “Tasavvuf Metinlerinin Neşri İrşad Değil, İfsaddır!”, Yeni Şafak gazetesi, 23.07. 2006.
1151
Kubat, Kelâm’ın Etkinlik ve İşlevselliği, 173.
1152
İbnü’l-Arabî, Fusûs ül-Hikem, (çev. N.G), 285; İbnü’l-Arabî, Fusûs, (çev. E.D), 211; İbn-i Teymiyye, Külliyat,
II/202, 241. İbnü’l-Arabî, Lokman’ı da eleştirmektedir. bkz. Fusûs, (çev. E.D), 208-209. Aslında İbnü’l-Arabî’nin,
velî-nebî üstünlüğü tartışmaları bağlamında Ömer’in (r) Bedir esirleri hakkındaki isabeti ve Hz. Muhammed’in (s)
hurma aşılama konusundaki “kusuru” dolayımında Resulûllah’ı da takbih ettiği görülmektedir. krş. Fusûs, (çev.
E.D), 49; Demirli, Fusûsu’l-Hikem Şerhi, 59.
1153
Krş. Şenocak, İbn Arabi Müdafaası, 32-33.
1154
Misâlen Chodkiewicz’in ifadesiyle İbnü’l-Arabî’ye göre İbrahim’in (a) seferi başarısız bir seferdir: gördüğü şeyi
nasıl yorumlayacağını bilmiyordu; bir başka deyişle semboller dünyasındaki fark edilen sembolden, bu sembolün
temsil ettiği gerçekliğe götüren yolu nasıl anlaması gerektiğini bilmiyordu. bkz. Sonsuz Yolculuk, 663; krş. İbnü’lArabî, Fusûs, (çev. E.D), 86.
toplayıcılık/câmî (tenzîh ve teşbîhi birleştiren) anlamına geldiğini, buna mukabil Nûh’un getirdiği
ilâhî vahyin ise Furkân özelliğiyle tezâhür ettiğini söyler. Söz konusu iki kelimenin etimolojisinden
hareketle Furkân’ın tefrika, Kur’an’ın ise cem anlamına geldiğini ifade eden İbnü’l-Arabî’ye göre
Nûh’un davetinin en önemli özelliği olan Furkân, Allah’ı hiçbir şeye teşbîh etmeksizin salt tenzîhî
bir üslupla tanımlama demektir ki bu da Nûh’un davetinde eksik ve kusurlu 1155 olan şey demektir.
Kur'an ise kök manasının işaret ettiği üzere, tenzîh ve teşbîhi cem edebilme, birleştirebilme
özelliğine sahiptir.1156
Birtakım nedenlerden dolayı ilk dönem sûfîleri, tasavvufu, fıkıh ve kelâm gibi ilimlerin temsil ettiği
zâhirî formların bir alt dalı olarak değerlendirirken İbnü’l-Arabî onu, bütün ilimlerin kendisine
dayandığı üst bir metafizik ilim olarak görmekteydi ki bu, tasavvufun konumuyla ilgili köklü bir
değişiklik demekti ve bunun mantıksal sonucu, tasavvufun İslâmî ilimlerin merkezine
yerleşmesiydi.1157 Bir diğer ifadeyle İbnü’l-Arabî ve takipçilerinin, vahdet-i vücûd ekseninde dile
getirdikleri düşüncelerinde, Ehl-i Sünnet fâkîh ve kelâmcılarının bu konseptine bağlı tasavvuf yerine,
bütün ilimler arasında kuşatıcı ve gaye ilim olarak tasavvuf anlayışını savunduklarını bilmekteyiz ki
bu yaklaşım, tasavvuf ya da tersinden bir okumayla diğer İslâmî ilimler tarihinde en keskin bir
kırılma olmaktaydı. Şu da var ki her ne kadar aslında bu durum fiilen zaten kabul görmüş ve
neredeyse herkes sûfîyâne zihniyete sahip olmuş ve bilinen bütün ilimler tasavvufa göre pozisyon
alamaya başlamış ve dolayısıyla fıkıh ve kelâmın otoritesi sözde kalmış idiyse de İbnü’l-Arabî’nin
buna da itirazı vardı ve bunun ismen de deklere edilmesi gerekirdi ki onun yaptığı da tam olarak
buydu.
İbnü’l-Arabî’ye göre ilk dönem sûfîleri, kendi görüş ve yöntemlerini belirlerken, daima zâhirin
sınırlarında bir meşrûîyet arayışı içerisinde olmuşlardı. Nitekim tasavvufun ilk veya temel
kaynaklarında da görülen sûfîyâne olumsuzluklardan ve kötü sûfîlerden teberrî ve Kur'an- sünnet
çağrısı, bir meşrûîyet sağlama çabası1158 olarak göze çarpmaktadır. İbnü’l-Arabî ile meşrûîyetini,
fıkıh ve kelâm gibi ilimlerden alan tasavvuf anlayışı yerini meşrûîyetini bizzat Peygamber'den alan,
dahası diğer ilimlere meşrûîyet kazandıran üst bir ilim olan tasavvufa bırakmıştır.1159 İbnü’l-Arabî ile
değişen diğer bir boyut, tasavvufun, İslâmî bir ilim olmasının ötesinde bir metafizik ve ‘ilm-i ilâhî’
yani felsefî tasavvuf olarak tesciliydi.
Esasen İbnü’l-Arabî’nin bu talebinin mahiyeti anlaşılmadığı sürece tasavvufun, İslâmî ilimler
arasındaki yeri doğru anlaşılamayacağı gibi talebin zımnında hissedilen yönelim de fark edilmeden
bilahare ortaya çıkan ve İbn-i Teymiye, Teftâzânî ve el-Kârî gibi müellifler tarafından temsil edilen
ve etkilerini günümüzde de gördüğümüz kelâm-tasavvuf tartışmalarını anlamak mümkün
olamayacaktır. Dahası tasavvufun kendi içinde ortaya çıkan ve Simnânî ile Rabbânî gibi münekkitler
tarafından dile getirilen eleştirilerin de mahiyeti idrâk edilemeyecektir. Binaenaleyh ilimler
1155
a. Bir peygamberin başarısızlığını bizzat davetinden kaynaklanan durumlara dayandırması bakımından İbnü’lArabî'nin, peygamberlere yönelik eleştirel bir yaklaşım gösterdiği birkaç yerden biridir bu fas. Bu fas, İbrahim
peygamberin rüya yorumundaki hatasına değinir. b. İbnü’l-Arabî, Nûh peygamberin Allah hakkında getirdiği
tenzihci bilgiyi aklın hükmü diye eksik gördüğü gibi bu fasta da, büyük peygamberlerden bir diğeri olan İbrahim
peygamberin rüya yorumlamadaki eksikliğine işaret eder. Bkz. Demirli, Fusûsu’l-Hikem Şerhi, 301, 304-305, 321;
Ekrem Demirli, “Mesnevî’yi Fusûsu’l-Hikem’e Göre Yorumlamak “İlâh-ı Mu'tekad” ve Mevlânâ’nın
Mesnevî’sinden Hikâyeler”, Tasavvuf dergisi, cilt: VI, sayı: 14, 2005, 353.
1156
İbnü’l-Arabî, Fusûs, (çev. E.D), 62, 64-66; Sancar, Efdaliyet, 104. E. Demirli’ye göre İbnü’l-Arabî'nin dehası,
tenzihin bir tür sınırlama olduğuna dikkatimizi çeken müstesna bir düşünür olmasında ortaya çıkar. Hiçbir düşünür
aklın tenzih yaparken nasıl bir sınırlama ve daraltma yaptığı hakkında İbnü’l-Arabî kadar uyarıcı açıklamalar
yapmış değildir. Belki de İbnü’l-Arabî’nin insanlık düşüncesine önemli katkılarından birisi bu alanda ortaya çıkar.
bkz. Fusûsu’l-Hikem Şerhi, 505.
1157
Bkz. Kartal, Yorum Yöntemi, 261-263; Kartal, Vahdet-i Vücûd Yorumculuğu, 159-160; Demirli, Fusûsu’l-Hikem
Şerhi, 396-397, 399.
1158
Adem Çatak, “İlk Dönem Tasavvuf Kaynakları”, Uluslararası “İslamî İlimlerin Teşekkülü ve İslamî İlimler Arası
İlişkiler” Sempozyumu (28-30 Nisan 2014/Bişkek-Kırgızistan) Bildiriler Kitabı, 2014, 46-50; Afîfî, Manevi Devrim,
136-137.
1159
Ulemâ, Gazzâlî’den (v.505/1111) sonra Sünnî çevrelerde kendisine sağlam bir zemin bularak gelişen tasavvufla
daha yakından ilgilenmiş, bu gelişme özellikle Osmanlılar döneminde medrese ve tekke muhitinin âhenkli
birlikteliğine dönüşmüştür. Bu dönemde birçok medreseli âlimin tasavvuf yoluna girdiği, bir kısmının seyrü
sülûkünü tamamlayıp tekkelerin meşihâtını üstlendiği görülmektedir. Reşat Öngören, “Tasavvuf”, DİA, İstanbul
2011, 40/123.
sınıflamasındaki bu yer değişimi ve dolayısıyla İbnü’l-Arabî ve takipçilerinin ilimler sınıflamasında
tasavvufa tahsis ettikleri bu merkezi konum göz ardı edilemez derecede mühim konulardan biridir.
Öte yandan İbnü’l-Arabî’nin Osmanlı sûfîliğindeki etkisi ve yaygınlığının yanında derinliğiyle de
dikkat çekmektedir. Nitekim Osmanlı’da Şeyh’e duydukları hayranlığı gizlemeyen, devlet ve toplum
nezdinde saygın çok sayıda ulemâ ve sûfîye rastlamak hiç de zor değildir. Burada hemen ilave etmek
icap eder ki İbnü’l-Arabî’ye veya onun hakkındaki eleştirilerin yoğunlaştığı vahdet-i vücûda taraftar
olmak, belirtilen coğrafyada bazen ligayrihi idam veya sürgün anlamına da gelebiliyordu. Çünkü
devletin ekonomik, sosyal ve siyâsî anlamda netameli günler yaşadığı dönemlerde bu ‘hayranlar’ın
söylem ve tasarrufları, yönetimin ve ayrıca sûfîlerin deyimiyle ehl-i zâhirin tepkisini çekebiliyordu.
Bu söylem ve tasarrufların sakıncası ise vahdet-i vücûd ve buradan vahdet-i mevcûda kayan
boyutlarından ziyade, toplumda yarattığı kargaşa ve bunun siyâsî amacı işaret eden iddialarla
birleşmesiydi.
Bu bağlamda baktığımızda mesela XVII. yüzyılın, zikredilen sebeplerden dolayı hassaslaşan
ortamında İbnü’l-Arabî’nin muhâlifleri ile sûfîler arasındaki polemik yeniden alevlenmiş idi. İşte
böyle bir ortamda misâlen Karabaş Veli (Ali Alaeddin Atvel) (v.1097/1686), Atpazarî Osman Fazlı
İlâhî (v.1102/1691) ve Niyâzî Mısrî (v.1106/1694), İbnü’l-Arabî’ye duydukları ilgi ile öne çıkan
isimler arasındaydı. Bunlar, belirtilen ilgileri çerçevesinde yaptıkları tasavvufî yorumları ile ulemâ ve
yönetim çevrelerini tedirgin etmişlerdi. Zaten söz konusu yorum ve yaklaşımları nedeniyle adı geçen
bu zevât sürgüne de mahkûm edilmişlerdi. Belirttiğimiz gibi her üçünün de sürgününde, yarattıkları
tedirginlik kadar yönetimle olan ilişkileri1160 de etkili olmuştu. Zira onlar da siyâsî, sosyal ve
ekonomik alandaki çözülmeden etkileniyor ve durumdan vazife çıkararak sorunlara çözümler
bulmakta kendilerini sorumlu hissediyorlardı. Çözümleri ise kimi zaman keşif ehline mahsus
tasavvufî ifadeler ve kimi zaman da bununla sınırlı kalmayarak mevcut yöneticilere doğrudan bir
eleştiri ve tavır olarak ortaya çıkmaktaydı.
Ancak şüphesiz burada söz konusu sürgünlerle mahkûm olan, İbnü’l-Arabî’nin kendisi veya felsefesi
değildi. Aksine hemen her dönemde şeyh, özellikle yönetim nezdindeki popülaritesini hep
koruyagelmiştir. Sadece günün sûfîlerinin yönetim ile olan ilişkileri, siyâsî tavırları, bireysel
tercihleri ve muhâliflerin karşı yöndeki baskıları gibi farklı unsurların dâhil olduğu çok daha
karmaşık bir ilişkiler ağı söz konusuydu. Ayrıca bu yüzyıl, İmparatorluk tarihinde siyâsî, sosyal ve
ekonomik alanda önemli kırılmaların, değişimlerin yaşandığı bir dönemdi. Zihniyet dünyasına
damgasını vuracak olan tartışmayı başlatan Kadızâdeliler hareketi ise, dönemin özel şartları içinde
yerini bulacaktı. Bilindiği gibi onların sert eleştirilerini yönelttiği meseleler arasında İbnü’l-Arabî de
yer almaktaydı. Binaenaleyh yönetim de İbnü’l-Arabî tutkusunu sürdürmekle beraber kendi
dönemlerindeki sûfî büyüklerini hayatın dışına itmek (sürgün) gereği duyuyordu. Kaldı ki bu bazen
söz konusu ‘büyükler’den bazılarının mevcut yöneticilere yönelik alenî muhâlif siyâsî faaliyetleri
sebebiyle zorunlu da olabiliyordu.1161
Nitekim XIX. asırda Bursa’da bütün tasavvuf düşüncesini ve tarîkat pîrlerini kapsayan itham ve
suçlamalardan kaynaklanan tasavvuf merkezli büyük bir tartışma meydana gelmiştir. Mehmed
Şemseddin Efendinin rivâyetine göre Bursa Hindiler Kalenderhânesi’ne 1275/1858 tarihinde şüpheli
bir tarzda postnişîn olan (İngiliz casusu olma ihtimali bulunan) Hind asıllı Abdurrahman b.
Abdullah’ın dersleri esnasında, İbnü’l-Arabî küfürle itham edilmeye başlanmış, onun küfrüne
inanmayanların da kâfir olduğu ifade edilmiştir. Bu derslerden etkilenen Bursa ulemâsı ikiye
bölünmüş, tartışmalar kahvehâne köşelerine kadar inmiş, büyük bir fitne çıkacağı sırada ulemâ ve
meşâyih ortak toplantı yapmış, neticesinde Hind asıllı Abdurrahman, Dersaadet’e zorunlu ikâmete
gönderilmiştir. Ne çare ki bundan sonra Bursa’da, ulemâ ve meşâyih arasındaki eski muhabbet de
kalmamıştır. Yayılan bu fikirleri gidermek için Hacı Tevfik Efendi durumdan vazife çıkartarak
1160
Velâyet (manevî otorite) taraftarlarının, İbn-i Haldûn sonrası Osmanlı toplumunda ilk müderris Dâvûd
Kayserî’den itibaren maddî iktidara paralel şekilde mülkü te'sis etmelerindeki rolleri, İbn-i Haldûn’un, velîler
toplumda dinî davette bulunarak kendilerine tabi olacak zümreler ararlar ve böylelikle dinî-siyâsî otoriteyi ele
geçirmeyi hedeflerler (krş. İbn-i Haldûn, Mukaddime, (haz. S. Uludağ), Dergah Yay., İstanbul 1983, I/472-473),
şeklindeki söyleminin karşılığı olarak görülebilir. Krş. Semih Ceyhan, “İbn Haldûn’un Sûfîlere ve Tasavvufa
Bakışı: Umranda Tasavvuf İlmi”, İslâm Araştırmaları Dergisi, sayı: 15, 2006, 53, 72-73, 78-79.
1161
Bkz. Rüya Kılıç, “Osmanlı Sûfiliğinde İbnü'l-Arabî Etkisi: XVII. Yüzyıldan Üç Sûfî”, Bilig: Türk Dünyası Sosyal
Bilimler Dergisi, sayı: 40, 2007, 100, 110.
Levâyih’ul-Kudsiyye fî Fedâilʹiş-Şeyhʹil-Ekber (İbnü’l-Arabî’nin Fazileti Hakkında Kudsî Parıltılar)
isminde bir risâle yazarak evliyâullah hakkında otaya atılan bâtıl fikirlere cevap vermiştir.1162
Bilindiği gibi eleştirel düşünme yetenek ve tavırları geliş(tiril)memiş toplumlar, siyâsî ve ideolojik
güç odakları tarafından bilimsel ve kültürel çalışmalarla efsunlanabilmektedirler. 1163 Bu itibarla
Füsûs’ta, İbnü’l-Arabî’nin, mesela putperestliği meşrûlaştırıcı ifadeleri gibi birçok sözünü görüp de
bu sözleri peşinen İbnü’l-Arabî’yi kutsallaştırma bağlamında şerh etmek ya da inkâr etmek doğru
değildir. Yahut bu tür sözleri görmezden gelip mevsûkiyeti üzerinde dahi düşünmemenin bilimsel ya
da ihlaslı bir bakış açısı olduğunu vehmetmek doğru olmasa gerektir. Çünkü aklı selim bir
perspektifle baktığımızda bir sosyal bilim ve toplum, gelişimini, methiyeci, taklitçi ve tekrarcı yazar
ve âlimlerle değil, kendilerine, temel kaynaklardan edindikleri prensiplere ters düşen bilgileri ve bilgi
kaynaklarını, keza yaklaşımları ne kadar köklü görünürse görünsün ya da failleri ne kadar şöhret
sahibi veya otoriteleri ne kadar güçlü olursa olsun sahihlik ve güvenirlik bakımından tenkit edebilme
cesaretini gösteren öncülerle sağlıklı bir gelişim gösterebilir. Buna göre İbnü’l-Arabî ile ilgili
kaynaklarda özellikle de kendi eserlerinde yer alan çelişkili bilgiler1164 adı geçen bu kişinin ilim,
ihlas, şöhret ve otoritesi merkeze alınarak değil temel kaynakların öngördüğü ilkeler esas alınarak
değerlendirilmek durumundadır. Başka bir ifadeyle İbnü’l-Arabî’nin çelişkileri ve hatta çelişki
bağlamında olmadan sahip olduğu uç fikirleri; kayıtlı bulunduğu eserlere bilahare tahrif isnâdıyla ya
da müteşâbih değerlendirmesiyle bunların herkesçe anlaşılamayacağı gibi topu taca atmak demeğe
gelen çözümlerle karşılanamaz. Çünkü İbnü’l-Arabî, Kur'an ve Nebî merkezli bir algı ve anlayışın
üstünde olamaz; ondan veya kimden olursa olsun bunlardan neş'et eden inançlarla örtüşmeyen her
fikir ve sahibinin, sahiplenilmeden yanlışlanarak takınılacak tutum ve tavırlarla doğru bir yaklaşımın
sergilenmiş olacağı bilinmelidir. Çünkü bilinmelidir ki İbnü’l-Arabî de insandır, hata edebilir ve
hatta yanlış da söyleyebilir.1165
Şimdi şayet İbnü’l-Arabî bilinen iddialarını yani geliştirdiği sistemi bir felsefî doktrin1166 olarak
ortaya koymuş olsaydı, söylenecek pek fazla bir şey olmazdı. Ancak o, kanımızca sisteminin
bütününde dinî nasları ve terminolojiyi olabildiğince kullanarak ona bir tür kutsallık halesi
kazandırmayı ve böylece eleştiri oklarına hedef olmaktan korunmayı planlamıştır. Hatta onun bu
yaptığını, İslâm düşüncesini bilinçli yıpratma dahası içerden tahrip ve yıkma teşebbüsü olarak
görenlere de şaşmamalıdır.
Mamafih bütün aşırılıklarına rağmen İslâm düşünce dünyasında İbnü’l-Arabî’ye de yer vardır ve
olmalıdır. Önerdiği sistemin devasa problemleri olmakla beraber, Müslüman dünyanın kültür
mirasına katacağı olumlu unsurlar da vardır. Onun zenginlik ve farklı bir renk olarak bulunmasından
hiç kimsenin rahatsızlık duymaması gerekir. Kanımızca İbnü’l-Arabî’nin kültür dünyamıza herhangi
bir âlim, düşünür veya filozof olarak sunulmasında hiçbir sakınca yoktur. Bugüne kadarki problem,
onu tartışma dışı tutacak kadar yüceltmek ya da büsbütün reddetmekten kaynaklanmaktadır.
Şu da var ki İslâm âlimleri; onun düşüncelerinin zemini, çerçevesi ve nereye kadar müsamaha
edilmesi gerektiği hususunda sistematik çalışmalar yapmış değillerdir. Bu durum ise onun lehinde
muazzam bir sonuç vermiştir. Şöyle ki, dinî konularda başta Mu‘tezile olmak üzere İbnü’l-Arabî’den
daha makûl yaklaşımlarda bulunan çevreler mahkûm edilerek dışlanırken İbnü’l-Arabî bu sınır
tanımazlığına rağmen genel bir takdir görmüştür. Bu manada örnek kabilinden İbnü’l-Arabî, sûfîlerin
istediği şeyleri eserlerine alıp almama hususunda özgür olmadıklarını, tam bir arınmışlık hali üzere
1162
Yücer, İbn Arabî Müdafaası, 337.
Bkz. Menderes Coşkun, “Latîfî’de Oryantalizmin Parmak İzleri: Latîfî’nin Türk ve İslam Büyüklerini Anekdodlar
Vasıtasıyla Değersizleştirme Gayreti”, Süleyman Demirel Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, sayı:
23, 2011, 146; Açıkgöz, İbnü’l-Arabi, 166.
1164
Çınar, Nübüvvet İnancı, 143-144.
1165
Krş. Açıkgöz, İbnü’l-Arabi, 166-167.
1166
İbn Arabî felsefeyi değil, bizzat filozofların görüşlerindeki eksiklik ya da tutarsızlıkları ortaya çıkarmaya çalışmış,
gerçek olarak gördüğü fikirlerini ise takdir etmiştir. Ancak her ne kadar filozofları eleştirse de, onun felsefe ve
filozoflara olumlu yaklaşan sözleri daha çoktur. Bu meyanda Antik Yunan Filozofları ile İslam Filozoflarından şu
zevata ilgi alaka göstermiş, birçoğundan büyük oranda istifade etmiştir: Fisagor (Pythagoras), Sokrat (Sokrates),
Eflatun (Platon), Aristo (Aristoteles), Ebu Bekir Zekeriyya er-Razi, İbn Sina, Sühreverdi, Batalyevsi, İbn Rüşd.
Bkz. İsmail Erdoğan, “İbn Arabi’nin Felsefe ve Filozoflara Bakışı”, Fırat Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: XVI, sayı: 1,
2011, 25-30. Ayrıca bkz. Franz Rosenthal, “Felsefe ve Tasavvuf Arasında İbn Arabî, (çev. Ercan Alkan), Tasavvuf
Dergisi, cilt: X, sayı: 24, 2009, 113-149.
1163
ancak ilâhî bir emirle ve kendilerine çizilen sınıra göre eserlerini yazdıklarını ifade etmiştir.1167
Vahiy ve nübûvvet bağlamında böylesi bir iddianın garipliği1168 izahtan varestedir.
Buna göre dinî metinlerde belirlenmiş sınırların çok ötelerine geçen düşüncesine rağmen İbnü’lArabî, Sünnî (orthodox) âlimlerce, söz konusu parametre gereğince en sert kınamayla
eleştirilmeliyken ve hatta görüşleri teamül gereği dalâlet, bid'at ve İslâm inancına yabancılık olarak
nitelenmeliyken vakıa bu beklentinin tam aksi yönde seyretmiştir. Manidardır ki Kur’anî metnin lafzî
anlamına bağlılıklarıyla övünen geç dönem geleneksel Sünnî âlimler, kendi nazarlarındaki söz
konusu anlayışa küllîyen aykırı durumdaki İbnü’l-Arabî’nin malûm yaklaşımlarından hiçbir şeyi
eleştiri konusu yapmamışken farklı konulardaki aynı tarz ya da öylece imlenen izahatlarından dolayı
birçok âlimi ve ekolü en ağır ifadelerle suçlamışlardır. Sözgelimi kişisel rûhî tecrübelerini daha esaslı
bir nitelemeyle vehimlerini, Kur'an’ın en derin anlamı diye vasıflayıp ve bunlara saplantılı bir şekilde
bağlanan kimi sûfîler, kendilerinin Allah’la olan ilişkilerini, Kur’an metninde formüle edilen rabbkul ilişkisine dair sınırların ötesine geçtiğini bile bile âşık-maşûk ilişkisi formatında dile
getirmişlerdir. Buna rağmen söz konusu insanlar herhangi bir şekilde eleştirilmek bir yana Allah'ın,
yaptıkları sorgulanmaz ve de kerâmetleri tükenmez evliyâsı olarak algılana gelmişlerdir. Bu sözde
evliyâyı, hem ihdas edip gasp ettikleri bu vasıflarının mahiyetini ve hem de jargonları üzerinden
retoriklerini tabiî ki Kur'an perspektifi ve Resûlullah’ın siyreti bağlamında değerlendirip hatalı
yönlerini imleyen kimseler ise hemen her dönemde sapık, dâll-mudill olarak nitelenip aforoz
edilmişlerdir.
İbnü’l-Arabî’ye yöneltilen eleştirilerin en önemli handikabı, bunların tasavvuf eleştirisi olarak
algılanmasıdır. Tasavvuf eleştirisi ise, İslâm dünyasında ahlâk ve manevî hayatın eleştirisi gibi
anlaşılma korkusuyla ya tamamen ihmal edilmiş ya da bunun doğuracağı mahzurlar, sağlayacağı
avantajlara tercih edilmiştir. Dolayısıyla âlimlerin bu kontekstte yer alan problemlerin çözümünü
herkesin anlayabileceği bir dil ile sunmaları gerekmektedir. Şa‘rânî’nin de açıkça dillendirdiği gibi,
bu konuda ihmal edilmemesi gereken nokta, bütün ümmetin üzerinde ittifak edebileceği objektif
kriterler belirleyerek, bunların ışığında değerlendirmek olmalıdır.1169
Bilindiği gibi nübûvvetin işlevlerinden biri de insanlar, özellikle de Müslümanlar arasındaki
ihtilafları ortadan kaldırmaktır. Bu itibarla günümüzde Müslümanlar arasında meydana gelebilecek
ihtilaflı konuların Peygamber’in sünneti doğrultusunda şekillenen ölçülere göre yeniden
değerlendirilmesi gerekmektedir. Kuşkusuz bu da her ilmin kendi alanında belirlediği yöntem
dâhilinde olmalıdır. Sözgelimi inançla ilgili konularda kelâm, amelle ilgili konularda fıkıh öncü
olmak durumundadır. Aksi takdirde sıklıkla tedahüller olacak ve bunun sonucunda ortaya yine
ihtilaflar çıkacaktır. Bütün bunlar yapılırken dinin derûnî boyutu (gönül dünyasına ait: haz, heyecan,
his, tat, zevk, neşve, ürperti, haşyet vs.) göz ardı edilmeden, onsuz tedeyyünün eksik kalacağı
hususunu öngören bir yöntem benimsenmelidir.1170 Ancak her alanda tartışmasız otoritelik
iddiasındaki İbnü’l-Arabî, böylesi bir iş bölümüne asla yanaşmamaktadır.
1167
M. Mustafa Çakmaklıoğlu, “Klasiklerimiz - XVI: Muhyiddin İbnü’l-Arabî (560-638/1165-1240) et-Tedbîrâtü’lİlâhiyye fî Islâhı Memleketi’l-İnsâniyye”, Tasavvuf Dergisi, cilt: VII, sayı: 17, 2006, 287. Nübüvvet çağrışımları
olan bu ve benzeri çıkışlara sahip insanlara Sünnî gelenek maalesef karşı çıkmamış, eleştiri konusu yapıp mesafe
koymamış aksine bu dediklerine çoğu zaman paylaşmaya varan destekler vermiş ve zaten kısa sürede tasallutu
altına da girmiştir. Farklı bir siyâsî hinterlantta olduğu için olsa gerek Şîa’nın aynı türden iddialarına ise cephe
almıştır. Beri tarafta Mu‘tezile’ye karşı verdiği mücadelede ‘yavuz’ kesilmiş ve hemen her husustaki söylemlerine
eleştiri üstüne eleştiri yapmıştır. Onların her tespitinde “bit yeniği” aramaya koyulmuş ve kimi zaman aynı söyleme
sahip olmamak adına pozisyon bile almıştır. Şayet ilkeli davranıp felsefeye dönüşen tasavvufun talep, teklif, tercih
ve izahlarını da aynı hassasiyetle irdelemiş olsaydı felsefî tasavvuf retoriğinin handikaplarını görerek bunun esasen
Şîa’nın özellikle imâmet teorisinin daha kötü bir kopyesi olduğunu pekâlâ görebilecekti. Krş. Mehmet Kubat,
“Teolojik Bağlamda Ehl-i Sünnet’in Mu‘tezile Tanımlamaları”, EKEV Dergisi, cilt: IX, sayı: 25, 2005, 25, 29, 5152.
1168
İbnü’l-Arabî, vahiy problemini tamamen felsefî bir bakış açısıyla ele almaktadır. Buna bağlı olarak da onun vahiy
ile ilgili ileri sürdüğü görüşlerin, Farabî ve İbn Sina gibi Aristotelesçi (meşşâî) İslam filozoflarının görüşleriyle
benzerlik gösterdiğini söylemek mümkündür. Bu görüş geleneksel İslam düşüncesindeki vahiy anlayışı ile pek de
uyuşmamaktadır. İsmail Erdoğan, "“el-Bulga Fi’l-Hikme” Adlı Eseri Bağlamında Muhyiddin İbn Arabî’nin Vahiy
Anlayışı", Fırat Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: XV, sayı: 2, 2010, 36, 39-40, 44; Yıldırım, Tasavvufun temel Öğretileri,
121.
1169
Çınar, Nübüvvet İnancı, 396-397.
1170
Çınar, Nübüvvet İnancı, 397-399.
Genel olarak nazarî tasavvuf ve bunun en güçlü temsilcisi İbnü’l-Arabî’nin en büyük avantajı,
geliştirdiği üslûp ve yöntem sayesinde felsefî tasavvuf ile İslâm’ın özünde var olan derûnî hayatın
birlikte ele alınıyor olmasıdır. Böylelikle nazarî tasavvufa yapılan eleştiriler her zaman sanki derûnî
hayata yapılıyormuş gibi yansıtılarak püskürtülmüştür. Oysaki İslâm düşünce tarihinde özellikle de
Mezhepler Tarihi'nde müstakil bir ekol kabul edilerek değerlendirilmesi gereken Felsefî Tasavvuf'un
bugüne kadar sistemli bir eleştiriye tabi tutulduğunu belirtmek kolay olamamaktadır. Bunun ele
alınabilir önemli istisnâsı, İbn-i Teymiye’dir. Ne var ki o da topyekûn tamamına değil sadece felsefe
ile karışmış nazarî tasavvufa karşı çıkmasına ve başında İbnü’l-Arabî’nin geldiği filozof sûfîlere
mesafe koymuş olmasına; bu anlamda sözgelimi eleştirilerinin temeline vahdet-i vücûd felsefesini
koymasına rağmen Sünnî dünya, onun eleştirdiği tasavvuf türü yerine kendisinin karşısında yer almış
ve bunun neticesinde İbnü’l-Arabî, onu eleştiren İbn-i Teymiye’den daha çok kabule mazhar
olmuştur. Üstelik bu, İbnü’l-Arabî'nin te'vil edilerek adeta yok mesabesine getirilen ve ancak
kendisinin açıktan ifade ettiği (sözgelimi: dinlerin birliğine inanması, cehennem ve azabının sonlu
olması, peygamberlere itiraz ve onları istihfâf etmesi, Firavunun mü'min olduğu iddiası, bilgi
kaynağı ve hadis algısı vs.) konularda Sünnî itikâda ters düşen tespit ve inançlarına1171 rağmen
yapılmıştır.
Hâlbuki selefi duruşu, kullandığı dil gibi bazı konularda kendisine ve sistematiğine ciddi rezervler
koyduğumuz İbn-i Teymiye’nin münhasıran felsefeleşmiş sûfî inanca yönelik ilmî, entelektüel
düzeyde yaptığı eleştirileri yine sûfîler ve onların sözüm ona dışardan destekçileri tarafından zemin
kaymasına uğratılmasa ve İbn-i Teymiye’nin kendisi de düşman ilan edilmese durum çok daha farklı
olabilirdi. Sûfîler onun felsefî tasavvufa yönelttiği tenkitlerini sanki hususen zühd ve takva hayatına
yapılmış gibi lanse ederek ahlâk ve vicdân dışı bir yaklaşım sergilemişlerdir. Oysaki onun
yaşamından ve de eserlerinden bu konumlandırmanın tam karşıtını bulmak hiç de zor değildir. Ne
var ki takva dünyasına bigayrı hak tekel koyma imtiyazını ele geçirmiş kimileri, kendi grup
mensuplarının dışından kimseye alan açmamış manipülasyon ve kumpaslarla iş çevirerek İslâm
toplumunun kendi fırkaları dışında kalan diğer aktörlerine nazik, etik ve vicdânî davranma gereği
duymamışlardır.
İfade ettiğimiz gibi tasavvufun tenkide tabi tutulmamasının en önemli gerekçesi, yapılacak
eleştirilerin derûnî hayata yapılmış gibi yansıtılması korkusu olmuştur. Bundan olacak ki kelâm,
fıkıh, tefsir ve hadis gibi alanlarda gördüğümüz sistematik tenkit ve reddiye geleneğinin tasavvuf söz
konusu olduğunda, oldukça sönük geçtiği görülmektedir. Artık hangi saiklerle olduğu bir yana fâkîh
ve mütekellimlerin zamanla ihmal ettiği anlaşılan derûnî hayatı tanımlama ve geliştirme hususuna
sûfîler sahip çıkınca, onların din adına meşruiyetleri, ümmeti oluşturan çeşitli kesitler tarafından
daha çok benimsenir hale gelmiştir. Bu avantajdan yararlanan sûfîler, ümmetin kendilerine açtığı
krediyi, sakat bağlantılar kurarak felsefî unsurları cömertçe ithal etmekte kullanmışlardır. Bunu
yaparken de tenkide uğramamak için gereken en radikal önlemleri, bu anlamda ilhâm ve keşf
kapılarını ardına kadar açmak sûretiyle almışlardır.
Düşünceleri felsefe sahnesine yeterince taşınamamış1172 olduğu bilinen İbnü’l-Arabî’nin felsefesi1173
de henüz objektif manada değerlendirilebilmiş değildir. Belirttiğimiz gibi mezhepler tarihinde
Mu‘tezile’nin her tür tenkidi ve ifrat derecede1174 reddi yapılmasına karşın onun daha ileri
1171
Sözgelimi İbnü’l-Arabî, ‘Her şey Hak’tır’ veya ‘Hak her şeyin aynıdır’ dediği için çok eleştirilmiştir. Bu
eleştirilere verilen cevaplarda en çok İbnü’l-Arabî'nin, ‘Rab, rabdir, kul da kuldur’ (İbnü’l-Arabî, Fütûhât, III/314)
cümlesinin tekrarlandığı görülür. Bkz. Demirli, Vahdet-i Vücûd, 42/434.
1172
Alpyağıl, Alıntılanabilirlik, 288, 295.
1173
Özkan Öztürk, İbn Arabî’yi felsefî niteliği olan bir sûfî olarak değerlendiren ilk müelliflerden Ziya Gökalp,
Ahmet Rıfkı ve Baha Tevfik’in yorumlarına yer vermektedir. bkz. İbn Arabî Felsefesi, 14-33.
1174
Eserleri günümüze intikâl eden en önemli Mu‘tezilî âlim Kâdı Abdulcebbâr’ın ahiret halleriyle ilgili açıklamaları
ile aynı konularda Ehl-i Sünnet kitaplarında Mu‘tezile'ye nisbet edilen görüşler arasında Mu‘tezile aleyhine
farklılıklar bulunduğu göze çarpmaktadır. (krş. Teftâzânî, Şerhu’l-Akâid, 253, 255-257) İlyas Çelebi,“Kâdı
Abdülcebbâr (Kelâm)”, DİA, İstanbul 2001, 24/108; İlyas Çelebi, Mu‘“Mu‘tezile”, DİA, İstanbul 2006, 31/393, 396.
Sünnî âlimler, Mu‘tezilî düşünceyi şiddetli bir eleştiriye tabi tutmuş ve fikirlerini çoğunlukla saptırıp çarpıtarak
aktarmışlardır. Onların verdikleri yanlı, taraflı, kasıtlı ve sübjektif bilgiler, Mu‘tezile'yi Müslümanların gözünden
düşürerek dışlamak ve dolaysıyla İslâm camiasının dışına çıkarmaya yönelik olmuştur. Bu bağlamda Mu‘tezile,
sahiplenmediği fikirlerle sapkın ilan edilerek küfürle itham edilmiştir. Oysa bu, "ehl-i kıble tekfir olunmaz" şeklinde
şöhret bulan Sünnî ilkenin, yine Sünnîlerce çiğnenmesi demektir. Kubat, Teolojik Bağlam, 25, 29, 51-52.
söylemlerine adeta göz yumulmuş,1175 yine sözgelimi Mu‘tezile, kuruluş aşamasında felsefe ile
teması olmadığı1176 halde gününden itibaren felsefî bir bağlama mahkum edilmiş; İbnü’l-Arabî’nin
ise neredeyse bütün intiması felsefe ve filozoflar olmasına1177 rağmen söyleminin çoğuna hikmet
isnâd edilivermiştir. Olsa olsa bu el-Kârî’nin isabetle söylediği, ‘kimin söylediğine değil, ne dediğine
bakmalı’ düsturunun tersinden işletilmiş olmasıyla izah edilebilirdir. Zira İbnü’l-Arabî bahis konusu
olduğunda çoğunlukla ‘ne dediğine değil, kimin söylediğine’ bakılır olmuştur. Binaenaleyh burada
onun her dediğinin sağlaması ve doğruluk kriteri yine kendisi olmuş olmaktadır. Hal böyleyken
İbnü’l-Arabî hakkında yazıp çizen araştırmacıların geneli, onun felsefesini oluşturma ve
temellendirmede dinî enstrümanları kullanmış olmasından hareketle felsefesinin dinîleştiğini esas
alarak onu, benzeri başka düşünürlerden ayırt etmeyi1178 marifet bilmiş ve koruma zırhına
almışlardır. Bilindiği gibi Ehl-i Beyt (Şîa) mektebine göre, II./VIII. yüzyılın ikinci yarısından
itibaren oluşturulan bir inançla1179 imâm denilenler ma‘sûmdurlar. Sünnî mektepte ise peygamberler
dışında birilerine yöneltilen bu ma‘sûmîyet iddiasının yanlışlığı hep vurgulana gelmiştir. Bu noktada
bizde de İbnü’l-Arabî’nin şahsında tezâhür eden bahse konu bu yaklaşımın Şîa’daki ‘ma‘sûm imâm’
anlayışından farkı nedir? diye sormadan geçmek doğru olmasa gerektir. Bunun yanı sıra İbnü’lArabî’nin velâyetten maada özellikle ricâlu’l-gayb, epistemoloji ve varlık hususlarında Şîa’dan ve
özellikle İsmailîyye’den etkilenmiş olduğu tespiti de bahs-ı diğer bir konu halinde kenarda
durmaktadır.1180
Bu bakımdan İbnü’l-Arabî’nin yorumlarının mutlak hakikat kabul edilip böylece hakikatin tümünün
bu yorumlara inhisar edilmesi, doğru olmasa gerektir. Diğer bir ifadeyle her ne kadar dinî argüman
ve tema ile sunulmuş olsa da kadim felsefenin bütün özellik ve mahiyetini taşıyan İbnü’l-Arabî’nin
bilinen yorumlarının din/İslâm yerine ikame edilerek bunların dışındaki bütün yaklaşımların "din
dışı" ilan edilip dışlanması doğru değildir. Zira kişi yorumlarının "mutlak hakikat'' kabul edilerek
hakikatin tümünün bu yorumların tekelinde olduğu saplantısına düşülmesi tabii olmayan ve tehlike
arz eden bir durumdur.1181 Fakat ne yazık ki bugün hemen her ekol ve özellikle de sufî ekol ve
tasavvuf çevrelerinde tam olarak yapılan da bu olmaktadır. Ki önlenip yok edilmesi gereken de işte
bu tutum olmalıdır.
İbnü’l-Arabî’nin kurduğu sistem, felsefî açıdan değerlendirildiğinde bir problem çıkarmazken, dinî
kisveye büründürülerek ifade edildiğinde ise tartışmalara neden olmaktadır. Şa‘rânî’nin yorumu
bağlamında İbnü’l-Arabî’nin nübûvvet inancını değerlendiren Mamut Çınar’ın tespitiyle Şa‘rânî’nin
kullandığı dil ve yöntemden onun da bunların farkında olduğu, ancak tartışmaya açık hususları göz
ardı ederek bir bakıma yok saydığı izlenimi1182 vermektedir. Oysaki İbnü’l-Arabî’nin, felsefî teorileri
1175
Sözgelimi Ebubekir Sifil, Cehennem azabının kâfir ve müşrikler için geçici olduğunu savunan İbnü’l-Arabî'nin
konuya dair mütevâtir olarak bilinen bu görüşüne ilişmezken onun muhâlifi olduğu bilinen İbn-i Teymiye ve İbn-i
Kayyım’ın bu düşüncede olduklarını ispatlamak için çırpınmaktadır. (Bkz. “İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın
Cehennem'in Ebediliği Meselesindeki Görüşünün Tesbiti”, İnkişaf: üç aylık ilim ve fikir dergisi, Ekim-Aralık/7,
2006, 22-29) Elbette bununla, adı geçen kişileri bu argüman üzerinden itibarsızlaştırmayı amaçladığı açıktır.
1176
“Açıktır ki, ne Aristo ne de diğer felsefe okulları ilk dönem Mu'tezile düşüncesi üzerinde herhangi bir direkt
etkide bulunmamışlardır.” Kubat, Mu‘tezile Tanımlamaları, 41.
1177
Bkz. Akman, İbn-i Arabî, 476-516.
1178
Mesela: Pek çok kimse Spinoza’nın panteist düşüncelerine benzediği düşüncesiyle İbnü’l-Arabî’nin Allah
tasavvurunu eleştirmiştir. Hâlbuki ikisinin öğretileri arasında çok önemli ontolojik ve epistemolojik farklılıklar söz
konusudur. İbnü’l-Arabî sistemini ve dolayısıyla Allah anlayışını Kur’an ve hadis prensipleriyle oluşturduğu için
öğretisi tamamen dinî kaynaklıdır. Allah’a ulaşma yönteminde ise kalbî keşfi seçer. Bundan dolayı da akılla
kavranması güç bir niteliktedir. Oysa Spinoza, Allah anlayışını tamamen rasyonel ilkelere dayalı olarak matematik
yöntemle kurmaktadır. bkz. İbrahim Coşkun, “Muhyiddin İbn Arabî’nin Felsefesinde “Allah” Mefhumu”, Tasavvuf
Dergisi, cilt: IX, sayı: 21, 2008, 140. Krş. “Felemenkli felesof Spinozanın panteizm felsefesi, müslimânların vahdeti vücûd kitâblarından kopyadır.” Işık, Tam İlmihâl, 92.
1179
Algar, Çârdeh Ma'sûm-i Pâk, VIII/227.
1180
Bkz. Akman, İbn-i Arabî, 274-311, 329.
1181
Bkz. Mehmet Kubat, “Yorumun “Mutlak Hakikat” Kabul Edilmesi ya da Mezhebin Dine Dönüştürülmesi”, İslam
ve Yorum: Temel Tartışmalar, İmkânlar ve Sorunlar, cilt: I, 2017, 317, 319-320.
1182
Hiç şüphesiz İbnü’l-Arabî düşüncelerini sıralarken âyetleri delil getirmekte ve bu âyetleri başka hiç kimsede
görülmesi mümkün olmayacak bir yöntemle te’vîl etmektedir. Bu bakış açısıyla Kur’an okunduğunda mesela
aslında kötülükten ve kötülük yapan hiçbir insandan bahsetmediği, aksine bahsi geçen herkesin övüldüğü sonucuna
varılacaktır. Şa‘rânî bu tabirlerin hiçbirine değinmemekte, İbnü’l-Arabî’nin velâyet görüşünü yorumlarken bu
dinî metinlerin yardımıyla ve çoğu zaman bu metinleri klasik kontekstinden kopararak sunması, dinî
alanı kaygan ve yönlendirilmeye açık hale getirmektedir. Onun bu tarz davranması yani tezlerini dinî
bir formda sunması büyük bir ihtimalle bunların tartışılarak zayıflatılmamasını sağlamak içindi.
Şeyh, bunu yaparken âyet ve hadisleri zaman zaman dilsel, zaman zaman da bâtınî tevillere tabi
tutmuş; bazen de zayıf ve hatta uydurma rivâyetleri iddiasına dayanak edinmiştir. Bu bağlamda hadis
olarak sunduğu rivâyetlerin, hadis usulünün bilinen cerh-ta‘dil yöntemiyle tenkit edilmesine karşılık
yaptığı savunmada bunları bizzat Peygamber’den canlı olarak aldığını ileri sürmesi ise çok
manidardır.
Buna göre felsefî tasavvufun simge ismi İbnü’l-Arabî’nin başta vahdet-i vücuda ilişkin düşüncelerini
te'vil veya eğip bükerek yorumlamaya çalışmadan arkasındaki felsefî intimayı da işaret edecek
şekilde yeniden gözden geçirmek gerekmektedir. Bunu, onun kullandığı din diline ve oturttuğu
kutsallık zeminine itibar etmeden yapmak lazımdır. Zira bugün zamanın rûhu, gelinen noktada
geleneğin ıslahı açısından bunu gerekli kılmaktadır. Tıpkı Rabbânî’nin kendi döneminde istemeyerek
de olsa zamanın rûhu gereği İbnü’l-Arabî eleştirisi yaptığı gibi, bugün de M. Erol Kılıç’ın
vurguladığı1183 ve fakat tersinden okuduğu İbnü’l-Arabî’yle zamanın rûhunu okumayı becerip İslâm
düşüncesinin onun üzerinden tahrifine ve toplumların bu nedenle üretilmiş problemli bir İslâm
imajıyla tanışmalarına mani olmak icap etmektedir. Şüphesiz bu, belirttiğimiz gibi İbnü’l-Arabî’iyi
yargılamak ve dolayısıyla bitirmekle değil, düşüncelerindeki asıl intimasının adresini belirleyerek ait
olduğu felsefî sahayı göstermekle olmalıdır.
Kaynakça
Açıkel, Yusuf, "“Nefsini Bilen Rabb’ini Bilir” Hadis mi?, Kelâm-ı Kibar mı?", Süleyman Demirel Ü. İlahiyat F. Dergisi,
sayı: 5, 1998, 173-200.
Açıkgöz, Burak Fatih, “Bir Kişi İki Şahsiyet: İbnü’l-Arabi”, Süleyman Demirel Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,
sayı: 17, 2013\1, 143-169.
Afîfî, Ebu’l-Alâ, “İbn Arabi İle İlgili Araştırma Serüvenim”, (çev. Abdullah Kartal), Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt:
IX, sayı: 9, Bursa, 2000, 697-714.
Afîfî, Ebu’l-Alâ, Muhyiddîn İbnu’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi, (çev. Mehmet Dağ), Ankara Ü. İlahiyat F. Yay.,
Ankara 1975.
Afîfî, Ebu’l-Alâ, Tasavvuf: İslâm’da Manevi Devrim, (çev. H. İbrahim Kaçar, Murat Sülün), Risale Yay., İstanbul 1996.
Akgöğ, Harun, Ali el-Kârî Hayatı Eserleri ve İbn Arabi’ye Eleştirisi, Uludağ Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış
Yüksek Lisans Tezi, Bursa 1995.
Akman, Mustafa, “Kelâmî Perspektifle Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır”, Uluslararası Sosyal Araştırmalar Dergisi,
cilt: 10, sayı: 50, 2017, 833- 862.
Akman, Mustafa, Celâleddin ed-Devvânî ve ahlâkî, siyâsî, felsefî, tasavvufî ve kelâmî görüşleri, Ensar Neşriyat, İstanbul
2017.
Akman, Mustafa, Celâleddin ed-Devvânî’nin Kelâm Sistemi, Ensar Neşriyat, İstanbul 2017.
Akman, Mustafa, İbn-i Arabî Kelami Tartışmalar, Sorular, Şüpheler, Ekin Yay., İstanbul 2017.
Akman, Mustafa, Kitab’a Varis Olanlar, Ekin Yay., İstanbul 2004.
Akman, Mustafa, Musa Carullah Bigiyef'i Okumaya Giriş, Çıra Yay., İstanbul 2007.
Albayrak, Halis, Kur'an'ın Bütünlüğü Üzerine- Kur'an'ın Kur'an'la Tefsiri, 2. bsk., Şule Yay., İstanbul 1993.
Algar, Hamid, “Çârdeh Ma'sûm-i Pâk”, DİA, İstanbul 1993, 8, 227-228.
Algar, Hamid, “İlk Dönem Nakşibendî Geleneğinde İbn ‘Arabî’nin Düşüncelerinin İzleri”, (çev. Salih Akdemir), İslâmî
Araştırmalar, cilt: V, sayı: 1, 1991, 1-20.
Algar, Hamid, “İmâm-ı Rabbânî”, DİA, İstanbul 2000, 22, 194-199.
Alpyağıl, Recep, "“Alıntılanabilirlik” ve “Şeyleri Yeniden Yaratma”: İbn Arabî Bilgeliğinden Derrida’ya Uzanan Yol,
Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 21, 2008, 283-296.
Altıntaş, Hayrani, Tasavvuf Tarihi, Ankara Ü. İlahiyat F. Yay., Ankara 1986.
Âlûsî, Ebu's-Senâ Şehâbeddîn Mahmûd, Rûh'ul-Meânî fî Tefsir'il-Kur'ân'il-Azim ve's-Seb’i'l-Mesânî, (M. Şükrî Âlûsî
(v.1342/1924) inayetiyle) Dâru İhyâ'it-Türas'il-Arabî, Beyrut, t.y.
Âmulî, Haydar, el-Mukaddimât min Kitabi Nass'in-Nusus fi Şerhi Fusûs'il-Hikem, (Y. Haz. H. E. Corbin- O. Yahya), 2.
bsk., Sihami-i Amm, Tahran 1988.
Âşık, Nevzat, "Reten b. Nasr", DİA, İstanbul 2008, 35, 21-22.
Ateş, Süleyman, İşârî Tefsir Okulu, Ankara Ü. İlahiyat F. Yay., Ankara 1974.
Atlı, Ahmet, Tasavvufta Ricâlu’l-Gayb, Ankara Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 2011.
tevilleri yok saymaktadır. Bu yöntem onun İbnü’l-Arabî’yi sünnî anlayışa çekmeye çalışırken kullandığı genel bir
yöntemdir: Uygun yorumları almak, aykırı olanları ise yok saymak. Çınar, Nübüvvet İnancı, 84-85, 338.
1183
Bkz. Kılıç, Zaman'ın Ruhunu Okumak, 53-54.
Ay, Mahmut, “Nur Kavramından (24/35) Nur Metafiziğine: Pragmatik Okumalar ve Eleştirisi”, İslâmî Araştırmalar, cilt:
XXV, sayı: 2, 2014, 97-107.
Aydın, Ferit, Tarikatta Rabıta ve Nakşibendilik, Süleymaniye Vakfı Yay., İstanbul 2000.
Aydın, Şükrü, Kur’ân’ın Fırkacılık Olgusuna Yaklaşımı, Rağbet Yay., İstanbul 2018.
Bayraktar, Mehmet, “İbn al-’Arabi’de “Varlığın Birliği”nin Onto-Lengustik Analizi”, Ankara Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt:
XXV, 1981, 359-368.
Bayraktar, Mehmet, İslam'da Evrimci Yaratılış Teorisi, İnsan Yay., İstanbul 1987.
Bekir Köle, Zeynüddîn Hâfî ve Tasavvufî Görüşleri, İnsan Yay., İstanbul 2011.
Bilmen, Ömer Nasuhi, Büyük Tefsir Tarihi Tabakât’ül-Müfessirin, Bilmen Yay., İstanbul 1974.
Buehler, Arthur F., “Karizmatik Otorite Nassî Otoriteye Karşı: İngiliz Hindistanı’nda Aracı Tasavvufu Reddedenlere
Nakşibendî Yanıt”, (çev. Orhan Ş. Koloğlu), Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: XIII, sayı: 2, 2004, 253-278.
Buehler, Arthur, “Tecdîd Anlatıları: Müceddid-i Elf-i Sâni’ Olarak Ahmed Sirhindî”, (çev. Mehmet Atalay), Çanakkale
Onsekiz Mart Ü. İlahiyat F. Dergisi, sayı: 5, 2014, 71-85.
Buehler, Arthur F., “İmâm-ı Rabbânî Ahmed Sirhindî’nin Mektûbat’ında Şerîat ve Ulemâ”, (çev. Mehmet Atalay),
Tasavvuf Dergisi, cilt: XIV, sayı: 32, 2013, 169-181.
Buehler, Arthur, “Ahmed Farûki Serhendi: Miliyetçi Kahraman, Müsbet Sufi, Menfi Sufi”, (çev. Mehmet Atalay), Bülent
Ecevit Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: I, sayı: 1, 2014, 137-156.
Buehler, Arthur F., “Ahmed Fârûkî Sirhindî: Yeni Bir Değerlendirme”, (çev. Mehmet Atalay), Tasavvuf Dergisi, cilt:
XV, sayı: 33, 2014, 95-118.
Buehler, Arthur F., “Nakşbendiyye - Müceddidiyye ve Hindistan’da Yayılışı”, (çev. Halil İbrahim Şimşek), Gazi Ü.
Çorum İlahiyat F. Dergisi, cilt: II, sayı: 3, 2003/1, 143-164.
Buhârî, Alâeddin Muhammed, Fadîhat’ul-Mülhidîn ve Nasîhat’ul-Muvahhidîn (Risâle fî vahdet'il-vücûd), Mecmuâ-i
Resâil fî Vahdeti Vücûd içinde, Ali Bey Matbaası, İstanbul 1294/1877.
Câbirî, Muhammed Âbid, Arap-İslâm Kültürünün Akıl Yapısı, (çev. B. Köroğlu, H. Hacak, E. Demirli), 3. bsk, Kitabevi
Yay., İstanbul 2001.
Câmî, Abdurrahman, Evliya Menkıbeleri: Nefahâtü’l-Üns, (çev. S. Uludağ, M. Kara), Pinhan Yay., İstanbul 2011.
Ceyhan, Semih, “İbn Haldûn’un Sûfîlere ve Tasavvufa Bakışı: Umranda Tasavvuf İlmi”, İslâm Araştırmaları Dergisi,
sayı: 15, 2006, 51-82.
Chittick, William C., “İbn Arabî Okulu”, İslam Düşünce Tarihi -İslâm Felsefesi Tarihi içinde, (Ed. S. Hüseyin Nasr- O.
Leoman, çev. Ş. Öçal- H. T. Başoğlu), Açılım Kitap, İstanbul 2007.
Chodkiewicz, Michel, “İbn Arabî’nin Öğretisinin Osmanlı Dünyasında Karşılanışı”, Osmanlı Toplumunda Tasavvuf ve
Sufiler içinde, (Haz. A. Y. Ocak), T. Kurumu Yay., Ankara 2005.
Chodkiewicz, Michel, “Sonsuz Yolculuk: İbnü’l-Arabî’nin Kitâb el-İsfâr an Netâici’l-Esfâr Adlı Eseri”, (çev. V. Göktaş),
Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 23, 2009, 657-667.
Chodkiewicz, Michel, Sahilsiz Bir Umman: hakikat, şeriat ve İbn Arabî, (çev. A. Ataman), Gelenek Yay., İstanbul 2003.
Cîlî, Abdülkerim, İnsân-ı Kâmil, (çev. A. M. Tolun, haz. S. Eraydın, E. Demirli, A. Kartal), İz Yay., İstanbul 1998.
Coşkun, İbrahim, “Muhyiddin İbn Arabî’nin Felsefesinde “Allah” Mefhumu”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 21, 2008,
117-143.
Coşkun, Menderes, “Latîfî’de Oryantalizmin Parmak İzleri: Latîfî’nin Türk ve İslam Büyüklerini Anekdodlar Vasıtasıyla
Değersizleştirme Gayreti”, Süleyman Demirel Ü. Fen-Edebiyat Fakültesi Sosyal Bilimler Dergisi, sayı: 23, 2011,
145-169.
Cündioğlu, Dücane, “İbn Arabî’nin Yorumu, Aksekili’nin Suâli, Babanzâde’nin Cevabı”, Dergâh: Edebiyat Sanat Kültür
Dergisi, VIII, 94/20, Aralık 1997.
Cündioğlu, Dücane, “Tasavvuf Metinleri Niçin Neşredilmemeli?”, Yeni Şafak gazetesi; 22.07.2006.
Cündioğlu, Dücane, “Tasavvuf Metinlerinin Neşri İrşad Değil, İfsaddır!”, Yeni Şafak gazetesi, 23.07. 2006.
Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, “İbnü’l-Arabî’nin Nübüvvet-Velayet Hakkındaki Görüşleri ve İbn Temiyye’nin Bu
Husustaki Eleştirileri”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 21, 2007, 213-255.
Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, “Klasiklerimiz - XVI: Muhyiddin İbnü’l-Arabî (560-638/1165-1240) et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye
fî Islâhı Memleketi’l-İnsâniyye”, Tasavvuf Dergisi, cilt: VII, sayı: 17, 2006, 283-302.
Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, “Klâsiklerimiz/X: “el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye” (Muhyiddin İbnü’l-Arabî-ö. 638/1240)”,
Tasavvuf Dergisi, cilt: IV, sayı: 11, 2003, 407-444.
Çakmaklıoğlu, M. Mustafa, Muhyiddin İbnü’l-Arabi’ye Göre Dil-Hakikat İlişkisi Marifetin İfadesi Sorunu, Ankara Ü.
Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi, Ankara 2005.
Çatak, Adem, “İlk Dönem Tasavvuf Kaynakları”, Uluslararası “İslamî İlimlerin Teşekkülü ve İslamî İlimler Arası
İlişkiler” Sempozyumu (28-30 Nisan 2014/Bişkek-Kırgızistan) Bildiriler Kitabı, 2014, 43-52.
Çelebi, İlyas, “Kâdı Abdülcebbâr (Kelâm)”, DİA, İstanbul 2001, 24, 105-109.
Çelebi, İlyas, “Mu‘tezile”, DİA, İstanbul 2006, 31, 391-401.
Çelik, İsa - Birol Yıldırım, “Hanefî-Mâturîdî Ekolünden Gelen Şeyh Ahmed Sirhindî/İmâm-ı Rabbânî’nin Üç Alandaki
Mücâdelesi (Vahdet-i Vücûd-Dinlerin İttihâdı-Râfizîlik)”, IV. Uluslararası Şeyh Şa’bân-ı Velî Sempozyumu Hanefîlik-Mâturîdîlik-, 05-07 Mayıs 2017, cilt: I, 2017, 485-511.
Çelik, İbrahim, “Kur’ân’da İlahi Zat ve Sıfat İlişkisi”, Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: VII, sayı: 7, 1998, 135-152.
Çelik, İsa, “İmam Rabbânî Perspektifinde İbnü’l-Arabî’ye Tenkidî Bir Yaklaşım”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 23,
2009, 149-179.
Çelik, İsa, “Tasavvuf Tarihinde Ârif Kavramı”, Tasavvuf Dergisi, cilt: V, sayı: 12, 2004, 25-52.
Çelik, İsa, “Tasavvufî Gelenekte Hazarât-ı Hams veya Tenezzülât-ı Seb‘a Anlayışı”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IV, sayı: 10,
2003, 159-184.
Çınar, Mahmut, “Ye’s ve Be’s Halinde İmanın Hükmü: Firavun’un İmanı Örneği”, Marmara Ü. İlahiyat F. Dergisi, sayı:
41, 2011/2, 121-142.
Çınar, Mahmut, İmâm Şa'rânî ve Muhyiddîn İbnü’l-Arabî’ye Göre Nübüvvet İnancı, Rağbet Yay., İstanbul 2013.
Demir, Osman, “Ricalu’l-Gayb inancı ve toplum hayatına yansımaları”, Kur’an ve Tefsir Araştırmaları: (İslam
Düşüncesinde Gayb Problemi-II), 2004, 155-166.
Demirli, Ekrem, “Mesnevî’yi Fusûsu’l-Hikem’e Göre Yorumlamak “İlâh-ı Mu'tekad” ve Mevlânâ’nın Mesnevî’sinden
Hikâyeler”, Tasavvuf dergisi, cilt: VI, sayı: 14, 2005, 347-364.
Demirli, Ekrem, “Tasavvufun “Tutarlılık” Arayışında Bir Yorum Çerçevesi Olarak Vahdet-i Vücûd: Yûnus Emre’de
Vahdet-i Vücûd Anlayışının Yansıması Hakkında Bir Değerlendirme”, İslâm Araştırmaları Dergisi, 21, 2009, 25-50.
Demirli, Ekrem, “Vahdet-i Vücûd”, DİA, İstanbul 2012, 42, 431-435.
Demirli, Ekrem, “Yaratma (Tasavvuf)”, DİA, İstanbul 2013. 43, 329-331.
Demirli, Ekrem, Fusûsu'l-Hikem Şerhi, İbn-i Arabî, Fusûsu'l-Hikem içinde, Kabalcı Yay., İstanbul 2013.
Demirtaş, Ahmet Tunç, İbn Arabi’de Varlığın Birliği (Vahdet-i Vücut) Felsefesi, Ankara Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Ankara 2004.
Erdoğan, İsmail, "“el-Bulga Fi’l-Hikme” Adlı Eseri Bağlamında Muhyiddin İbn Arabî’nin Vahiy Anlayışı", Fırat Ü.
İlahiyat F. Dergisi, cilt: XV, sayı: 2, 2010, 27-45.
Erdoğan, İsmail, “İbn Arabi’nin Felsefe ve Filozoflara Bakışı”, Fırat Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: XVI, sayı: 1, 2011, 1533.
Ebu Heyyân, Muhammed b. Yûsuf Endelusî, Tefsir'ul-Bahr'il-Muhit, 2. bsk., Dâr'ul-Fikr, 1983.
Eraydın, Selçuk, “Feyiz”, DİA, İstanbul 1995.
Eraydın, Selçuk, “Fusûsu’l-Hikem’e Yapılan Bazı İtirazlar”, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi içinde (haz. M. TahralıS. Eraydın), İFAV, İstanbul 2005, IV, 27-62.
Ergin, Osman, Balıkesirli Abdülaziz Mecdi Tolun: hayatı ve şahsiyeti, Kenan Basımevi, İstanbul 1942.
Erginli, Zafer, “Haller Neyi Anlatır? Tasavvuf Literatüründe Haller Üzerine Bir Deneme”, Uluslararası Bursa Tasavvuf
Kültürü Sempozyumu - IV, cilt: IV, 2005, 71-81.
Erginli, Zafer, “İç Dünyadan Topluma: Tasavvuf Günümüz İnsanına Ne Söylüyor?”, Bursa’da Dünden Bugüne Tasavvuf
Kültürü, cilt: II, 2003, 91-110.
Ertuğrul, İsmail Fenni, Hakîkat Nurları, Cemiyet-i Tedrisiye-i İslamiye, İstanbul 1949.
Ertuğrul, İsmail Fennî, Materyalizmin İflâsı ve İslâm, (sadleşt. A. Kılıçsoy), Sebil Yay., İstanbul 1996.
Ertuğrul, İsmail Fennî, Vahdet-i Vücud ve İbn Arabî, (haz. M. Kara), İnsan Yay., İstanbul 1991.
Fârûkî, Burhan Ahmed, “Ahmed Fârûkî Sirhindî (Müceddid-i Elf-i Sânî İmam-ı Rabbânî)’nin Tevhîd Anlayışı”, (çev. H.
İbrahim Şimşek), EKEV Dergisi, cilt: I, sayı: 3, 1998, 181-188.
Fazlıoğlu, İhsan, “Osmanlı Düşünce Geleneğinde “Siyasi Metin” Olarak Kelam Kitapları”, Türkiye Araştırmaları
Literatür Dergisi, cilt: I, sayı: 2 [Türk Siyaset Tarihi Sayısı], 2003, 379-398.
Gül, Halim, “Hukukçu Bir Sufi İbnül Arabi Müdafası: İmam Şarani Örneği”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi, cilt:
V, sayı: 9, 2013, 46-72.
Güngör, Erol, İslâm Tasavvufunun Meseleleri, Ötüken Neşriyat, İstanbul 1982.
Güngör, Zülfikar, “Muhyiddîn İbn Arabî Hakkında Louis Massignon’un Eleştirileri ve Veled Çelebi (İzbudak)’nin
Cevapları”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IV, sayı: 11, 2003, 377-406.
Haksever, Ahmed Cahid, “Varoluşsal Kendinden Geçme ve Yansımaları: İmam-ı Rabbânî’nin Şathiyye Anlayışı
Örneği”, Gazi Ü. Çorum İlahiyat F. Dergisi, c. III, sayı: 5, 2004/1, 103-126.
Heytemî, İbn-i Hacer, el-Fetevâ'l-Hadisîyye, 3. bsk., Kahire 1989.
Homerin, Emil, “Memlûklar Dönemi Mısır’ında Sûfiler ve Tasavvuf Aleyhtarları (Taraflar ve Kurumsal Çevre Üzerine
Bir İnceleme)”, (çev. Salih Çift), Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: XI, sayı: 1, 2002, 243-264.
Işık, Hüseyn Hilmi, Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye, 130. baskı, Hakîkat Kitâbevi, İstanbul, 2014.
Izutsu, Toshihiko, İslâm'da Varlık Düşüncesi, (çev. İbrahim Kalın), İnsan Yay., İstanbul 1995.
İbiş, Fatih, “Kelâmî Ontoloji Açısından Vahdet-i Vücutçu Tevhit Anlayışına Bazı Eleştiriler”, Cumhuriyet Ü. İlahiyat F.
Dergisi, cilt: XIX, sayı: 1, 2015, s. 63-86.
İbn-i Abidîn, Muhammed Emin, Reddü'l-Muhtar ale'd-Durrü'l-Muhtar, (çev. A. Davudoğlu), Şamil Yay., İstanbul 1982.
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhât’ul-Mekkiyye, thk. Osman İsmail Yahyâ, Mektebetü's-Sekâfeti'd-Diniyye, [t.y.].
İbnü’l-Arabî, Fusûs'ul-Hikem ve't-Ta'likât Aleyh, i’dad: Eb'ul-A'la Afîfî, Dâr'ul-Kutub'il-Arabîyye, Beyrut [t.y.].
İbnü’l-Arabî, Fusûsu'l-Hikem, (çev. ve şerh Ekrem Demirli -çev. E.D), Kabalcı Yay., İstanbul 2013.
İbnü’l-Arabî, Fusûs ül-Hikem, (çev. M. Nuri Gencosman), Milli Eğitim Bakanlığı Yay., Ankara 1990.
İbn Ebi'l-İzz el-Hanefi, el-Akidetü't Tahâviyye ve Şerhi, trc. M. Beşir Eryarsoy, Guraba Yay., İstanbul 2002.
İbn-i Haldûn, Mukaddime, (haz. S. Uludağ), Dergah Yay., İstanbul 1983.
İbni Kuteybe, Hadis Müdafası (Te'vilu Muhtelifi'l-Hadis), (çev. M. H. Kırbaşoğlu), Kayıhan Yay., 1. bsk., İstanbul 1979.
İbn Teymiyye, Allah'ın Velileri İle Şeytanın Velileri Arasındaki Fark, (çev. İ. E. Dal), İhya Yay., İstanbul 1985.
İbn Teymiyye, Külliyat, (ed. E. Gönenç, çev. A. Önkal- M. S. Şimşek- İ. Sarmış), Tevhid Yay., İstanbul 1988.
İbn Teymiyye, Mecmuat'ur-Resâil ve'l-Mesâil (Risâletün ilâ Arif Billâh Şeyh Nasr el-Menbicî), (thk. M. Reşid Rıza),
Dâr'ul-Kutub'il-İlmiyye, Beyrut 1983.
İbn Teymiyye, Mecmuû Fetevâ Şeyhi'l-İslam Ahmed b. Teymiye, (Tertib: A. b. Muhammed el-Asımî), Dâru Âlem’ilKütüb, Riyad 1991.
İdiz, Ferzende, “İmâm Suyûti Perspektifinden İbn Arabî”, EKEV Dergisi, cilt: XVI, sayı: 53, 2012, 143-158.
İdiz, Ferzende, İmam Süyûtî ve Tasavvuf: hayatı, şahsiyeti, tarikatı ve eserleri, Semerkand Yay., İstanbul 2013.
İdiz, Ferzende, Ömer Fânî Efendi ve Tasavvufa Dair Üç Eseri: (Adab, Cehrî zikir, Semâ ve bazı tasavvufi meseleler),
İnsan Yay., İstanbul 2011.
İznikî, Kutbuddinzâde, Risâle fi Kavli İbn-i Arabî (fî İmânı Fir’avn), Yazma, Süleymaniye Kütüphanesi Hacı Mahmut
Efendi bölümü, no: 04223, vrk. 34-40.
Kallek, Cengiz, “İbn Hacer el-Heytemî”, DİA, İstanbul 1999, 19, 531-534.
Kârî, Ali, el-Mukaddimetu’s-Salime fi Havf’ıl-Hatime, (thk. H. Selman), el-Mektebet’ul-İslamî, Beyrut - Daru Ammare,
Ürdün 1989.
Kârî, Ali, Vahdet-i Vücûd Risalesi, (thk. A. R. b. Abdullah, çev. H. Ünal), Süleymaniye Vakfı Yay., İstanbul 2013.
Kara, Mustafa, “Çok Uzak Çok Yakın: İbn Arabî-İbn Teymiyye Mukayesesi”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 21, 2008,
27-30.
Kara, Mustafa, “İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’ye ve Vahdet-i Vücuda Bakışı”, İbn Teymiye Külliyâtı içinde, Tevhid Yay.,
İstanbul 1987.
Kara, Mustafa, “İbn Teymiyye’nin İlk Sûfîlere ve Tasavvuf Klasiklerine Bakışı”, Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, I/1,
1986, 63-67.
Kara, Mustafa, “İbn Teymiyye’nin Tasavvuf Istılahlarına Bakışı”, Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, I/1, 1986, 53-61.
Kara, Necati, Bikâî ve Tefsirindeki Metodu, Yüzüncü Yıl Ü. İlahiyat F. Yay., Van 1994.
Karadaş, Cağfer, “Kelâmcıların İbn Arabî Düşüncesine Etkisi”, Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: 11, sayı:2, Bursa,
2002, 87-96.
Karadaş, Cağfer, “Muhyiddin İbn Arabî’nin İtikâdı”, Tasavvuf dergisi, cilt: IX, sayı: 21, 2008, 67-94.
Karadaş, Cağfer, “Muhyiddin İbnü'l-Arabî/İtikadî Görüşleri”, DİA, İstanbul 1999.
Karadaş, Cağfer, “Tasavvufta Peygamberlik Tasavvuru”, Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: XIX, sayı: 1, 2010, 25-42.
Karadaş, Cağfer, İbn Arabî’nin İtikâdî Görüşleri, Beyan Yay., İstanbul 1997.
Karaman, Hayrettin, İmâm Rabbânî ve İslâm Tasavvufu, İz Yay., İstanbul 2003.
Kartal, Abdullah, “İbnü’l-Arabî’nin Yorum Yöntemi ve Muhammed Fassında Bu Yöntemin Tatbiki: Her Varlık Bir
Âyettir”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 21, 2008, 257-282.
Kartal, Abdullah, “İmâm-ı Rabbânî’nin Vahdet-i Vücûd Eleştirisi ve Tarihsel Arkaplanı”, Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi,
cilt: XIV, sayı: 2, 2005, 59-80.
Kartal, Abdullah, “Alternatif Bir Vahdet-i Vücûd Yorumculuğu: Simnanî, Cîlî ve İmâm Rabbânî Örneği”, I. Uluslararası
Sadreddin Konevî Sempozyumu Bildirileri, Mebkam Yay., 2010, 159-173.
Kaya, Mahmut, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî (İslâm Düşüncesindeki Yeri)”, DİA, İstanbul 1999.
Kavak, Abdulcebbar, “Muhyiddin İbn’ül-Arabî’nin Şam Tasavvuf Düşüncesine Tesir Kanalları ve Meşhur Takipçileri”,
Universal Journal of Theology, cilt: I, sayı: 1, 2016, 51-73.
Kaya, Mahmut, “Sudûr”, DİA, İstanbul 2009.
Kılıç, Hulusi, “Fîrûzabâdî”, DİA, İstanbul 1996, 13, 142-145.
Kılıç, Mahmud Erol, “Anadolu İslam’ının Kurucu Babalarından: Şeyh-i Ekber Muhyiddin İbn Arabi”, Türk Dünyası
Bilgeler Zirvesi: Gönül Sultanları Buluşması (26-28 Mayıs 2014) Bildiriler, cilt: I, 2014, 125-129.
Kılıç, Mahmud Erol, “el-Fütûhâtü'l-Mekkiyye”, DİA, İstanbul 1996, 13, 251-258.
Kılıç, Mahmud Erol, “Füsûsü'l-Hikem”, DİA, İstanbul 1996, 13, 230-237.
Kılıç, Mahmud Erol, “İbn-i Arabî’yle “Zaman’ın Ruhu”nu Okumak”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 23, 2009, 53-63.
Kılıç, Mahmud Erol, “Muhyiddin İbnü'l-Arabî”, DİA, İstanbul 1999, 20, 493-516.
Kılıç, Rüya, “Osmanlı Sûfiliğinde İbnü'l-Arabî Etkisi: XVII. Yüzyıldan Üç Sûfî”, Bilig: Türk Dünyası Sosyal Bilimler
Dergisi [Bilig: Bilim ve Kültür Dergisi], sayı: 40, 2007, 99-118.
Kırbaşoğlu, Mehmet Hayri, “Kemaleddin İbn’i Hümâm’ın Hadisçiliği”, Kemaleddin İbn-i Hümâm’ın Hayatı, Eserleri ve
İlmi Kişiliği Sempozyum Tebliğleri, 1993, 25-32.
Kısakürek, Necib Fazıl, Batı Tefekkürü ve İslam Tasavvufu, Büyük Doğu Yay., İstanbul 1982.
Kızılgeçit, Muhammed, “Şah Veliyyullah Dihlevî’nin (1703-1762) Bazı Tasavvufî Görüşlerine Felsefî Bir Bakış”,
Tasavvuf Dergisi, cilt: VII, sayı: 16, 2006, 191-210.
Konuk, Ahmet Avni, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, (haz. M. Tahralı- S. Eraydın), İFAV, İstanbul 1992.
Konukçu, Enver, “Ekber Şah”, DİA, İstanbul 1994, 10, 542-544.
Köse, Saffet, “İbnü’l-Mukrî el-Yemenî”, DİA, İstanbul 2000, 21, 138-140.
Kubat, Mehmet, “İslam Düşüncesinde Aklın Vahiy Karşısındaki Konumu”, Milel ve Nihal Dergisi, cilt: VIII, sayı: 1,
2011, 71-118.
Kubat, Mehmet, “İslâmî Öğretide Kerâmet”, Milel ve Nihal Dergisi, cilt: X, sayı: 1, 2013, 41-70.
Kubat, Mehmet, “Kelâm’ın Etkinlik ve İşlevselliğini Yitirmesinin Ana Nedenleri Üzerine Bazı Tespitler”, Kelâmın
İşlevselliği ve Günümüz Kelâm Problemleri, 2000, 171-190.
Kubat, Mehmet, “Selefi Perspektifin Tarihselliği”, İslâmî Araştırmalar, cilt: XVII, sayı: 3, 2004, 235-251.
Kubat, Mehmet, “Teolojik Bağlamda Ehl-i Sünnet’in Mu‘tezile Tanımlamaları”, EKEV Dergisi, cilt: IX, sayı: 25, 2005,
25-52.
Kubat, Mehmet, “Yorumun “Mutlak Hakikat” Kabul Edilmesi ya da Mezhebin Dine Dönüştürülmesi”, İslam ve Yorum:
Temel Tartışmalar, İmkânlar ve Sorunlar, cilt: I, 2017, 317-333.
Küçük, Osman Nuri, “İbnü’l-Arabî Düşüncesinde Varlığın Tasavvufî Yorumunun Sayı Metafiziğine Uzanan
Yansımaları”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 23, 2009, 373-411.
Lawrence, Bruce B., “Müslüman Güney Asya’da Tasavvufa Yönelik Örtülü Muhalefet: Büyük Moğollar’ın Tarikatları
Manipülasyonu”, (çev. Salih Çift), Uludağ Ü. İlahiyat F. Dergisi, cilt: XXII, sayı: 1, 2013, 203-218.
Makdisi, George, “Hanbelî Mezhebi ve Tasavvuf”, (çev. Ramazan Özmen), Tasavvuf Dergisi, cilt: VIII, sayı: 18, 2007,
297-310.
Makdisi, George, “Kâdirî Sûfîsi İbn Teymiyye”, (çev. Vahit Göktaş), Tasavvuf Dergisi, cilt: VIII, sayı: 19, 2007, 401411.
Merdin, Saadettin, İslam'ın Pavlusları -I Felsefi Tasavvuf, Araştırma Yay., Ankara 2014.
Merdin, Saadettin, İslam'ın Pavlusları -II Paralel Din, Araştırma Yay., Ankara 2014.
Nablusî, Abdulganî, el-Vücûdu'l-Hakk ve'l-Hıtabu's-Sıdk, (thk. Bekri Alaeddin), Institut Français de Damas, Damas
1995.
Nablusî, Abdulganî, Gerçek varlık: Vahdet-i Vücûd’un Müdafaası, (çev. E. Demirli), İz Yay., İstanbul 2003.
Nafi, Basheer M., “Yeniden Dirilen Selefîlik: Nu‘mân el-Alûsî ve İki Ahmed Muhakemesi”, (çev. Kadir Gömbeyaz),
Marife Dergisi, cilt: 9, sayı: 3, 2009, 293-326.
Nasr, Seyyid Hüseyin, “Farsça Konuşan Dünyada İbn Arabî”, İbn Arabî Anısına [Makaleler] içinde, (çev. T. Ulaç), İnsan
Yay., İstanbul 2002.
Nasr, Seyyid Hüseyin, Üç Müslüman Bilge, (çev. A. Ünal), İnsan Yay., İstanbul 1985.
Nedvî, Ebu'l-Hasan Ali, el-İmam es-Serhendi: Hayatuhu ve A'maluhu, Dâr’ul-Kalem, Kuveyt 1983.
Nedvî, Ebu'l-Hasan Ali, Müceddid-i Elfisâni İmam-ı Rabbânî, (çev. Y. Karaca), Kayıhan Yay., İstanbul 2005.
Oğuz, Muhammed İhsan, İslam Tasavvufunda Vahdet-i Vücud, Oğuz Yay., İstanbul 1995.
Okumuş, Bünyamin, “İbn Teymiyye’nin Tevhîd Yorumunda Allah Sevgisi: Hakikatin Bilgisine Erişme ve Mutluluğu
Kazanmanın Yolu”, Kelâm Araştırmaları Dergisi, cilt: VII, sayı: 1, 2009, 75-96.
Ögke, Ahmet, “Bir Tasavvuf Terimi Olarak Ricâlü’l-Gayb -İbn Arabî’nin Görüşleri-“, Tasavvuf Dergisi, cilt: II, sayı: 5,
2001, 161-201.
Öngören, Reşat, “Ahmet Avni Konuk”, DİA, Ankara 2002, 26, 180-182.
Öngören, Reşat, “Tarikat”, DİA, İstanbul 2011, 40, 95-105.
Öngören, Reşat, “Tasavvuf”, DİA, İstanbul 2011, 40, 119-126.
Öngören, Reşat, “Zeynüddin el-Hâfî”, DİA, İstanbul 2013, 44, 375-377.
Özen, Şükrü, “Teftâzânî”, DİA, İstanbul 2011, 40, 299-308.
Özkan, Halit, “Süyûtî”, DİA, İstanbul 2010, 38, 191.
Öztürk, Özkan, Çağdaş Türk Düşüncesinde İbn Arabî Felsefesinin Ele Alınışı, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, İstanbul
2007.
Öztekin, Ayşe, “İbn Arabi’nin “Ayan-ı Sabite”si ile Jung’un “Arketipler”i Üzerine Bir Değerlendirme”, Ankara Ü.
İlahiyat F. Dergisi, cilt: LII, sayı: 1, 2011, 293-303.
Özütoprak, Ahmet Yusuf, Dini Doğru Anlamak, Pınar Yay., İstanbul 1997.
Pakiş, Ömer, “Kutsal Metinlerde İsmail ve İshak”, Din Bilimleri Akademik Araştırma Dergisi, cilt: IV, sayı: 3, 2004, 7594.
Rabbânî, Ahmed Faruk Serhendî, Mektûbât, Fazilet Neşriyat, İstanbul [t.y.].
Rosenthal, Franz, “Felsefe ve Tasavvuf Arasında İbn Arabî, (çev. Ercan Alkan), Tasavvuf Dergisi, cilt: X, sayı: 24, 2009,
113-149.
Sabri Efendi, Mustafa, Mevkıfu'l-Akl ve'l-İlm ve'l-Âlem min Rabbi’l-Alemin ve İbâdihi’l-Mürselin, Mektebetu’lİslamiyye, [y.y.], 1954.
Sabri Efendi, Mustafa, Yeni İslâm Müctehidlerinin Kıymet-i İlmiyesi, İlâhî Adalet içinde- Musa Carullah Bigiyef,
Rahmet-i İlâhîye Bürhanları ile birlikte, Sadeleştiren: Ö.H. Özalp, Pınar Yay., İstanbul 1996.
Sadri, Cemşid, “Timurlular Dönemi Horasan’da Etkili Tarikatlar”, (çev. Mustafa Altunkaya), İnönü Ü. İlahiyat F.
Dergisi, cilt: IV, sayı: 2, 2013, 227-251.
Sancar, Faruk, “Bağnaz Bir Selefî mi Endişeli Bir Entelektüel mi? (İbn Teymiyye’nin Eleştirel ve Reaksiyoner Karakteri
Hakkında)”, Dinî Araştırmalar, cilt: XVIII, sayı: 46, 2015, 97-125.
Sancar, Faruk, “İbn Arabi’nin Efdaliyet Nazariyesi’nin Ehl-i Sünnet Açısından Değerlendirilmesi”, Dokuz Eylül Ü.
İlahiyat F. Dergisi, cilt: II, sayı: 34, 2011, 93-114.
Schimmel, Annemarie, Tasavvufun Boyutları, (çev. E. Gürol), Adam Yay., İstanbul 1982.
Sifil, Ebubekir, “İbn Teymiyye ve İbnu'l-Kayyım'ın Cehennem'in Ebediliği Meselesindeki Görüşünün Tesbiti”, İnkişaf:
üç aylık ilim ve fikir dergisi, Ekim-Aralık/7, 2006.
Sunar, Cavit, Vahdet-i Şuhud, Vahdet-i Vücud Meselesi: İmam Rabbânî, İbn Arabî, (doktora tezi), Resimli Posta
Matbaası, Ankara 1960.
Süyûtî, Celâleddîn, Tenbihü’l-Ğabî bi Tebrieti İbn Arabî (İmâm Suyûtî’nin İbn Arabî’ye Dair Bir Risalesi:), (çev.
Ferzende İdiz), Dicle Ü. İlahiyat F. Dergisi, XIV/1, 2012, 335-354.
Şahinoğlu, M. Nazif, “Alâüddevle-i Simnânî”, DİA, İstanbul 1989, 2, 345-347.
Şa'rânî, Abdulvehhâb, el-Yevâkît ve'l-Cevâhir fî Beyâni Akâid'il-Ekâbir, (hamiş: el-Kibritu'l-Ahmer fî Beyâni Ulum'işŞeyh'il-Ekber), Mustafa el-Babi el-Halebi, Kahire 1959.
Şenocak, İhsan, “İbn Teymiye’nin İlim Adamı Kimliği ve Güvenebilirliği- İbn Arabi Müdafaası”, İnkişaf dergisi, EkimAralık/7, 2006, 31-35.
Şirinov, Agil, Nasîrüddin Tûsî’de Varlık ve Ulûhiyyet, Marmara Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Doktora Tezi,
İstanbul 2007.
Tahralı, Mustafa, Fusûsu’l-Hikem Şerhi ve Vahdet-i Vücûd İle İlgili Bazı Mes'eleler, Ahmet Avni Konuk, ‘Fusûsu’l-
Hikem Tercüme ve Şerhi I’ içinde, (haz. M. Tahralı -S. Eraydın), 3. bsk, İFAV, İstanbul 1999.
Tahralı, Mustafa, Muhyiddin İbn Arabî ve Türkiye’ye Tesirleri, Endülüs’ten İspanya’ya, Diyanet Vakfı Yay., Ankara
1996.
Teftâzânî, Sadeddin, Şerhu’l-Akâid (Kelâm İlmi ve İslâm Akâidi), (haz. S. Uludağ), 2. bsk., Dergah Yay., İstanbul 1982.
Teftâzânî, Sadeddin, Şerh'ul-Makâsıd, İstanbul 1305.
Tosun, Necdet, “İmâm-ı Rabbânî’ye Göre Vahdet-i Vücûd ve Vahdet-i Şuhûd”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 23,
2009, 181-192.
Turan, Yusuf, Muhyiddin İbn Arabi'de Mutlak Varlık, Sakarya Ü. Sosyal Bilimler Enstitüsü, Basılmamış Yüksek Lisans
Tezi, Sakarya, 2006.
Uludağ, Süleyman, “Abdülkadir-i Geylânî”, DİA, İstanbul 1988, 1, 234-239
Uludağ, Süleyman, “A'yân-ı Sâbite”, DİA, İstanbul 1991, 4, 198-199.
Uludağ, Süleyman, “Hâlidiyye (Anadolu’da Hâlidîlik)”, DİA, İstanbul 1997, 15, 296-299.
Uludağ, Süleyman, “Ricâlü’l-Gayb”, DİA, İstanbul 2008, 35, 81-83.
Uludağ, Süleyman, İbn Arabî, Diyanet Vakfı Yay., Ankara 1995.
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf ve Tenkit, Mavi Yay., İstanbul 2011.
Uysal, Muhittin, Tasavvuf Kültüründe Hadis, Yediveren Yay., 1. Baskı, Konya, 2001.
Üzüm, İlyas, “İsnâaşeriyye (Kelâm)”, DİA, İstanbul 2001, 23, 147-149.
Üzüm, İlyas, “İsnâaşeriyye (Literatür)”, DİA, İstanbul 2001, 23, 149-153.
Üzüm, İlyas, “Şîa (Doktrin)”, DİA, İstanbul 2010, 39, 116-120.
Yalçın, Ahmet, “İbn Teymiyye Hakkındaki Olumsuz Algının Kritiği”, e-Makâlât Mezhep Araştırmaları, cilt: XI, sayı: 1,
2018, 123-145.
Yavuz, Yusuf Şevki, “Be’s”, DİA, İstanbul 1992, 5, 526-527.
Yavuz, Yusuf Şevki, “Hulûl (İslâm Düşüncesinde Hulûl)”, DİA, İstanbul 1998, 18, 341-344.
Yıldırım, Ahmet, “Tasavvufta Ricalu’l-Gayb Telakkisi ve Konuyla İlgili Bazı Rivayetler”, Süleyman Demirel Ü. İlahiyat
F. Dergisi, sayı: 4, 1997, 117-147.
Yıldırım, Ahmet, Tasavvufun temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, 3. Baskı, Türkiye Diyanet Vakfı Yay.,
Ankara, 2013.
Yıldırım, Suat, “Bikâî”, DİA, İstanbul 2010, 38, 150.
Yılmaz, Ömer, “İbnü’l-Arabî Hakkında Yapılan Eleştirilere İbrahim Kûrânî’nin Yaklaşımı”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX,
sayı: 21, 2007, 363-388.
Yücer, Hür Mahmut, “Bir İbn Arabî Müdafaası: Çerkeşîzâde Mehmed Tevfîk Efendi ve Levâyihu’l-Kudsiyye fî
Fedâili’ş-Şeyhi’l-Ekber Adlı Eseri”, Tasavvuf Dergisi, cilt: IX, sayı: 21, 2007, 331-351.
IV. OTURUM
PEMBE SALON
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Hulusi ARSLAN
JACQUES LACAN’IN ARZU NESNESİNİN ULAŞILMAZLIĞI DÜŞÜNCESİYLE İBNÜ’L
ARABİ’NİN HAKK’A ULAŞILMAZLIK/TENZİH DÜŞÜNCESİ ARASINDA BİR
KARŞILAŞTIRMA
Prof. Dr. Cafer ŞEN
İBNÜ’L-ARABÎ’NİN HAKİKATİ ARAMA YOLCULUĞUNDA MALATYA DURAĞI
Doç. Dr. Mehmet Korkut ÇEÇEN
EDİP, ŞÂİR VE MUHADDİS BİR İLİM ADAMI: SÂDEDDİN MUHAMMED B. MUHYİDDİN
İBNÜ’L-ARABÎ
Dr. Öğr. Üyesi Murat ZENGİN
JACQUES LACAN’IN ARZU NESNESİNİN ULAŞILMAZLIĞI
DÜŞÜNCESİYLE İBNÜ’L ARABİ’NİN HAKK’A ULAŞILMAZLIK/TENZİH
DÜŞÜNCESİ ARASINDA BİR KARŞILAŞTIRMA
Cafer ŞEN
Özet: Uzun yıllar Fransa’da psikanaliz ve psikopatoloji öğrenimi gören ve günümüzün saygın
psikiyatr ve düşünce adamlarından biri olan Tunuslu Fethi Benslama, ülkemizde İslâmın Psikanalizi
adıyla çevrilen kitabının bir yerinde şu şekilde bir dip not düşer: “Jacques Lacan'ın İbnü’l Arabi'ye
geri döndüğü bir başka vesile de, 1960'ta, Saint-Louis Fakültesi'nde J.-E Gilson'un daveti üzerine
verdiği bir konferanstır. Jacques Lacan, bize aktarmış olduğu daktilo edilmiş el yazmasında, İbn
Rüşd ile İbn Arabi'nin Endülüs'te karşılaşma ve diyalog dönemini anmaktadır ve psikanalist olarak
tavrının filozoftan çok İbnü’l Arabi'den yana olduğunu ileri sürmektedir”. Burada son yüzyılda
Avrupa düşüncesini psikanaliz ve felsefi çalışmalarıyla etkileyen Lacan’ın, İbnü’l Arabi haberdar
olması, kendini ona yakın hissetmesidir. Bu noktada Lacan’ı İbnü’l Arabi’ye yaklaştıran nedir?
Bunun üzerine düşünüldüğünde Lacan’ın varlık alanında arzu nesnesinin ulaşılmazlığı ile İbnü’l
Arabi’nin varlık alanında Hakk’ın ulaşılmazlığı arasında paralellik değil, bir benzerliğin oluşudur.
Lacan’a göre arzu nesnesi varlık alanında hiçbir zaman bütünüyle yakalanmaz, ele geçirilemez,
çünkü ele geçirildiği anda kişi bu nesne üzerinde elde edemediği, bulunmadığı arzuya yönelir. Bu
nedenle insan, varlık alanında tüm arzularını karşılayacak bir arzu nesnesi arayışı içindedir. Benzer
şekilde İbnü’l Arabi de Hakk’ın varlıkla ilişkisini “Hem Odur”/Teşbih, hem “O değildir”/Tenzih,
“O/O değil” kavramlarıyla açıklar. İbnü’l Arabi’ye göre Hakk, her ne kadar varlık alanında
teşbihle/“O’dur” ile bilinmeye, varılmaya çalışılırsa da Hakk’ın bu varlık alanından kaçan, hiç
yakalanmayan ve dünyada yakalanmayacak olan bir Tenzih/“O değildir” yönü vardır. Hakk’ın bu
yönü sürekli insanın O’nu arzulamasını sağlar.
Anahtar Kelimeler: İbnü’l-Arabî, Jaques Lacan, Tenzih, Arzu Nesnesi
A Comparative Study between Jacques Lacan’s Idea on the Inaccessible Object
of Desire and Ibnu’l Arabi’s Idea on the Inaccessible / Unapproachable God
Abstract: Fethi Benslama who has been studying psychoanalysis and psychopathology in France for
many years and is one of the most respected psychiatrists and thinkers of our time, has a note in one
of his books which is translated as Psychoanalysis of Islam in Turkey. Another occasion when
Jacques Lacan returned to Ibn al-Arabi was a conference in 1960 at the Saint-Louis College upon the
invitation of J.-E Gilson. Jacques Lacan, in his typed typewriter, mention Ibn Rushd and Ibn Arabi's
period of meeting and dialogue in Andalus and argues that his attitude as a psychoanalyst was in
favor of Ibn Arabi rather than a philosopher.
The situation here is that Lacan, who influenced European thought through his psychoanalysis and
philosophical works in the last century, is aware of Ibn Arabi and feels close to him. What makes
Lacan closer to the Ibn Arabi at this point? Considering this, In Lacan's reach of existence, there is
similarity between the inaccessibility of the object of desire and the inaccessibility of God in the
reach of existence of Ibn al Arabi. According to Lacan, the object of desire is never completely
captured in the reach of existence, because it can be seized as soon as it is seized. For this reason,
human beings are in search of an object of desire to meet all their desires in the reach of existence.
Similarly, Ibn al-Arabi explains the relationship of God to existence with ’Both He is he” and “He is
not he”, ‘He / not He’. According to Ibn al-Arabi, although, it is attempted to be known with the “He
is he” in the reach of existence, God has a side that has escaped from this reach of existence and has
never been caught and will not be caught in the world about “He is not he”. This aspect of God
constantly man makes Him desire.
Keywords: İbnü’l-Arabî, Jaques Lacan, Inaccessible, Object of Desire
Prof. Dr., Dokuz Eylül Üniversitesi Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü,
[email protected]
Giriş
Jaques Lacan, Fethi Benslama’nın dikkat çektiği gibi psikanalist olarak tavrının filozoftan çok İbnü’l
Arabi'den yana olduğuna Dinin Zafer başlığıyla toplanan seminerlerinde yer verir. Lacan, burada İbn
Rüşd’ün bir felsefeci olarak İbnü’l Arabi'ye “saygı ve muhabbet” 1184 duyarak önemsediğine dikkat
çeker. Bu önemseme aslında felsefecinin İbnü’l-Arabi’yi kabullendiğini açıkça gösterir. Lacan bu
noktada felsefecilere karşı İbnü’l-Arab’inin gösterdiği tavrı göstermeyeceğini çünkü kendinin yerinin
felsefe değil, hastalarının başucu olması gerektiğini düşünür.
Lacan, Edgar Allen Poe'nun Çalınan Mektup hikayesini çözümlerken aynı zamanda sırrın gündelik
yaşamda dolaşımını ve kurgusunu göstermeye çalışır. Bu hikâyede önemli bir mektup başarılı bir
şekilde eline geçtiğinde vakit kötü neticeler varedecek kişilerden kusursuzca saklanır. Bu saklama
eyleminde mektup/sır gizli bir yere kapatılmaz, herkesin farkedebileceği bir şekilde açıkta
bırakılarak saklanmaya çalışılır. Bu hikâyede “hile aksine o kadar kusursuz biçimde gerçeğe benzer
ki, hakikatin, kendi kurgusal düzenlemesini” açığa vurur. 1185
Hak/Gerçek/Arzu Nesnesi
Çalınan Mektup hikâyesinde görüldüğü gibi Lacan’ın “Gerçek”i/Arzu Nesnesi, simgesel/kültürel
alanda gösterenlerin akışının içinde yer alırken gösterenlerin ise ilizyonla onu sakladığı/örttüğü fark
edilir. Bu nedenle aslında ortada olan Gerçek/Arzu Nesnesi yaşam düğümlenene kadar ortada
görülmez. Benzer şekilde İbnü’l Arabi’ye göre de Hakk’ın tecelli/hicaplarının ortada oluşu da Hakk’ı
gizler. Hiç kuşkusuz ileri sürdükleriyle Jacques Lacan ile ile İbnü’l Arabi kendi durumlarında mutlak
tekil, nevi şahsına münhasır kişilerdir, çünkü her ikisinin de yazdıklarıyle bütün bir düşünce okulu
veya geleneğe bağlanması imkânsızdır. İbni Arabi'nin Şeceretü'l Kevn'nin (Varlık Ağacı) sonlarında
tüm zaman ve mekânların ötesinde bir Hak tasavvurunun olduğu görülür. Bu nedenle varlık alanında
Hak kendinin yanlış anlaşılacağını baştan belirtiyor gibidir. .
"Ben halkı yarattım ve onları Bana davet eyledim. Halbuki onlar hakkımda ihtilafa düştüler. Bir kavim Üzeyr'i
Benim oğlum diye iddia etti ve Bana elleri dardır dediler, bunlar Yahudilerdir. Bir kavim İsa'yı Benim oğlumdur
iddia etti ve Benim oğlumun ve karımın olduğunu söylediler, bunlar da Hıristiyanlardır. Bir takımı Bana ortak
kabul ettiler, bunlar putperestlerdir. Bir takım kimseler Benim suretim var zannettiler, bunlar Mücessime
taifesidir. Bir kavim Beni sınırlı sandılar, bunlar Müsebbibe taifesidir. Bir kavim Beni madum zannettiler, bunlar
Muattıla taifesidir. Bir takım kimseler Benim ahirette görüneceğimi inkar ettiler, bunlar da Mutezile taifesidir” 1186
Bu ifadelerde başlıca iki tehlikeye hem dikkat çekiliyor hem de uzak durmak isteniyor. Bunlardan
biri Hakk’ın, tenzih, yani sıfatlarından tamamıyla mahrum bırakılması ikincisi ise teşbih yani Hakkı
sıfatlarla belirleyip onu sınırlandırmadır. Nasıl ki İbnü’l Arabi hem hiçbir insanın Hakk'a bir tanım
getiremeyeceğini hem de bütünüyle O’nu yansıtamayacağına inanıyorsa, Lacan da “Gerçek”in/Arzu
Nesnesi’nin kendini kolay kolay ele vermeyeceğini, onun ele geçirilemeyeceğini iddia eder. 1187 İşte
ele geçirilmeyen bu Gerçek, Lacan’a göre doğrudan değil, ancak biçimsel mantık yoluyla ortaya
konabilir, ama “negatif bir şekilde, mantıksal biçimselleştirmenin bir açmazı yoluyla: (Gerçek ancak
bir boşluk, bir antagonizma kisvesinde ayırt edilebilir. Gerçeğin ilksel statüsü bir engeldir, bir
başarısızlığın namevcut nedenidir, kendinde pozitif bir ontolojik tutarlılığı olmayan, yalnızca
etkileriyle ve etkileri içinde mevcut olan bir nedendir. Veciz bir dille söylersek: Gerçeği
biçimselleştirmeye çalışırsınız, başarısız olursunuz ve Gerçek bu başarısızlığın ta kendisididir. Bu
yüzdendir ki, Lacancı Gerçek'te, karşıtlar örtüşür. Gerçek hem simgeselleştirilemeyen şey hem de bu
simgeselleştirmeyi önleyen engeldir. Ve bu örtüşme, bir Şey'in ona erişmemizi önleyen engelle
örtüşmesi, yani, epistemolojik başarısızlık ve ontolojik imkânsızlığın üst üste binişi”dir. 1188
Hiç kuşkusuz burada gerek İbnü’l Arabi gerekse Lacan’ı diğer düşünürlerden ayıran husus
Hakk’ın/”Gerçek’in varlık alanına olan içkinliğiyle birlikte bu varlık alanında alltan alta işleyen
1184
Lacan, Jacques, Dinin Zaferi, çev. Deniz Kurt, İstanbul, Altıkırkbeş Yayınları, 2015, s. 70
Lacan, Jacques, “Çalınan Mektup Üzerine Seminer”, Çalınan Poe, Lacan ve Derrida, İstanbul, Birey Yayınları, 2005,
s. 41
1186
Ian Almond, İbni Arabi ve Derrida, Tasavvuf ve Yapısöküm, (çev. Kadir Filiz), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2012, s.
20
1187
Jacques Lacan, Psikanalizin Dört Temel Kavramı Seminer 11. Kitap, (çev. Nilüfer Erdem), İstanbul, Metis Yayınları,
2013, s. 47
1188
Slavoj Zizek, Hiçten Az, Hegel ve Diyalektik Materyalizmin Gölgesi, (çev. Erkan Ünal), İstanbul, Encore Yayınları,
2015, s. 841
1185
unsur oluşudur. Bu özel işleyişi ancak farkındalığa sahip olanlar sezebilir. İşte bu noktada İbnü’l
Arabi felsefeci ve ilahiyatçıların Hakk’ın eşzamanlı aşkınlığını (tenzih) ve içkinliğini (teşbih)
anlayamamalarından dolayı, Lacan ise “Gerçek”in hiçbir zaman bütünüyle dile getirilemeyişi,
göstergelerle ifade edilse bile göstergelerin bizi bu “Gerçek”e değil de başka göstergelere götürüyor
olması dolayısıyla yetersiz kaldığı düşüncesiyle kendisine kadar gelen metafizik arşivinin geniş bir
kısmını kenara koyarlar. Bu noktada İbnü’l Arabi Hakk’ı algılamada doğru yolun ancak “Olursun
sınırlayan benimsersin tenzihi/ Sınırlarsın yine benimsersen teşbihi/ Kabul edersin ikisini birden,
doğru yoldasın” 1189 dizeleriyle verdiği gibi tenzih ve teşbihin aynı anda kabul edilebilmesiyle ortaya
çıkacağını dile getirir. Bu noktada mutlak teşbih ve mutlak tenzih “tek başına alındığında her iki
anlayış da Allah (cc) için bir kayıt olacaktır” 1190
Bu düşünceleriyle İbnü’l Arabi ve Lacan hem kendilerini, önceki düşünürlerden koparmış hem de
sonrakilere bir özgürlük yolu açmıştır. Çünkü, Lacan’ın “Gerçek”e giderken hep “bu değil” tavrıyla
İbnü’l Arabi’nin Hakk’ın varlık alanında bütünüyle ele geçirilemeyişi düşüncesi aslında gerçeğe
giden yolda herhangi bir nesne veya duruma takılıp kalmak değil, bilakis yola devam etmek, sürekli
yolda olmak anlamına gelir. Burada Hakk'ın bilinemezliği ve Gerçek’in elde edilemezliği tam bir
özgürlük doğurur.
Mutlak ve bütünlüğün ele geçirilmeyişinde İbnü’l Arabi, Fütuhat'da 'akıl' kelimesinin "ika1"
kelimesiyle aynı kökten geldiğinde dikkat çekerek felsefeci ve ilahiyatçıların sınırsız ve sıfatsız olan
İlahi Genişliği daralttıklarını ve sınırla öne sürer. Akıl kelimesinin kök itibarıyla “köstek” engel olma
anlamına gelmesinden dolayı felsefeciler ve ilahiyatçılara eleştiriler yönelten İbnü’l Arabi "Her grup
Tanrı hakkında başka bir şeye inanıyor" diyerek “Mutlak”ın bilgisi için kendi spesifık inançları ile
hataya düşen ve bunda ısrar edenlere karşı tölerans göstermez. Özellikle de onun tahammülsüzlüğü
“hem negatif hem de doğrulayıcı teoloji okullarınadır. Hem Tanrı'nın fiillerinden O'nun ifade
edilebileceğini/açıklanabileceğini öne sürenlere (Eşariye fırkası) ve hem de sadece Tanrı'nın ne
olmadığının ifade edilebileceğini, O'nu açıklamak için hiçbir şeyin söylenemeyeceğini düşünenlere
(Mutezililer) karşıdır”1191 Bununla beraber İbnü’l Arabi Hakk’ın “bilinmezliğinin (açığa
çıkmamazlığın) farkına varan farkındalık çeşidine “akıl” ve O’nun tecellisini (açığa çıkmasını)
kavrayan anlayış çeşidine ise “hayal” demektedir. Bu anlamda keşif tam olarak gerçekleştirilmiş ilahi
gerçekliği imgesinde bilen hayaldir” 1192
Bu noktada Lacan da “Gerçek”i/Arzu Nesnesi’ni nesnenin algısı/kavramı dahil olmak üzere “dilin
simgesel düzeninde eksik olanı (tüm dile getirmelerden artakalan, yaklaşılabilen ancak asla ele
geçirilemeyen dışta kalan öge, simgeselin göbek bağı) belirten bir sıfat olarak” 1193 kullanırken
aslında hem simgesel alana dahil edenler hem de bu alandan uzaklaştıranlara karşı durur; çünkü
Gerçek/Arzu Nesnesi simgesel/kültürel alanda ele geçirilmez, onun ama etkinlik alanı bu alandır.
Teşbih ve tenzih noktasında gerek İbnü’l Arabi’nin Hakk’ı gerekse Lacan’ın Gerçek’i/Arzu Nesnesi
hakkında ne bilinebileceği konusu tartışmalıdır. İbnü’l Arabi’nin Hakk’ın/Vücûd’un mahiyeti ve
Onun âlemdeki çoklukla ilişkisi konusundaki öğretisini “O/ O değil" (hüve la hüve)” ibaresi özetler;
çünkü bir şey varolduğu sürece Vücûd’la özdeştir; ama kendisi olduğu sürece de vücûd’dan başka bir
şeydir”1194 Bu ifadelerde Hakk’ın varlık alanına hem içkinliği/ mündemiç oluşu hem de
aşkınlığı/müteal oluşu söz konusudur.
İşte bu noktada yaratmada İbnü’l Arabi’ye göre Nefes-i Rahmani'nin heran aralıksız üflemesi, yok
etmesi ve yeniden yaratması söz konusudur. O’nun yaptığı “bütün eşyanın antik statüsünü ve aslını,
aynı zamanda onların ontolojik hususiyetlerini koruyarak Tanrı'ya yeniden atfetme girişimidir. Böyle
bir düşünce sisteminde, insanın varoluşunun gayesi, ruhunun kutsal aslına tedrici bir yolla, yani bir
dizi makam ve mertebelerden geçerek Tanrı'ya doğru tekamül ettirici bir geri dönüşle "farkına
1189
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, (çev. Ekrem Demirli), İstanbul, Kabalcı Yayınevi. 2006, s. 63
M. Mustafa Çakmakoğlu, İbn Arabî’de Ma’rifetin İfadesi, İstanbul, İnsan Yayınları, 2007, s. 439
1191
Ian Almond, İbni Arabi ve Derrida, Tasavvuf ve Yapısöküm, (çev. Kadir Filiz), İstanbul, Ayrıntı Yayınları, 2012, s.
20
1192
William C Chittick, İbni Arabî (çev. Kadir Filiz), İstanbul, Nefes Yayınları, 2016, s. 30.
1193
Kari Edward Jirgens, (), Marie Emile, Lacan Biyografisi (1901-1981), (çev. Mert Kireççi), MONOKL, 2009, Sayı 67, s. 27
1194
William C. Chittick, Varolmanın Boyutları, Tasavvuf ve Vahdetü’l-Vücûd Üzerine Yazılar, (çev. Turan Koç),
İstanbul, İnsan Yayınları, 2016, s. 288.
1190
varmadır”1195 Pek tabii ki bunu yaparken de insan tenzihçi bir anlayışla Hakk’ı varlık alanında
herhangi bir nesneye indirge(ye)mez. Hakk’ın bir varlığa teşbih edilemeyeceği anlayışından hareket
etmek zorundadır.
Lacancı “Gerçek”i anlamanın zorluğu, kısmen, onun bir “şey” olmayışı olgusuna bağlıdır; o,
dünyadaki ya da insanın bedenindeki ya da hatta “gerçeklik”teki maddi bir nesne değildir” ve
“sembolik düzenle ya da "toplumsal gerçek-lik"le birleşmiştir. Gerçek, bu sosyo-sembolik evrenin
sınırında var olan bilinmeyendir ve bu evrenle sürekli bir gerilim içindedir. Gerçek, aynı zamanda
son derece paradoksal bir kavramdır; toplumsal gerçekliğimizi destekler -onsuz, toplumsal dünya var
olamaz- fakat aynı zamanda onun altını oyar” 1196 Aslında Lacan’ın işaret ettiği “Gerçek”in
toplumsal dünyanın altını oyduğu fikri aslında varlık alanında mutlakın hiçbir zaman inşa
edilemeyeceğine bir kanıttır. Bu nedenle de İbnü’l Arabi “fılozof ve teologlara cevaben ilk jesti,
bizim inşa ettiğimiz bütün Tanrı fikirlerinin ve kavramların altındaki, isim ve sıfatlardan münezzeh
tamamıyla bilinemez, düşünülemez bir Tanrı'yı vurgulamaktır” 1197 Lacan’ın Gerçek’i/Arzu Nesnesi
gibi bütün eylemlerin ve fiillerin kaynağı olan fakat bunların hiçbiri ile tanımlanamayan, ele
geçirelemeyen ve bilinemeyen varlık, kendisi hakkında yapılan simgeleştirmenin ve yapılan her
önermenin dışında etkinliğini sürdürmektedir. Bundan dolayıdır ki İbnü’l Arabi’nin Hakk'ı veya
Lacancı “Gerçek’i tanımlamak, simgeselleştirmek, düşünmek kişinin “kendindeki (bu) düşüncesiyle
(nazar) neye inandığının yaratıcısıdır (halık). İnsan (abd), düşüncesiyle yaratmış olduğu ilahtan
başkasına inanmaz" 1198 İbni Arabi'nin işaret ettiği insanın Hakk’a ait bu inşaları, yaratışları Füsus'ul
Hikem'in sonlarına doğru "ilah-ı mutekat" olarak geçtiği üzere inananın Hakk algısının inananın
eğilimine göre değişitiğini varsayar. Bu da kişinin inandığı Tanrısının yapaylığına bir vurgudur. Suad
El-Hakim’in İbnü’l Arabi Sözlüğü'nde “inanılan ilah” maddesinde yer alan bu duruma göre;
"İlah-ı mutekad kulun akıl veya taklit gücünün yaratıp kalbine sığdırdığı Allah suretidir. O, Allah için bir nitelik
suretidir; her insan bilgisi ve gücü ölçüsünde onu kalbinde barındırır, inanılan Tanrı düşüncesi yeni bir kavram
değildir; o gerçekte bir soyutlama ve isimlendirme işlevinden ibarettir. İbnü'l-Arabi her insanın Rabbine dair bir
fikrinin olması gerektiğini düşünür; her insan bu fikir sayesinde Allab'a yönelir ve onda Rabbini arar. İbnü'lArabi'ye göre, inanılan Tanrı'nın sayısı inanç sahiplerinin sayısıyla artar. Çünkü Allah'ın kulların sayısıyla
gerçekte çoğalması mümkün değildir. Allah'a dair kulda bulunan şey sadece bir surettir, işte insan taptığı ilahının
suretini yarattığında bu ilah, başka bir ifadeyle suret, ilah-ı mutekad [inanılan ilah] diye isimlendirilir. Allah hiçbir
yaratığın ulaşamayacağı ve idrak edemeyeceği salt gerçektir. Dolayısıyla o bilinmezdir. Kulun O'na dair
bilebildiği şey, yaratılmış bir surettir. Bu yüzden kul gerçekte kendisinden başkasına ibadet etmemiştir çünkü
suret kulun kendi ürünüdür……. İnanılan ilah da bir yaratıktır, başka bir ifadeyle Allah'ın rahmetine konu olan,
yani yaratmış olduğu ilahi tecellilerinden birisidir. O halde kul farkında olsa da olmasa da, tapınılan her varlık
veya ibadet edilen her suret Hakk'ın bir tecelligahıdır. Hiçbir şey bu dairenin dışına çıkmaz. Başka bir ifadeyle
sadece zat ve onun tecellileri vardır. Bir ağaca veya yıldıza veya puta tapan, gerçekte herhangi bir tecelligahında
Allab'a ibadet etmiştir. İbnü'l-Arabi "Rabbiniz kendisinden başkasına ibadet etmeyin diye hükmetmiştir" ayetini
böyle yorumlar” 1199
İbnü’l Arabi’nin bu görüşüne benzer bir şekilde Lacan’a göre de kişinin varlık alanında “Gerçek”
olarak nitelendirdiği simgesel olarak kurguladığı bir kabuldür. Lacan bütün kurulan gerçeklerin
kişinin kendi düşünce sistemlerine bağlar. Bu noktada Lacan, kişide hiçbir zaman gerçekten bir
merkez olmayan bir "merkez" kabul eder. Bu merkez başka gösterenlere/ simgesele götüren bir
gösterendir ki bu da yanıltıcı unsurların üzerine temellendirilmiştir.
Gerek İbnü'l-Arabi Hakk’ı gerekse Lacan’ın Gerçek’i/Arzu Nesnesi’ne dair varlık alanındaki bütün
kavramsal önermeler bütün varlığı kapsaymaz ve kuşatamaz. Hak ve Gerçek bu noktada
karşılaştırılamaz, kontrol edilemez ve düşünülemez. Hakk ve Gerçek’in bütün bu kıyaslanmazlığına
karşılık olarak kişinin bunlar karşısındaki acziyeti sınırlılığından kaynaklanır: “O'nu sınırlamayan
O'nu inkar etmez, bilakis halden hale girdiği bütün su retlerde O'nu kabul eder ve O'nun tecelli ettiği
sonsuz suretlerin değerini O'na verir: “Akıl sınırlamadır ve işi tek bir nitelikte sınırlar. Halbuki
hakikat, kendiliğinden sınırlanmaya direnir. Bundan dolayı (ayette belirtilen) bu husus, akıl sahibi
için bir nasilıat ve öğüt değildir. Söz konusu akılcılar, birbirini kafir sayan ve lanetleyen (sınırlı)
1195
Ian Almond, İbni Arabi ve Derrida, Tasavvuf ve Yapısöküm, s. 27
Sean Homer, Jacques Lacan, (çev. Abdurrahman Aydın), Ankara, Phoenix Yayınları, 2013, s. 113.
1197
Almond, Ian, İbni Arabi ve Derrida, Tasavvuf ve Yapısöküm, s. 28
1198
A.g.e, a.g.s.
1199
Suad El-Hakîm, İbnül’l-Arabî Sözlüğü, (çev. Ekrem Demirli), İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2005, s. 361-362.
1196
inanç sahipleridir. Onlara yardım eden yoktur” 1200 İbnü'l Arabi Hakk’ın idrak edilmezliğini kişinin
zaafiyetine, Lacan ise Gerçek’i idrak edememeyii kişinin dilsel yetersizliğine bağlar. Bu noktada
Lacan kişinin dili öğrenmesiyle birlikte kendi gerçekliğine ait bedeni duyumları bilinçdışına ittiğini
bu yönüyle dilsel alana giren kişinin bilinçli varlığın simgesel alanda bütünü ele geçiremeyeceğine
dikkat çeker.
İşte bu nedenledir ki kişinin Hakk ve Gerçek algısı, Hakk'ın tecellisinin ve “Gerçek”in kaçışının
sonsuzluğu dikkate alındığında oldukça sınırlıdır. Dolayısıyla kişi aslında kendi Hakk ve Gerçek
algısını kurarken tecellinin ve kaçışın sonsuzluğuna ait birçok duyum ve düşünce, suretleri/formları
ve misalleri/imgeleri dışarıda bırakır. Lacan da bu noktada kişinin kendi tutarlı dünyasını kurarken
sahip olduklarından daha çoğunu dışarıda bıraktığını, bilinçdışına ittiğini varsayar. Böyle olunca da
kişinin gerek Hak gerekse Gerçek algısı bütün varlık ve duyum alanı düşünüldüğünde oldukça
yetersizdir. Hiç kuşkusuz İbnü’l-Arabî Hakk’ı kendi anlam ve değerlerine göre zincirleyen ve
sınırlayanlara, Lacan ise kendi tutarlık dünyasını kurmak için bu dünyanın dışına daha çok algı ve
duyumu öteleylenlere dikkat çeker. Pek tabii ki burada gerek Hakk’ın gerekse “Gerçek’in yanlış
anlaşılmasından da söz edilebilir. Bu noktada İbnü’l-Arabî Hakk’ı bütünüyle kavramak Lacan ise
yaşamda yolunda gitmeyenleri dikkate alarak “Gerçek”in arkasında giderek bilinçdışı kayanaklı
semptomlarının neye gönderim yaptığını çözümlemeye çalışır. Bu çözümde Lacan gösterenleri
yorumlama açısından gösteren akışını destekleyerek “Gerçek”i arar. Böylesine bir akışı serbest
bırakmamak, ketlemek “Gerçek”i sınırlamaktır.
Bu noktada İbnü’l Arabi ve Lacan’ın Hakk’ı ve Gerçek’i sınrılayanlara itirazları hem benzer
sebeplere dayanır hem de her ikisinin de itiraz ettikleri bir “indirgeme” söz konusudur. Burada
Hakk’ı bütünüyle idrak edememek veya eksik idrak edip algılamak kişinin yaşamında düğümler
meydana getirir. Çünkü kişi kendi eksik Hakk algısını bütün varlık alanına yaymaya çalışarak
inancının içinde kendini güvende hissetmek ister. Bu noktada farklı Hakk algı ve idrakları arasında
çatışmalar bile meydana gelir. Günümüzde yaşanan da budur. Bu dış çatışmalara ragmen bir de eksik
Hakk algısı ve idraki, içsel olarak kişinin arzu ettiğini asla karşıla(ya)maz. Burada kişi eksiklikten
kaynaklanan içsel huzursuzluğunu dışa yansıtır. Benzer şekilde Lacan da otantik ve egzotik duyum
ve algıların ötelenerek kurulan bir yaşamda ötlenenin/bastırılanın mutlaka geri döneceğine dikkat
çeker. Burada adeta öznesiz bir süreç söz konusudur. Kişi bu noktada kendisine bütünüyle sahip
olamadığı gibi kontrolü de kendi elinde değildir.
Bu nedenlerle İbnü’l Arabi Hakk'ın tüm dışlayıcı tahsis edilmelerine karşı olurken Lacan ise
“Gerçek”e/Arzu Nesnesi’ne yönelenin varolabileceğine dikkat çeker. Bu noktada İbnü’l Arabi
Hakk’ıın tam olarak idrak etmeye çalışılması gerektiği üzerinde dururken Lacan ise bütünlüğe yakın
bilinçdışı arzularına ait düşünceleri simgesel alana kaydedilmesi gerektiğine inanır. İbnü’l Arabi’ye
göre Hak tecellilerinde kendisini hiçbir zaman tekrar etmez. İbni Arabi'nin buna temel gerekçesi
Kuran’dan “O, her gün (her an) ayrı bir şe'n [ç.n.: iş, vazife, olay, tasarruf] üzerinedir” ayetidir;
çünkü “geçmiş, geri dönmez. Dönseydi, varlıkta herhangi bir şey tekrarlanmış olurdu. İlahi genişlik
(ile çelişeceği için), varlıkta tekrar yoktur... Hakk'ın dönüşü değişir, tecellileri başkalaşır, mazharları
yinelenmeden çoğalır.” 1201 Bu düşünce Füsus'ta sadece kısaca zikredilmesine rağmen Hakk'ın bu
özelliği Fütuhat'da pek derinlemesine açıklanmıştır.
Lacan ise geçmişin geri döneceğini dile getirirken simgesel alana kaydedilemeyen bir düşüncenin
tekrar tekrar dönerek varolan yaşamı düğümlediğine dikkat çeker. Bu noktada Lacan ile İbnü’l-Arabî
arasındaki paralellik geçmişin yaşanılan anda geçmişte olduğu gibi aynene tekrarı değildir. Lacan
geçmişin geri döndüğü esnada zamana uygun olarak simgesel alana kaydedildiği vakit, herhangi bir
düğümlemenin kalmayacağını düşünür. Benzer şekilde İbnü’l-Arabî de geçmişi donuk bir şekilde
yaşamanın mümkün olmadığını dile getirir. Ona göre suretlerin sonsuz bir hazinesi olan Hakk tekrar
edilemezliğiyle sonsuz bir genişliği imler. Benzer şekilde Lacan da gösterenin sürekli
hareketliliğinden bahseder. Bu hareketlilik bir kez anlamlandırıldığı zaman donuklaşarak
göstergeleşir. Donuklaşan bu anlam/gösterge gösterenin akışı karşısında bütünlüğü ifade etmede
yetersidir. Benzer şekilde İbnü’l-Arabî’ye görer “Tanrı'yı tanımlamak O'nu sınırlamak; onun zatını
izaha girişmek O'nu kısıtlamaktır” ve “Tanrı'ya bir sıradanlık ve öngörülebilirlik dayatarak O'nu
1200
1201
Almond, Ian, İbni Arabi ve Derrida, Tasavvuf ve Yapısöküm, s. 30
Ian Almond, İbni Arabi ve Derrida, Tasavvuf ve Yapısöküm, s. 32
yanlış yere koymaktadır”1202
Gerek İbnü’l-Arabî’nin Hakk’ı gerekse Lacan’ın Gerçek’i/Arzu Nesnesi hiçbir göstergenin
gösteremediği ve hiçbir göstergenin içeremediği bir durumdadır. Bu nedenle de O’nların tözünü
ortaya koymak isteyen her sıfat ve isim tözü karşısında yetersiz kalacaktır. Hiçbir göstergenin Hakkı
tam olarak tanımlayamaması durumu O bir "hicaptan diğer bir hicaba'' hükmü icabı tözün sadece
sıfatları ve isimleriyle idark edilebileceği gerçeğini de ortaya çıkarır. Bu noktada varlık alanı İbnü’l
Arabi’nin “gizlenmesi bizim yüzümüzden, zuhuru ise/ Kendisi sebebiyle olması gibi, Yüceliği
ziyasının aynıdır” 1203 dizeleriyle ortaya koyduğu gibi Hakk’ın zatını/tözünü öreten örtüdür. Benzer
şekilde Lacan da varlık alanında sadece gösterenlerin akışta olduğunu ve her gösterenin yorumunda
başka bir göstergeye ulaşalacağına dikkat çeker. Lacan bu durumu dilin insan üzerindeki
tahakkümüne bağlar. İşte bu noktada İbnü’l Arabi de Hakk'a dair çok hevesli inşa edilmiş gösterge
sistemlerini açıkça tehlike bulur. Aslında Hakk’ı ve “Gerçek”i rasyonelleştirme ve onun hakkında
spekülasyonda bulunmak O’nu zincirlemek, değişken, tekrar edilemezliğini sabitleştirmek, tespit
etmek suretiyle görünümlerin çeşitliliğini tek tipleştirmek, tecellilerinin görünürlüğünün tahmin
edilemezliğini dengelemek ve kontrol etmektir.
İbnü’l Arabî’de tekrar edilmezliğiyle sonsuzluğa uzanan Hakk’ın benzeri, Lacan’de gösterenler arası
sonsuza giden bir akıştır. Bu akışta olan gösteren(ler) onu yorumlar yorumlamaz, yani ona bir anlam
verir vermez gösterge olmak üzere gösteren olmayı bırakır.” 1204 Burada gösteren youmlandığı için
özünde bir gösteren olmayı bırakmaz. Gösteren kaçınılmaz gösteren olarak kalır. Gösteren
yorumlandığı vakit bir varlık için göstergeye dönüşmüş olur. Bir gösteren birisi için gösteren olduğu
andan itibaren artık gösteren değil göstergedir. Bu noktada gösterenin yorumlanarak göstergeye
dönüşü hem sabitleme hem de yanlış anlaşılmadır. Çünkü bir yorum öznenin kurulumu ile ilgili
olduğundan gösterenin yorumunda mutlaka kendiyle fenomenal bir faaliyet gösterir. Hal böyle
gelişince de sonsuza akan gösterenlerin mutlak anlamı yakalanamaz, böylelikle gösterenler hep
yanlış yorumlanır. Burada ise gösterenin tekrar edilemezliğini sözkonusudur. Bu noktada gösteren
mutlak merkezine ulaşılmaz sadece merkezi olmadan bağlamlara ulaşılabilir. Gösteren kendini
yorumlayanlar arasında akar, yakalanıp yorumlandığında ise farklı bağlamlarda üretilerek, bağlamın
değiştirildiği her defasında farklı bir anlam kazanır. Lacan’ın bu gösteren kuramında İbnü’lArabî’nin Hakk’ında olduğu gibi tekrarın imkansızlığı vardır.
Bu noktada artık İbnü’l Arab’nin Hakk’ı ile Lacan’ın “Gerçek”ine/Arzu Nesnesi’ne ulaşma çabası
“nedir den çok ne değil”, varlıktan çok yokluk üzerinden yürür. İbnü’l Arabi “negatif teolog”lara
daha yakındır; çünkü Hakk’ın “sonsuz, mukayese ve tekrar edilemez olduğunu vurgulayarak radikal
bir apofatik anlayış yansıtmaktadır ve bundan ötürü "nazari düşünce" Hakk'ı ifade etmekte daima
yetersiz kaldığını ileri sürmektedir” 1205 Bu anlamda İbnü’l-Arabî inşa edilen yani varolan Hakk’a
değil de, inşa edilmiş olan Hak algısında bütüne ait olan neyin eksik olduğuna dikkati çeker. Burada
varlık üzerinden yokluğu öne çıkarır. Bu çabasıyla o “olumsuzlamanın olumsuzlaması”nı ilke edilen
negative diyalektçilere fazla yakın durur. Çünkü gerek İbnü’l-Arabî’nin Hak anlayışında gerekse
Lacan’ın “Gerçek”ine/Arzu Nesnesi’ne giden yolu mevcut bulunan değil bulunmayan belirler.
İşte bu nedenledir ki İbnü’l-Arabî Hakk’ın bilinebilirliği noktasında “O/O değil (hüve/la hüve”
eşzamanlılığı üzerine ısrar eder. Bu eşzamanlılık, “düalizmin illüzyonunun; yani ya "bu" ya da "şu':
aşkın veya içkin, "orada'' ya da "burada'' olan Tanrı'ya inanmanın temel hatasını ortaya” çıkarır. 1206
Böylelikle Hakk’ı ikili karşıtlıklara göre inşa etme tavrından uzaklaşır. Çünkü ikili karşıtlıklara
dayalı olan inşa edilen Hak algısında "doğru"ya karşı yanlış bilinen ötelenir, dışarıda bırakılır. Bu
noktada İbnü’l Arabi Hakk’ı tenzih eden kişi, O’nu nizama getirmeye çalıştığını düşünür. Burada
tenzihte ötede bıraklının içkinlikten daha fazla olduğu tartışılmaz bir gerçektir. Bu nedenle ikili
karşıtlıklar çerçevesinde tutarlı davranmak adına ruh/beden, doğa/kültür, söz/yazı gibi ikili
karşıtlıklardan birnin diğeri üzerinde tahakkümü görülür. Örneğin "içkinlik" "aşkınlığ''a üstün
1202
A. g. e. a. g. s.
İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiye, C.I., (çev. Ekrem Demirli), İstanbul, Litera Yayıncılık, 2006, s. 32
1204
, J. D Nasıo, Jacques Lacan’ın Kuramı Üzerine Beş Ders, (çev: Özge Erşen-Murat Erşen), Ankara, İmge Yayınevi.
2007, s. 95.
1205
Almond, Ian, İbni Arabi ve Derrida, Tasavvuf ve Yapısöküm, s. 38
1206
A. g. e. s. 40
1203
çıkarılabilir. Fakat bütünlüğe ve Mutlak’a ait bu ötelenen yok edilemez. Ötekinde varolarak
ötelendiği kişinin karşısına dikilip onun tutarlığını tehdit eder. Bu noktada Lacancı psikanaliz ise
ötelenen, ve bastırılanın arzusunun daha da çok arttığını ileri sürer. Bu nedenle dışarıda bırakılan
kendini “Gerçek/Arzu Nesnesi olarak konumlayarak ulaşılmak istenen olarak imler.
Hem İbnü’l Arabi hem de Lacan zıtlıklar üzerine kurulan bir düşünüş ve algının indirgeme olduğunu
düşünürler. Lacan, sadece gösterenin akışını dikkat çektiğinden dil ile kurulan simgesel/kültürel alanı
bir illüzyon olarak kabul eder. Bu noktada göstergeler tözsel değil de diğerlerinden farkla kendini
diğer bir göstergeden ayırdığından kendilerini negatif olarak tanımlayabilmek için daima karşıtlarına
ihtiyaç duyarlar. Lacan için “aşkınlık'' ve "içkinlik'' sadece varolmaları için birbirleri olamadığını
iddia eden birbirine karşıt semantik boşluklar olarak vardırlar. Aşkın, içkin olmadığı için aşkındır,
içkin ise sadece aşkın olmadığı için aşkındır. İbnü’l Arabi ise anlamın eleştirisini yapmaz,
gösterenlerin farkla meydana geldiğini sorgulamaz. Hala “pozitif şekilde kelimelerin bağımsız
anlamlarına inanmakta ve hala bu anlamların bir diğerinin karşıtı olduğunu düşünmektedir. Fakat en
nihayetinde bu Hakk'ta eriyen bir karşıtlıktır. İbni Arabi yeteri kadar paradoksal, her şeyi kapsayan
bir Tanrı'ya inanmaktadır. Aynı zamanda içkin ve aşkın olmaya yeterli imkansız bir Tanrı'ya” 1207
Karşıtlıklar Hakk’ta eridiğinden göstergelerin özsel bir değeri ve anlamı mevzubahis ol(a)maz. Bu
noktada Lacan’ın “Gerçek”i/Arzu Nesnesi ise varolan alanında eksik olduğundan sürekli karşıtının
eksikliğini göstermek için ortaya çıkar. Bu noktada İbnü’l-Arabî Hakk’ın birliğini örteceğinden
karşıtlıkların birinin yüceltilmesini istemez. Lacan’da ise göstergeler “Gerçek”in birer perdesi
konumundadır.
İbnü’l-Arabî Hakk’ın kıyaslanamazlığı, düşünülemezliği üzerinde dururken, Lacan, yapısalcı dil
kuramından haraketle ele avuca sığmaz gösterenler üzerinde durmaktadır. Bu noktada göstrenin
anlamı hiçbir zaman mevcut değildir. Bir göstereni anlamlandırmak ne denli tutarlı olursa olsun, yine
de tamamlanmamışlığın imkânsızlığını barındırır. Bu durum da hiçbir göstergenin Hakk'ı
tanımlayamayacağını, yakalamayacağı, bütünüyle ortaya koyamayacağını gösterir. Bu noktada
Lacancı Gerçek/Arzu Nesnesi göstergelerle inşa edilen her kurulumun altını oyar. Çünkü Gerçek
olanın simgesel/kültürel dünyada muadili ve var olanla ilgili hiçbir kategoriyle ilişkisi yoktur. Bu
nedenle “Gerçek”in ne varlığı ne de özü bilinebilir.
Lacan’ın konumsuz, adlandırılmadan uzak, ele geçirilmez, varolanın ötesinde, zamandışı fakat bütün
varlık alanının dinamiği olarak “Gerçek”i, negatif diyalektiğin ve teolojinin Hakk’ı olan İbnü’l
Arabi’nin Hakk’ına oldukça benzerdir. Bu noktada ne Lacancı “Gerçek”i ne de İbnü’l Arabi’nin
Hakk’ını dilsel/simgesel alanda hiçbir gösterge/gösteren karşılayamaz. Bu durum dilin
yetersizliğinden de kaynaklanmaz, bu durumun nedeni “Gerçek”in ve Hakk’ın varlık alanının dışında
oluşudur. Bununla birlikte varlık alanının altını oyarak oluşu vareden, varolmasına rağmen hiçbir
varlığa ve vasıflarına da benzemez.
Bu noktada Lacancı Gerçek/Arzu Nesnesi ile İbnü’l Arabi’nin Hakk’ı arasında başka bir benzerlik de
ikisinin de düşünülemez oluşudur. Hiçbir gösteren/gösterge O’nun mevcudiyetini bütünüyle
karşılayamaz, adlandırarak sınırlandırılamaz. Bu yapılmaya çalışıldığı an İbnü’l Arabî’nin Hakkı’nın
bir sonraki tecellisi “bu sınırlandırmayı yıkar: Hakk tek bir suret olarak görülemez. O tamamen
düşünülemezdir. Hakk'ın daima farklılaşan izharları, O'nun bir nevi Hakk'ın "gayblığının ilelebet
sürdürmesini" temin etmektedir” 1208 Benzer şekilde Lacancı Gerçek/Arzu Nesnesi açığa
çıkarılamaz, “Gerçek’in denenmesi ve düşün mümkün değildir; çünkü O’ hiçbir mevcudiyeti yoktur.
İbnü’l Arab’inin Hakk’ı ile Lacancı gerçek bütünüyle ne duyumsanabilir ne anlaşılabilir ne de onlar
algılanabilir. Ne bir gösteren ne de bir kavramdır. Hiçbir gösterge, sembol ne Hakk'ı ne de Gerçek’i
bütünüyle işaret edemez. Onlar varlık alanında hiçbir varlığa benzeyemez, tekil varlıklarla mukayese
edilemez.
İbnü’l-Arabî’nin Hakk’ı Mutlak Bilinmeyendir (Gayb-i Mutlak), Bununla birlikte Lacancı
Gerçek/Arzu Nesnesi ise ne hissedilebilir ne de anlaşılabilir çünkü o gösterenlerin akışı içinde var
olmaz, bütünüyle gösterilemez. O her zaman anlamdan önce gelir. Dilin sınırında, varlık alanının
altında işlerken üretir, varlık alanı ise onu saklar. İbnü’l Arabi’nin Hakk’nın gayblığını sonsuzluğu
gibi, Lacancı Gerçek de varlık alanında sıyrılır. Fakat bu alanın içinde içinde çalışır. Bu noktada
1207
1208
A. g. e. s. 41
A. g. e. s. 48
Lacancı Gerçek/Arzu Nesnesi’nin ve İbnü’l-Arabî’nin Hakk'ının dolayımsız olarak, ne olduklarıyla
açıklanamaması fakat dolaylıca, ne olmadığı ile açıklanabilir olması ve “Gerçek”in ve Hakk’ın
düşünülemezliği ve anlaşılamazlığı Lacan ile İbnü’l Arabî’yi olumsuzlamaya dayalı negatif
diyalektik kutbuna yaklaştırır. Bu noktada gerek Lacancı Gerçek gerekse İbnü’l Arabi’nin Hakk’ı
sadece negatif tanımlar, olanlar yanında olmayanlarla, varlık yanında hiçliklerle bilinebilir. İşte
bundan dolayıdır ki Gerçek ve Hakk zaman ve mekandışı olarak kendini varlık alanında sıyırarak
yeniden üretir, kendinin yaratmana yeniden imkân hazırlar.
“Gerçek”in ve Hakk’ın simgesel alan içimdeki ulaşılmazlığı aynı zamanda bir boşluk üretimini de
beraberinde getirir. Bu noktada İbnü’l Arabi’ye göre “hicaptan hicaba geçişlerden başka bir şey yok
çünkü hiçbir ilahi tecelli hiçbir zaman tekerrür etmez. Bundan ötürü Hakk bunun ardında iken
suretler türlü türlüdür. Bir görüntüde veya hicapta olsun olmasın O'nun Zahir isminden başka ondan
hiçbir şeye sahip” değildir insanoğlu. 1209 Hak, varoluşun içinde zahir olan suretlerin ardında daima
görülmeyen Batın olmayı her daim sürdürecektir. Bu noktada “hicap ve perdelerin gerisinde noksan
bir varlık olmaktan münezehtir” 1210 Lacan da benzer bir şekilde insanın yaşadığı varlık alanının dil
ile kurgulandığını bu alanda simgeseli kuran gösteren dışında hiçbir şey olmadığını ileri sürer.
Lacan’a göre kişi simgeselin ortaya çıkardığı boşluk ile oyalanırken İbnü’l Arabi ise yaşanır alanda
"hicaptan hicaba geçişten başka hiçbir şey yoktur' düşüncesini ileri sürer. Bu noktada kişi aslında
birer boşluk ve yokluk olan hicablarla oyalanmaktadır. Bu durumu açıklamak için İbnü’l Arabi ayna
metaforunu kullanır.
"Kendine bir aynada baktığında aynanın kendisini görmeyi dene ve bunu yapamadığını keşfedeceksin... Alıcı
hakikatin aynasında kendi suretinden başka bir şey göremez. O hakikatin kendisini göremez, bu mümkün değildir,
o sadece kendisini [asıl suretini] O'nda görebileceğini bilmesine rağmen. Ayna ve bakan kimsenin hadisesindeki
gibi, o aynada suretini görür fakat aynanın kendisini göremez” 1211
İbnü’l-Arabî’de ayna metaforu “hem Hakk’ın vücûduna ve hem de diğer mertebelere misal olarak
verilebilmektedir. Meselâ Hak ayna olarak algılandığında aynadaki görüntüler Hakk’ın isimleri ve
sıfatları olmaktadır” 1212 Burada Hak, aynanın görülmeyen bölümüdür. Bütün yansımalarda bu kısım
kendi görünmezliğini devam ettirir. Pek tabii ki bu Hakk’ın görünmezliğinin nedeni varlığın
yansımasıdır. İşte aynaya bakanlar kendi yansımalarını Hakk'ınki zannederler. Bu noktada Lacan’ın
ayna teoremi her ne kadar farklı sonuçlara ulaşsa da yine kişinin/bebeğin kendisini aynadaki
görüntüsüyle özdeşleştirmesi aslında yine bir yanılsamdır. Lacan’a göre kişi aynadaki görüntüsü
olmamakla birlikte yine de ilk kez kendisini ideal, organik ve mükemmel olarak yanılsamacı bir
halde duyumsar. Burada Ayna metaforunda görünüşleri meydana çıkaran fakat bir şekilde hiçbir
zaman özüne ulaşılamayan Hakk ve Gerçek söz konususdur. Bu noktada kişi aynadaki yüzeyi
görüntüsüyle silmiştir adeta.
Burada İbnü’l-Arabî’nin Hakk’ı ve Lacan’ın Gerçek’i/Arzu Nesnesi birtakım özellikler bakımından
benzer görünürler. Bu özellikler; gösterenlerin/göstergelerin hiçbirinin Onları karşılayamaması,
devamlı varolanın ötesinde işlemeleri, görülmez, düşünülemez, zamandışı olmaları şeklinde
sıralanabilir. Aslında varolan karşısında tüm bu özellikler varlık alanının/varolanın altını oyar, kaosa
neden olarak şaşkınlık yaratır. Çünkü yerleşik olanı dağıtır, parçalar, sınırları yok eder, tutarlılığı
yıpratır. İbnü’l Arabî, kişinin, Hakk’ın varolan karşısındaki bu tutumu nedeniyle bunlara maruz
kalanların şaşkınlığa, hayrete düşdüğünü ve ortaya çıkan hayretin yolunu takip ettiğinde hidayete
ulaşacağını düşünür. Çünkü “hayret insani algı araçlarının Mutlak’ın bilgisi karşısında aciz
kalmasıdır” 1213 Benzer şekilde Lacan ise gerçeğin varolan karşısında yolunda gitmeyende ortaya
çıktığını ileri sürer. Bu nedenle gerçeğin gösterenleri varolana uyumsuzdur. Bu her ne kadar
simgesel/kültürel alanda “karışıklık” görülse de aslında tekdüze olan bir yaşam tarzı bu karışıklıkla
yeni duyumlara açılır.
1209
A. g. e. s. 53
Muhyiddin İbn Arabi, Risaleler 1, (çev. Vahdeddin İnce), İstanbul, Kitsan Yayınları, 2004, s.52
1211
Ian Almond, İbni Arabi ve Derrida, Tasavvuf ve Yapısöküm, s. 54
1212
, Mahmut Erol Kılıç, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri (Vucûd ve Merâtibü’l-Vücud), Doktora Tezi,
(Danışman: Prof. Dr. Mustafa Tahralı, Marmara Üniversitesi, Sosyal Bilimler Enstitüsü, Temel İslami Bilimleri
Anabilimdalı, Tasavvuf Bilim Dalı, 1995, s. 218.
1210
1213
Ekrem Demirli, Fusûsu’l Hikem, Fusûsu’l Hikem Şerhi, İstanbul, Kabalcı Yayınları, 2006, s. 305.
İşte Hakk’ın isim ve sıfatları kaynaklı yeni tecellileri yerleşik olan üzerinde kişiyi düşünmeye sevk
ederken Gerçek’in varolana müdahalesi ise varlık alanının altını oyar. Bu durumlar karşısında İbnü’l
Arabi kişinin tepkisini “hayret” olarak ortaya koyar. Hayret varolan karşısında yeni durumlar ortaya
çıktığında edinilen farklı algılardır. Bu algılar kişiyi tekinsiz konuma iter. İbnü’l Arabî
hayreti/şaşkınlığı/tekinsizliği “bir hediye, bir kutsal isim, bir vasıta, bir bilgi ve nihai olarak”
bilinenin ve düşünülenin “her şeyin altında yatan "asıl hal” olduğunu düşünür. 1214 Bu noktada
hayret/şaşkınlık alışılmışı, sınırlamaları bozarak yeni duyum ve algılar vareder. Bu nedenle İbnü’l
Arabi şaşkınlığının/hayretin artması taraftarıdır. Çünkü “şaşkınlık, burada inananın bakış açısının
metafizik tuzaklarından kaçması için en iyi yol haline gelmektedir. Bu durumda dile ait fazladan bir
bilgi (gizli bir isim veya gösterge) istemekten ziyade, inananın kafasındaki farklı Tanrı anlayışlarının
-biraz ortodoks, biraz sapkın, biraz samimiyetle içkin, diğerlerine mesafeli ve aşkın- çeşitliliği ile
karıştırarak yapmaktadır. Sayısız farklı suretlerin telaşlandırıcı ve endişe verici birleşmesiyle, insan
"Uluhiyetin asıl durumunun sınırlı veya kısıtlı olmadığını ve O'nun bilenemez olduğunu" gerçekten
anlamaya başlayacaktır” 1215 İbnü’l Arabi kişinin Hakk inşaalarının sürekli kırıldığını düşünür. İşte
bundan dolayı farklı inançlar ortaya çıkar. İbnü’l Arabî’ye göre farklı inançların çok olmasının
nedeni Hakk’ın kişide bütünüyle algılanamayışı ve düşünülemeyişidir.
Bu noktada Lacan da insanın varolan üzerinde “hepsi değil” algısıyla sürekli “Gerçek’i/Arzu
Nesnesi’ni aradığının altını çizer. İşte bu arayış hiçbir zaman sabitlenemez durumlar ortaya çıkarır.
Böylelikle sürekli bir yenilik faaliyeti içinde bulur insan kendini. Böylelikle alışılan, sabitlenen
sürekli kırılmaya tabii tutulur. Lacan’ın “Gerçek”i/Arzu Nesnesi anarşik ve muhaliftir. Bütün
sabitleneni yıkar, yapının düzenini bozuma uğratır. Yeni olanı ortaya çıkarır onu da bozar. Hiçbir
kurulu olan bu bozulmadan kaçamaz. Böylelikle farklı yapılar meydana getirir.
Bu husuta İbnü’l Arabi “inanç" [itikat, akide] için kullandığı Arapça terimin kök anlamının bir
düğümü bağlamak veya bir şeyi sımsıkı bağlamak olduğunu burada belirt”ir ve "her grup Tanrı
hakkında bir şeylere inanıyor" dediği zaman, "her grup Tanrı hakkında belirli bir düğüme bağlanmış"
demek istendiğinin altını çizer. 1216 Bu noktada Lacan da sürekli hareket eden gösterenlerin ancak bir
düğümle anlama bağlanıp sabitleştirbileceği takdirde kültürel/simgesele ait bir şey üretebileceğinin
altını çizer. Kaldıki burada İbnü’l Arabi’ye göre bütünlüğün, tümlüğün ele geçirilmesini önleyerek
inançlardaki çeşitliliği ortaya çıkaran Hakk’ın, Lacan’a göre ise “Gerçek’in/Arzu Nesnesi’nin
ulaşılmazlığıdır.
Bu noktada hem İbnü’l Arabi hem de Lacan olumsuzlamanın olumsuzlanması yöntemini kullanır.
İbnü’l Arabi’nin Kuran'ın, Nuh Suresi’nin çok bilinen bölümlerini yorumlama girişimi buna örnektir.
Arabi, bu surenin bildik anlamlarının ötesine gider. Bu noktada Fusus'un hermenötiği hem bizatihi
şaşkınlık hem de yapısöküm üzerine neredeyse bir ders konumundadır; bu eserde “kötü adamların ve
zalim hükümdarların sempatikçe muamele görmesi, kahramanların cahil ve yanlış yola sapmış
gözükmesi, kınayıcı ayetlerin övgü olarak yeniden yorumlanması, putperestlerin aydınlanmış olarak
gözükmesi, bunların hepsi İbni Arabi'nin şaşırtıcı hermenötiğine bir örnektir” 1217 İbnü’l Arabi ilahi
bir biçimde verilmiş felaketi bir azaptan ziyade bir nimet, olarak yorumlamayı seçer. Arabi’ye göre
Nuh Peygamber Hakk’ın eşzamanlı bir şekilde içkin ve aşkın olmasına vurgu yapmaz. Çürümüş bir
dünyada doğruluğun tek kalesi olduğuna inanan Nuh Peygamber, inanmayanlara ulaşma
teşebbüsünde Hakk’ın içkinliğinden hiç bahsetmeden sadece aşkın yönünün öne çıkarır. İbni Arabi
inanmayanların suda boğulmalarını, sadece günahlarından dolayı verilmiş bir ceza olarak görmez.
Hakk’ın sahilsiz ummanında evliyanın boğulması gibi olarak yorumlar. Bu noktada hayret ile
Hakk’ın bilgisinin denizlerinde boğuldular şeklinde yorumlar. İnatçı putperestler kendi putlarının
(Ved, Suva, Yeğus, Ye'uk, Nesr) şaşırtan bolluğu ile ansızın manevi hayretin sağlayıcısı haline
gelirler. Buna karşı Nuh ise aşkın olarak kabul ettiği Hakk’ın tek taraflı görüşüne bağlıdır. Bu
yorumda manevi tekamülü mümkün kılan hayretin sadece çeşitlilik ile sağlandığı görülür. Nuh'un
kavmi arasında karışıklığa sebep olan putların çeşitliliğidir. Bu karışıklık insanı Hakk’a yakınlaştırır.
Bu noktada bir tapınma nesnesi yeterli gelmez. Bir nesne cahili, açıklığın illüzyonu ile aldatır,
1214
Almond, Ian, İbni Arabi ve Derrida, Tasavvuf ve Yapısöküm, s. 57
A. g. e. s. 60
1216
A. g. e. s. 66
1217
A. g. e. s. 75
1215
yaratıcı düşüncesini karmaşıklaştırmaktan vazgeçirir, inanana kutsalın sadece taptığı heykelde veya
resimde var olduğunu düşündürür. Putların çeşitliliği ortaya çıkınca, kutsalın konumu, mahiyeti akla
sorular getirir. Burada dikkatin dağılması anti-metafıziksel bir araç haline dönüşür. Aklı belirli
nesnelere bağlı zincirlerden kurtararak varolan üzerinde daha bir özgür düşünme haline getirir. Bu
nedenle çeşitlilik, karışıklık ve hayret/şaşkınlık dolayısıyla Hakk’ın neliği üzerinde daha özgür ve
samimice düşünülmeye başlanır. Bununla birlikte inanmayanların Nuh'a katılmayı ve gemiye
çıkmayı reddetmesi trajik bir hata değil, daha çok manen bilgece bir davranış plarak yorumlanır.
Onları Nuh'un gemisinin dar onto-teolojisinden kurtarmakta ve onlara kendinden geçmişçesine
Hakk’ın bilgisinin engin denizinde boğulmalarına imkan tanımaktadır. Onlar, Nuh'a katılmayı ve
onun aşkın yaratıcısına çağrıyı reddetmeleriyle, kendilerine hayret veren hakikatlerinin lehine,
aydınlanmamış bir sarihliği geri çevirmişlerdir. Bunun sonucunu hayatlarıyla ödemişlerdir. Yine de
inanmayanların redlerinin bir sonucu olarak vardığı manevi mertebe Nuh'unkinden daha yüksektir.
Bir kere sular tarafından süpürülüp götürülürler, eğer (Nuh'un bulduğu gibi) karayı bir daha
bulabilseler, bu durum bir kurtuluşu değil, manevi bir düşüşü ortaya çıkarırdı: "Onları sahile
çıkartsaydı -ki kastedilen, doğa sahildir- onları bu yüksek dereceden aşağı indirmiş olurdu” 1218
İbnü’l Arabi bu noktada metinlere post-yapısalcı/yapısökümcü olarak yaklaşır. Bunu yaparken hep
olmayan, dışarıda bırakılan, görmezlikten gelineni öne çıkaır. Bu ise onun metin boşluklarından sızıp
bunları ayıklayıp yeniden birleştirmesiyle ilgilidir. Bu noktada hem hiçbir metnin hem de bu metinde
aktarılanların mutlak olmadığını gösterir. Benzer bir etkinlik Lacan’da da görülür, psikanalizin
arşivini yapıbozuma uğratan Lacan’a yardım eden en büyük etken Gerçek’in/Arzu Nesnesi’nin ele
geçirilmez oluşu ve hem varolanı kurup, ardından bütünlüğü tamamlamadan varolandan sıyrılışıdır.
Benzer durum İbnü’l Arabi’nin insanın inşa ettiği Hakk anlayışı için de söz konusudur. Bu noktada
gerek Lacan’da gerekse İbnü’l Arabi’de kendisinin açığa vurmadan bütün tecellilerin/varlık alanının
içinde işleyen dinamik ve bu alanın varlıklarıyla kendini kamufle eden Hakk/Gerçek vardır. Gerçek
ve Hakk'ın bu işleyişini varlık alanında kimse tam olarak kavrayamaz. Hiçbir simge/gösteren
kendisini Gerçek’e göre ayarlayamaz.1219 Hiçbir teolojik adlandırma ve tanımlama da Hakk'ı bir
surete bağlayamaz. Hakk, sıfatları ve isimlerinin tecelliye gelişiyle görünürden görünüre gelirken,
tıpkı varlık alanında sürekli nesneden nesneye yönelen ve imkânsızı isteyen arzu gibidir adeta.
Gerek İbnü’l-Arabi’nin Hakk’ı gerekse Lacan’ın Gerçek’i/Arzu Nesnesi hem varlık alnına içkin hem
de ondan aşkındır. Burada Hakk varlık alanında bütünüyle düşünülemez, sabitlenemez. Lacancı
Gerçek ise varlık alanı olan “simgeselin de ötesinde tutunandır. Simgeseli mıknatısyabilir ve sadece
mıknatısın aracılığıyla kavranabilir” 1220 Bu noktada Lacancı Gerçek yolunda gitmeyen ve yaşamı
düğümleyen zamanlarda kendini gösterir. Bu durumda da varolan bozulmuş olur. Bu nedenle kişi, bu
gibi bozulma anlarında dünyanın nasıl yapılandığı görmeye başlaken anlam birliklerini yeniden
bağlamlaştırır. İbnü’l Arabi’nin Hakk’ı ve Lacan’ın Gerçek’i her ne kadar varlık alanında içkin
olursa da hiçbir zaman mutlak anlamda, bütünüyle algılanamaz, bilinemez. O’nun hakkında sadece
yorumlar yapılıp, anlamlar üretilerek ilerlenir. Çünkü Hakk zuhur ederken kendi zatını bütünüyle
görünüme getirmez. Aynı şekilde Lacan’ın “Gerçek”i de varlık alanında sadece birşeylerin yolunda
gitmediğini ortaya koymak için görünüp geçer. İşte bu nedenledir ki insan hem Hakk’ı hem de
“Gerçek”i bütünüyle algılayamaz idrak edemez. Sadece kendi psişik durumu ve fikri kurulumlarıyla
Hakk’ı inşa eder, Gerçek hakkında düşünebilir.
Aslına gerek İbnü’l Arabi Hakk’ı ve gerekse Lacan “Gerçek”i ortaya koymaya dair beyhudeliğinin
farkında gibidirler. Hicaptan hicaba geçerek kendini izhar eden Hakk’a karşılık Gerçek ise varolanın
görünmeyeni olarak ilerler. Aslında burada Hak ve Gerçek’in bir sır olarak konumlandığı görülür.
Lakin Hakk ve Gerçek’in varlık alanında içkin oluşları bunların aslında bir sır olmadığının da
ıspatıdır aslında. Sırrın yanılsamacı derinliği sırrın bir sır olmadığıdır. Lacan’de simgesel illüzyon
kurup aslında derinlik vaadederek ilerleyen sığ bir gösteren akışı düşüncesi vardır. Sonu gelmeden
birbirlerini takip eden gösteren akışı söz konusudur. Bu noktada gösterenler en dip noktada
kendilerinden başka herhangi bir şeyi işaret etmezler. Gösterenlerin tözsel mevcut gösterilenleri
yoktur. Bu nedenle gösterenlerin akışında herhangi bir sır meydana gelmemektedir. Buna karşı yine
1218
A. g. e. s. 76
Jean-Pierre Clero, Lacan Sözlüğü, çev. Özge Soysal, İstanbul, Say Yayınları, 2011, s. 54.
1220
A. g. e. s. 53
1219
de gerek İbnü’l Arabi’nin gerekse Lacan’ın yazdıklarında bir bilinmezlik olduğu kanısıyla onlara sır
yüklenir. Bunun da nedeni yazılanlara yüklenen anlamlara bağlıdır. Sır olduğu sürece anlam vardır
ve bir sırrın ifşa oluşu anlamın sonu olmaktadır.
Bu noktada Hakk’ın veya “Gerçek”in bütünüyle ele geçirilemeyişi ona ulaşma arzusunu ortaya
çıkarırve canlı tutar. Bu nedenle insanın arzulaması için gerek Hakk’ın gerekse “Gerçek”in
bütünüyle ortaya çıkmaması, ele geçirilmemesi gereklidir. Zaten varlık üzerinden arzu, yokluğa,
eksikliğe yöneldiğinden kendini tam olarak izhar etmeyen Hakk ve sürekli varlıktan yakasını sıyıran
Gerçek hep arzulanacaktır. Bu nedenle gerek Hakk gerekse Gerçek hakkında ne söylenirse doğru
değildir ve ne söylenilmez ise doğrudur. Lacan’ın işaret ettiği gibi Hak/Gerçek olmadığı yerdedir,
olduğu yerde değildir. Gösterenlerin akışı dolayısıyla Hak ve Gerçek hakkında konuşmak onu
örtmekten başka bir şey değildir. Çünkü gösterenler özneyi başkası için değil kendileri için
gösterirler. Bu da gösterenlerin kendi kendine var oldukları anlamına gelir. Gösterenlerin bu
statüsünden dolayı yapısöküm/demistifikasyon sonucu bozulan her yapı yeni bir mistikleştirme
ortaya çıkar. Bu noktada yapısökümün gösterdiği durum gösterenlerle kurulu yapının bir boşluğu
örttüğü, bu boşluğun yapıbozumla ortaya çıktığı görülür. Bu noktada yapıbozum, göstergelerle
kurulan bir sırrı çözdükçe bir diğerini üretmektedir. Dolayısıyla da Lacan’ın işaret ettiği gibi ortalıkta
gezen bir arzu olduğu gibi anlamlaştırma çabasında da gösterenler dışında bir şey yoktur.
İşte bu noktada anlamın kaynağı sadece bir başkası olmadığı için kendi olan ve özsel/tözsel olarak
anlam taşımayan gösterenlerdir. Bu da hiçliği imler. Bu nedenle varlık alanında insan, İbnü’l
Arabi’nin Hakk’ına vasıl olmak için tecellileriyle/hicaplarıyla uğraşıp öteye gidemezken Lacan da
ise gösterenlerin alanında kalır. Bu da gösteriyor ki kişi için bu hicap ve gösterenlerin ötesi
ulaşılmazlığı nedeniyle, bu alan boşluk ve hiçliktir. İnsanın ulaşamadığı varlığın ve alanının
kalbindeki bu boşluk ve hiçlik Hak noktasında tecelliler/hicaplar, Gerçek noktasında ise gösterenlerle
doldurulur. Burada hicaplar/tecelliler ve gösterenler sitemi sürekli boşluğu, hiçliği örtmek için
sonsuz yeniden tekrarı/devinimi ortaya çıkarır. Bu noktada insanın nüfuz edemediği boşluk ve hiçlik
aynı zamanda hicabı/tecelliyi ve gösteren sistemlerini ortaya çıarır. Çünkü insan hicap/tecelliler ve
gösterem sistemiyle boşluk ve hiçliğin farkına varır. Kişi için asla ulaşamayacağı bu boşluğu kontrol
eden herhangi bir aşkın doğaüstü, mevcudiyet mevzubahis değiidir.
Böylesine bir boşluk ve hiçliği gözardı edenler hala tek sırrın hiçbir sırrın olmadığı gerçeğini
kavrayamamıştır ve bunlar hala gösterenlerin daima gerçek anlamını elde etme çabası içindedirler.
Bunlar karşısındakiler ise gerek Hakk’ın tecellileri/hicapları gerekse gösteren sisteminin akışıyla
kurulan illüzyonu farketmişlerdir. Bu noktada birinciler kurgulanan ilizyonun mutlaklaştırıp gösteren
akışını bir zamanda durdurup tek gerçek kabul ederken ikinciler ise her tecellinin/hicabın veya
göstergeler sisteminin ilizyon varettiğini göstererek varolana eşit, tutkudan, kaygıdan inattan ve
muhayileden yoksun olarak konumlanmışlardır. Böylelikle de yaşamın kırılganlığını daha bir
yaşamaktadırlar.
İbnü’l Arabî’ye göre sırrın çözümü ancak Hakk’ın varlık alanında içkin hem de aşkın olarak idarak
edenler tarafından fark edilebilir. Çünkü bu şekilde bir algıyla kişi bütün manevi ve duyusal
suretlerin onun mazharları, tecellileri olduğunun farkına varacaktır. Bu noktada artık bütün
suretlerden konuşan, bütün gözlerle görülen, bütün duyuşlarla duyulan O olur. İbnü’l Arabi bunu
putperestliğin günahını "Sizin ilahınız Vahiddir" beyanına dayanarak açıklar: “Bu, kulluk sunulan,
ilah edinilen her şeyi kapsayan bir hitaptır. Eğer uluhiyet sırrını, her ibadet eden kişi, mabudunda;
yani mabudu olarak ibadet ettiği nesnede görmeseydi... O'na ibadet etmezdi... [Sapık kimsenin]
sapmasının nedeni, ulûhiyeti ilah olmayana nispet etmesidir. O söz konusu mabuda ibadet ederken
ulûhiyet sırrına ibadet etmiştir ve bu da sadece yüce Allah'a ait bir niteliktir” 1221 Lacan’da ise
konuşanın Büyük Öteki olduğuna dikkat çekilirken aslında insanın sadece arada bir yerlerde olduğu
gerçeğine vurgu yapılır. İşte bu gibi sırları anlamak bir şeyler çözmek anlamına gelmez, sadece
varolanın nasıl işlediğini görmektir. Hiç kuşkusuz burada en önmli sır, varlık alanında yaşayan
insanın kendisinde Hak ile temel bağını, ilişkisini yeniden keşfetmesidir. Burada farkedilemeyen,
çözülemeyen, insanın kendisinin ne olduğunu hatırlayamamasıdır. Çünkü gösterenler veya
hicapların/tecellilerin ilizyonu gerçeğin önündeki perdedir. Bu perdelerin aralanması olumsuzun
olumsuzlamayla mümkün olacak bir durumdur. Bu yapıldığı takdirde insan tecellilerin/perdelerin
1221
Almond, Ian, İbni Arabi ve Derrida, Tasavvuf ve Yapısöküm, s. 124
ardında ulaşılamayan boşlukla yüzyüze gelir. Bu noktada kişi, Hakk’a/ “Gerçek”e ulaşma arzusunu
canlı tutan boşluğu kabul etmeye direnir. İbnü’l Arabi'nin kâmil insanının altında da benzer bir
boşluk hissi yatar. Çünkü o diğer insanlardan farklı olarak tecellinin/hicapların bir ilizyon oldugunun
farkındadır. Bu noktada özsel değere sahip olduğunu varsayan bir özneye hala inanan kişi kendisinin
gösternlerin bir inşası olduğunu kabul etmez. Lacan ise öznenin mutlak bir özdeşleşmeyle ortaya
çıktığını kendisiyle/ “Gerçek’le/ Hakk’la asla özdeşleşme içinde olamayacağının altını çizer. Her
simgesel/kültürel yapı gösterenlerle kurulduğundan uluslar; ideolojiler, ırklar ve bunları meydana
getiren değer ve anlamlar kendi kendine yeterli gerçekler, özler değil sadece, kurulumlardır. Çünkü
gösterenler kendinde menkul özsel mutlaklara göre değil, farklara göre birbirinden ayrılarak varolur.
Onların varolmalarının nedeni boşluk ve hiçliktir. Bu noktada gösterenler, özsel olarak herhangi bir
şeyi işaret edemeyen bir yapıya sahiptir.
İbnü’l Arabi de mutlakları ve özdeşlikleri sorgulayarak bu ontik boşluğu farkeder. Bu boşluk varlığın
kaynağı olarak isimsiz, suretsiz, formsuz “Gerçek”in/Hakk'ın keşfedilme durumudur. Bu noktada
kâmil insan, “Mutlak”ın ulaşıamayacak gayb/boşluk olduğunu fark eder. Lacan için boşluk
gösterenlerin ulaşamayacağı alan ve onun ötesi olurken kâmil insan için varolanın ulaşılmaz ötesidir.
Kişi bu alan karşısında adlandırma ve bütünüyle ele geçirme noktasında tamame yetersizdir. Hakk ve
Gerçek eşzamanlı olarak heryerdedir ve karşılaştırılmazdır. Dolayısıyla da dile getirilmezdir. Hakk
ve Gerçek bütünüyle konuşulamayandır. Bunun nedeni İbnü’l Arabi’ye göre O’nun mutlak
mukayese edilemezliği Lacan’a göre ise hem dilin yetersizliği hem de bütüne sahip olamayıştır. Bu
nedenle gösterenler içinde Hakk ve Gerçek bir "varlık'' değildir, daha çok varlık alanında işleyen,
içkin, daima kendisini yenileyen suretsiz, isimsiz, görünür yüzü olmayandır. Bu nedenle kişinin inşa
ettiği Hak bütüne karşı yetersizliğinden mutlaka bir gün çözülecektir. Çünkü gösterenlerle kurulum
çözümsüz değildir hiçbir zaman. İşte hiçbir zaman şüphelenilmeyen ilizyonu kırıp geçen bu
çözülmelerdir. İllüzyon ile ilişkili deneyimler olan rüya ve fanteziler her iki düşünürün eserlerinde
yer almaktadır. Gördüğümüz dünyanın bir rüya olması fikri İbni Arabi'nin bütün düşünce sisteminde
merkezi bir öneme sahiptir. Bu noktada İbnü’l Arabi ilizyonu hayal olarak kullanmıştır. Hayal,
gerçek bir varlığa sahip değildir. Hayal, Hakk'ın varlığının dışında- kendi başına varlığını sürdüren
ilave bir şey gibi görünür. Bu noktada “ruh ve beden arasındaki berzhi âlemdir. Bu iki âlem aydınlık
ve karanlık, görünmeyen ve görünen, iç ve dış, zâhir ve bâtın, yüksek ve alçak, latif ve kesif, gibi zıt
niteliklere göre karşılaştırılır.Her durumda hayal her iki âlemin niteliklerini taşıyan ve bu iki âlem
arasında bulunan berzahtır” 1222 Lacan ise hayali imgesel alanın içine dahil ederek burada kişinin
“Gerçek’inin kırıntılarının görülebileceğini düşünür. Aslında İbnü’l Arabi rüya ve hayali iliziyonu
vareden olarak görür. Bu nedenle kişi illüzyonun gerçek olduğunu düşünür. Bu noktada düşünülemez
Hakk'a olan bağımlılık, kişiyi perdeler. Hakk’tan bağımsız şeyler işaret edildiği düşünüldüğünde
insanın aldandığı ileri sürülür. Benzer illüzyon inançlar tarafından da sürdürülür. Halbuki her
gösteren bir şekilde kendisinden daha somut, daha gerçek bir şeyi imlemez. İllüzyona inananlar
gösterilenin her zaman zaten gösteren durumunda olduğunu anlamaz durumda değiller.
İşte sadece gösterenlerin akışının gerçekleştiği bir alanda bütün anlamlar, bir boşluğun temsilinden
ibarettir. Burada İbnü’l Arabi’deki boşluk Hakk'ın mutlak bilinemezliğinin ortaya çıkardığı bir
durumdur. Burası kendisinden hiçbir zaman bir şeyler açığa çıkarmadan anlama/tecelliye izin veren;
sessiz, hareketsiz, derinliklerine varılamaz bir yerdir. O mahiyetten' yoksun, en ufak bir hareketin
olmadığı yerdeki esas karanlıktır, o mutlak gaybtır. Bu noktada Hakk’ın düşünülemez boşluğuyla, bir
göstergeden diğerine farklılaşan ve daima kendisini tamamen kavranılmaz bir şekilde sürdürerek
farklılıklar üreten Lacan gösteren kuramıyla ortaya çıkan boşluk arasında bir benzerlik. Lacan’ın
sadece gösterenlerin hareketiyle ortaya çıkan dipsiz veya yüzeysiz boşluğa karşılık İbnü’l Arabi’nin
boşluğu bir ebediyeti sembolize eder.
Sonuç:
İbnü’l Arabi ve Lacan’ın Hakk'ın/”Gerçek”in mutlak ele geçirilmezliği ve kavranamazlığı üzerine
olan ısrarı; metafıziki sınırlamalarının ötesine uzanarak her türlü sabitlenmeyi yarıp geçer. Bu
nedenle mevcut benzer inanç ve bütün kimliklerin kökünde gizlice yatan dipsizliği ortaya çıkararak
1222
William C Chittick, Hayal Âlemleri İbn Arabî ve Dinlerin Çeşitliliği Meselesi, (çev. Mehmet Demirkaya), İstanbul,
Kaknüs Yayınları, 2016, s. 104
bu tür kimliklerin illüzyonunu bozar. Özde varolmuş olarak kabul edilen yapıları sarsar. Hiçbir
zaman sorgulanmayan mutlaklar ve hakikatler hakkında sarsılamz olarak kabul edilen özgüveni
gözden geçirmeyi sağlayarak tekinsiz konum yaratır. Bu tekinsizlikte özne artık kendinden
uzaklaştıarak Öteki'ne yüklediklerine daha da açık olmaya başlar. Bu nedenle Öteki’nin farklılığıyla
karşı karşıya gelebilmek için kendinin Öteki hakkındaki bütün (ön)yargılarını askıya alır. Bu aslında
öznenin özgüveninin sarsılışı merkez olmasından çıkışıdır. Bu noktada İbnü’l Arabî’nin “kâmil arifi
kendisinin ibadet ettiği merkezin aslında merkez olmadığını bir kere fark etmesiyle beraber, Hakk'ı
bütün tecellileriyle, kendi teolojik inşalarını "mahaline" karıştırmadan, kabul etmeye yetkin” olur 1223
Bu düşüncelerden artık kişinin Hak anlayış ve algısının kendi inşa ettiği ve Hakk’ı bütünüyle
karşılamadığı sonucuna varılabilir. Yine “Mutlak” ve “Hakikat" olarak kabul edilenlerin de her
zaman tartışılabileceği ortaya çıkar.
Hiç kuşkusuz İbnü’l Arabi’nin Hakk’ın varlık alanında bütünüyle kavaranılamayacağı ve Lacan’ın
“Gerçeği’nin/Arzu Nesnesi’nin ele geçirilmezliği; hem özneyi yıkarak öznesiz süreci başlatır hem de
bir Öteki olarak Hakk’a karşı temellenmiş olan mükellefiyetleri/ borçları ortadan kaldırır. Bu noktada
öznenin Öteki olarak kabul ve inşa ettiği Hakk’ın çözülüşü özneyi de çözer. Şöyeki J. P. Sartre,
Dostoyevsky’den “Tanrı olmasydı her şey mübah olurdu” sözünü aktararak insanın yaşamdaki
davranışlarını bir nedene/Tanrı’ya bağlayarak yaşamını devam ettirdiğini ileri sürer. Sartre’a göre
herhangi bir nedene dayanmadan yaşayan birey daha güçlüdür. Bu nedenle Sartre/Varoluşçuluk
herhangi bir nedene dayanarak yaşamayan güçlü özneyi yetiştirmeye çalışır. İşte İbnü’l Arabi kişinin
inşa ettiği yaratcının bütünüyle Hakk’ı karşılamadığını ileri sürerek Sartre’ın kişi için güçsüzlügü
ortaya çıkardığını idda ettiği nedeni yüzyıllar öncesinden yıkıma uğratmıştır. Çünkü kişinin inşa
ettiği Öteki/Hakk’ın dağılması halinde kişinin tutarlılığı da dağılır. Bu noktada karşısında
konumlanabilecek herhangi bir Öteki/Hakk olmadığından kişinin Hakk ile olan ilişkisinden
temellenmiş gelenekler ve adetler de erir, mutlaklık üzerine temellenmiş Hakk anlayışını
sınırlandıran spesifık pratikler yok olur.
Hiç kuşkusuz kişi bu erime karşısında direnç gösterir; düşünsel seviyeyi aşağıya çeker, gerçekliğin
tek bir versiyonununu seçer ve İbnü’l Arabi ve Lacan’ın işaret ettiği karmaşıklığın getirdiği kaygıya
karşı yolunda gitmeyeni görmeyip kendini avutur. Bu noktada insan, güvende olduğuna, yiliğin hem
dış hem de iç dünyalara üstün geleceğine dair bir yaşam-destek yanılgısı inşa eder. 1224 Dünyada
iyiliğin karşısında kötü gidişi bir istisnaymış gibi kabul ederek gerçekliğin dışına iter. Halbuki
yaşamın gerçekiği iyilik kadar kötülüğü de içinde barıdırır. Bunu kabul etmemek gerçekliği
çarpıtmaktır. Bunun tersini yapan ise “kırılganlığı yüzünden normal insanlar tarafından kulanılan
inkâr biçimlerini kullanmaz”, çünkü “normal olabilmek için ruhasl durumumuzun içsel temsilinin ve
diğer insanlara bakış açımızın nasıl değiştiğiyle alakalı hem kendi zihnimizdeki hem de toplum
hayatına katılımdaki karmaşıklığın bilinçli farkındalığını azaltmak zaorundayız” 1225 Aslında öznenin
kendiliğinin bir yanılsama, doğanın en karmaşık aldatmacası olduğu ileri sürlen bir gerçektir. Ancak
“hileler ve illüzyonlara dair tüm bu söylenenler temel bir gerçeği perdeler: Kendiliği kaldırırsanız,
üstünde hileler gerçekleştirilen, illüzyonun öznesi olan ben kalmaz” 1226 Bu noktada İbnü’l Arabi’nin
Hak ve Lacan’ın Gerçek/Arzu Nesnesi anlayışları ve algıları eksiği değil de bütünü kucaklamayı
gerektirir.
Bununla birlikte son yıllarda yapılan psikiyatri çalışmaları öznenin metafizik deneyimleri de dâhil
olmak üzere bütün yaşam deneyimini beyin haritalarına göre ortaya çıkan fenomenal algılar
olduğunu klinik verilere dayanarak idda eder. Bu noktada “ben dediğim şey de. Biz kendimizi
bildğimiz haliyle fenomenal yaşantıyız. Rüyayı gören değil, fiziksel beynimizin noral faaliyetiyle
kuruan rüyadaki öğeyiz. Biyolojik olarak insan, nöral faaliyetiyle oluşan veya (ontolojik olarak buna
özdeş olan) fenomenal dünya içinde fenomenal bir temsil olarak vaar olduğu kadarıyla “dünya-içinde
varlık”tır” 1227 Bu bilgiler İbnü’l Arabi’nin de ortaya koyduğu kişinin Hak algılayışının öz(n)el
1223
Ian Almond, İbni Arabi ve Derrida, Tasavvuf ve Yapısöküm, s. 163
Christopher Bollas, Güneş Patladığında, Şizofrenin Gizemi, (çev. Mehmet Gürsel), İstanbul, Yapı ve Kredi Yayınları,
2018, s. 155.
1225
A. g. e. a. g. s.
1226
Anil Ananthaswamy, Ya Ben Yoksam, Benliğin Labirentinde Bir Gezinti, (çev. Duygu Akın), İstanbul, Yapı Kredi
Yayınları, 2018, s. 19.
1227
Saffet Murat Tura, Beynin Gölgeleri, Bir Psikyatri Felsefesi, İstanbul, Metis Yayınları, 2018, s. 178.
1224
olduğuna dair düşüncesini destekler niteliktedir. Bu noktada kişinin Hak algısı onun beynin
haritalarına göre oluşan fenomenal bir inşadır. Bu nedenle hem bütünüyle hakkı karşılamaz hem de
kişi açısından öznesiz bir süreci başlatır. İşte buradaki problem ve dünyayı çekilmez kılan, İbnü’l
Arabi’nin ortaya koyduğu gibi fenomenal Hak algısınının mutlaklaştırılarak başka insanlara kabul
ettirme çabasıdır.
Kaynakça
Almond, Ian, İbni Arabi ve Derrida, Tasavvuf ve Yapısöküm, çev. Kadir Filiz, İstanbul, Ayrıntı
Yayınları, 2012.
Ananthaswamy, Anil, Ya Ben Yoksam, Benliğin Labirentinde Bir Gezinti, çev. Duygu Akın, İstanbul,
Yapı Kredi Yayınları, 2018.
Bollas, Christopher, Güneş Patladığında, Şizofrenin Gizemi, çev. Mehmet Gürsel, İstanbul, Yapı ve
Kredi Yayınları, 2018.
Çakmakoğlu, M. Mustafa, İbn Arabî’de Ma’rifetin İfadesi, İstanbul, İnsan Yayınları, 2007.
Chittick, William C. Hayal Âlemleri İbn Arabî ve Dinlerin Çeşitliliği Meselesi, çev. Mehmet
Demirkaya, İstanbul, Kaknüs Yayınları, 2016.
Chittick, William C. İbni Arabî çev. Kadir Filiz, İstanbul, Nefes Yayınları, 2016.
Chittick, William C., Varolmanın Boyutları, Tasavvuf ve Vahdetü’l-Vücûd Üzerine Yazılar, çev.
Turan Koç, İstanbul, İnsan Yayınları, 2016.
Clero, Jean-Pierre, Lacan Sözlüğü, çev. Özge Soysal, İstanbul, Say Yayınları, 2011.
Demirli, Ekrem, Fusûsu’l Hikem, Fusûsu’l Hikem Şerhi, İstanbul, Kabalcı Yayınları, 2006.
Homer, Sean, Jacques Lacan, çev. Abdurrahman Aydın, Ankara, Phoenix Yayınları, 2013.
İbn Arabî, Fütuhât-ı Mekkiye, C.I., çev. Ekrem Demirli, İstanbul, Litera Yayıncılık, 2006.
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l Hikem, çev. Ekrem Demirli, İstanbul, Kabalcı Yayınevi. 2006.
Jirgens, Kari Edward, (2009), Marie Emile, Lacan Biyografisi (1901-1981), çev. Mert Kireççi,
MONOKL, Sayı 6-7.
Kılıç, Mahmut Erol, (), Muhyiddin İbnü’l-Arabî’de Varlık ve Mertebeleri (Vucûd ve Merâtibü’lVücud), Doktora Tezi, (Danışman: Prof. Dr. Mustafa Tahralı, Marmara Üniversitesi, Sosyal
Bilimler Enstitüsü, Temel İslami Bilimleri Anabilimdalı, Tasavvuf Bilim Dalı, 1995.
Lacan, Jacques, “Çalınan Mektup Üzerine Seminer”, Çalınan Poe, Lacan ve Derrida, İstanbul, Birey
Yayınları, 2005.
Lacan, Jacques, Dinin Zaferi, çev. Deniz Kurt, İstanbul, Altıkırkbeş Yayınları, 2015
Lacan, Jacques, Psikanalizin Dört Temel Kavramı Seminer 11. Kitap, çev. Nilüfer Erdem, İstanbul,
Metis Yayınları, 2013.
Muhyiddin İbn Arabi, Risaleler 1, çev. Vahdeddin İnce, İstanbul, Kitsan Yayınları, 2004.
Nasıo, J. D (), Jacques Lacan’ın Kuramı Üzerine Beş Ders, çev: Özge Erşen-Murat Erşen, Ankara,
İmge Yayınevi. 2007.
Suad El-Hakîm (), İbnül’l-Arabî Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, İstanbul, Kabalcı Yayınevi, 2005.
Tura, Saffet Murat, Beynin Gölgeleri, Bir Psikyatri Felsefesi, İstanbul, Metis Yayınları, 2018.
Zizek, Slavoj, Hiçten Az, Hegel ve Diyalektik Materyalizmin Gölgesi, , çev. Erkan Ünal, İstanbul,
Encore Yayınları, 2015.
EDİP, ŞÂİR VE MUHADDİS BİR İLİM ADAMI: SÂDEDDİN MUHAMMED B.
MUHYİDDİN İBNÜ’L-ARABÎ
Murat Zengin1228
Özet: Türkiye Selçukluları döneminde Malatya şehri, önemli bir ilim, kültür ve siyaset
merkezi idi. I. Gıyâseddin Keyhüsrev, oğlu İzzeddin Keykâvus’u Malatya şehrine
melik/şehzâde olarak atadı. Oğlunun akıl hocası olarak ise Mecdüddin İshak’ı tayin etti.
İzzeddin Keykâvus’un melikliği döneminde Malatya, özellikle ilmî ve kültürel yönden bir
cazibe merkezi haline geldi. Vahdet-i vücûd felsefesi temsilcisi Şeyhü’l-ekber Muhyiddin
İbnü’l-Arabî, Bağdat’ta iken Mecdüddin İshak ile görüşmüş ve onun daveti üzerine 1206’de
Malatya’ya gelmiştir. İlk kez geldiği Malatya’da kısa süre kalan İbnü’l-Arabî, Türkiye
Selçuklu başkenti Konya’yı ziyaret ettikten sonra Halep ve Dımaşk gibi dönemin önemli
bilim merkezlerine gitti. 614/1217-18’te yeniden Malatya’ya geldi. Fasılalarla yaklaşık altı yıl
Malatya’da ikâmet eden İbnü’l-Arabî, meşhur eseri Tercümanü’l-eşvâk’ı 1218’de burada
kaleme aldı. Ayrıca, Mecdüddin İshâk’ın ölümü üzerine dul kalan hatunu ile onun vasiyeti
üzerine evlendi. Mecdüddin İshak’ın oğlu Sadreddin Konevî’yi hem üvey babası hem de
hocası olarak yetiştirdi. İbnü’l-Arabî’nin Mecdüddin İshak’ın hatunuyla olan izdivaçından
Ramazan 618/Ekim-Kasım 1221’de Sâdeddin Muhammed adlı oğlu dünyaya geldi. Sadeddin
Muhammed, İbnü’l-Arabî’nin iki oğlundan biridir. Dünyaya geldiği Malatya’da kısa bir süre
kaldıktan sonra babası ile birlikte Dımaşk’a yerleşti. Edebiyat, şiir ve hadis alanlarında
kendisini yetiştiren Sâdeddin, Cemâziyelâhir 656/Haziran-Temmuz 1258’de otuz sekiz
yaşında iken Dımaşk’ta vefat etti ve babası ile ağabeyinin de medfûn olduğu Kâsiyun
Dağı’nın dibindeki Zeki Türbesi’ne defnedildi. Tebliğimizde Sâdeddin Muhammed’in
biyografisi hakkında bilgi verilerek divanındaki şiirlerden örnekler sunulacaktır.
Anahtar Kelimeler: İbnü’l-Arabî, Sadeddin Muhammed, Mecdüddin İshak, Malatya, Şiir
Letters, Poet and Hadis scientist a scientist: Sādeddīn Muhammad b. Muhyiddīn Ibn al-Arabī.
Abstract: The city of Malatya was the center of a major science, culture and politics in
during the Anatolian Seljuk. Gıyāseddin Keyhüsrev appointed his son İzzeddin Keykāvus to
the city of Malatya as malik/prince. Mecduddīn Ishāk appointed as the mentor of his son.
Malatya became a center of attraction especially in scientific and cultural terms during the
period of Izzeddīn Keykāvūs. The representative of the Vahdet-i vücûd philosophy was
Şeyhü’l-Ekber Muhyiddīn Ibn al-Arabī, when he was in Baghdad he met with Mecduddīn
Ishak and in 1206, upon his invitation, he came to Malatya. Ibn Arabī remaining in Malatya
in a short time, after visiting Konya, where the capital of the Seljuk and went to significant
scientific centers such as Aleppo and Damascus. In 614 / 1217-18 again came to Malatya. Ibn
al-Arabī, who lived in Malatya for about six years with chapters, wrote his famous work
Tercümanü’l-Eşvâk in 1218. In addition, on the death of Mecduddīn Ishāk, he married to his
partner. Mecduddīn Ishāk’s son Sadreddin Konevī was raised as both a stepfather and a
teacher. Ibn al-Arabī's son Sādeddīn Muhammad was born with the hatred of Mecduddīn
Ishāk, on Ramadan 618 / October-November 1221. Sādeddīn Muhammad is one of the two
sons of Ibn al-Arabī. After a short stay in Malatya, where he was born, he settled down in
Damascus with his father. Sâdeddin, who educated himself in the fields of literature, poetry
1228
Dr. Öğr. Üyesi, İnönü Üniversitesi Fen-Edebiyat Fakültesi, Tarih Bölümü
[email protected]
and hadith, died in Damascus at the age of thirty-eight in Cemāziyelāhir 556/June-July 1258,
and was buried in the Tomb of Zeki at the base of the Kāsiyūn Mountain, where his father
and brother were also included. In this paper we will give some information about the
biography of Sādeddin Muhammad and examples of poems in his divan will be presented.
Key words: Ibn al-Arabī, Sādeddīn Muhammad, Mecduddīn Ishāk, Malatya, poetry.
Giriş
1165 yılında Endülüs’e bağlı Mürsiye’de dünyaya gelen İbnü’l-Arâbî, tasavvuftaki otoritesine
binaen “Şeyhü’l-ekber”, dinî ilimlerdeki marifetine binaen de “Muhyiddin” lakabıyla
anılmaktadır.1229 Sekiz yaşında Sevilla’ya taşınan İbnü’l-Arabî, burada ünlü filozof İbn Rüşd ile
tanıştı.1230 İlmini ve irfanını arttırmak amacıyla Tunus’a giden İbnü’l-Arabî, iki yıl sonra yeniden
Sevilla’ya döndü. 1200 yılında hac farizasını ifâ için Mekke’ye gitti.1231 Ardından Tunus’a döndü ve
1201’de Mısır ve Kudüs üzerinden ikinci kez Mekke’ye yöneldi. Fütûhât-ı Mekkîye adlı eseri
kendisine bu gidişinde ilham edildi. İbnü’l-Arabî, iki buçuk yıl sonra Bağdat’a gitti. Çocukluk
arkadaşım diye tanımladığı1232 ve o sırada Bağdat’ta bulunan Türkiye Selçuklu Devleti’nin önemli
ilim ve devlet adamlarından Mecdüddin İshak’ın daveti üzerine Anadolu’ya yönelerek önce Musul’a,
sonra Urfa’ya ve ardından Diyarbekir’e gitti.1233
Türkiye Selçuklu Devleti hükümdarı I. Gıyâseddin Keyhüsrev, oğlu İzzeddin Keykâvus’u
Melik olarak Malatya’ya atamış ve eğitimiyle meşgul olmak üzere Mecdüddin İshâk’ı oğlunun
lalalığına getirmişti. İbnü’l-Arabî, kadim dostu Mecdüddin’in Malatya’da bulunması ve önceki
daveti üzerine 1206’da ilk kez Malatya’ya geldi.1234 Malatya, Türkiye Selçuklu Devleti’nin önemli
ilim merkezlerinden biri idi. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, ilk kez geldiği Malatya’da çok uzun kalmadı.
Sultan Gıyâseddin Keyhüsrev, Mecdüddin İshak’ı başkent Konya’ya davet edince İbnü’l-Arabî de
onunla birlikte Konya’ya gitti.1235 Konya’da ünlü mutasavvıf Evhâdüddin Kirmani ile tanışan İbnü’lArabî tekrar Mekke’ye gitti. Mekke’de bir süre kaldıktan sonra yeniden Konya’ya gelen İbnü’lArabî, 615/1218’de Malatya’ya yerleşti.1236
Sâdeddin Muhammed b. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Hayatı
Muhyiddin İbnü’l-Arabî, dört evlilik yaptı: İlk evliliğini Sevilla’da Abdûn el-Bicâî’nin
kızıyla; ikinci evliliğini Mekke’de Emir Yûnus b. Yûsuf’un kızıyla; üçüncü evliliğini Malatya’da
Mecdüddin İshak’ın ölümüyle dul kalan hatun ile ve son evliliğini ise Dımaşk’ta Dımaşk Mâlikî
kadısı Zevâvî’nin kızı ile yaptı.1237 Mekke Emiri’nin kızıyla olan evliliğinden ilk oğlu Muhammed
İmâdüddin; Mecdüddin İshak’ın ölümüyle dul kalan ve Sadreddin Konevî’nin annesi olan Güher
Hatun1238 ile olan izdivacından da tebliğimize konu ettiğimiz Sâdeddin Muhammed dünyaya geldi.
İbnü’l-Arabî, ikinci kez Malatya’ya yerleştikten sonra kadim dostu Mecdüddin İshak’ın
vefatı üzerine dul kalan eşi ve Sadreddin Konevî’nin annesi olan Güher Hatun ile evlendi. 1239
Mecdüddin İshak’ın ölüm tarihi kesin olarak bilinmemekle birlikte 1215-1220 yılları arasında öldüğü
tahmin edilmektedir.1240 Kaynaklar, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin oğlu Sâdeddin Muhammed’in
1229
Nihat Keklik, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, İstanbul, ty., s. 63; Mahmud Erol Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, DİA, C.
XX, İstanbul 1999, s. 520-522.
1230
Nihat Keklik, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, s. 64.
1231
Nihat Keklik, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, s. 68, 135.
1232
Endülüs kökenli olan Mecdüddin İshak ve İbnü’l-Arabî, 12. Yüzyılın ikinci yarısından itibaren Avrupa’da başlayan
ve Rekonkista olarak adlandırılan “Müslümanları Avrupa’dan atma hareketi” sonucu Anadolu’ya gelmişlerdi. Bkz.
Mehmet Ali Hacıgökmen, “Türkiye Selçukluları Şehzade ve Sultanlar Muallimi Mecdüddin İshak”, Belleten,
LXXVI/276, (Ağustos 2012), s. 420, 424.
1233
Mahmud Erol Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, DİA, C. XX, İstanbul 1999, s. 520-522; Mehmet Ali Hacıgökmen,
“Mecdüddin İshak”, s. 424.
1234
Nihat Keklik, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, s. 152.
1235
Mahmud Erol Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, DİA, C. XX, İstanbul 1999, s. 520-522.
1236
Nihat Keklik, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, s. 164.
1237
Mahmud Erol Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, DİA, C. XX, İstanbul 1999, s. 520-522.
1238
Mehmet Ali Hacıgökmen, “Mecdüddin İshak”, s. 420.
1239
Abdurrahman Câmî, Nefâhatü’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds, Trc: Lâmiî Çelebî, İstanbul 1998, s. 769.
1240
Mehmet Ali Hacıgökmen, “Mecdüddin İshak”, s. 427; a. yazar, “Mecdüddin İshak”, DİA, Ek-2. Cilt, İstanbul 2016, s.
210-211.
Malatya’da Ramazan 618/Ekim-Kasım 1221’de doğduğu konusunda ittifak etmektedirler.1241 Bu
bilgiden, Mecdüddin İshak’ın 1220 belki de önceki bir tarihte vefat ettiği anlaşılmaktadır.
Sâdeddin Muhammed’in annesi olan Güher Hatun, bir sultan câriyesi idi.1242 İlk eşi olan
Mecdüddin İshak, Türkiye Selçuklu Sultanı II. Kılıçarslan’ın Malatya Dânişmendli Emirliği’ne son
verdiği 1178 yılı civarında sultanın emriyle Malatya’ya yerleşmişti.1243 Sultan II. Kılıçaraslan’ın
Mecdüddin İshak’a olan hürmeti nedeniyle onu câriyelerinden biriyle evlendirdiği tahmin
edilmektedir.1244 Mecddüdin İshak’ın İzzeddin Keykâvus’un terbiyesiyle ilgilenmek üzere
Malatya’da bulunduğu 1209 yılında Güher Hatun’dan Sadreddin Konevî dünyaya gelmiştir.1245
Dolayısıyla Sadreddin Konevî, Sâdeddin Muhammed’in üvey kardeşidir.
Ramazan 618/Ekim-Kasım 1221’de Malatya’da dünyaya gelen Sâdeddin Muhammed’den
bahseden kaynaklar, onun ilmî ve edebî yönünü vurgulayıp hayatı hakkında çok az bilgi
vermektedirler. Bu nedenle Sâdeddin’in ilk yılları hakkındaki bilgilerimiz yok denecek kadar azdır.
Sadeddin, babası Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin 1223 yılı civarında Malatya’dan ayrılıp Dımaşk’a
yerleşmesi üzerine buraya gitti ve vefatına kadar Dımaşk’ta kaldı. İlmî ve edebî faaliyetleri dışında
Sâdeddin’in Dımaşk’taki faaliyetleri hakkında da yok denecek kadar az bilgi sahibiyiz. Dönemin
kaynakları Sâdeddin’in Dımaşk’ta vefat ettiği ve babasının kabrinin yer aldığı Kâsiyun Dağı
eteklerindeki Sâlihîye bölgesinde bulunan Beni Zeki Türbesi’nde medfûn olduğu hususunda ittifak
ederken ölüm tarihi hususunda ihtilaf etmektedirler: Zehebî, Sâdeddin Muhammed’in otuz sekiz
yaşında ve Cemâziyelâhir ayında; Safedî ve Makrizî 656/1258’de vefat ettiğini kaydederlerken
Kutûbî, bu üç müelliften farklı olarak 686/1287-1288’de vefat ettiğini kaydetmektedir. Kutûbî’deki
686 tarihinin bir istinsah veya kâtip hatası olma ihtimalini de göz önünde bulundurarak Sâdeddin’in
Cemâziyelâhir 656/Haziran Temmuz 1258’de otuz sekiz yaşında öldüğünü kabul edebiliriz.1246
İlmî ve Edebî Faaliyetleri
Sâdeddin Muhammed’den bahseden kaynaklar ittifak ile onun edebî yönünü
vurgulamaktadırlar. Kendisinden muhaddis, edip ve şâir olarak bahseden müellifler, Sâdeddin
Muhammed’e ait bir Divan’dan da bahsetmektedirler. Özel bir başlığı bulunmayan ve günümüze
ulaşmayan bu eser, Sâdeddin Muhammed’in şiirlerinden oluşmakta idi. Zehebî, Kutûbî ve Safedî gibi
müellifler kaleme aldıkları Vefiyat türü eserlerinde Sâdeddin’e ait çeşitli şiirlerden örnekler
sunmuşlardır. Aşağıda bir kısmına değineceğimiz bu şiirler, genel olarak aşk, ilahî adalet, şehir
sevgisi ve nasihat içeriklidir.
Sâdeddin Muhammed b. Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye Şiirlerden Bazı Örnekler
سلبت مقلتاه جفني رقادة
ناظر حسنَ وجهه في الزيادة
يا خليلي في الزيادة ظبي
السلو عنه وطرفي
كيف أرجو
َّ
Ey sevgilim! Selvi boyun (gördükte)
Nutkum tutuldu, göz kapaklarım uykuya düçâr oldu.
(O) selvi boyluya nasıl sahip olabilirim,
Onun güzel yüzünün talibi çoktur.1247
ق لذي ِذ
ٍ يعربُ عن منط
له دائم النفوذ:قلنا
1241
و ربَّ قاض لنا مليح
إذا رمانا بسهم لحظ
Zehebî, Târihu’l-İslâm ve Vefiyâtü’l-Meşâhir ve’l-Âlâm, Tahkik: Ömer Abdüsselâm Tedmürî, 48.Tabaka, Lübnan
1999, s. 293; Şakir el-Kutûbî, Fevâtü’l-Vefiyât, Tahkik: eş-Şeyh Ali Muhammed Muavvez-eş-Şeyh Âdil Ahmed
Abdulmahmûd, C. 2, Lübnan 2000, s. 268; Safedî, el-Vâfi bi’l-Vefiyât, Tahkik: Ahmet el-Arnavutî-Türkî Mustafa, C. 1,
Lübnan 2000, s. 152.
1242
Mehmet Ali Hacıgökmen, “Mecdüddin İshak”, s. 420.
1243
Mehmet Ali Hacıgökmen, “Mecdüddin İshak”, s. 421.
1244
Mehmet Ali Hacıgökmen, “Mecdüddin İshak”, s. 420.
1245
Mehmet Ali Hacıgökmen, “Mecdüddin İshak”, s. 423.
1246
Zehebî, Târihu’l-İslâm, 48.Tabaka, s. 293; Şakir el-Kutûbî, Fevâtü’l-Vefiyât, C. 2, s. 268; Safedî, el-Vâfi bi’l-Vefiyât,
C. 1, s. 152; Makrizî, es-Sülûk li-Mârifet-i Düveli’l-Mülûk, Tahkik: Muhammed Abdülkâdir Âtâ, C.1, Lübnan 1997, s.
503.
1247
Şakir el-Kutûbî, Fevâtü’l-Vefiyât, C. 2, s. 268; Safedî, el-Vâfi bi’l-Vefiyât, C. 1, s. 152 vd.
Ey Rabb! Bize şefkatle muamele et,
(Sen) aklımızda lezzet ifade edersin.
Eğer senden bir (cefa) oku gelse,
Deriz: Sen zaten bize nüfuz edensin.1248
المقر المونيق
منك إلى
ِ وحننت
ّ
ي ِ جوانح لم تنفق؟
أ
ّ و،ًطربا
شغفا ً بذيّاك الجمال المطلق
العبق األريج وعرفك المستنشق
تشوقي
أَدمشق طال إلى
ِ
ُّ رباك
ي ِ قلب لم يطر
ّ وإذا ذكرتك أ
ً أن القلب ظ ّل مقيدا
ّ أعلمت
واها ً لمنظرك البهيج وروضك
Ey Dımaşk! Doğsun parlaklığın neşe kaynağıma,
Sana yalvarıyorum. Ta Ay’ın yörüngesinden (bana).
Seni anan hangi kalp ağlamaz,
Gezdim gördüm, hangi kanat kırılmaz?
Anladım. Kalb, senin gölgende hapsolmuş ve
Güzel yüzünün hayaline mutlak tutulmuştur.
İşte! Senin güzel manzaran, güzel bahçen,
Kokulu oğlağın. Nefesinden tanırım seni.1249
أال يا سائلى عن شرح حالي سؤال المشفق البر الرحيم
سقيم مثل ناظرك السقيم
فأما الجسم فهو كما تراه
وأما حال قلبي يا حبيبي فال تسأل عن اصححاب الجحيم
Sual etme, ey sual eden!
Halimin şefkatini, iyiliğini ve rahmetini.
Zira bedenim gördüğün gibidir,
Tıpkı senin sarhoş bakışın gibi sarhoş.
Kalbimin halini de sorma ey sevgilim!
Zira cehennem ehline sual edilmez.1250
Kaynakça
Abdurrahman Câmî, Nefâhatü’l-Üns min Hadarâti’l-Kuds, Trc: Lâmiî Çelebî, İstanbul 1998.
Mahmud Erol Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, DİA, C. XX, İstanbul 1999, s. 520-522.
Makrizî, es-Sülûk li-Mârifet-i Düveli’l-Mülûk, Tahkik: Muhammed Abdülkâdir Âtâ, C.1, Lübnan
1997.
Mehmet Ali Hacıgökmen, “Mecdüddin İshak”, DİA, Ek-2. Cilt, İstanbul 2016, s. 210-211.
Mehmet Ali Hacıgökmen, “Türkiye Selçukluları Şehzade ve Sultanlar Muallimi Mecdüddin İshak”,
Belleten, LXXVI/276, (Ağustos 2012), s. 419-430.
Nihat Keklik, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, İstanbul, ty.
Safedî, el-Vâfi bi’l-Vefiyât, Tahkik: Ahmet el-Arnavutî-Türkî Mustafa, C. 1, Lübnan 2000.
Şakir el-Kutûbî, Fevâtü’l-Vefiyât, Tahkik: eş-Şeyh Ali Muhammed Muavvez-eş-Şeyh Âdil Ahmed
Abdulmahmûd, C. 2, Lübnan 2000.
Zehebî, Târihu’l-İslâm ve Vefiyâtü’l-Meşâhir ve’l-Âlâm, Tahkik: Ömer Abdüsselâm Tedmürî,
48.Tabaka, Lübnan 1999.
1248
Şakir el-Kutûbî, Fevâtü’l-Vefiyât, C. 2, s. 268; Safedî, el-Vâfi bi’l-Vefiyât, C. 1, s. 153.
Zehebî, Târihu’l-İslâm, 48.Tabaka, s. 293.
1250
Şakir el-Kutûbî, Fevâtü’l-Vefiyât, C. 2, s. 270.
1249
V. OTURUM
BÜYÜK SALON
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Abdullah KARTAL
İBNÜ’L ARABÎ’NİN VAHDET-İ VÜCÛD NAZARİYYESİ’NE İBN TEYMİYYE’NİN
YÖNELTTİĞİ ELEŞTİRİLER
Prof. Dr. Mehmet KUBAT
MOLLA HALİL Sİ‘İRDÎ’NİN İBNÜ’L-ARABÎ YORUMU
Doç. Dr. M. Nesim DORU
ABDURRAHMAN RÂMÎ ÇELEBİ’NİN ŞEYH MUHYİDDİN-İ ARABÎ VASFINDAKİ
METHİYESİ
Dr. Öğr. Üyesi Abdulmuttalip İPEK
BİR MEKTUPTAN FAZLASI: RİSÂLE Fİ’L-VELÂYE
Arş. Gör. Zeynep Şeyma ÖZKAN
İBN ARABÎ’NİN VAHDET-İ VÜCÛD NAZARİYYESİ’NE İBN
TEYMİYYE’NİN YÖNELTTİĞİ ELEŞTİRİLER
Mehmet KUBAT
Özet:İslâm düşünce tarihinde Müslüman halklar üzerinde büyük tesir icra eden sûfî âlimlerin önde
gelenlerinden biri Muhyiddîn İbn Arabî’dir. İbn Arabî, birçok konuda kendine özgü fikirleriyle
müstesna bir konuma sahip olsa da, onun en çok meşhur olduğu görüş vahdet-i vücûd nazariyesidir.
Ancak onun kavramsallaştırdığı vahdet-i vücûd düşüncesi, panteizm, hulûl ve ittihâd ile benzerliği
gerekçesiyle pek çok eleştiriye maruz kalmıştır. İbn Arabî’nin vefatından yaklaşık yüz yıl sonra
Harran’da dünyaya gelen, katı, sert ve müsamahasız görüşleriyle çağını ve sonraki zamanları ciddi
anlamda etkileyen ünlü Hanbelî âlim İbn Teymiyye, başta vahdet-i vücûd olmak üzere onun bütün
görüşlerini şiddetli bir eleştiriye tâbi tutmuştur. Bu tebliğde önce sufî düşüncenin zirvesi kabul edilen
İbn Arabî’nin vahdet-i vücûd görüşü aktarıldıktan sonra Selefî düşüncenin zirvesi kabul edilen İbn
Teymiyye’nin bu düşünceye yönelttiği eleştiriler ele alınıp incelenecek, daha sonra da nasslar ve
İslâm âlimlerinin görüşleri doğrultusunda bu iki büyük düşünürden hangisinin görüşünde isabet ettiği
belirlenmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: İbn Arabî, İbn Teymiyye, vahdeti vücûd, panteizm, hulûl.
Ibn Taymiyya’s Critique of Ibn Arabi’s View of Wahdat al-Vujud
Muhyiddin Ibn al-Arabi is one of the leading scholars of the Sufi scholars who performed great
influence on the Muslim peoples in the history of Islamic thought. In the history of Islamic thought,
Ibn ‘Arabi, although he has an exceptional position in many subjects with his own unique ideas, is
the most well-known view of Wahdat al-Wujud. However, the Wahdat al-Wujud that he laid his
foundation has been exposed to many criticisms on the grounds of similarity with pantheism, al-hulûl
and ittihad. Almost a hundred years after the death of Ibn Arabi, the famous Hanbali scholar Ibn
Taymiyya, who had come to the world in solidarity with hard, intolerant ideas and influenced the
later times in a serious way, subjected all his views to violent criticism, especially to wahdat alwujud. In this paper, the critics directed by Ibn Taymiyya, who was accepted as the summit of the
Salafi thinker after the introduction of the idea of wahdat al-wujdd, which was accepted as the
summit of the sufi thinker, will be examined and then one of these two great thinkers in line with the
views of Islamics texsts and Islamic scholars it will try to be determined not to be hit.
Key Word: Ibn al-Arabi, Ibn Taymiyya, Wahdat al-Wujud, pantheism, hulul.
Giriş
İslâm düşünce tarihinde adından çok söz ettiren ve Müslüman halklar üzerinde çok tesir icra eden
âlimlerden biri Muhyiddîn İbn Arabî (ö. 638/1240)’dir. O, fikirleri dolaysıyla yaşadığı asırdan
günümüze lehinde ve aleyhinde en çok konuşulan âlimlerin başında yer almaktadır.
İbn Arabî, görüşleri itibariyle tarihsel süreçte sürekli iki aşırı uç arasında gidip gelen bir konumda
olmuştur: O bir yandan sûfî zümreler tarafından dinî ilimlerde “müceddid” yani dinin yenileyicisi
kabul edilerek kendisine “Muhyiddin” lakabı verilip tasavvufta otorite oluşu vurgulanmak için
“Şeyh-i Ekber: En Büyük Şeyh” unvanına layık görülürken, öbür yandan başta İbn Teymiyye (ö.
728/1328) olmak üzere zâhirî uleması tarafından da şiddetli bir eleştiriye tabi tutularak “Şeyh-i
()Prof. Dr. İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslâm Mezhepleri Tarihi A.D. Başkanı, e-posta:
[email protected]
Ekfer: En Kâfir Şeyh” şeklinde nitelendirilebilmiştir.1251
İbn Arabî, kendi çağında keşf ve ilhâm ile elde edip savunduğu ve zâhir ehlinin tevil etmekte
zorlandığı tarzda dillendirdiği birçok hususta eleştiriye tâbi tutulmuştur. Onun keşf ve ilhâm sonucu
elde edip savunduğu diğer birçok görüşü tartışılmış olsa da muhalifleri tarafından en çok eleştirilen
hususun vahdet-i vücûd nazariyesi olduğu muhakkaktır. İbn Arabî, özellikle el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye
ve Fusûsu’l-Hikem gibi eserlerinde vahdet-i vücut sistematiğini ayrıntılarıyla anlatmıştır. Bazı
araştırmacılar, vahdet-i vücûd nazariyyesinin İbnü’l-Arabî’nin düşüncelerini anlatmak üzere onun
takipçileri ve şârihleri tarafından geliştirildiğini öne sürüp İbn Arabî’nin vahdet-i vücut
kavramsallaştırmasının kendisine aidiyetini şüpheli bulsalar da,1252 sistem itibariyle teorinin
kaynağının bizzat kendisi olduğu âlimlerin kahir ekseriyeti tarafından genel kabul görmüştür.
Tarihten günümüze İbn Arabî’nin vahdet-i vücûd düşüncesini tenkit eden birçok âlim bulunmaktadır.
İbn Arabî’nin fikirlerine karşı ret cephesinde Ali el-Bekrî (ö. 724/1324), İbn-i Cem’â (ö. 733/1333),
Sa’duddîn et-Taftazânî (ö. 792/1390), İbn-i Hayyât (ö. 811/1408), Ebu Zur’a (ö. 826/1423), Nebî esSinobî (ö. 936/1529) ve Ali el-Kârî (ö. 1014/1605) gibi farklı asırlarda yaşamış birçok âlim yer
almıştır. Ancak bunlar içinde en etkili olan âlimin İbn Teymiyye olduğunda kuşku yoktur.İbn Seb’în
(ö. ö. 669/1270), Sa’duddîn et-Taftazânî (ö. (792/1390) ve Ali el-Kârî (ö. 1014/1605) onu eleştiren
âlimlerin en önde gelenleridir. Ancak onun ölümünden sonra fikirlerini ciddi bir eleştiriye tabi
tutması konusunda ilk olması nedeniyle bu tenkitlerin daha çok ünlü Hanbelî âlim Takiyyuddîn İbn
Teymiyye ile özdeşleştiği gözden kaçmamaktadır. İbn Arabî’nin vefatından yaklaşık 100 yıl sonra
Harran’da dünyaya gelen ve ömrünün uzun bir kısmını İbn Arabî’nin medfun bulunduğu Dımaşk’ta
geçiren İbn Teymiyye, İslâm düşüncesine aykırı olduğu gerekçesiyle başta vahdet-i vücûd
nazariyyesi olmak üzere hâtm-i velâyet, ricâlu’l-gayb, Fir’avun’un imanı, putlara ibâdet, gaypten
haber verme ve hurûfîlik gibi onun neredeyse bütün görüşlerini Kitap ve Sünnet çizgisinin dışına
çıktığı gerekçesiyle şiddetli bir eleştiriye tâbi tutmuştur.1253
İslâm düşünce tarihinde derin izler bırakan ve görüşleriyle kendi çağını ve sonraki zamanları ciddi
anlamda etkileyen bir çizginin en önemli temsilcisi sayılan İbn Teymiyye, güçlü bir hâfızaya, engin
bir Kur’an ve Sünnet bilgisine sahipti. Döneminde Müslümanlar ve diğer din mensupları arasında
mevcut olan felsefî-itikadî akımları da çok iyi biliyordu. Onun, üslûbuna da yansıyan sert,
mücadeleci ve ısrarcı bir tabiatı vardı. Geniş halk kitleleri üzerindeki etkisinde, eserlerinden ziyade
vaaz ve tartışmalarında ortaya koyduğu bu güçlü hitabetinin ve cedelci tutumunun payı vardır.
Hanbelî geleneğinin ana çizgisi olan Selefîliği tavizsiz savunan ve emr-i bi’l-ma’rûf nehy-i ani’lmünker ilkesini titizlikle uygulayan İbn Teymiyye, 1254 İbn İbn Arabî’nin yanlış olduğuna inandığı
bütün görüş ve davranışlarını tenkit etmekten ve bu fikirlerle bilfiil mücadele etmekten
çekinmemiştir. Ancak bu görüşler arasında onun en çok tenkide tâbi tuttuğu fikrin vahdeti vücûd
nazariyyesi olduğunda şüphe yoktur.
İbn Teymiyye’nin, İbn Arabî’nin birçok görüşünü özellikle de onun tarafından kavramlaştırılan
vahdet-i vücûd düşüncesini şiddetli tenkide tabi tutmasını, bazılarının zannettiği gibi onun
Tasavvuf’a karşı oluşuna bağlamak doğru değildir. Çünkü o zühd ve takvaya dayalı, ruhanî ahlâkî
gelişmeyi hedefleyen tasavvufa karşı1255 ya da düşman değildi; bilakis bu anlamda bilinçli bir
1251
Mahmut Erol Kılıç, “Muhiddîn İbnü’l-Arabi”, DİA, İstanbul, 1999, XX/493; Fatih İbiş, “Kelâmî Ontoloji Açısından
Vahdet-i Vücutçu Tevhit Anlayışına Bazı Eleştiriler”, CÜİFD, Cilt: XIX, Sayı: 1, 2015, s. 70; Faruk Sancar, “Bağnaz
Bir Selefî mi Endişeli Bir Entelektüel mi? (İbn Teymiyye’nin Eleştirel ve Reaksiyoner Karakteri Hakkında)”, Dini
Araştırmalar, Ocak-Haziran 2015, Cilt: 18, Sayı: 46, s, 113; Mustafa Akman, İbn-i Arabî Kelami Tartışmalar, Sorular,
Şüpheler, İstanbul, 2017, s. 148, 627, 676.
1252
Bkz. Ekrem Demirli, “Vahdet-i Vücûd”, DİA, İstanbul, 2012, XXXII/431.
1253
Bkz. İsmail Fennî Ertuğrul, Vahdet-i Vücût ve İbn Arabi, İstanbul, 1991, s. 294-296; Mustafa Kara, “İbn Teymiyye’nin
İbn Arabi’ye ve Vahdet-i Vücuda Bakışı”, İbn Teymiye Külliyâtı içinde, İstanbul 1987, II/41-43; Mustafa Kara, “Çok
Uzak Çok Yakın: İbn Arabî-İbn Teymiyye Mukayesesi”, Tasavvuf Dergisi, Cilt: IX, sayı: 21, 2008, s. 28.
1254
Ferhat Koca, “İbn Teymiyye”, DİA, İstanbul, 1999, XX/393.
1255
Mustafa Kara, “İbn Teymiyye, Takiyyüddîn/Tasavvufî Görüşleri”, DİA, İstanbul, 1999, XX/413.
mutasavvıf idi. O, Kitap ve Sünnet’e uyan tasavvuf düşüncesini reddetmemiş, Kitap ve Sünnet
çizgisinde bulunan sûfîleri de tenkit etmemiştir. Mesela Ebû Süleyman ed-Dârânî, Cüneyd-i Bağdâdî
ve Ebû Osman el-Hîrî gibi sûfîlerin İslâm’a bağlılıklarını kendilerinden iktibaslar yaparak ifade
etmiştir.1256
Nitekim George Makdisi, “Kâdirî Sûfisi İbn Teymiyye” adlı makalesinde onun iddia edildiği gibi
tasavvufa düşman biri olmadığını, kendi düşünce dünyası içerisinde en az Gazzâlî kadar bir sûfî
olduğunu,1257 bunun ötesinde İbn Teymiyye’nin, henüz Gazzâlî’de kendini göstermemiş olan
tasavvufun, tarîkat yönüyle de ilgisi olduğunu savunmaktadır.1258
Yine İbn Teymiye üzerine çalışmalarıyla tanınan Mustafa Kara, “İbn Teymiye’nin İlk Sûfîlere ve Tasavvuf
Klasiklerine Bakışı” adlı makalesinde1259 İbn Teymiyye’nin tasavvuf karşıtı olmadığını, bilakis bidat ve
hurafelere bulaşmamış Tasavvuf’a ve bu ilkelere riayet eden tasavvuf önderlerine müsamaha
gösterdiğini, onları saygı ile yâd ettiğini belirtmektedir. Mesela İbn Teymiyye’nin, kendisi de bir
Hanbelî olan Abdülkadir Geylanî (ö. 561/1166)’nin1260 tasavvufî fikirlerine aynen katıldığını,
Rufaîlerle büyük mücadeleleri olmasına rağmen bu tarikatın kurucu babası Ahmed er-Rufâî (ö.
578/1182)’ye ve müritlerinin bazı aşırılıklarını eleştirdiği Adeviyye tarikatının öncüsü Adî b.
Müsâfir (ö. 558/1163)’e saygı duyduğunu vurgulamaktadır.1261
İbn Teymiyye’nin tasavvufla olan ilgisi en-Nedvî ve Mevdûdî gibi diğer âlimler tarafından da
doğrulanmaktadır. Bu âlimler İbn Teymiyye’nin “ârif-i billâh ve zâhid bir sufî” olduğuna kanaat
getirmişlerdir.1262 Ayrıca bazı kaynaklarda İbn Teymiyye’nin tasavvuf düşmanlığı bir tarafa,
tasavvufu İslâmî çerçeveye sığacak hale getirme niyetiyle hareket ettiği, tasavvufi muhitlerde yaygın
olan‚ “kerâmet değil istikâmet esas olmalıdır”1263 sözünü benimsediği, ancak bu kültürle yakın
münasebeti olan kabir ziyareti, yatırlara saygı, istigâse, tevessül ve şefaat gibi konularda ise farklı
düşünen biri olduğu vurgulanmaktadır.1264
Gerek İbn Teymiyye’nin kendi eserlerine gerekse de onun fikir ve görüşleri üzerine fikir beyan
1256
Krş. Takiyyüddîn Ahmed İbn Teymiyye, Mecmûu Fetâvâ, Riyad, 1381-1386, X/210, 412, 585; XI/210; Takiyyüddîn
Ahmed İbn Teymiyye, Mecmûatu’r-Resâili’l-Kübrâ, Kahire, 1966, II/311; Takiyyüddîn Ahmed İbn Teymiyye, elFurân Beyne Evliyai’r-Rahmân ve Evliyai’ş-Şeytân, Beyrut, 2003, s. 39; Kara, “İbn Teymiyye, Takiyyüddîn/Tasavvufî
Görüşleri”, DİA, XX/413.
1257
Makdisi şöyle bir anekdot aktararak İbn Teymiyye’nin tasavvuf karşıtı biri olmadığınu, bilakis hakiki bir sûfî olduğunu
söyler: “İbn Teymiyye öldüğünde, ailesinin diğer fertlerinin ve aynı zamanda sûfilerin de gömülü bulunduğu Şam’daki
bir sûfi mezarlığına gömülmüştür. İbnü’l-Arabi (ö. 638/1240)’nin ve tasavvufun amansız düşmanı olduğu aldanmasına
kapılan bazı yazarlar bu kaderde ironik bir makus talih görmeye çalışmaktadır. Ancak bu, muhakkak ki bu tür bir şey
değildi; çünkü bir sûfi olan İbn Teymiyye için sûfiler arasına gömülmekten daha doğal bir şey olamazdı.” George
Makdisi, “Kâdirî Sûfisi İbn Teymiyye”, (Çev. Vahit Göktaş), Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl: 8,
2007, Sayı: 19, s. 406-407.
1258
Bkz. Makdisi, “Kâdirî Sûfisi İbn Teymiyye”, s. 402-407.
1259
Mustafa Kara, “İbn Teymiye’nin İlk Sûfîlere ve Tasavvuf Klasiklerine Bakışı”, UÜİFD, Sayı: 1, Cilt: 1, Yıl: 1,
1986, ss. 63-67.
1260
1261
Krş. Makdisi, “Kâdirî Sûfisi İbn Teymiyye”, s. 405; Kara, “İbn Teymiye’nin İlk Sûfîlere ve Tasavvuf Klasiklerine
Bakışı”, s. 67.
Kara, “İbn Teymiye’nin İlk Sûfîlere ve Tasavvuf Klasiklerine Bakışı”, s. 63-67; Krş. Kara, “İbn Teymiyye,
Takiyyüddîn/Tasavvufî Görüşleri”, DİA, XX/414.
Krş. Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 2003, s. 291.
1263
Mesela Hâlidî Nakşîliğin kurucusu Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî, en büyük kerâmetin sırat-ı müstakîm üzere bulunmak
olduğunu vurgulamış, bu bağlamda “bir istikamet bin kerametten evlâdır” demiştir. (Bkz. Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî,
Mektûbât (Kitâbu Buğyeti’l-Vâcid fî Mektûbâti Hazreti Mevlânâ Hâlid), Derleyen: Muhammed Es’ad Sâhib, Dımeşk,
1334, 98. Mektup, s. 267.) Onun sahiplendiği tasavvufî anlayışa göre önemli olan sırât-ı müstakim, yani iskâmet üzere
olmaktır. İstikâmeti elde etmek için de olmazsa olmaz şartlar, Sünnet-i Seniyye’nin ihyâ edilmesi, bid’atların yok
edilmesi ve ihlâs ile ilimlerin yayılmasıyla meşgul olunması, yok olan şeyler için sabırlı olunması ve bireylerin öz
benliklerini Allah yoluna vererek O’na çokça yalvarmalarıdır. Bkz. Mehmet Kubat, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Sûfî
Kelâmı, İstanbul, 2014, s. 98.
1264
Krş. Ömer Yılmaz, “İbnü’l-Arabî Hakkında Yapılan Eleştirilere İbrahim Kûrânî’nin Yaklaşımı”, Tasavvuf İlmî ve
Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1), Yıl: 9 [2008], Sayı: 21, s. 367.
1262
edenlerin çalışmalarına dikkatle bakıldığında onun Kitap ve Sünnet çizgisinde bulunan sûfîleri tenkit
etmediği, bilakis yukarıda isimlerini aktardığımız Ebû Süleyman ed-Dârânî, Cüneyd-i Bağdâdî ve
Ebû Osman el-Hîrî gibi sûfîlerin İslâm’a bağlılıklarını kendilerinden iktibaslar yaparak ifade ettiği;
ayrıca Fudayl b. İyâz, İbrâhim b. Edhem, Serî es-Sakatî, Ebû Bekir eş-Şiblî, Hasan-ı Basrî, Bişr elHâfî, Şakîk-ı Belhî, Râbia el-Adeviyye gibi ilk dönem sûfîlerinden de övgüyle bahsettiği
anlaşılmaktadır.1265
Kısacası İbn Teymiyye’nin tasavvufa ilgi duyan, âyet ve hadislerde vurgulanan zühd ve takvâ
hayatını benimseyen, hatta bunu bizzat yaşamaya gayret eden, Kitap ve Sünnet çizgisinde hareket
eden mutasavvıflara hürmet besleyen, verâ, takvâ ve kanaat sahibi bir âlim olarak mekruhlardan
kaçınan, iman ve takvayı esas alan bir yaşantı içinde bulunduğu görülmektedir. O, rûhânî ve ahlâkî
gelişmeyi hedefleyen tasavvufu kabul etmiş, hulûl ve ittihâd gibi unsurları ihtiva eden ve İbn Arabî
ile özdeşleşen “mütefelsif tasavvuf”u ise reddetmiştir.1266
Ayrıca İbn Teymiyye’nin, İbn Arabî tarafından kavramlaştırılan vahdet-i vücûd fikrini şiddetli
tenkide tabi tutmasını, onun özel olarak İbn Arabî’ye karşı sahip olduğu önyargı ya da ona karşı
içinde beslediği kin veya nefrete bağlamak da mümkün değildir. Çünkü İbn Teymiyye’nin, önceleri
İbn Arabî için hüsn-ü zan beslediği, ancak Fusûsu’l-Hikem adlı eserini okuduktan sonra onun
aleyhinde konuşmaya başladığı anlaşılmaktadır.1267 Ayrıca İbn Teymiyye, yalnız İbn Arabî’ye değil,
onunla aynı hizada gördüğü Nifferî (ö. 351/962), İbn Fârız (ö. 632/1234), İbn Seb’în (667/1269),
Tilmisanî (ö. 690/1291) ve Sadreddîn Konevî (ö. 690/1291) gibi mutasavvıf önderlerin fikirlerine de
karşıydı.1268
O halde denebilir ki İbn Teymiyye, vahdet-i vücûd fikrini tasavvuf veya sûfî karşıtı olduğu için ya da
özel olarak İbn Arabî’ye karşı beslediği kin, nefret veya önyargıdan dolayı değil, panteizmin
etkisiyle oluşan ittihat fikrine benzettiği için şiddetli tenkide tâbi tutmuştur.1269
Bu çalışmada önce vahdet-i vücûd kavramını oluşturan vahdet ve vücûd kelimeleri ile hulûl
kavramlarının anlam alanları tespit edilmeye çalışılacak, ardından sufî düşüncenin zirvesi kabul
edilen İbn Arabî’nin vahdet-i vücûd nazariyyesi temel kaynaklardan hareketle ve olabildiğince
objektif kriterlere bağlı kalınarak aktarılacak daha sonra da Selefî düşüncenin zirvesi kabul edilen
İbn Teymiyye’nin bu düşünceye yönelttiği eleştiriler kendi eserlerinden hareketle dikkatlere
sunulmaya çalışılacaktır. En nihayetinde ise nasslar ve İslâm âlimlerinin görüşleri doğrultusunda bu
iki büyük düşünürden hangisinin görüşünde isabet ettiği belirlenmeye çalışılacaktır.
1. Vahdet, Vücûd, Hulûl ve İttihâd Kavramlarının Anlam Alanı
a) Vahdet
Vahdet, sözlükte “bir ve tek olmak, tek kalmak anlamındaki vahd kökünden masdar olup “birlik,
teklik ve bütünlük” anlamına gelir. Parçalanma ve bölünme kabul etmeyen vahdet, “kesret” yani
1265
Krş. İbn Teymiyye, Mecmûu Fetâvâ, X/210, 412, 585; XI/210; İbn Teymiyye, el-Furkân Beyne Evliyâi’r-Rahmân ve
Evliyâi’ş-Şeytân, s. 39; İbn Teymiyye, Mecmûtatu’r-Resâili’l-Kübrâ, II/311; Kara, “İbn Teymiyye,
Takiyyüddîn/Tasavvufî Görüşleri”, DİA, XX/413-414.
1266
M. Sait Özervarlı, “İbn Teymiyye, Takiyyüddîn/İ’tikâdî Görüşleri”, DİA, İstanbul, 1999, XX/412; Kara, “İbn
Teymiyye, Takiyyüddîn/Tasavvufî Görüşleri”, DİA, XX/413.
1267
İbn Teymiyye, Mecmûatu’r-Resâil ve’l-Mesâil, Mısır, 1341, I/171; Krş. Mahmud Sa’d Tıblâvî, İbn Teymiyye’de
Tasavvuf, Çev. Ali Durusoy, İstanbul 1989, s. 32-33; Kara, “İbn Teymiyye, Takiyyüddîn/Tasavvufî Görüşleri”, DİA,
XX/413; Kara, “Çok Uzak Çok Yakın: İbn Arabî-İbn Teymiyye Mukayesesi”, s. 28; Yılmaz, “İbnü’l-Arabî Hakkında
Yapılan Eleştirilere İbrahim Kûrânî’nin Yaklaşımı”, s. 368.
1268
Kara, “İbn Teymiye’nin İlk Sûfîlere ve Tasavvuf Klasiklerine Bakışı”, s. 66-67.
1269
Makdisi, “Kâdirî Sûfisi İbn Teymiyye”, s. 404.
çokluğun zıddıdır. “Varlığa bir (vâhid) adını vermeyi sağlayan mâna” diye açıklanır. 1270
Mantıkta vâhidle vahdet özdeş ve özdeşlik kavramlarını ifade eder. Edebiyatta vahdet, “ifade
esnasında mevzunun haricine çıkılmaması, maksat ne ise yalnız ondan bahsedilmesi, sözün
dallandırılıp budaklandırılmaması” anlamında terimleşmiştir. Tasavvufta ise vahdet kavramı,
“Allah’a yakınlık, gönlünü, kalbini tamamen Allah ile meşgul etme hali” olarak tanımlanmıştır.1271
Tevhîd kavramı da aynı kökten türemiştir ve “birlemek, bir kılmak, bir şeyin birliğine kâil olmak, bir şeyin
bir ve tek olduğuna hükmetmektir.” Terim olarak Tevhid ise, “bir Allah’tan başka ilâh olmadığına
inanma, her yerde ve her şeyde Allah’tan başkasının tesir ve hâkimiyetinin olmadığına inanma”
anlamlarına gelmektedir.1272
b) Vücûd
Sözlükte vücûd kavramı “varlık, var olmak, yoktan var olmak, hazır bulunmak, tahakkuk, husûl,
sübût, oluş (kevn), cesed, cisim, ten ve gövde gibi anlamlara gelir. Vücûd, yokluğun (adem) zıddı
olarak kullanılan bir kavramdır.1273
Vücûd kelimesi felsefe terimi olarak “bir şeyin zihinde ve zihnin dışında gerçek varlığa sahip
olması” veya “bir şeyin aklî tahlil yoluyla belirlenen mahiyeti, zatı” diye tanımlanır. Vücûd “bir
şeyin zatının (özünün) dış dünyada fiilen tahakkuk etmesi” mânasında da kullanılır.1274
Dinî bir terim olarak vücûd, Allah’ın zihnin dışında gerçekliğinin bulunduğunu ve mevcudiyeti
zorunlu bir varlık (vâcibü’l-vücûd) olduğunu belirtir. Allah’ın varlığı zâtının gereği yani
kendindendir (bizâtihî/lizâtihî), O’nun dışındaki varlıkların mevcudiyeti ise kendileri dışındandır
(bigayrihî/ligayrihî).1275
c) Hulûl
Sözlükte “bir şeyi çözmek, bir yere intikal etmek, konup yerleşmek” anlamlarında masdar olan hulûl
kelimesi, isim şeklinde de kullanılır.1276
Hulûl, “gül suyunun güle sirayet etmesi gibi iki cismin birleşmesi, varlıkla onun mahalli veya arazla
cevher arasındaki münasebet, bir şeyin mevcudiyetinin diğerinin mevcudiyetiyle aynı olması” gibi
değişik biçimlerde tanımlanmıştır.1277
Terim olarak ise hulûl, “ilâhî zâtın veya sıfatlarının yaratıklardan birine, bir kısmına veya tamamına
intikal edip onlarla birleşmesi” diye tanımlanmıştır.1278
1270
Râğıb el-İsfehanî, el-Müfredât li Ğarîbi’l-Kur’an, İstanbul, 1986, s. 808; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, III/446 vd.; Ali
Durusoy, “Vahdet”, DİA, İstanbul, 2012, XXXXII/430.
1271
Krş. Durusoy, “Vahdet”, DİA, XXXXII/430; Hasan Tevfik Marulcu, “İbn Teymiye'nin Vahdet-i Vücûd, Hulûl ve
İttihâd Yaklaşımlarına Kelâm Açısından Bir Değerlendirme”, SDÜİFD, Yıl: 2, Sayı: 21, 2008, s. 76.
1272
İsfehanî, Müfredât, s. 808 vd.; Mecduddîn Muhammed b. Ya’kûb Firuzâbâdî, el-Kâmusu’l-Muhît, Beyrut, 2005, s. 414;
Muhammed b. Ali et-Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, İstanbul, 1404/1984, II/1368; Şerîf Ali b. Muhammed elCürcânî, Kitâbu’t-Ta’rifât, Kahire, Trs., s. 69; Ömer Nasûhî Bilmen, Mülahhas İlm-i Tevhid, İstanbul, 1973, s. 29; Mehmet Kubat,
1273
Kur’ân’da Tevhid, İstanbul, 2014, s. 162.
İsfehanî, Müfredât, s. 806; Tehânevî, Keşşâfu
Istılâhâti’l-Fünûn, II/1770; İbn Manzûr, Lisânu’l-Arab, III/445; Yusuf Şevki
Yavuz, “Vücûd”, DİA, İstanbul, 2013, XXXXIII/136; Bekir Topaloğlu-İlyas Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, İstanbul,
2010, 339; Marulcu, “İbn Teymiye'nin Vahdet-i Vücûd, Hulûl ve İttihâd Yaklaşımlarına Kelâm Açısından Bir
Değerlendirme”, s. 77.
1274
Tehânevî, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, II/1770; Yavuz, “Vücûd”, DİA, XXXXIII/136.
1275
Yavuz, “Vücûd”, DİA, XXXXIII/136.
1276
Krş. Firuzâbâdî, el-Kâmusu’l-Muhît, s. 1274.
1277
Cürcânî, Kitâbu’t-Ta’rifât, s. 92.
1278
Topaloğlu-Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, s. 132; Kürşat Demirci, “Hulûl”, DİA, İstanbul, 1989, XVIII/340.
Ruhun bedenle, faal aklın insanla birleşmesine bazı filozoflar ve bâtınîlerce hulûl denilmişse de
İslâm düşünce tarihinde itikadî tartışmalara konu teşkil eden hulûl “ilâhî zâtın veya sıfatlarının
yaratıklardan birine, bir kısmına yahut tamamına intikal edip onlarla birleşmesi; Allah’ın insan veya
başka bir maddî varlık görünümünde ortaya çıkması” diye tanımlanmıştır.1279
Hulûl kavramı hem Kur’ân-ı Kerîm âyetlerinde ve hem de bazı hadislerde yukarıda aktardığımız
terim anlamıyla değil sadece sözlük anlamında yer almıştır.1280
d) İttihad
“Biricik olmak, tek kalmak” anlamındaki “vahdet” kökünden türemiş olan “ittihâd” kavramı sözlükte
“tek olmak, bir olmak, birleşmek, birlik olup ayrılığı ortadan kaldırmak, aynı konum veya fikirde
olmak” anlamlarına gelir.1281
İttihâd, “iki şeyin bir başka şeye dönüşecek şekilde birbirine karışması ve aralarında hiçbir farklılık
olmaksızın birleşmesi” şeklinde de tanımlanmıştır. Bu tanımdan da anlaşılacağı gibi itthâdda
birleşme ancak iki veya ikiden fazla şeylerde söz konusu olur. Cinste birleşme “mücânese: aynı
cinsten olma”, türde birleşme “mümâsele: benzer olma”, özellikte birleşme “müşâkele: aynı şekilde
olma”, keyfiyette birleşme: müşâbehe”, kemiyyette birleşme ise “müsâvât: eşitlik” diye
isimlendirilir. Birleşme eğer kenarlarda olursa “mütabakât”, izafette olursa “münâsebet”,
cüzlerde/parçalarda olursa “muvâzenet: denklik” adını alır.1282
İttihâd, “her şeyin kendisiyle vücut bulduğu tek, mutlak hakkın/gerçekliğin varlığına şâhid olmaktır.”
Hiçbir şeyin kendine özgü varlığı söz konusu olmadığı için her şey O’nunla birlikte var olur, ama
O’nsuz yok olur ve vücut bulması bakımından her şey O’nda birleşir. O’nun dışındaki varlıkların
kendilerine özgü bir varlıklarının olduğu ve bu şekilde O’nunla birleştiği şeklindeki bir düşünce
imkânsızdır. Yukarıda da işaret edildiği üzere bu anlamda ittihâd, “iki şeyin bir başka şeye
dönüşecek şekilde birbirine karışması ve “bir farklılık olmaksızın birleşmesi” demektir.1283
Istılahta ittihâd, “Allah’ın bir kısım varlıklara hulûl ederek onlarla birleşmesi” veya “Yaratıcının bir
nesneye meselâ; bir kaya parçasına veya bir toteme hulul etmesi, onunla birleşmesi” demektir. 1284
Tasavvuf literatüründe “kendini Allah’tan ayrı ve müştakil bir varlığa sahipmiş gibi düşünen kulun
seyrü sülük neticesinde fenâ mertebelerini geçmesi, vehmî varlıktan kurtulup Allah ile bir olması”
şeklinde tanımlanır. Yeni Eflâtuncu Panteist felsefenin temel unsurlarından birini teşkil eden ittihâd,
vahdet-i vücûd görüşünü benimseyen mutasavvıflar tarafından da savunulmuştur. Bu telakkiye göre
insan dünyaya gelmek suretiyle ayrılığa düşmüştür, bütün çaba ve gayreti buna sebep olan maddî
engelleri ortadan kaldırarak geldiği yere tekrar dönme, yani ittihada ulaşma yönünde olmalıdır.1285
İslâm dışı bazı inanışlarda bazen bir hayvana Yaratıcının hulul ettiği tasavvur edilir. Bu düşünce ile
bu nesneler ve hayvanlar o toplum fertleri tarafından kutsal kabul edilirler. Bazen yaratıcının bu
ittihadının bir şahısla ekseriyetle bir kralla olduğu şeklinde inanışlar da gözükür. Meselâ; Fir’avun ile
Tanrı’nın bir olduğu inancı, Sâsânî hükümdarlarındaki hükümdar-Tanrı inancı bu inanışların birer
örneğidir.1286
1279
Demirci, “Hulûl”, DİA, XVIII/340.
Krş. Ra’d, 13/31; Tâhâ, 20/81; Ahmed b. Hanbel, Müsned, III/354, 386; Topaloğlu-Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, s.
132.
1281
Krş. Topaloğlu-Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, s. 170; Şamil İslâm Ansiklopedisi, İstanbul, 2000, IV/203.
1282
Cürcânî, Ta’rîfât, s. 8.
1283
Cürcânî, Ta’rîfât, s. 8-9.
1284
Topaloğlu-Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, s. 170.
1285
Topaloğlu-Çelebi, Kelâm Terimleri Sözlüğü, s. 170.
1286
Şamil İslâm Ansiklopedisi, IV/203.
1280
Bu inanış tarzının, İslâmî öğretinin özüne uymadığı, yani Kur’an ve Sünnet’e aykırı olduğu, Yemenli
bir Yahudi dönmesi olan Abdullah b. Sebe’ tarafından İslâm’a sokulmaya çalışıldığı iddia edilmiştir.
İbn Sebe’ Allah’ın Hz. Ali (r.a.)’ye hulul ettiğini, onun şeklinde gözüktüğünü iddia etmiştir. Bu
inanç muhtemelen önceki dönemlerde Yemen’i işgal eden İranlılardan o bölgede yaşayan Yahudilere
geçmiştir. İbn Sebe’ de bu inancı yayarak Müslümanların arasına fitne sokmaya çalışmıştır. Hz. Ali
(r.a.), İbn Sebe’yi sürdürmüş ve kendisinin tanrı olduğunu iddia edenleri ateşe attırarak yaktırmıştır.
Fakat ne yazık ki bu inanç Ğulât-ı Şiâ’dan bazı gruplar tarafından günümüze kadar taşınmıştır.1287
2. İki Zirve Âlimin Hayat Hikâyesi
Bu tebliğde İslâm düşüncesinin iki “uç beyi” olarak nitelendirilen 1288 İbn Arabî ve İbn Teymiyye
tarafından ona yapılan eleştiriler üzerinde durulacaktır. Bu bağlamda önce Sufî düşüncenin doruğu
olarak kabul edilen İbn Arabî ile Selefî düşüncenin zirvesi sayılan İbn Teymiyye’nin kısa hayat
öyküsünden söz edilecek, daha sonra da İbn Arabî’nin kavramsallaştırdığı vahdet-i vücûd
nazariyyesine İbn Teymiyye’nin yönelttiği eleştiriler aktarılacaktır.
a) İbn Arabî’nin Kısa Hayat Öyküsü
Tasavvufî tefekkürün en önemli temsilcisi sayılan1289 ve İslâm düşünce tarihinde büyük etkisi
bulunan sûfî müellif İbn Arabî, 17 Ramazan 560 (28 Temmuz 1165) tarihinde Endülüs’ün Mürsiye
şehrinde doğdu. 8 yaşında iken ailesiyle birlikte o dönemdeki adıyla İşbiliye bugünkü adıyla
Sevilla’ya geldi. İbn Arabî, ilk tahsilini bu şehirde yaptı ve uzun bir süre burada kaldı. Babası Ali b.
Muhammed, Abbâsî Halifesi Müstencid-Billâh’ın kumandanı ve yöre valisi Muhammed b. Sa’d İbn
Merdenîş’in hürmet ettiği bir kişiydi; aynı zamanda filozof İbn Rüşd’ün de yakın arkadaşıydı.
Nitekim İbnü’l-Arabî, henüz on beş-on altı yaşlarında iken İbn Rüşd’ün dikkatini çekmiş, onunla
tanışmak için babasından görüşme talebinde bulunmuş ve babasının bu talebi kabul etmesiyle
1182’de İbn-i Rüşd ile görüşmüştür. Yirmi altı yaşında iken Tunus’a giden İbn Arabî, daha sonra da
Fas’a gitti. Birkaç defa gittiği Fas’ta dört yıl kadar kaldı. Fas’tan ayrıldıktan sonra Gırnata ve
Kurtuba şehirlerine geçti. Bu onun doğup büyüdüğü Avrupa kıtasındaki son ikâmeti oldu. Daha
sonra Mekke’ye gidip ilk haccını yaptı ve sonra tekrar Kuzey Afrika’ya döndü. Ardından tekrar
Tunus’a gitti ve aynı yıl hacca gitmek üzere Tunus’tan ayrıldı. Önce Mısır’a, oradan Kudüs’e geçti.
Kudüs’ten yaya olarak Mekke’ye gitti. Bu süreçte İslâmî disiplinlerin hemen her alanında kaleme
alınmış birçok kitap okudu ve bunlara dair dersler verdi. İbn Arabî, Mekke’de yaklaşık iki buçuk yıl
kaldıktan sonra bir hac kafilesine katılarak Bağdat’a daha sonra da Musul’a gitti. Ertesi yıl Urfa,
Diyarbakır, Sivas üzerinden önce Malatya’ya daha sonra da Konya’ya gitti. Ardından Halep, Kudüs,
Mısır yoluyla tekrar Mekke’ye gitti. Buradan yine Bağdat’a, ardından tekrar Konya’ya döndü.
İbnü’l-Arabî, Halep ve Sivas’a yaptığı seyahatlerden sonra 615’te (1218) yeniden Malatya’ya geldi
ve burada yerleşti. Dostu Mecduddîn İshak vefat edince onun vasiyeti üzerine dul kalan hanımıyla
evlendi. Oğlu Sa’deddin büyük ihtimalle Malatya’da dünyaya geldi. Daha sonra Malatya’dan
ayrılarak Dımaşk’a yerleşen İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem adlı ünlü eserini 627 (1230) yılında burada
telif etti. Daha sonra zamanının büyük bir kısmını el-Futûhâtu’l-Mekkiyye adlı esrini telif etmeye
tahsis etti ve vefatından bir yıl kadar önce bu meşhur eserini onu tamamladı. 22 Rebiülahir 638 (10
Kasım 1240) tarihinde Dımaşk’ta vefat eden İbn Arabî, Kâsiyûn dağı eteğindeki kabristanına
defnedildi. Daha sonra iki oğlunun da gömüldüğü bu yer sonraki devirlerde Şam bölgesinde
yaygınlık kazanmaya başlayan tasavvuf karşıtı akımların oluşturduğu aleyhte propagandalar
neticesinde bakımsız kalarak unutulmaya yüz tuttu. Yavuz Sultan Selim, Mısır seferi dönüşünde
uğradığı Şam’da ilk iş olarak onun kabrinin yerini tespit ettirerek üzerine bir türbe, yanına da bir
cami ve bir tekke yaptırdı. Daha sonra II. Abdülhamid tarafından tamir ettirilen türbe günümüzde
1287
Şamil İslâm Ansiklopedisi, IV/203.
Mustafa Kara, “Çok Uzak Çok Yakın: İbn Arabî-İbn Teymiyye Mukayesesi”, Tasavvuf Dergisi, Cilt: IX, sayı: 21,
2008, s. 27.
1289
H. Kâmil Yılmaz, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, İstanbul, 2011, s. 56.
1288
ziyarete açıktır.1290
b) İbn Teymiyye’nin Kısa Hayat Öyküsü
İslâm düşünce tarihinde Müslümanlar üzerinde büyük etkisi olan müelliflerden bir diğeri olan İbn
Teymiyye, 10 Rebîülevvel 661’de (22 Ocak 1263) Harran’da doğdu. Hanbelî mezhebinin gelişimine
önemli katkıları olan bir aile ortamında yetişti. 656 (1258) yılında Moğollar’ın Bağdat’ı istilâ
etmeleri ve akınlarının bölgeye kadar uzanması üzerine saygın bir Hanbelî âlimi olan babası 667’de
(1269) Dımaşk’a göç etti. İlk eğitimine burada başlayan İbn Teymiyye, başta İbn Asâkir ve İbn
Kudâme gibi tanınan şahsiyetler olmak üzere bölgenin 200’den fazla önde gelen ünlü hocasından
dersler aldı. Geniş halk kitleleri ve yöneticiler nezdinde etkin bir nüfuza sahip olan İbn Teymiyye,
çeşitli medreselerde dersler verdi. Onun bilhassa VIII. (XIV.) yüzyılın başlarından itibaren çeşitli
dinî ve siyasî tartışmalar içine girdiği görülmektedir. Başta Eş’arîlik olmak üzere klasik kelâm
mezheplerine ve kelâm anlayışına sert eleştirilerde bulunan İbn Teymiyye, özellikle sıfatlar ve
müteşâbihat hakkında Selef anlayışını savundu. 699’daki (1300) Moğol saldırısında halkın ve pek
çok âlimin Dımaşk’ı terk etmesine rağmen İbn Teymiyye şehirden ayrılmadı ve bir grup âlimle
birlikte Moğol Hükümdarı Gâzân Han’ın karargâhına giderek Dımaşk halkı için eman diledi, böylece
büyük bir katliamı önledi. Aynı yıl Şevval (Haziran) ayında Memlük ordularıyla beraber, Franklar ve
Moğollar’a yardım etmekle itham edilen, dinin temel esaslarına aykırı davranışlarıyla tanınan
Kisrüvân Şiîleri’ne karşı düzenlenen sefere katıldı. 700 (1301) yılında yeni bir Moğol saldırısı
üzerine halkı cihada teşvik etti ve aynı yılın Cemâziyelevvel’inde (Ocak 1301) Memlük Sultanı
Muhammed b. Kalavun’dan Moğollarla savaşmasını istemek amacıyla Kahire’ye gitti. Kendisi de
Moğollara karşı cephede bilfiil savaşa katıldı ve 4 Ramazan 702 (22 Nisan 1303) tarihinde Dımaşk
civarındaki Şehâb bölgesinde Moğollar büyük bir yenilgiye uğratıldı. 704 (1304) yılından itibaren
İslam’a muğayir fikirler ileri süren bazı tarikat mensupları ile Muhyiddin İbn Arabî’nin felsefî
görüşlerini benimseyen İttihâdiyye fırkasına karşı tavır aldı. Tarikat mensupları ile girdiği tartışmalar
nedeniyle Kahire’ye gönderilerek mahkeme edildi ve suçlu bulunarak hapse atıldı. Aldığı gözaltı ve
hapis cezalarından ancak 7 yıl sonra kurtulabildi ve tekrar Dımaşk’a döndü. Gerek Moğol
saldırılarına karşı sürdürdüğü faaliyetleri gerekse çeşitli felsefî cereyanlar, dinî anlayış ve
uygulamalar karşısında ortaya koyduğu mücadeleci tavrı ona İslâm dünyasında haklı bir şöhret
kazandırdı; etrafında görüşlerini benimseyip savunan, onu müçtehid ve imam olarak kabul eden bir
öğrenci halkası oluştu. Meşhur öğrencileri arasında İbn Kayyim el-Cevziyye’den başka en fakih
talebesi sayılan Şemseddin İbn Müflih, Şemseddin İbn Abdülhâdî, İbn Kâdi’l-Cebel, Vâsıt’taki
Rifâiyye tarikatının şeyhinin oğlu olan İmâdüddin el-Vâsıtî, Ümmü Zeyneb, Mizzî, Zehebî ve Ebu’lFidâ İbn Kesîr bulunmaktadır. İbn Teymiyye 16 Şâban 726’da (18 Temmuz 1326), peygamberlerin
mezarları ile mukaddes makamların ziyaret edilmesi hakkında verdiği fetvalar ve bu konuya dair
yazdığı risâleler nedeniyle yeniden tutuklandı ve sultanın emriyle fetva vermesi yasaklandı. İbn
Teymiyye’nin Dımaşk Kalesi’ndeki hapis hayatı iki yıldan fazla sürdü; ancak o hapiste olduğu bu
süreçte eser yazmaya devam etti. İbn Teymiyye’nin mezarları ziyaret ve tevessülle ilgili görüşlerine
sert eleştiriler yönelttiği Takıyyüddin el-Ahnâî’nin sultana yaptığı şikâyet üzerine 9 Cemâziyelâhir
728 (21 Nisan 1328) tarihinde elinden kâğıdı, kalemi ve mürekkebi alındı. Bu muamele ona çok ağır
geldi; kendisini ibadete verdiyse de üzüntüsünden hastalandı ve 20 Zilkade 728’de (26 Eylül 1328)
hapishanede vefat etti.1291
3. Vahdet-i Vücûd Nazariyyesi
“Varlığın birliği” ve “varlıkta birlik” anlamında bir tasavvuf terimi olan vahdet-i vücûd öğretisi, İbn
Arabî’nin tasavvufi düşüncesinin temelini oluşturur. Ne var ki “vahdetu’l-vücûd” tabiri İbn-i
Arabî'nin eserlerinin hiçbir yerinde geçmez. Zira o vahdet-i vücûd kavramının oluşturduğu mânayı
bir değil birçok ibare, istiare ve kelimeyle etmiştir. Vahdet-i vücûd tabiri, bilinen terim mânasına
1290
1291
Bkz. Kılıç, “Muhiddîn İbnü’l-Arabi”, DİA, XX/493-495.
Geniş bilgi için bkz. Muhammed Ebu Zehra, İmam İbn-i Teymiyye, Çev. Nusreddin Bolelli vdğ., İstanbul, 1988, s. 2197 vd.; Krş. Ferhat Koca, “İbn Teymiyye”, DİA, İstanbul, 1999, XX/391.
yakın anlamıyla ilk defa Sadreddin Konevî (ö. 672/1274) ve daha sonra da talebesi Saîduddin elFergânî (ö. 699/1300) tarafından kullanılmıştır.1292
Vahdet-i vücûd düşüncesi, varlığı (vücûd), mümkün ve zorunlu kısımlarına ayrılmadan önce
kendinde bir hakikat şeklinde ele alıp zorunlu ve mümkünü onun iki kutbu saymak suretiyle Hak ile
halkı (yaratılmışlar) izâfet ilişkisiyle birbirine bağlar. Böylece Tanrı-insan ilişkileri başta olmak
üzere birlik-çokluk sorunu, insan iradesi ve özgürlüğü, âlemdeki kötülük problemi, sebeplilik vb.
metafizik konularla iman ve akîdenin anlamı, ahlâk konuları ve çeşitli dinî bahisler hakkında
kapsamlı ve sistematik bir düşünce ortaya koyar.1293
Bir başka ifadeyle vahdet-i vücûd, Allah’tan başka hakîkî hiçbir vücûd (varlık) kabul etmeyen, bütün
varlıkları mutlak vücûdun isim ve sıfatlarının tezâhürü ve tecellîsi sayarak hakikî varlığa göre isim
ve sıfatların ezelî yokluğu ifade ettiğini keşf ve tecrübe yoluyla ortaya koyan tasavvufî anlayıştır.
Buna göre vahdet-i vücûdu benimseyen kişiler için mutlak varlık ve onun tecellîlerinden başka hiçbir
şeyin varlığının gerçekliği yoktur. Bu düşüncede, görülen evren sadece bir gölge konumundadır ve
Hakk ile halk ilişkisinde her şey O’dur. Allah’tan başka varlık yoktur ve mahlûk, mutlak varlığın
tecellîsi ve işleridir. Bu nedenle vahdet-i vücûd düşüncesinde farklı iki varlık gerektiren ittihâd ve
hulûlü kabul edilmez, zira vücûd zaten birdir ve o da Hak Teâlâ’dır.1294
Geçmişte ve günümüzdeki araştırmalarda tasavvufun en dikkat çeken konularından biri olan vahdet-i
vücûd, Allah’ın varlığını kabul edip kâinatın varlığını reddeden,1295 bu bağlamda Tanrı, âlem ve insan
ilişkilerini açıklayan şümullü bir düşünce sistemidir. Nitekim vahdet-i vücûd terimini meydana
getiren kelimelerden ve “birlik” anlamındaki “vahdet”, “bulmak, bilmek” anlamındaki “vecd”
kökünden gelen “vücûd” kelimesiyle birlikte kullanılır. Vücûd kelimesi terim olarak “varlık”
anlamında kullanılır ve Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin en ulvî makamlara ulaşanlara atıf yaparken
kullandığı “ehlü’l-keşf ve’l-vücud” (ehlü’l-cem’ ve’l-vücûd) tabiri de1296 vücûd terimindeki bu anlam
bağlantısına işaret eder. Ehlü’l-keşf ve’l-vücûd tabiriyle hakikati keşf yoluyla bulan veya beşerîlikten
soyutlanarak bekâ makamına ulaşanlar kastedilir. Bunun anlamı, varlığın hakikatinin ancak
seyrüsülûk yoluyla beşerîlikten tamamen soyutlanmak suretiyle idrak edileceğidir. el-Vücûdü’l-hak
(gerçek/mutlak varlık) bu soyutlanma sürecinde hissî, aklî ve hayalî varlık biçimlerinden
uzaklaşılarak idrak edilir.1297
Gerçekte vahdet-i vücûd, “Allah’tan başka varlık olmadığının idrak, şuur ve bilgisine sahip olmak”
demektir. “Vahdet-i şühût”ta sâlikin her şeyi görmesi geçici olup, birlik bilgide değil, görmededir.
Vahdet-i vücûdda ise bu birlik bilgidedir. Vahdet-i vücûd düşüncesine zevk yoluyla ulaşan sâlik,
gerçek varlığın bir olduğunu, bunun da Hakk’ın varlığından ibaret bulunduğunu, Hak ve O’nun
tecellilerinden başka bir şeyin bulunmadığını bilir.1298
Abdulvehhâb eş-Şa’ranî, İbn Arabî’nin, “Lâ mevcûde illallah” sözünün, kendi zâtı ve nefsiyle kâim
olanın sadece O olduğu, O’nun dışındaki bütün mevcûdâtın ise zâtı ile değil, başkası ile kâim olduğu
anlamına geldiğini söyler. Şa’ranî’ye göre bunun anlamı “Allah’ın dışında kendi nefsi ile (bizatihi)
kâim bir varlık yoktur” demektir. Nitekim ona göre “Allah’ın dışındaki her şey bâtıldır”1299 hadisinin
1292
Krş. Kılıç, “Muhiddîn İbnü’l-Arabi”, DİA, XX/506; Akman, İbn-i Arabî Kelami Tartışmalar, Sorular, Şüpheler, s. 158.
Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 210; Krş. Demirli, “Vahdet-i Vücûd”, DİA, XXXXII/431-435.
1294
İsmail Fennî Ertuğrul, Materyalizmin İflâsı ve İslâm, Sadeleştiren: A. Kılıçsoy, İstanbul, 1996, I/214; Akman, İbn-i
Arabî Kelami Tartışmalar, Sorular, Şüpheler, s. 458.
1295
Bkz. Mustafa Sabri Efendi, “Kâinatın Allah’a Göre Durumu (Mevkif’ul-Âlem min’Allah), Birinci Bölüm: “Vahdeti
Vücud Meselesi”, Çev. Hüseyin Atay, İslâm Tetkikleri Enstitüsü Dergisi, Cilt: 6, Cüz: 3-4, İstanbul, 1976, s. 65 vd.
1296
Krş. Muhyiddîn İbn Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye, Beyrut, Trs., I/99, 320, 347; Demirli, “Vahdet-i Vücûd”, DİA,
XXXXII/431.
1297
Demirli, “Vahdet-i Vücûd”, DİA, XXXXII/431.
1298
Bkz. Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara, 1977, s. 741.
1299
Abdulvehhab eş-Şa'rani, el-Kibrîtu'l-Ahmer, I/4; İbn Teymiyye’nin de işaret ettiği gibi hadis olarak takdim edilen bu
söz gerçekte Lebîd b. Rebîa’ya nispet edilen bir beyittir ve aslı şöyledir: “ وكل نعيم ال محالة زائل/ أال كل شيء ما خال هللا باطل:
1293
de ifade ettiği gibi, Allah’ın haricindeki bütün eşya, başkasıyla kâimdir.1300
Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, vahdet-i vücûd konusunda özetle şöyle demektedir: “Keşfen sâbit
olmuştur ki biz, âlem namına ne biliyorsak hepsi mahsusatımız (hislerimiz), hayalimiz, süveri
zihniyye ve intibaatı ruhiyemizden ibarettir. Bunları a’yan tasavvur etmemiz ve bi’lizafe gerçek diye
bilmemiz, zatında vahid-i ekmel olan Hak mefhumunun ezelen ve ebeden tahakkukunu tasdik
sayesinde mümkün olabilir. (…) Buna göre vahdet-i vücudun tevhid-i vücûdisi (varlığı birlemesi),
eşbah-ı âlemin zıllî (gölgesel) ve hayali olduğunu görmek ve onları silip maverasındaki hakkı
vahidin vücüdüne (gerçek vahidin varlığına) inanmakla mümkün olur... Fakat bunun mefhum-ı
muhalifi olan “her mevcut Allah’tır” denildiği zaman ise varlıkta gerçek bir çokluk kabul edilmiş ve
hepsinin Allah olduğu iddia edilmiş olunur ki, bunda tevhit değil Allah’ı çoğaltma ile işrak vardır.
Bu ise vahdet-i vücut değil, bilakis ittihad-ı vücut veya hulul nazariyesi olur ki “bir” e “her”
demektir. Lâşerike leh olan Allah’a namütenahi şerikler ispat etmek, mevcudatı hayaliyeyi mevcudı
hakiki farz etmektir. Buna daha fazla “Panteizm” yani ittihad-ı ilahiyyet denilir ki bu nazariyede
Allah ve vücut, gerçekten her şey ile müttehittir veya her şeyin içine hulul etmiştir. Haşa Ali ilah,
veli ilah, Fir’avun ilah, Nemrud ilah, ilah… her şey ilahtır. Bunda isbatı alem ve nefyi sani’ vardır.
İşte bir takım cehele veya melahide (mülhitler) hikmeti ilahiye namiyle muhal olan bu ittihad veya
hulul veya ta’til nazariyesini vahdeti vücud ve mahzı (gerçek/hakiki) tevhid diye ele alarak “Lâ ilâhe
illa hû” demek “Lâ mevcude illa hû” demek olduğunda ısrar eder ve bunu da “her mevcud odur”
manasıyla tefsir eyler ve hatta külli mecmuî ile küllî ifradîyi tefrik etmeyerek (همه اوست: Her şey
O’dur) der. Her şeyin maverasında Allah’ı görecek yerde her şeyde ve hatta her şeyi Allah görmek
ister…”1301
Ebu’l-A’lâ Afîfî ise İbn Arabî’nin biçimlendirdiği vahdet-i vücût nazariyesine göre “varlığın
hakikatte bir olduğunu, duyumlarımızın haricî âlemde çokluk görmesini ve aklen de Allah-âlem
(Hak-halk) ikiliğini kabul etmemize rağmen, varlıkta ikilik ve çokluk olmadığını, Hak ve halkın aynı
hakikatin iki ismi veya veçhesinden ibâret olduğunu” belirtmektedir. Buna göre Hak ve halk olmak
üzere Vücûd-ı Hakk’ın iki yönü bulunmaktadır. Yine Afîfî’ye göre İbn Arabî’nin vahdeti vücûd
düşüncesi, “duyumlarımızın algıladığı âlemi gerçek kabul eden, materyalist panteizm” olmadığı gibi
aralarındaki benzerliklere rağmen “çokluğun, birden südûru görüşünü savunan Yeni Eflâtunculuk”
düşüncesi ile de birebir kesişmediğini ifade etmektedir. 1302
Vahdet-i vücûd öğretisini benimseyenler, “varlığın, Allah’tan ibâret olduğunu” belirtseler de bu
ifade, akledilen ve hissedilen her şeyin Allah olduğu anlamına gelmez. Zira onlar, vücût sözcüğü ile
bütün varlıkların kendisiyle kâim olduğu hakikati kastederler. Buna göre vücût lafzının Cenabı
Hakk’a sıfat olması hakiki değil, mecâzî ve itibârîdir. Aynı zamanda kendisi vücûdun aynı olduğu
için Allah’a mevcut demek de hakikaten değil, mecâzendir. Demek ki, mahsûsât (hissedilenler) ve
ma’kulât (akledilenler) ile mevhûmât (vehmedilenler) ve muhayyelât (hayâl edilenler)tan her ne var
ise bunlardan hiç birisi, kendisiyle kaim olmayıp var oluşlarında Vücûd’a yani Allah’a muhtaçtır.1303
Bazı vahdet-i vücûd araştırmacılarına göre ise Hakk’ın varlığı kâinata nispetle bir ayna mesabesinde
olup, akledilen ve hissedilen bütün eşya, O’nda zâhir olur. Veya Allah zâtı itibariyle değil, sıfat ve
fiilleri itibariyle bütün sûret ve şahıslarda mutlak olmaktan çıkmaksızın ve değişikliğe uğramaksızın
tecelli ve tezahür eder. Bu yönüyle eşya, O’na ayna olur. Kâinatın bütünü ise Hakk’ın vücûdu ile
Dikkat et! Allah’ın dışındaki her şey bâtıldır; her nimet de hiç şüphesiz yok olmaya mahkûmdur.” Bkz. İsmail Durmuş,
“Mesel”, DİA, İstanbul, 2004, XXIX/294.
1300
Abdulvehhab eş-Şa'ranî, el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fî Beyâni Akâidi’l-Kebâir, Beyrut, Trs., I/12; Pakiş, “Tasavvufî Tefsir
ve Vahdet-i Vücûdun Sembolik Dili”, s. 15-16.
1301
Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kur'an Dili, İstanbul, Trs. I/576-577.
1302
Bkz. Ebu’l-Alâ Afîfî, Tasavvuf İslâm’da Manevi Hayat,( Çev. Ekrem Demirli-Abdullah Kartal), İstanbul, 1996, s. 161173.
1303
Ferid Kam, Vahdet-i Vücût, İstanbul, 1994, s. 76-77; Krş. Pakiş, “Tasavvufî Tefsir ve Vahdet-i Vücûdun Sembolik
Dili”, s. 16.
kâim olur.1304
Gerçekten anlaşılması kolay olmayan bu açıklamalardan birçok kimse, akledilen ve hissedilen her
şeyin Allah olduğu anlamını çıkarmıştır. Ancak İbn Arabî’nin bizzat kendisinin konu ile ilgili olmak
üzere “O, zâhirdeki her şeyin aynıdır. Zatlarında eşyanın aynı olan şey, sübhan olan Allah değildir.
Bilakis O, O’dur, eşya da eşyadır. Çünkü ittihat ve hulûl var olanlardan ortaya çıkar. Varlıkta ise, tek
varlıktan başkası olmayıp eşya, Hakk’ın vücûdu ile mevcut ve kendi nefisleri ile mâdûmdur. Kendi
nefsi ile mâdûm ve Hakk’ın vücûdu ile mevcut olanda da hulûl ve ittihat tasavvur olunamaz” dediği
nakledilmektedir.1305
İbn Arabî’den sonra Sadreddin Konevî (ö. 673/1274) ve talebesi Saîdüddin el-Fergânî (ö.699/1300)
tarafından kavram olarak kullanılan Vahdet-i Vücud fikri,1306 Mevlânâ Celâluddîn er-Rûmî (ö.
672/1273), Hallâc-ı Mansûr (ö. 922/1516-17) ve Mevlânâ Hâlid-i Bağdadî1307 gibi önde gelen diğer
mutasavvıflar tarafından da benimsenmiştir.
4. İbn Arabî’nin Vahdeti Vücût Nazariyesini Takdim Biçimi
İbn Arabî, özellikle el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye ve Fusûsu’l-Hikem gibi eserlerinde vahdet-i vücut
sistematiğini ayrıntılarıyla anlatmıştır. Onun bu eserlerde bir yandan hulûl ve ittihâd düşüncesini
anımsatan ifadeler kullanması, öbür yandan da bu düşüncenin tamamen hilafına cümleler kurması,
bir başka deyişle vahdeti vücûd konusundaki paradoksal ifadeleri lehinde ve aleyhinde birçok fikrin
doğmasına sebebiyet vermiştir. İbn Arabî’nin vahdeti vücûd hakkındaki hâkim kanaatini şöyle
özetlemek mümkündür:1308
Tek varlık vardır ki, o da Allah’tır. O’nun dışında varlık yoktur.
Âlemin kendi başına varlığı yoktur, âlem ancak Allah ile vardır. Onun
dışında bir varlık tasavvur edilemez. Çünkü O’nun dışındaki şeyler
yok hükmündedir. Her yer ve her şey O’nun meclâsıdır. O, her yerde
tecelli eder. Dolaysıyla her şey O’dur.1309 Bizler Allah’ın zâhirî
suretleriyiz. O’nun tecellisiyiz. Âlem ve kevn aslında bir hayal olduğu
için biz O’yuz.1310 Bir açıdan halk Hak’tır.1311 Hâlık ile mahlûk bir tek
şeydir.1312 O bana ham deder, ben de O’na; O bana ibâdet eder; ben de
O’na.1313
Başta İbn Teymiyye olmak üzere bazı âlimlerin hulûl olarak gördükleri bu ifadelerinin yanı sıra İbn
Arabî’nin aynı eserlerinin başka bölümlerinde bu iddiaları tamamen nefyeden cümleler de yer
almaktadır. Onun bu husustaki görüşlerini şöyle özetlemek mümkündür:1314
İbn Arabî Hak ile halkın asla birleşmediğini ifade eder. Ona göre
1304
Ertuğrul, Vahdet-i Vücût ve İbn Arabi, s. 9.
Ferid Kam, Vahdet-i Vücût, s. 82.
1306
Ramazan Muslu, “Vahdet-i Vücûd Üzerine Yazılmış Bir Risâle: Erbilî’nin Mir’âtü’ş-Şühûd fî Beyâni Vahdeti’lVücûd’u”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Sayı: 23, İstanbul, 2009, s. 304. Eraydın, Tasavvuf ve
Tarîkatlar, s. 211. Hüsamettin Erdem, Pantezim ve Vahdet-i Vücut Mukayesesi, Ankara, 1990, s. 1.
1307
Krş. Kubat, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Sûfî Kelâmı, s. 192-194.
1308
Muhyiddîn İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, Nşr. Ebu’l-A’lâ Afîfi, İskenderiye, 1365/1946, s. 68, 78, 79, 83, 159; Krş. Kara,
Kara, “İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’ye ve Vahdet-i Vücuda Bakışı”, İbn Teymiyye Külliyatı içinde, II/42.
1309
Muhyiddîn İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, Nşr. Ebu’l-A’lâ Afîfi, İskenderiye, 1365/1946, s. 68.
1310
İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 159.
1311
İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 79.
1312
İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 78.
1313
İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 83.
1314
İbn Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye, I/41; II/138, 371; III/164-165, 224, 443; IV/220, 372,379, 438; Krş. Kara, “İbn
Teymiyye’nin İbn Arabi’ye ve Vahdet-i Vücuda Bakışı”, İbn Teymiyye Külliyatı içinde, II/42-43.
1305
vâcib ile mümkün asla bir araya gelemez.1315 Zira Hak haktır, yani
Rab Rabdir; insan da insandır.1316 Hakkın sıfatı ile abdin sıfatı asla
bir yerde bir araya gelmez. Rab kul olamaz, kul da Rab.1317 Çünkü
Rab kadîm, halk ise hâdistir.1318 Allah ile âlem arasında hiçbir
münasebet yoktur; âlem Allah’ın dışındaki mahlûkattır.1319
Yine İbn Arabî’yi eleştirenler onun sözlerinin hulûl ve ittihada götürdüğünü dile getirirler. Oysa İbn
Arabî bu iddiaları tamamen reddeder. İbn Arabî’nin bu konudaki şu ifadeleri dikkat çekicidir:
“Zat ittihad Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat’e göre küfürdür, bundan
sakınmak gerekir.”1320 “İttihad ‘iki şeyin birinde toplanması’
demektir. İttihad adet, tabiat ve hâlde olmaz. Kim hulûl var derse
biliniz ki bu ma’lûldür. Bunu iddia eden kimse hastadır. Hastalığına
şifa bulacak tabip de yoktur.”1321
5. İbn Teymiyye’nin Vahdet-i Vücûd Nazariyesine Yönelttiği Eleştiriler
İbn Teymiyye’nin, İbn Arabî eleştirilerini genel olarak hâtemu’l-evliyâ, ricâlu’l-gayb, Fir’avun’un
imanı, putlara ibadet, gaypten haber verme ve hurûfîlik gibi konular üzerine bina ettiği görülse de
onun en çok üzerinde odaklandığı ve daha çok merkeze aldığı kavramın vahdet-i vücûd olduğu
gözden kaçmamaktadır.1322 Bu konuların hepsi ayrı ayrı öneme sahip olsa da, bu görüşler içerisinde
doğrudan İbn-i Teymiye’nin ilgisine mazhar olan husus veya temel eleştiri noktası vahdet-i vücût
nazariyesidir.
İbn Teymiyye, zühd ve takvâya dayalı, ruhanî ve ahlâkî gelişmeyi hedefleyen tasavvufu kabul
etmekle birlikte, İbn Arabî ile özdeşleşen vahdet-i vücud anlayışını önceleyen “mütefelsif tasavvuf”u
reddetmiştir. Ona göre İbn Arabî ve onun takipçileri olan İbn Seb’în ve Sadreddin Konevî gibi
mutasavvıfları, varlığı tanrılaştırma anlamına gelen vahdet-i vücûd düşüncesine İbn Sînâ felsefesi
götürmüştür. “Varlığın birliği” demek olan vahdet-i vücûd fikrinin kaynağının aynı zamanda
Hıristiyanlık ve diğer İslâm dışı inançlar olduğunu da ileri süren İbn Teymiyye’ye göre vahdet-i
vücûd görüşü, İbn Arabî ve onun izini sürdüren mutasavvıf düşünürlerin varlığın tamamını birleştirip
tekleştirmelerine yol açmıştır.1323
İbn Teymiyye’ye göre vahdet-i vücûd hakkında söylenenleri halk şöyle dursun bunu savunanlar bile
tam olarak anlamamaktadır. Cehmiyye mensuplarıyla sapık filozoflar ve sekr haline mağlûp olan
sûfîlerin sözlerinden kaynaklanan bu düşünce hulûl ve ittihad gibi unsurları ihtiva etmekte, en
azından düşüncelerle yakınlık arz etmektedir. Ona göre vahdet-i vücûdcular Allah’ın, nebîlerin ve
velîlerinin kaplarıyla insanlara küfür ve sapıklık şarabı içirmekte, gerçek velîlerin ifadeleri içine
münâfık ve kâfirlerin sözlerini yerleştirip Müslümanlara sunmaktadırlar.1324
İbn Teymiyye’ye, başta Mecmûu Fetavâ olmak üzere hemen hemen her eserinde İbn Arabî’yi,
1315
İbn Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye, I/41.
İbn Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye, II/371, III/164-165, 224.
1317
İbn Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye, IV/220.
1318
İbn Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye, IV/438.
1319
İbn Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye, III/443. IV/438.
1320
İbn Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye, II/138, IV/372, 379.
1321
İbn Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye, IV/379; Krş. Yılmaz, “İbnü’l-Arabî Hakkında Yapılan Eleştirilere İbrahim
Kûrânî’nin Yaklaşımı”, s. 370.
1322
Krş. Mustafa Kara, “İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’ye ve Vahdet-i Vücuda Bakışı”, İbn Teymiye Külliyâtı içinde,
İstanbul 1987, II/41-43; Krş. İbiş, “Kelâmî Ontoloji Açısından Vahdet-i Vücutçu Tevhit Anlayışına Bazı Eleştiriler”, s.
75-84.
1323
İbn Teymiyye, Der’u Teârudi’l-Akli ve’n-Nakl, VIII/179-182.
1324
İbn Teymiyye, Mecmûatu’r-Resâil, I/119; IV/26; İbn Teymiyye, İbn Teymiyye Külliyâtı, II/364 vd.; Krş. Kara, “İbn
Teymiyye, Takiyyuddîn/Tasavvufî Görüşleri, DİA, XX/413-414.
1316
“sonradan olan bir şeyin mevcûdiyetini Yüce Allah’ın varlığının aynısı” kabul etmekle itham
etmektedir.1325 Ona göre İbn Arabî’nin kavramsallaştırdığı vahdet-i vücûd nazariyyesi, Allah ile âlem
arasında iç içe birlikteliği var sayan hulûl ve ittihad fikrine götürmekte,1326 bu da Tevhid inancını
zedelemektedir. Ona göre bu düşünce biçimi açık bir şirk ve küfürdür.1327
Diğer Selefîyye âlimleri gibi, İbn Teymiyye’nin de ısrarla reddettiği husus, İbn Arabî’nin hulûl ve
ittaihâda götürdüğüne inandığı vahdet-i vücûd anlayışıdır. Ona göre tevhidi bozan hususların içinde
en aşırısı, İslâmî terminolojiyle takdim edilip Allah ve âlem arasında iç içe bir birlikteliği var sayan
“ilâhî zâtın veya sıfatlarının yaratıklardan birine veya tamamına intikal edip onlarla birleşmesi”
anlamında olan hulûl ve “Allah’ın bir kısım varlıklara hulûl ederek onlarla birleşmesi” anlamındaki
ittihad fikri ve bunu temsil eden vahdet-i vücûd nazariyesidir. İbn Teymiyye’ye göre “vahdet-i
vücûd: varlığın birliği” düşüncesini savunan İbn Arabî ittihâdî’dir yani hak ile halkın birleştiğini
savunan biridir.1328
İbn Teymiyye bu görüşünü detaylandırırken şunları ifade etmektedir: “İbn Arabî ‘Ondan başka varlık
yoktur’ derken, bu ifadeyi, Rasûlullah (s.a.v.)’ın, “Hiçbir şâirin ağzından şair Lebid b. Rebia’nın “İyi
biliniz ki Yüce Allah’tan başka her şey bâtıldır/yok olacaktır; her nimet de zevâle mahkûmdur.”
şiirinden daha doğru bir söz çıkmamıştır1329 ve “Onun zatından başka her şey yok olacaktır.”1330
âyetinde olduğu gibi eşyanın varlık ve idaresinin Yüce Allah’ın emriyle olduğu anlamında
kullanmamaktadır.
İbn Teymiyye’ye göre şayet İbn Arabî ve müntesipleri bu manayı kastetmiş olsalardı, bu doğru bir
yorum olurdu. Ne var ki onlar, Yüce Allah’ı mevcûdatın aynı olarak kabul etmektedirler. Bu ise
apaçık bir küfürdür.1331
Ancak bütün bu sert eleştirilerine rağmen İbn Teymiyye, güçlü bir muhayyileye sahip olduğunu
söylediği İbn Arabî’yi; İbn-i Fârız (ö. 632/1234), İbn-i Seb’în (ö. 667/1269), Tilmisânî (ö. 690/1291)
ve Konevî (ö. 673/1274) gibi vahdet-i vücûd düşüncesine eğilim gösteren diğer âlimler arasında
“İslâm’a en yakın olanı” şeklinde tanıtır.1332 Nitekim o, İbn Arabî’nin, vahdet-i vücud nazariyyesi
hususunda yukarıda isimleri zikredilen diğer vahdet-i vücutçular kadar ısrarcı olmadığını belirtir ve
onu fıkha olan saygısından ve tasavvuf yolundaki dikkatinden dolayı da övgüyle anar.1333
6. Vahdet-i Vücûd-Panteizm Mukayesesi
İbn Arabî’nin görüşleri üzerinde çalışan bazı şarkiyatçılar bu görüşlerin kendi kültürleri içerisinde
karşılığını bulma yoluna gitmiş ve vahdet-i vücûd kavramını kendi dillerine aktarırken “panteizm”
kelimesini seçmişlerdir.1334
1325
Krş. Yavuz, “Hülûl (İslâm Düşüncesinde)”, DİA, XVIII/343-344.
İbn Teymiyye, Mecmûu Fetavâ, Mektebetü’l-Meârif, Riyad, 1981, X/95.
1327
Krş. İbn Teymiyye, Mecmûu Fetevâ, X/95; X/342; İbn Teymiyye, el-Furkân Beyne Evliyai’r-Rahmân ve Evliyai’şŞeytân, Beyrut, 2003, s. 122; İbn Teymiyye, İbn Teymiyye Külliyâtı, II/366 vd.; Özervarlı, “İbn Teymiyye’nin İ’tikâdî
Görüşleri”, DİA, XX/412; Yılmaz, “İbnü’l-Arabî Hakkında Yapılan Eleştirilere İbrahim Kûrânî’nin Yaklaşımı”, s. 371372.
1328
Krş. Yusuf Şevki Yavuz, “Hülûl (İslâm Düşüncesinde)”, DİA, XVIII/343-344; M. Sait Özervarlı, “İbn Teymiyye’nin
İ’tikâdî Görüşleri”, DİA, XX/412.
1329
Krş. Süleyman Tülücü, “Lebîd b. Rebîa”, DİA, Ankara, 2003, XVII/122.
1330
Kasas, 28/88.
1331
İbn Teymiyye, Mecmûu Fetavâ, X/342; İbn Teymiyye, el-Furkân Beyne Evliyai’r-Rahmân ve Evliyai’ş-Şeytân, Beyrut,
2003, s. 122; Özervarlı, “İbn Teymiyye’nin İ’tikâdî Görüşleri”, DİA, XX/412; Yılmaz, “İbnü’l-Arabî Hakkında Yapılan
Eleştirilere İbrahim Kûrânî’nin Yaklaşımı”, s. 371-372.
1332
Krş. İbn Teymiyye, Mecmûatu'r-Resâil, 1/179 vd.; Akman, İbn-i Arabî Kelami Tartışmalar, Sorular, Şüpheler, s. 628.
1333
Bkz. İbn Teymiyye, Mecmûatu'r-Resâil, 1/179, 183; Krş. Yavuz, “Hülûl (İslâm Düşüncesinde)”, DİA, XVIII/343-344;
Özervarlı, “İbn Teymiyye’nin İ’tikâdî Görüşleri”, DİA, XX/412.
1334
Krş. Kılıç, “Muhiddîn İbnü’l-Arabi”, DİA, XX/493.
1326
Aynı şekilde İslâm dünyasında Ebu’l-Alâ el-Afîfî (ö. 1389/1966) gibi konunun uzmanı sayılan bazı
âlimler ile vahdet-i vücûd’a muarız olan bazı düşünürler de benzer biçimde vahdet-i vücûd
öğretisinin panteizm (vahdet-i mevcûd) görüşüne yakın, hatta aynı olduğunu belirtmişlerdir.1335
Özellikle şarkiyatçılar tarafından dile getirilen bu yaklaşım tarzı batıda yetişmiş bazı Müslüman ilim
adamları tarafından da benimsenmeye başlanınca ortaya tam bir kavram kargaşası çıkmıştır. Oysa
çok iyi tetkik ve tahlil edildiğinde bu iki görüşün birbirinden çok farklı olduğu kolayca ortaya çıkar.
Nitekim İbn Arabî’nin hakikatte, “Vücûdda yalnız Hak vardır” esasından kaynaklanan görüşleriyle
felsefede tartışılan monizm veya panteizm akımları arasında kıyas kabul etmez farklılıklar vardır.
Zira bir bardak deniz suyu ile bir bardak menba suyu yan yana konulduğunda, karşıdan bakan kimse
bu iki su arasında fark olabileceğine ihtimal vermez.1336 Oysa gerçekte biri tuzlu, diğeri tatlıdır.
Bunun gibi Vahdet-i vücûd “varlığın birliği”, Panteizm ise “mevcudun birliği” demektir. Vahdet-i
vücûd mektebi mâsivallahı Hakk’a tâbi kılmaya çalışırken panteizm Hakk’ı mâsivallaha tâbi
kılmaktadır. Panteizm, şehâdet âlemini tanrılaştırarak mâverâyı inkâra ve ilhâda kadar götürmüş bir
felsefedir. Oysa İbn Arabî’nin görüşleri ise Hakk’ı her mertebede tanıyıp tasdik edebilme yoludur.1337
Başta İbn Arabî olmak üzere vahdet-i vücûd düşüncesini savunan mutasavvıflar, Allah’ın âleme hem
içkin hem de aşkın olduğu argümanını savunmuşlardır. Ancak unutmamak gerekir ki, vahdet-i
vücût’ta savunulan içkinlik, panteizm ve pan-enteizmde olduğu gibi zâtî bir içkinlik değildir. Aksine
vahdet-i vücût düşüncesinde söz konusu edilen içkinlik, Mutlak Zât’ın isim ve sıfatlarının tecellisi
olan âlem ve eşyâda ruh olarak veya öz olarak bulunan içkinliktir. Yani burada kastedilen şey, Allahâlem birliğinden ziyâde Yüce Allah’ın âlemde zâtı itibariyle değil de, hakikati itibarıyle tecellî ve
tezâhür etmesidir.1338
O halde denebilir ki, İbnü’l-Arabî panteist değildir, çünkü o, nerede cem’ ve nerede fark
olduğunun bilincindedir. Nitekim M. Erol Kılıç’ın da işaret ettiği gibi,1339 onun Sofistlerin eşyanın
hakikatleri olmadığı şeklindeki görüşlerine katılmadığını söylemesi,1340 “Elhamdülillâh” sözünü izah
ederken bunun Hakk’ın ezelî vücûdunu hâdis olan vücûdundan gizlediğini, âbdin vücûdunun ilâhın
vücûdundan ayrılma makamındaki bir söz olduğunu belirtmesi1341 ve Hakk’ı nûr, kevni zulmet olarak
adlandırıp bu ikisinin gece ve gündüzde olduğu gibi bir araya gelemeyeceğini, zira bunlardan her
birinin diğerinin üzerine bir hicap çektiğini söylemesi1342 İbn Arabî’nin ittihadî, sofist, panteist veya
pan-enteist olmadığının açık kanıtlarıdır.
7. Değerlendirme
Buraya kadar aktardığımız malumattan da anlaşılacağı üzere, üzerinde fikir beyan ettiği konuların
girift olması, ayrıca eserlerinde kullandığı paradoksal dil nedeniyle yaşadığı asırdan günümüze
lehinde ve aleyhinde en çok konuşulan, görüşleri en çok tartışılan ve bu yüzden de en çok dost ve
düşmana sahip olan âlimlerin başında Muhyiddîn İbn Arabî gelmektedir.
Tarihsel süreçte İbn Arabî’ye en esaslı eleştirileri yönelten şahıs ise kuşkusuz İbn Teymiyye’dir. İbn
Arabî’nin ölümünden sonra onun fikirlerini ilk olarak ciddi bir eleştiriye tâbi tutması, onu tenkit eden
âlimler arasında İbn Teymiyye’ye müstesna bir konum kazandırmıştır.
1335
Ebu’l-Alâ Afîfî, Muhyiddîn İbnu’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi,( Çev. Mehmet Dağ), Ankara, 1975, s. 62-63; Krş.
İsmail Fenni Ertuğrul, Hakîkat Nurları, İstanbul, 1949, s. 334-335; Selçuk Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatlar, İstanbul,
1994, s. 211.
1336
Kılıç, “Muhiddîn İbnü’l-Arabi”, DİA, XX/493; Eraydın, Tasavvuf ve Tarîkatlar, s. 211.
1337
Kılıç, “Muhiddîn İbnü’l-Arabi”, DİA, XX/507.
1338
Hüsamettin Erdem, Pantezim ve Vahdet-i Vücut Mukayesesi, Ankara, 1990, s. 1.
1339
Kılıç, “Muhiddîn İbnü’l-Arabi”, DİA, XX/507.
1340
İbn Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye, III/525.
1341
İbn Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye, II/189.
1342
İbn Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye, II/549.
İslâm düşünce tarihinde İbn Arabî tasavvufî/irfanî zevki temsil ederken, diğer İslâmî ilimlere bu
zaviyeden bakmıştır. İbn Teymiyye ise Selefî/zâhirî geleneği sürdüren bir âlimdir ve başta tasavvufî
zevkler olmak üzere kelamî ve felsefî yorumların önünü tıkamaya çalışan bir gayret ortaya
koymuştur. Birine göre kalbî ve tasavvufî yorumlar kişiyi dinin hedefi olan kemâl noktası ile
tanıştırırken, diğerine göre bu vadi insanı çıkmaz sokaklarda perişan etme potansiyeline sahiptir. İbn
Arabî de zaman zaman sufîleri tenkid eder, yorumlarına katılamadığını söyler. Ama üslubu dikkatli
ve rikkatlidir. İbn Teymiyye ise münekkittir. Fakat oldukça sert bir üslubu vardır ve tenkitte çok
acımasızdır.1343
Her iki âlimin de yetiştikleri çevre, mizaç, meşrep itibariyle olay ve olgulara farklı perspektiflerden
baktığı muhakkaktır. Bu nedenle bu iki öncü âlimin fikirleri değerlendirilmeye tâbi tutulurken
sözünü ettiğimiz olay ve olgulara farklı zâviyelerden bakma yöntemleri asla göz ardı edilmemelidir.
Nitekim Şeyhülislam İbn-i Kemal (ö. 940/1534) fetvasında bu hususu dile getirmiş ve “Futûhât’ta
bazı meseleler vardır ki bunlar keşf ve bâtın ehli olmayan zâhir ehlinin idrak edemeyeceği
gizliliktedir. Anlatılmak istenen manayı kavrayamayan kişinin Allah’ın, “Hakkında bilgi sahibi
olmadığın şeyin ardına düşme”1344 emrine göre bu konuda sükût etmesi gerekir”1345 demiştir.
İbn Teymiyye, tıpkı diğer âlimler gibi meslektaşlarını tenkit etme hakkına sahiptir. Daha doğrusu
başkalarını hiç tenkit etmeyen kendine has bir şey ortaya koyamıyor demektir. İbn Teymiyye’nin
büyük bir âlim ve müçtehit olduğunu herkes kabul ediyor. Dolayısıyla onun da kelamcıları,
filozofları, Şiîleri, Sünnîleri ve sufîleri tenkit etme hakkı vardır. Özel olarak İbn Arabî’nin
yorumlarını, mesela bizim bu tebliğde üzerinde odaklandığımız vahdet-i vücûd nazariyyesi ile alakalı
tevillerini tenkit etme hatta bütünüyle reddetme hakkı da vardır. Hakkı olmayan tek şey başta İbn
Arabî olmak üzere vahdet-i vücûd öğretisini savunan bütün âlimler için “tekfîr” mekanizmasını
çalıştırmasıdır. Vahdet-i vücutçuları küfürle itham etmesi,1346 zındık olarak ilan etmesi,
öldürülmelerini vâcip görmesi, dinî sınırların dışına itmesi ve böylece İslâm dairesinin dışına atması
doğru bir yaklaşım tarzı değildir.1347
Her ne sebeple olursa olsun, “Size selam verene dünya hayatının geçici menfaatine göz dikerek ‘Sen
mü’min değilsin’ demeyin”1348 âyeti mucibince, bir kişiyi “ben Müslümanım” dediği, Hz. Peygamber
(s.a.v.)’in Allah’tan getirdiğini toptan kabul ettiği ve dince kutsal sayılan hususları açıkça inkâr
etmediği sürece tekfîr etmek doğru değildir. Nitekim Ehl-i Sünnet akâidinde yer alan, “Ehl-i Kıble
tekfîr olunamaz” ilkesi bu konuda oldukça ufuk açıcıdır.1349
Bizim bu husustaki genel kanaatimiz, İbn Arabî’nin vahdet-i vücûd öğretisi bağlamında sarf ettiği
sözlerinin kendi sistemi ve anlayışı içerisinde ele alınması gerektiği yönündedir. Sözün söylendiği
maksadın kendi bağlamı içinde yorumlanması ve bir bütün olarak değerlendirilmesi gerektiğine
inanıyoruz. Eğer söylenilen söz bağlamından koparılır, siyak ve sibakı gözetilmeden bir yargıya
varılırsa, bundan sağlıklı bir sonucun çıkmayacağı açıktır. Nitekim çağdaş İbn Arabî
araştırmacılarından Toshihiko Izutsu da aynı konuya temas etmekte ve “İbn Arabî gibi bir zatın
düşüncesini anlamak için bu düşüncenin tümüne hayat veren ve onu istila eden ruhu iyi kavramak
gerekir. Aksi halde her şey kaybolur gider” demektedir.1350
1343
Krş. Kara, “Çok Uzak Çok Yakın: İbn Arabî-İbn Teymiyye Mukayesesi”, s. 28.
İsra, 17/36.
1345
Bkz. Hüseyin Atay, “İlmi Bir Tenkid Örneği Olarak İbn Kemal Paşa’nın, Muhyiddin İbn Arabi Hakkındaki Fetvası”,
Şeyhülislam İbn Kemal Sempozyumu, Ankara, 1986, s. 267-268.
1346
İbn Teymiyye, Mecmûu Fetevâ, X/95; X/342; İbn Teymiyye, el-Furkân Beyne Evliyai’r-Rahmân ve Evliyai’ş-Şeytân, s.
122; Krş. İbn Teymiyye, İbn Teymiyye Külliyâtı, II/362-367.
1347
Bkz. İbn Teymiyye, İbn Teymiyye Külliyâtı, II/362-367; Krş. Kara, “Çok Uzak Çok Yakın: İbn Arabî-İbn Teymiyye
Mukayesesi”, s. 28.
1348
Nisa, 4/94.
1349
Krş. Mehmet Kubat, İslâm Mezhepleri Tarihi, İstanbul, 2017, s. 47-49.
1350
Toshihiko İzutsu, İbü’l-Arabî’nin Fusûsü’l-Hikemindeki Anahtar Kavramlar, Çev. Ahmet Yüksel Özemre, İstanbul
1998, s. 19; Krş. Yılmaz, “İbnü’l-Arabî Hakkında Yapılan Eleştirilere İbrahim Kûrânî’nin Yaklaşımı”, s. 384-385.
1344
Her ne kadar İbn Teymiyye’nin tasavvufî yorumlardaki sübjektifliğe karşı sergilediği keskin tavrı ve
bu hususları bid’at olarak nitelemesi, daha aşırı fikirlerin ortaya çıkmasına ve bunlardan kaynaklanan
İslâm’ın ruhuna zıt uygulamaların halk arasında daha fazla yayılmasına engel olmuş olsa da, onun
İbn Arabî’yi ötekileştirmesini, dışlamasını, tekfir etmesini ve vahdet-i vücutçuları zındık ilan ederek
öldürülmelerini tecviz etmesini1351 doğru bulmadığımızı ifade etmemiz gerekir. Zira tekfîr kapısının
açık tutulmasının Müslümanlara bir şey kazandırmadığı, aksine onların gerilemesine ve ümmetin
birlik ve beraberliğini yitirerek parçalanmasına,1352 bunun da İslâm dünyasının kaynaklarının
emperyalistler tarafından sömürülerek Müslümanların dünya milletlerinin en gerisine düşmesine
sebebiyet verdiği açıktır.
Hülasa, eğer İbn Arabî tarafından çerçevesi çizilen vahdeti vücûd nazariyesine kail olmaları kişilerde
itikadî yozlaşmaya, ameli ihmale, ibâdeti hafife almaya, taatı küçümsemeye, dînî şiarlara karşı lakayt
ve laubâli davranmaya, ahlâkta gevşekliğe, hak ve hukuku gözetmede rehâvete, sorumluluk
üstlenmemeye ve yükümlükten âzâd olmaya sebep olmuyorsa, tersine bu öğreti, bu alanlarda daha
fazla gayretle, daha çok faal olmayı, daha ziyade hassas olmayı sağlıyorsa, en tekfîrden kaçınılmalı,
meseleyi küfür ve sapıklıkla ilgili görmekten vaz geçilmeli ve bu öğretiyi sisitemleştiren İbn Arabî
ile bu sisteme inananlara karşı hoşgörülü olunmalıdır.1353
Sonuç
Çağlarına damga vuran ve fikirleriyle daha sonraki dönemleri de büyük ölçüde etkileyen İbn Arabî
ve İbn Teymiyye, açtıkları çığır ve taraftarları itibariyle İslâm kültür tarihinin önde gelen iki büyük
simasıdır. Sufî düşüncenin doruğu olarak ele alınan İbn Arabî ile Selefî düşüncenin zirvesi kabul
edilen İbn Teymiyye, fikirleri, tavırları ve duruşlarıyla geniş kitleleri etkilemeyi başarmış âlim
şahsiyetlerdir.
Dinin yenileyicisi anlamında “Muhyiddîn” ve en büyük şeyh anlamında “Şeyh-i Ekber” diye anılan
İbn Arabî, velûd bir sûfî olup meselelere tasavvufî/irfanî zaviyeden bakan bir âlimdir. Allah’tan
gereği gibi sakınan anlamında Takiyyuddîn ve dinî konularda en yüksek yetki ve otoriteye sahip âlim
anlamında “Şeyhu’l-İslâm” diye anılan İbn Teymiyye ise meselelere Selefî/zâhirî bir zaviyeden
bakan bir âlimdir.
İslâm düşünce tarihinde adından çok söz ettiren ve Müslüman halklar üzerinde çok tesir icra eden
âlimlerden biri olan Muhyiddîn İbn Arabî’yi en çok eleştiriye tâbi tutan âlim Takiyyuddîn İbn
Teymiyye’dir. İbn Teymiyye’nin, İbn Arabî’nin fikirlerini şiddetli tenkide tabi tutmasını, onun
Tasavvuf’a karşı oluşuna bağlamak doğru değildir. Çünkü o zühd ve takvaya dayalı, ruhanî ahlâkî
gelişmeyi hedefleyen tasavvufa karşı ya da düşman değildi; bilakis bu anlamda bilinçli bir
mutasavvıf idi. O, Kitap ve Sünnet’e uyan tasavvuf düşüncesini reddetmemiş, Kitap ve Sünnet
çizgisinde bulunan sûfîleri de tenkit etmemiştir.
İbn Teymiyye, Kitap ve Sünnet’e aykırı bulduğu birçok konuda İbn Arabî’yi eleştirmekle birlikte, en
çok öne çıkardığı fikir kuşkusuz onun tarafından kavramsallaştırılan vahdet-i vücûd nazariyesidir. Bu
nedenle İbn Teymiyye, başta İbn Arabî olmak üzere vahdeti vücûd görüşüne kail olan bütün âlimleri
oldukça katı ve sert bir üslupla, müsamaha sınırlarını zorlayan şiddetli bir eleştiriye tâbi tutmuştur.
İbn Arabî Vahdet-i Vücûdu “Varlığın birliği” yani “Allah’tan başka varlık olmadığının idrak, şuur ve
bilgisine sahip olmak” şeklinde aktarırken, İbn Teymiyye bu düşünceyi ittihad ve hulûl olarak olarak
takdim etmiş, Tevhid’e halel getirdiği gerekçesiyle şirk ve küfür olarak değerlendirmiştir. Bu iki “uç
beyi” âlimin bu denli zıt yargılara varmalarında mesleklerinin, olay ve olgulara farklı zaviyeden
1351
İbn Teymiyye, İbn Teymiyye Külliyâtı, II/364.
Krş. Kara, “İbn Teymiyye, Takiyyüddîn/Tasavvufî Görüşleri”, DİA, XX/414.
1353
Süleyman Uludağ, İbn Arabî, Ankara, 1995, s. 190; Krş. Yılmaz, “İbnü’l-Arabî Hakkında Yapılan Eleştirilere İbrahim
Kûrânî’nin Yaklaşımı”,s. 384.
1352
bakışlarının etkili olduğu belli olmaktadır.
İslâm dünyası, sûfî düşüncenin doruğu sayılan İbn Arabî ile selefi perspektifin zirvesi sayılan İbn
Teymiyye gibi iki uç âlimin birden yetişmesine zemin hazırlamış, biri bâtınî ilimlerde diğeri zâhirî
ilmilerde zirve kabul edilen iki fikir adamına birden ev sahipliği yapmış, birbirine zıt bakış açılarına
sahip bu iki ilim adamına birden kucak açmış, olay ve olgulara bakış açıları ile metodolojileri farklı
bu iki düşünürü birden bağrına basmış, bu sayede hoşgörünün ve toleransın zirvesine ulaşmıştır. Bu
coğrafyada inşa edilen İslâm medeniyeti, bir arada yaşama kültürünün en güzel örneğini sunmuş,
böylece fikir ve düşünce özgürlüğünün yaşam alanı, birlik ve dirliğin mekânı olmuştur.
KAYNAKLAR
AFÎFÎ, Ebu’l-Alâ, Tasavvuf İslâm’da Manevi Hayat, Çev. Ekrem Demirli-Abdullah Kartal,
İstanbul, 1996.
----------------, Muhyiddîn İbnu’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi, Çev. Mehmet Dağ, Ankara,
1975.
AKMAN, Mustafa, İbn-i Arabî Kelami Tartışmalar, Sorular, Şüpheler, İstanbul, 2017.
BAĞDÂDÎ, Mevlânâ Hâlid, Mektûbât (Kitâbu Buğyeti’l-Vâcid fî Mektûbâti Hazreti Mevlânâ
Hâlid), Derleyen: Muhammed Es’ad Sâhib, Dımeşk, 1334.
BİLMEN, Ömer Nasûhî, Mülahhas İlm-i Tevhid, İstanbul, 1973.
BUHARÎ, Ebû Abdillah Muhammed b. İsmâil, el-Câmiu’s-Sahîh, İstanbul, 1992.
CEBECİOĞLU, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Ankara, 1977.
CÜRCÂNÎ, Şerîf Ali b. Muhammed, Kitâbu’t-Ta’rifât, Kahire, Trs.
ÇELEBİ, İlyas (Bekir Topaloğlu ile birlikte) Kelâm Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 2010.
DEMİRCİ, Kürşat, “Hulûl”, DİA, (XVIII/340-341), İstanbul, 1989.
DEMİRLİ, Ekrem, “Vahdet-i Vücûd”, DİA, (XXXII/431-435), İstanbul, 2012.
DURMUŞ, İsmail, “Mesel”, DİA, (XXIX/293-297), İstanbul, 2004.
DURUSOY, Ali, “Vahdet”, DİA (XXXII/430-431), İstanbul, 2012.
EBÛ DÂVÛD, Süleyman b. Eş’as es–Sicistanî, Sünenu Ebî Dâvûd, Thk. Muhammed Muhyiddîn
Abdulhamîd, İstanbul, Trs.
EBÛ ZEHRA, Muhammed, İmam İbn-i Teymiyye, Çev. Nusreddin Bolelli vdğ., İstanbul, 1988.
ERAYDIN, Selçuk, Tasavvuf ve Tarîkatlar, İstanbul, 1994.
ERDEM, Hüsamettin, Pantezim ve Vahdet-i Vücut Mukayesesi, Ankara, 1990.
ERTUĞRUL, İsmail Fennî, Hakîkat Nurları, İstanbul, 1949.
----------------, Vahdet-i Vücût ve İbn Arabi, (Haz. Mustafa Kara), İstanbul, 1991.
----------------, Materyalizmin İflâsı ve İslam, Sadeleştiren: A. Kılıçsoy, İstanbul, 1996.
FÎRÛZÂBÂDÎ, Mecduddîn Muhammed b. Ya’kûb, el-Kâmusu’l-Muhît, Beyrut, 2005.
İBİŞ, Fatih, “Kelâmî Ontoloji Açısından Vahdet-i Vücutçu Tevhit Anlayışına Bazı
Eleştiriler”, CÜİFD, Cilt: XIX, Sayı: 1, 2015, ss. 63-86.
İBN ARABÎ, el-Fütuhatu’l-Mekkiyye, Mısır, Trs.
----------------, el-Futuhatu’l-Mekkiyye, (Nşr. Osman Yahya), Beyrut, 1985.
----------------, Fusûsu’l-Hikem, Nşr. Ebu’l-A’lâ Afîfi, İskenderiye, 1365/1946.
İBN FÂRİS, Ebu’l-Hüseyn Ahmed b. Fâris b. Zekeriyyâ b. Muhammed er-Râzî el-Kazvînî
el-Hemedânî, Mu’cemu Mekâyisi’l-Luğa, Beyrut, 1979.
İBN TEYMİYYE, Takiyyuddîn Ahmed, Mecmûu Fetavâ, Riyad, 1381.
----------------, Mecmûatü’r-Resâili’l-Kübrâ, Kahire, 1966.
----------------, Der’u Teârudi’l-Akli ve’n-Nakl, Nşr. M. Reşâd Sâlim, Riyad, 1399/1979.
----------------, el-Furkan Beyne Evliyai’r-Rahmân ve Evliyâi’ş-Şeytân, Beyrut, 2003.
----------------, İbn Teymiye Külliyatı, Çev. Yusuf Işıcık vdğ., İstanbul, 1987.
İBN MÂCE, Ebû Abdillah Muhammed b. Yezîd el-Kazvinî, es-Sünenu İbn Mâce, Thk. Muhammed Fûâd
Abdulbâkî, Kahire, 1994.
İBN MANZÛR, Ebû’l-Fadl Cemaluddîn Muhammed b. Mukerram, Lisânu’l-Arab, Beyrut, Trs.
KAM, Ömer Ferid, Vahdet-i Vücût, Sadeleştiren: Ethem Cebecioğlu, Ankara, 2003.
KARA, Mustafa, İbn Teymiyye’ye Göre İbn Arabî, İstanbul, 2017.
----------------, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, İstanbul 2003.
----------------, “İbn Teymiyye/Tasavvufi Görüşleri”, DİA, (XX/413-414), İstanbul, 1999.
----------------, “İbn Teymiyye’nin İbn Arabi’ye ve Vahdet-i Vücuda Bakışı”, İbn Teymiye
Külliyâtı içinde, ss. II/41-43, İstanbul, 1987.
----------------, “Çok Uzak Çok Yakın: İbn Arabî-İbn Teymiyye Mukayesesi”, Tasavvuf Dergisi,
Cilt: IX, sayı: 21, 2008, ss. 27-30.
----------------, “İbn Teymiye’nin İlk Sûfîlere ve Tasavvuf Klasiklerine Bakışı”, UÜİFD, Sayı: 1, Cilt: 1,
Yıl: 1, 1986, ss. 63-67.
KARADAŞ, Cağfer, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî/İtikadî Görüşleri”, DİA, (XX/516-520),
İstanbul, 1999.
KILIÇ, M. Erol, “Muhiddîn İbnü’l-Arabi”, DİA, (XX/493-516), İstanbul, 1999.
KOCA, Ferhat, “İbn Teymiyye, Takiyyüddîn”, DİA, (XX/391-405), İstanbul, 1999.
KUBAT, Mehmet, İslâm Mezhepleri Tarihi, İstanbul, 2017.
----------------, Kur’ân’da Tevhid, İstanbul, 2014.
----------------, Mevlânâ Hâlid-i Bağdâdî Sûfî Kelâmı, İstanbul, 2014.
MAKDİSİ, George, “Kâdirî Sûfisi İbn Teymiyye”, Çev. Vahit Göktaş, Tasavvuf İlmî ve
Akademik Araştırma Dergisi, Yıl: 8, 2007, Sayı: 19, ss. 401-411.
----------------, “Hanbelî Mezhebi ve Tasavvuf”, (çev. Ramazan Özmen), Tasavvuf Dergisi, Cilt:
VIII, Sayı: 18, 2007, ss. 297-310.
MARULCU, Hasan Tevfik, “İbn Teymiye’nin Vahdet-i Vücûd, Hulûl ve İttihâd
Yaklaşımlarına Kelâm Açısından Bir Değerlendirme”, SDÜİFD, Yıl: 2, Sayı: 21, 2008, ss. 75-86.
MUSLU, Ramazan, “Vahdet-i Vücûd Üzerine Yazılmış Bir Risâle: Erbilî’nin Mir’âtü’şŞühûd fî Beyâni Vahdeti’l-Vücûd’u”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Sayı: 23, (ss.
303-323), İstanbul, 2009.
MUSTAFA SABRİ EFENDİ, “Kâinatın Allah’a Göre Durumu (Mevkif’ul-Âlem
min’Allah), Birinci Bölüm: “Vahdeti Vücud Meselesi”, Çev. Hüseyin Atay, İslâm Tetkikleri
Enstitüsü Dergisi, Cilt: 6, Cüz: 3-4, ss. 63-80, İstanbul, 1976.
MÜSLİM, Ebû’l-Huseyn Müslim b. Haccac, el-Camiu’s-Sahîh, İstanbul, 1992.
NESAÎ, Ebû Abdirrahmân Ahmed b. Şuayb, es-Sünen, İstanbul, 1992.
ÖZERVARLI, M. Sait, İbn Teymiyye’nin Düşünce Metodolojisi ve Kelâmcılara Eleştirisi,
İstanbul, 2008.
----------------, “İbn Teymiyye/İtikâdî Görüşleri”, DİA, (XX/405-413), İstanbul, 1999.
PAKİŞ, Ömer, “Tasavvufî Tefsir ve Vahdet-i Vücûdun Sembolik Dili”, MÜİFD, Yıl: 2002/2,
Sayı: 23, ss. 5-27.
SANCAR, Faruk, “Bağnaz Bir Selefî mi Endişeli Bir Entelektüel mi? (İbn Teymiyye’nin
Eleştirel ve Reaksiyoner Karakteri Hakkında)”, Dini Araştırmalar, Ocak-Haziran 2015, Cilt: 18,
Sayı: 46, ss. 97-125
ŞAMİL İSLÂM ANSİKLOPEDİSİ, (IV/203), İstanbul, 2000.
ŞA’RÂNÎ, Abdülvehhab, el-Yevâkît ve’l-Cevâhir fî Beyâni Akâidi’l-Kebâir, Beyrut, Trs.
TAFTAZÂNÎ, Sadeddin, Risâletün fi Vahdeti’l- Vücûd, Çev. H. Ünal, İstanbul, Trs.
TEHÂNEVÎ, Muhammed Ali b. Ali, Keşşâfu Istılâhâti’l-Fünûn, İstanbul, 1404/1984.
TIBLAVÎ, Mahmud Sa’d, İbn Teymiyye’de Tasavvuf, Çev. Ali Durusoy, İstanbul, 1989.
----------------, el-Kibrîtü’l-Ahmer fî Beyâni Ulûmi’ş-Şeyhi’l-Ekber, Beyrut, Trs.
TİRMİZÎ, Ebû Îsa Muhammed b. Îsa, es-Sünenu’t-Tirmizî, İstanbul, 1992.
TOPALOĞLU, Bekir, (İlyas Çelebi ile birlikte), Kelâm Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 2010.
TÜLÜCÜ, Süleyman, “Lebîd b. Rebîa”, DİA, (XVII/122), Ankara, 2003.
ULUDAĞ, Süleyman, İbnü’l-Arabî, Ankara, 1995.
YAVUZ, Yusuf Şevki, “Hülûl (İslâm Düşüncesinde)”, DİA, (XVIII/341-344), Ankara, 2004.
----------------, “Vücûd”, DİA, (XXXXIII/136137), Ankara, 2013.
YAZIR, Elmalılı Hamdi, Hak Dini Kur’an Dili, İstanbul, Trs.
YILMAZ, H. Kâmil, Anahatlarıyla Tasavvuf ve Tarîkatlar, İstanbul, 2011.
YILMAZ, Ömer Yılmaz, “İbnü’l-Arabî Hakkında Yapılan Eleştirilere İbrahim Kûrânî’nin
Yaklaşımı”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1), Yıl: 9
[2008], Sayı: 21, ss. 363-388.
MOLLA HALİL SİİRDÎ’NİN İBNÜ’L-ARABÎ YORUMU
M. Nesim Doru1354
Özet
Tasavvuf nazariyesinin en önemli düşünürü olarak kabul edilen Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin
kendisinden sonraki birçok takipçisi olmakla beraber 18. Yüzyılla birlikte İslam dünyasında
meydana gelen sosyal, siyasal ve entelektüel değişimlerle birlikte eski önemini koruduğu
söylenemez. Kendi yüzyılının istisna alimlerinden biri olan Molla Halil Siirdî ise çağını aşan
bir yaklaşımla İslami ilimlere yaklaşmış ve Osmanlı medreselerindeki tahkik geleneğini
sürdürmüş bir İslam alimidir. Onun İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd nazariyesine yaklaşımını
ele aldığı iki risalesinin analizi bu çalışmanın konusunu oluşturmaktadır. Onun bu risalelerinde
ele aldığı varlık meselesi, vahdet-i vücud ve sufilerin şatahatı çerçevesinde tasavvuf görüşü
ortaya konmaya çalışılacaktır.
Anahtar Kavramlar: İbnü’l-Arabî, Molla Halil Siirdî, Varlık, Vahdet-i vücud, Şatahat
MULLÂ KHALIL AL-SIIRDI’S INTERPRETATION ON IBN AL-ARABÎ
Abstract
Muhyi al-Din Ibn al-Arabî, one of the major theoreticians of tasawwuf had close successors
right after his lifetime. Due to the social, political and intellectual transformations of the
Muslim world, however, his importance seemed to fall out of consequence. Mullâ Khalil alSi‘irdi, an exceptional scholar of his own time, transcended his contemporaries in his approach
to sciences of Islam and continued the tradition of tahqiq in the Ottoman madrasas. This paper
focuses on Mullâ Khalil’s study of two treatises by Ibn al-Arabî’s concerning the theory of
wahdat al-wucûd. His notions regarding the tasawwuf will be dealt with in the framework of
his interpretation of the questions of existence, wahdat al-wucûd and the Shaṭaḥat of the sufis
as presented in his treatises.
Key Words: Ibn al-Arabî, Mullâ Khalil al-Si‘irdi, Existence, wahdat al-wucûd, Shaṭaḥat
Giriş
Türkiye’nin doğusunda yer alan medreselerde adı Kürtçe okunuşla “Mele Xelîlê Sêrteklinde
telaffuz edilen Molla Halil Siirdî (1754-1843), Osmanlı ilim geleneğinin son halkalarından biri
olarak temayüz etmiş bir İslam alimi, aynı zamanda Osmanlı medreselerinde takip edilen “tahkik
metodu”nu eserlerinin genel özelliği haline getirmiş son örneklerinden biri olarak kabul edilebilir.
Bilindiği üzere tahkik, genel anlamda önceki eserlerin fazla kısımlarını çıkarmak, onu yeni bir
inşayla özetlemek, o günün şartları açısından daha önemli görünen meseleleri öne çıkarmak,
tartışmalı konuları gündeme getirerek kabul veya reddetmek olarak tanımlanmaktadır. 1355 Bu metot
daha çok Fahreddin Razi (öl. 1210) ile özdeşleşmiş ve takipçileri olan Ebherî (ö. 1265), Urmevî (ö.
1283), İcî (ö. 1355), Teftâzânî (ö. 1390), Cürcânî (ö. 1413), Kutbuddîn Şîrâzî (ö. 1311), Kutbuddîn
Râzî (ö. 1365) ve Devvânî (ö. 1502) gibi muhakkikler üzerinden Osmanlı ilim geleneğine
aktarılmıştır.1356 Böylelikle Osmanlı uleması bu ilim geleneğini medreselerde icra etmiş ve
devamlılığını sağlamıştır. Bu gelenek Molla Halîl’in yaşadığı 18. ve 19. yüzyıllara kadar devam
etmiştir. Molla Halil’in de çalışmalarını bu metot ile ele aldığı, onu eserlerinin genel karakteri haline
getirdiği bizzat kendi yazdığı İslam düşüncesi ve ilimleri ile ilgili eserlerinden anlaşılabilir. Bu
çerçevede Molla Halil’i bir muhakkik alim olarak tanımlamak mümkün gözükmektedir.
Molla Halil’in diğer eserlerinde olduğu gibi tasavvuf alanında İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i vücûd
doktrini ile ilgili yazdığı Mensûre fî akîdeti’ş-şeyh Muhyiddîn İbn Arabî ve Nebzetu’l-mevâhibi’l-
1354
1355
Doç. Dr, Mardin Artuklu Ü. Edebiyat Fak. Felsefe Bölümü
Tahsin Görgün, “Osmanlı Düşüncesı̇ Nasıl Anlaşılabı̇ lı̇ r?”, Türklük Araştırmaları Dergisi, 2003, Sayı: 13-14, s. 5455.
1356
Tahsin Görgün, “Osmanlı Düşüncesı̇ Nasıl Anlaşılabı̇ lı̇ r?”, s. 39-40.
ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyyerisaleleri üzerinden de onun muhakkik yönü ispat
edilebilir. Zira bu iki eserde de daha önce Molla Câmî (öl. 1491) Abdülvehhab Şa‘rânî (öl. 1565) ve
İbrahim el-Kûrânî (öl. 1690) gibi muhakkik ulema tarafından yapılan çalışmaların tahkik metodu ile
yeniden formüle edildiği görülmektedir. Öte yandan Molla Halil’in kendi dönemini aşan bir
yaklaşımla İbnü’l-Arabî’nin felsefesine ve varlık nazariyesine yaklaştığı ve onu olumladığı, aynı
zamanda sûfîlerin şatahatlarını da yine İslam tasavvuf düşüncesinin temel paradigmalarına bağlı
kalarak rasyonelleştirdiği görülmektedir.
Bu iddialarımızı temellendirmek üzere Molla Halil’in İbnü’l-Arabî felsefesi üzerine yazdığı iki
risalesini analiz etmek gerekmektedir. Bu çerçevede çalışmanın ilk bölümünde Molla Halil’in İslam
ilim geleneğindeki yerini tespit amacıyla eserlerine kısaca değinilecek, ikinci bölümünde ise onun
söz konusu iki risalesi analiz edilecektir. Yapacağımız analizde Molla Halil’in gözüyle İbnü’lArabî’nin vahdet-i vücûd doktrini çerçevesindeki itikadı, saniyen söz konusu doktrinin varlık görüşü
ve son olarak şatahat meselesi irdelenecektir.
1. Molla Halil Siirdî ve İslam İlim Geleneğinde Yeri
Molla Halil Siirdî (1754-1843), miladi on sekiz ve on dokuzuncu yüzyıllar arasında yaşamış çok
yönlü bir İslam alimi ve müderristir. Molla Halil doğduğu ve yetiştiği bölgedeki medreselerin
üzerinde çok etki bırakmış bir müderris olup yaşadığı dönemde onun ilminden doğrudan veya dolaylı
olarak nasip almamış, icazet silsilesinde yolu ona uğramamış kimselerin sayısı çok değildir. Medrese
geleneğinde kendi döneminin şartlarında bu denli bir karizmaya ulaşmış Molla Halil’in yazdığı
eserlerin çoğu bugün mahtut olsalar da bu eserler üzerine yapılan yüzeysel bir mütalaa bile onun
ulaştığı ilmi derinliği ve çeşitliliği fark etmeye yeter. Başta medreselerde okutulan Arap dili ve
grameri ile ilgili sıra kitapları olmak üzere, İslami ilimlerin tefsir, hadis, fıkıh ve tasavvuf alanları ile
İslam düşüncesinin akaid, kelam, mantık, vaz’, münazara ve istiare gibi alanlarında yazdığı eserleri
hem nicelik hem de nitelik açıdan dikkate şayandır. Bu eserlerin genel hususiyeti ise, yukarıda
söylendiği üzere Osmanlı ilim geleneğinden tevarüs ettiği tahkik metodudur.
Molla Halil’in en önemli özelliklerinden bir diğeri ise, çok sayıda eser telif etmiş olmasıdır. Yazdığı
eserler İslami ilimlerin hemen hemen her alanıyla ilgili olup önemli bir kısmı da medreselerde
okutulan sıra kitapları ile ilgilidir. Tefsir ve Kur’an ilimleri alanında yazdığı biri tamamlanmış diğeri
Kehf suresine kadar olan Basîretu’l-kulûb fî kelâmi allâmi’l-ğuyûbadlı tefsirleri, tecvid alanında biri
Arapça diğeri Kürtçe yazılan iki tecvid kitabı; Hadis alanında biri usul ve biri şemail alanlarında
olmak üzere yazdığı diğer eserler, Fıkıh alanında yazdığı biri usul diğerleri talak, adak, kebair ile
ilgili eserler, Kelam ve akaid alanında çocuklar için biri Arapça diğeri Kürtçe yazdığı Nehcu’l-enâm
adlı eserleri başta olmak üzere, Te’sîsu kavâidi’l-akâid adlı eseri ile akaid ve kelam ile ilgili diğer
çalışmaları, Tasavvuf alanında manzum olarak kaleme alınan Minhâcu’s-sünneti’s-seniyye fî âdâbi
sulûki’s-sûfiyyeile bu çalışmanın da konusunu teşkil eden biri Muhiddin İbnü’l-Arabî’nin vahdet-i
vücud doktrinini açıkladığı Mensûre fî akîdeti’ş-şeyh Muhyiddîn İbn Arabî diğeri ise yine İbnü’lArabî başta olmak üzere sûfîlerin varlık görüşlerini, onların şatahatlarını tasavvuf düşüncesi
açısından yorumladığı Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyye adlı eseri
ve ayrıca halvet ve adabı hakkında yazdığı Risâle fî şurûti’l-halve ve âdâbihâ çalışmaları; Arap dili
ve grameri ile ilgili olarak el-Kafiyetu’l-kubra adlı eserinin yanı sıra sarf, nahiv ve meani alanlarında
yazdığı Kamus adlı eserive medrese sıra ilimleri ile ilgili yaptığı diğer çalışmalar, Mantık alanında
yazdığı İsagoji adlı eseri, vaz’ ilmi konusunda er-Risâletu’l-Haliliyye (Risâletu’l-Vaz‘iyye), istiare
ilmi konusunda Risâletu’l-isti‘âreve münazara ilmi konusunda Âdâbu’l-bahs ve’l-munâzaraeserleri
ve nihayet Kürtçe ve Arapça Şiir divanları, mevlidi, vaaz ve irşad risaleleri önemli çalışmaları
arasındadır.1357
Tasavvuf düşüncesi ile ilgili İbnü’l-Arabî’nin varlık ve vahdet-i vücûd görüşünü ve sûfîlerin
şatahatlarını ele aldığı çalışmaları da onun tasavvuf alanında tahkik metodu ile yazdığı ve Osmanlı
ilim sisteminin ikinci damarına bağlı kalarak yazdığı tahkik eserleri olarak değerlendirilebilir.
Nitekim bu eserlerinde Molla Halil tasavvuf felsefesinin en zorlu meselelerinden biri olan varlık
meselesini ve konu hakkında kelamcılar, filozoflar ve sûfîlerin yaklaşımlarını ele almaktadır.
1357
Ali Nebi Salih Doskî, El-Molla Halil es-Sirtî, Spirez Yay., Erbil, 2007, s. 54-72
Eserlerinde Molla Câmî, Hafız-ı Şîrâzî, Mevlânâ, Gazâlî ve Taftazânî’ye atıflar yapılmış, Vacibü’lvücûd’un hakikatinin mutlak vücûd olduğunun altı çizilmiştir.1358
Bu geniş ilmi birikimi ile Molla Halil’in yaşadığı döneminin şartları göz önüne alındığında hatırı
sayılır derecede ilmî vukufiyete sahip olduğu ve Osmanlı ilim geleneğinde önemli bir halkayı
oluşturduğu hatta son halkalardan biri olduğu görülmektedir.
Onun İbnü’l-Arabî ve felsefesine dair bu çalışmada analiz edilecek söz konusu iki risalesinin ortaya
koyduğu üzere, Molla Halil sadece akli ve dinî ilimlere değil aynı zamanda Osmanlı ilim geleneğinin
ikinci damarını oluşturan1359 İbnü’l-Arabî, Mevlânâ (öl. 1273) Sadreddîn Konevi (öl. 1274), Davud
el-Kayserî (öl. 1350), Molla Fenârî (öl. 1431) ve Molla Câmî (öl. 1491) geleneğine de bağlı bir alim
olarak tebarüz etmektedir. Şimdi onun söz konusu risalelerinin ayrıntılarını görmek ve analiz etmek
istiyoruz.
2. Molla Halil’in İbnü’l-Arabî ve Vahdet-i Vücûd Yorumu
Molla Halil’in tasavvuf düşüncesi ile ilgili ele aldığımız bu iki eserinde hangi konuları ele aldığını
tespit ederek işe başladığımızda onun Mensûre fî akîdeti’ş-şeyh Muhyiddîn İbn Arabî adlı risalesinde
İbnü’l-Arabî’nin Allah, varlık ve alem münasebetine dair görüşlerini özetlediği görülür. O bu
çalışmasında büyük ölçüde daha önce el-Yevâkît ve’l-cevâhir fi beyani ‘akaid’il-ekâbiradlı eserinde
İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini özetleyen 16. yüzyıl sûfîlerinden olan Abdülvehhab b. Ahmed b. Ali eşŞa‘ranî’nin metnini kendi risalesine almıştır.1360Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’lvahdeti’z-zâtiyyeise tasavvufun varlık doktrini ile felsefe ve kelamın varlık doktrinleri arasındaki
farkları ortaya koyar. Sûfîlerin şatahatlarının analizi de Molla Halil’in aynı risalesinin konusunu
teşkil etmektedir.
2.1.Allah ve Sıfatları Hakkında İbnü’l-Arabî ve Sûfî Filozofların itikadı
Mensûre fî akîdeti’ş-şeyh Muhyiddîn İbn Arabîadlı risalesine göre İbnü’l-Arabî felsefesinde Allah,
ikincisi olmayan BİR’dir. Onun birliği, arkadaş ve çocuk edinmekten münezzeh olup ortak kabul
etmemesi, vezirsiz sultan, yardımcısız yaratıcı ve bir mucide ihtiyaç duymaksızın kendinde var olan
anlamına gelir. Allah kendi başına var olan, alemdeki tüm varlıkların var olmak için kendisine
muhtaç olduğu bir varlıktır.1361 Yine bu felsefede Allah, mekân değil ki cevher olsun, bekasız değil
ki araz olsun, yönü yok ki cisim olsun. O, dediği ve irade ettiği anlamda arşa istiva etmiştir. İlk de
son da O’dur. Onun akledilen bir misali yoktur, bu yüzden akıllar onu ispatlayamaz. Zaman O’nu
sınırlandırmaz ve mekân O’nu öncelemez. O ne idiyse şimdi de odur.1362
İbnü’l-Arabî felsefesinde Allah hiçbir mahlukatın sıfatıyla vasıflanamaz. O varken hiçbir şey yoktu.
Öncelik ve sonralık zaman kalıpları olup Allah tarafından yaratılmıştır. Alemin tümü de Allah
tarafından önceden bir misal olmaksızın ibda’ edilmiştir.1363
Molla Halil’e göre Allah’ın ilmi meselesinde, O’nun ilminin her şeyi kuşattığı, gizli açık her şeyi
bildiği, yarattığı her şeyi bilmek zorunda olduğu, eşyayı vücuda gelmeden bildiği ve onları olduğu
şey üzere vücuda getirdiği, eşyanın teceddüdü esnasında ilminde bir teceddüd olmadığı, küllileri
mutlak olarak bildiği gibi cüziyatı da mutlak olarak bildiği akıl ehlinin ittifakıyla sabittir. 1364İrade
meselesine gelince, Allah alemi ma‘dûm iken tefekkür ve tedebbür olmaksızın vücuda getirmiş,
alemi ezeli ilminde bulunan şey yani zaman, mekân, oluş ve çeşitleri üzerine vücuda getirmiştir.
Varlıkta gerçek irade eden O’dur.1365
Allah ulvi ve süfli alemde olan, hareketli ve hareketsiz konuşan ve sessiz her şeyi gören ve işitendir.
Öte yandan takaddüm eden bir sessizlik ve mevhum bir sükutla değil, ilim, irade ve kudretinde
1358
Molla Halil Siirdî, Mensûre fî akîdeti’ş-şeyh Muhyiddîn İbn Arabî, v.1-2.
Tahsin Görgün, “Osmanlı Düşüncesı̇ Nasıl Anlaşılabı̇ lı̇ r?”, s. 38
1360
Krş: Abdülvehhab Şa’ranî, el-Yevâkît ve’l-cevâhir fi Beyani ‘Akaidi’l-Ekâbir, Daru ‘Ihyai’t-Turâs, Beyrut, s. 18-22
1361
Molla Halil Siirdî, Mensûre fî akîdeti’ş-şeyh Muhyiddîn İbn Arabî, v. 1
1362
Molla Halil Siirdî, Mensûre fî akîdeti’ş-şeyh Muhyiddîn İbn Arabî, v. 1
1363
Molla Halil Siirdî, Mensûre fî akîdeti’ş-şeyh Muhyiddîn İbn Arabî, v. 1
1364
Molla Halil Siirdî, Mensûre fî akîdeti’ş-şeyh Muhyiddîn İbn Arabî, v. 1
1365
Molla Halil Siirdî, Mensûre fî akîdeti’ş-şeyh Muhyiddîn İbn Arabî, v. 1
1359
olduğu gibi ezeli kadim bir kelamla konuşur. Bununla teşbih ve keyfiyet olmaksızın Musa ile
konuşmuş ve ilahi kitapları indirmiştir. O’nun konuşması lügat ve lisan ile değildir.1366
Allah’ın dışındaki her şey O’nun feyzi, fazileti ve adaleti ile olmuştur. O mülkünde tek başına
tasarruf eden bir varlık olup, O’nun dışındaki her şey O’nun hükümranlığının altında olup O’nun
iradesi ve emriyle dönmektedir. O isteseydi bu alemde her şey mutlu, yine dilemesi halinde aksi
olurdu. Ama Allah böyle irade etmedi, böylece alemde hem saîd hem şaki var oldu.1367
Risalenin sonunda ölüm ve ecel meselesinde İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini özetleyen Molla Halil, bu
felsefede ölümün belirlenmiş bir ecel olduğunu, geldiğinde tehir olmadığını, kabir azabının hak
olduğunu, Allah’ın huzuruna çıkmanın, havuzun, mizanın, suhufların, sıratın, cennet ve cehennemin,
bir grubun cennete bir grubun cehenneme gitmesinin, meleklerin, nebilerin ve müminlerin şefaatinin,
büyük günah işleyen müminlerin önce cehenneme sonra şefaatle cennete gitmesinin, kitapların ve
peygamberlerin getirdiği her şeyin hak olduğunu ifade etmiştir.1368
Hülasa Molla Halîl, bir Ehl-i Sünnet alimi olarak Şa‘rânî’den mülhem İbnü’l-Arabî’nin
felsefesindeki inanç doktrinini ele alırken onun ve sûfîlerin İslam itikadına ve Ehl-i Sünnet inancına
uygunluğunu da zımnen işlemiş görünmektedir. Nitekim Nehcu’l-enâm ve Te’sîsu kavâidi’l-akâid
adlı eserlerinde Molla Halil sünnî akidenin savunucusu bir konumda görülür. Molla Halil’in ortaya
koyduğu üzere İbnü’l-Arabî felsefesinin Allah ve sıfatlar hakkındaki itikadı, itikat ve kelam
düzleminde ele alındığında Ehl-i Sünnet kelamcılarının görüşleri ile paralellik arz etmektedir. Ancak
konu felsefî ve spekülatif düşüncenin konusu haline getirildiğinde burada sûfîlerin düşüncesi ile
filozof ve kelamcıların düşünceleri arasında aynı paralellikten bahsetmek zor görünmektedir. Şimdi
Molla Halil’in Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyyeele aldığı varlık
problemine daha yakından bakıp söz konusu farkları ortaya koymaya çalışacağız.
2.2. Tasavvufun Varlık Doktrini
Molla Halil’in Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyye adlı risalesinde
geçtiği üzere, varlığı kendinden olan, diğer varlıkların kabiliyet ve ehliyetlerine göre varlıklarını
borçlu olduğu bir varlığın olması şarttır. Bu varlık salt nur olup, kendinden nurdur/ziya sahibidir ve
onunla diğer eşya nurlanır. Bu makamda başka bir mertebe asla düşünülemez. Bu durumda olan tek
varlık vardır o da Vacibu’l-Vucud’tan başkası değildir. Ona göre bu, muhakkik filozof ve sûfîlerin
görüşüdür. Bu açıdan filozoflar Vacibu’l-Vücud’un salt/mutlak varlık olduğunu söylemişlerdir. Yani
burada biri zat diğeri ona arız olan vücud şeklinde iki varlık yoktur. Aksine Vacibu’l-Vücud mutlak
olup varlığı kendindendir. Bu noktada filozoflar ve sûfîler arasında görüş birliği vardır. Çünkü aklın
gereği olarak, Vacibu’l-Vücud, kendisinden daha yücesi bulunmayan en yüce varlık
mertebesindedir.1369
Molla Halil filozofların Vacibu’l-Vücud’un zatının vücudunun hakikati ile aynı olduğunu
söylediklerini, Vacibu’l-Vücud’un külli ve genel varlık (vücud-u ‘amm) olmadığına dair hükümde
bulunduklarını ifade etmiştir. Çünkü külli varlık, dış dünyadaki taayyün olmadan tasavvur edilemez.
Bu durumda Vacibu’l-Vücud’un varlığı külli varlık ve taayyünden mürekkeb olmuş olur ki, O’nun
hakkında terkib muhaldir. O halde Vacibu’l-Vücud’un varlığı kendindendir, taayyünü de zatının aynı
olarak taayyün etmiştir. O’nun için terkib ve taaddüd yoktur. Ayrıca O, zatıyla kaimdir zira
başkasıyla kaim olan kaim olduğu şeye muhtaç olur ki, muhtaçlık O’nun için muhaldir.1370
Molla Halil’e göre filozofların görüşlerinden çıkan sonuç şudur: Vacibu’l-Vücud, mutlak varlıktır
yani mahiyetlere arız olan bir varlık değildir. Başkasıyla değil zatıyla kaimdir ve müteayyindir.
Buradan çıkan diğer bir sonuç da mevcûd kelimesinin O’nun dışındaki varlıklar için kullanılmasının
hakiki değil mecazi anlamda olduğudur. Çünkü O’nun dışındaki varlıklarda varlık, onların zatlarının
aynı değildir, onlardan bir cüz değildir ve onlara arız olmamıştır aksine mevcûd olmaları, vücûd
hazretiyle müteallik olmaları anlamında varlık, lambadan çıkan ışığın yayılması gibi onların üzerine
1366
Molla Halil Siirdî, Mensûre fî akîdeti’ş-şeyh Muhyiddîn İbn Arabî, v. 2
Molla Halil Siirdî, Mensûre fî akîdeti’ş-şeyh Muhyiddîn İbn Arabî, v. 2
1368
Molla Halil Siirdî, Mensûre fî akîdeti’ş-şeyh Muhyiddîn İbn Arabî, v. 2
1369
Molla Halil Siirdî, Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyye, v. 1
1370
Molla Halil Siirdî, Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyye, v. 1
1367
yayılır. Varlık onlardan hasıl olmadığı gibi onlara arız da değildir.1371
Molla Halil’e göre muvahhid yani vahdet-i vücûd nazariyesini benimseyen sûfîler, akıl evresinin
üzerinde “mükaşefe” ve “müşahede” ile ortaya çıkan başka bir evre olduğunu düşünürler. Buna göre
duyular akledilirleri idrak etmekten aciz olduğu gibi akıl da bu tür bilgileri idrak edemez. Onlara
göre Vacibu’l-Vücud’un aynı olan vücud’un hakikati, külli, cüz’i, amm, has anlamında vücûd
olmayıp aksine mutlak vücûd anlamındadır. Bu, her türlü kayıttan uzak, hatta ıtlak kaydından bile
uzak bir vücûd olup onların bu görüşü filozofların “küllî-i tabii”1372 hakkında söylediklerine kıyas
edilebilir. Bu hakikat, varlık ile nitelenen tüm eşyada tecelli ve zuhur etmiştir. Hiçbir varlık bu
hakikatin dışında değildir. Bu hakikat zikredilen mutlaklığa itibarla “camî‘ ahadiyet hazreti”
isimlendirilir ki bu itibarla zatının mertebesinde hiçbir kayıt ve taayyün bulunmaz. Bu olumsuzlama
kaydı ile itibara alındığında ise,“mutlak hâlis ahadiyet hazreti” olarak isimlendirilir. Bu zat ilk tecelli
ile isim ve sıfatlara tenezzül ettiğinde “vahidiyet hazreti”, “isimler ve sıfatlar hazreti” olarak
isimlendirilir. Varlık, isimler ve sıfatlar aracılığı ile onların zuhur yerleri ve zatlarının aynası olan
diğer eşyaya tecelli ve tenezzül ettiğinde “sâni‘u’l-mahlukat” olarak isimlendirilir. Bu mezahir ve
aynalar, kabiliyet ve istidatlarına göre sınırsız farklılıklar içerir. İnsan nevi ise kabiliyeti gereği tüm
sıfatların mazharıdır. “Allah Adem’i kendi suretinde yarattı.” hadisinde de işaret edilen budur. Yani
Allah insanı tüm sıfatlarının mazharı olarak yarattı. Mahlukattaki noksanlık ise onlardaki kabiliyetin
noksanlığı olup yaratıcının işi değildir.1373
Sûfîlere göre hakikati mutlak vücud olan zat, kayıtlar ve itibari taayyünlerle kesret elbisesi şeklinde
zuhur ettiğinde bu, onun hakiki birliğinde bir değişim meydana getirmemektedir. Nasıl ki sayısal bir,
tüm sayılarda zuhur ediyor ve bununla beraber zatında asla bölünme meydana gelmiyorsa, bu durum
da böyledir.1374
Sûfîlere göre varoluş aleminde olan her şey vehim ve hayaldir ya da aynadaki akisler veyahut da
gölgedir. Allah’ın dışındaki her şey batıldır. Özetle; Molla Halil’e göre sûfîler, mükaşefe ve
müşahede yoluyla ve nasların incelikleri ve sırlarının yardımıyla, Hak’ın zatının dışında ancak hayali
ve mecazi bir varlık olduğunu savunmuşlardır.1375
Molla Halil risalesinde kelamcılar ve sûfîler arasında meydana gelen bir tartışmaya da değinir. Bu
tartışmaya göre, kelamcılar Vacibu’l-Vücud’un vücûd’un aynı olduğu görüşünün O’nun eksiksiz tüm
eşyaya tecelli ettiği ve yayıldığı anlamına geldiği buradan da Vacibu’l-Vücud’un hakikatinin hissi
eşyaya ve kirliliğe bulaştığı sonucunun çıktığı iddiasında bulunurlar. Mutasavvıflar buna cevap
olarak, buradan bir çokluk ve bölünmenin çıkmadığını düşünürler. Onlara göre güneşin ışınları tüm
varlığa yayıldığında ve her varlık istidat ve kabiliyetine göre bu ışınları aldığında güneşin ışınlarında
herhangi bir çoğalma ve bölünme olmadığı gibi varlığın tüm eşyaya yayılmasında da herhangi bir
bölünme söz konusu değildir.1376 Siirdî, bu gruplardan her birinin meseleye bakış açılarının farklı
olduğunu ancak bundan bir tarafın küfrünü gerektiren bir durumun olmadığını da sözlerine ekler.1377
Onun bu hükmü, kendi döneminde ve öncesinde meseleye dar açıdan bakan ve meseleyi anlamaktan
çok kuru ve salt bir eleştiri düzleminde ele alan yaklaşımlara karşı geliştirilmiş olmalıdır.
Bu yaklaşımında Molla Halil’in İbnü’l-Arabî’yi yorumlarken büyük ölçüde İbrahim el-Kûrânî’nin
1371
Molla Halil Siirdî, Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyye, v. 1
Sûfî düşüncede mutlak varlık için kullanılan diğer bir lafız da bizatihi kendisi olan “min haysu hüve” ve herhangi bir
şart ve kayıt olmaksızın itibara alınan “la bir şartin şey’in” ifadeleridir. Diğer varlıklar ise harici ve zihnî varlıklardır.
İşte sûfîler “min haysu hüve” ve “la bi şarti şey’in” ifadelerinin filozofların “küllî-i tabii” kavramına eşdeğer
olduğunu iddia etmişlerdir. Bkz: Abdurrahman Câmî, Şerh-i Rubâiyyât, Litera Yayıncılık, Çev. Tahiru’l-Mevlevî,
İstanbul, 2014, s. 64-65. Filozofların küllî-i tabii ifadesi, bir varlığın bizatihi kendisinin itibara alınması durumunda
söz konusudur. Bu durumda külli-i tabii, dış dünyada vardır. Bir varlığın fertler arasında müşterek anlamına itibar
edildiğinde ise bu “küllî-i mantıkî” olarak adlandırılır. Varlığın kendisi ve kavramsal anlamının ikisi beraber itibara
alındığında ise bu “küllî-i aklî” olarak adlandırılır. Seyid Şerif Cürcânî, Kitâbu’t-Ta‘rifât,Şirket-i Sehafiye-i
Osmaniye,İstanbul, t.y., s. 125.
1373
Molla Halil Siirdî, Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyye, v. 1
1374
Molla Halil Siirdî, Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyye, v. 1
1375
Molla Halil Siirdî, Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyye, v. 2
1376
Molla Halil Siirdî, Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyye, v. 2
1377
Molla Halil Siirdî, Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyye, v. 2
1372
Matla‘u’l-cûd bi tahkiki’t-tenzîh fî vahdeti’l-vücûd eseri ile bu konuyu eserinin ana teması yapan
Molâ Câmî’nin Ed-durretu’l-fâhire eserlerinden yararlandığı görülmektedir. Nitekim Molla Câmî,
vücûd ve hariçteki mevcut ilişkisini kelâmcılar, filozoflar ve sûfîler açısından ele aldığı Ed-durretu’lfâhire isimli eserinde bazı kelâmcıların vücûdu mevcutlar arasında müşterek tek bir kavram olarak
ele aldığını, böylelikle eşyanın çoğalıp kısımlara ayrılmasını ve bu açıdan vücûdu eşyanın zatının
dışında gördüklerini ve ona zihnî olarak zaid olduğunu açıkladıklarını söyler. Bazı kelamcıların ise
hem zihnen hem de haricî olarak vücudun zata zaid olduğunu düşündüklerini belirtir. Filozofların ise
vücûd ile eşya arasındaki ilişkiyi ne izafet arazı ne de fasıl olma ilişkisi ile değil, güneş ve ışıkları
arasındaki ilişki gibi lazımî bir araz üzerinden açıkladıklarını söyleyen Câmî, sûfîlerin ise varlığın
birliğine inandıklarını ve vücûd’un zata zaid olabileceğine inandıklarını söyler. Ona göre sûfîler için
vücûd, Tanrı’nın zatına bile arız olabilir ancak bu arız olma durumu itibarî olup ancak akılda olabilir.
Onun arız olduğu mevcut, hariçte hakikî mevcuttur. O, varlığın hakikatidir.1378Câmî’ye göre
Vâcibu’l-Vücûd, mutlak vardır, taayyün ise O’na arız bir sıfattır. Ancak bu taayyün O’nun zatına
dahil değildir. Aksi halde O’nda terkib olurdu. O halde taayyün O’nun zatından ayrıdır.1379
Buraya kadar anlatılanlardan çıkarılacak hülasa; Molla Halil filozoflar ve sûfîler arasında Vacibu’lvücûd ile varlık arasında bir ayniyyet olduğu, O’nun için varlık ve taayyünün zatının aynı olduğu
konusunda bir ihtilafın olmadığını düşünmüştür. Filozofların konuyu ele alış tarzlarının bir örneği
olarak verilen lambadan çıkan ışığın zorunlu ve lazımi bir ilişki gerektirdiğine değinen Molla Halil,
sûfîlerin ise burada filozoflardan ayrıldığını ifade etmiştir. Çünkü sûfîler Vacibu’l-vücûd’un varlığı
için mutlak varlık ifadesini kullanırlar ve O’nun herhangi bir şekilde bir kayıt ve taayyünle ifade
edilemeyeceğini hatta mutlaklık kaydından bile münezzeh olduğunu iddia ederler. Burada sûfîlerin
kullandığı “mutlak varlık” kavramın filozofların küllî-i tabiî kavramına benzerliğini ifade eden Molla
Halil, bu varlığın dış dünyada bulunduğu eşyada tecelli ve zuhur ettiğini söyler. Bu zuhur ve
tecellilerin yayıldığı mazhar ve tecelligahların yapıları ve kabiliyetleri farklı olduğundan mutlak
varlık’ın da buna göre değişik isimler aldığını iddia eder. Varlık, kayıtsızlık ve şartsızlık itibariyle
mutlak varlık ve ahadiyet, isim ve sıfatlarda tecelli etmesiyle vahidiyet, isimler ve sıfatlar aracılığıyla
tecelli ettiği ve onların aynası olan mazharları itibariyle sani‘u’l-mahlûkât ve nihayet tüm bu tecellice
zuhurların toplamı olan insan gibi isimler alır.
Molla Halil bu konuda kelamcıların bir itirazını da gündeme getirerek konuya açıklık kazandırmaya
çalışmıştır. Buna göre kelamcılar Vacibu’l-vücûd’un zuhur ve tecelli ettiği eşyanın kesret
özelliklerine bulaştığı iddiasına sûfîlerin kesretten herhangi bir şeyin Vacibu’l-vücûd’un birliğine
halel getirmediği şeklinde cevap verdiklerini ifade eden müellifimiz, nasıl ki bir sayısının tüm
sayılara kaynak olması ve bir’den çıkan sayıların bölündüğü ve çoğaldığı ama bir sayısının bundan
etkilenmediği doğruysa, aynı şekilde Vacibu’l-vücûd’un da eşya alemindeki çoğalma ve bölünmeden
herhangi bir şekilde etkilenmediğini düşünür.
Molla Halil’in sûfîlerin varlık görüşüne bağlı olarak ele aldığı meselelerden biri de sûfîlerin
şatahatlarıdır. Şimdi de onun bu konu hakkındaki düşünce ve analizlerini ele almaya çalışacağız.
2.3.Sûfîlerin Şatahatları
Molla Halil Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyyeeserinde vahdet-i
vücûd meselesinde sûfîlerin şatahatlarına da yer vererek onları analiz etmiştir. Hallâc-ı Mansûr’un
“Ben Hakk’ım” ve Bayezid-i Bistamî’nin “Şanım ne yücedir” ve “Cebimde Allah’tan gayrısı yok”
sözlerini yorumlayan Siirdî, konunun “nefsini bilen rabbini bilir” hadisi mucibince açıklanabileceğini
söyler. Bu çerçevede;
Allah, ilk ve sondur. Ondan önce ve onunla beraber bir önce ve sonra yoktur. Üst, alt, uzak, yakın, zaman,
mekân, aradalık ve keyfiyet O’nun için söz konusu edilemez. O evvelde ne ise şimdi de odur. Vahdaniyet
olmaksızın bir, ferdaniyet olmaksızın tektir. İsim ve müsemmadan bileşik olmayıp isim de müsemma da
O’dur. Ondan gayrı isim ve müsemma da yoktur. Evveliyet olmaksızın ilk, ahiriyyet olmaksızın sondur.
Zahirlik olmaksızın zahir, batınlık olmaksızın da batındır. Ondan gayrı evvel, ahir, zahir ve batın yoktur.
Bu harfler ile O’nun vücudu arasında bir geçişlilik yoktur. O, ittihad ve hülûl durumlarından münezzehtir.
1378
Abdurrahman Câmî, Ed-Durretu’l-Fâhire, Tahran University Press, (ed. N. Heer, A. Musavi Behbahâni), Tahran,
1980, s. 3-4, 13
1379
Abdurrahman Câmî, Ed-Durretu’l-Fâhire,s. 8
O ne dahili ne de harici bir şeyde olmadığı gibi, herhangi bir şey de O’nda değildir. O bu sıfatla bilinir ki,
ilim, akıl, vehim, his, zahir göz, batın göz ve idrak ile bilinemez. O’nu ancak O görebilir, idrak edebilir,
bilebilir. Kendisiyle kendisini bilir, kendisiyle kendisini görür. Onu başka biri göremez ve idrak edemez.
Örtüsü birliğidir, gayrısı onu örtemez. Varlığı vahdaniyetiyle varlığını örter. O’nu ne nebi ne veli ne kâmil
insan ne de melek hiç kimse bilemez. Nebi, resul ve Risalet de O’dur. Kelam da O’dur, kendinden kendine
aracısız göndermiştir. Bu sebeple Hz. Peygamber “Nefsini bilen Rabbini bilir.” ve “Rabbimi rabbimle
bildim.” demiştir. Bunun anlamı sen sen değilsin aksine O’sun. O sende değil, sen O’nda değilsin, O
senden ayrı değil, sen O’ndan ayrı değilsin. Bununla senin mevcut olduğun ve sıfatlarının da şu ve şunlar
olduğu kastedilmiyor. Aksine senin kesinlikle sen olmadığın, senin seninle, O’nunla ve O’ndan olmadığın,
fani ve mevcud olmadığın anlamı kastediliyor. Hülasa illetsiz bir biçimde sen O’sun, O da sensin. Şayet bu
şekilde kendini bilirsen rabbini de bilirsin. Aksine, bilemezsin. Senin bu şekilde bildiğin nefsin senin
varlığın ve hakikatindir. Aksine nefsin emmare ve diğer özelliklere bürünen ayrı bir nefistir. 1380
Molla Halil’e göre yukarıdaki sıfatlarla bezenen kişi, varlığının Allah’ın varlığı olduğunu bilir ve
onun gözüyle görür, onun ilmiyle bilir. Çünkü bakan-bakılan, vareden-varedilen, arif-maruf, yaratanyaratılan, idrak eden-idrak edilen birdir.1381 Dolayısıyla bu prensiplerden hareket eden sûfîlerin
vahdet-i vücud görüşleri zatî birliğin sırları ile ilgili olup hülûl ve ittihad olarak kabul edilemez. 1382
Molla Halil, Taftazani’ye referansla sûfînin fena mertebesinin son raddesine vardığında bunu ifade
yetersizliğinden dolayı ittihad ve hülûl olarak algıladığını ancak gerçekte böyle olmadığını da ifade
eder. Çünkü hakikatin tümü birdir. Karışım olmadan zuhurun gerçekleştiği mezahir üzerinde tekrar
eder, bölünme olmadan çoğalır. Böylece ikilik ve başkalık mümkün olmadığı için burada hülûl ve
ittihad yoktur.1383
Özetle; Molla Halil’e göre sûfîlerin savunduğu vahdet-i vücûd doktrini zatî vahdeti ve ilahî
tenezzülatı açıklamak için ileri sürülen bir görüş olup, ittihâd ve hülûl olarak yorumlanması doğru
değildir. Bu sebeple, Hallâc-ı Mansûr ve Bayezid-i Bistâmî’nin sarf ettiği şatahat türü sözler de bu
bağlam içinde değerlendirilmelidir. Ona göre bu tür sözler zat, fiil ve sözde Allah’ın sıfatları ile
sıfatlanmak neticesinde ve böylece “kendini bilen rabbini bilir” hakikatine binaen sarf edilmiş
sözlerdir.
Sonuç
Molla Halil Siirdî, Osmanlı ilim geleneğinin son halkalarından biri olup, Osmanlı medreselerinde
icra edilen ilim geleneğine bağlı kalmış bir muhakkik müderristir. Yaşadığı dönemdeki medreseler
ve bu medreselerde yetişen ulema üzerinde önemli oranda etkisi bulunan Molla Halil’in İslamî
ilimlerin ve İslam düşüncesinin hemen hemen her dalında eser yazmış olması önemli bir unsur olarak
değerlendirilmelidir. Kanaatimizce, eserlerinin genelinin tahkik metodu ile yazılmış olmalarından
hareketle onu ifade eden en temel vasıf, muhakkik oluşudur.
Molla Halil’in İbnü’l-Arabî ile ilgili yazdığı iki risalede vahdet-i vücud nazariyesini İslam akaidi
açısından değerlendirdiği ve söz konusu nazariyenin İslam akaidi ile çelişmediğini ifade ettiği, aynı
nazariye çerçevesinde ele aldığı varlık meselesinde sufilerin filozof ve kelamcılardan ayrıldıkları
yönlerini tespit ettiği ve yine sufilerin şatahatlarının “Nefsini bilen rabbini bilir.” hadisi ile
açıklanabileceğini tespit etmiş bulunmaktayız.
Molla Halil’in tasavvuf felsefesi ve İbnü’l-Arabî ilgisi ise, kendi döneminin şartları göz önünde
bulundurulduğunda ileri bir ilmî düzeyi göstermektedir. Üstelik onun söz konusu felsefeye dair
olumlu yaklaşımı da kendi dönemini aşan bir mahiyet arz etmektedir. Molla Halil, tasavvuf
felsefesinin vahdet-i vücûd nazariyesinin İslam akidesi ile çelişmediğini ifade etmesi bu noktada
önemli bir tavır olarak okunmalıdır. Şark medreselerinde müderrislik yapan ve fıkıh başta olmak
üzere İslamî ilimlerde derinleşmiş Molla Halil gibi bir şahsiyetin vahdet-i vücûd’u olumlaması ve
ayrıca tasavvuf nazariyesinin en çetin meselelerinden biri olan varlık ile ilgili bir risale yazmış
olması şark medreseleri açısından bugün için arkaik bir mesele olarak durmaktadır. Belki de bu
tespit, Molla Halil’i Osmanlı ilim mirasının son halkası saymamızı gerektirmektedir.
1380
Molla Halil Siirdî, Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyye, v. 2
Molla Halil Siirdî, Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyye, v. 3
1382
Molla Halil Siirdî, Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyye, v. 6
1383
Molla Halil Siirdî, Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyye, v. 6
1381
Kaynakça
Câmî, Abdurrahman, Ed-Durretu’l-Fâhire, Tahran University Press, (ed. N. Heer, A. Musavi
Behbahâni), Tahran, 1980.
Câmî, Abdurrahman, Şerh-i Rubâiyyât, Litera Yayıncılık, Çev. Tahiru’l-Mevlevî, İstanbul, 2014.
Cürcâni, Seyyid Şerif, Kitâbu’t-Ta‘rifât, Şirket-i Sehafiye-i Osmaniye, İstanbul, t.y.
Doskî, Ali Nebi Salih, El-Molla Halil es-Sirtî, Spirez Yay., Erbil, 2007.
Görgün, Tahsin, “Osmanlı Düşüncesı̇ Nasıl Anlaşılabı̇ lı̇ r?”, Türklük Araştırmaları Dergisi, 2003,
Sayı: 13-14, s. 29-46.
Siirdî, Molla Halil, Er-Risâletûl-Vaz‘iyye, 1951, Yazma.
Siirdî, Molla Halil, Basîretu’l-kulûb fî kelâmi allâmi’l-ğuyûb, t.y.,Yazma.
Siirdî, Molla Halil, Mensûre fî akîdeti’ş-şeyh Muhyiddîn İbn Arabî, t.y.,Yazma.
Siirdî, Molla Halil Nebzetu’l-mevâhibi’l-ledunniyye fi’ş-şetahât ve’l-vahdeti’z-zâtiyye, t.y., Yazma.
Şa‘ranî, Abdülvehhab,el-Yevâkît ve’l-cevâhir fi Beyani ‘Akaidi’l-Ekâbir, Daru ‘Ihyai’t-Turâs, Beyrut.
ABDURRAHMAN RÂMÎ ÇELEBİ’NİN ŞEYH MUHYİDDİN-İ ARABÎ
VASFINDAKİ METHİYESİ
Abdulmuttalip İPEK*
Özet
Ahmed Yesevî (1093-1166), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî (1207-1273) ve Yunus Emre (1238-1320)
gibi mutasavvıflarla Anadolu’ya atılan tasavvuf tohumlarının filizlenerek neşvünema bulmasında
ve Osmanlı irfan geleneğinin oluşmasında en önemli isimlerden biri de hiç şüphesiz Muhyiddin
İbnü’l Arabî’dir. Onun, hacim bakımından ciltler tutan ve günümüze yaklaşık 250’si ulaşan
eserlerinin ilim ve irfan meclislerinde çokça okunup tartışıldığı bilinmektedir. Aynı zamanda
rahmanî ilham kaynaklı, beyit sayısı binleri bulan şiirleri de mevcut olan İbnü’l-Arabî, Osmanlı şiir
geleneği içerisinde hakkında en çok şiir yazılan mutasavvıflardandır. Birkaç asır öncesinden
günümüze gelinceye kadar divan şairleri, tekke şairleri ve günümüz şairleri kimi zaman onun
tasavvuf düşüncesine ilişkin düsturlara yer vermiş kimisi ise bütün bir şiirini İbnü’l Arabî’ye
hasretmiştir.
Bu tebliğde XVII. yy. divan şairlerinden Abdurrahman Râmî Efendi’nin kaside nazım şekliyle
İbnü’l Arabî vasfında yazdığı methiyesi üzerinde durulacaktır. “Der Sitâyiş-i Şeyh-i Ekber Şeyh
Muhyiddîn-i Arabî” başlıklı bu şiir, aruzun fe’ilâtün / mefâ’ilün / fe’ilün vezniyle yazılmış olup 39
beyittir. Manzumenin tür olarak bir methiye; memduhun ise bir sûfî/şeyh olması dolayısıyla İbnü’l
Arabî’nin vasıflarının çoğunlukla tasavvufî remiz ve ıstılahlarla övüldüğü şiirde İbnü’l Arabî’nin
seyr ü sülûktaki çeşitli yönlerine atıfta bulunulmaktadır. Bu çalışmada Râmî’nin söz konusu
beyitlerinin izahından hareketle, nazarlarını bir dem üzerinden eksik etmesini istemediği “Şeyh-i
Ekber”in tasavvuf anlayışı ile Osmanlı irfan ve tefekkür dünyasındaki yeri üzerinde durulacaktır.
Anahtar Kavramlar: Abdrurrahman Râmî Çelebi, divan şiiri, methiye, İbnü’l Arabî, tasavvuf.
ABDURRAHMAN RAMI CELEBI’S EULOGY ON SHEIKH MUHYIDDIN
IBNU-L ARABI
Abstract
Muhyiddin Ibnu’l Arabi is undoubtedly among the most significant figures who contributed to the
formation of Ottoman lore and the development of mysticism tradition initiated in Anatolia by
Ahmad Yasawi (1093-1166), Rumi (1207-1273), and Yunus Emre (1238-1320). He is known to be
recited and discussed in circles of science and lore with his countless volumes of works although
approximately 250 of them survived to our day. Ibnu’l Arabi has poems reaching thousands of
couplets and is also one of the mystics about whom many poems have been composed. From a few
century onwards until today, many diwan poets, dervishes, and contemporary poets referred to his
philosophy on mystic poetry in their poems, and some devoted all their poetry to him.
This study aims to analyse a eulogy, by Abdurrahman Rami Celebi, a diwan poet of 17 th century, in
*
Dr. Öğr. Üyesi, Aksaray Üniversitesi, Sabire Yazıcı Fen-Edebiyat Fakültesi, Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü.
ode verse form for Ibnu’l Arabi. This poem of 39 couplets is entitled as “Der Sitayis-i Sheikh-i
Ekber Sheikh Muhyiddin-i Arabi” and was written in “fe’ilatun / mefa’ilun / fe’ilun” meter, a
tradition based on the pronunciation of syllables. The poem is a eulogy in terms of genre, and, as
the addressee is a mystic/sheikh, he is mostly praised with mystic symbols and terminology. It
refers to Ibnu’l Arabi’s various characteristics in his mystic spiritual journey. This study aims to
begin with an analysis of Rami’s aforementioned couplets, continue with the “Grand Sheikh” Ibnu’l
Arabi’s idea of mysticism whose regard Rami desired not to lose for a moment, and conclude with
Ibnu’l Arabi’s significance in Ottoman lore and philosophy.
Keywords: Abdrurrahman Rami Celebi, diwan poetry, eulogy, Ibnu’l Arabi, mysticism.
Giriş
Mistik, ezoterik düşünce sistemlerindeki bâtınî tecrübe yalnızca inanç ekseninde kalmayıp söz
konusu düşünce sisteminin cazibesi, mimariden giyim kuşama, sanattan edebiyata ve fikir hayatına
varıncaya kadar cereyan ettiği her mecrada tesirli olmuştur. İslam kültürü içerisinde teşekkül eden ve
hicrî beşinci asırdan itibaren gelişmeye ve genişlemeye başlayan tasavvuf düşüncesi de pek çok
mutasavvıf yetiştirdiği gibi İslam medeniyeti içerisindeki Osmanlı fikir ve sanat faaliyetlerini
derinden etkilemiştir. “Zira gerek tarihsel ve gerekse edebî bütün araştırmalarda ‘sûfîlik’ veya
‘tasavvuf’ denilen bu din felsefesinin Osmanlı toplum yapısındaki hâkim karakterine atıf yapılmayan
bir sayfa yok gibidir.”1384 Bu nedenledir ki ister şuuri ister gayrışuuri olsun bu medeniyet dairesi
içerisindeki sanat eserlerinde söz konusu tesiri görmek mümkündür. Pek çok hususta olduğu gibi
tasavvufî edanın en tesirli olduğu alanlardan biri ise hiç şüphesiz edebiyattır. Edebiyat ile tasavvuf
arasındaki münasebet ve etkileşim başlangıcından bu güne gelinceye değin sürekli ve karşılıklı
olmuştur. Şiir, bir taraftan tasavvuf pınarından beslenirken öte taraftan tasavvufî ilkelerin, tarikat
adap ve erkânının geniş halk kitlelerine iletilmesinde önemli bir vasıta olmuştur. Aynı zamanda
tasavvufî söylem, şaire anlamı perdeleyerek söz söyleme fırsatı sunmuş ve geniş ilhamlarla şiire
çağrışım zenginliği katmıştır.
Bu vasıta (şiir) sayesinde sûfîler kendi mesleklerine ilişkin doktriner bilgileri dile getirdiği gibi
kimileri de bizatihi şiirin konusu olmuştur. Türk tasavvuf edebiyatı sahasında ön plana çıkmış
sûfî/mutasavvıflar arasında birkaçının tesirinin diğerlerine nispetle daha güçlü ve daimi olduğu
bilinmektedir. Bu isimlere baktığımızda Ahmed Yesevî (1093-1166), Mevlânâ Celâleddîn-i Rûmî
(1207-1273) ve Yunus Emre (1238-1320) gibi mutasavvıflarla Anadolu’ya atılan tasavvuf
tohumlarının filizlenerek neşvünema bulmasında ve Osmanlı irfan geleneğinin oluşmasında en
önemli sûfîlerden biri de hiç şüphesiz Muhyiddin İbnü’l Arabî (1165-1240)’dir.
İbnü’l-Arabî enfüsî seyahatlerinin dışında Endülüs’ten Kuzey Afrika’ya, Mısır, Tunus, Suriye
topraklarından Anadolu’nun pek çok yerine yapmış olduğu yolculuklarla döneminin önemli din ve
fikir adamlarıyla, mutasavvıflarla etkileşimde bulunmuş; onlardan istifade ettiği gibi özellikle de
“vahdet-i vücud” merkezli olarak kazanmış olduğu mistik tecrübeyi gelenek vasıtasıyla günümüze
kadar aktarmıştır. Onun, hacim bakımından ciltler tutan ve günümüze yaklaşık 250’si ulaşan
eserlerinin1385 ilim ve irfan meclislerinde çokça okunup tartışıldığı bilinmektedir. Aynı zamanda
rahmanî ilham kaynaklı, beyit sayısı binleri bulan şiirleri de mevcut olan İbnü’l-Arabî, Osmanlı şiir
geleneği içerisinde hakkında en çok şiir yazılan mutasavvıflardandır.1386 Birkaç asır öncesinden
başlayarak günümüze gelinceye kadar divan, tekke ve günümüz şairlerinden kimisi onun tasavvuf
1384
Mahmud Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir (Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası), İnsan Yayınları, İstanbul 2014, s.36.
İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin sayısı hususunda kaynaklarda farklı bilgiler nakledilmektedir. Konu hakkında ayrıntılı
bilgi için bk. Ahmed Ateş, “Muhyiddin Arabî”, MEB. İslâm Ansiklopedisi, C.8, İstanbul 1979, s.541-574.
1386
Türk edebiyatında İbnü’l-Arabî vasfında yazılmış methiyeler için bk. Selami Şimşek, “Türk Edebiyatında İbnü’lArabî Methiyeleri Üzerine Bir İnceleme”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1),
Yıl:9, 2008, S.21, s.389-425.
1385
düşüncesine ilişkin düsturlara yer vermiş kimisi ise bütün bir şiirini İbnü’l Arabî’ye hasretmiştir.
XVII. yy. divan şairlerinden Abdurrahman Râmî Efendi de İbnü’l-Arabî’ye duymuş olduğu
muhabbeti bir kaside yazarak dile getirmiş olup bu tebliğde şairin İbnü’l-Arabî vasfında yazdığı
methiye üzerinde durulacaktır.
Kaynaklarda hakkında çok fazla malumat bulunmayan ve birbirinin tekrarı mahiyetindeki bilgilere
göre asıl adı Abdurrahman olan Râmî Çelebi’nin doğum tarihi hakkında herhangi bir kayıt
bulunmamaktadır. Râmî, Rumeli kazaskeri Molla Ali’nin oğlu olup mülâzımlıktan sonra halvete
girerek erbain payesine vasıl olmuş ve oradan ayrılmıştır. Gerek Rıza gerek Mucib Tezkire’lerinde
Râmî Efendi “nev-heves ve nev-zuhûr” bir şair olarak tavsif edilmektedir.1387 Hayatına dair bilgilerin
Dîvân’ındaki bazı şiirlerinden hareketle tespit edildiği Râmî Çelebi’nin ölüm tarihi ise Beliğ
Tezkiresi’nde H. 1049/M.16401388 olarak verilmiştir.1389
Râmî’nin İbnü’l-Arabî hakkında kaleme aldığı ve “Der Sitâyiş-i Şeyh-i Ekber Şeyh Muhyiddîn-i
Arabî” başlıklı şiir, aruzun fe’ilâtün / mefâ’ilün / fe’ilün vezniyle yazılmış olup 39 beyittir.
Manzumenin tür olarak bir methiye; memduhun ise bir sûfî/şeyh olması dolayısıyla İbnü’l Arabî’nin
vasıflarının çoğunlukla tasavvufî remiz ve ıstılahlarla övüldüğü şiirde her bir beyit İbnü’l Arabî’nin
seyr ü sülûktaki bir cephesine atıfta bulunmaktadır.
Der Sitâyiş-i Şeyh-i Ekber Şeyh Muhyi’d-dîn-i ‘Arabî
1.
Âfitâb-ı sipihr-i keşf ü yakîn
Pîr-i sûfiyye Şeyh Muhyiddîn
“Sûfîlerin piri Şeyh Muhyiddin ki (o), keşif ve yakîn semâsının güneşidir.”
“keşf” ve “yakîn” tasavvuf düşüncesinin önemli kavramlarından olup dervişin imanî hakikatleri elde
etmesi yahut görmesi demektir ki bu maddî değil manevî bir hakikat tecrübesidir. Bu makamda
bulunanlara mükâşefe ve müşâhade ehli de denir. “Muhyiddîn İbn Arabî, mükâşefenin konusu,
manalar, yani gözle görünmeyen şeyler iken; müşâhadeninki gözle görünen şeylerdir, der. Akıl ve
duyu organlarıyla elde edilemeyen bilgiler, sezgiye dayalı keşf yoluyla bilinir.”1390 Sezgiye dayalı bu
bilme türü irfanî bir bilme tarzını ifade eder. Şair beyitte kasidenin henüz matla beytinde Şeyh
Muhyiddin’i sufilerin piri konumuna yükseltirken, insan-ı kâmil olmanın önemli düsturlarından olan
keşf ve yakîn’i semaya teşbih ederek İbnü’l-Arabî’yi de o semanın kandili mesabesinde
göstermektedir. “keşf” ve “yakîn” makamlarının semaya teşbih edilmesi, söz konusu makamların
yüceliği ve mükâşefe ve müşâhede ehlinin Hakîm-i Mutlak olan yaratıcının nezdinde türlü zuhurata
ve tecelliye mazhar olması dolayısıyladır. Zira yakîn mertebesinin en üst derecesi olan hakikatü’lyakîn yahut hakka’l-yakîn bütün hakikatleri kuşatan şamil hakikati ifade edip, Tanrı’nın veçhinin
eşyada görünmesinden ibarettir.1391 Bu makamdaki zuhurat ve tecellilerin hâletine nihayet yoktur;
şeyh-i ekber ise gökyüzü gibi engin ve perde perde olan tecelliler âlemini aydınlatan bir güneşe
teşbih edilmiştir.
1387
bk. Gencay Zavotçu, Rıza Tezkiresi (İnceleme-Metin), Sahhaflar Kitap Sarayı, İstanbul 2009, s.227; Kudret Altun,
Tezkire-i Mucib (İnceleme-Tenkidli Metin-Dizin-Sözlük), Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1997,
s.33-34.
1388
Abdulkerim Abdulkadiroğlu, İsmail Beliğ Nuhbetü’l-Âsâr Li-Zeyli Zübdeti’l-Eş’ar, Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999, s.104.
1389
Şairin hayatı, sanatı, edebî kişiliği ve şiirlerine ilişkin değerlendirme için bk. Erdal Hamami, Râmî Dîvânı, T.C.
Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2001.
1390
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka Yayınları, İstanbul 2005, s.452.
1391
Suad el-Hakîm, İbnü’l-Arabî Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2005, s. 697.
2.
Kutbu’l-aktâb ârif-i bi’llâh
Menba‘-ı keşf ma‘den-i telkîn
“(O) kutuplar kutbu, Hakk’ın ârifi bir veli; keşif membaı, telkin madenidir.”
Bu beyitte Şeyh Muhyiddin’in birkaç yönüne atıfta bulunulmaktadır. Öncelikle o “kutbu’l-aktâb”
olarak tanımlanmıştır. Kutb (kutup) tasavvufî bir ıstılah olup maneviyat mertebelerinin en üstünde
yer alan velî kimseyi ifade eder. “kutbu’l-ekber” olarak da isimlendirilen bu kimseler manevi açıdan
makamı yüksek velî kişilerdir ki Hakk’ın rızasıyla “her şey kutbun çevresinde ve onun sayesinde
hareket eder, yani her şeyi o idare eder.”1392 Kemâl-i tam üzere olan kutub, Allah’ın mümkünat
âlemindeki halifesidir. Kutbiyetin en yüksek mertebesi kutuplar kutbu manasına gelen kutbiyyet-i
kübrâ yahut kutbu’l-aktâb mertebesidir. Tasavvuf düşüncesine göre kutbu’l-aktâb yahut gavs-ı
a’zama Allah tarafından kâinata tasarruf kudreti tevdi edilmiştir.1393 Bu makam Hz. Muhammed’in
peygamberliğinin bâtınını ifade eder. “Ekmeliyet (en kâmil olmak) O’na mahsus olduğundan
kutupluk da onun vârislerine yaraşır.”1394 Dolayısıyla Şeyh Muhyiddin de Hz. Peygamber’in varisi
olarak görülmektedir. O, ilahi sırlara vâkıf, sırların kendisine bildirildiği, nefsini dolayısıyla kendini
ve rabbini bilen, keşifler kaynağı, telkin madenidir. Telkin tasavvufî manada şeyhin, tarikata yeni
girmiş dervişe zikir öğretmesi manasındadır. “maden-i telkin” terkibi, telkin cevheri manasında bir
teşbih-i beliğ olarak anlaşılabileceği gibi maden kelimesinin de delaletiyle Şeyh-i Ekber’in
müritlerine talim ve telkin kaynağı (madeni) olduğunu düşündürmektedir.
3.
Server-i sâlikân ehl-i tarîk
Rehber-i hâdiyân ‘âlim-i bîn1395
“Tarikat ehli saliklerin önderi; âlim görüşlü, hidayete erdiricilerin rehberi.”
“ehl-i tarik” ile kastolunan, Hakk’a vasıl olma gayreti ile tasavvuf yoluna girmiş dervişler,
sâliklerdir. İbnü’l-Arabî ise onlara bu yolda rehberlik eden bir önderdir. Râmî Çelebi hem bu beyitte
hem de bir sonraki beyitte İbnü’l-Arabî’nin veliler zümresinde en ön sırada geldiğini ifade
etmektedir.
4.
Mürşid-i hân-kâh-ı sûfiyye
Server-i evliyâ imâm-ı güzîn
“Sûfiler hangâhının mürşidi; veliler önderi, seçkin imam.”
Hânkâh yahut hângâh: “Tarîkâtin, yani tasavvuf yollarından birinin mensuplarına mahsus olan ve o
tarîkatin büyüklerinden birinin şeyh olduğu yahut büyük birinin yattığı tekkeye” 1396 denir.
Dolayısıyla bir tarikatın diğer tekkelerinin de bağlı bulunduğu merkez konumundaki tekkeyi ifade
eder. Bu nedenle Muhyiddin Arabî velilerin önderi; onun hâhgâhı ise sufilerin tekkelerinin bağlı
bulunduğu ulu bir kapıyı ifade etmektedir. Veliler Hz. Peygamber’in varisleridir. Bu nedenle
evliyanın önderi olarak tavsif edilen İbnü’l-Arabî peygamber ile veliler arasındaki en önemli halkayı
temsil etmektedir.
5.
1392
Mest-i hum-hâne-i mey-i tevhîd
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2002, s.221.
Âgâh Sırrı Levend, Divan Edebiyatı (Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar), Enderun Kitabevi, İstanbul
1984, s.32.
1394
Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ed. Zafer Erginli, Kalem Yayınevi, İstanbul 2006, s.571-572.
1395
Farsça dîden ( )ديدنgörmek mastarından gelen ve sonuna eklendiği kelimelere “gören, görücü” manası katarak
birleşik sıfatlar yapan –bîn ()بين, burada birleşik sıfat görevinde kullanılmayıp izafet terkibi oluşturmada kullanılmıştır.
1396
Abdülbâki Gölpınarlı, Tasavvuf, Milenyum Yayınları, İstanbul 2012, s.23.
1393
Sâkî-i câm-ı meclis-i pîşîn
“Tevhid şarabının içildiği meyhanenin sarhoşu; ulular (ileri gelenler) meclisinin kadeh sunan
sâkîsi.”
Divan şiiri bünyesinde vücuda getirilmiş dinî/tasavvufî muhtevalı şiirlerde “âşık, maşuk, hüsn, nâz,
kemâlât” gibi aşka ilişkin kavramlarla birlikte “şarap, hum, harâbât, sâkî, câm vs.” kavramlara da yer
verilmiştir. İslam inancının haram kıldığı/cevaz vermediği bu unsurlar birer sembol olarak
kullanılmıştır. Söz konusu kelimelerin birtakım tasavvufî düşünceleri ifade maksadıyla somut
manalarının dışında kullanılması ise zamanla tasavvufî bir literatürün oluşmasına zemin
hazırlamıştır. Bu durumda örneğin “şarap: ilâhî aşk, sakî: mürşit, harabat: nâsut âlemi” gibi manaları
karşılamak üzere kullanılmıştır.1397
6.
Kimse şerh idemez kerâmâtın
Olsa vassâf-ı nâtıka Pervîn
“Ülker takımyıldızı, onun vasıflarının anlatıcısı olsa yine kerametlerini kimse açıklayamaz.”
Pervîn; Ülker yıldızı, Peren, Süreyya1398 isimleri ile de anılır. “Arapçası ıkd-ı Süreyyâ, benâtü’nna’şdır. Yunan esâtîrine göre bunlar yedi kızdı. İnsanlarla evlendiler, vefatlarından sonra yıldız
oldular. Topluluğu ifade hususunda mevzû’ olur.”1399 Beyitte Pervîn’in, İbnü’l-Arabî’nin “vassâf-ı
nâtıka”sı olsa dahi onun kerametlerini açıklayamayacağının ifade edilmesi bu takımyıldızının kesreti
dolayısıyla olsa gerektir. Bununla da semayı ışıldatan yıldızların, İbnü’l-Arabî’nin vasıflarını
anlatmak söz konusu olduğunda yetersiz kalacağı murat olunmaktadır.
7.
Rütbesin mesned-i velâyetde
Bilmez illâ gürûh-ı ‘âliyyîn
“Velayet makamındaki rütbesini ulu makam sahiplerinden başkası bilmez.”
Râmî Çelebi bu beyitte aynı zamanda Allah’ın sıfatlarından olan “velâyet” makamının derecesine
atıfta bulunmaktadır. Bu derece “velînin mertebelerinin sonu, nebînin mertebelerinin
başlangıcıdır.”1400 Yüce makam sahiplerinden başkası onun rütbesini bilemez diyerek velayet-i
enbiyadan sonra gelen velayet-i hassa’ya işaret etmektedir. Bu, özel bir velayet derecesi olup bu
kimseler “yalnızca Allah’ın seçkin kulları (mustafa-müctebâ kulları) Allah’ın velileri dostlarıdır.
Bunların en açık ve belirleyici nitelikleri, ilhama mazhar olmaları ve keramet sahibi
olmalarıdır.”1401 Şairin, İbnü’l-Arabî için “rütbesini ulu makam sahiplerinden başkası bilmez”
demesinin nedeni evliya topluluğunda yer alan bu velilerin hem kendilerinden hem de halktan saklı
olmalarıdır. Bu hususu XI. yüzyılın önemli mutasavvıflarından Keşfu’l-Mahcûb müellifi Hucvirî
(999-1077?) şöyle ifade etmektedir: “Evliyanın sıfatlarına ve sayılarına gelince; dört bin kişilik bir
veliler topluluğu vardır. Bunlar mektûmdur, yani gizlidir… Bunlar her hâlükârda hem kendilerinden
hem de halktan mestûr, yani saklıdırlar. Bu hususa dair haber ve hadisler nakledilmiştir. Evliyanın
1397
Âgâh Sırrı Levend; Konevi Mehmet Vehbî’nin, Hafız Divanı Şerhi’nden hareketle söz konusu ıstılahların tasavvufî
karşılıklarını bir liste halinde vermiştir. Mutasavvıflar tarafından çoğunlukla birbirine yakın manalarda kullanılan söz
konusu kavramlar için bk. Âgâh Sırrı Levend, Divan Edebiyatı (Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar),
Enderun Kitabevi, İstanbul 1984, s. 45-49.
1398
İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Kapı Yayınları, İstanbul 2017, s.370.
1399
Ahmet Talât Onay, Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü (Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı), haz. Cemal
Kurnaz, Kurgan Edebiyat, Ankara 2016, s.332.
1400
Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, (editör: Zafer Erginli), Kalem Yayınevi, İstanbul 2006, s.1182.
1401
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2002, s.371.
sözleri de bu hususu ifade etmiştir.”1402 Râmî, İbnü’l-Arabî’nin veliler zümresi içerisindeki bu seçkin
yerini sonraki beyitte daha açık bir biçimde ifade etmektedir:
8.
Evliyâ zümresinde müfreddür
Ferd-i vâhid odur ‘ale’t-ta‘yîn
“O, veliler topluluğu içerisinde tektir. Onun (bu tekliği) bir ve tek olan zât [Allah] tarafından
tayin olunmuştur.”
Beyitte hem birinci hem de ikinci mısrada vurgulanan “ferd-müfred” ıstılahları sûfî literatüründe
önemlidir. “tek fert, bir ve tek olan [Allah]” manasındaki “ferd-i vahid” terkibi; Allah’ın ferdaniyet,
ehadiyet ve vahdaniyetini ifade etmekle beraber yaratılış bahsinde insanın eşsiz/benzersiz oluşunu;
haller bahsinde kulun bir ve tek olarak ortaya çıkmasını ifade eder. Kur’an-ı Kerim’de sözlük
anlamıyla geçen (Enbiyâ/89, Sebe/46) ferd, İbnü’l-Arabî’ye göre “kendisine özgü bir nitelik
sayesinde isimlendirmeyi hak etmiştir… Ferd, birliğe benzemekle çiftten ayrılmıştır. Ferd, sayılar
içinde ayrı bir mertebe olması ve ikiye birlik mertebelerini veren bir olması itibariyle bire benzer;
ikinin var olmasından sonra bulunması yönüyle de birlikten ayrılır.”1403 Kelâbâzî, Ta’arruf’ta
sûfîlerin hâllerinden ferd/tefrîd hususunda: “Kulun sadece Allah için amel etmesi, davranışlarda
kendini görmemesi, halkın kendisini gözetlemesine önem vermemesi ve ameli için bir karşılık
beklememesidir”1404 der. Bu hâl, nefsin kayıtlarından, mâsivanın esaretinden kurtulmayı ifade
etmektedir. “Râmî, İbnü’l-Arabî’nin evliyâ içerisindeki mertebesini bu surette tayin ve ifade ettikten
sonra seyr ü sülûkuna dair hususlara dikkat çeker.
9.
Oldur ol mahrem-i serây-ı kadem
Oldur ol râz-dâr-ı hısn-ı haşin
“O, uğur (bereket) sarayının mahremi; muhkem sırlar kalesinin sırdaşıdır.”
Şair, memduhun vâkıf olduğu sırları bir teşbih-i beliğ ile muhkem, girilmesi zor surlarla çevrili
uğurlu bir saray şeklinde tasvir etmektedir. O bereket, talih sarayının çevresinin aşılması zor kalelerle
çevrili olması herkesin o sırlara erişmesinin mümkün olamayacağının dolaylı bir ifadesidir.
Dolayısıyla İbnü’l-Arabî’nin vâkıf olduğu bu sır Allah’ın sadece evliyâ ve enbiyânın büyüklerine
muttalî kıldığı sırdır. Zira “sır üç kısımdır: İnsanın sırrı; rûhtan daha latîf olan bir emanettir, rûh da
kalbden daha latiftir. İkincisi eşyânın sırrı; isimlerin mazharının vechidir. Üçüncüsü olan Allah’ın
sırrı ise, O’nun sadece enbiyâ ve evliyânın büyüklerine muttalî kıldığı sırdır.”1405 Nitekim bir sonraki
beytin hem birinci hem de ikinci mısraının başında “Ana keşf oldı…”, “Ana açıldı…” denilerek gayb
âleminin en önemli sırlarının ona açılmış olduğu vurgulanmaktadır:
10. Ana keşf oldı sırr-ı ‘âlem-i gayb
Ana açıldı perde-i dîrîn
“Gayb âleminin sırları ona keşfolundu (göründü); kadim perde ona açıldı.”
11. Kadem-i Ahmed’e olup pey-rev
Cümleden akdem oldı bezm-nişîn
“Hz. Muhammed’in izinden gidip, herkesten önce o mecliste oturdu.”
1402
Hucvirî, Keşfu’l-Mahcûb (Hakikat Bilgisi), haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 1996, s.330.
Suad el-Hakîm, İbnü’l-Arabî Sözlüğü, çev. Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2004, s.189-190.
1404
Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’aaruf, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 1992, s.168.
1405
Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, (editör: Zafer Erginli), Kalem Yayınevi, İstanbul 2006, s.910.
1403
Velâyet, nübüvvetin; nübüvvet ise ahâdiyyetin vasıtasıdır. Dolayısıyla enbiyâdan sonra gelen evliyâ,
Hakk’ın halifesi mesabesindedir. Beyitte evliyâ zümresi bir meclise teşbih edilerek, şeyh-i ekberin
Hz. Peygamber’in izinden gitmekle o meclisin en önde gelen kişisi olduğuna dikkat çekilmiştir.
12.
Dâhil-i meclis oldı mahrem-i râz
Tek ü tenhâ olup nedîm ü karîn
“Meclise dâhil olup (rabbânî) sırlara mahrem (âşina) oldu; (böylece onun) eşi dostu yalnızlık
oldu.”
İbnü’l-Arabî’nin eş ve dostunun yalnızlık olması halveti, ilahî rabıtayı ifade edeceği gibi önceki
beyitlerin manasından hareketle veliler meclisinde bir eşi ve benzerinin bulunmadığı manasına da
alınabilir.
13. Habbezâ bir hân-kâh-ı tarîk1406
Ey hoş ol şeyh-i âsümân-ı nigîn
“O bütün yolların kendisine eriştiği hânkâh ne hoştur! O yüzük şeklindeki felekleri elinde
bulunduran (feleklerin bir yüzük misali parmağına takılı olduğu) gökyüzünün şeyhi ne güzeldir!”
Bu beyitte ise şeyhin sûfî bir ıstılahla “meslek”ine ve “seyr ü sulûk”taki gayretine dikkat çekilmiştir.
Gökyüzü iç içe geçmiş felek katmanları ile şekil bakımından bir yüzüğe yahut mühre teşbih
edilmiştir. O yüzük/mührün sahibi ise derecesi feleklerden daha yüce olan İbnü’l-Arabî’dir. Öyle ki
o, eflâki yüzük yahut mühür gibi elinde tutmaktadır. Burada onun makamının yüceliğine atıfta
bulunulmaktadır.
14.
Sayd-gâh-ı ‘ulûm-ı bâtında
Oldı tab‘ı gözümde bir şâhîn
“Gizli ilimler saydgâhında (gizli ilimler avlamak hususunda) onun yaratılışı gözüme bir şahin gibi
göründü.”
Nasıl ki her zâhirin bir bâtını olması icap ederse ilmin de zâhirî bir cephesi olduğu gibi bir de bâtınî
cephesi vardır. Fakat bu iki ilmin elde edilmesi hususunda aralarında fark vardır. Zâhîri ilimler
(müspet ilimler) tahsil yolu ile elde edilirken bâtınî ilimler keşif ve sezgi yolu ile elde edilir. Bunu
elde etmek ise basiret gözü ile mümkün olur. Beyitte memdûh, bu yönüyle bir şahine teşbih
edilmiştir. Şahin bir av kuşu olması, yükseklerde uçması ve gözünün keskin olması yönüyle ele
alınmıştır. Bu durumda İbnü’l-Arabî gizli ilimler avlamada son derece mâhir; hakikat semasının en
yüksek feleğinde dolaşan bir mutlak avcısıdır. Üstelik onun içtihattaki derecesi veliler zümresinin
önde gelenleri tarafından da takdir edilmiştir:
15.
Rütbe-i ictihâdına anun
İtdi eşrâf-ı evliyâ tahsîn
“Onun içtihattaki derecesini velilerin en önde gelenleri (dahi) beğenip takdir etti.”
16.
1406
Tutdı âfâkı sît-i kilki tâm
Eyledi pür bu tâs-ı çarhı tanîn
Bu mısra vezne uymamaktadır.
“Bütün ufukları onun kaleminin sadası tuttu; bütün bir sema onun (kaleminin) sesiyle çınladı.”
“tâs-ı çarh yahut tâs-ı felek” gökyüzü, sema manasına gelip, bir teşbih-i beliğdir. Felekler şekli
dolayısıyla bir tasa teşbih edilmiştir. Kilk ise kalem manasına gelip ilmi temsil eder. Tasavvufta
yaratıcının iradesi olarak değerlendirilen “kalem”e “akl-ı küll veya akl-ı evvel” diyenler de vardır.1407
Beyitte mübalağa sanatı ile İbnü’l-Arabî’nin tasavvuf düşüncesinin yahut mesleğinin bütün bir cihanı
kapladığı ifade edilmektedir.
17.
Gelmedi rûz-gâra akrânı
Evvel-i subh tâ-be-şâm-ı pesîn
“Sabahın ilk vakitlerinden akşamın son vaktine kadar zamana (cihana) onun bir eşi benzeri
gelmedi.”
Râmî, beyitte memduhun eşi ve benzerinin cihana gelmediğini sabah/akşam vakitlerine dikkat
çekerek mürsel mecaz yoluyla ifade ediyor.
18.
Lillâhi’l-hamd ravza-i pâkin
Eylemiş şâha rû-yı Şâmı zemîn
“Allah’a hamd olsun ki (cennet gibi) temiz bahçelerini, o şah için Şâm’ın yüzüne (Şâm topraklarına)
zemin kılmış (mesken eylemiş).”
Şam, İbnü’l-Arabî’nin 78 yaşında iken Hakk’a yürüdüğü yerdir. “Ömrünün son devresini özellikle
Anadolu’da ve Ortadoğu bölgesinde geçirmiş ve 22 Rabîu’l-Âhir 638/10 Kasım 1240 Cumartesi
günü Şam’da hayata gözlerini kapamıştır.”1408 Beyitte şeyhin vefat ettiği ve gömüldüğü topraklar
olan Şam’a dikkat çekilmekte ve o toprakların cennet bahçeleri gibi temiz ve güzel olduğu
belirtilmektedir.
19.
Evvel-i ‘ömrden berû hâkin
İtdüm efvâh-ı1409 lesme nakş-ı cebîn
“Ömrümün en başından itibaren (Şam) toprağını ağza örtü, alna nakış ettim (o toprağı öpüp alnıma
koydum).”
Buraya kadar övgüsünde bulunduğu Şeyh-i Ekber’i tasavvuf yolundaki serverliği dolayısıyla öven
Râmî Çelebi, bu beyitten itibaren şimdiye kadar övgüsünü yaptığı İbnü’l-Arabî ile arasındaki gönül
bağını ifade etmeye başlamıştır. Râmî Efendi’nin İbnü’l-Arabî ile olan gönül bağının sebeplerinden
birisi de aynı toprağın (Şam) kokusunu teneffüs etmiş olmalarıdır. Yukarıdaki beyitte de belirtildiği
üzere İbnü’l-Arabî ömrünün son demlerini Şam’da geçirmiş ve orada vefat etmiştir. Bu nedenle
Râmî, o toprağı tazim maksadıyla öpüp başına koymaktadır. Beytin ikinci mısraındaki “ağza örtü,
alna nakış” ifadesi, şeyhin o topraklara ayak basmış olması dolayısıyla toprağa yüz sürüp başına
koymasından kinayedir. “nakş-ı cebîn” terkibinin ayrıca alın yazısı manası da bulunmaktadır. Bu
durumda kaderin İbnü’l-Arabî ile kendisini aynı toprakta buluşturmasının hikmetine dikkat
çekmektedir. Sonraki beyitte de aynı düşünce devam etmektedir:
1407
İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Kapı Yayınları, İstanbul 2017, s.253.
Uluç, Tahir, “İbn Arabî’nin Hayatı”, İbn Arabi Anısına Makaleler, İnsan Yayınları, İstanbul 2002, s.16.
1409
Divan’da “efvâh-ı lesme” şeklinde geçen ve “örtünün ağızları” şeklinde günümüz Türkçesine aktarabileceğimiz bu
terkip, mana bakımından pek uygun düşmediğinden “efvâha” şeklinde okunması daha uygun olacaktır. Beytin nesre
çevirisi de bu okunuştan hareketle yapılmıştır.
1408
20.
Hâ’ir-i merkadin sabâh u mesâ
Eyledüm çün tavâf niçe sinîn
“Nice seneler sabah akşam kabrinin hayretiyle (orayı) tavaf eyledim.”
Râmî Çelebi’nin doğumu, genel manada ise hayatı hakkında yeterli bilgi bulunmamakla birlikte
Dîvân’ında yer alan pek çok beyit1410 onun, hayatının bir bölümünü Şam’da geçirdiğine işaret
etmektedir.1411
Aşağıdaki beyitlerde gönülden bu büyük mürşide bağlı olduğunu söyleyen Râmî Çelebi, onun
feyzinden istifade ettiğini, bu feyizle irşad olarak irfan kapısının kendisine açılıp inciler saçtığını,
ümitsizliğe kapılmadığını ve İbnü’l-Arabî’nin kendisine telkin vererek gönül müridine şeyh
olmasıyla yani (mana âleminde kendisine) rehberlik etmesiyle en sonunda muradına vasıl olduğunu
ve bu nedenle binlerce kez şükür ve dua ettiğini bildirmektedir:
21.
Lücce-i bahr-i hâletinden anun
Dest-i ‘irfânum oldı gevher-çîn
“Onun hâletinin engin denizinden ötürü (lütuf ve ihsanıyla) irfanımın eli inciler saçtı.”
22.
Şeyh-i mürşîd olup mürîd-i dile
İtdi irşâd eyleyüp telkîn
“Gönül müridine şeyh olup, telkin vererek onu irşad etti.”
23.
Oldum ol servere nazar-gerde
Bâb-ı ‘irfân açıldı bana hemîn
“O öndere nazar kılınca irfan kapısı bana derhal açıldı.”
24.
Vâsıl oldum murâduma âhir
Olmadum ye’s-i mihnet ile hazîn
“Mihnetin ümitsizliğine kapılıp mahzun olmadım; en sonunda muradıma eriştim.”
25.
1410
Sad-hezârân hezâr hamd itdüm
Eyledüm ol kadar niyâz u enîn
Örnek olmak üzere:
Şâm’dan hicret iderdüm terk idüp emlâkümi
Olmasa hubb-ı vatan ka‘r-ı derûnumda metîn (K.18/51)
***
Unıtma kûçe-i Şâm-ı belâda sultânum
Bu abd-i muhlis ü bu çâker-i senâ-hânı (K.15/78)
***
Hayf Şâm içre geçen ömrüne Râmî sad-hayf
Kadrüni bilmedi a‘yânı olan cilf-i hısâl (Kıt. 45)
1411
Nitekim Râmî Dîvânı’nı neşre hazırlayan Erdal Hamami şairin divanında yer alan daha pek çok beyitten hareketle:
Râmî Efendi’nin Şam’da doğup yetiştiğini, sonra İstanbul’a geldiğini, hayatının önemli bir bölümünü burada geçirdiğini,
bir ara Şam’a geldiğini (belki de sadece ziyaret için) ama tekrar İstanbul’a döndüğünü ve hayatının sonuna kadar burada
kalarak nihayet H.1049/M.1640’ta vefat ettiğini; fakat kabrini nerede olduğunun bilinmediğini belirtmektedir. Bu hususta
bk. Erdal Hamami, Râmî Dîvânı, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2001, s. 8.
“Binlerce kez yalvarıp inleyerek yüz binlerce şükrettim.”
Râmî Efendi bundan sonraki üç beyitte memduhun tasavvuf yolundaki rehberliğine; ilahi sırları
tefekkür ve varlığın hakikatini idrak etme hususundaki kemaline işaret etmektedir. Özellikle 27, 28
ve 29. beyitlerde ön plana çıkan bir kavram dikkati çekmektedir ki o da Hakk’a vasıl olma yolundaki
makamlardan biri olan “marifet makamı”dır. “Marifet: tanımak ve bilmek demektir. Keşf, ilham,
sezgi ve manevi tecrübe ile Allah hakkında elde edilen bilgiye marifetullah denilir. Bu nevi bilgi ile
Allah’ı bilen ve tanıyan kimselere ârif-i billah adı verilir. Marifet akla, hisse ve nassa dayanmayan
ve zâhirî olmayan bâtinî bilgiler manasına gelir.”1412 Dolayısıyla marifete sahip olan kimseye ârif
denir.1413 Bu nedenle de tasavvufta marifet ile irfan ve ârif kavramları birbiriyle alakalı kavramlardır.
26.
Remz-res serverâ güşâde dilâ
Ve’y nizâm-ı ‘ukûd dürr-i semîn
“Ey gizli mana/işaretler eriştiren önder, ey açılmış (ferah) gönül[lü]! Ey sıra sıra dizilmiş kıymetli
inci dizisi.”
“remz” sûfilerin kullandıkları bir tür sembolik dil (işaret dili) olup sadece ehlinin anlayabileceği,
sözün zâhirinin arkasında, altındaki gizli manadır.1414 İbnü’l-Arabî bu beyitte o sırlara eriştiren,
sözün zâhirinin altındaki bâtınî manaya vâkıf olmayı mümkün kılan bir rehber olarak
düşünülmektedir. Onun gönlü bu sırlara âşinâ olmakla açılıp, genişlediği gibi rehberliği sayesinde de
sırlar keşf olunarak kalb açılmakta, ferahlamaktadır.
27.
Sâkî-i câm-ı ma‘rifet sensin
Pîr-i meyhâne-i şarâb-ı1415 yakîn
“Yakîn şarabının içildiği meyhanenin piri, marifet kadehinin sakisi sensin.”
28.
Sensin ol kâşif-i rumûz-ı ezel
Sensin ol ‘arif-i ma‘ârif-i bîn
“O (görünmeyen/bilinmeyen) ezel remizlerinin kâşifi de irfânî bilgilere (irfânî bilgilerin sırrına)
vâkıf olan ârif kimse de sensin.”
Râmî bu beytinde his ve akıl ile anlaşılması mümkün olmayan ezelî remizlerin İbnü’l-Arabî’ye
âşikâr olduğunu bildirerek onun keşf ve müşâhede ehli oluşuna dikkat çekmektedir.
29.
Neşve vir cür‘a-i ma‘ârif ile
Dili şâd eyle eyleme gam-gîn
“İrfan şarabından bir yudum sunarak neşe ver, gönlü mükedder kılma, şâd kıl.”
Bu beyitten itibaren Râmî Çelebi İbnü’l-Arabî’ye niyazda bulunmakta: kendisini yakîn makamında
1412
Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’aaruf, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul 1992, s.93.
Şeyh ve sûfîlerin marifet hususundaki görüşleri için bk. Süleyman Uludağ, Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyri Risalesi,
Dergâh Yayınları, İstanbul 2003, s.398-404.
1414
İbnü’l-Arabî’nin dil stratejisi özelinde sufilerin genel manada “remz, işaret ve sembolik dil” kullanımlarına ilişkin
kıymetli değerlendirmeler için bk. Tahir Uluç, İbn Arabî’de Sembolizm, İnsan Yayınları, İstanbul 2007, s.74-89.
1415
Râmî Dîvânı neşrinde bu kelime “şirrat” olarak yazılmış olmakla birlikte gerek vezin gerek mana bakımından uygun
olmadığından “şarâb” olarak değiştirilmiştir.
1413
ulaştırmasını ve doğru yola iletmesini, nazarlarını üzerinden eksik etmemesini, şeyhin sunacağı
marifet ilacıyla hüner feyzi kesp edip cehaletin sapkınlığından emin olmak istediğini bildirmektedir:
30.
Eyle ilhâm-ı sırr ile irşâd
Tâ olam vâsıl-ı makâm-ı yakîn
“Hakikat sırlarının ilhamıyla gafletten uyandır (doğru yola ilet) ki yakîn makamına erişebileyim.”
31.
Nazarun eksik itme üstümden
Ol bana dâ’imâ zahîr ü mu‘în
“(Hak nuru) bakışlarını üstümden eksik etme, daima bana destek ve yardımcı ol!”
انت شيخى و انت استادى
لك و ّجهت و جهتى فى الدين
32.
Ente şeyhî ve ente üstâdî
Leke veccehtü vichetî fi’d-dîn
“Benim üstadım ve şeyhim, yüzümü dine (doğru yola) döndüren…”
33.
Koma ben zârı şâm-ı gafletde
Zulmet-i cehl ile dalâl-ı rehîn
“Ben zavallıyı gaflet akşamında, cehalet karanlığında sapkınlığa teslim etme (beni gaflet içerisinde
bırakma)!”
Daha evvel medhiyenin on sekizinci beyti dolayısıyla yapılan izahattan hareketle yukarıdaki beytin
ilk mısraında geçen “şâm” kelimesi, akşam manasında düşünülebileceği gibi şair Râmî’nin ömrünün
büyük bir kısmını geçirdiği Şam toprakları olarak da düşünülebilir. Bu durumda “Hayf Şâm içre
geçen ömrüne Râmî sad-hayf” mısraında ifade ettiği gaflet içerisinde geçirdiği Şam günlerine atıfta
bulunarak bu kelimeyi tevriyeli kullanmaktadır.
34.
Sahk idüp rîze rîze cüz’-i dili
Eyle eczâ-yı ma‘rifetle ‘acîn
“Gönül cüzünü parça parça edip ezerek marifet ilacıyla macun haline getir.”
35.
Tâ ide kesb-i feyz-i isti‘dâd
Ola cehlin dalâletinden emîn
“Tâ ki hüner feyzini kesp edip cehalet sapkınlığından emin ola.”
36.
Buldı haddin niyâz ey Râmî
Eyle engüşt-i hatm-i nazma nigîn
“Ey Râmî tazarru haddini buldu (yeterince niyazda bulundun); artık şiiri hitama erdiren parmağına
yüzüğü tak!”
Bu beyit kasidenin sona erdiğini bildirmekte olup sonrasında gelen üç beyit kasidenin dua
bölümüdür. Bu kısımda Râmî Efendi fenâ ve fakr ehlinin cehennemin azabından kurtulması, temiz
ruhlarının feleğin en yüksek katına (Cenab-ı Hakk’a) vasıl olması ve bedenlerinin feyz-i ilahi ile
nimet ve ihsanlara gark olması temennisinde bulunmaktadır.
37.
Tâ ki ehl-i fenâ vü fakr ü salâh
Ola âzâde-i gam-ı siccîn
“Öyle ki tüm beşerî arzu ve isteklerden kurtulmuş, doğru yolu bulmuş kimseler cehennemin
gamından azade olsun.”
38.
Rûh-ı pâki misâl-i tâ’ir-i kuds
İde seyr ü sülûk-i ‘arş-ı berîn
“Temiz ruhları mukaddes kuşlar gibi göğün en yüce katına (arşa) vasıl olsun.”
39.
Cismi dâ’im mezâk-ı ahsende
Ola şehd-i na’îm ile şîrîn
“Bedenleri ise en güzel tat ve zevklerin bulunduğu o yerde nimetlerin balı ile tatlansın (en güzel
nimetlere gark olsun)!”
Sonuç
Abdurrahman Râmî Çelebi’nin Şeyh-i Ekber İbnü’l-Arabî hakkında yazmış olduğu bu medhiye,
tasavvuf şiirindeki diğer medhiyelerden pek farklı değildir. Kaside nazım şekliyle kaleme alınmış
olan şiirde İbnü’l-Arabî, gelenekte pek çok sûfînin/şairin müracaat ettiği tasavvufî remiz ve
ıstılahlardan hareketle övülmektedir. Kasideden Râmî Çelebi’nin İbnü’l-Arabî’ye, seyr u sülûku ve
gönül müridine mürşid-i kâmil oluşu dolayısıyla derin bir saygı duyduğu gibi kendisinin doğduğu
toprakların aynı zamanda İbnü’l-Arabî’nin ebedî istirahatgâhı Şam toprakları olması dolayısıyla da
ona ayrıca bir muhabbet duyduğu anlaşılmaktadır. Bu husus yukarıdaki medhiyede ve divanındaki
pek çok beyitte vurgulanmıştır.
Kaside boyunca pek çok sûfî ıstılaha yer verilmekle birlikte hususen “ârif, yakîn, ma‘rifet, ma‘arif”
ve bu kavramlarla iç içe olan kelimelere sıkça atıfta bulunulması İbnü’l-Arabî’nin, “şeriat-tarîkâthakîkât-marifet” ile özetlenen; tasavvufun dört temel düsturunun en üst mertebesi ve velayet
makamının yüksek derece sahiplerinin bulunduğu yer olan marifet makamının serveri olduğuna
özellikle dikkat çekilmek istendiğini göstermektedir.
Abdurrahman Râmî Efendi’nin kendisinden yaklaşık dört asır öncesinde yaşamış bir velî hakkında
medhiye kaleme almış olması, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin tasavvuf düşüncesinin ve tesirinin,
sadece yaşadığı dönemle sınırlı kalmayıp asırları kuşattığı gerçeğini gözler önüne sermektedir.
Nitekim Râmî’den sonra da bu tesir devam etmiştir. Günümüz şairlerinin dahi kimi zaman onun
tasavvuf düşüncesinin cezbesinden ilhamla şiirler kaleme alması ve kimi şiirlerin bu büyük veliye
ithaf edilmesi bu tesirin bundan sonra da devam edeceğine işaret etmektedir.
Kaynakça
Abdulkerim Abdulkadiroğlu, İsmail Beliğ Nuhbetü’l-Âsâr Li-Zeyli Zübdeti’l-Eş’ar, Atatürk Kültür
Merkezi Başkanlığı Yayınları, Ankara 1999.
Abdülbâki Gölpınarlı, Tasavvuf, Milenyum Yayınları, İstanbul 2012.
Âgâh Sırrı Levend, Divan Edebiyatı (Kelimeler ve Remizler Mazmunlar ve Mefhumlar), Enderun
Kitabevi, İstanbul 1984.
Ahmed Ateş, “Muhyiddin Arabî”, MEB. İslâm Ansiklopedisi, C.8, İstanbul 1979, s.533-555.
Ahmet Talât Onay, Açıklamalı Divan Şiiri Sözlüğü (Eski Türk Edebiyatında Mazmunlar ve İzahı),
haz. Cemal Kurnaz, Kurgan Edebiyat, Ankara 2016.
Erdal Hamami, Râmî Dîvânı, T.C. Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 2001.
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, Anka Yayınları, İstanbul 2005.
Gencay Zavotçu, Rıza Tezkiresi (İnceleme-Metin), Sahhaflar Kitap Sarayı, İstanbul 2009.
İskender Pala, Ansiklopedik Divan Şiiri Sözlüğü, Kapı Yayınları, İstanbul 2017.
Kelâbâzî, Doğuş Devrinde Tasavvuf Ta’aaruf, haz. Süleyman Uludağ, Dergâh Yayınları, İstanbul
1992.
Kudret Altun, Tezkire-i Mucib (İnceleme-Tenkidli Metin-Dizin-Sözlük), Atatürk Kültür Merkezi
Başkanlığı Yayınları, Ankara 1997.
Mahmud Erol Kılıç, Sûfî ve Şiir (Osmanlı Tasavvuf Şiirinin Poetikası), İnsan Yayınları, İstanbul
2014.
Mahmud Erol Kılıç, Şeyh-i Ekber (İbn Arabî Düşüncesine Giriş), Sufi Kitap, İstanbul, 2010.
Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, (editör: Zafer Erginli), Kalem Yayınevi, İstanbul 2006,
s.1182.
Metinlerle Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, ed. Zafer Erginli, Kalem Yayınevi, İstanbul 2006.
Selami Şimşek, “Türk Edebiyatında İbnü’l-Arabî Methiyeleri Üzerine Bir İnceleme”, Tasavvuf İlmî
ve Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1), Yıl:9, 2008, S.21, s.389-425.
Süleyman Uludağ, Tasavvuf İlmine Dair Kuşeyri Risalesi, Dergâh Yayınları, İstanbul 2003.
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul 2002.
Tahir Uluç, “İbn Arabî’nin Hayatı”, İbn Arabi Anısına Makaleler, İnsan Yayınları, İstanbul 2002,
s.11-18.
Tahir Uluç, İbn Arabî’de Sembolizm, İnsan Yayınları, İstanbul 2007.
BİR MEKTUPTAN FAZLASI: RİSÂLE İLÂ ASHÂBI ŞEYH ABDÜLAZÎZ ELMEHDEVÎ
Z. Şeyma Özkan
İbnü’l-Arabî’nin Fihrist ve İcâze’sinde müstakil bir eser olarak zikrettiği, Risâle fi’l-velâye olarak da
bilinen Risâle ilâ ashâbı Şeyh Abdülazîz el-Mehdevî, 590/1193 yılında İbnü’l-Arabî tarafından
Tunuslu Şeyh Abdülaziz Mehdevî’nin müridlerine yazılmış bir mektup olup, son yıllarda yapılan
çalışmalarda Meşâhidü’l-esrâr’ın mukaddimesi olduğu anlaşılmıştır. İbnü’l-Arabî’nin günümüze
ulaşan ilk te’liflerinden biri olan Risâle, Abdülaziz Mehdevî’nin menkıbelerini içeren bir mektup
olarak bilinmesine rağmen, ilk sayfasından itibaren Meşâhid’i hangi okuyucu kitlesinin nasıl
okuması gerektiğine dair uyarılar, bâzı zor ifâde ve meselelerin anlaşılmasını kolaylaştıracak
açıklamalar ve esere gelmiş, gelebilecek eleştirilere karşı cevapları ihtiva etmektedir. Hattâ
mektuptaki bâzı ifâdeler, onun Meşâhid’de kullanılan dil ve içeriğe dair akıllarda oluşabilecek
soruları cevaplama niyetiyle yazılmış olabileceğini de düşündürmektedir. Risâle, İbnü’l-Arabî
düşüncesindeki hâtemiyet, velâyet, nübüvvet ve verâset gibi temel kavramların orijinal formlarının
izlerini taşıması, dönemin Endülüs ve Kuzey Afrika ilim çevrelerindeki tartışmalara yapılan atıflar ve
savunmacı içeriği ile de dikkat çekici bir metindir. Bu tebliğde Risâle fi’l-velâye’nin Meşâhidü’lesrâr’a âidiyeti ile ilgili tespitlerin yanında, Risâle’nin içeriğinin İbnü’l-Arabî’nin eserleri, dönemin
siyâsî, sosyal, ilmî şartları ve bâzı temel meseleleri ışığında değerlendirilmesi yapılmaya
çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: İbnü’l-Arabî, Risâle fi’l-velâye, Risâle ilâ ashâbı Şeyh Abdülazîz el-Mehdevî,
Risâletü’l-Mehdeviyye, Meşâhidü’l-esrâr, ilim, nübüvvet, velâyet, verâset.
MORE THAN A LETTER: RISÂLA ILÂ ASHÂB AL-SHAYKH ABD AL-AZÎZ ALMAHDAWI
Ibnu’l-Arabi mentioned Risâla ilâ ashâb al-Shaykh Abd al-Azîz al-Mahdawi -also known as Risâla
fi’l-walâyah- as a separate work in his Ijazah and Fihrist. This letter is written to disciples of Sheikh
Abdulaziz Mahdawi of Tunisia by Ibnu’l-Arabi himself and in recent studies it is understood that this
letter is also a kind of introduction to Mashâhid al-asrâr. Risâla is one of the very early works of
Ibnu’l-Arabi and so far, it was thought as the hagiography of Abdul Aziz Mahdawi, but a careful
study showed that it also covers the subjects such as how Mashâhid should be studied and by whom,
explanation about the difficult words of Mashâhid, and answers to possible criticism against
Mashâhid. The style of the letter even makes us think that he wrote it to answer the possible
questions as to the language and content of Mashâhid. This letter is also important since it explains
the concepts of hatamiyya, walayah, nubuwwah, warasat in original form as well as with its
references to the discussions in the scholarly circles of Andalusia and North Africa. This paper will
endeavor to enlighten why Risâla belong to Mashâhid al-asrâr as well as the evaluation of its
contents under the light of Ibnu’l-Arabi’s works, his social and intellectual milieu.
Key words: Ibnu’l-Arabi, Risâla fi’l-walâyah, Risâla ilâ Ashâb al-Shaykh Abd al-Azîz al-Mahdawi,
Mashâhid al-asrâr, ilm, nubuwwah (prophethood), walayah (sainthood), verâset.
Ar. Gör. ,Marmara Üni. İlahiyat Fakültesi,
[email protected]
I. Literatür
Tasavvuf tarihinin en meşhur ve etkili simalarından olan İbnü’l-Arabî, seyahatleri, döneminin sûfî ve
âlimleri ile ilişkileri, talebeleri ve etkilediği tarikat ve ekollerin yanında, sayısı yüzleri bulan hacimli
külliyâtı ile de araştırmacıların ilgisini çekmiştir.1416 Fakat böylesi bir şöhret, vefâtından itibaren ona
ait olmayan pek çok eserin, aynı dönemde yaygınlaşan eserleri ile benzer muhtevâya sahip olması,
Ekberî ekolün görüşlerini yansıtması, isim benzerliği gibi sebeplerle kendisine nisbet edilmesi gibi
bir sonuç da doğurmuştur. Bunun üzerine İbnü’l-Arabî’nin doktrininin objektif bir biçimde
incelenebilmesi için eserlerini listeleme girişimleri olmuştur.1417 Bu bağlamda tebliğimizin konusu
olan Risâle ilâ ashâbı Şeyh Abdülazîz el-Mehdevî’nin İbnü’l-Arabî’ye aidiyetinde Fihris ve İcâze’de
zikredilmiş olması sebebiyle bir şüphe bulunmamaktadır. Fakat Risâle’nin bâzı kütüphane
kayıtlarında farklı isimlerle kaydedilmesi, bâzılarında ise İbnü’l-Arabî’nin ilk eserlerinden
Meşâhidü’l-esrâr ile birlikte yer alışı, Risâle üzerine daha detaylı bir inceleme yapılmasını
gerektirmiştir.
İbnü’l-Arabî’nin giriş kısmında 590/1193 yılında İşbiliyye’de (Seville) Şeyh Abdülaziz elMehdevî’nin yakın çevresine yazdığı bir mektup olarak tanıttığı Risâle, kütüphanelerde yazma
nüshaları Meşâhidü’l-esrâr ile birlikte yer alan bir metindir. Risâle 1985 yılında Hâmid Tâhir
tarafından Meşâhid’den ayrı bir eser olarak, başında Tâhir’in giriş ve değerlendirme yazısı ile birlikte
yayımlanmıştır.1418 Tâhir mektubun içinde bulunduğu yazmayı tanıtırken mektubu izleyen
sayfalardaki Meşâhid’i de zikretmekle birlikte Risâle’nin Meşâhid’in mukaddimesi oluşundan
bahsetmez. İki metin arasındaki ilişkinin fark edilmemesinin sebepleri arasında, bazı nüshalarda iki
metin arasında boş bir sayfa bulunması ve Meşâhid’in yeni bir eser gibi başlaması, İbnü’l-Arabî’nin
Risâle’yi Fihrist ve İcâze’sinde1419 müstakil bir eser olarak zikretmesi ve İbn Sevdekîn’in
Meşâhid’in en çok bilinen şerhi Kitâbu’n-necât’ına mukaddimeyi almayışı sayılabilir. Risâle’nin
Meşâhid’e âidiyeti konusuna ilk defa dikkat çeken araştırmacı ise Claude Addas olmuştur. Addas,
ilgili doktora çalışmasında, literatürde bahsi geçen Meşâhid nüshaları ile Risâle’nin içeriğindeki
ortak noktaları göz önünde bulundurarak bu ihtimâli gündeme getirmiş, İbn Sevdekîn’in Meşâhid
şerhinin başında, eserin Şeyh Abdülaziz el-Mehdevî’nin fazîletleri üzerine kıymetli bilgiler veren
fevâid kısmının îzâha gerek duymayacak bir açıklıkta olduğunu ve Meşâhid metni gibi hakîkatler
içermediğini, bu sebeple bunları şerhine almadığını söylemiş olmasına da1420 dayanarak bu âidiyeti
kesinleştirmiştir.1421
Nitekim bizim de inceleme imkânı bulduğumuz Meşâhid nüshalarının büyük kısmının başında Risâle
mukaddime olarak bulunmaktadır. Meşâhid’in diğer bir şârihi Bağdatlı sûfî Sitti Acem de şerhinin
1416
Bkz. Nihat Keklik, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Hayâtı ve Çevresi, Çığır Yayınları 1966 (ilk baskı); Sûfî Kitap, İstanbul
2008, s. 7.
1417
Osman Yahyâ, Histoire et classification de l'œuvre d'Ibn 'Arabî, IFD, Damas 1964, s. 19-20, Riyad Mâlih, Şeyhu’lekber Muhyiddîn bin Arabî, Hey’etü Abu Dabi li-sekāfeti ve’t-türâsi’l-mecmai’s-sakāfî, Abu Dabi 2007, MIAS Archive
Report, http://www.ibnarabisociety.org/archive.html (E.T. 26.09.2018.) İbnü’l-Arabî eserlerinin bir listesini çevresinin
ısrarlı talepleri üzerine öncelikle kendisi yapmıştır. Bu anlamda onun Fihrist ve İcâze’si sonraki dönemlerde bir eserin
ona âidiyetini tespitte temel kaynaklar olmuşlardır. Beşşar Avvâd da Fihrist’e yaptığı eklemelerle bir başka liste
hazırlamıştır. (Bkz. Mahmud Erol Kılıç, Şeyh-i Ekber, İbnü’l-Arabî Düşüncesine Giriş, Sûfî Kitap, İstanbul 2010, s. 5253.)
1418
Hâmid Tâhir, “el-Velâye ve’n-nübüvve” İnde Muhyiddîn b. Arabî, Tahkîk ve dirâse li-nassin lem yesbuk neşruhû,
Alif: Journal of Comparative Poetics, No. 5, The Mystical Dimension in Literature, Spring, 1985, ss. 7-38. (Bundan sonra
HT1985 olarak atıf yapılacaktır.) Bu yayının geç târihli bir yazmaya dayanması, nüshadan kaynaklanan kelime
noksanları ve okuma hatâları sebebiyle biz Bursa İnebey Yazma Eserler Kütüphânesi’nde bulunan nüshadan
faydalanmayı tercih ettik. (İbnü’l-Arabî, Meşâhidü’l-esrâri’l-kudsiyye, Bursa Yazma Eser Kütüphanesi, Ulu Camii
Koleksiyonu, 973/1565, no. 1600/2. Bundan sonra BUK1600/2 olarak atıf yapılacaktır.)
1419
İbn Arabî, İcâze, nşr. Bessam Abdulvehhâb el-Câbî, Istılâhâtü’ş-Şeyh Muhyiddîn İbn Arabî (Mu’cemu Istılâhâti’sSûfiyye) içinde, Dâru’l-İmâmi’l-Müslim, Beyrut 1990, no: 37. Osman Yahyâ İcâze numarasını 173 olarak verir fakat biz
İcâze’nin tahkîkli neşrindeki numaralandırmayı tercih ettik.
1420
İbn Sevdekîn, Kitâbu’n-necât, Beyazıt Kütüphanesi, Beyazıd Koleksiyonu, müst. Ziyâuddîn Muhammed b. Sâlih b.
Ahmed b. Muhammed, 1318/1900, no. 9358, ss. 254-267.
1421
Claude Addas, Muhyiddin İbn Arabî, Kibrît-i Ahmer’in Peşinde, çev. Atila Ataman, Sufi Kitap, İstanbul 2009, s. 166168. Addas’ın Risâle ve Meşâhid’in baş kısmının aynı olduğunu fark ederek bu tekābüliyeti keşfediş süreci, Tâhir’in bu
mektubu Risâle fi’l-velâye adı altında ayrı bir eser olarak yayınlamış olması açısından anlamlıdır.
başında risâleden bâzı cümleleri seçerek şerh etmiş,1422 bu bölümün başlığını da “Meşâhid’in
mukaddime risâlesinin problemlerinin şerhi” olarak adlandırmıştır. Nihâyette, İbnü’l-Arabî’ye ait
olduğu düşünülen bir Meşâhid şerhinde de mukaddimeden birkaç cümlenin “Şerhu hutbeti’lkitâb”1423 başlığı altında açıklanmış olması1424 ve Meşâhid’in müellif hattının bulunduğu
nüshasından menkul olduğu belirtilen Manisa nüshasının da mukaddime ile metni birlikte içeriyor
oluşu,1425 bize göre Risâle’nin Meşâhid’in bir bölümü oluşunun en büyük delilidir. Burada literatür
açısından dillendirilecek soru, İbnü’l-Arabî’nin Fihrist ve İcâze’sinde Risâle’yi neden ayrı bir başlık
altında anmış olduğudur. Addas Risâle fi’l-velâye veya Risâle fî menâkıbı Abdülaziz el-Mehdevî
isimli eserlerin bugüne ulaşmayan kayıp eserler olup, isimlerinin kataloglama esnâsında sehven
Meşâhid mukaddimesine verilmiş ve bu hatanın sonraki yıllarda tekrarlanmış olabileceğini söyler.
Fakat bize göre karışıklığın esas sebebi, Hamid Tâhir’in Risâle’yi ayrı bir başlık altında
yayımlamasıdır. Zîra tespit edebildiğimiz kadarıyla bu mektubun kataloglarda Risâle fi’l-velâye
başlığı ile kayıtlı olduğu bir başka örnek yoktur. Kayıtlarda Risâletü’l-Mehdeviyye, Risâle ilâ Ebî
Muhammed Abdilazîz el-Kureyşî el-Mehdevî gibi başlıklar altında bulunan eserler ise İbnü’lArabî’nin Abdülaziz Mehdevî’ye yazdıktan sonra Rûhu’l-kuds’a mukaddime yaptığı farklı bir
mektuptur. Karışıklığın temel sebebi de muhtemelen iki farklı mektubun varlığıdır. 1426 Öte yandan
İbnü’l-Arabî’nin mukaddimede Meşâhid’e atıf yaparken ismini zikretmeyip, “kitap,” “kitaptaki
matla’lar ve meşhedler,” “risâle” gibi ifâdeleri kullanmayı tercih etmesi ve muhtemelen
mukaddimenin Meşâhid’den sonra yazılmış olması da metinler arası ilişkinin fark edilmemesine
sebep olmuş olabilir. Buna göre İbnü’l-Arabî, muhtemelen “Hakikat arzı”na girdiği ve dolayısıyla
eser verme bakımından onun için bir dönüm noktası sayılan 590/1193 yılında edinmiş olduğu kudsî
sırları açıklamaya karar vererek Meşâhid’i kaleme almış, fakat mukaddimedeki ifâdelerden
anladığımıza göre eserde kullandığı dil ve üslûp, açıkladığı sırların mâhiyeti ve bunların yol açtığı
yeni sorunların okuyucuların ve bilhassa mektubun muhatabı kuzeni Ebu’l-Hasan İbnü’l-Arabî’nin
zihninde oluşturacağı sorulara bir cevap niteliğinde bahsi geçen mektubu yazmıştır. Daha sonra da
bu mektubu eserin mukaddimesi hâline getirmiştir.
II. İçerik
a. Eserin Savunmacı Üslûbu ve Sebebi
Meşâhid’le eşit hacimde olan bu uzun mukaddimede öne çıkan konular; nübüvvet-velâyet ilişkisi,
verâset, ilim ve âlimin çeşitleri, ilhâm ve bâtın ilminin imkânı ve temellendirilmesidir. Bu konular
tasavvuf târihinde sıkça kullanılmış bâzı âyet ve hadislere dayanan deliller ve menkıbeler üzerinden
anlatılmıştır. İbnü’l-Arabî mukaddimede ele aldığı çeşitli konularda yanlış anlaşılmaktan çekindiğini
açıkça ifâde etmiş ve eserin içeriğini üstü örtülü olarak kabul edilebilir bir zemine oturtmaya
çalışmıştır. Nitekim o, mukaddimenin başında Allah’a hamd ve Peygambere salât bahsinden sonra,
“Allah’ın kendisini sayısız mertebelere girdirdikten sonra hüviyet mertebesinden bu kitabı ibrâz
ederek ve âlem-i mahsûse çıkararak hitâbı getirdiğini” söylemiş ve “O’na ancak temizlenmiş olanlar
dokunabilir” (Vâkıa, 56/79) âyetini zikrederek eserin kudsiyetini vurgulamıştır.1427 İbnü’l-Arabî’nin
eserinin ilâhî kaynağına ve kudsiyetine yaptığı bu vurgu, Meşâhid mukaddimesinde farklı örnekler
üzerinden kendini göstermeye devam eder. Bununla beraber eserde kullandığı “Hak bana gösterdi,”
1422
Sittü’l-Acem binti Nefîs, Şerhu Meşâhidü’l-esrâri’l-kudsiyye ve Metâliu’l-envâri’l-ilâhiyye, thk. Suâd Hakîm, Bekrî
Alâeddîn, el-Ma’hedü’l-Fransiyyu li’ş-şarki’l-evsat, Dımaşk 2004, s. 7-24.
1423
“Kitabın girişinin şerhi.”
1424
İbnü’l-Arabî, Şerhu Hutbe, Bursa YEK, Ulu Camii Koleksiyonu no. 1600, 973/1565, vr. 48a-50a, vr. 48a. Bundan
sonra BUK1600 şeklinde atıf yapılacaktır.
1425
İbnü’l-Arabî, Meşâhidü’l-esrâr, Manisa Yazma Eser Kütüphanesi, 651/1253, no. 1183/5, vr. 47a-83a.
1426
Bkz. Süleymaniye Kütüphanesi, Fatih 2631, Hacı Mahmud Efendi 2445, Şehid Ali Paşa 1183.
1427
BUK1600/2, vr. 31b. İbnü’l-Arabî’nin diğer bâzı eserlerinde de yazdıklarının ilâhî kaynağına dikkat çektiği görülür.
Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s. 22. Abdullah Salâhaddin Uşşâkî, Tavâliu menâfii’l-ulûm fî metâlibi
Mevâkıu’n-nücûm, thk. Muhammed Edîb Câdir- Mahmud Erol Kılıç, Dar Ninawa, Dımaşk 2015, I, 184-187. İbnü’lArabî, “Dîbâce,” Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-hikem Tercüme ve Şerhi, yay. haz. Mustafa Tahralı, Selçuk Eryadın, M.
Nedim Tan, Ercan Alkan, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları, Ankara 2017, I, 110, İbnü’l-Arabî,
Fütûhât-ı Mekkiyye, trc. Ekrem Demirli, Litera Yayınları, İstanbul 2007, XIV, 16. İbnü’l-Arabî, “Fihrist”, Unvânü’ddirâye içinde, Menşûrâtu lecneti't-te'lîf ve't-tercüme ve'n-neşr, edt. Âdil Nüveyhiz, Beyrut, 1969, s. 163.
“Ben O’na dedim,” “O bana dedi,” gibi ifâdeleri de açıklama ihtiyâcı duyar ve böyle bir karşılıklı
konuşmanın Allah’ın sıfatları ile fiillerinin ilişkisinden ibâret olduğunu söyleyerek Mu’tezîle’nin
Allah’ın kelâm sıfatı konusundaki görüşlerine eleştiriler yöneltir. 1428 Bu şekilde İbnü’l-Arabî,
Allah’ın kelâm sıfatı üzerinden gelebilecek eleştirilere karşı tevhîd-i ef’âl anlayışını vurgulamak ve
eserin ilâhî kaynağına dikkat çekmek sûretiyle kendini savunmak istemiştir.
Risâle’deki savunmacı tavrın bir diğer örneği, muhâtabı “vârisler” olan Meşâhid’deki “mukaddes
müşâhede ilmi”nin mâhiyetine ilişkin tespitlerde görülür. İbnü’l-Arabî’ye göre bu ilim eşsizdir ve bir
kısmı gizlenmeli, erbâbından başkası için açığa çıkarılmamalıdır. Nitekim Hz. Ali, İbn Abbas ve Ebû
Hureyre gibi zatlar da bu ilimleri gizlemeyi tercih etmişlerdir. Fakat Nifferî, Şeyzele, İbn Berrecân,
Ebû Mûsa ed-Dübeylî ve İbnü’l-Arîf gibi müellifler bu sırları eserlerine aldığı için, İbnü’l-Arabî de
aynı şeyi yapmıştır.
Meşâhid mukaddimesinin geneline yayılmış bu savunmacı ve açıklama endişesi taşıyan tavrın,
“Allah’la konuşma” ve “kutsal gizli ilim” temaları üzerinden tasavvuf dışı zümrelerin yargılayıcı
tutumlarından kaynaklandığı söylenebilir. Fakat bunun yanında, tasavvuf içi zümrelerin bu bilgileri
ilkesiz bir biçimde kullanmaları da bir sebep olarak zikredilebilir. Nitekim bu tavır İbnü’l-Arabî’nin
600/1203 yılında telif ettiği Rûhu’l-kuds’taki semâ’ karşıtı ifâdelerinde de görülür. Eserde “semâ’ ve
vecd ehli” olarak tanımladığı bir grubun “dinlerini oyun ve eğlence” (A’râf, 7/51) hâline
getirdiklerini, buna rağmen onlardan “Hakk’ı gördüm, bana (şöyle) dedi, yaptı, etti” gibi ifâdelerden
başka söz duyulmadığını anlatır. Onlardan “kendilerine bahşedilen şeyin hakîkati veya şathında
istifâde ettiği sırrı söylemeleri istendiğinde ise, ancak nefsânî bir lezzet ve şeytânî bir şehvetle”
karşılaşılır.1429 Bahsi geçen ifâdelerin Meşâhid’in ana omurgasını oluşturuyor olması, İbnü’lArabî’nin bu yönde bir endişe duyuyor olmasını açıklayabilir.
Meşâhidü’l-esrâr’ın Fransızca tercümesini yaparak esere dair açıklamaları ve tespitleri ile birlikte
yayınlayan Ruspoli’ye göre ise mukaddimenin yazılış sebebi ve savunmacı içeriği İbnü’l-Arabî’nin
Şeyh Mehdevî ile çekinceli başlayan ilişkisine dayanır. 1430 Buna göre İbnü’l-Arabî 590/1193 yılında
Tunus’a geldiğinde Şeyh Mehdevî tarafından soğuk bir tavırla karşılanmış,1431 İbnü’l-Arabî onun bu
tavrını, Mehdevî ve ashâbının önünde hâlini gizlemek amacıyla kendisini bilinçli olarak kötü
göstermiş olması ve “Ben Kur’ân ve seb’u’l-mesânîyim” şiirini okumasına bağlamıştır.1432
Ruspoli’ye göre Mehdevî, İbnü’l-Arabî’nin bu tavırlarını onaylar görünmekten çekinmiş, bu sebeple
ona soğuk davranmıştır. İbnü’l-Arabî de Meşâhid’in mukaddimesini oluşturan ve içinde Şeyh
Mehdevî’nin fazîletlerine dâir bir bölümü içeren uzun mektubunu bu soğukluğun giderilmesi ve
Mehdevî’nin talebe halkasına kolayca girebilmek için yazmıştır. Ayrıca bu konudaki yeterliliğini
göstermek, bunun ilk eser verme girişimi olmadığını belirtmek için de eserin hâtimesinde
zikrettiklerinden farklı olarak diğer eserlerine de atıf yapmıştır.1433 Ruspoli bu tespitlerinde haklı
olabilir. Zîra İbnü’l-Arabî Risâle’de Şeyh Mehdevî’nin menkıbelerini içeren müstakil bir eser kaleme
alma niyetini iki kez belirtmiş, bununla birlikte Mehdevî ve talebelerinin sünnete ittibâ, verâ ve
diğergâmlıklarını içeren birkaç menkıbeyi de mebzûl övgü ifâdeleriyle zikretmiştir.
b. Âlim Kavramı Üzerine Temellendirmeler
Risâle’de önemle üstünde durulan konulardan birisi de nebilerin gerçek vârisleri olan “âlim”lerin
konumudur. Burada İbnü’l-Arabî’nin “âlim” kavramını iki temel konu üzerindeki görüşlerini
açıklamak için kullandığını düşünüyoruz. Bunların birincisi âlim-ârif üzerinden ilim-mârifet
kavramlarını karşılaştırmak, ikincisi âlim-vâris ve âlim-nebî üzerinden verâset kavramını
temellendirmek ve mutlak nübüvvet, yâni velâyet düşüncesini ortaya koymaktır.
İbnü’l-Arabî’ye göre Allah’a vâsıl olanlar üç kısımdır:1434 Âlimler, vâkıflar ve ârifler. Bunlar
arasında en üstün olanlar, umûmen geri dönen âlimlerdir, vâkıflar dönmediği, ârifler de umûmen
1428
BUK1600/2, vr. 38b.
İbnü’l-Arabî, Rûhu’l-kuds, thk. ve trc. Ebrâr Ahmed Şâhî, Ibn al-Arabi Foundation, Pakistan 2012, s. 9.
1430
Stéphane Ruspoli, Le Livre des Contemplations Divines, Sindbad Actes Sud, Paris 1999, s. 36.
1431
Addas, Kibrît-i Ahmer’in Peşinde, s. 155.
1432
İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, I, 33-34.
1433
Ruspoli, Le Livre des Contemplations Divines, s. 36-37.
1434
İbnü’l-Arabî bu konuyu çok benzer bir şekilde ve aynı rivayetlerle Fütûhât’ın 45. Bölümü’nde işler. İbnü'l-Arabî,
Fütûhât-ı Mekkiyye, II, 267-272.
1429
değil, husûsen döndükleri için âlim/vârislerin altında yer alırlar. Bu âlimler, Hz. Peygamber’in
vefâtından sonra farklı alanlara ayrılan bu ilimleri korumak sûretiyle onun mîrâsını sürdürmüşlerdir.
Enbiyâ ve evliyâ bu ilimleri cem’ ederken, onların dışındakiler ancak bir kısmını bilebilirler.1435
İbnü’l-Arabî bu kavramlar arasındaki farkın bilinmesini tasavvufun hakîkatinin bilinmesine de
bağlayarak, sözde mutasavvıfların vâsıla ârif, ahkâmı bilenlere de âlim diyerek ilkini ikincisine üstün
tutarken yanıldıklarına dikkat çeker. Ona göre ârif, “nefsini bilen âlim” ile “Allah’ı bilen âlim”in
arasındadır, Mehdevî de böyle düşünmektedir.1436
İbnü’l-Arabî’nin burada ilim ile irfan/mârifet arasında bir karşılaştırma yapması, tasavvuf tarihinde
var olan bir terminolojik karışıklığın izdüşümü olarak görülebilir. Kutluer, sufîlerin hâl ile ilişkili
olan marifetin, kāl ile ilişkili olan ilimden farkını vurgulamak için böyle bir ayrıma gittiklerini, 1437
fakat bunun erken dönemden itibaren meşhur sufîlerin ilim kavramını sistemlerinin merkezinde
kullanmalarına engel olmadığını öne sürer ve örnek olarak Muhâsibî, Mekkî ve Gazzâlî’nin yanında
İbnü’l-Arabî’yi de zikreder.1438 Nitekim İbnü’l-Arabî Fütûhât’ın başında tüm bilgi sistemini üç
başlıkta (akıl, ahvâl ve esrâr) ilim kavramı altında toplamış, bir başka yerde marifet ve ilim
kavramlarını, rabbânî ve ilâhî mertebelerle ilişkilendirenlerin aslında aynı konudan bahsettiklerini,
marifeti üstün görenlerin marifetle ilmi kastettiğini vurgulama ihtiyacı duymuştur. Ona göre görüş
ayrılığı anlamda değil, isimlendirmededir.1439 Bununla birlikte aynı yerde atıf yaptığı Mevâkıu’nnücûm isimli eserinde daha sert bir üslupla ârifi âlime üstün tutanları eleştirmiştir.1440 Yazılış tarihleri
birbirine yakın olan Risâle (590/1193) ve Mevâkıu’n-nücûm’da (595/1198) “âlim” kavramının önemi
ve kapsamına geniş yer ayrılmış olmasının, o dönemde gündemde olan bâzı tartışmalar neticesinde
ve bazı ithamlara cevap niteliğinde olduğu düşünülebilir.
İbnü’l-Arabî’nin âlim kavramına vurgusu, Alkan’ın, İbnü’l-Arabî’den bir yüzyıl önce Endülüs’te
Murâbıtlar devrinde âlimler ve yöneticilerin tasavvufa karşı sert duruşlarına rağmen bu devrin
sonunda tasavvufun câzip hâle gelmesinin sebeplerini araştırırken atıf yaptığı Fierro’nun tespitleri bu
konuda fikir verebilir.1441 Fierro, Murâbıtlar döneminde yaşanan maddî krizlerin doğurduğu mânevî
krizler karşısında fukahâ ve yöneticilerin çaresiz kalması sebebiyle Endülüs halkının yeni bir otorite
arayışına girdiğini, ulemâ ve fukahânın aksine belirli ölçüde ahlâkî vasıflar taşıyor olmaları sebebiyle
şeyhlerin bu boşluğu doldurmuş olduklarını söyler.1442 Öte yandan Fierro XI. yüzyılda sünnî
(ortodoks) tasavvuf tarzının Muhâsibî ve Kuşeyrî tarafından temsil edildiğini, diğer tasavvufî
görüşlerin ise tenkit veya reddiyeye mâruz kaldığını söyler. Tenkit edilen görüşler içerisinde sayılan
velîlerin keramet gösterebilecekleri, mânevî tekâmülle nübüvvetin elde edilebileceği, velîlerin
peygamberlerden üstün olabileceği, velîlerin Tanrı'yı müşahede edebilecekleri ve O’nunla
konuşabilecekleri gibi inançlar1443 tam olarak İbnü’l-Arabî’nin mukaddimede kendisini savunma
ihtiyâcını hissettiği konulara tekābül etmektedir. Sûfîlere bu konularda yöneltilen ithamlar yersiz de
değildir, zîra Meserrîlerde kesb-i nübüvvet mümkün görülürken,1444 Gazzâlî de yine kesb-i nübüvvet
ile suçlanmıştır.1445 Dolayısıyla böyle bir ortamda İbnü’l-Arabî’nin tasavvufun sunduğu ve otoritesini
dayandırdığı bilgi türünü, tasavvuf içinde makbul olan “marifet” değil, tüm bilgi türlerini kapsayan
“ilim” ile adlandırmak istemiş olduğu düşünülebilir.
İbnü’l-Arabî’nin Risâle’de “âlim” kavramı etrafında değindiği ikinci husus da “verâset ve
velâyet”tir. Bu iki kavram onun için tamamlayıcıdır çünkü nebîliği velî Allah’tan veyâ
peygamberden verâset yolu ile alır.1446 Onun “âlim” ile “vâris”i aynı hakîkate işâret ederken
1435
BUK1600/2, vr. 32b-33a.
BUK1600/2, vr. 34a-34b.
1437
Bu ayrımda “Ben cinleri ve insanları ancak bana ibadet etmeleri için yarattım” (ez-Zâriyât 51/56) ayetindeki “ibadet
etme”nin “tanıma” şeklinde yorumlanmış olması ve “Ben gizli bir hazineydim, tanınmaya muhabbet ettim ve âlemi
yarattım” kudsî hadisinin tasavvuftaki merkezî konuma sahip olmasının etkisi büyüktür.
1438
İlhan Kutluer, “İlim,” DİA, 2000, XXII, 112.
1439
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, VIII, 159-160.
1440
İbnü’l-Arabî, Mevâkıu’n-nücûm, s. 112-120.
1441
Ercan Alkan, Şerhu Halʻu’n-na’leyn, TYEKB Yay., İstanbul 2017, s. 65-66.
1442
Fierro, “Endülüs’te Tasavvufa Muhalefet,” s. 344.
1443
Fierro, “Endülüs’te Tasavvufa Muhalefet,” s. 338.
1444
Fierro, “Endülüs’te Tasavvufa Muhalefet,” s. 336.
1445
Casewit, The Forgotten Mystic, s. 89.
1446
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, VII, 420.
1436
kullanması ise, ilmin merkezî konumunu hem tasavvuf içi hem de tasavvuf dışı zümreler nezdinde
sağlamlaştırırken, “verâset” kavramını da temellendirdiğini göstermektedir. Onun Risâle’deki şu
ifâdeleri de bu açıdan dikkat çekicidir:
“Nebî aleyhisselâmın şahsı ve görünüşü kaybolmuş olsa da şeriatı ve sünneti kaybolmamıştır,
aksine, Allah onları vâris âlimlerin sadırlarındaki hazinelerde emanet olarak bırakmıştır, bunları
isteyen kimse kapılarını çaldığında, bu hazineler açılır. Kapılar âlimlerin dilleridir, buradan kapıyı
çalan kimseye ihtiyacı olan şeyler çıkarılır. (…) Nitekim Abdülaziz Mehdevî “Bu ümmetin âlimleri
diğer ümmetlerin nebîleri [mesâbesinde]dir.” derken buna işaret eder. Fakat nübüvvet mertebesi
değil, zîra Resûlullah “Benden sonra nebî yoktur” buyurmuştur. Mutasavvıflar, ehl-i hakāik ve bu
meselenin sahibi şeyhimiz, velînin bastığı son adımın, nebînin bastığı ilk adım olduğu husûsunda
birleşmişlerdir. Nebîlerin başlangıcı, sıddîklar ve velîlerin nihâyetidir.1447
İbnü’l-Arabî bu ifâdelerinin yanlış anlaşılmalara sebep olabileceğinin farkındadır. Bu sebeple “nebî”
kelimesinin kök anlamlarını irdeleyerek, ism-i mef’ûl anlamını da içeren faîl kalıbına göre nebînin
hem “haber veren” hem de “haber verilen” anlamlarını taşıdığını, bu yönüyle velâyetle aynı anlamda
olduğunu, şerîat getirme mânâsını ise içermediğini anlatır. Mehdevî’nin bahsi geçen sözünde “resul”
değil “nebî” kelimesini kullanması da bu sebepledir. Zaten nebî ile âlim arasındaki ilişki makam ve
ilim yönünden olup, resul olmayan nebîler her şekilde resûlün şerîatına tâbîdirler. 1448 İbnü’l-Arabî,
mukaddimenin ilk sayfalarında da Meşâhid’in kendisine ilâhî bir hitapla verilişini ve onun içerdiği
ilimleri insanlara aktarılmasına dair emri aktardığında da bu “hitap ve kitab”ın nübüvvet iddiası
olarak anlaşılma ihtimâline karşı benzer bir savunma yapar. Vahiy kesilmiş olsa bile, velîlerin
kalplerine ilhâm gelmeye devam etmektedir.1449 İbnü’l-Arabî’nin “âlim” kavramı etrâfında değindiği
bu son husus da Risâle’de pek çok örnekle genişçe değindiği, velâyeti mutlak nübüvvet olarak
tanımladığı teorisinin temeli olarak görülebilir.
III. Sonuç
Netîcede İbnü’l-Arabî’nin, Tercümânü’l-eşvâk’ı bir grup Halepli fakîhin eserin “ilâhî sırları içerme”
iddiasına karşı çıkmaları üzerine şerh etmesi1450 gibi, Risâle fi’l-velâye’de de Meşâhid’deki tepki
çekebilecek bâzı konularda kendini savunmaya çalışarak, kendi kendisinin şârihi konumuna geldiği
söylenebilir. Mukaddimede gündeme getirdiği ilim, mârifet, velâyet, kesb-i nübüvvet, Kelâmullâh,
evliyânın kerâmetleri, Allah’ın görülebilmesi, ilhâm ve keşfe dayanan bilginin elde edilişi gibi
konular, dönemin Endülüs entelektüel çevrelerinde tartışılan1451 ve ülke iç siyâsetindeki dengeleri de
etkileyen konulardır. Tüm bu konuların ömrünün sonlarında yazdığı Fütûhât’ta da çok benzer şekilde
işlenmiş olması, Elmore’un onun sistemindeki anahtar kavramların 590 yılında kaleme alınan
Risâle’de yer aldığına dair iddiasını doğrulamaktadır. İbnü’l-Arabî mukaddimede, öne çıkardığı
Nifferî, İbn Berrecân, Şeyzele ve Ebû Mûsa ed-Dübeylî gibi isimler üzerinden kendisini ve eserini
tasavvufî telif geleneğinde bir konuma yerleştirmek, verdiği temellendirici örnek ve delillerle bu
gelenekte muhâtapları açısından kendisine karşılık bulmak istemiştir. Bu süreçte kullandığı kavram
ve teorilerin özellikle tasavvuf hâricindeki ilim mensupları nezdinde meşrûiyetini sağlamak için de
görüşlerini “ilim ve âlim” kavramlarının çatısı altında temellendirmeye çalıştığı görülmüştür.
1447
BUK1600/2, vr. 33a.
BUK1600/2, vr. 33a, 34b.
1449
BUK1600/2, vr. 32a.
1450
İbnü’l-Arabî, Zehâiru’l-a’lâk Şerhu Tercümâni’l-eşvâk, Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut 2000, s. 9.
1451
Nitekim Casewit Murâbitun devrindeki tasavvuf merkezli tartışmaların Sufi epistemolojisi üzerinden yürüdüğünü
söyler. Bunda da temel sorun, sûfîlerin kalp tasfiyesi ve nefis tezkiyesi ile mârifete (hatta daha üst bir bilgi türüne)
ulaşabilecekleri kabulleridir. Buradaki polemik ise, evliyânın kerâmeti ve kesb-i nübüvvet tartışmaları üzerinden açığa
çıkmıştır. (Casewit, The Forgotten Mystic, s. 85)
1448
KAYNAKÇA
Addas, Claude, Muhyiddin İbn Arabî, Kibrît-i Ahmer’in Peşinde, çev. Atila Ataman, Sufi
Kitap, İstanbul 2009.
Alkan, Ercan, Şerhu Halʻu’n-na’leyn, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı Yayınları,
İstanbul 2017.
Brockelmann, Carl, History of the Arabic Written Tradition, trs. Joep Lameer, edt. Maribel
Fierro, M. Şükrü Hanioğlu, Renata Holod, Florian Schwarz, Brill, Leiden Boston 2016.
Casewit, Yousef Alexander, The Forgotten Mystic: Ibn Barrajān (d. 536/1141) and the
Andalusian Muʿtabirūn, Yale University New Heaven 2014.
Ebu’l-Alâ Afîfî, “İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesinin Kaynakları,” İslâm Düşüncesi
Üzerine Makāleler içinde, çev. Ekrem Demirli, İz Yay. İstanbul 2011.
Elmore, Gerald T., “Shaykh ʿAbd Al-ʿazīz Al-Mahdawī, Ibn Al-ʿArabī's Mentor,” Journal of
the American Oriental Society 121.4 (2001): 593–613.
Elmore, Gerald T., “The Millennial Motif in Ibn al-Arabî's Book of the Fabulous Gryphon”
The Journal of Religion, vol. 81, No. 3 (Jul., 2001), pp. 410-437.
Elmore, Gerald T., Islamic Sainthood in the Fullness of Time, Ibn al-‘Arabi’s Book of the
Fabulous Gryphon, Brill, Leiden 1998.
Fierro, Maribel, “Endülüs’te Tasavvufa Muhalefet,” Uludağ Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, çev. Semih Ceyhan, 2009, c. 18, ss. 2, ss. 327-359.
Hakîm, Suâd, İbnü’l-Arabî Sözlüğü, trc. Ekrem Demirli, Kabalcı Yayınları, İstanbul 2005.
İbn Arabî, İcâze, nşr. Bessam Abdulvehhâb el-Câbî, Istılâhâtü’ş-Şeyh Muhyiddîn İbn Arabî
(Mu’cemu Istılâhâti’s-Sûfiyye) içinde, Dâru’l-İmâmi’l-Müslim, Beyrut 1990, no: 37.
İbn Berrecân, A Qur’ān Commentary by Ibn Barrajān of Seville Īdâh al-hikma bi ahkām al-‘ibra,
edt. Gerhard Böwering, Yousef Casewit, Brill, Leiden 2016.
İbn Sevdekîn, Kitâbu’n-necât, Beyazıt Kütüphanesi, Beyazıd Koleksiyonu, müst. Ziyâuddîn
Muhammed b. Sâlih b. Ahmed b. Muhammed, 1318/1900, no. 9358, ss. 254-363.
İbnü’l-Arabî, “Dîbâce,” Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-hikem Tercüme ve Şerhi, yay. haz.
Mustafa Tahralı, Selçuk Eryadın, M. Nedim Tan, Ercan Alkan, Türkiye Yazma Eserler Kurumu
Başkanlığı Yayınları, Ankara 2017.
İbnü’l-Arabî, “Fihrist”, Unvânü’d-dirâye içinde, Menşûrâtu lecneti't-te'lîf ve't-tercüme ve'n-neşr, edt.
Âdil Nüveyhiz, Beyrut, 1969.,
İbnü’l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, trc. Ekrem Demirli, Litera Yay., İstanbul 2007, I-XVIII.
İbnü’l-Arabî, Kitâbu’l-Meşâhid ve’l-Matâli’, Beyazıt Kütüphanesi Veliyüddin Efendi
Koleksiyonu, 929/1522, no. 1782.
İbnü’l-Arabî, Meşâhidü’l-esrâr, Beyazıt Yazma Eserler Kütüphanesi, Veliyüddin Efendi
Koleksiyonu, no. 1794, vr. 71b-73b.
İbnü’l-Arabî, Meşâhidü’l-esrâr, Manisa Yazma Eser Kütüphanesi, 651/1253, no. 1183/5, vr. 47a83a.
İbnü’l-Arabî, Meşâhidü’l-esrâr, Manisa Yazma Eser Kütüphanesi, 651/1253, no. 1183/5, vr.
47a-83a.
İbnü’l-Arabî, Meşâhidü’l-esrâri’l-kudsiyye, Bursa Yazma Eser Kütüphanesi, Ulu Camii
Koleksiyonu, 973/1565, no. 1600/2.
İbnü’l-Arabî, Mevâkıu’n-nücûm, thk. Şeyh Muhsin Kasım et-Tahrânî, Müessesetü’n-nûr li’lmatbûât, Beyrut 2005.
İbnü’l-Arabî, Risale ila Ebi Muhammed Abdilaziz el-Kureyşi el-Mehdevi, Süleymaniye
Kütüphanesi, Fatih Bölümü no: 2631.
İbnü’l-Arabî, Risaletü'l-Mehdeviyye, Süleymaniye Kütüphanesi, Şehid Ali Paşa Bölümü no:
1183.
İbnü’l-Arabî, Rûhu’l-kuds, thk. trc. Ebrâr Ahmed Şâhî, Ibn al-Arabi Foundation, Pakistan
2012.
İbnü’l-Arabî, Şerhu Hutbe, Bursa YEK, Ulu Camii Koleksiyonu no. 1600, 973/1565., vr. 48a50a.
İbnü’l-Arabî, Zehâiru’l-a’lâk Şerhu Tercümâni’l-eşvâk, Dârü’l-kütübi’l-ilmiyye, Beyrut
2000.
Keklik, Nihat, Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Hayâtı ve Çevresi, Çığır Yayınları 1966 (ilk baskı);
Sûfî Kitap, İstanbul 2008.
Kılıç, Mahmud Erol, Şeyh-i Ekber, İbnü’l-Arabî Düşüncesine Giriş, Sûfî Kitap, İstanbul 2010.
Konuk, Ahmed Avni, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, yay. haz. Mustafa Tahralı, İz
Yayıncılık, İstanbul 2004.
Kutluer, İlhan, “İlim,” DİA, 2000, XXII, 109-114.
Mâlih, Riyad, Şeyhu’l-ekber Muhyiddîn bin Arabî, Hey’etü Abu Dabi li-sekāfeti ve’t-türâsi’lmecmai’s-sakāfî, Abu Dabi 2007.
MIAS Archive Report, http://www.ibnarabisociety.org/archive.html.
Muhammed Abdü’r-Rab, Ebû Yezid el-Bistâmî His Life and Doctrines, yayımlanmamış
doktora tezi, McGill University, 1970.
Palacios, Asin, El Islam Cristianizado, Editorial Plutarco (S.A.), Madrid 1931.
Ruspoli, Stéphane, Le Livre des Contemplations Divines, Sindbad Actes Sud, Paris 1999.
Sehlegî, en-Nûr min kelimâti Ebî Tayfûr, Şerhu Şatahâti’s-sûfiyye içinde, haz. Abdurrahman
Bedevî.
Serrâc, Ebû Nasr, el-Lüma’, thk. Muhammed Edîb Câdir, Dârü’l-feth, Amman 2016. [elLüma’ -İslâm Tasavvufu-, trc. H. Kâmil Yılmaz, Erkam Yay. İstanbul 2012]
Sittü’l-Acem binti Nefîs, Şerhu Meşâhidü’l-esrâri’l-kudsiyye ve Metâliu’l-envâri’l-ilâhiyye,
thk. Suâd Hakîm, Bekrî Alâeddîn, el-Ma’hedü’l-Fransiyyu li’ş-şarki’l-evsat, Dımaşk 2004.
Tâhir, Hâmid, “el-Velâye ve’n-nübüvve” İnde Muhyiddîn b. Arabî, Tahkîk ve dirâse li-nassin
lem yesbuk neşruhû, Alif: Journal of Comparative Poetics, No. 5, The Mystical Dimension in
Literature, Spring, 1985, ss. 7-38.
Uluç, Tahir, İbn Arabî’de Sembolizm, İnsan Yayınları, İstanbul 2011.
Uludağ, Süleyman, “Bâyezîd-i Bistâmî,” DİA, V, 238-241.
Uşşâkî, Abdullah Salâhaddin, Tavâliu menâfii’l-ulûm fî metâlibi Mevâkıu’n-nücûm, thk.
Muhammed Edîb Câdir- Mahmud Erol Kılıç, Dar Ninawa, Dımaşk 2015.
Yahyâ, Osman, Histoire et classification de l'œuvre d'Ibn 'Arabî, IFD, Damas 1964.
V. OTURUM
MAVİ SALON
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Abdurrezzak TEK
İBNÜ’L ARABÎ’NİN HADİSLERİN MÂNA İLE RİVÂYETİNE BAKIŞI
Doç. Dr. Veysel ÖZDEMİR
TASAVVUFÎ YÖNTEMDEKİ TUTARLILIĞIN DAYANAĞI OLARAK İTTİBÂ-İ RASÛL
ANLAYIŞI: CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ VE İBNÜ'L-ARABÎ ARASINDA MUKAYESELİ BİR
DEĞERLENDİRME
Dr. Öğr. Üyesi Hacı Bayram BAŞER
İBNÜ’L-ARABÎ’DE VÜCUD VE KEVN ALEMÎ ANLAYIŞI
Dr. Öğr. Üyesi Mustafa ALTUNKAYA
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE FELSEFE –TASAVVUF YAKINLAŞMASINA İBNÜ’L ARABÎ’NİN
ETKİSİ: MOLLA SADRÂ ÖRNEĞİ
Mahmut MEÇİN
MUHYİDDÎN İBNÜ’L-ARABÎ’NİN (Ö. 638/1240) HADİSLERİN MÂNA İLE RİVÂYETİNE
BAKIŞI
Veysel ÖZDEMİR1452
Özet
Hz. Peygamber’in vefatından sonra sahabe devrinden itibaren hadislerin rivayetinin mahiyeti
tartışma konusu olmuştur. Kimileri hadislerin Hz. Peygamber’in lafızlarının korunarak nakledilmesi
gerektiğini söylerken kimileri ise O’nun maksadını ifade edecek farklı lafızlarla da nakledilmesinin
mümkün olabileceğini söylemişler ve bunu fiili olarak da uygulamışlardır. Birinci yaklaşım lafzen
rivayeti ( ;)الرواية باللفظikincisi ise manen rivayeti ( )الرواية بالمعنىifade etmektedir. İslam âlimlerinin
geneli bazı şartlar muvâcehesinde manâ ile rivayete sıcak bakarken hadislerin yazılı olarak naklinden
itibaren bunun câiz olmayacağını belirtmişlerdir. Ancak sûfîler hadislerin rivayetinde mütesâhil
oldukları gibi manâ ile rivayette de tesâhül göstererek yazılı rivayete geçişten sonra da manâ ile
rivayete cevâz vermişler ve eserlerinde çokça hadisi ana kaynaklardakilerden farklı lafızlarla rivayet
etmişlerdir. Sûfîlerin bu yaklaşımının aksine İbnü’l-Arabî takdir edilecek bir şekilde yazılı rivayete
kadar olan zaman diliminde manâ ile rivayetin mümkün olabileceğini ifade ederken; yazılı rivayetten
sonraki dönemde bunun cevâzını reddetmiştir. Bu tebliğde kendisi de bir sûfî olan İbnu’l-Arabî’nin
diğer sûfîlerden farklı olan manâ ile rivayete bakışını ele alacağız.
Anahtar Kelimeler: hadis, sünnet, İbnü’l Arabi, rivayet, ma’nen rivayet
Abstract
After the death of the Prophet Muhammad, the nature of the narration of the hadiths has been the
subject of discussion. Some say that the hadiths should be narrated by preserving the words of the
Prophet, while others said that it is possible to be narrated with different words to express the
purpose of the Prophet. The first approach is narrative by verbally ( ;)الرواية باللفظthe latter refers to
the narrative by general meaning ()الرواية بالمعنى. General of Islamic scholars have looked upon the
narrative with meaning under certain conditions. However, they stated that it would not be
permissible after the hadiths were narrated in writing. However, the Sufis had loosened in the
narration by general meaning as they were loosened in the narration of the hadiths and after the
transition to written narration they have allowed the narrative by general meaning and many hadiths
in his works narrated in different words from the main sources. Contrary to this approach of Sufis,
Ibn al-Arabi will be appreciated in a way stated that it would be possible to make narrative by
general meaning in the time period until the written rumor. However, he refused permission after the
written period. In this study, we will consider the view of Ibn al-Arabi, who is a Sufi, from his point
of view of narrative by general meaning which is different from other Sufis.
Keywords Hadit, sunnah, İbnü’l Arabi, tradition, narration by general meaning
Giriş
Hadisleri mâna ile rivayet etme anlamına gelen rivâye bi’l-ma’nâ ( )الرواية بالمعنىlafız ile rivayet
etmenin ( )الرواية باللفظkarşılığında kullanılan bir tabirdir. Hadislerin sözlerinde değişiklik
yapılmaksızın, Hz. Peygamber’in kullanmış olduğu kelimelerin olduğu gibi nakledilmesine lafzen
rivâyet; kısaltma, kelimelerin eş anlamlılarıyla değiştirilmesi veya kelimelere bağlı kalmaksızın
içeriği verilmek suretiyle rivâyet edilmesine ise mânen rivâyet denilir.1453
İslam âlimlerinin çoğunluğu bazı şartlar dâhilinde manâ ile rivayeti tecvîz etmiş ve nitekim birçok
sahâbî ve daha sonraki nesiller manâ ile hadis rivayetinde bulunmuşlardır. Ancak manâ ile rivayet
hadislerin ekseriyetle yazılı olarak nakledilmeye başlandığı hicrî ikinci yüzyıldan itibaren hoş
karşılanmamıştır. Ancak sûfîler hadislerin rivayetinde mütesâhil oldukları gibi manâ ile rivayette de
tesâhül göstererek yazılı rivayete geçişten sonra da manâ ile rivayete cevâz vermişler ve eserlerinde
çokça hadisi ana kaynaklardakilerden farklı lafızlarla rivayet etmişlerdir.
1452
1453
Doç. Dr., İnönü Üniversitesi İlahiyat fakültesi, Hadis Ana Bilim Dalı
Talat Koçyiğit, Hadis Istılahları, (Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1980), 372; Abdullah
Aydınlı, Hadis Istılahları Sözlüğü, (İstanbul: İFAV, 2009), 257.
Mutasavvıflar içerisinde İbn Arabî’nin, hadislerin mâna ile rivayetine karşı farklı bir tutum ve bakış açısı
bulunmaktadır. Zira neredeyse bütün ehl-i tasavvufun mâna ile rivayetin câiz olduğunu söylemesi ve
kaynaklarında mâna ile rivayet edilmiş rivayetlere yer vermeleri söz konusu iken, o özellikle yazılı rivayete
geçildikten sonra hadislerin lafızlarının korunması gerektiğinin altını çizerek konuya bir muhaddis titizliğinde
yaklaşmıştır. Onun bu konuda sûfîler içerisindeki farklı duruşunun çeşitli sebeplerinin olması ile birlikte en
önemlisinin hadis ilmine dair müktesebâtı olduğunu söyleyebiliriz. Şimdi öncelikle onun hadis ilimleri
özelinde ilmi kişiliğinden bahsedecek, daha sonra mâna ile rivayete dair görüşlerini ele alacağız.
Hayatı
Tam adı Muhammed b. Ali b. Muhammed b. Ahmed el-Arabî et-Tâî el-Hâtimî’dir. Muhyiddîn İbnü’l-Arabî
olarak meşhur olmuştur.1454
17 Ramazan 560 (28 Temmuz 1165) tarihinde1455 Endülüs’ün güneydoğusundaki Tüdmîr (Teodomiro)
bölgesinin başşehri olan Mürsiye’de (Murcia) doğmuştur.1456 Babası Ali b. Muhammed, Abbâsî Halifesi
Müstencid-Billâh’ın kumandanı ve yöre valisi Muhammed b. Sa‘d İbn Merdenîş’in hürmet ettiği bir kişiydi,
aynı zamanda filozof İbn Rüşd’ün yakın arkadaşıydı. Annesinin adı ise Nûr’dur ve ensar soyundan
gelmektedir.1457 İbnü’l-Arabî’nin soyu Benî Tay kabilesine dayanmaktadır ve meşhur Hâtim et-Tâî büyük
dedeleri arasındadır.1458
İbnü’l-Arabî 568’de sekiz yaşında iken ailesi ile birlikte doğduğu Mürsiye’den o sıralar Endülüs’ün
başşehri olan İşbîliye’ye (Sevilla) göç etmiştir.1459 İlk eğitimini bu şehirde almış; Tefsir, Kıraat, Fıkıh, Hadis,
Kelam gibi ilimleri burada tahsil etmiştir.1460
İbnü’l-Arabî mana âleminde Hz. Resûlullah’la görüştüğünü, O’nun kendisine: “Bana sıkıca tutun,
kurtulursun!”
diye
hitap
ettiğini,
bunun
üzerine
uzun
yıllar
hadis
tahsiliyle
meşgul
olduğunu
kaydeder.
Mana
âleminde
Hz.
Peygamber
(s.)’den
aldığı
bir
1461
işaretle, hadis ve diğer dallarda derslere başlar.
Âlet ilimlerinin sûfî olmayan kimselerden de alınabileceği görüşünde olduğundan İbn Hubeyş, İbn Ât,
İbn Bakî ve İbn Vâcib gibi hadisçilerden hadis okudu. On sekiz yaşında iken Lahmî’den kırâat-i seb‘a, aşere
ve takrîb öğrenimi gördü. Lahmî’den ayrıca İbn Şüreyh’in el-Kâfî’sini, Abdurrahman b. Abdullah esSüheylî’den de bazı hadis kitaplarının yanı sıra İbn Hişâm’ın es-Sîre’sinin şerhi olan er-Ravżü’l-ünüf isimli
kitabını okudu. Kadı İbn Zerkūn’un derslerine uzun bir süre devam edip icâzet aldı. Başlangıçta kendisine
dertlerini açacağı hiçbir rehberi olmadığını söyleyen İbnü’l-Arabî sonraları gerek zâhir gerekse bâtın ehli
birçok üstattan istifade etmiş; büyük bir kadirşinaslık örneği olarak kendilerinden faydalandığı 300’ü aşkın
kişinin mânevî hallerine ve hikmetli sözlerine yeri geldikçe el-Fütûĥât, Kitâbü’l-Ķutb, Dürretü’l-fâhire ve
1462
Rûhu’l-ķuds gibi eserlerinde isimlerini de vererek temas etmiştir.
Yirmi altı yaşında iken Cezîretülhadrâ (Algeciras), Sebte (Ceuta), Fas ve Tilimsân yoluyla
Tunus’a giden İbnü’l-Arabî bir süre burada kalarak aralarında, daha sonra el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye’yi
kendisine ithaf edeceği Şeyh Abdülazîz el-Mehdevî’nin de bulunduğu sûfîlerle görüştü. İki yıl sonra
tekrar İşbîliye’ye döndü. Birkaç defa gittiği Fas’ta dört yıl kadar kaldı. Burada da pek çok sûfî ile
tanıştı. Fas’tan ayrıldıktan sonra Gırnata ve Kurtuba’ya geçti. Bu onun doğup büyüdüğü Avrupa
kıtasındaki son ikameti oldu. Merakeş’te iken aldığını söylediği mânevî bir işaretle 596’da (1200)
Doğu’ya doğru yola çıktı. Mekke’ye kadar gidip ilk haccını yaptıktan sonra tekrar Kuzey Afrika’ya
döndü. 597’de (1201) Tunus’a giderek Abdülazîz el-Mehdevî ile buluştu. Aynı yıl hacca gitmek
üzere Tunus’tan ayrıldı. Önce Mısır’a, oradan Kudüs’e geçti. Kudüs’ten yaya olarak Mekke’ye doğru
yola çıktı. Halîl kasabasına uğrayarak Hz. İbrâhim’in kabrini ziyaret etti. Oradaki ikameti esnasında
İbrâhim Camii’nin imamı Zâhir el-İsfahânî’den Hakîm et-Tirmizî’nin eserlerini okudu. Medine’de
1454
İbnu’l-Mulakkin Ömer b. Ali b. Ahmed el-Mısrî, Tabakâtu’l-evliyâ, thk. Nureddin Şerîbe (Kahire: Mektebetü’lHancî, 1415/1994), 469.
1455
Claude Addas, Muhyiddin İbn Arabi, Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, (çev. Atilla Ataman), (İstanbul: Sufi Kitap, 2009),
34.
1456
Bursalı Mehmed Tahir, Selahaddin Uşşakî, İbn Arabî Hazretleri, (Konya: Kardelen Yayınları, 2011), 15.
1457
M. Erol Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi (İstanbul: TDV Yayınları,
1999), 20: 493; Nihat Keklik, Muhyiddin İbni Arabi Hayatı ve Çevresi, (İstanbul: Sufi kitap, 2008), 82.
1458
İbn Hacer el-Askalânî, Lisânu’l-mîzân, (Beyrut: Müessesetü’l-‘Alemî li’l-Metbû‘ât, 1390/1971), 5:315.
1459
Addas, Muhyiddin İbn Arabi, 42; Keklik, Muhyiddin İbni Arabi, 90.
1460
Seyit Avcı, el-Futûhatü’l-Mekkiyye’de İbn Arabî’nin Hadis Anlayışı (Konya: Ensar Yayıncılık, 2005), 10.
1461
Ethem Cebecioğlu, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin (560/1165-638/1240) Hayatı ve Eserleri”, Tasavvuf: İlmî ve
Akademik Araştırma Dergisi 9/21 (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı), (2008): 12; Avcı, İbn Arabî’nin Hadis Anlayışı, 10.
1462
Kılıç, “İbnü’l-Arabî”, 20: 494.
Peygamber’in kabrini ziyaret edip (Zilhicce 598 / Eylül 1202) Mekke’ye ulaştı. Mekke’de ders
halkalarına devam etti, Harem-i şerif’te tavafla meşgul oldu, bunun dışındaki zamanını murakabeyle
geçirdi, Hz. Abbas soyundan Şerîf Cemâleddin Efendi’den Hâce Abdullah-ı Herevî’nin Derecâtü’ttâ’ibîn adlı kitabını okudu. Yirmi üç yılda tamamlanan el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye ilk defa burada
kaleme almaya başladı. Mekke’de yaklaşık iki buçuk yıl kaldıktan sonra bir hac kafilesine katılarak
Bağdat’a gitti (601/1204). Burada on iki gün kadar ikamet edip Musul’a geçti ve Musul’da üstadım
dediği Hanefî ulemâsından Ahmed el-Mevsılî el-Mukrî’nin yanı sıra Ebü’l-Hasan Ali b. Ebü’l-Feth
ve Ali b. Abdullah b. Câmî gibi âlimlerle sohbetlerde bulundu. Musul’da bir yıl kadar kalan İbnü’lArabî, ibadetlerin sırlarına dair et-Tenezzülâtü’l-Mevśıliyye adlı eserini burada kaleme aldı. Ertesi
yıl (Zilkade 602 / Haziran 1202) Urfa, Diyarbekir, Sivas üzerinden Malatya’ya geldi. Bağdat’tan bu
yana Sadreddin Konevî’nin babası Mecdüddin İshak ve Harranlı Ebü’l-Ganâim’in âzatlı kölesi
Abdullah Bedr el-Habeşî de kendisine refakat etmekteydi. Bu sırada ikinci defa Anadolu Selçuklu
tahtına çıkan I. Gıyâseddin Keyhusrev eski dostu Mecdüddin İshak’ı Konya’ya çağırınca İbnü’lArabî de onunla beraber Konya’ya gitti. Mecdüddin, hükümdarın oğlu Keykâvus’a hoca tayin
edilerek tekrar Malatya’ya gönderilirken İbnü’l-Arabî bir müddet daha Konya’da kaldı. Bu arada
Evhadüddîn-i Kirmânî ile görüştü. Daha sonra Halep, Kudüs, Mısır yoluyla Mekke’ye gitti. Buradan
yine Bağdat’a, ardından Konya’ya döndü. Halep ve Sivas’a yaptığı seyahatlerden sonra 615’te
(1218) Malatya’ya yerleşti. Dostu Mecdüddin İshak vefat edince vasiyeti üzerine dul kalan hanımıyla
evlendi. Oğlu Sa‘deddin Muhammed büyük ihtimalle burada dünyaya geldi. Daha sonra Dımaşk’a
geçti. 22 Rebîülâhir 638 (10 Kasım 1240) tarihinde yetmiş beş yaşındayken burada vefat etti. 1463
İbnü’l-Arabî’ye Şeyhu’l-Ekber denilmesinin sebebi, tasavvuf yolunda ve ilminde âdetâ bir dönüm noktası
teşkil
edecek
tarzda
zirve
noktalara
ulaşmasıdır.
ilimlerde yenileyici (müceddid) olduğu için kendisine Muhyiddîn lakâbı verilmiştir.
Ayrıca
dînî
1464
Hadis Konusundaki Müktesebatı
İbnü’l-Arabî hadis konusunda birikimli bir âlimdir. Zira onun mânevi bir işaretle hadis konusuna özel eğildiği
ve uzun yıllar tahsil gördüğünü yukarıda belirtmiştik. Hadis ilmine dair birçok kişiden ders almıştır. Bunların
arasında Abdu’l-Hak el-İşbilî, Ebu Bekir el-Lahmî, İbnu’l-Fehhâr el-Mâlikî, Ebu Abdillah el-Hacrî, İbnu’sSâiğ, İbn Kâsım et-Temimî el-Fâsî, Ebu’l-Velîd İbnü’l-Arabî, Muhammed b. Ayşûn, Kâdî İbn Derhûn, Sâlim
el-Ifrîkî, İbnu’l-Velîd, Ebû Vâbil İbni’l-Arabî, Ebu Kâsım eş-Şurrât el-Mukrî, Ebu’l-Velîd el-Hadramî, İbn
Mikdâm, Kâdî İbn Muhammed eş-Şâzulî, İbn Ebi’l-‘Âsî, İbn Uhtî Ebi’r-Rebî el-Mâkûkî, es-Süheylî, Ebu’lHayr et-Tâlikânî, İbnu’l-Cevzî, İbn Sükeyne, Yunus b. Yahya el-Hâşimî, Zâhir b. Rüstüm el-Asbahânî, İbn
Ebi’s-Sayf el-Yemenî, Abdülcelil b. Ebi Gâlib el-Asbahânî, Cemaluddîn İbnu’l-Harestânî, Burhanuddîn
İbnu’l-Husârî el-Bağdâdî, Arabşah b. Muhammed el-Habeşvânî, Ahmed b. Mansûr, Abdulhamid b.
Muhammed el-Kazvînî, Muhammed b. İsmail el-Kazvînî, İbnu’l-Lebbân, Muhammed b. Muhammed el-Bekrî,
el-Attâr el-Hemedânî, Ebu Muhammed Abdulhak b. Abdirrahman el-Ezdî el-İşbilî, Ebu Hafs el-Meyyâneşî,
Ebu’l-Hasen b. Ebi Nasr, İbn Asâkir Ebu Tâhir Ahmed b. Muhammed es-Silefî, Ebu’l-Kâsım el-Husiztânî,
Ebu’l-Kâsım Halef b. Beşkuvâl, Ebu Bekr b. el-Huseyn, Muhammed b. Ubeydillah, Abdulmun‘im el-Hazrecî,
1465
Ebu Cafer b. Nassâr, Ebu Bekr b. Ebi Hamza gibi isimler yer almaktadır.
İbnü’l-Arabî başta Kütüb-i Sitte olmak üzere birçok hadis kitabını musannıflarına kadar uzanan
silsileye sahip hocalardan bizzat okumuştur.1466 Onun eserlerine bakıldığında Kütüb-i Sitte’den başka birçok
hadis kitabından da nakillerde bulunduğu görülmektedir. İbnü’l-Arabî’nin hadis kültürü üzerine doktora
çalışması yapan Ali V. Kurt, onun semâ, kıraat, münâvele ve kitâbet yoluyla edindiği 68 eserin ismini
saymaktadır. Bunlar arasında Mâlik b. Enes’in (ö. 179/795) Muvatta’ı, Süfyân b. Uyeyne’nin (ö. 198/814)
Müsned’i, Abdurrezzâk’ın (ö. 211/827) Musannef’i, Humeydî’nin (ö. 219/834) Müsned’i, İbn Ebî Şeybe’nin
(ö. 235/849) Müsned’i, Ahmed b. Hanbel’in (ö. 241/855) Müsned’i, Bakî‘ b. Mahled’in (ö. 276/889)
Müsned’i bulunmaktadır.1467
Onun hadis bilgisini anlamak için eserlerinde kullandığı hadislerin yoğunluğuna bakmak yeterli
1463
Kılıç, “İbnü’l-Arabî”, 20: 494-95.
Cebecioğlu, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî”, 10.
1465
Muhittin Uysal, Tasavvuf Kültüründe Hadis, (İstanbul: Ensar Neşriyat, 2012), 321; Ali Vasfi Kurt, Mağrib ve
Endülüs'de Hadis İlminin Gelişim Safhaları ve Muhyiddin İbnu'l-Arabi'nin Hadis Kültürü (Doktora Tezi, Ankara
Üniversitesi, 1997), 330-39.
1466
Kurt, İbnu'l-Arabi'nin Hadis Kültürü, 339-347.
1467
Kurt, İbnu'l-Arabi'nin Hadis Kültürü, 347-350.
1464
olacaktır. Örneğin el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye’nin sadece üçte biri olan on dört cildinde 2841 hadis kullandığı
görülmektedir. Eserin bütünü dikkate alındığında bu sayının beş bini aşabileceği tahmin edilmektedir. Bu
İbnü’l-Arabî’nin başyapıtı olarak görülen bu eserinde konuların oluşumunda hadis ve sünnete ne derece önem
verdiğini göstermektedir.1468
Sûfîlerin Manâ İle Rivayete Bakışı Ve İbnü’l-Arabî’nin Bu Konudaki Yaklaşımı
Sûfîlerin geneli manâ ile rivayette oldukça mütesâhil davranmışlardır. Yukarıda da bahsedildiği üzere
manâ ile rivayet belli şartlar dâhilinde İslâm âlimlerinin çoğunluğu tarafından kabul edilmektedir. Ancak hicrî
ikinci asırdan itibaren hadislerin yazılarak nakledilmesiyle birlikte manâ ile rivayet edilmesine gerek
kalmamış; bu tarihten sonra hadislerin lafızlarında değişime gidilmesine hoş bakılmamıştır.1469 Mamafih
sûfîler bu tarihlerden sonra da hadislerin manâ ile rivayet edilebileceği görüşlerini devam ettirmiş; hatta bunu
uygulamışlardır. Nitekim rivayet etmiş oldukları hadisler ana kaynaklardakiler ile karşılaştırıldıklarında bu
durum net bir şekilde görülmektedir.1470 Kendisi de bir sûfî olan Ebu Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996) manâ ile
rivayete bakışını tabir-i câizse diğer sûfîlerin duygularına tercüman olacak şekilde şöylece özetlemektedir:
“Bu kitapta Resûlullah (s.a.s.), sahâbe, tâbiûn ve onlardan sonrakilerden (etbau’t-tâbiîn) gelen haberlerin az
bir kısmı hariç çoğunu ezberden zikrettik ve manâ ile rivayet ettik.” 1471 Müellif devamında şunları
söylemektedir: “Hadislerin çoğunda lafza itibar etmedim ve neredeyse hepsinde manâ ile rivayette bulundum.
Şayet kelâmın farklı şekillerini ve anlamların farklı yönlerini bilen, bozulmasından veya iki lafız arasındaki
farklılıklardan sakınan kişinin bana göre lafızlara titizlik göstererek rivayette bulunması vacip değildir.”1472
Sûfilerin genelinde görülen bu durum İbnü’l-Arabî de değişiklik arz etmektedir. Çünkü o, manâ ile
rivayete diğer sûfîlerden farklı olarak cevaz vermemektedir. Onun bu konu hakkındaki açıklamaları şöyledir:
İnsanları Allah’ın yoluna çağıran kişi Allah’ın yeryüzüne indirdiği ve apaçık bir şekilde ortaya
koyduğu şeriatını, Hz. Peygamber’in aktardığı şekilde, ona hiçbir şey ilave etmeden rivayet etmesi gerekir.
Nitekim bu Hz. Peygamber’in “Allah, benden bir hadisi işitip de onu (güzelce) ezberleyip başkasına
(eksiksizce) aktaran kimsenin yüzünü ak etsin. Fıkıh (dini hakkıyla anlamaya yönelik bilgiler)
öğrenip de onu kendisinden daha kavrayışlı olanlara aktaran nice kimseler vardır! Fıkıh öğrenen
nice kimseler de vardır ki haddizâtında fakih (dinde derin anlayış sahibi) değildir.”1473 hadisinde de
beyan edilmiştir.
Manâ ile rivayet konusu insanlar arasında ihtilaflı bir konu olmakla beraber bana göre haberi
manâ ile rivayet eden kişinin manâ ile rivayet ettiğini belirttiği takdirde bunun câiz olmasıdır, aksi
halde ise câiz olmamasıdır. Çünkü hadisleri manâ ile rivayet eden kişi Hz. Peygamber’in sözlerinden
anladığını aktarmaktadır. Hâlbuki bizler Kur’ân ve ittifakla kabul edilen haberlerin dışındaki (manâ
ile rivayet edilerek gelen) bir haberle Allah’a ibadet etmeyiz. Arapçayı bilmeyen bir kişinin rivayeti
ise başkadır.
Manâ ile rivayet eden kişi Hz. Peygamber’in sözlerinin aynısını nakletmiş olabilir; bizler onun
anladığının aynısını, daha fazlasını, azını veya tam zıddını anlamış olabiliriz. Bu olasılıklardan dolayı Kur’ân’ı
nasıl naklediyorsak hadisleri de o şekilde nakletmek evlâdır. Sonuç olarak Allah’a davet eden kişinin Hz.
Peygamber’den gelen haberlere herhangi bir ziyade yapmaması gerekmektedir.1474
Hz. Peygamber’in “Allah, benim bir sözümü işitip de onu (güzelce) ezberleyip başkasına
işittiği gibi aktaran kimseye rahmet etsin!” sözünde hadisinin harfi harfine olduğu gibi rivayet edilmesi
anlamına gelmektedir. Bu da ister Kur’ân isterse sünnet, vahyi geldiği gibi rivayet eden kişi demektir. Vahyin
aktarıcıları olan mukrî ve muhaddisler bu zümredendirler. Fakihler ve manâ ile rivayete cevâz veren Süfyân-ı
Sevrî gibilerinin bundan bir nasibi yoktur. Çünkü manâ ile rivayet eden kişi bize nebevî hadisten anladığını
nakletmektedir. Bize anladığını (manâ ile) rivayet eden kişi kendi nefsinin resûlü olmuştur. Kıyamette vahyi
işittiği gibi tebliğ edip risâletin hakkını veren, mukrî ve Hz. Peygamber’in hadisinin lafzının aynısını rivayet
eden muhaddis gibi peygamberler safında haşrolmaz.
1468
Avcı, İbn Arabî’nin Hadis Anlayışı, 12-13.
Nûruddîn Itr, Menhecü’n-nakd fî ulûmi’l-hadîs, (Beyrut: Dâru’l-Fikri’l-Mu‘âsır, 1418/1997), 228.
1470
Abdullah Aydınlı, Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Hadis, (Ankara: Seha Neşriyat, 1986), 161; Ahmet Yıldırım,
Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2013), 47.
1471
Ebu Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-kulûb, thk. Mahmûd İbrahim Muhammed (Kahire: Dâru’t-Turâs, 1422/2001), 1: 483
1472
Ebu Tâlib el-Mekkî, Kûtu’l-kulûb, 1: 484.
1473
Bkz. Ebu Dâvud Süleyman b. el-Eş‘as, Sünen, thk. Yâsir Hasen, ‘Izzuddîn Dali, ‘Imadu’t-Tayyâr (Beyrût:
Müessesetü’r-Risâle Nâşirûn, 1436/2015), “İlim”, 10; Muhammed b. ‘İsâ et-Tirmizî, Sünen, thk. ‘Izzuddîn Dali,
‘Imadu’t-Tayyâr, Yâsir Hasen (Beyrût: Müessesetü’r-Risâle Nâşirûn, 1436/2015), “İlim”, 7; Ahmed b. Hanbel, Müsned,
thk. Şu‘ayb el-Arnaût, Âdil Mürşid vd. (Beyrût: Müessesetü’r-Risâle, 1421/2001), 21:60; 27: 318.
1474
Muhyiddîn İbnü’l-Arabî, el-Futuhâtu’l-Mekkiyye, (Mısır: y.y., 1911), 1: 403.
1469
Sahâbe vahyi lafzıyla naklettikleri için Allah’ın Resûlü’nün resûlü olmuş, tâbiûn da sahâbenin resûlü
olmuştur. Bu hâl nesilden nesile kıyamete kadar devam edip gidecektir. Bize bunu tebliğ eden kişiye ister
Allah’ın Resûlü diyelim isterse bunu tebliğ edene izafe edelim fark etmez. Hz. Peygamber’e meleklerden biri
olan Cebrail’in haber vermesine rağmen, biz O’na Cebrail’in Resûlü değil de Allah’ın Resûlü dediğimizden
dolayı vasıtaların kaldırılmasına cevaz vermekteyiz. Nitekim Allah Teâlâ; “Muhammed Allah’ın Resûlüdür ve
O’nunla birlikte olanlar…”1475, “Muhammed sizden hiçbir erkeğin babası değildir. Fakat O, Allah’ın
Resûlüdür.”1476, “Rûhu’l-Emîn onu kalbine indirmiştir.”1477 ayetlerinde görüldüğü üzere Hz. Peygamber’i
sadece kendisine izafe etmiştir.
Bir kimse hadisi muttasıl olarak nakletmedikçe belli bir makamda olamayacağı gibi onun kokusunu da
alamaz. Bu makam ubudiyetten öyle bir nasiptir ki büyük bir hayır ve ihsandır. Bu kişi “Velî” olan Allah’ın
istemediğini yapan velîlerdendir. Dolayısıyla bu isimden nasibi kadar ubidiyyeti nâkıs olur. Bu yüzden
“Muhaddes” ismi “Velî” isminden daha evladır. Allah Teâlâ’nın bize bıraktığı ve bizim de beyan ettiğimiz
şeklin dışında Hz. Peygamber’den sonra risâlet makamına hiç kimse ulaşamaz. Buradan ubudiyyetin ve
rivayetle vahyi nakleden muhaddisin makamının şerefini anlarsın. Bu kapının kapalı olması bize ağır
gelmiştir. Biz biliyoruz ki Allah bizi olmamız gereken bu özel ubûdiyet halinden tardetmiştir.
Mukrî ve Muhaddislerin makamları ne kadar şereflidir. Allah, Kur’ân ve Sünnetin nakline bizleri
hizmetçi kılsın. Çünkü Kur’ân ehli, Allah’ın ehli ve has kullarıdır. Hadis de Kur’ân’ın nassı gibidir. Çünkü
Hz. Peygamber Kur’ân’da buyurulduğu üzere “O hevâsından (nefis arzusuyla) konuşmaz! O yalnızca
vahyolunmakta olan bir vahiydir.”1478
Sonuç
Hadislerin maksada uygun fakat farklı lafızlarla aktarılması anlamına gelen manâ ile rivayetine yazılı
rivayete kadar cevaz verilmiştir. Yazılı rivayete geçişten sonra ise manâ ile rivayeti zaruri kılan
sebepler ortadan kalktığı için buna hoş bakılmamıştır. Fakat sûfîlerin çoğunluğu bu tarihlerden sonra
da manâ ile rivayet edilmesine cevaz vermiş ve bunda oldukça mütesahil davranmış hatta hadisi
naklederken anlamının doğruluğunu yeterli görmüşlerdir. Onların bu tavırları, hadis rivayetinde
gevşek davranmalarına ve böylelikle de zayıf ve mevzu haberlerin kendilerine izafe edilmesine
sebebiyet vermiştir.1479 İbnü’l-Arabî ise böyle davranmamış; hadislerin lazfızlarının Kur’ân lafzı gibi
korunması gerektiğini vurgulamıştır. Ayrıca manâ ile rivayet edilmesi halinde; nakilde bulunan
kişinin hadisten anladığı kadarını aktarabileceği ihtimaline dikkat çekerek, ravînin Hz. Peygamber’in
sözlerini olduğu gibi aktarmak zorunda olduğunu belirtmiştir.
Kaynakça
Addas, Claude. Muhyiddin İbn Arabi, Kibrit-i Ahmer’in Peşinde. çev. Atilla Ataman. İstanbul: Sufi
Kitap, 2009.
Ahmed b. Hanbel. Müsned. thk. Şu‘ayb el-Arnaût, Âdil Mürşid vd. Beyrût: Müessesetü’r-Risâle,
1421/2001.
Avcı, Seyit. el-Futûhatü’l-Mekkiyye’de İbn Arabî’nin Hadis Anlayışı. Konya: Ensar Yayıncılık,
2005.
Aydınlı, Abdullah. Hadis Istılahları Sözlüğü. İstanbul: İFAV, 2009.
-----------. Doğuş Devrinde Tasavvuf ve Hadis. Ankara: Seha Neşriyat, 1986.
Bursalı Mehmed Tahir, Selahaddin Uşşakî. İbn Arabî Hazretleri. Konya: Kardelen Yayınları, 2011.
Cebecioğlu,
Ethem. “Muhyiddin
İbnü’l-Arabî’nin
(560/1165-638/1240)
Hayatı
Eserleri”. Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi 9/21 (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı). 2008.
ve
Ebu Dâvud, Süleyman b. el-Eş‘as. Sünen. thk. Yâsir Hasen, ‘Izzuddîn Dali, ‘Imadu’t-Tayyâr. Beyrût:
1475
Fetih, 48/29.
Ahzab, 33/40.
1477
Şuarâ, 26/193-194.
1478
Necm, 53/3-4. İbnü’l-Arabî, Futuhât, 1: 229-230.
1479
Yıldırım, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları, 50.
1476
Müessesetü’r-Risâle Nâşirûn, 1436/2015.
Ebu Tâlib el-Mekkî. Kûtu’l-kulûb. thk. Mahmûd İbrahim Muhammed. Kahire: Dâru’t-Turâs,
1422/2001.
Itr, Nûruddîn. Menhecü’n-nakd fî ulûmi’l-hadîs. Beyrut: Dâru’l-Fikri’l-Mu‘âsır, 1418/1997.
İbnü’l-Arabî, Muhyiddîn. el-Futuhâtu’l-Mekkiyye. Mısır: y.y., 1911.
İbn Hacer el-Askalânî. Lisânu’l-mîzân. Beyrut: Müessesetü’l-‘Alemî li’l-Metbû‘ât, 1390/1971.
İbnu’l-Mulakkin, Ömer b. Ali b. Ahmed el-Mısrî. Tabakâtu’l-evliyâ. thk. Nureddin Şerîbe. Kahire:
Mektebetü’l-Hancî, 1415/1994.
Keklik, Nihat. Muhyiddin İbni Arabi Hayatı ve Çevresi. İstanbul: Sufi kitap, 2008.
Kılıç, M. Erol. “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”. Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi. 20. Cilt.
İstanbul: TDV Yayınları, 1999.
Kurt, Ali Vasfi. Mağrib ve Endülüs'de Hadis İlminin Gelişim Safhaları ve Muhyiddin İbnu'lArabi'nin Hadis Kültürü. Doktora Tezi, Ankara Üniversitesi, 1997.
Koçyiğit, Talat. Hadis Istılahları. Ankara: Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, 1980.
et-Tirmizî, Muhammed b. ‘İsâ. Sünen. thk. ‘Izzuddîn Dali, ‘Imadu’t-Tayyâr, Yâsir Hasen. Beyrût:
Müessesetü’r-Risâle Nâşirûn, 1436/2015.
Uysal, Muhittin. Tasavvuf Kültüründe Hadis. İstanbul: Ensar Neşriyat, 2012.
Yıldırım, Ahmet. Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki Dayanakları. Ankara: Türkiye
Diyanet Vakfı, 2013.
TASAVVUFÎ YÖNTEMDEKİ TUTARLILIĞIN DAYANAĞI OLARAK
İTTİBÂ-İ RASÛL ANLAYIŞI: CÜNEYD-İ BAĞDÂDÎ VE İBNÜ'L-ARABÎ
ARASINDA MUKAYESELİ BİR DEĞERLENDİRME
Hacı Bayram BAŞER
Özet: Bu tebliğde, İbnü'l-Arabî’nin (ö. 638/1240), Cüneyd-i Bağdâdî’nin (ö. 297/910) “Bizim
ilmimiz Kur’an ve sünnetle sınırlıdır” sözü hakkındaki yorumları ele alınacak ve iki husus üzerinde
durulacaktır: Birincisi tasavvuftaki bilgi ve ahlaklanma yöntemi nedir sorusuna, sûfîler başından beri
“ittibâ-i Rasûl” cevabını vererek yöntem konusunda bir tutarlılık sağlamışlardır. Bu sayede
düşüncelerini ifade edebilecekleri bir ana eksen vaz etmişlerdir. İkinci olarak İbnü'l-Arabî,
tasavvufun diğer mistik ve hikemi geleneklerden nasıl ayrıştığını gösterirken Cüneyd’in sözünü ve
onun ittibâ-i Rasûl anlayışını bir referans olarak kabul eder. Bu sayede ittibâ-i Rasûl ilkesi, tasavvufu
tasavvuf yapan unsur olarak tebarüz etmektedir.
Anahtar Kelimeler: İbnü'l-Arabî, Cüneyd-i Bağdâdî, Tasavvuf, İttibâ-i Rasûl
Abstract: In this paper, Ibn al-‘Arabî’s (d. 638/1240) comments on Junayd al-Baghdadi’s (d.
297/910), statement “Our knowledge is limited to the Qur'an and Sunnah” will be discussed and two
points will be considered: First, in the context of the question of what is the knowledge and morality
method in Sufism, the Sufis have answered, from the beginning, as ittibâ al-Rasûl (following the
Prophet), and they provided a consistency in the method. In this way, they have applied a main axis
to express their thoughts. Secondly, while Ibn al-‘Arabî is showing how the Sufism differentiates
from other mystical and philosophical traditions, he considers Junayd’s statement and his
understanding of ittibâ al-Rasûl as a reference. In this way, the principle of ittibâ al-Rasûl is
considered as a main character of Sufism.
Anahtar Kelimeler: Ibn al-‘Arabî, Junayd al-Baghdadi, Sufism, ittibâ al-Rasûl
Giriş
Risâlet nedir? Peygamberlerin getirdiğinin aynı
Ey insan! Onu al ve tereddüde düşme gayrı
Sen peygamberin kendisine geldiği bir kölesin
Onun hükmüne göre davran ki amelin seni yükseltsin
Allah’a doğru yüksel ki beka mertebesine eresin
(İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, XVI: 173)
Dinî düşüncenin çeşitli alanlarında teşekkül eden bütün ilimler, vazgeçilmez bir biçimde tutarlılık
ilkesine dayanır. Herhangi bir düşünceyi dinin temel referanslarına uygun bir şekilde tutarlılıkla
Dr. Öğr. Üyesi, Yalova Üniversitesi İslami İlimler Fakültesi.
ortaya koymak “dinî ilim” yaptığımızın en önemli göstergesi iken; bunun aksi, yaptığımız şeyin bir
tür hatâbe olarak değerlendirilmesine neden olabilir. İbnü'l-Arabî takipçilerinden Dâvûd-i Kayserî
(ö. 751/1350) bu sorunla neşet edecek tehlikenin altını çizer ve tasavvufun “şâirâne bir tahayyül”
olarak algılanmasının önüne geçilmesi gerektiğini belirtir.1480 Kayserî’nin dikkat çektiği sorunun bir
yönü şöyle vaz edilebilir: Bir din ilmi olması bakımından tasavvuf, nefs terbiyesi sonucunda elde
edilen marifetin, bu marifeti anlamaktan “âciz” olan insanları ikna etmek için kurulan birtakım
cümlelerle ifade edilmesi işi midir, yoksa sûfîler “hakikate ulaşmak” dediklerinde, herhangi birisi
tarafından “gerçekten tecrübe edilmiş” bir vakıadan ve bunun tahsil edilebilir olduğundan mı söz
etmişlerdir? Eğer cevap ikincisiyse bir din ilmi olarak tasavvufun bunu tutarlılıkla naslara
dayandırarak izah eden bir disiplin olması iktiza eder. Farklı dönem ve şartlar altında yaşayan
mensuplarının aynı neticelere ulaşıp ulaşmadığını tespit etmek, bir disiplinin yöntemindeki tutarlılığı
belirlemenin yollarından biri sayılabilir. Bu minvalde tasavvuf araştırmalarının en büyük
zorluklarından birisi, farklı dönemlerde yaşayan sûfîlerin görüşlerini “tutarlı” sayabileceğimiz bir
ortak nokta veya ana eksen tespit edip edemeyeceğimiz konusudur.
Burada güçlük, tasavvufun İslam cemiyetinde yaygınlaşması, bir din ilmi olarak teşekkül etmesi ve
nihayet kitaplarda tedvin edilmesiyle ilgili sürecin iki ana kırılma evresi geçirmesinde ortaya çıkar.
İlk aşamada sûfîler, Cüneyd-i Bağdâdî’nin (ö. 297/910) “Bizim ilmimiz Kur’ân ve sünnetle
mukayyettir”1481 sözünü merkeze alarak, erken dönem İslam toplumundaki ahlaki yozlaşmalara ve
entelektüel ayrışmalara karşılık tasavvufu İslam ahlakının kazanıldığı ve dinî düşüncedeki
ayrışmanın giderildiği bir disiplin olarak tesis etmişlerdi. Cüneyd’in sözü, tasavvufu fıkıh-kelam
geleneğine eklemlenmiş bir din ilmi olarak ortaya koyan müellif sûfîlerin hareket noktasını teşkil
ederken aynı zamanda tasavvufu herhangi bir mistik gelenekten ayrıştıran “yerellik” yönünü de
yansıtmaktaydı. Tasavvuf, ikinci kırılma evresini İbnü'l-Arabî (ö. 638/1240) ve Sadreddin Konevî (ö.
672/1273) ile geçirmiş ve bu süreçte bir metafizik olarak tesis edilmişti. Bu evre tasavvufa, bir
önceki süreçte kazandığı “yerel” karakteristiğinden sıyrılarak kadim felsefi geleneklerle de
hesaplaşan “evrensel” bir dil kazandırmıştır. Peki, İbnü'l-Arabî ile birlikte tasavvufun evrensel bir dil
kazanmış olmasını, onun “Kur’an ve sünnetle sınırlı” karakteristiğini zayıflattığı ileri sürülebilir mi?
İbnü'l-Arabî’nin metinleri dikkate alındığında cevabın “Hayır” olması iktiza eder. Çünkü İbnü'lArabî’nin hem Fusûsu’l-hikem’de hem de Fütûhât-ı Mekkiyye’nin çeşitli bahislerinde “ittibâ-i rasûl”
anlayışını, felsefî yöntem eleştirisinin merkezine yerleştirdiği müşahede edilir.
Dolayısıyla şu sorular anlamlıdır: Tasavvuf farklı dönemlerden geçmiş olsa bile, bir din ilmi ve
metafizik olarak, her zaman koruduğu kendine özgü bir vasıftan söz edebilir miyiz ve İbnü'lArabî’de bu sorunu hangi bağlamda ele alabiliriz? İbnü'l-Arabî ile birlikte tasavvuf düşüncesinde
değişen ve değişmeyen temel unsurlar nelerdir ve bu meyanda İbnü'l-Arabî’nin tasavvufun kimliğini
kazanmasındaki rolü nedir? Buna bağlı olarak İbnü'l-Arabî, erken dönem tasavvufunun en önemli
ismi olan Cüneyd-i Bağdâdî’nin yukarıdaki sözünü nasıl anlamış ve buna ne tür bir yaklaşımla katkı
sağlamıştır? Bu sorular ışığında burada, İbnü'l-Arabî’nin tasavvufun temel karakteristiği hakkındaki
düşüncelerini, tasavvuf geleneğinin klasik döneminde yaşayan öncü isimlerin yaklaşımlarıyla
mukayeseli bir biçimde ele almaya gayret edeceğiz. Bu sayede tasavvufun “tutarlı” bir din ilmi olma
iddiasının ortaya konulmasında, başka bir deyişle, tasavvufu tasavvuf yapan şeyin ne olduğu
konusunda İbnü'l-Arabî’nin düşüncesi ve rolü açıklığa kavuşturulacaktır.
1480
Dâvûd-i Kayserî şöyle der: “Bu ilim zevke dayanan keşfî ilimdir ve sadece bundan vecd ve vücûd sahibi
müşahede ve ‘iyân sahibi kimseler nasiplenir. Fakat zahir ilim mensuplarının bu ilmin bir aslının bulunmayıp birtakım
şairane tahayyüllerden ve şahsî duygulanımlardan ibaret olduğunu zannettiklerini görünce bu ilmin konu, mesele ve
ilkelerini açıkladım.” Bkz. Dâvûd-i Kayserî, “Risâle fî ilmi’t-tasavvuf”, Resâil, nşr. Mehmet Bayraktar, (Kayseri:
Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kültür Yay., 1997), s. 111.
1481
Ebû Nasr es-Serrâc et-Tûsî, el-Lüma‘, thk. Ahmed Abdürrahîm es-Sâyih, Tevfîk Alî Vehbe, (Kahire:
Mektebetü’s-sekâfeti’d-dîniyye, 2009) s. 243; Abdülkerîm el-Kuşeyrî, er-Risâletü’l-kuşeyriyye, thk. Abdülhalîm
Mahmûd, Mahmûd b. Şerîf, nşr. Veliyüddin Muhammed Sâlih el-Ferfûr, (Şam: Dâru’l-ferfûr, 2002), s. 96.
1. Tasavvufun Teşekkül Döneminin Ana Fikri Olarak Cüneyd-i Bağdâdî’nin “Bizim İlmimiz
Kur’ân ve Sünnetle Mukayyettir” Sözü
“Tasavvufun teşekkül dönemi” ile sosyal hayatın farklı yönlerinde görülen çeşitli bozulmalara tepki
göstererek nevi şahsına münhasır bir dinî hayatı tercih eden ilk zahitlerin görüldüğü I/VII. yüzyılın
ortalarından başlayan ve çeşitli safhalardan geçerek Gazzâlî’ye kadar (ö. 505/1111) ulaşan yaklaşık
beş asırlık süreci kastediyoruz. Bu süreç, tasavvufun hem bir tür ahlak hareketi hem de bir dinî ilim
olarak kimliğini kazandığı zaman dilimini ifade etmekle kalmaz, aynı zamanda bir bütün olarak
Müslümanlar arasındaki sosyal ve entelektüel hareketlerin gelişimi İslam’ın dünyaya bu ilk yayılma
evresindeki şartların etkisini taşır.1482 Dolayısıyla sadece tasavvufun değil, diğer entelektüel
hareketlerin de gelişimini belirleyen temel soru ve olayları bu süreçten takip etmek gerekir. Cüneyd-i
Bağdâdî’nin sözünü dinî düşünce ve tasavvuf için anlamlı ve değerli kılan nokta, Müslümanların bu
süreçte yaşadığı krizler ve bu krizleri aşmak için giriştikleri çözüm arayışının bir parçası olmasıdır.
İslam’ın Hicaz sınırlarından taşıp Mısır, Doğu Akdeniz ve İran havzasına yerleşmesi, her şeyden
evvel Müslümanların yaşadığı temel krize neden olan bir paradoksla gerçekleşmiştir. Bu, başarılı
fetih hareketleri neticesinde devlet sınırlarının olabildiğince kısa sürede ilerlemesini sağlayan siyasi
ve askeri genişlemeye karşılık, aynı oranda gerçekleşmeyen - muhtemelen tarihî bir vakıa olarak
gerçekleşmesi mümkün de olmayan- kültürel genişleme arasındaki farktan kaynaklanan bir
paradokstu. Müslümanların kısa süre içerisinde yönetimini ele almayı başardıkları Mısır,
Mezopotamya ve İran bölgelerinin oluşturduğu bu hilal, dünyanın o güne kadarki bütün köklü
medeniyetlerine ev sahipliği yapan ve bu yüzden sosyal ve kültürel bakımdan asırlar önce oluşmuş
kurumsal yapıları barındırmaktaydı. Başka deyişle Müslümanlar bu havzaya geldiklerinde
karşılarında onlarca farklı din ve bunlara bağlı yüzlerce farklı mezhep, hukuk kurumları, örf, gelenek
ve ahlak anlayışı bulmuşlardı.1483 İslam’ın bu bölgelerde kalıcı hale gelmesi, her şeyden önce, bu
yerleşik kültürel yapının içinde eriyip kaybolmadan kimliğini muhafaza etmesine bağlıydı. Hiç
kuşkusuz, öncelikle hadis ve dil çalışmaları ardından da tefsir, kelam ve fıkıh gibi geleneksel dinî
ilimlerin gelişimi, Müslümanların bu “kültürel genişleme” krizine karşı ürettikleri en etkili
çözümdür. Buna mukabil, İslam toplumunda görülen ilk zâhid ve sûfîlerin ise bu sürecin iki noktası
üzerinde durduklarını müşahede ederiz: Ahlakî yozlaşma ve entelektüel ayrışma. Cüneyd-i
Bağdâdî’nin sözünü daha iyi anlayabilmek için bu iki hususun ayrıntılarına eğilmemiz gerekir.
i) Ahlaki yozlaşma, ilk zühd ve tasavvuf metinlerde bilhassa ticaret, evlilik, idari görev üstlenme gibi
birtakım konular hakkında, sûfîlerin “selef nesli” diye tabir ettiği tâbiûn neslinden nakledilen çeşitli
rivayetlerin ana temasını oluşturur. Bu meyanda, İslam devletindeki siyasi ve askerî genişlemenin
öncelikli sonucunun, Müslümanlar arasında hem bireysel hem de toplumsal zenginliğin ve refahın
artışı olduğu unutulmamalıdır. Ancak sûfîlere göre bu zenginleşme, Hz. Peygamber’den tevarüs
edilen zühd ve kanaat ahlakının görmezden gelinmesine veya bazı durumlarda tamamen terk
edilmesine zemin hazırlayan bir geriye gidiş anlamı taşımaktadır ve sûfîler bu durumu
“dünyevileşme” kavramını merkeze alarak dile getirmişlerdir. Bu bakımdan dünyevileşme, ticari
birikim yapmak için çalışmaktan evlenmeye kadar pek çok sosyal davranışa atıf yapan bir
kavramlaştırma olarak, sûfîlerin toplumdaki ahlaki bozulmaya yönelik eleştiri ve görüşlerini
anlattıkları bir zemin teşkil eder.1484 Bu noktada sûfîlerin çok basit bir denklemden hareket ettiklerini
vurgulamak gerekir: “Bir insan ne kadar dünyevileşirse Hakk’tan o kadar uzaklaşır!”
İlk sistematik tasavvuf eserlerinin yazılmaya başlandığı hicrî 250’lere kadarki zühd literatürüne
hâkim olan bu eleştirel söylem, kuşkusuz birtakım ayet ve hadislerin yorumuna dayanır. Bununla
1482
Bu sürecin tasavvufun gelişim seyrindeki etkisi hakkında daha fazla bilgi ve değerlendirme için bkz. Hacı
Bayram Başer, Şeriat ve Hakikat: Tasavvufun Teşekkül Süreci, (İstanbul: Klasik Yay., 2017).
1483
İslam’ın Doğu Akdeniz havzasına “kültürel serpilme” yaşayarak yerleşmesi, Hodgson’ın “Yüksek Halifelik
Dönemi” diye tabir ettiği tarihsel aralıkta gerçekleşir. Bu sürecin ayrıntılı tahlili için bkz. Marshall G. S. Hodgson,
İslam’ın Serüveni, trc. Berkay Ersöz, (Ankara: Phoenix Yayınevi, 2017), I: 293 vd.
1484
Ebû Nasr es-Serrâc, el-Lüma‘, s. 706-712.
birlikte sûfîlerin yerleşik toplumsal hayattan uzaklaşmaları (zühd) ve bunun tasavvuf için doğurduğu
sorunlar hakkında bize ipuçları da verir. Bu meyanda sûfîler, büyük kentlerin kurulması ve nüfus
yoğunluğunun artmasının ardından, şehirde helal ticaret yollarını soruşturmanın imkânsızlaştığını,
dolayısıyla geçim için çalışırken (kesb), vera‘ (şüpheli kazançtan geri durmak) ve tevekkül
prensiplerinin göz ardı edildiğini dile getirmişlerdir.1485 Bundan dolayı şehri terk ederek kırsalda zor
şartlar altında yaşamayı tercih eden sûfîlerde, hicrî birinci yüzyılın sonlarından itibaren bir artış
gözlenebilir. Bu durum, toplumsal hayatta büyük bir kırılma ve ayrışma sayılmazdı, ancak şehirden
ayrılan bazı zâhid ve sûfîlerin zaman içinde eleştirilerini çeşitli naslara dayandırarak hukukî
kavramlarla dile getirmeleri, bu kez fıkıh-kelam geleneğine mensup âlimlerin tepkisine yol açtı ve bu
ayrışma kısa süre içerisinde tasavvuf için bir “kimlik krizi” sorununu gündeme getirdi. Söz gelimi
Şakîk-i Belhî’nin (ö. 194/810) tevekküle aykırı kabul ettiği için ticaret yapmayı “haram” sayması, bu
krizi tasavvuf metinlerinde görünür kılan en meşhur örneklerden biridir. Çünkü Şakîk’in sözü,
tasavvufun artık sadece bireysel bir hayat tarzı tercihini yansıtmakla kalmayıp, dinî ilimlerin alanına
giren konularda sûfîyi de söz sahibi yapan entelektüel bir faaliyet olarak görülmesi anlamı
taşımaktadır. Bu sorunun başka bir yönü, tasavvufta dilencilik sorununu ortaya çıkarmasıydı. Çünkü
geçim için çalışmayı (kesb) “haram” saymasa bile, vera‘ prensibine aykırı gördüğü için çalışmayı
terk eden kimi sûfîler, zaman içinde, bir tür “dilencilik” faaliyetinin meşru olabileceğini dile
getirmeye başlamışlardır.1486 Dolayısıyla sûfîler toplumsal hayattaki ahlâkî yozlaşmalara karşı
eleştirilerini yöneltirken, bu durum bir yandan da aşırı zühd eğilimlerinin gelişimine zemin
hazırlamış görünmektedir. Bu eğilimler içerisinde bilhassa dinî yükümlülükleri ve sorumlulukları
hafife alan, bunları yerine getirmekten kaçınan, dindarları aşağı gören, iddialarını ayet ya da
hadislerle ifade eden, sûfîlerin “ibâhîler” diye tabir ettikleri sapkın zümre, sahih tasavvuf geleneğinin
İslam toplumundaki varlığını tehlikeye atan en önemli sorun olarak tebarüz eder.
Sûfîlerin bu kriz karşısında çözüm üretme girişimleri hicrî üçüncü yüzyılın başlarından itibaren ivme
kazanmıştır. Bu girişimlerin en önemlisi Hâris el-Muhâsibî’nin (ö. 243/857) eserlerinde yer alır.
Muhâsibî’nin bulduğu çözüm, şehri terk eden sûfîleri tekrar şehre çağırmaktan ibaretti. Ancak bunu
yapmak için takip ettiği yöntem, tasavvuf için yeni bir durumdu. Muhâsibî, geçim için çalışmanın
tevekküle aykırı sayılamayacağını, kesbi “haram” sayan Şakîk’in hatalı olduğunu; şehir dışında her
bir Müslümanın uygulaması mümkün olmayacak derecede ağır şartlar altında yaşayarak kulluk
vazifesini yerine getirme düşüncesinin Kur’an, sünnet ve selefin ameliyle örtüşmediğini naslardan
hareketle açık bir şekilde ortaya koymaya çalışmıştı.1487 Dolayısıyla Muhâsibî, tasavvufî hayat ve
düşünceyle ilgili çeşitli meseleleri ayet ve hadislerden delil getirerek eleştirel bir üslupla tedvin eden
ilk yazarlardan biriydi. Başka bir deyişle sûfîler, toplumsal hayata yönelttikleri eleştiriler sonrasında
ortaya çıkan aşırı zühd eğilimlerini önlemek için, bu kez görüşlerini zorunlu olarak bir “ilim”
sistematiği içerisinde ifade etmeye başlamışlardır. Bu, tasavvuf için zorunlu bir dönüşümdü, çünkü
sûfîler özellikle hicrî 200’lerden önce, tasavvufu bir ilim olarak görmedikleri gibi, ilim faaliyetleri
içerisinde bulunmayı ahlaklanmanın önünde bir engel saymışlardı. Bu yönüyle entelektüel ilgilerden
zühd etmek, tasavvufun prensiplerinden biriydi. Tasavvufun bir “ilim” karakteri kazanmasının nasıl
bir “sorun” olduğunu daha iyi görebilmek için, sûfîlerin tasavvufun teşekkül sürecinde
odaklandıkları ikinci noktaya, yani entelektüel ayrışma konusuna eğilmemiz gerekir.
ii) Entelektüel ayrışma, Hz. Peygamber’in ardından tefsir, hadis, fıkıh, kelam gibi geleneksel dinî
ilimlerin teşekkülünü ve bu süreçte söz gelişi fıkhın zahirî amellerle, kelamın akâid konularıyla
ilgilenmesi şeklindeki alan ayrışmalarını ifade etmektedir. Daha önce de belirttiğimiz gibi, bu
ilimlerin teşekkülü devlet sınırlarının genişlemesine bağlı olarak Müslümanların karşılaştığı yeni
duruma çözüm niteliği de taşıyordu. Ancak sûfîler, ilimlerin teşekkülünün yol açtığı çok önemli bir
1485
Ebû Bekr el-Kelâbâzî, et-Ta‘arruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf, nşr. Ahmed Şemseddîn, (Beyrut: Dâru’l-kütübi’lilmiyye, 2001), s. 96-67.
1486
Ebû Bekr Şemsü’l-eimme Muhammed b. Ebî Sehl Ahmed Serahsî, el-Mebsût, (Beyrut: Dâru’l-ma‘rife, 1986),
C. XXX, s. 272; Ebû Hafs es-Sühreverdî, Tasavvufun Esasları: Avârifü’l-Maârif, trc. Hasan Kamil Yılmaz, İrfan
Gündüz, (İstanbul: Erkam Yayınları, 1989), s. 190-196.
1487
Hâris el-Muhâsibî, el-Mekâsib, nşr. Sa‘d Kerîm el-Fakî, (İskenderiye: Dâiretü İbn Haldûn, ts.), s. 22-60.
sorunu tespit etmişlerdir: Hz. Peygamber’in şahsında mündemiç olan dinî düşünce ve hayata dair
bütünlüğün kaybolması. Sûfîlere göre sadece malumat çoğaltma, cedel ve tartışma ile sınırlı bir ilim
tedrisi, kişiye herhangi bir fayda sağlamadığı gibi dinin yerdiği bir faaliyettir de. Bu konuda Hz.
Peygamber’in faydasız ilimden sakınılmasını tavsiye eden ifadelerinden hareket eden sûfîler, kişide
ahlâkî anlamda kemale doğru bir dönüşüme vesile olmayan ilim tedrisinden uzak durmuşlar, hatta
bunu “bidat” olarak nitelendirmişlerdir. Bu konudaki eleştirilerin bir kısmını Ebû Tâlib el-Mekkî (ö.
386/996) dile getirir. Ebû Tâlib el-Mekkî’ye göre adına “tasavvuf” denilen “iman ve yakîn ilmi”
dışındaki bütün disiplinler, Hz. Peygamber’den sonra ortaya çıkması anlamında “bidat” ilimlerdir.
Bununla birlikte iman ve yakîn ilmi, Hz. Peygamber’den nakledilen ve bilgi-amel bütünlüğünü
sağlayabilecek zemine sahip tek disiplindir.1488
Bu eleştirinin dayandığı temel düşünce, sûfîlerin bilgi ve amel arasında herhangi bir ayrılık
görmemeleriydi. Başka bir deyişle sûfîler, dinî ilimlerin ortaya çıkmasıyla bilgi ve amel arasındaki
ilişkinin, yani bilginin ameli, amelin ise yeni bir bilgiyi gerektirdiği ilişki biçiminin unutulduğunu;
dolayısıyla ahlâkî yozlaşmanın arttığını dile getirmişlerdir. Söz gelişi sûfîler bu sorunu anlatabilmek
için, cedel meclislerinden uzaklaşmanın yararlarını ya da bir muhaddise bildiği hadislerin kırkta
biriyle amel ettiğinde zekâtını ifa etmiş olacağını söyledikleri menkıbeler nakletmişlerdir. Bilgi-amel
bütünlüğünün, dolayısıyla ilim yoluyla ahlaklanmanın yok olduğu yönündeki eleştirinin önemli bir
yönü, dünya ve ahiret hayatı arasında bir Müslümanın nasıl tercihte bulunması gerektiği konusuyla
ilgilidir. Hakîm et-Tirmizî (ö. 320/932), Ebû Yûsuf, İmam Muhammed gibi fıkıh âlimlerini
eleştirirken onların kitaplarında ahiret konularına taalluk eden hususlara yer vermediklerini; oysa
ebedî olan ve bu yüzden daha çok dikkat edilmesi gereken ahiret hayatı için ilim faaliyeti yapmanın
daha faydalı olduğunu dile getirir.1489 Başka bir anlatımla Tirmizî, geleneksel dinî ilimlerin teşekkül
ederken bir yandan da dinî hayatın maksadını teşkil eden “ahiret saadeti” hedefine bakış açısının
değiştiğini dile getirmektedir. Dolayısıyla entelektüel faaliyet alanlarındaki ayrışma, sûfîlerin
görüşüne göre, kişideki dindarlık ve ahlak bütünlüğünün kaybolmasına zemin hazırlayan bir
gelişmedir. Sûfîler için sorun, bunu paradoksal bir şekilde yine ilim sistematiği içinde ifade etmek
zorunda olmalarıydı.
Tasavvufa “dinî ilim” karakteri kazandıran zorunluluğun başka bir nedeni, sûfîlerin yaşadıkları
manevi tecrübeleri ifade etmede karşılaştıkları dil sorunudur. Tasavvuf yoluna giren bir sâlikin,
çeşitli manevi mertebe ve makamlardan geçerek fenâ tecrübesi yaşaması beklenir. Sülûk sürecindeki
her bir mertebe, kişiyi Hakk’tan uzaklaştıran pek çok kötü ahlak ve davranışın terk edilmesi
anlamında gerçekte bir fenâ tecrübesidir. Ancak sülûkun sonundaki fenâ fillâh, insanın başından beri
kendisinde var olduğunu sandığı güç, kuvvet ve iradenin bütünüyle Hakk’a teslim edilmesi anlamı
taşır. Bu makamla hedeflenen şey, Hakk’ın dilediğinin dışında hiçbir şey düşünmeme, söylememe ya
da yapmama durumunun, artık kişide istemsiz olarak gerçekleşen bir meleke haline dönüşmesi,
sûfîlerin tabiriyle, ilahi ahlak ile ahlaklanmanın tahakkuk etmesidir.1490 Ne var ki bu tecrübenin en
önemli sorunu, anlaşılır biçimde açık ve seçik bir dille ifade edilemeyecek derecede paradoks
içermesidir. Çünkü kişinin etkin ya da edilgen olarak içinde bulunduğu her türlü vaka, tek bir özneye
dayandırılarak izah edilmelidir, oysa sâlikin dış dünyada varlığı aynı zamanda sürmektedir. Başka bir
anlatımla sâlik herhangi bir olayı artık kendisini hiçbir şekilde özne kabul etmeden anlatmak
durumundadır. Bâyezid-i Bestâmî ya da Hallâc-ı Mansûr’dan aktarılan pek çok söz bu paradoksal
dilin tipik örnekleridir. Hucvîrî’nin haklı tespitiyle tasavvufta ibâhîlik ve hulûlîlik gibi sapkın
eğilimlerin ortaya çıkmasının en önemli sebeplerinden biri, tasavvufî dildeki bu kapalılıktı. 1491 Bu
nedenle fenâ makamına eriştiğini öne sürerek kulluk yükümlülüklerinden azade olduğunu ilan eden
1488
Ebû Tâlib el-Mekkî, Kûtü’l-kulûb fi mu‘âmeleti’l-mahbûb, nşr. Sa‘îd Nesîb Mekârim, (Beyrut: Dâru Sâdır,
2010), I: 335-338.
1489
Hakîm et-Tirmizî, Mesâilü’l-meknûne, nşr. Muhammed İbrahim Ceyûşî, (yy.: Dâru’t-türâsi’l-Arabî, 1980), s.
46-48.
1490
Fenâ kavramının bir analizi için bkz. Hacı Bayram Başer, Şeriat ve Hakikat: Tasavvufun Teşekkül Süreci, s.
277-287.
1491
Ali b. Osman el-Hucvîrî, Keşfü’l-mahcûb, nşr. İs‘âd Abdülhâdî Kandîl, (Beyrut: Dâru’n-nahdati’l-Arabiyye,
1980), s. 362-365.
sûfîler şiddetle tenkit edilmişlerdir.1492
O halde kısaca vermeye çalıştığımız bu arka planda, tasavvufun kimlik krizi yaşamasına yol açan iki
temel sorunla karşı karşıya olduğumuz görülür. Bunlardan birincisi tasavvuf içerisinde ortaya çıkan
ibâhî ve hulûlî eğilimlerin Müslüman toplumdaki sahih tasavvuf algısını yıpratmasıdır. İbâhî
eğilimler, ayet ve hadisleri de yorumlamak suretiyle dinî yükümlülükleri tasavvuf adına istismar ya
da terk eden zümrelerin genel adıdır. Hulûlî eğilimler ise nefs terbiyesinin sonuna ulaştıklarını öne
sürüp Hakk’ın kendilerine yerleştiğini iddia eden; dolayısıyla dine uygun olmadığı halde yaptıkları
herhangi bir davranışı meşru gösteren zümrelerdir. İkincisi ise fıkıh, kelam, hadis gibi dinî ilimler
arasında tasavvufun nasıl yer tutacağı sorunudur. Sûfîler için tasavvuf sistematik bir disiplin olmasa
bile, tasavvufu ibâhî ve hulûlî eğilimlerden ayrıştırmak için sûfîler zorunlu olarak ilmî bir dil
kullanmak durumundaydılar. Bu da tasavvufun dinî düşüncenin hangi alanında, hangi yöntem ve
kaynaklarla ilim yapacağı sorularının cevaplandırılmasını zorunlu kılmaktadır. Dolayısıyla
tasavvufun kimlik krizinin çözülmesi için iki noktadan hareket edilmesi elzemdi: Birincisi ibâhî ve
hulûlî eğilimlere karşı tasavvufun sahih biçimini ve sınırlarını belirlemek, ikincisi ise dinî ilimlere
karşı tasavvufun meşruiyetini ortaya koymak.
Cüneyd’e gelmeden önce ya da onunla aynı dönemde, tasavvufun farklı coğrafi muhitlerdeki önde
gelen diğer temsilcileri –ki bunlara tasavvufun “kurucu” imamları demek mümkündür- bu iki temel
sorunun nasıl çözüleceğiyle ilgili bazı temel cümlelere ulaşmışlardı. Söz gelişi Şam’da yaşayan Ebû
Süleyman ed-Dârânî’nin (ö. 205/820) “Bazen hakikate dair bilgiler kalbimi kırk gün süreyle sarar.
Ben iki şahit olmadan onların gönlümde yer etmesine izin veremem. Bu iki şahit Kur’ân ve
sünnettir”1493 sözü; Mısır’da yaşayan Zünnûn el-Mısrî’nin (ö. 245/860) “Ârif zâhir ahkâmla çelişen
bâtın bilgisine inanmaz”;1494 ifadesi; Ebû Hafs el-Haddâd’ın (ö. 260/874) “Bir kimse hallerini ve
eylemlerini Kitap ve sünnetle ölçmez ve aklına gelen havâtırı bunlarla değerlendirmezse, ismi
Allah’ın adamları listesinden silinir”;1495 cümlesi; Basra’da yaşayan Sehl b. Abdullah et-Tüsterî’nin
(ö. 283/896) “Kitap ve sünnetten şahidi bulunmayan her vecd geçersizdir”; 1496 sözü ya da Ebû Sa‘îd
el-Harrâz’ın (ö. 286/899) “Zâhire muhalif olan her bâtın bâtıldır”1497 ifadesi, bunlara misal olarak
zikredilebilir.
Bunlar arasından Ebû Hafs el-Haddâd’ın cümlesini istisna edersek, diğer cümleler Cüneyd’in
sözündeki ana fikri barındırmakla birlikte, aslında daha çok, elde edilen tasavvufî bir verinin gerçek
bir bilgiye nasıl dönüştürüleceğine odaklanmışlardır. Başka bir ifadeyle tasavvuf için krize neden
olan sorunların bir kısmı için çözüm önerisini ifade eder. Çünkü tasavvufî yöntem biri pratik diğeri
teorik olmak üzere iki türe sahiptir. Pratik yöntem, nefs terbiyesi için uygulanan her türlü riyazet ve
mücahede eylemini kapsar. Bu tür yöntemi ifade etmek için tasfiye, tecerrüt, tezkiye ya da tahallî
gibi kavramlar da kullanılır. Teorik yöntem ise, sâlikin riyazet ve mücahede esnasında kalbine doğan
verileri gerçek bilgiye dönüştüreceği yöntemleri kapsar ki, bu veri rüya olduğu zaman teorik yöntem
ta‘bîr; naslardan ahlakî hüküm çıkarıldığı zaman istinbât; bir nassın anlamı soruşturulduğu zaman
tefsir veya tevil adını alır.1498 Dolayısıyla tasavvuf için kriz anlamı ifade eden hangi sorundan
bahsedersek edelim, bu iki yönteme mutabık bir biçimde çözülmesi gerektiğini görürüz ki,
Cüneyd’in cümlesini önemli kılan hususiyeti de budur. Cüneyd-i Bağdâdî’nin (ö. 297/910) “Bizim
ilmimiz Kur’ân ve sünnetle mukayyettir”1499 cümlesi, hem ibâhî ve hulûlî eğilimlere karşı tasavvufun
pratik uygulamalarındaki sınırı belirlemekte hem de entelektüel bir disiplin olarak “tasavvufî bilgi”
denilen bilginin dayanaklarını tespit etmektedir. Başka bir deyişle Cüneyd, hem bir ahlaki tavır
1492
Ebû Nasr es-Serrâc, el-Lüma‘, s. 717-719, 738-739.
Ebû Nasr es-Serrâc, el-Lüma‘, s. 245; Kuşeyrî, er-Risâletü’l-kuşeyriyye, s. 80.
1494
Ebû Nasr es-Serrâc, el-Lüma‘, s. 138.
1495
Kuşeyrî, er-Risâletü’l-kuşeyriyye, s. 88.
1496
Ebû Nasr es-Serrâc, el-Lüma‘, s. 245, 526.
1497
Kuşeyrî, er-Risâletü’l-kuşeyriyye, s. 111.
1498
Bu iki yöntem hakkındaki ayrıntılı değerlendirme için bkz. Hacı Bayram Başer, Şeriat ve Hakikat: Tasavvufun
Teşekkül Süreci, s. 236-244.
1499
Ebû Nasr es-Serrâc, el-Lüma‘, s. 243; Kuşeyrî, er-Risâletü’l-kuşeyriyye, s. 96.
1493
olarak hem de bir dinî ilim olarak tasavvufun sınırını ve meşruiyetini ortaya koyan ana cümleye
ulaşmış görünmektedir. Bu bakımdan tasavvufun bir din ilmi olması demek, bütün bilgi verilerini
ayet ve hadislerden elde etmesi anlamı taşırken; ahlaklanma olması ise dinî yükümlülük ve
sorumluluklarda da yine vazgeçilmez bir şekilde Hz. Peygamber'e ittibâdan ibaret olması demektir.
Cüneyd-i Bağdâdî’nin sûfîler tarafından “Seyyidü’t-tâife” olarak anılmasını, tasavvufun bu temel
sorunlarına karşı ürettiği çözüm cümlelerine bağlamak gerekir.1500 Bu bakımdan Cüneyd’den sonra
tasavvufun bir din ilmi olarak “tedvin” edilmesi sürecinin hız kazandığını müşahede ederiz.
Cüneyd’den bir nesli sonra, onun talebeleri Ebû Muhammed el-Mürta‘iş’e intisap eden Ebû Nasr esSerrâc (ö. 378/988), el-Lüma‘sında tasavvufu fıkıh, kelam, hadis gibi dinî ilimlerin yanında alanı
ahlak, yöntemi riyazet ve istinbât, meseleleri manevî haller ve makamlar olan bir dinî ilim olarak ilk
kez sistematik şekilde ele almıştır. Bu noktada Serrâc’ın temel düşüncelerinden biri de tasavvufun
Hz. Peygamber’den beri kesintisiz bir şekilde süregelen bir ‘gelenek’ olarak O’nun örnekliğine
dayanmasıydı. Ebû Bekr el-Kelâbâzî (ö. 380/990) et-Ta‘arruf’unda sûfîlerin Kur’ân ve sünnete ittibâ
etme ve bu iki kaynaktan hüküm çıkarıp onları uygulama konusunda Ehl-i sünnet âlimleriyle kesin
bir ittifak içerisinde olduğunu ortaya koydu. Ebû Tâlib el-Mekkî (ö. 386/996) Kûtü’l-kulûb’unda bu
ilmin pratik uygulamalarını ayrıntılı olarak ele aldı. Abdülkerîm el-Kuşeyrî (ö. 465/1072) erRisâle’de bir dinî ilim olması bakımından tasavvufun terminolojisi konusuna eğilirken, öte taraftan
nasların yorumlanması konusunda sûfîlerin tutumlarını göstermek üzere bir işârî tefsir kaleme aldı.
“Üstatlarımın hepsi Cüneydî idi”1501 diyen Hucvîrî (ö. 465/1072) ise, Keşfü’l-mahcûb’unda
tasavvufun teorik ve tartışmalı konularını Ehl-i sünnet’in fıkıh-kelam kanadına mutabık bir şekilde
işleyerek tasavvufun teşekkülüne büyük bir katkı sağladı.
Bu örnekler bize şunu göstermektedir: Cüneyd-i Bağdâdî’nin “Bizim ilmimiz Kur’ân ve sünnetle
mukayyettir” sözü tasavvufun sadece bir ahlakî tavır olmakla kalmayıp bir dinî ilim karakteri
kazanmasını sağlayan temel düşünceyi yansıtması bakımından tasavvufun teşekkül döneminin ana
fikridir. Öte taraftan bu cümle, ibâhî ve hulûlî eğilimler karşısında tasavvufun vazgeçilmez bir
şekilde Hz. Peygamber’e ittibâ prensibine dayandığını ifade ederken, hem tasavvuf içindeki
bozulmalara karşı bir çözüm önerisini ifade etmekte hem de tasavvufun İslam toplumundaki
varlığının süreklilik ilkesi haline gelmektedir. Bu sözden hareket eden pek çok sûfî müellif, Hz.
Peygamber’e uymanın anlamını, velayet-nübüvvet ilişkilerini, nefs terbiyesi sonucunda elde edilen
verilerin nasıl birer “bilgi” haline getirilebileceğini ve sûfînin ancak Hz. Peygamber’e ittibâya
dayanan bir yöntemle hakikat ve ebedî saadete ulaşabileceğini ayrıntılı olarak işlemişlerdir. Başka bir
ifadeyle Cüneyd bu sözüyle tasavvufu tasavvuf yapan şeyin Hz. Peygamber’e ittibâ olduğunu ifade
eder. Bu meyanda Cüneyd’in cümlesinin, İbnü'l-Arabî’ye gelene dek mutasavvıfların yönünü tayin
etmeyi sürdüren bir otoritesi bulunur. Şu halde İbnü'l-Arabî’nin bu cümleyi nasıl yorumladığını
tespit ederek, tasavvufî yöntemin bu temel prensibinin on üçüncü yüzyıldan sonra nasıl takip
edildiğini ve bu konuda bir “gelenek” oluşup oluşmadığını belirlemek gerekir.
2. İbnü'l-Arabî’nin Cüneyd’in Sözü Hakkındaki Yorumları Bağlamında İttibâ-i Rasûl Anlayışı
Cüneyd-i Bağdâdî, İbnü'l-Arabî’nin bilhassa Fütûhât’ında sıkça zikrettiği ve erken dönemdeki sûfîler
gibi, “tasavvufun imamlarından biri” olarak kabul ettiği mutasavvıflardandır. Cüneyd’in Fütûhât’ta
ilk kez geçtiği yerde İbnü'l-Arabî onu, sahabe, tâbiûn ve etbâ neslinden bir grup isimle birlikte
peygamberin vârisi olan âlimler arasında zikreder. Burada İbnü'l-Arabî “vârislik” vasfını, Hz.
Peygamber’in koyduğu hükümleri ümmet adına korumak olarak tanımlar ve Cüneyd’i “peygamberin
hallerini ve sırlarını koruyanlar” arasında zikreder.1502 Cüneyd’in sözünü sadece Fütûhât’ta dokuz
1500
Hucvîrî, Cüneyd hakkında şu ifadeleri kullanır: “Tasavvuf ehlinin cümlesi, Cüneyd’in ‘imam’ olduğu hususunda
ittifak etmişlerdir. O nedenle hiçbir iddia sahibinin ve mutasavvıfın onun hakkında itirazda bulunması ya da ondan yüz
çevirmemesi mümkün değildir.” Bkz. Hucvîrî, Keşfü’l-mahcûb, s. 341.
1501
Hucvîrî, Keşfü’l-mahcûb, s. 419.
1502
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, trc. Ekrem Demirli, (İstanbul: Litera Yayınları, 2006-2012), I: 437. [Çalışma
boyunca Fütûhât’ın bu neşrine atıf yapacağız.] İbnü'l-Arabî’nin Cüneyd hakkındaki görüşlerinin bir derlemesi ve analizi
için bkz. Binyamin Abrahamov, Ibn al-ʿArabī and the Sufis, (Oxford: Anqa Publishing, 2014), s. 69-83.
kez bahis konusu eden İbnü'l-Arabî, ortaya koyduğu yorumlarda dinî düşüncenin çok çeşitli
meseleleri hakkında ayrıntılı görüşlerini dile getirir. Bu bakımdan İbnü'l-Arabî’nin yorumları,
Cüneyd-i Bağdâdî’nin “Bizim ilmimiz Kur’ân ve sünnetle mukayyettir” sözünün tasavvuf düşüncesi
için ne kadar bağlayıcı ve kritik bir öneme sahip olduğunu gösterir.
İbnü'l-Arabî’nin bu sözden hareketle ortaya koyduğu düşüncelerin önemi, tasavvufun yaşadığı büyük
dönüşüm hesaba katılmadan takdir edilemez. Cüneyd-i Bağdâdî “Bizim ilmimiz Kur’ân ve sünnetle
mukayyettir” derken, ondan hemen sonra gelen sûfî müellifler bu sözü, tasavvufun fıkıh-kelam
geleneğine bağımlı bir din ilmi olarak tesisinde referans kabul etmişlerdi. Oysa İbnü'l-Arabî’ye
geldiğimizde tasavvuf, sadece bireysel bir ahlaklanma yolu olmakla kalmayıp bir metafiziğe
dönüşmüştür. Bunu şöyle de ifade edebiliriz: İbnü'l-Arabî, sadece İslam’ın ahlak ve maneviyatı ile
ilgili konularda değil; felsefe geleneğini de göz önünde bulundurarak, varlık, bilgi, değer vb.
hususlarda insanlık tarihinde sorulmuş kadim sorulara da cevap bulmaya çalışır. Bu nedenle
Gazzâlî’den önce fıkıh-kelam geleneğine göre şekillenen “yerel” bir düşünce ve hareket olmasına
karşılık, on üçüncü yüzyıldan sonra tasavvufun yaşadığı dönüşüm, İbnü'l-Arabî ile birlikte felsefî
düşünce geleneklerini de hesaba katan ve bu yüzden daha “evrensel” bir muhatap kitlesi ve üslup
kazanan bir yapıya evrilmesidir. O halde Cüneyd-i Bağdâdî tasavvufu Kur’ân ve sünnetle sınırlı bir
ilim kabul ettiğinde bunu Ehl-i sünnet’in fıkıh-kelam kanadıyla bir uzlaşı ve ittifak düşüncesi
içerisinde yapmıştı. Buna mukabil İbnü'l-Arabî entelektüel bir disiplin olarak tasavvufun kapsamının
genişlemesinin sonucunda onu felsefî yöntemlerden ayrıştırmak üzere bu sözü referans kabul
etmiştir.
İbnü'l-Arabî bunu, tasavvufun, felsefenin temel sorularına cevap üretebilecek bir yönteme sahip
olmasından hareketle gerçekleştirir. Bu meyanda İbnü'l-Arabî’ye göre tasavvufun “müşahede”
yöntemi, felsefenin akılcı yöntemi ya da nazar ve istidlâl yönteminden daha kesin ve doğru bilgi
temin eder. Müşahede yöntemi ise temelde bir şeyin hakikatini, “peygamberâne bir tecrübe”
yaşayarak bilmek demektir. Başka bir deyişle tasavvufi yöntemin doğru bir netice vermesi, kişinin
Hz. Peygamber’e ittibâ etmesiyle doğru orantılıdır. Bu bakış açısından hareket eden İbnü'l-Arabî,
Cüneyd’in sözünü çeşitli vesilelerle yorumlarken, karşısında muhatap olarak fıkıh-kelam geleneğini
değil felsefeyi konumlandırır ve “Kur’ân ve sünnetle mukayyet olan” ve dolayısıyla ittibâ-i rasûlden
ibaret olan tasavvuf yönteminin felsefenin yönteminden daha yetkin bir yöntem olduğunu işler. O
halde Cüneyd’in sözü erken dönemde tasavvufun kimliğini kazanması açısından kilit bir rol
oynamışken; İbnü'l-Arabî ile birlikte tasavvufî yöntemin, evrensel bir bilgi elde etme yolu olarak
akılcı yöntemlere karşı üstünlüğünün ve onlardan daha tutarlı oluşunun bir ifadesi haline gelmiştir.
İbnü'l-Arabî’nin ortaya koyduğu düşünceleri daha iyi takip edebilmek için Fütûhât’taki çeşitli
pasajlardan hareketle konuyu ele alacağız.
2.1 Felsefî Yöntemin Eleştirisi: Nazar ve İstidlâl Yöntemine Karşı İttibâ-i Rasûl İlkesine
Dayanan Müşahede Yöntemi
İbnü'l-Arabî hakikate ulaşmanın ya akılla ya da müşahede ile mümkün olabileceğini kabul eder.
İlimleri bu çerçevede bir tasnife tabi tutan İbnü'l-Arabî, akıl ilmi, haller ilmi ve esrar ilimleri şeklinde
üç ilim türünden söz eder. Akıl ilmi, bir delilin incelenmesinin ardından gelen bilgileri içerir ve
kabaca fıkıh-kelam ile felsefe mensuplarının takip ettiği burhan yolunu ifade eder. İkincisi ise
içerdiği bilgiye ulaşılması konusunda aklî delillerin geçersiz olduğu ve sadece zevk ederek tahkik
edilebilecek haller ilmidir. Üçüncüsü ise aklın tamamen yetersiz olduğu esrar ilimleri gelir ki bu ilim
türü aslında ikincisinin bir sonucu veya alt başlığı kabul edilebilir. Dolayısıyla İbnü'l-Arabî yöntem
bakımından temelde iki ayrım üzerinde durur ve bunlardan birinin delil ve incelemeye, diğerinin ise
zevk ve tahkike dayandığını ifade eder.1503 Benzer görüşleri Konevî’de de bulmak mümkündür. O da
birincisi ehl-i nazar diye ifade ettiği grubun takip ettiği burhan yoludur. Burhan yönteminde
1503
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, I: 74-75.
öncüllerle istidlal yaparak hakikate ulaşmak hedeflenir. İkincisi ise muhakkiklerin takip ettiği
müşahede ve keşf yoludur. Bu ise nefsî arzu ve ilgilerden sıyrılarak (tecerrüd) idrak mahallini
tümüyle Hakk’a yöneltmek ve onun ihsan edeceği bilgileri almaya hazır hale gelmekten ibarettir.1504
Böylece İbnü'l-Arabî ve Konevî, hicrî altıncı yüzyılda Gazzâlî’nin mutasavvıfların takip ettiği sülûk
yöntemini hakikate ulaşmada bir yol kabul ettiği görüşü takip ederek1505 yöntem konusunda
tasavvufun temel tavrını sürdürmüşlerdir.
Öte taraftan hem İbnü'l-Arabî hem de Konevî, tasavvuftaki geleneksel bakış açısını ileri bir noktaya
taşıyarak, aklın Allah’ı bilme konusundaki yetersizliğine de dikkat çekmişler1506 ve hakikate
ulaşmada tasavvufun yönteminin felsefî yöntemlere karşı daha kesin bilgi sağladığını ortaya
koymuşlardır. İbnü'l-Arabî’nin yaklaşımını genel hatlarıyla şu şekilde ifade edebiliriz: Aklın işlevi
soyutlamadan ibarettir. Soyutlama ise herhangi bir varlığı parçalarına ayrıştırarak bilme esasına
dayanır. Oysa bilginin konusu Tanrı olduğunda aklın bu işlevi yetersizdir, çünkü Tanrı, mahiyetinin
parçalarına ayrıştırılamayan, faslı, cinsi vb. unsurları bulunmayan mutlak varlıktır. Bu durumda akıl
Tanrı hakkında ancak “olumsuzlama” yoluyla bilgi verebilir. İbnü'l-Arabî terminolojisinde bunun
ifadesi “tenzih” bilgisidir. Buna mukabil gerçek bilgi ya da hakikat, tenzih ve onun karşıtı olan teşbih
bilgisi arasında yer alır. Başka bir deyişle Tanrı hakkındaki bilgimiz ne büsbütün aklın sağladığı
tenzih bilgisinden ne de büsbütün vehim ve hayal gücünün sağladığı teşbih bilgisinden ibaret
olmalıdır. Müstakil olarak her ikisi de eksik bilgi demektir. Tanrı hakkındaki gerçek bilgi ise, ancak
vahyin hakemliğinde, yani nübüvvetin otoritesi dâhilinde ve tenzih-teşbih arasında mümkün
olabilir.1507 O halde vahiy ya da peygamber, insanın akıl ve hayal güçlerinin sağlayacağı “aşırılıklar”
karşısında itidali sağlayan asıl ölçüt olarak bulunur.
İbnü'l-Arabî, tenzih ve teşbih arasında Hakk’ı bilme konusunu ayrıntılı bir şekilde Fusûsu’l-hikem’in
Nuh fassında ele alır. Bu fasta Nuh (as) akıl gücünü temsil ederken, tevhide çağırdığı insanlar vehim
gücünü temsil eder ve İbnü'l-Arabî böylece insanın akıl ve vehim güçleri arasındaki çatışmayı konu
edinir. Neticede Nuh’un (as) daveti sınırlı bir karşılık bulmuştur, çünkü salt tenzihe dayanan bir çağrı
tevhide dair tam bir bilgi sağlamaktan uzaktır. İbnü'l-Arabî bu noktada hakikatin tenzih ve teşbih
arasında bilinebileceğini ortaya koyar, ancak konumuz açısından vurguladığı daha önemli bir husus,
bu tür bir bilginin sahibinin ancak Hz. Peygamber ve onun ümmeti olduğu yönündeki
düşüncesidir.1508 Konevî’nin yaklaşımını dikkate alırsak İbnü'l-Arabî’nin düşüncesi daha iyi tebellür
edebilir. Konevî’ye göre aklın bilgi imkânı, sadece ilahi hakikatleri kavrama karşısındaki
yetersizliğinden ibaret değildir ve tek tek diğer tikel hakikatler için de geçerlidir. Çünkü burada
sorun, aklın idrak sürecindeki işlevlerinin farklılaşmasıdır. Temel olarak ifade edersek akıl, bir şeyin
sadece “varlık” yönü hakkında bilgi sağlayabilir. Başka bir deyişle akıl bize bir şeyin sadece var olup
olmadığı konusunda bilgi sağlarken, o şeyin hakikati, yani onu bizatihi “o” şey yapan yönü hakkında
bilgi vermez.1509 Hakikat bilgisi ise vahyin ya da peygamberin rehberliğinde takip edilen bir
müşahede yöntemi sonucunda elde edilebilir. Böylece nübüvvet otoritesi ya da Hz. Peygamber’e
ittibâ etmek, İbnü'l-Arabî düşüncesinde sadece bir ahlaklanma ilkesi olmakla kalmaz, aynı zamanda
bilgilenmenin de ilkesi haline gelir.
İbnü'l-Arabî’nin yaklaşımını daha iyi takip edebilmek için Fütûhât-ı Mekkiyye’de yer alan “Kimyâ-yı
1504
Ekrem Demirli, Sadreddin Konevî’de Bilgi ve Varlık, (İstanbul: Kapı Yayınları, 2015), s. 111-113.
Erken dönemden itibaren tasavvufta akıl ve akılcı yöntemlere karşı mutasavvıfların nasıl bir yaklaşım
sergilediklerini Hucvîrî’nin anlatımında bulabiliriz. Bkz. Hucvîrî, Keşfü’l-mahcûb, s. 509-518. Bu konuda bir
değerlendirme için bkz. Hacı Bayram Başer, Şeriat ve Hakikat: Tasavvufun Teşekkül Süreci, s. 192-206.
1506
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, I: 256-257. Aklın bilgi imkânları konusunda İbnü'l-Arabî’nin yaklaşımından
daha sistematik açıklamalar Konevî’nin İ‘câzü’l-beyân’ında yer alır. Bkz. Sadreddin Konevî, Fatiha Suresi Tefsiri:
İ‘câzü’l-beyân, trc. Ekrem Demirli, (İstanbul: Kapı Yay., 2014), s. 46-74.
1507
Sadreddin Konevî, Tasavvuf Metafiziği: Miftâhu’l-gayb, trc. Ekrem Demirli, (İstanbul: Kapı Yay., 2014), s. 2238; Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, (İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2009), s. 295-299.
1508
İbnü'l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, tercüme ve şerh: Ekrem Demirli, (İstanbul: Kabalcı Yay., 2006), s. 62-65.
1509
Bu konu hakkında ayrıntılı değerlendirme için bkz. Ekrem Demirli, Sadreddin Konevî’de Bilgi ve Varlık, s. 120141.
1505
saadet” bölümü özel bir öneme sahiptir, çünkü burada İbnü'l-Arabî akıl ve vahyi iki ayrı bilgi
kaynağı kabul ederek her birisinin imkânlarını ele alır.1510 Bu bölümde İbnü'l-Arabî, biri akıl
gücünden yararlanarak, diğer ise peygambere ittibâ ederek yetkinleşmeye çalışan iki kişiyi konu eder
ve akıl gücüyle hareket edenin başarısızlığını ortaya koyar. Her iki kişi de nefsle mücadele ve onun
etkisinden kurtulduktan sonra manevi makamlarda yükselişe (mi‘râc) geçerler. Fakat bu ruhani
yükseliş esnasında peygambere tabi olan –İbnü'l-Arabî’nin deyimiyle taklitçi- daha hızlı ve kolay bir
süreç yaşarken; akla tabi olan felsefeci son derece yavaş ve istikrarsız bir biçimde sülûk eder ve
neticede şaşkınlık, ümitsizlik ve pişmanlıkla süreci tamamlar. İttibâ-i rasûl ilkesine bağlı kalarak
şeriatı takip eden sûfî ise tahkik bilgisine ulaşmasının kazandırdığı nur sayesinde, müşahede ve samt
makamında sülûkunu neticelendirir.1511 İbnü'l-Arabî’nin anlatımında her iki kişi de yetkinleşmek için
nefs terbiyesi vasıtasıyla güzel ahlaka erişmenin zorunlu oluşunda ve bu yolcuğun gayesinde –gaye
nefsin belirli süreçlerden geçirilerek ebedî saadete ulaşması, yani kimyâ-yı saadettir- ortaktır. Ancak
birisi bunu akıl gücüyle elde edebileceğini düşünürken, diğeri peygambere ve şeriata uyarak
maksadına ulaşabileceğine inanır. Başka bir deyişle İbnü'l-Arabî burada biri felsefî yöntem ile diğeri
ise dince belirlenmiş sınırlar dâhilinde gerçekleşen iki ayrı sülûk yöntemini karşılaştırır ve vahiy
olmadan metafizik çabanın yetersiz olduğunu vurgular.
İbnü'l-Arabî bu yaklaşımını Cüneyd-i Bağdâdî’nin “Bizim ilmimiz Kur’ân ve sünnetle mukayyettir”
sözü üzerine yaptığı yorumlarda da sürdürür. Söz gelişi Ramazan hilalinin görülmesi konusunu ele
alırken görerek bilmenin anlamını soruşturur ve meselenin manevi yorumunu zikrederken şunları
söyler:
Allah ehli ilâhî isimlerin tecellisinde gördükleri şeylerde gördükleriyle yetinirler
mi (onunla amel eder mi)? Yoksa Kitap veya sünnetten bir tanık bulana kadar beklemeleri
mi gerekir? Cüneyd şöyle der: “Bu ilmimiz, Kitap ve sünnet ile bağlanmıştır.” Cüneyd bu
ilmin (tasavvuf), o ikisiyle amel etmenin bir neticesi olduğunu kastetmektedir ki, bizim
‘tanık’ derken kastettiğimiz de odur. Kitap ve sünnet, iki güvenilir tanıktır. (…) Tasavvuf
yolu hakkındaki bilgime göre, Cüneyd’in sözünden şunu anlıyorum: Cüneyd, şeriat
yöntemine göre değil, aklın belirlediği yönteme göre halvete çekilip nefslerini eğiten ve
terbiye edenlere verilen bilgiler ile halvete çekilip nefslerini dince belirlenmiş yönteme
göre terbiye edenlere verilen bilgileri ayırt etmek istedi. Dince belirlenmiş yönteme göre
yapılan sülûk, bu esnada ortaya çıkan bilginin insana bir ikram olarak Allah katından
olduğuna tanıklık eder. İşte “Bu ilmimiz Kitap ve sünnetle kayıtlıdır” sözünün anlamı
budur. Başka bir rivayette, (kayıtlıdır yerine) “çevrilidir” denilir. Yani bu ilmimiz, Hak
kaynaklı meşru bir davranışın sonucudur. Böylece Cüneyd, akılcılara, yani hikmet
yasalarına göre hareket edenlerde (sülûklerinde) ortaya çıkan bilgiler ile sûfîlerde ortaya
çıkanları ayırt etmek istemiştir.1512
Bu pasajda İbnü'l-Arabî, Cüneyd’in sözünü erken dönem sûfîlerinin anladığı bağlamın dışına
çıkararak yorumlar. Daha önce de vurguladığımız üzere erken dönemde sûfîler, özellikle tasavvufu
bir dinî ilim şeklinde tesis etmek isteyen Serrâc, Kelâbâzî ya da Hucvîrî gibi yazarlar, Cüneyd’in
1510
Bu bölüm hakkında bir değerlendirme için bkz. Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 155-157.
İbnü'l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, (Bulak: Matbaatü’l-Züheyne, 1270/1854), II: 300-317; a.mlf., Fütûhât-ı
Mekkiyye, trc. Ekrem Demirli, VIII: 33-67; bu bölümün ayrı basımı için bkz. İbnü'l-Arabî, Filozof ve Sûfî: Metafizik
Üzerine, trc. Ekrem Demirli, (İstanbul: Litera Yayıncılık, 2017).
1512
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, V: 51-52.
1511
sözünü “amel” konusunda gevşeklik gösteren ya da aşırıya giden ibâhî ve ilhâdî zümrelere karşı,
tasavvufun sınırlarını tespit ederken kullanmışlardı. Hatta Cüneyd’in sözünü bir anlamda şerh ederek
Kur’ân’a ve sünnete uymanın, Ehl-i sünnet’in fıkıh-kelam kanadının ortaya koyduğu itikad ve ibadet
ilkelerini uygulamak olduğunu belirtmişlerdi. Oysa İbnü'l-Arabî burada sûfîlerin takip ettiği riyazet
ve mücahede yönteminin, “Kur’ân ve sünnetten kaynaklanan amel” olduğu müddetçe geçerli
sayılabileceğini belirtir ve bunu “dinî sülûk” olarak tanımlar. Öte yandan bir de “aklî sülûk” söz
konusudur ki, aklî sülûkta yapılan bazı uygulamalar sûfîlerin yaptıklarıyla benzeşebilir. Daha açık bir
ifadeyle İbnü'l-Arabî nefsi terbiye etmek üzere yapılan riyazet ve mücahedenin aslında “evrensel” bir
yöntem olduğuna işaret eder. Bu evrensel yöntemler içerisinde tasavvufu tasavvuf kılan şey, “iki
şahitten”, yani Kur’ân ve sünnetten kaynaklanıyor olmasıdır. İbnü'l-Arabî bu düşüncesini daha açık
bir biçimde Fütûhât-ı Mekkiyye’nin bir başka bölümünde ifade eder:
Cüneyd-i Bağdadi şöyle der: “Bizim bu ilmimiz, Kitap ve Sünnet ile kayıtlıdır.”
(…) İndirilen şeriatlara inanmayanlar da riyazet, mücahede ve nefsi doğanın etkisinden
kurtarmak gibi hususlarda bizimle ortak olunca, onlar da temiz ve arınmış ruhlara
ulaşabilir ve bu ulaşmanın hükmü, indirilmiş şeriatlara göre davranan müminlerde ortaya
çıktığı gibi onlarda da ortaya çıkar. Bu nedenle, bizimle onların arasında -insanların
genelinin nezdinde- bu noktada bir benzeşme ortaya çıkmıştır. Biz riyazet keşfinin ve yüce
ruhların yardımının verdiği bilgilerden söz ettik, bu erdemli nefislerde âlemdeki her şey
nakşedildi ve böylelikle bilinmeyenlerden konuşmuşlardır. Benzerliği ortadan kaldırmak
için Cüneyd şöyle demiş olmaktadır: “Bizim davranışımız ile akılcılar arasında (görünüşte)
bir ortaklık gerçekleşse bile, bizim riyazet, mücahede ve bu bilgileri ve bizde ortaya çıkan
temiz halleri bize kazandıran amellerimizin dayanağı, Kitap ve sünnete göre
davranmaktır.” Cüneyd’in, “Bizim bu ilmimiz Kitap ve Sünnet ile sınırlıdır” sözünün
anlamı budur. Kıyamet günü o insanlardan böyle ayrışacağız.1513
Buradaki ifadelerden hareketle şu değerlendirmeyi yapmak mümkündür: İbnü'l-Arabî’ye göre
hakikate ulaşmak ya da ebedî saadete erişmek, bütün insanların genel maksadı sayılabileceği gibi bu
maksada ulaşmak için uygulanan bazı yöntemlerde de benzeşmeler olabilir. Çünkü insanı beden ve
ruhtan müteşekkil bir varlık kabul edenler yalnızca Müslümanlar değildir, dolayısıyla bu insan
anlayışından hareket eden pek çok nefs teorisi ve buna bağlı olarak manevi yetkinleşme usulleri
ortaya çıkmış olabilir. Burada ayrım, ilahi bir vahye dayanan yöntemler ile herhangi bir şeriata
dayanmayan yöntemler arasında gerçekleşir. İbnü'l-Arabî ikincisini “hikmet kanunlarına uymak”
şeklinde ifade eder. Başka bir deyişle aklî kanunlara tabi olarak nefsini yetkinleştirmek de bir nefs
terbiyesi yöntemidir. Biz bu durumu genel mistik eğilimler şeklinde ifade edebiliriz. Hıristiyanlık,
Yahudilik vb. dinler içerisinde ya da Uzak Doğu, İran gibi havzalarda ortaya çıkan pek çok mistik
akım buna dâhil edilebilir. Yanı sıra herhangi bir dinî inanışa dayanmaksızın, felsefî ve hikemî
1513
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, VII: 156-157. İbnü'l-Arabî buradaki görüşlerinin devamında edille-i şer‘iyye
konusunda açıklamalarda bulunur ve kıyas bahsi üzerinde ayrıntılı olarak durur. Bu meyanda İbnü'l-Arabî’ye göre
Kur’ân ve sünnet iki fail asıldır. İcma ve kıyas ise Kitap ve sünnete delaletleri sayesinde sabit ve geçerli olan iki münfail
asıldır. Bu dört delilden, meşru hükümlerin varlığı ortaya çıktığı gibi o hükümlere göre davranmakla mutluluk
gerçekleşir. Bununla birlikte onun dikkat çektiği noktalardan biri de kıyas ile dinî hüküm vermenin hangi durumlarda
geçerli olup olmayacağı meselesidir. Burada ayrıntılarına girmek mümkün değil, fakat Allah’ı bilme konusunda
söyledikleri konumuzla yakından ilgilidir. İbnü'l-Arabî kıyas konusunu anlatırken “Allah’a re’y, yani düşünceden
hareketle ibadet edilmez” ifadesini kullanır ki, burada Kur’ân ve sünnete göre davranmakla sadece kıyas yaparak dinî
hüküm vermek arasındaki farkı dile getirir. Bu kapsamda İbnü'l-Arabî’ye göre ibadet dediğimiz şey, vahiy kaynaklı bir
emir veya nehiyken, âlimin Kur’ân ve sünnetten bağımsız “salt” kıyas yoluyla ulaştığı sonuçtan hareketle öne sürülen
amelin ibadet değeri tartışmalıdır. Bkz. İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, VII: 159-160.
gelenek içerisinde riyazet yöntemlerini uygulayanlara rastlanabilir. İslam’ın ilk asırlarda yayılıp
yerleştiği coğrafya, Müslümanların bu tür mistik eğilim ya da yolları tanımasını temin etmiştir. Şu
halde İbnü'l-Arabî, sadece bu mistik eğilimler ile tasavvufu ayıran nokta üzerinde durmakla kalmaz,
aynı zamanda aklî yöntemi benimseyen hikmet ehli kimseler ile sûfîler arasında da bir fark olduğunu
belirtir. Bu fark, Hz. Peygamber'e ittibâ etmekten kaynaklanan bir farktır ve hem şeriata bağlı
kalarak sülûkunu sürdüren sûfînin yaşadığı sürecin kolay ve hızlı olmasına vurgu yapar hem de bu
süreçte sûfînin kesin bilgiye ve saadete erişebileceğini anlatır.
O halde İbnü'l-Arabî’nin Cüneyd’in sözüne getirdiği yorum, Cüneyd’in kastettiği ya da Cüneyd’i
takip eden ilk sûfî müelliflerin tasavvufu şer‘î ilimlere yaklaştıran ve onunla sınırlayan “daraltıcı”
yaklaşımını aşarak, tasavvufun evrensel ve yerel yönleri üzerinde durur ve bu sayede tasavvufu
tasavvuf yapan şeyin Hz. Peygamber'e ittibâ olduğunu ifade eder.
2.2 Müşahede Bilgisinin Üstünlüğü: Kesbi ve Vehbî Bilgi Türleri
İttibâ-i rasûl ilkesinden hareketle yürütülen sülûk sürecinin en önemli sonuçlarından biri, bilgi
türlerinin mahiyetinde ortaya çıkar. İbnü'l-Arabî yukarıdaki pasajın devamında bu konunun bir
yönünü değinir ve şeriata tabi olmadan sülûk edenlerin bilgilerini “rûhânî”; şeriata tabi olanların
bilgisini ise “ilahî” kelimeleriyle niteler: “Onlar, ilahiyat bahislerinde bizim sahip olduğumuz zevke
sahip değildirler. Onların feyizleri ruhani iken bizim feyzimiz hem ruhani hem ilahidir. Çünkü biz
şeriat denilen ilahi bir yolu takip ettik. Bu yol, bizi şeriatı ortaya koyana ulaştırdı ki, O da Allah’tır.
Çünkü O, bu yolu kendisine ulaşan bir yol yaptı.”1514 Dolayısıyla İbnü'l-Arabî’ye göre peygambere
ittibâ ile takip edilen bir yolda elde edilen bilgi, akıl yöntemiyle elde edilene göre daha üstün ve
kapsayıcı bir bilgidir.
Bu bilginin kapsayıcı olmasını sağlayan özelliklerinden biri, bilginin kaynağı ya da öznesi olarak
hem Hakk’a hem de insana bakan yönünün bulunmasıdır. İbnü'l-Arabî Fütûhât-ı Mekkiyye’nin oruç
bölümünde sahur konusundaki hadisleri zikrettikten sonra Cüneyd’in sözüne de değinerek şunları
söyler:
Sahur hadislerini zikretmemizin nedeni, sözümü duyanların bu hadisleri
öğrenmelerini sağlamaktır. Böylece, vardığımız yorumlarda söz ve fiil bakımından Hz.
Peygamber’in işaret etmiş olduğu hususların dışına çıkmadığımız öğrenilir. Çünkü bu
grubun efendisi Ebu’l-Kâsım el-Cüneyd şöyle demiştir: “Bizim bu ilmimiz Kitap ve
sünnet ile sınırlıdır.” Cüneyd şunu demek ister: Biz sûfîler ilmimizi Allah’tan -biz onu
kitaplardan veya adamların sözlerinden almadık- alsak bile, Allah bize peygamberlerinin Allah’ın rahmeti üzerlerine olsun- kendi katından getirdikleri bilgiyle çelişen bir ilim
olarak öğretmedi. Bu bilgiler, söz gelişi zikrettiğimiz hadisler veya Allah’ın herhangi bir
kitaba indirdiği vahiylerle çelişmez. Bilakis bize verilmiş olan bilgi, Allah’ın kulu Hızır
hakkında söylediği gibidir. Allah ona rahmet verdiğini ve kendi katından ona bilgi
öğrettiğini bildirmiştir. İşte Allah katından öğretilen vehbî bilgi budur. (…) Çalışmayla
elde edilen (kesbî) bilgi de bu ümmetin içinden takva sahiplerinin ulaştığı bilgidir, çünkü
o, bir davranışın neticesidir ki bu davranış da takvadır.1515
1514
1515
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, VII: 157.
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, V: 131-132.
Burada İbnü'l-Arabî konuyu kesbî ve vehbî bilgi türleri şeklinde ikiye ayırarak ele almasına karşılık,
bu tasnife dair yaklaşımı erken dönemden itibaren sûfîlerde gördüğümüzden daha farklıdır. Erken
dönemde sûfîler, tasavvufun diğer dinî ilimler ile ilişkisinden bahsederken, tasavvufun mümeyyiz ve
üstün konumunu vurgulamak üzere vehbî-kesbî bilgi ayrımını zikretmişler ve bu çerçevede tasavvufî
bilginin Allah’tan gelen ilham ve mevhibe olduğunu; buna mukabil diğer şer‘î ilimlerde elde edilen
bilginin insanların birbirine aktarımlarından ibaret olduğunu dile getirmişlerdi.1516 İbnü'l-Arabî en
azından bu noktada erken dönem mutasavvıflarıyla uyum içindedir. Nitekim Bâyezid-i Bestâmî’den
(ö. 261/875?) aktardığı “Siz ilminizi ölülerden aldınız, biz ise ölümsüz diriden aldık” sözüne özel bir
önem atfeder. Bu sözü yorumlarken tasavvufun diğer ilimlerden üstünlüğünü keskin ifadelerle
açıklar. Bu itibarla İbnü'l-Arabî’nin bakış açısında Cüneyd’in sözü, Bâyezid’in sözünün bir
tamamlayıcısı ya da sonucu bile sayılabilir.1517 Fakat buna ek olarak İbnü'l-Arabî, yukarıdaki pasajda
kesbî bilginin de Hakk’a yönelik bir amelden doğan bilgi olabileceğini vurgular. Bu amel veya
amellerin toplamını “takva” olarak nitelendiren İbnü'l-Arabî, böylece kişinin şeriata veya
peygambere ittibâ ile yaptığı eylemlerin neticesinde elde edilen bir bilgi türü olarak kesbî bilgiyi de
tasavvuf dairesi içerisinde değerlendirir.
Burada altını çizmemiz gereken diğer husus, vehbî veya kesbî olsun, müşahede bilgisine üstünlük
kazandıran özelliklerdir. İbnü'l-Arabî, Cüneyd’in sözüne atfen bu özelliklerin iki tanesini öne çıkarır.
Bunlardan birincisi “çelişmezlik” vasfıdır. İbnü'l-Arabî yukarıdaki pasajda bunu, Hakk’tan gelen ya
da kişinin nefs terbiyesi ve güzel ahlakla elde ettiği bilginin Kur’ân ve sünnetle çelişmediğini
söyleyerek ifade eder. Bu bakımdan tasavvufun Kur’ân ve sünnetle sınırlı olması demek, aynı
zamanda dinin temel referanslarıyla örtüşen bir bilgi ve ahlak yöntemi olduğunu ifade etmek
demektir. Müşahede bilgisini, felsefî yöntemle ya da herhangi bir mistik yöntemle elde edilen
bilgiden ayıran ikinci üstünlük vasfı ise “duruluk” adını verebileceğimiz özelliktir. Bu kavramla,
müşahede bilgisini inhiraf edecek herhangi bir bâtılın bu bilgiye ilişmemesini kastediyoruz. İbnü'lArabî’nin düşüncesinde müşahede bilgisine bu vasfı kazandıran yine onun Kur’ân ve sünnetle sınırlı
oluşudur. Bu meyanda İbnü'l-Arabî şöyle der:
Allah’ı bilenlerin sahip olduğu her şey Kur’ân’dan aldıkları bilgilerdir. Kur’ân
“Batıl ona önünden veya ardından giremez” ayetinde belirtildiği üzere doğruluğu
kesinleşen masum vahiydir. Daha önce inen kitaplar Kur’ân-ı Kerim’i tasdik ederken
ardından onu tekzip edecek bir vahiy inmeyecektir. O bakımdan Kur’ân sabit hakikat
demektir. Bu ümmet içerisinde veya önceki ümmetlerde Kur’ân’ın dışında inmiş olan
vahiy ve ilhamlara bâtıl ‘önlerinden’ gelebilir; bu durumda onun sahibi ayet veya sahih
rivayete dayanarak kendine gelen ilhamın hükmünü tashih eder. Bu durum (İslam
ümmetindeki ilhamlarla ilgili) Cüneyd-i Bağdâdî’nin “Bizim bu ilmimiz Kitap ve Sünnet
ile sınırlıdır” cümlesinde belirtilir. Yani Kitap ve sünnet bizim ilmimizin Allah katından
1516
Ebû Nasr es-Serrâc, el-Lüma‘, s. 89-113; Ebû Abdurrahman es-Sülemî, “Kitâbu beyâni’ş-şerî‘ati ve’l-hakikati”,
Mecmûa-i âsâr-ı Ebû Abdurrahman Sülemî, nşr. Nasrullah Pürcevâdî, Muhammed Sûrî, (Tahran: Merkez-i Neşr-i
Dânişgâhî, 1969), III: 383-405; Hacı Bayram Başer, Şeriat ve Hakikat: Tasavvufun Teşekkül Süreci, s. 172-173.
1517
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, II: 352. İbnü'l-Arabî, Bâyezid’in bu sözünden hareketle yaptığı yorumlarda
felsefî yönteme yönelik eleştirilerini sürdürür. Ona göre ilâhî ve kevnî hakikatleri en mükemmel şekilde müşahede
edebilen kutup veya imam, bilgi edinmek için hiçbir şekilde fikir gücüne başvurmaz. Daha doğrusu bilgiyi bir ihsan
şeklinde Hakk’tan almak, onun için çaba gerektirmeyecek bir biçimde meleke ve alışkanlık haline gelmiştir. Zaten aksi
bir yönteme başvurmak istese yanılır. İbnü'l-Arabî bu durumla ilgili Hz. Peygamber’den bazı örnekler verir. Burada
söylemeye çalıştığı şey, Allah’ı bilen tahkik ehlinin fikir gücüne başvurmadan kesin bilgiye erişmesidir. Bu durumu diğer
ilimlerin tahsiliyle de ilişkilendiren İbnü'l-Arabî, Bâyezid’in sözünü naklettikten sonra şöyle der: “Allah ile kul
arasındaki en büyük perde, kulun bilgisinin nefs kaynaklı olması ve bilgisini fikir ve nazari gücünden almasıdır. Bu
güçlerden aldığı bilgi gerçek bilgiye uysa bile, bilgiyi Allah’tan almak daha üstündür. Aklın zorunlu bilgileri,
Allah’tandır, çünkü onlar, fikir ve tümevarım (istidlal) yoluyla elde edilemez. Bu nedenle zorunlu bilgiler, insan akıl
sahibiyse, kuşku ve tereddüt kabul etmez.” Bkz. İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, XI: 308-311.
gelen gerçek bilgi olduğuna şahitlik eder. Söz konusu ilham ve vahiylere ‘ardından’ da
bozukluk gelebilir. Yani ilhamın bâtıl olduğu o esnada bilinmez, daha sonra bâtıl olduğu
öğrenilir. Bu durum Kur’ân-ı Kerim’de “Ona bâtıl önünden veya ardından girmez, elHâkim ve el-Hamid’in indirdiği vahiydir” ayetinde belirtilir.1518
Burada İbnü'l-Arabî, bir din ilmi olması bakımından tasavvufta bilginin hangi ölçütlerle “gerçek
bilgi” sayılacağını da açıklamış olmaktadır. Tasavvufî terbiye sürecinde sâlik, İbnü'l-Arabî’nin
“ilhamlar” dediği birtakım verilere ulaşabilir. Bu verilerin “bilgi” haline gelmesi, ancak Kur’ân ve
sünnetle tashihinden sonra söz konusu olabilir ki tasavvufu bir din ilmi kılan yönü de burasıdır.
Dolayısıyla İbnü'l-Arabî’nin yorumunda Cüneyd’in sözü, tasavvufta bilginin hangi ölçütlere göre
değerlendirileceği noktasında da bir referanstır. Bu meyanda İbnü'l-Arabî, bilginin ölçütleri
konusunu akıl, keşf ve şeriat terazilerinden bahsettiği bölümde daha ayrıntılı olarak ele alır.
2.3 Bilginin Ölçütleri: Akıl, Keşf ve Şeriat Terazileri
Tasavvufî bilginin kişisel tecrübeye dayanması ile tasavvufun bir “ilim” olması arasındaki çelişki,
başından beri sûfîlerin aşmaya çalıştıkları bir sorun olmuştur. Bu çerçevede sâlikin nefs terbiyesi
sürecinde yaşadığı birtakım hallere bağlı olarak kendisine gelen ilham ve varitleri, hangi ölçütlere
göre değerlendireceği konusunda çeşitli görüşler öne sürülmüştür. Erken dönem mutasavvıfları için
bu ölçütler Kur’ân ve sünnet şeklinde dile getirilmişti ki Cüneyd’in sözü bu anlayışın temel
referansıydı. Bu itibarla herhangi bir vecd veya tasavvufî bilgi iddiası, Kur’ân ve sünnetten iki şahitle
delillendirilmedikçe gerçek bilgi kabul edilmez. Bu anlayış Gazzâlî’den önce tasavvufun metin
yorumculuğuna bağlı bir din ilmi olmasının zeminini teşkil etmişti. İbnü'l-Arabî ve sonrasında
Konevî ise müşahede ve keşf bilgileri için bir mîzan ve ölçüt bulunmasını, metafizik yöntemin
zorunlu neticesi saymışlardır.1519 Daha doğrusu onlara göre her ilim ve sanat için, doğru ve yanlışı
ayırt etmeyi mümkün kılan miyar ve kaideler bulunur. Tasavvuf için bu kaideleri ve ölçütleri ortaya
koymak, yazının başında Kayserî’den aktardığımız, her şeyden evvel tasavvufun şâirâne bir tahayyül
olmadığını anlatmak için gereklidir.
İbnü'l-Arabî’ye göre her sanat, mertebe, hal ve makam için bir terazi bulunur ve bu sayede bilgi ve
amelin doğruluğu tespit edilir. Söz gelişi akılcı yöntemlerle elde edilen bilgiler, mantık terazisiyle
ölçülür. Konu yükümlü insanın davranışları ve bilgileri olduğunda ise İbnü'l-Arabî davranışları duyu
ve kalp amelleri; bilgilerini ise aklî ve şer‘î bilgiler diye şeklinde ikiye ayırır. İbnü'l-Arabî’nin
düşüncesinde muhakkik, her bir kefeye bilgi ve davranışı adaletle taksim ederek teraziyi dengede
tutan kimsedir.1520 Öte yandan şer‘î bilginin davranışa dönüşmesiyle kulda tahakkuk eden ahlakın da
kazandırdığı bir bilgi vardır ki İbnü'l-Arabî bunu müşahede ve keşf bilgisi olarak ifade eder.
Dolayısıyla ona göre bilgi ve davranışların ölçütü olan üç tür terazi bulunur: akıl, keşf ve şeriat
terazileri.
Akıl terazisi, anlamlarda mantık, lafızlarda ise nahiv örneğinde olduğu gibi fikir gücüyle idrak edilir.
Fakat bu bahisle ilgili İbnü'l-Arabî’nin üzerinde durduğu esas konu, sûfînin bu terazi ile ilişkisidir.
İbnü'l-Arabî’ye göre sûfî, bu terazi hakkında bilgi sahibi olmasa bile, bu teraziyi kullanan kişilerle
ortak bir anlama ulaşabilir. Daha doğru bir ifadeyle mantık, nahiv gibi disiplinlerin terminolojisini
bilmese de – kaldı ki bilmek zorunda değildir- Allah’ın ihsan ettiği basiret sayesinde bu teraziyi
doğru bir şekilde kullanabilir. Bu açıklamadan sonra İbnü'l-Arabî dikkatini dinî davranışlara yöneltir.
Ona göre akıl terazisinin tasavvufun yöntemini ilgilendiren yönü, takva konusunda ortaya çıkar.
Daha doğrusu takvanın neticesinde elde edilen bilginin değerlendirilmesinde sûfî de akıl terazisini
1518
1519
1520
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, XVII: 21-22.
Ekrem Demirli, Sadreddin Konevî’de Bilgi ve Varlık, s. 105-111.
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, X: 345.
kullanır. Burada sûfînin yaptığı şey, takvası ile takva neticesinde ortaya çıkan bilginin örtüşüp
örtüşmediğini tartmaktan ibarettir. Eğer bu ilişki geçerliyse amelden elde edilmiş bir bilgidir, fakat
herhangi bir yönden fazlalık, eksiklik ve örtüşmeme durumu söz konusu ise sûfî bununla ilgili
bilginin Allah’tan kendisine gelmesini bekler. Eğer fazlalık söz konusuysa bunu Allah’ın ihsanı
olarak kabul eder, eksiklik ve zafiyet varsa bununla ilgili de ameli telafi etmeye çalışır. 1521
Dolayısıyla İbnü'l-Arabî’ye göre tasavvufta aklî yöntem, insanın dinî ve ahlakî eylemlerinin Allah ile
arasındaki irtibatı ne şekilde ilgilendirdiği noktasında geçerli bir yöntemdir.
Keşf terazisi ise akıl terazisine sahip olanların idrak edemeyeceği meseleler hakkında geçerlidir ki bu
teraziye Allah’ın ihsan ettiklerinden başkası sahip olamaz. İbnü'l-Arabî bu konuyu İbn Kasî’nin bir
mesele hakkındaki görüşünü eleştirerek açımlar ve cehennem ehlinin azabının “ebedî”
olmayabileceği yönündeki yorumun ancak bu terazi sahiplerince bilineceğini örnek verir. Fakat
İbnü'l-Arabî’nin burada vurguladığı önemli bir husus, sûfînin keşfinin peygamberin bildirdiği bir
keşifle çelişmesi durumunda ne yapılacağıdır. İbnü'l-Arabî böyle bir durumda peygamberin keşfinin
nazar-ı itibara alınacağını, diğer keşfin geçersiz olacağını belirtir. Daha doğru bir ifadeyle İbnü'lArabî, keşfin asla yanılmayacağını, fakat onu yorumlayan kişinin tevilinde bir bozukluğun söz
konusu olabileceğini düşünür.1522 Bu durumda keşf terazisini uygun şekilde kullanamayan sûfînin
keşif verisini gerçek bilgiye dönüştürmek üzere dönmesi gereken yer, şeriat terazi olur ki İbnü'lArabî, Cüneyd-i Bağdâdî’nin sözünü bu bağlama yerleştirir. İbnü'l-Arabî şöyle der:
Şer‘î terazi ve mîzan ise şudur: Allah sana ilahi ilimlerden bir bilgi verir.
Kendisini biliyor isek, bu durumda şeriata bakarız. Şeriatı bilmiyor isek, fikir sahiplerine
değil, hadisçilere sorar ve şöyle deriz: Herhangi birisinden peygamberin Allah’ın şöyle
veya böyle dediğini aktardınız mı? ‘Evet’ derlerse, onu bildiğin veya sana söylenenle
tartmalısın. Bil ki o meselede sen o peygamberin varisisin! Ya da bir ayetin ona delil olup
olmadığına bakılır. Cüneyd-i Bağdâdî’nin “Bizim bu ilmimiz Kitap ve Sünnet ile
sınırlıdır” sözü bu demektir ki kastedilen bu terazidir.1523
Bu pasaja göre İbnü'l-Arabî sûfîlerin kendilerine açılan ilahi bilgiler kapsamında şeriata dair
bilmedikleri herhangi bir konu olursa, muhakkak surette öncelikle şeriat bilgisinde uzmanlaşmış
âlimlere sorulması gerektiğini ve şeriat bilgisiyle keşif bilgisi arasında örtüşme aranması gerektiğini
vurgular. Bununla birlikte o, şeriat terazisiyle elde edilen bilginin aynısının Kur’ân ve sünnette
birebir zikredilmiş olmasını zorunlu görmez. Burada kastettiği şey, hangi peygamberin diliyle gelmiş
olursa olsun, “bir” şer‘î bilginin, Kitap ve sünnetten iki aslı da birleştirmesinin sağladığı kesinlik ve
örtüşmedir. Bu noktada İbnü'l-Arabî’ye göre keşifle velilere gelen ancak akılla reddedilen pek çok
mesele vardır ki insanlar bunları ancak bir peygamber onayladığında iman ederek ya da tevil ederek
kabul eder.1524 İbnü'l-Arabî bu durumu insanların tasavvuf bilgisinden yoksunluğu ile açıklamaz, tam
aksine bu, şeriat terazisine sahip olmamaktan kaynaklanan bir çelişkidir ve insanın idrakinde bir
eksiklik anlamına gelir.
Sûfî açısından her üç teraziyi de göz önünde bulundurduğumuzda şu tabloyla karşılaşırız: Sûfî,
hakkında akıl, keşf ya da şeriat bakımından kesin bilgiye sahip olmadığı herhangi bir konudaki
düşünce ve yorumunu ancak şeriata ve peygambere ittibâ ederek bilgiye dönüştürebilir. Bu nedenle
1521
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, X: 346-348. Burada İbnü'l-Arabî’nin, insanın peygamberi tasdik etmesi ve
aklın bu yöndeki işlevi hakkındaki düşünceleri de önem arz eder. İbnü'l-Arabî’ye göre peygamberi tasdik etmek, selim
fıtrat, sahih akıl ve inhiraf etmemiş bir mizaç için neredeyse zorunlu bir eylemdir. Bununla ilgili bkz. İbnü'l-Arabî,
Fütûhât-ı Mekkiyye, VIII: 126-127.
1522
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, X: 345-346.
1523
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, X: 349.
1524
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, X: 349.
üç terazi arasında şeriat terazisi İbnü'l-Arabî’nin “esas ölçüt” olarak kabul ettiği tür olarak öne çıkar.
2.4 İttibâ-i Rasûl’ün Anlamı ve Gayesi: Nafilelerle Hakk’a Yaklaşmak ve Velâyet
Buraya kadar en azından şu sonuca ulaşmış olabiliriz: İttibâ-i Rasûl ilkesine bağlı kalmak, gerekçesi
erken dönem sûfîleri ile İbnü'l-Arabî arasında farklılaşsa bile, tasavvufu hem iç bozulma ve
aşırılıklardan korumak hem de onu aklî veya mistik olsun, nefsi arındırmaya yönelik evrensel
yöntemlerden ayrıştırmak için hayati öneme sahiptir. Bu ilkenin tasavvufun yöntemindeki tutarlılığı
ve sürekliliği sağlaması, yöntemin pratik ve teorik süreçlerinde etkin ve belirleyici unsur olmasıyla
mümkündü. Bu yüzden hem Cüneyd’in etkisinde gelişen tasavvuf anlayışında hem de İbnü'l-Arabî
ve sonrasında, nefsi arındırmak için takip edilen pratik uygulamalar ve bu uygulamalar neticesinde
sâlikte oluşan idrak ve bilgilenmenin doğruluğunu sağlayan ölçüt, Hz. Peygamber’in sünneti olarak
vaz edilmiştir.
Peki, peygambere ittibâ etmek tam olarak ne anlama gelir? Nefsi terbiye etmek için gerçekleştirilen
uygulamalar, uzun bir zaman dilimi içerisinde, farklı ve çeşitli biçimlerde gelişim göstermiştir. Bu
uygulamaların önemli bir kısmı, çeşitli veçheleriyle tecrübe edilmiş ve bu tecrübelerin sonunda
neticesi alınmış olduklarından, belirli bir gelenek fikri dâhilinde nesilden nesle aktarılmış
görünmektedir ki, bunlardan bir kısmına hadislerde rastlamak olası olmayabilir. O halde sorumuzu
şu şekilde de ortaya koyabiliriz: Tasavvufta, sünnette “doğrudan” referansını bulamadığımız birtakım
pratikleri Hz. Peygamber’e “ittibâ” ile nasıl ilişkilendirebiliriz? Bunları cevaplandırabilmenin en
makul yolu, sûfîlerin riyazet ve mücahedeyi temellendirebilmek için hareket ettikleri bazı temel
ilkeleri göz önünde bulundurmak olabilir. Bu kapsamda sûfîlerin öncelikli olarak “amel”
düşüncelerini ve bu bağlamda ulaştıkları “edep” kavramını; daha sonra amel ve bilgi arasındaki
ilişkiye dair görüşlerini ve nihayet bu yöntemlerin doğası ve neticeleri hakkındaki fikirlerini dikkate
almak gerekecektir.
Teşekkül döneminde tasavvufun en mühim sorunlarından biri bilgi ve amel arasındaki irtibatı
sağlamak, daha doğrusu entelektüel ayrışmayla kaybolan bu irtibatı tekrar tesis etmekti. Bu nedenle
sûfîler, dinî hayata dair herhangi bir bilgimizin belirli bir amelle neticelenmesi gerektiği üzerinde
durdular. Fakat insanın bildiği ile amel etmesi gerektiği düşüncesi, tasavvufa özgü bir düşünce
sayılmaz; bu zaten geleneksel olarak bütün Müslümanların kabul ettiği ve yücelttiği bir
sorumluluktu. Sûfîlerin dikkati çektiği esas konu, amelden intaç edilen bilgi idi. Daha açık bir
ifadeyle sûfîler, dinî hayata dair herhangi bir amelin ahlaklanmayla ilgili “yeni” bir bilgi
doğurduğunu öne sürerek, bilgi-amel ilişkisine dair geleneksel bakışı tersyüz etmişlerdir. Bu süreçte
sûfîlerin ulaştığı en önemli kavramlaştırma “edep” idi. Edep (çoğulu âdâb), ahlakî bir meleke haline
gelmiş amelden doğan bilgi ve davranış kalıplarının toplamını ifade eder ki, bu yönüyle kavram
aslında tasavvufun “bilgi yöntemi”, yani epistemolojisini taşıyabilecek kadar kapsamlıdır. Bu itibarla
sûfîlerin kullanımında edep kavramını, kısaca şeriattan kaynaklanan ahlak bilgisi şeklinde ortaya
koyabiliriz. Nitekim İbnü'l-Arabî, Cüneyd-i Bağdâdî’nin sözü hakkındaki bir yorumunda edep
kavramının bu yönüne dikkati çeker ve şeriat-hakikat ilişkisine dair görüşünü paylaşır:
Şeriatlar Hakk’a ulaşmayı temin eden adabı getirmiş, akıl sahipleri onları kabul
etmiştir. Çünkü şeriat aklın özü demekken hakikat şeriatın özüdür. Bu itibarla şeriat
kabuğun kendisini sakladığı özdeki yağ mesabesindedir. Öyleyse öz yağı saklarken kabuk
özü saklar. Akıl da şeriatı, şeriat de hakikati saklar. Akıl olmaksızın şeriat iddiasında
bulunanın iddiası doğru değildir. (…) Şeriat olmaksızın hakikati bildiğini iddia etmek
doğru değildir. Bu nedenle Cüneyd şöyle demiştir: “Bizim bu ilmimiz” yani Allah ehlinin
getirdiği hakikatler, “Kitap ve sünnetle sınırlıdır.” Yani bu hakikatler ancak Allah’ın
kitabına ve Hz. Peygamber’in sünnetine göre amel edenlerce elde edilebilir ki o da şeriat
demektir. Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Beni Allah edeplendirmiştir, ne güzel de terbiye
etmiştir.” Kastedilen Allah’ın şeriatıdır. Kim Allah’ın şeriatına uyarsa edepli olur, kim
edepli olursa erer.1525
Bu pasajda yukarıdan beri anlatılan bazı hususların özlü bir ifadesini bulabiliriz. İbnü'l-Arabî’nin
düşüncesinde akıl, dinî hayatın büsbütün dışında değil; fakat Allah’a ulaştıran akıl, ancak şeriat ile
terbiye edilmiş bir akıldır. Başka bir ifadeyle amelleri Kitap ve sünnete uygun kişilerin aklı, şeriatın
Hakk’a ulaşmayı sağlayan bir yol olarak vaz edildiğini görür. O halde sûfîlerin anlayışında amel
dediğimiz şey, Kur’ân ve sünnette göre yapılan her türlü davranışı kapsamaktadır ki bu ameller güzel
ahlakı temin eden bilgilerle neticelenir. Şeriata uygun düşünce ve davranışlar, Hz. Peygamber’e ittibâ
etmek demek iken, bunlar aynı zamanda edeplenmeyi, edep ise Hakk’a vâsıl olmayı temin
etmektedir.
Şeriata göre edeplenme düşüncesi, tasavvufun başından beri uyguladığı zühd, riyazet ve mücahede
uygulamalarının ana fikrini teşkil eder. Hicri birinci asrın sonlarından itibaren derlenen Kitâbü’zzühd’lerde, Hz. Peygamber’den tevarüs edilen çok sayıda davranış, tavır ve tutum sûfîlerin âdâb
anlayışlarını biçimlendirir. Bu literatür çok zaman geçmeden hicri üçüncü yüzyıldan itibaren telif
edilen müstakil tasavvuf kitaplarının içeriğini belirleyerek, ittibâ-i Rasûl ilkesinin tasavvuf hayatını
nasıl şekillendirdiğine dair teorik zeminin oluşmasını sağlamıştır. Cüneyd’in sözü, bu teorik zeminin
formüle edilmesinden ibaretti. Daha sonraki nesilden Ebû Nasr es-Serrâc (ö. 378/988) tasavvufun,
sûfîlerin öncelikle Kur’ân’dan istinbât ettikleri ahlaki hükümlerin uygulanmasına; eğer Kur’ân’dan
istinbât edilemiyorsa Hz. Peygamber’in sünnetinden alınan uygulamalara; eğer burada
bulunamıyorsa ashâbın uygulamalarına dayanan bir yöntem anlamına geldiğini el-Lüma‘nın ilk ana
kısmında uzunca anlatır. Bununla birlikte müstakil olarak kitabın en hacimli bölümü, bu kısımdan
sonra gelen “Tasavvuf Âdâbı” bahsidir ki, böylece Serrâc okuyucuya şunu söylemiş olur: “Kur’ân,
sünnet ve ilk sahabe neslini takip edersek, şeriatın neticesi ve Hakk’a vâsıl edici edeplerle donanmış
oluruz.”
Bu kapsam içerisinde meseleye bakıldığında tasavvufta oluşan geniş âdâb literatüründeki uygulama
ve tutumların ittibâ-i Rasûl ilkesinden nasıl intaç edildiğini anlamak mümkün hale gelmektedir.
Sûfîler şeriata göre bir amelde bulundukları zaman, bu amelin neticesi olan bilgi ve tutumları da
ittibâ kapsamında değerlendirmişlerdir. Çünkü sûfîler, bilgilerinin “iki asıl” veya “iki şahit” dedikleri
Kur’ân ve sünnetin dışına çıkmasını muhal saymışlar; eğer süreçte ve neticede bir bozulma yaşanırsa
bunu söz konusu iki asla, gerektiği şekilde tabi olmamanın sonucu saymışlardır. İbnü'l-Arabî bu
durumu Fütûhât’taki uzunca bir pasajda şöyle izah eder:
Veliler himmet miraçlarında yükselirken ulaşabilecekleri (…) bilgiler, teşriî
bilgiler değil, peygamberin getirdiği vahiy veya kendisine inen kitap veya sahife
hakkındaki anlayış nurlarıdır. Velinin o kitabı bilip bilmemesi veya kitabın ayrıntısını
duyup duymaması, durumu değiştirmez. Fakat velinin bilgisi, o peygamberin Allah’tan
getirdiği vahyin veya kitabın veya sahifenin dışına çıkmaz. Bu durumun böyle olması,
peygamberi tasdik eden her veli için zorunludur. Bu ümmetin durumu ise (önceki
ümmetlerden) farklıdır, çünkü onlar, bütün peygamberleri ve nebileri tasdik etmeleri
yönünden, bilgi, fetih ve her nebinin vahyinin niteliğinin kitabının ve sahifesinin
gerektirdiği şey hakkında ilahi feyiz sahibi olurlar. Bu özellikle onlar, diğer ümmetlerin
1525
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, XVIII: 115.
velilerinden üstündürler. Dolayısıyla ilahi ilimlerde bir velinin keşfi peygamberinin kitap
ve vahyinin gereğinin üzerine çıkamaz. Bu konuyla ilgili olarak Cüneyd şöyle der: “Bizim
bu ilmimiz Kitap ve Sünnet ile sınırlanmıştır.” Başka birisi şöyle demiş: ‘Kitap ile
Sünnetin lehinde şahitlik etmediği bir ilham ve fethin değeri yoktur.’ Dolayısıyla bir veliye
gelen fetih, Yüce Kitabı anlamayla ilgilidir. Bu nedenle ‘Kitapta hiçbir şeyi ihmal
etmedik’ buyrulmuştur. (…) Öyleyse herhangi bir velinin bilgisi, Kitap ve Sünnet dışına
çıkmaz. Kimin bilgisi bu sınırın dışına çıkarsa, onun bilgisi “bilgi” olmadığı gibi ona
velilik bilgisi de eşlik etmez. Aksine onu iddiasını incelediğinde, bilgisizlik olduğunu
görüsün. Öyleyse veli hiçbir zaman peygamberin şeriatını geçersiz kılacak bir hükmün
bulunduğu bilgiden söz edemez.1526
O halde İbnü'l-Arabî’nin düşüncesinde, nefsi terbiye etme sürecinde herhangi bozulma olmayan
sûfînin elde ettiği bilginin, prensip olarak, Kur’ân ve sünnete uygun bir bilgi olması iktiza eder.
Böylece velinin artık herhangi bir müridini terbiye etmek üzere uyguladığı yöntemler, gerçekte
Kur’ân ve sünnet dairesi içerisinde gerçekleşmiş olur. Daha açık bir ifadeyle şunu söylemek gerekir:
Hem erken dönem sûfîlerinin görüşlerinde hem de İbnü'l-Arabî’nin görüşlerinde ortak olan bir nokta
vardır: Amel dediğimiz şeyin her hâlükârda Hakk’a ulaştırıcı bir eylem ve tutum olması gerekir.
Yani sûfîlerin maksadı, fıkıh-kelam ekseninde gelişen anlayışın aksine, sadece mükellefiyeti yerine
getirmek değil; tam aksine bu mükellefiyeti yerine getirerek amelin neticesini ahirette değil, bu
dünyada iken görmektir. Bu maksat Hakk’a yakınlık, yani velayettir. Bu maksada erişen kişinin,
sûfîlere göre, Kur’ân ve sünnete mugayir bir neticeye ulaşması muhaldir. Eğer kişinin şeriata aykırı
söz, tutum ve davranışları söz konusuysa, velayeti sahih değildir; yoksa yöntemde –süreç doğru takip
edilirse- sorun yoktur.
Şu halde tasavvufta amel ile kastedilen şey, Hz. Peygamber’in sünnetinden ibarettir. Burada sünnet,
Hz. Peygamber’in her türlü söz, fiil ve takrirleri anlamına geldiği gibi onun Kur’ân’ın anlaşılması
noktasındaki yönlendirmelerini de içerir. Başka bir deyişle Hz. Peygamber “vahiyden başka bir şey
konuşmadığı” için sûfîlerin anlayışında sünnet kavramı, Kur’ân ve hadislerin anlaşılması ve pratiğe
yansıtılmasını kapsayan bir içeriğe sahiptir. Dolayısıyla tasavvuf yöntemini takip etmek isteyen bir
sûfî, Kur’ân ve sünnetten herhangi bir davranış için doğru hükme ulaşmak durumundadır. Fakat bu
noktada sorun, dinî ilimlerde ihtisas sahibi olmakta düğümlenir. Çünkü her sûfî naslardan hüküm
çıkarabilecek yetkinlikte değildir, olması da muhaldir. Bu durumda söz gelişi fıkıh âlimlerine
uymanın hükmü nedir? Daha doğru bir ifadeyle, kişi fıkıh âlimlerini “taklit” ettiği zaman Hz.
Peygamber’e ittibâ etmiş sayılır mı? İbnü'l-Arabî bu hususta çok açık bir düşünceyi dile getirir. Ona
göre din, insanı Hakk’a ulaştıran bir yol olduğu için, “şeriat” içerisinde çeşitli hükümlerle belirlenmiş
bütün davranışlar, tasavvufun pratik yönteminin bir parçası haline gelmekte ve fıkıh imamlarını taklit
eden bir kimse, dolaylı olarak Hz. Peygamber’e tabi olmaktadır. Çünkü müçtehidin görüşü, Hz.
Peygamber’in getirdiği şeriatın bir parçasıdır.1527 Peki, eğer din/şeriat, Hakk’a ulaştıran bir yol olarak
1526
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, XI: 86-87.
Burada İbnü'l-Arabî’nin altını çizdiği yer, kulun dinî bir hükme, herhangi bir nassa dayanmadan ya da bir
müçtehidi taklit etmeden, nazari yolla ulaşması durumunun nasıl değerlendirileceğidir. Ona göre böyle bir kimse eğer
hükmünde şeriata mutabık ise Hz. Peygamber’e vâris olmuş sayılır; fakat şeriatla örtüşme yoksa vârislik hükmü geçerli
değildir. Çünkü İbnü'l-Arabî’nin düşüncesinde vârislik yoluyla Hakk’a yakınlaşmak ancak peygambere ittibâ ile
meşrudur, zira peygamberin getirdiği bilgi nazari yolla elde edilen ve hakkında kuşku duyulmayan kesin bilgi
mesabesindedir. İbnü'l-Arabî bu hususu açık bir biçimde şöyle izah eder: “Vâris, (Hakk’a) yakınlığa peygamber
aracılığıyla ulaşır. Tevarüs edilen bu bilgi, tıpkı nazarî bilgi gibi, kuşku kabul etmeyecek bilgidir. (…) Binaenaleyh vâris
Rabbine dair bilgisinde miras yoluyla aldıklarıyla doğrudan aldığını ayırt etmelidir. İnsanın kendi düşüncesine göre değil,
ayet ve hadisle belirlenmiş bir ameli yapıp amelin ardından meydana gelen Allah hakkındaki bilgi, tevarüs edilen
bilgidir. Kulun yerine getirdiği amel, meşru bir nassa dayanmaksızın ümmetin âlimlerinden bir müçtehidi taklit ederek
yerine getirdiği bir amel olabilir. Söz konusu müçtehit verdiği hükmü teviliyle ve nazarî düşüncesiyle vermiş, bu kişi de 1527
peygamber tarafından getirildiyse, ayrıca bir “tasavvuf” yolu hangi vasfıyla temeyyüz ederek meşru
hale gelecektir? Bu soru, geçmişte olduğu gibi günümüzde de cevabı verilmesi gereken güncel ve
kritik bir sorudur ve sorunu çözmenin öncelikli yolu, sûfîler tarafından “tasavvuf” adında müstakil ve
alternatif bir yöntemden bahsedildiği yanılgısını ortadan kaldırmaktır. Sûfîlere göre “tasavvuf”
kelimesinin tarihin belirli bir döneminde İslam ahlâk ve maneviyatına yakıştırılmış bir unvan olması,
onun yeni, alternatif ve türedi bir yöntem olduğu anlamına gelmez. Tam aksine “tasavvuf” denilen
şey, en başından beri zaten Hz. Peygamber’in sünnetinde mündemiç olan uygulamaları kapsar; fakat
bu uygulamaların görünüşlerindeki farklılıklar, zamanın ve şartların değişmesinin bir gereğidir.
Dolayısıyla bir bütün olarak şeriat, hakikate ulaşmanın yegâne yoludur. Bu kapsam içerisinde
tasavvufu ayıran şey, Allah’ın kullarına yüklediği “asgari” yükümlülüklere “ek olarak fazladan”
kulluk eylemlerini önemsemeleridir.
Sûfîler bu düşüncelerini daha açık ifade etmek üzere şeriattaki fiiller hakkında bir kudsî hadiste
belirtilen tasnifi benimsemişlerdir. Bu kudsî hadiste, kulun Allah’a yaklaşabileceği amellerden ve bu
amellerin neticelerinden bahsedilmektedir ki literatürde “kurb-i nevâfil” hadisi olarak bilinir.
Sûfîlerin anlayışında farz ibadetler, herkesin ortak yükümlülüğü iken “nafile ibadetler” kulluk
eylemleri bakımından bir kimseyi diğerinden üstün kılan değerleri ortaya çıkarır ve bu nedenle
Allah’a yakınlığı sağlayan şey, nafile ibadetlerin temin ettiği bu tefadüliyet imkânıdır. İbnü'l-Arabî
bu hususu açıklarken esas kriterin peygambere ittibâ olduğunun altını çizerek şöyle der:
Peygambere ittibâ, iki yoldan gerçekleşir. Birincisi farzların yerine getirilmesi iken
diğeri nafile ibadetlerin yerine getirilmesidir. Hz. Peygamber Rabbinden aktardığı kutsi bir
hadiste şöyle der: “Kulum bana farz kıldığım ibadetleri yerine getirmekten daha sevimli
bir şeyle yaklaşmadı. Nafile ibadetlerle de yaklaşmayı sürdürür. Ta ki onu severim.
Sevdiğimde, onun duyan kulağı, gören gözü, tutan eli olurum.” Nafile ibadetlerde Hak
kulun duyma (gücü) ve güçleri haline gelince, farzları yerine getiren kul için nasıl bir sevgi
ortaya çıkar? (…) Bulunduğu kimseyi Hakk’ın sevmesini sağlayan her nitelik, peygambere
uymak sayesinde kul adına gerçekleşebilir. Çünkü Allah’ın peygamberi o âdeti sünnet
yapmıştır. Bunu yapması ise Allah’ın (emrinden) kaynaklanır, çünkü Peygamber
“Arzusundan konuşmaz”, bizde ve peygamberde (gerçek) fail Allah’tır.1528
Şu halde İbnü'l-Arabî, “tasavvuf” adı verilen yöntemin Hz. Peygamber'in sünnetinden neşet eden
nafile ibadetlerle sınırlı bir yöntem olduğunu, tasavvufî bilginin de farz ibadetlere ek olarak yapılan
bu nafile ibadetler sayesinde ortaya çıktığını düşünmektedir. Bu noktada bilgiyi Allah’tan ya da
peygamberden almak arasında nasıl bir fark olduğu sorusu gündeme gelebilir. Çünkü İbnü'lArabî’nin ittibâ-i Rasûl vurgusu, ikisi arasındaki farktan kaynaklanan bilinçli bir tercihtir. İbnü'lArabî’ye göre nefsini yetkinleştirme yolunda ilerleyen kişi, ahlaklanmayı temin edecek bilgi ve
anlayışı kesb ederken Allah’tan “sınırlı” tarzda; Hz. Peygamber’den ise “sınırsız” tarzda almalıdır.
Çünkü bu, Allah’ın “Peygamber size neyi verirse onu alın!” (el-Haşr, 59/7) ayetinin gerektirdiği
manevi bir makamdır. Bunun nedeni, Allah’ın kulları için hem ihsanda bulunması hem de onlara
“tuzak” kurabilmesidir. Başka bir deyişle burada İbnü'l-Arabî ilahi isimler teorisinden hareket
ederek, Hakk’ın celal ve cemal yönlerini bir arada mütalaa eder. Bu durumda Allah’tan kula gelen
nas olmaksızın- verilen hükümde müçtehide uymuştur. Böyle bir insan kıyamet günü müçtehidin varisi ve onun tabisi
olduğu gibi Hz. Peygamber’in de tabisi olacaktır. Çünkü içtihatla elde edilen hüküm, daha önce söylendiği üzere,
gerçekte Hz. Peygamber’in şeriatının parçasıdır. Bir insan nassa dayanarak veya müçtehidi taklit ederek değil, nazarî
düşüncesi, anlayışı ve içtihadına göre amel ederse, o konuda varis sayılmaz. Fakat o konuda doğru hüküm vermişse, varis
olabilir.” Bkz. İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, XV: 130-131.
1528
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, VIII: 225-227.
şey, ihsan olabileceği gibi bir imtihan ve tuzak da olabilir. Buna mukabil İbnü'l-Arabî, Hz.
Peygamber’den gelen hiçbir şeyin imtihan ve tuzak içermediğini; çünkü risalet görevinin bunu
gerektirdiğini düşünür. Bu yüzden ittibâ-i Rasûl, Hakk’a vâsıl olmak için en uygun yoldur:
Allah peygamberden alacağımız şeyleri sınırlamamış, onun sözüne uymak -bir
sınırlama olmaksızın- bize emredilmiştir, çünkü peygamberin getirdiği vahiyde Allah’ın
tuzağının bulunmayacağından eminiz. Allah’tan bir şeyi almak ise öyle değildir, çünkü
Allah’ın kullarında -kulun fark etmediği- tuzakları vardır. Buna mukabil Allah,
Peygambere ise öyle bir terazi vermiştir ki, Allah’ın tuzağından güvende olmak isteyen
kişi sürekli elinde o meşru teraziyi tutmalıdır. Söz konusu teraziyi insan peygamberden
almış, ona vâris olmuştur. Demek ki Allah’ın katından insana gelen her şey, o teraziye
konulmalıdır: terazi onu kabul ederse, almak gerekirken kabul etmezse Allah’a havale edip
bırakmak gerekir. Böyle bir işi bırakmak bizzat ilahi emre göre davranmak ve kendini
(terazinin kabul etmediği) o işi kabul edecek bir mahal haline getirmemek demektir.
Cüneyd-i Bağdâdî şöyle der: “Bizim bu bilgimiz Kitap ve sünnet ile sınırlıdır.” Bunlar
terazinin iki kefesidir. Bu sözün anlamı tasavvuf (ilminin) Kitap ve sünnete göre amelin
neticesi olmasıdır. (…) Binaenaleyh en uygun davranış, Muhammedî olmaktır.1529
İttibâ-i Rasûl ilkesine bağlı kalarak nefsi yetkinleştirmenin ve ilahi ahlakla ahlaklanmanın neticesi
sûfîlere göre velayettir. Velayet, özellikle erken dönemdeki sûfîlerden itibaren tasavvufun
mahiyetinin ve meşruiyetinin açıklanması sadedinde önem arz eden bir konudur. Çünkü sûfîlerin
erken dönemde karşılaştıkları en önemli güçlük, fıkıh-kelam geleneğinin etkisinde gelişen insan
tasavvurunu değiştirmekti. Bu ilimlerin bakış açısına göre insan, sadece Allah’ın kendisine yüklediği
sorumlulukları yerine getirmekle mükellef bir varlıktı. Bu ise katı-kuralcı bir din anlayışını
benimsemeyi gerektirdiği gibi Allah-insan irtibatı için bir maksat tayin etmekten uzaklaşmak
demekti. Sûfîler Allah-insan irtibatının daha dinamik bir süreç olduğuna dikkati çekerek, kulluk
mükellefiyetinin yerine getirilmesinin neticelerinin bu dünya hayatında müşahede edilebileceğini;
yani Allah’a yakınlaşarak onunla “dost” (velî, velâyet) olunabileceğini öne sürmüşlerdir. İbnü'lArabî bu söylemi takip ederek, ittibâ-i Rasûl ilkesine göre davranmanın velayetle sonuçlanacağını
belirtmektedir:
Vârislerin nebilikten olan payı, Allah’ın muttaki kullarına bilgi öğretmesinden
ibarettir. Takva sahibi de bilginin kaynağına yaklaşır ve şöyle der: ‘Rabbim bana
peygamberinin şeriatını bildirdi.’ (…) Bu gurubun takva sayesinde Allah’tan bilgi alması,
peygamberin bildirdiği amelleri yerine getirmeleriyle gerçekleşir.1530 Onlar bilgilerini
böyle almış ve takvaları peygamberlerin çizdikleri daire altında Allah’tan bilgi almalarını
sağlamıştır. (…) Nebilikten (bilgi) alan kimse de, aynı nura sahiptir. (…) Söz konusu kul,
peygamberin vasıtasıyla asıl hükmüne göre Allah’ın emrinden O’na davet eden kimsedir.
Yoksa o, Allah’ın kalbine açtığı ilimlere göre, Allah’a davet eden birisi değildir. Söz
konusu ilimler, peygamber kendisine Kur’ân’dan ve haberlerden getirdiğinde, onun
anlayış gözünü açan ilimlerdir. Allah’a çağıran veli, yeni bir şeriat getiriyor değildir. O
1529
1530
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, XVI: 175.
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, XI: 74.
sadece yüce kitap hakkında yeni bir anlayış getirmiştir. Ondan başkası, söz konusu
anlamın okunan ya da aktarılan harfte bulunduğunu bilmez. Öyleyse peygamberler bilgi
sahibiyken biz anlayış sahibiyizdir.1531
Bu pasajlarda İbnü'l-Arabî takva ahlakını kazanmanın Allah’tan bilgi almaya vesile olduğu gibi,
peygambere uymanın da aynı neticeyi verdiğini ifade eder ve peygamberin bilgisi ile ümmetinin
anlayışını birbirinden ayırır. Hz. Peygamber’i takip eden yeni bir şeriat ve kural düzeni getiriyor
değildir; fakat Allah’a kulluk etmenin yöntemleri bakımından anlayış artabilir. Peki, bu durumda veli
nasıl bir hüküm getiriyor olabilir? Bu soruyu cevaplamak, tasavvufta ortaya çıkan fakat sünnet
verilerinde doğrudan bulunamayan çeşitli riyazet ve mücahede uygulamalarının, Hz. Peygamber'e
ittibâ kapsamına nasıl girdiğini anlamak bakımından önemlidir. İbnü'l-Arabî şöyle der:
Velî, şeriatta bütün olarak zikredilmemiş fakat ayrıntıları zikredilen bir hükmün
düzenlenmesi için ilham alabilir. Sen ise velinin şer‘î hüküm ortaya koyduğunu
zannedersin. Hâlbuki yapılan iş, (parçaları ve ilkesi şeriatta bulunan) meşru emrin bir
terkibinden ibarettir. (…) Bu fiil ile yükümlü olduğu şeriatın dışına çıkmaz. Şöyle
diyebilirsin: Şâri‘ şeriatın diliyle bu hususu bilen veliye böyle bir imkânı nereden
vermiştir? Deriz ki: Hz. Peygamber şöyle der: “Kim iyi bir âdet çıkartırsa, o âdetin sevabı
ve kıyamete kadar onu yapanların sevabı ona aittir. Bununla birlikte onların sevapları
eksilmez.” O halde Hz. Peygamber, velinin bir âdet ortaya koyabileceğini söylemiştir.
Fakat bu yetki, bir haramı helal veya helali haram yapmak üzere şeriata aykırı bir konuyla
ilgili değildir. Âdet getiren velinin nebilikten payı bu kadardır ve böyle bir yetki nebiliğin
parçasıdır. Tıpkı sadık rüyaların nebiliğin parçaları olmaları gibi.1532
İbnü'l-Arabî’nin, tasavvuftaki nefs terbiyesiyle ilgili bütün uygulamaların Hz. Peygamber'e ittibâ
kapsamına girdiğini söylediği öne sürülemez; fakat ittibâ-i Rasûl ilkesine bağlı kalan bir velinin
ortaya koyduğu uygulamanın nübüvvetten bir pay sahibi olduğunu, bu nedenle meşru ve geçerli
olduğunu vurguladığı belirtilmelidir. Böylece peygambere uymuş olmak kaydıyla nefsi güzel ahlakla
yetkinleştirmek maksadına raci ortaya konulan her türlü uygulama, aynı zamanda ittibâ-i Rasûl ilkesi
kapsamına girer.
Sonuç
Tasavvufun tarihsel ve nazari gelişimi üzerine farklı tasnif türleri dile getirilebilir. Bununla birlikte
İbnü'l-Arabî dikkate alınmadan yapılan tasniflerin hiçbiri gerçekçi ve tutarlı sayılamaz. Bu sadece,
İbnü'l-Arabî tasavvufa, insanlığın evrensel sorularına cevap bulabilecek yeterlikte bir yöntem olarak
bakmasıyla ilgili değildir. Bunu yaparken, tasavvufu evrensel muadil ve muhaliflerinden
ayrıştırmaya yönelik kararlılığıyla da yakından alakalıdır. Başka bir deyişle tasavvufu “tasavvuf”
kılan şeyin ne olduğu sorusunun en kapsamlı ve tutarlı cevabının İbnü'l-Arabî’nin düşüncesinde
bulunması, onu kuşkusuz tasavvufun tarihsel ve nazari gelişiminde “belirleyici isim” ya da daha
teknik ifadeyle “kurucu düşünür” haline getirir.
1531
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, XI: 77.
İbnü'l-Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, XI: 87. Nübüvvet-velayet ilişkileri hakkında daha geniş değerlendirme için
bkz. Hacı Bayram Başer, Şeriat ve Hakikat: Tasavvufun Teşekkül Süreci, s. 167-170; Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde
Tanrı ve İnsan, s. 295-305.
1532
Bu çalışmada İbnü'l-Arabî’nin bu yönünü, tasavvufun erken döneminin en önemli mutasavvıfı
sayabileceğimiz Cüneyd-i Bağdâdî’nin “Bizim bu ilmimiz Kur’ân ve sünnetle mukayyettir” sözü
üzerindeki yorumları çerçevesinde ele aldık. Hicri üçüncü yüzyılda, Cüneyd bu sözüyle sûfîler
arasındaki ilhâdî ve ibâhî eğilimlere karşı, sünnete bağlı kalarak yapılan amel ve mücahedeyi
tasavvufun esas karakteristiği saymış; böylece tasavvuf içerisindeki aşırılıkların önüne geçmek
istemişti. Kur’ân ve sünnetle sınırlı olma ilkesi ise hicri dördüncü yüzyıldan itibaren Serrâc,
Kelâbâzî, Kuşeyrî gibi tasavvuf yazarları sayesinde “Ehl-i sünnet’in itikat ve ibadet görüşleriyle
sınırlı bir tasavvuf” anlayışına dönüştü. Böylece tasavvuf Gazzâlî tarafından benimsenen içeriğine
kavuştu. Bu bakımdan Cüneyd’in sözü teşekkül sürecinde tasavvufun, fıkıh-kelam geleneği ile
“uzlaşı” kurmasını ifade etmektedir. Buna mukabil İbnü'l-Arabî, Cüneyd’in sözünü felsefi yöntem
eleştirisinde referans kabul eder. Ona göre Cüneyd bu sözüyle, akılcı yöntem ile dinî ahlaka bağlı
kalarak sürdürülen nefs terbiyesi süreçlerini birbirinden ayırmayı kastetmiştir. Dolayısıyla İbnü'lArabî’ye göre tasavvufu akılcı felsefî yöntemlerden ve dünyanın herhangi bir yerindeki benzer
mistik eğilimlerden ayıran şey, yani tasavvufu “tasavvuf” yapan şey, ittibâ-i Rasûl ilkesine
dayanmasıdır ve bu ilkeye bağlılık bütün dönemlerde sûfîler tarafından aynı dikkatle takip edilmiştir.
İbnü'l-Arabî’nin bu yaklaşımı günümüze ne söyleyebilir? Yirminci yüzyıldan sonra gelişen modern
veya post-modern pek çok ideolojinin ortak muhalifi “din” oldu. Bu ideolojilerin savunucularına
göre, din ve dinî düşünce, sadece teknik ve maddi ilerlemenin değil, bireysel bir varlık olarak insanın
gelişiminin de önünde engeldi. Ancak dine yönelik eleştirilerin ve saldırıların, dinden bağımsız
gelişen ahlak anlayışlarını da içine alacak şekilde genişlediği ve bu sayede her türlü ahlaki değerin
“itibarsızlaştırıldığı” bir zemin oluşturduğu müşahede edilir. Bu eleştirilerde dinin karşısında “bilim”
her zaman ideal çözüm olarak sunuldu. Başka bir deyişle insanı kurtuluşa ve mutluluğa ulaştıran
şeyin, bağımsız akıl ve bilim olduğu öne sürüldü. Bu kapsam içerisinde mütalaa edildiğinde İbnü'lArabî’nin söylediği şey, her ne olursa olsun, dinî ahlaka bağlı kalmaktır. İbnü'l-Arabî bunu sadece
aklî düşünce biçiminin zaaflarından dolayı öne sürmemekte, daha da önemlisi, bu yolun insanın
varlıktaki gayesini gerçekleştirmede en etkili ve doğru yöntem olduğuna inandığı için
savunmaktadır. Dolayısıyla İbnü'l-Arabî’nin bakışında zaman/mekân şartları ne kadar değişirse
değişsin peygambere ittibâ ilkesi her zaman baki kalacaktır.
Öte taraftan konunun bilhassa İbnü'l-Arabî’yi doğru anlamakla ilgili bir tarafı da vardır. İbnü'lArabî’ye yönelik çalışmalar özellikle Batı’da son yirmi-otuz yıldır belirli bir ivme kazanmıştır. Bu
çalışmaların hepsi değilse bile önemli bir kısmının gündemi, “dinî çoğulculuk” ve “dinî hoşgörü”
fikirleri etrafında, İslam’ın ve dolayısıyla Müslümanların, diğer din ve kültürlerle “birlikte yaşama”
tecrübesine katkı sağlamak ve bu yönelimin öteden beri İslam’ın içinde var olduğunu ortaya
koymaktı. Bu yaklaşımda İslam ve Müslümanlar bize, “birlikte yaşama” prensibiyle ilgili
tecrübelerini kaybeden, o nedenle bu ilkenin kendilerine “tekrar” hatırlatılması gereken taraf olarak
sunulmuştur. Vahdet-i vücûd düşüncesinin temel dayanak ve kaygılarını dikkate almadan yapılan
İbnü'l-Arabî araştırmalarında –sadece İbnü'l-Arabî değil, mesela Mevlana’ya yönelik çalışmalarda
da- dinlerin birliği ana fikri etrafında farklı inanç ve yöntemlerden hareket edilse bile neticede hep
aynı maksada yolculuk yaptığımız fikri işlenmiş görünür. Başka bir deyişle bu araştırmaların
gözünde İslam ve tasavvuf, “yollardan bir yol” olarak vaz edilir. Oysa İbnü'l-Arabî’nin Hz.
Peygamber’e ittibâ etmenin zorunluluğuyla ilgili düşünceleri hesaba katıldığında ne tasavvuftan ne
de İslam’ın başka herhangi bir boyutundan bu yaklaşıma mesnet teşkil edebilecek düşünceler
çıkarmak olası değildir.
İbnü'l-Arabî’nin ittibâ-i Rasûl ilkesine bağlılığın insanın bu varlıktaki gayesini gerçekleştirmesinin
yegâne yöntemi olduğuyla ilgili görüşü, şeriata bağlılıkları nedeniyle müteşerri‘ olarak nitelendirilen
sûfîlerin yaklaşımlarını andırır. Bu bakımdan Cüneyd-i Bağdâdî’nin sözü, yaygınlık kazanma
sürecinde tasavvufun sınırlarını ortaya koyarken; İbnü'l-Arabî’nin bu söz üzerine yaptığı yorumlar,
tasavvuf düşüncesinin sınırları belirli bir doygunluğa ulaştığında bu kez onun özgünlüğünü ve onu
“tasavvuf” yapan biricik hususiyetin ne olduğu sorusuna cevap sayılabilir. Bu cevaba göre tasavvuf,
dünyanın herhangi bir yerindeki hikemî ve mistik eğilimden, manevi yetkinleşmenin ve Hakk’a vâsıl
olmanın, ancak ve ancak, Hz. Peygamber’e ittibâ ederek mümkün olabileceğini öne süren bir
yöntem olmakla ayrışır.
Kaynakça
Abrahamov, Binyamin, Ibn al-ʿArabī and the Sufis, (Oxford: Anqa Publishing, 2014).
Başer, Hacı Bayram, Şeriat ve Hakikat: Tasavvufun Teşekkül Süreci, (İstanbul: Klasik Yay., 2017).
Demirli, Ekrem, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, (İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2009).
Demirli, Ekrem, Sadreddin Konevî’de Bilgi ve Varlık, (İstanbul: Kapı Yayınları, 2015).
Hodgson, Marshall G. S., İslam’ın Serüveni, trc. Berkay Ersöz, (Ankara: Phoenix Yayınevi, 2017), IIII.
el-Hucvîrî, Ali b. Osman, Keşfü’l-mahcûb, nşr. İs‘âd Abdülhâdî Kandîl, (Beyrut: Dâru’n-nahdati’lArabiyye, 1980).
İbnü'l-Arabî, Muhyiddîn, Fusûsu’l-Hikem, tercüme ve şerh: Ekrem Demirli, (İstanbul: Kabalcı Yay.,
2006).
İbnü'l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, (Bulak: Dâru’t-tibâati’l-bâhire; Matbaatü’l-Züheyne; Dâru’ttibâati’l-Mısriyye, 1269-1274/1852-1857), I-IV.
İbnü'l-Arabî, Muhyiddîn, Fütûhât-ı Mekkiyye, trc. Ekrem Demirli, (İstanbul: Litera Yay., 20062012), C. I-XVIII.
Kayserî, Dâvûd-i, “Risâle fî ilmi’t-tasavvuf”, Resâil içinde, nşr. Mehmet Bayraktar, (Kayseri:
Kayseri Büyükşehir Belediyesi Kültür Yay., 1997).
el-Kelâbâzî, Ebû Bekr, et-Ta‘arruf li mezhebi ehli’t-tasavvuf, nşr. Ahmed Şemseddîn, (Beyrut:
Dâru’l-kütübi’l-ilmiyye, 2001).
Konevî, Sadreddin, Fatiha Suresi Tefsiri: İ‘câzü’l-beyân, trc. Ekrem Demirli, (İstanbul: Kapı Yay.,
2014).
Konevî, Sadreddin, Tasavvuf Metafiziği: Miftâhu’l-gayb, trc. Ekrem Demirli, (İstanbul: Kapı Yay.,
2014).
el-Kuşeyrî, Abdülkerîm, er-Risâletü’l-kuşeyriyye, thk. Abdülhalîm Mahmûd, Mahmûd b. Şerîf, nşr.
Veliyüddin Muhammed Sâlih el-Ferfûr, (Şam: Dâru’l-ferfûr, 2002).
el-Mekkî, Ebû Tâlib, Kûtü’l-kulûb fî mu‘âmeleti’l-mahbûb, nşr. Sa‘îd Nesîb Mekârim, (Beyrut: Dâru
Sâdır, 2010), I-II.
el-Muhâsibî, Hâris, el-Mekâsib, nşr. Sa‘d Kerîm el-Fakî, (İskenderiye: Dâiretü İbn Haldûn, ts.).
es-Serahsî, Ebû Bekr Şemsü’l-eimme, el-Mebsût, (Beyrut: Dâru’l-ma‘rife, 1986), C. XXX.
es-Serrâc, Ebû Nasr et-Tûsî, el-Lüma‘, thk. Ahmed Abdürrahîm es-Sâyih, Tevfîk Alî Vehbe,
(Kahire: Mektebetü’s-sekâfeti’d-dîniyye, 2009).
es-Sühreverdî, Ebû Hafs, Tasavvufun Esasları: Avârifü’l-Maârif, trc. Hasan Kamil Yılmaz, İrfan
Gündüz, (İstanbul: Erkam Yayınları, 1989).
es-Sülemî, Ebû Abdurrahman, Mecmûa-i âsâr-ı Ebû Abdurrahman Sülemî, nşr. Nasrullah Pürcevâdî,
Muhammed Sûrî, (Tahran: Merkez-i Neşr-i Dânişgâhî, 1950-1969), I-III.
et-Tirmizî, Hakîm, Mesâilü’l-meknûne, nşr. Muhammed İbrahim Ceyûşî, (yy.: Dâru’t-türâsi’l-Arabî,
1980).
İSLAM DÜŞÜNCESİNDE FELSEFE –TASAVVUF YAKINLAŞMASINA
İBNÜ’L ARABÎ’NİN ETKİSİ: MOLLA SADRÂ ÖRNEĞİ
Mahmut MEÇİN
Özet
Bu çalışma, İbnü’l Arabî’nin düşüncelerinin etkisiyle felsefeyle tasavvuf arasında
başlayan yakınlaşmayı Molla Sadrâ özelinde ele almaktadır. Çalışmadan amaç İslam
düşünce ekolleri arasında kurduğu güçlü ve cesur sentezle bilinen Molla Sadrâ’nın
düşüncelerinde İbnü’l Arabî’nin etkisinin izlerini sürmek ve düşünce sistemindeki
felsefe ile tasavvuf arasındaki yakınlaşmaya mercek tutmaktır. Kendinden önceki
aklî ve irfâni gelenekten alabildiğine yararlanarak çeşitli çizgilerden yeni bir
entelektüel perspektif yaratan Molla Sadrâ’nın Hikmetü’l Müteâliye adını verdiği bu
perspektifin en temel motiflerinden biri kuşkusuz İbnü’l Arabî’nin vahdet-i vücûd
teorisidir. Çalışmada Molla Sadrâ’nın eserlerinde sıklıkla İbnü’l Arabî’nin FutûhatMekkiye ve Fusûlu’l-Hikem eserlerine yaptığı atıflar yol gösterici kabul edilmiştir.
Anahtar Kavramlar: İbnü’l Arabî, Molla Sadrâ, Tasavvuf, Felsefe, İrfan
Summary
This study deal with the approchement between philosophy and mysticism under the influence
of Ibnul Arabi's ideas, in the context of Molla Sadrâ. The aim of the study is totrace the influence of
Ibnul Arabi in the thoughts of Molla Sadrâ, who is known for his strong and bravesyn thesis between
Islamic schools of thought and to look closely at the rapprochement between philosophy and
mysticism in his thought system. Molla Sadrâ created a new intellectual perspective from the various
lines by making use of what he could get from his previous rational and irrational tradition. One of the
most basic motifs of this perspective which he called Hikmetu'l Müteâliye (Trancendent Philosophy)
is undoubtedly the theory of wahdat-i wujud (union of existence) of Arabi. In the study, Molla Sadra's
frequent references in his works to the works of Ibnul Arabi Futûhat-ı Mekkiye and Fusûsu’l-Hikem
were accepted as a guide.
Keywords: Ibnu’l Arabî, Mulla Sadrâ, Mysticism, Philosophy, Lore
Giriş
Kelam, tasavvuf ve felsefe, İslam düşüncesi tarihinin kimi dönemlerinde yekdiğerini
nakzeden ve nefyeden bir yaklaşım içerisinde olmuşlarsa da nihayetinde birbirlerini besleyen ve
geliştiren öğretiler olarak İslam düşüncesinin engin mirasının mütemmim bir parçasıdırlar. Bu
öğretilerden İslam düşüncesinin içsel boyutunu oluşturan tasavvuf, İbnü’l Arabî’yle birlikte sistemli
bir hal almaya başlamış ve kendinden sonraki nerdeyse bütün ekol ve düşünürleri etkilemiştir.
Kuşaklar boyu günümüze dek devam eden bu etki İslam düşünce geleneğinde bir zamanlar hasım
olarak görülen felsefe ve tasavvufun yakınlaşması ve mezc olması yolunda önemli katkılar yapmıştır.
İbnü’l Arabî’den sonraki dönemde böyle bir yakınlaşmanın en somut bir biçimde görüldüğü kişi
Molla Sadrâ’dır. İbnü’l Arabî’nin düşüncelerinin etkisiyle felsefeyle tasavvuf arasında yaşanan
yakınlaşmayı Molla Sadrâ’nın düşünceleri üzerinden ele alan bu çalışmadan amaç İslam düşünce
ekolleri arasında kurduğu güçlü ve cesur sentezle bilinen Molla Sadrâ’nın düşüncelerinde İbnü’l
Arabî’nin etkisinin izlerini sürmek ve düşünce sistemindeki felsefe ile tasavvuf arasındaki
yakınlaşmaya mercek tutmaktır. Kendinden önceki aklî ve irfâni gelenekten alabildiğine yararlanarak
çeşitli çizgilerden yeni bir entelektüel perspektif yaratan Molla Sadrâ’nın Hikmetü’l-Müteâliye
(Aşkın Hikmet) adını verdiği bu perspektifin en temel motiflerinden biri kuşkusuz İbnü’l Arabî’nin
vahdet-i vücûd teorisidir. Çalışmada Molla Sadrâ’nın eserlerinde sıklıkla İbnü’l Arabî’nin FutûhatMekkiye ve Fusûlu’l-Hikem eserlerine yaptığı atıflar yol gösterici kabul edilmiştir. Özellikle
Sadrâ’nın irfanî öğretilere burhanî bir boyut katarak her irfanî aydınlanmaya aklî bir bilincin de eşlik
ettiğini öne sürdüğü ve bu yaklaşımını bir başarı olarak yüksek sesle dile getirdiği eserlerinin satır
araları çalışmamızın ana temasını teşkil etmektedir. İslam felsefesinin geç meyvelerinden biri olan
Molla Sadrâ’nın felsefeyle tasavvuf arasında tesis ettiği başarılı sentezde İbnü’l Arabî’nin etkisinin
boyutlarını ortaya koyan bu çalışmayla İbnü’l Arabî’nin etkisinin sadece sufî gelenekle veya belli bir
coğrafi mekânla sınırlı kalmadığı hipotezinden hareket edilmiştir.
Doktora Öğrencisi, Yıldız Teknik Üniversitesi, Felsefe Bölümü
İslam düşünce tarihinde, Meşşaî filozofların metafizik meselelere yaklaşımını eleştiren ve
ömrünün sonunda tasavvufa yönelen Gazzalî ile İşrâkî Hikmetin kurucusu Sühreverdî’yle başlayan
felsefe-tasavvuf yakınlaşması özellikle İbnü’l Arabî’den sonra daha yaygın bir yaklaşım haline
gelmiştir. Nazarî irfanın müessisi olarak kabul edilen İbnü’l Arabî sonrasında bu yakınlaşmanın
örnekleri oldukça fazladır. İlmi derinliği ve kurduğu düşünsel sistemin enginliğiyle kendisinden
sonraki İslam düşüncesi geleneğinde neredeyse bir dönüm noktasını teşkil eden İbnü’l Arabî;
düşünce tarihinde asırlar boyu dünyanın dört bir yanına sirayet eden etkiler bırakmıştır. İbnü’l
Arabî’nin irfanî düşüncelerinin etkisinin en mücessem bir biçimde müşahede edilebildiği
şahsiyetlerden biri kuşkusuz Molla Sadrâ’dır. İbnü’l Arabî’nin etkisinin en önemli bileşenlerinden
birisi Sadrâ’nın düşüncelerinde aranmalıdır diyen S. Hüseyin Nasr’ın da ifadesiyle İbnü’l Arabî
bilinmeden Molla Sadrâ anlaşılamaz.1533 Nitekim Sadrâ’nın eserlerine ve ortaya koyduğu
düşüncelerin fikrî arka planına dikkatle bakıldığında her ne kadar engin bir düşünsel mirastan
beslendiği görülüyorsa da en esaslı biçimde İbnü’l Arabî ve okulundan etkilendiği görülmektedir.
Söz konusu etkiyi, Sadrâ düşüncesinin temel öğretileri bağlamında başlıklar halinde ele
almadan önce Sadrâ’nın gerek felsefî yöntemi gerekse eserlerinin isim ve içeriği bakımından fikri
arka planı içerisinde kendini izhar eden İbnü’l Arabî tesirine kısaca değinmekte yarar var.
Molla Sadrâ’nın Fikri Arka Planı ve Felsefî Yöntemi
Molla Sadrâ’nın senteze dayalı felsefesinin en karakteristik özelliği kendinden önceki İslam
düşüncesinin zengin mirasını tüm motifleriyle özümseyerek usta bir biçimde yoğurması ve
uzlaştırmasındır. Sadrâ’nın fikri arka planında dayandığı üç ana referans sayabiliriz: Aklî sezgi ya da
aydınlanma; akıl yürütme ya da burhan; şeriat ya da vahiy. Bunları İşrâk okulu, tasavvuf, Meşşaî
okul ve kelam dahil dini ilimler olarak da açabiliriz. Hikmet-i müteâliyenin en önemli özelliği bu
kaynaklardan elde edilen bilgileri yekdiğeriyle uyumlu kılmasıdır.1534Aşkın Hikmet’in yukarıdaki
referanslarına dayanan bilgi kuramının nefyettiği ve benimsediği iki epistemolojik yaklaşım
çıkarabiliriz: ulvî hakikatlerin elde edilmesinde aklın acizliği, realiteyi idrak etmede nazarî irfanın
yetersizliği ve şeriatı ele almada yüzeysel dil ve zahiri perspektifin kifayetsizliği bu epistemolojinin
nefyettiği olumsuz bir yaklaşım olarak ele alınabilir. Benimsenen olumlu yaklaşıma gelince; aklın ve
mistik vizyonun rolü ve bu ikisinin dengeli bir biçimde yoğrulması, bu iki bilginin ötesini anlamada
şeriatın doğrulayıcı ve teyit edici olarak işe koşturulması, son tahlilde ise hakikate ulaşmada burhan,
mistik vizyon ve şeriatın uyumlu kılınmasıdır.1535 Sadrâ mevcut yöntemlerin epistemolojisini
eleştirerek hakikati elde etmedeki zaaflarından dolayı onları mahkûm ederken bu yöntemlerden farklı
ve daha üstün özelliklere haiz bir yöntem ortaya koyduğunu ifade etmektedir. Nitekim Gazâli ve
Sühreverdî’nin şuhud üstte, akıl altta kalacak şekilde formüle edilen ve bu iki alanın birbirine
müdahalesinin mümkün olmadığı akıl-şuhud ilişkisini benimsemeyen Molla Sadrâ, akıl ile irfanı yan
yana getirerek Tasavvuf okulunun metafizik öğretilerine mantıkî ve sistematik bir temel
oluşturur.1536
Sadrâ, bu konudaki düşüncelerini şöyle dile getirir:
Ömrümün bir bölümünü kendilerini felsefeye mensup bilen ve kelam ehli ile mücadele edenlerin görüşleri,
incelemeleri ve aldatıcı öğretileri ile heder ettiğim için Allah’tan bağışlanma diliyorum. Sonunda imanın nuru
ve Allah’ın inayeti ile anladım ki onların ölçüleri/kıyasları sonuçsuz ve yöntemleri yanlıştır. Bundan böyle
işlerimin dümenini O’na ve O’nun resulüne bıraktım.1537
Hikmet ve marifetin kesbi için bazı koşullar ve sebeplerin gerekliliğine işaret eden Sadrâ’ya
göre herkes bu yüce hakikatleri elde edemez:
Kuşkusuz hikmetin ve marifet nurunun elde edilmesi için fıtratın salim, huyun/yaratılışın güzel, bakışın doğru,
zihnin keskin, kavrayışın hızlı ve beraberinde zevkî mukâşefe yeteneğinin olması gibi bazı şart ve sebepler
gerekir. Tüm bunların yanında kalpte Allah’tan manevi bir nur olmalıdır. Anlama ve kavrama gücüne sahip
1533
S. Hüseyin Nasr, Molla Sadrâ ve İlâhî Hikmet, (çev. Mustafa Armağan), İnsan Yayınları, İstanbul,2009, s. 95.
Nasr, Molla Sadrâ ve İlahî Hikmet, s. 110
1535
Ahmed Ebu Turabî, “Revîş-i Şinasi-yi Hikmet-i Müteâliye”, Marifet-ı Felsefî, Sayı,1, (2005 Yaz), s. 27.
1536
Nasr,Molla Sadra ve İlahi Hikmet, s. 113.
1537
Molla Sadrâ, el-Hikmetü’lMuteâliyefi'l-Esfâri'l-Aklîyyeti'l-Erbaâ, Dar-ı Ehya-ut-Turas, Beyrut, 1981, c.1, s. 133,193
(Bu eser bundan sonra Esfâr adıyla anılacaktır.), c.1, s. 11.
1534
olduğu halde zevkî keşiften mahrum olan ve kalbinde önünü aydınlatacak bir nur taşımayan kimse hikmetten
pay alamaz.1538
Sadrâ, yukarıdaki ifadeleri ile Hikmet-i Müteâliye’nin epistemolojisini izah ederken salt aklın
ve rasyonel çıkarımın acizliğinin altını çizmektedir. Ancak bu ifadeleriyle Sadrâ’nın hikmeti elde
etmede aklın rolünü görmezden geldiği anlamı çıkarılmamalıdır. Aksine nefis tezkiyesi ve kalbi
mükâşefelerin akabinde gelen iç aydınlanma ile vahyin desteğinden yoksun bir aklın yetersizliğine
işaret ederek bu yetersizliği birkaç yönden izah eder. “Hakikat aklın tek başına kapsadığı alandan
daha geniştir”1539 diyen Sadrâ’ya göre akıl; duygusal eğilimler, ahlaki sapmalar ve yersiz
taassupların etkisi altına girebilir.
Sağduyulu akıl, iyi tefekkür edip temayüllerden, sapmalardan, çelişkilerden ve inattan arınarak insafın
peşinden ayrılmadığında ve cahiliyenin kötülükleri ve nefsani lekelerle iç âlemi kirlenmeyen ve doğru yoldan
sapmayan, nefsi arınmış bir akıllılar grubunun olduğunu düşündüğünde işte o vakit aklının sınırlarını aşan
hakikatlere de yakinen inanacaktır.1540
Hikmetin şeriate muhalif olmadığını ısrarla vurgulayan Sadrâ, ikisinin aynı maksada sahip
olduğunu ifade eder. Bununla beraber yukarıda sayılan nedenlerden dolayı aklın kimi zaman
yanılabileceğini ve kavrama gücünü aşan ulvî hakikatlere ulaşmada insafa- bununla vahyi
kastediyor- uyması gerektiğini söyler. Sadece aklın değil, tek başına entelektüel sezgi ve
mükâşefenin de yetersizliğini ifade eden Sadrâ, aynı zamanda şerî hükümlerin doğru okunması için
akıl ve keşfe ihtiyaç olduğunu belirtir. Bütünüyle riyazet ve seyr-u sülûka dalarak ilmi araştırmaları
terk eden arifleri eleştirir.1541 Mükâşefenin de tek başına sülûk için yetersiz olduğunu1542 belirten
Sadrâ, sûfîlerin zevkî bilgi ve iç aydınlanma ile yetinerek hüküm verdiklerini ancak kendisinin kesin
bir burhana dayanmayan bir şeye tam bir itimatla inanmadığını söyler. 1543 Görüldüğü gibi Sadrâ,
irfandan yoksun aklı mahkûm ettiği gibi istidlal ve burhandan mahrum olan entelektüel sezgiyi de
eleştirmektedir.
Sadrâ’nın felsefesine kaynaklık eden epistemolojisinin ana referansı kuşkusuz vahiydir. Öyle
ki felsefesinin Hikmet-i Müteâliye olarak adlandırılmasının temel nedeni budur. Sadrâ Kur’ân’ın
yanında hadis ve imamların sözlerini de bu kapsamda ele alarak felsefesini bu temel üzerine inşa
ettiğini şöyle ifade eder:
Bizim bilgilerimiz kelâmî cedele, genel taklide, salt araştırmaya dayalı felsefi yaklaşımlara, karmaşık
hezeyanlara (el-muhaletatu’s-safsatiyye) ve sûfi hayallere değil aksine Allah’ın kitabı, Peygamber’in sünneti
ve Ehl-i Beyt’in sözlerine dayanan burhânî keşiflere dayanmaktadır.1544
Bu ifadelerinden sonra Sadrâ’nın Aşkın Hikmet felsefesinin epistemolojisini şöyle ifade
edebiliriz: Meşşaî ve İşrâkî okulda olduğu gibi temelde akıl vardır. Gerek kalbi mükâşefelerle
ulaşılan sezgisel bilgilerde, gerekse vahyin zahiri ifadelerinin yorumlanmasında başlangıç noktası
akıl olmalıdır. Ancak aklın kavrama kapasitesi namütenahi değildir. Kaldı ki akıl kimi engellerden
dolayı her zaman sağduyulu karar vermeyebilir. Bu nedenle aklın sınırını aşan ulvi hakikatlere keşf
ve şuhûd yoluyla ulaşılmalı, aklın her daim sağduyulu kararlar alması için de vahyin rehberliğinde
hareket edilmelidir.
Molla Sadrâ’nın fikrî arka planına ve düşüncesinin kaynaklarına bakıldığında kendinden
önceki zengin fikrî mirası uyumlu bir biçimde işleyip sentezleyerek hedeflediği aşkın hikmet
perspektifiyle İslam düşüncesinin farklı ekolleri arasında bir insicam ve yakınlaşma yarattığı
görülmektedir. Bu ekoller arasında özellikle felsefe ile tasavvufun öğretilerini kendine özgü bir
yorumla ele alarak rasyonel akıl ile irfanî keşf ve şuhûd arasında başarılı sayılabilecek bir telif
yaratmıştır. Bu telifin en önemli unsurlarından biri olan tasavvufî öğretilerde Sadrâ’nın, İbnü’l
Arabî’den ne kadar etkilendiği ve dolayısıyla felsefeyle tasavvuf arasında Sadrâ şahsında gerçekleşen
1538
Molla Sadrâ, Esfâr, c.6, s. 6-7.
Molla Sadrâ, Esfâr, c.1, s. 11.
1540
Molla Sadrâ, Esfâr, c.7, s. 327.
1541
Molla Sadrâ, Esfâr, c.6, s. 284.
1542
Molla Sadrâ, Esfâr, c.7, s. 362.
1543
Molla Sadrâ, Esfâr, c.9, s. 234
1544
Molla Sadrâ, el-Meşâîr, (tah. Henry Corbin), Kitabhane-i Tahurî, Tahran, 1363HŞ, s. 5.
1539
bu telifte, İbnü’l Arabî’nin nasıl bir role sahip olduğu İbnü’l Arabî’nin İslam düşüncesi tarihindeki
yerinin bilinmesi ve takdir edilebilmesi bakımından önemlidir. Bu öneme binaen yapılan bu
çalışmada Molla Sadrâ’nın tesis ettiği Aşkın Hikmet perspektifinde ve sürdürdüğü felsefi yöntemde
İbnü’l Arabî’nin nazarî irfanının etkisi bariz bir biçimde müşahede edilmektedir.
Bilindiği üzere Sadrâ’nın başta şaheseri kabul edilen Esfâr olmak üzere, Şevâhidu’rRubûbiyye, Mezâhirü’l-İlâhiyye, Mefâtihü’l-Gayb, İksirü’l-Arifîn fî Ma‘rife Tarik el-Hakke’l-Yakîn,
Esrârü’l-Âyât, Kitâbü’l-Meşâir, el-Mesâilü’l-Kudsiyye fi’l-Hikmet el-Müteâliye gibi eserlerinin
isimleri irfanî bir bakış açısını çağrıştıran isimler olup müellifin fikrî arka planına ışık tutan
isimlerdir. Dahası bu eserlerin içeriğine bakıldığında sefer, lemâ, işrâk, şâhid, miftâh ve meşâr gibi
tasavvufî kavramlardan oluşan bölüm isimleri Sadrâ’nın meselelere yaklaşırken salt uslamlamayla
kifayet etmeyen tutumunu da izhar etmektedir.1545
İbnü’l Arabî’nin de etkisiyle felsefeyle tasavvuf arasında kurduğu muhkem bağın
tezahürlerini görmek için Sadrâ’nın en önemli eseri olan ve kısaca Esfâr olarak bilinen el-Hikmetü’lMüteâliye fi'l-Esfâri'l-Aklîyyeti'l-Erbaâ (Ruhun Dört Aklî Yolculuğuyla İlgili Aşkın Hikmetler)’a ayrı
bir parantez açılmalıdır. Sadrâ’nın düşünce siteminin temel esasları ve metodolojisini temsil eden bu
eser, adından da anlaşılacağı üzere dört aklî ve manevî yolculuktan oluşmaktadır. Bu yolculuklarda
her ne kadar aklî delillerden hareket edilse de sezgisel tecrübeyle yol alınmaktadır. Zira Sadrâ'ya
göre hakikat, akılla soyut bir şekilde elde edilse de mistik tecrübeyle somutlaşıp kesinlik
kazanabilir.1546 Tasavvuf geleneğinde bilindiği üzere sefer kavramı, her daim arayış halinde olan
salikin hakikate ulaşma yolunda afakta ve enfüste kat ettiği manevi yolculuğu ifade etmekte ve bu
geleneğin pirleri tarafından tasavvufun esasları arasında kabul edilmektedir.1547 Bu kavramın
tasavvufî arka planının farkında olan Sadrâ, ruhun aklî yolculukları dediği bu seferleri hem ontolojik
hem epistemolojik hem de tasavvufî gelişme anlamında kullanarak bu kavrama yeni bir perspektif
getirdiği görülmektedir. Hakikati aramada manevî seyr-u süluk’ün gereğine inanan Sadrâ “Bil ki,
âriflerden ve velilerden olan sâlikler (yolcular) için dört sefer vardır.”1548 diye eserine başlar. Bu
seferlerin ilki halktan Hakka, yaratılandan Yaratıcıya ya da kâinattan Allah’a doğru olanıdır. 1549
İkinci sefer ise Hakk’tan Hak ile Hakk’a doğru olandır. Bir sonraki seferin başlamasının öncekinin
bitmesi ile mümkün olduğu bu manevî yolculukların üçüncüsü Hak’tan Hak ile halka (Allah’tan
kâinata) doğru olan seferdir. Yazar tarafından Allah ile beraber yapıldığı belirtilen1550 dördüncü ve
son sefer halktan Hak ile halka (yaratılanlardan Allah ile yaratılanlara, evrene) doğrudur. Bu seferin
ana teması araştırmamızın da konusu olan insan ve insanın uhrevî geleceğidir. Son seferde ise haşir,
ölüm sonrası hayat ve Allah'a dönüş gibi konular ayrıntılı bir şekilde ele alınır. Sadrâ’nın söz konusu
eserin isminde kullandığı ve daha sonra okulunun adı olarak meşhur olan Hikmet-i Müteâliye
kavramı bilindiği üzere Sadrâ’dan önce Davûd-ı Kayserî’nin İbnü’l Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem’ine
yazdığı şerhte kullanılmıştır.1551Ayrıca İbnü’l Arabî’nin de adında geçen “Kitâbu’l-İsfâr an Netâicü’lesfâr”1552 adında bir risale kaleme aldığı hatırlandığında Sadrâ’nın düşüncelerinin şehâdetnâmesi
mahiyetindeki eseri için tercih ettiği bu ismin ne kadar bilinçli bir seçim olduğu anlaşılacaktır. Bunun
1545
Bkz. Molla Sadrâ, Esfâr;a.mlf, Şevâhidu’r-Rubûbiyye”, Mecmuâ-ı Risale-i Felsefî Sadru’lMuteellihîn, (ed. Hamid
Naci İsfahanî), İntişrarat-ı Hikmet, Tahran, 1375HŞ; a.mlf, Esrâru’lAyât, (tah, Muhammed Hacevî), Encümen-i hikmet
ve Felsefe, Tahran, 1360HŞ; el-Mezâhiru’l-İlâhiyye, Bünyâd-ı Hikmet- i Sadrâ, Tahran, 1387/2009; el-Meşâîr,Tahran,
Kitaphane-i Tuhûrî, 1363/1985.
1546
Alparslan Açıkgenç, “el-Esfâru’l’erba’a”,Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.11, TDV Yayınları, İstanbul, 1995, s. 375.s. 375
1547
Muhammed Emin Erbilî, Tenvir’ul-Kulûb, Kahire,1372H, s. 506; Tasavvufta sıklıkla kullanılan manevi sefer
kavramının metafizik anlamı için İbnü’l Arabî ve Cilî’nin yorumlarını içeren tercüme eser için bkz: Manevî
Seferler,(çev. Muhammed Bedirhan), Nefes Yayınları, 2009.
1548
Mola Sadrâ, Esfâr, c.1,s. 13.
1549
Her bir seferin anlaşılması ve anlatılması ayrı bir çalışma gerektirdiğinden biz burada detayına girmeden bu seferlerin
başlangıç ve yönünü belirtmekle yetinmek zorundayız. Eser hakkında daha fazla bilgi için S. H.Nasr’ın ve Alparslan
Açıkgenç’in adı geçen eserlerine bakılabilir.
1550
Açıkgenç, el-Esfâru’l’erba’â,s. 375
1551
Davud-i Kayserî, Şerhu’l-Fususu’l-Hikem, Mukaddimat,(thk. S. CelaleddinAştiyânî), Şirket-ı İntişârât- İlmî ve
Ferhengî, Tahran, 1375HŞ,s. 48, 131; Ayrıca Kayserî’nin aynı kavramı kullandığı başka bir eseri için bkz:Davûd-ı
Kayserî“fit-tevhid ve’n-nübuvveve’l-velaye”, Resail içinde, Encümen-ı Hikmet ve Felsefe, Tahran, 1357HŞ, s. 16.
1552
İbnü’l Arabî’nin adı geçen eseri için bkz: Kitâbu’l-İsfâr an Netâicü’l-esfâr, Dairetül-Maârifi’l-Osmaniyye,
Haydarabad, 1948. Eserin Türkçe’ye yeni çevrilen baskısı için bkz: Manevî Seferler, Nefes Yayınları
yanında Sadrâ’nın gerek Fütûhât-ı Mekkiye gerekse Füsûsu’l-Hikem’den yaptığı yoğun ve uzun
iktibaslar sebebiyle İran’da kimi çevrelerce Hikmet-i Müteâliye’nin esaslarının İbnü’l Arabî’nin bu
iki eserine dayandığı, hatta Esfâr’ın Fütûhat-ı Mekkiye’nin tahkikli bir şerhi olduğu şeklinde
yorumlar da yapılmaktadır.1553
Sadrâ’nın eserlerinde İbnü’l Arabî kadar övgüye mazhar olan başka kimse yoktur. Başta
Esfâr olmak üzere birçok eserinde İbnü’l Arabî’den büyük sitayiş ve iltifatla söz etmekte ve İbnü’l
Arabî’yi “Şeyhü’l-Arifü’l-Müteellih”, “Şeyhü’l-Celil”, “Şeyhü’l-Kamil”, “Şeyhü’l-Arifü’sSamadânî”, “Arifü’n-Nurânî”, “Muhakkikü’l-Mukaşif”, “Kudvatu’l-Mukaşifîn”, “Ehlü’l-Mükâşefe”
gibi sıfatlarla anmaktadır.1554Bu nitelemeler bir anlamda Sadrâ’nın İbnü’l Arabî’ye atfettiği değeri de
ortaya koymaktadır. Zira Sadrâ, İbnü’l Arabî’yi zikrettiği hemen her yerde büyük bir hürmet anarak,
onu teoriden yoksun, hayaller âleminde yaşayan sûfîlerden değil belki bir hakikat ehlî ve bir
müteellih (teosof) olarak görmektedir. Tıpkı Rosenthall’in İbnü’l Arabî için yaptığı yerinde tespite
uygun bir biçimde Sadrâ da başka vasıflandırmalar olmaksızın yalın kat bir “sufî” veya "mutasavvıf"
vasfının onun özel konumunu tatmin edici bir şekilde niteleyemediğini1555 düşünüyor olsa gerektir ki
İbnü’l Arabî’yi farklı unvan ve lakaplarla sık sık anmaktadır.
Molla Sadrâ’nın felsefi sistemi bilindiği üzere varlık/vücûd temelli bir sistemdir. Neredeyse
bütün öğretilerini varlık felsefesi üzerinde tesis etmiştir.1556 Başka bir ifadeyle Sadrâ’da her şey
varlıktır. Bu nedenle Sadrâ’nın varlık felsefesinin temel ilkeleri olan asalet-i vücûd, vahdet-i vücûd,
teşkîk-i vücûd ve hareket-i cevherî teorilerinde İbnü’l Arabî’nin düşüncelerinin etkisi oldukça
belirgindir. Bu etkinin boyutlarını ortaya koymak için bu ilkeleri başlıklar halinde ele almakta yarar
var.
1- Asalet-i Vücûd
Tasavvufun en önemli konusu olan Allah’ın bilinmesi, sıfatları ve tecellileri gibi meseleler
felsefede de temel ontolojik problemler olarak tartışılmaktadır. İslam felsefesinde özellikle Mîr
Dâmâd ile başlayan varlık ile mahiyet arasındaki asalet tartışması Molla Sadrâ’da daha kapsamlı bir
içimde ele alınmıştır. Vücûdun asaletini Allah’a hasreden İbnü’l Arabî’nin görüşlerinden de destek
alan asalet-i vücûd teorisi, Sadrâ’nın tesis ettiği hikmet-i müteâliye okulunun en önemli sacayağıdır.
Vücûdun mahiyete göre asaletini ispat etmek üzere Sadrâ, İbnü’l Arabî’nin Fütûhat-ı Mekkiye’de
Allah’ın varlığını asıl, masivayı ise itibarî olarak değerlendirdiği Allah - âlem ilişkisinden destek
alır.1557
Önceleri hocası Mîr Dâmâd ve İşrâk Şeyhi Sühreverdî gibi mahiyetin asıl olduğunu savunan
Sadrâ’nın düşünce hayatında en önemli dönüşüm, mahiyetin asıl olduğu görüşünü terkederek
varlık/vücûd’un asıl olduğuna kanaat etmesiyle başlar. İslam düşüncesinde ontolojik tartışmalar
bağlamında H. Corbin’in “devrim” olarak tabir ettiği1558 bu dönüşüm, Sadrâ’nın vahdet-i vücûd,
teşkikü’l-vücûd ve hareket-i cevheri gibi öğretilerle birleştirerek muazzam bir varlık sistemi
kurmasıyla sonuçlanmıştır.
Asalet-i Vücûd teorisine göre her şeyin asaleti ve gerçekliği özel varlığı iledir mahiyeti ile
değil. Dış dünyada bulunan her şey zihnî bir durum değil bizzat o şeyin varlığıdır. Kimilerinin
sandığı gibi varlık, ne ikincil derecedeki akledilirlerdendir(ma’kulat-ı sanî) ne de somut bir varlık
içermeyen spekülatif durumlardır, aksine o zihnî bir varlığı barındırmayan aynî bir durumdur.1559
‘Asalet’i gerçeklik ve asıl oluş anlamında, ‘mahiyet’i ise asaletin karşıt anlamlısı olarak zihnî ve
1553
BehzâdMurtezâyî “Te’sir-i Mük’aşefât-ı İbnü’l Arabî ber Endişehây-ı Hikemîy-i Molla Sadrâ” Maârif-i Aklî, (Yıl:6,
Sayı,3,1390, Sonbahar), s.131.
1554
Molla Sadrâ, Esfâr,c.1 s. 198, 266; c.5, s.246; c.6, s. 363; c.7, s. 91, 181; c. 9, s, 45, 380, 382; amlf, Mefâtihu’l-Gayb,
(thk. Muhammed Hacevî), Müessese-i Tahkikât-ı Ferhengî, Tahran, 1363HŞ, s. 418, 658.
1555
Franz Rosenthal, “Felsefe ve Tasavvuf Arasında İbnü’l Arabî”, Tasavvuf, İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi, (çev.
Ercan Alkan), S. 24 (2009/2), s. 1-2
1556
Alparslan Açıkgenç, “İran İrfanı Geleneği Molla Sadrâ (SadrüddinŞirâzi)” İslam Felsefesi Tarihi içinde, (ed. Bayram
Ali Çetinkaya), Grafiker Yayınları, Ankara, s. 302
1557
Molla Sadrâ, Esfâr,c.6. s. 284.
1558
Henry Corbin, Nasr, Molla Sadrâ ve İlahi Hikmet, s. 113; ToshihikoIzutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, (çev. İbrahim
Kalın), İnsan Yayınları, İstanbul, 1995, s. 130.
1559
Molla Sadrâ, Esfâr,c.9. s. 185-186; S. Celaleddin Aştiyânî,Şerh berZâdu’l-Musafir, Kum, Defter-i Tebliğat-ı İslamî,
1381/2003,s. 212.
itibarî anlamında kullanan Sadrâ’ya göre, varlık ile mahiyet arasında zamansal bir öncelik ve
sonralıktan ziyade birbirini gerektirme (mülazemet) durumundan söz edilebilir. Yani varlığın
önceliği gerçekleşme bakımından mahiyetten önce olup üstünlüğü ve asıllığı bundan
kaynaklanmaktadır. Nitekim mahiyet varlığın geçirdiği özsel dönüşümün sonucu meydana
gelmektedir. İkisinin münasebeti bir mevcudun diğerine tâbiliği değil gölgenin bir şahsı takip etmesi
veya bir siluetin sahibini onu etkilemeksizin izlemesi gibidir. Nitekim varlığın varoluşu başka hiçbir
şeye ihtiyaç duymaksızın kendi başına kaîm iken mahiyet ancak varlıkla var olabilmektedir.1560
Allah dışında hiçbir mevcudun aslî bir varlığa sahip olmadığı İbnü’l Arabî’nin eserlerinde
mükerreren geçmektedir. Örneğin Fusûsu’l-Hikem’de Allah’ın varlığının asıl, âlemin ise O’na göre
hayalî ve gölge bir varlığa sahip olduğunun anlatıldığı Hz. Yusuf faslında şöyle der:
Şu açık olarak bilinmelidir ki; Hakk’ın dışında kalan âlemler ve içindeki tüm varlıklar, Hakk’a göre, bir şahsın
gölgesine benzer. O halde sonradan yaratılanlar, yani Allah’ın dışında kalan her şey, Allah’ın gölgesidir.
Çünkü hiçbir varlığın kendine özgü bir varlığı yoktur ki gölgesi de olsun. Âlem Hakk’ın isimlerinin ve
sıfatlarının tezahür ettiği yerdir. Varlıklarda görünen vücûd ise “aslında olmayıp var sayılan gölge
vücûdlardır.1561
İbnü’l Arabî’ye göre Hakikî Varlık tektir. Geriye kalan her şey itibarî olup her haliyle Hakikî
Varlık’a tabîdir. Hakikî Varlık, âlemde devamlı suretteki tecellileriyle gerçekte gölge ve hayalden
başka bir varlıkları olmayan yaratılanlardan çokluk meydana getirmektedir. Hakikat tek olup O’nun
ne benzeri ne de zıddı vardır.1562 Vücûdu, zahirdeki çokluğuna rağmen bir bütün olarak gören İbnü’l
Arabî, Hakk ile âlem arasındaki ilişkiyi suret-ayna, gölge sahibi-gölge, deniz-dalga ve elif-diğer
harfler arasındaki ilişkiye benzeterek çeşitli temsillerle izah eder. Nitekim Fütûhât-ı Mekkiye’nin 63.
bölümünde insan suretinin aynadaki görüntüsü üzerinden meseleyi şöyle ifade eder:
İnsan, suretini aynada gördüğünde bir yandan suretini/resmini kesin olarak idrak ederken başka bir açıdan ise
aynadaki görüntünün o olmadığını bilir. Zira ayna büyük veya küçük, dışbükey ya da içbükey olmasına bağlı
olarak görüntüyü yansıtmaktadır. Eğer ayna büyük olursa görüntüyü normal boyutundan daha büyük; küçük
ise daha küçük gösterecektir. O halde insan kendi suretini hem görmekte hem de görmemektedir. Yani
aynadaki görüntü hem o hem de o değildir. Bu durumda insan suretini görmediğini iddia edemez.“Kişi kendi
sureti olduğunu bilir” ve “aynadaki görüntünün kendi suretinin olmadığını da bilir” ifadelerinin ikisi de ne
doğrudur ne de yanlıştır. O halde aynadaki görüntünün hakikati nedir? Yeri neresidir? Görüntü hakkında
olumlu-olumsuz, var-yok, malum-meçhul ifade çiftlerinin tümü kullanılabilir. Allah bu durumu kullar bu
âlemde aynadakine benzer suretlerin hakikatini ve Yaratıcısını bilsin ve kavrasınlar diye bir örnek olarak
açıklamıştır.1563
İbnü’l Arabî’nin Allah’ın dışındaki mevcudatı anlatmak için başvurduğu bu ayna mecazı
Sadrâ’nın da vücûdun asaletini temellend irmeye çalışırken sıklıkla başvurduğu bir metafordur.
Sadrâ mahiyetin vücûda göre itibariliğini İbnü’l Arabî’nin âlemin hayalî ve gölge varlık benzetmesi
üzerinden izah eder. Yani O’na göre aynadaki görüntülerine rağmen gerçek bir varlığa sahip
olmayan mahiyetler Hakikî Vücûd’un zatî taayyünlerinden başka bir şey değildir. Dolayısıyla bu
görüşe göre mahiyetler, asıl Vücûd’a en uzak unsurlardır. Bunlar olsa olsa Vücûd’un gölgesi ve birer
yansımasıdır.1564 Sadrâ, bunu şu ifadelerle dile getirir: Her mevcutta aslolan vücûd’dur; Vücûd’un
dışındaki şeyler yani mâhiyetler ise bir yansıma, gölge ve siluet gibidir.1565
‘Varlıklar’, mutlak manada kendi kendine kâim Vücûd olan Nur-u hakikiden sudur eden ışık hüzmelerinden
başka bir şey değildir. Bu varlıkların her biri bir takım zatî nitelikler ve aklî sıfatlar ile nitelenmiştir. İşte bu
nitelik ve sıfatlar ‘mâhiyet’ diye bilinen şeylerdir.1566
Hâsılı, Sadrâ’nın asaletin mahiyette değil varlıkta olduğu görüşüne yönelmesinde İbnü’l
Arabî’nin büyük etkisi olduğu görülmektedir. Varlık temelli bir düşünce sistemine sahip olan iki
düşünürden İbnü’l Arabî’nin Allah-âlem ilişkisini Sadrâ, varlık-mahiyet formunda ele alarak asalet-i
1560
Molla Sadrâ, Şevâhidu’r-Rubûbiyye, s. 8.
İbnü’l Arabî, Fusûsu’l-Hikem, (çev.Hamza Kılıç) İnsan Yayınları, İstanbul, 2014, s. 126. Allah – masiva ilişkisi
gölge ve gölge sahibi varlık ile ışık/nur/güneş ve nurun gölgesi arasındaki münasebet üzerinden uzun uzun örneklerle
anlatılır. Bkz. aynı eser s. 126 vd.
1562
İbnü’l Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 103.
1563
İbnü’l Arabî, Futûhât-ı Mekkiye, (thk. Osman Yahya) Kahire, 1329K, c.1, s. 304.
1564
Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, s. 131.
1565
Molla Sadrâ, el-Meşâîr, s. 4.
1566
Molla Sadrâ, el-Meşâîr, s. 35; ayrıca bkz. Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, s. 130.
1561
vücûd teorisi için bir dayanak/referans olarak kullanmıştır. Zira İbnü’l Arabî; Allah ve O'nun âlem
ile ilgili bütün meselelerde hem vücûdun asaleti ve birliğini ispatlamaya çalışırken hem de âlem
olarak Allah'ın dışındaki varlıkların gerçekliği ve hüviyetinin nasıllığını anlatmaya koyulurken
mükemmellik sıfatlarından hiç birini Allah dışındaki varlıklara nispet etmez. Sadrâ da asalet-i
vücûdu ispat etmeye koyulurken vücûdun hiç bir hükmünü doğrudan ve bağımsız bir şekilde
mahiyetlerle ilişkilendirmez. Sadrâ’ya göre Allah dışındaki varlıklar kendi kendine kaîm olan
Vücûd’dan sudur eden ışık haleleridir. Arızî bir varlığa sahip olan mâhiyete gelince hakiki
Vücûd’dan yansıyan bu varlıkların nitelik ve sıfatlardır. Her mevcutta öncelikle asıl gerçeklik
‘vücûd’dur. Vücûd haricinde kalan mâhiyet gibi şeyler ise birer yansıma yahut gölge gibidir.
2- Vahdet-i Vücûd ve Teşkîk-i Vücûd
İslam düşünce tarihinde İbnü’l Arabî’yle özdeşleşen vahdet-i vücûd teorisi,1567İbnü’l Arabî
sonrası sadece sufî metafiziğin değil varlık tasavvurlarının nerdeyse tümünü etkileyen kapsamlı ve
sistematik bir düşünce sistemidir. Varlığın birliği veya varlıkta birlik anlamına gelen vahdet-i vücûd,
varlığı mümkün ve zorunlu veya varlık ve mahiyet şeklinde parçalara ayırmadan yegâne hakikat
olarak kabul ederek varlık âlemini bir bütün olarak bu yegâne ve hakikî Varlık’ın tezahürleri ve
gölgelerinden ibaret görür. Bu teorinin banisi kabul edilen İbnü’l Arabî’ye göre âlem, Hakk’ın
tecelligâhı olup âlemde gördüğümüz her ne varsa Hakk’ın varlığıdır.1568Böylece Hak ile halkı
(yaratılmışları) bir izafiyet ilişkisiyle birbirine bağlayarak felsefenin de temel problemlerinden olan
Tanrı, âlem ve insan ilişkileri başta olmak üzere varlıkta birlik-çokluk sorunu, insan iradesi, kötülük
problemi ve sebeplilik gibi birçok mesele çözüme kavuşur.1569Söz konusu problemlerin tümü dağınık
ve sofistike bir halden kurtularak bütüncül bir perspektif ve muvahhid bir bakışla izah bulur.
Vahdet-i vücûd teorisinden ilhamla gerek tasavvufta gerekse felsefede çeşitli yorumlar ve
farklı açılımlar ortaya konulmuştur. Vücûdun asaleti başlığında da değindiğimiz gibi İbnü’l
Arabî’nin Hakikî Varlık olarak kabul ettiği Allah’ın varlığı dışındaki tüm mevcudatı Hakikî
Varlık’ın gölgesi ve tecellisi olarak görmesi, Sadrâ’nın varlık teorisi üzerinde de derin bir etki
bırakmıştır. Bu etkinin derinliği tasavvufla felsefeyi belki de en fazla yakınlaştıran teori olarak
vahdet-i vücûdun, hem senteze dayalı bir nitelik arz eden hem de varlık eksenli bir sistem olan Molla
Sadrâ’nın aşkın hikmet perspektifinin temel bileşenlerinden biri olmasından kaynaklanmaktadır.
Sadrâ,vahdet-i vücûd ile tanışmasını Allah’ın ona bahşettiği bir lütuf olarak nitelediği şu sözlerle
ifade eder:
Allah bana doğru yolu gösterdi ve güçlü bir delil bahşetti. Bu delile göre vücûd tek bir özel hakikatte
hasredilmiştir. Öyle ki varlık dairesinde O’ndan başka bir mevcut yoktur. O’nun dışında görülen tüm varlıklar
O’nun sıfatlarının zuhur ve tecellisinden ve sonsuz feyzinin taşmasından başka bir şey değildir.1570
Şevâhidu’r-Rubûbiyye’de ise vahdet-i vücûd görüşüne nasıl yöneldiğini şöyle ifade eder:
Gerçek apaçık hale geldi ve hakikat güneşi doğdu. Böylece vücûd ismi onda vakî olan her şeyin Bir ve
Kayyum olanın tecellisi ve Nuru’l-Envâr’ın parıltısından başka bir şey olmadığı belirgin hale geldi.1571
Vücûdu, âlemdeki hareketin temel ilkesi olarak gören ve bu hareketin dış âlemde varolan
yegâne hakikat olduğunu savunan1572 Sadrâ’nın bütün felsefi sistemi bir varlık felsefesi olarak
nitelendirilebilir. Zira ona göre tüm kâinatta sâri olan ve bir bütün halinde hareket eden tek bir varlık
vardır ve bu varlık her şeyin kaynağıdır.
Varlık âleminde O’nun hüviyetinden başka bir şey yoktur. Mümkün varlıklar O’nun nurunun yansımaları ve
varlık deryasından bir damladırlar. Bu nedenle var olan sadece O’dur.1573
1567
Vahdet-i Vücûd, kavram olarak her ne kadar İbnü’l Arabî tarafından kullanılmamış olsa da yorumcuları ve takipçileri
onun sistematik düşüncelerini ifade etmek üzere bu kavramı kullanmışlar. Ayrıntılı bilgi için bkz. SadreddinKonevî,
Vahdet-i Vücûd ve Esasları(çev. Ekrem Demirli), İz Yayıncılık, İstanbul 2002;Ekrem Demirli, “Vahdet-i Vücûd”
Diyanet İslam Ansiklopedisi, TDV Yayınları, İstanbul, 2012, c. 42, ss. 432-435.
1568
İbnü’l Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 128, a.mlf, Futûhât-ı Mekkiye, c.2 , s. 517.
1569
Ekrem Demirli, “Vahdet-i Vücûd”, s.431.
1570
Molla Sadrâ, Esfâr, c.2, s. 292.
1571
Molla Sadrâ, Şevâhidu’r-Rubûbiyye, s. 50.
1572
Molla Sadrâ, Esfâr, c.1, s. 37.
1573
Molla Sadrâ, Mefâtihu’l-Gayb, (thk. Muhammed Hacevî), Müessese-i Tahkikât-ı Ferhengî, Tahran, 1363HŞs. 450.
Varlık, bir bütün olarak türlerinin farklılığına, mahiyetlerinin tekliğine, cins ve fasıllarının tanım
bakımındançeşitliliğine, yüksek ve düşük makam ve derecelerine rağmen tek bir hakikat ve hüviyete sahip
olan bir cevherdir.1574
Bu yaklaşımıyla tüm varlık âlemini tek bir hakikatin farklı tezahürleri olarak gören Sadrâ’nın
felsefesini, monist bir ontoloji olarak görenler varsa da bu yaklaşım İbnü’l Arabî’nin vahdet-i vücûd
öğretisinin bir yorumundan başka bir şey değildir. Zira İbnü’l Arabî’de varlık âlemini suretlerinin
değişik ve çeşitliliğine rağmen tek bir Hakikat’in gölgesi olarak gördüğünü birçok yerde tekrar
etmektedir.1575 İki düşünür arasındaki fark, vahdet-i vücûdun akıl ile ispatlanabilen bir durum olup
olmadığı hususudur. İbnü’l Arabî’ye göre, vahdet-i vücûd öğretisi aklın kavrayabileceği türden bir
durum değildir. Onu ancak Hakk ile gerçeklik bulan ve Hakk’ın zatı misali hem zahir hem batın gibi
iki zıddı kendinde cem eden “ehlü’l cem ve’l-vücûd” olan arifler idrak edebilir.1576 Arif bu hakikate
ancak “keşf” yoluyla kalben vakıf olabilir.1577 Sadrâ ise, İbnü’l Arabî’nin bu meseleye aklî sınırın
ötesinde, aklı hayrete düşüren aşkın bir mesele şeklindeki yaklaşımını tevil ederek meselenin
yüceliği ve aklın erişiminden uzaklığı sebebiyle İbnü’l Arabî’nin böyle düşündüğünü söyleyerek bu
sözlerin aklın vahdet-i vücûdu inkâr ettiği anlamına gelmediğini savunur. Zira Sadrâ’ya göre burhan
ile irfanın ikisi de nur olup nurun nura muhalefeti mümkün varlık âlemini kimi yüce ve aklın
sınırlarını zorlayan mertebeleri vardır ki akıl böyle durumlarda hayrete düşebilir. Ancak bu, o
meselelerin aklî olmadığı ve akıl dışı olduğu anlamına gelmez. Belki aklın tek başına idrak etmekten
aciz olduğu veya daha özel ve üstün bir akla ihtiyaç duyduğu söylenebilir. 1578 Sadrâ bu konuda
İbnü’l Arabî’den farklı olarak aklın, ilahî lütufla vahdet-i vücûdu idrak edebileceğini savunur ve
hatta konuyla ilgili aklî deliller serd eder.1579Burada çalışmanın sınırlılığı nedeniyle Sadrâ’nın
getirdiği aklî delillerin ayrıntısına girmeden onun vahdet-i vücûd yorumunun mütemmim bir cüzü
olan teşkik-i vücûd öğretisine geçeceğiz.
Vücûd, görülen namütenahi tezahürleriyle beraber tek bir hakikattir. Gözümüze çok çeşitli
nesneler olarak görülen ontolojik kesret, her ne kadar bizi tek bir hakikate sahip olan Vücûd’u
görmemize karşı perdeliyorsa da bu kesret/çeşitlilik, vücûdun birliğine halel getirmez. Çünkü onları
ayıran şey aslında onları ‘bir’leştiren şeydir. Başka bir ifadeyle vücûd, âlemde seyeran eden cevval
yapısıyla hem birliğin hem de çokluğun temel öznesidir. İbnü’l Arabî’nin kesrette vahdet, vahdette
kesret ilkesiyle izah ettiği varlıktaki vahdet/birlik ve kesret/çokluk arasındaki irtibatı Sadrâ, Pehlevî
filozofların yanı sıra İbn-i Sinâ’nın da kullandığı “teşkik” kavramıyla açıklamaktadır. Vücûdun,
çokluğu/kesreti içinde ihtiva ettiği vahdet, cevval yapısıyla yayılıp genişleyen varlık anlamındaki
vücûd-u münbasit veya İbnü’l Arabî’nin ifadesiyle nefes-i Rahmanî olarak da ifade edilir.1580
İbnü’l Arabî, vücûdun sonsuz mertebeler şeklinde sergilediği şuhûd âlemini Mutlak’ın
kendini açıp izhar eden yönü olarak görür. Vücûdun asaletini savunan Sadrâ da her durumda ve her
yerde ‘vücûd’dan başka bir şey olmadığını ancak ‘vücûd’un doğal olarak namütenahi bir esnekliğe
sahip olduğunu öne sürer. İbnü’l Arabî’nin Mutlak’ın kendini açması veya nefes-i Rahmâni dediği
şuhûd âlemindeki vücûdun her mevcutta Mutlak Varlık’taki gibi katışıksız ve pür olmadığını
söyleyerek vücûdun farklı derece ve mertebelerdeki taayyün ettiğini söyler. Buna göre öncelik,
sonralık, yoğunluk ve zaafı kabul edici olan vücûd, cevval yapısıyla tüm âlemde önce, sonra, yoğun
ve zayıf gibi çeşitli mertebelerde tezahür eder.Her varlığın, yoğunluk veya zaafını, öncelik veya
sonralığını, eksiklik veya kemal derecesini belirleyen Mutlak Varlık’tan aldığı nasip
1574
Molla Sadrâ, el-Meşâîr, s. 5
Örnek olarak bkz.İbnü’l Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 128-129.
1576
İbnü’l Arabî, Futûhât-ı Mekkiye, c.1, s. 184; c.2, s. 484.
1577
İbnü’l Arabî, Futûhât-ı Mekkiye, c.1, s. 162
1578
Molla Sadrâ, Esfâr, c.2, s. 322.
1579
Molla Sadrâ, Esfâr, c.1, 71; c.2, s. 292 Molla Sadrâ, bu konuda da felsefesinin genel karakteristiğine uygun olarak
kendisinden önceki düşünürlerin akıl ile ispatlanamaz dediği cismanîhaşr meselesinde de olduğu gibi meseleye aklî bir
temel kazandırma çabasına girişir. Akıl ile nakil arasında bir ihtilaf olamayacağını savunan Sadrâ’nın bu tavrı ele
aldığı bütün felsefi problemlerde benimsediği aklın aşkın bir bilinç düzeyine göze çarpar. Cismanî haşr konusunda
sergilediği benzer bir tavır için bkz: Mahmut Meçin, “Molla Sadrâ’da Meâd Problemi”, Artuklu Akademi, 2014/1(1),
ss. 159-182.
1580
Izutsu, İslam’da Varlık Düşüncesi, s,190, 196, 202; Açıkgenç, İran İrfanı Geleneği Molla Sadrâ (SadrüddinŞirâzi), s.
303.
1575
oranıdır.1581“Vücûd, her şeyde vardır. Ancak bu vücûd, her mevcudun ilim, kudret ve varlıktaki kemal
derecesi hasebincedir.”1582diyen Sadrâ’ya göre vücûd her şeyde o şeye göre bulunur. Akılda akıl,
nefiste nefis, toprakta toprak, taşta taş, cevherde cevher, yerde yerdir. Şuhûd âlemindeki zahirî kesret
ile vahdet-i vücûdun nisbeti, yer ve gök cisimleri üzerinde hissedilen ışık ve aydınlığın güneşe
nisbeti gibidir.1583 Nasıl ki yer ve gök cisimleri güneşten aldıkları ışığın farklılığıyla belirginlikleri ve
ışımaları çeşitli ise aynı şekilde bir taştan tutun da bir bitkiye, bir hayvandan bir insana kadar tüm
mevcudat Mutlak Vücûd’dan kendi kapasitelerine göre aldıkları varlık kıvamınca mertebe
mertebedirler.
Teşkik öğretisiyle tekâmüle dayalı bir varlık hiyerarşisi kuran Sadrâ’nın tasavvur ettiği bu
cevval yapının nihai mertebesinde yine İbnü’l Arabî’den mülhem bir kavram olan insan-ı kâmil
portresi yer alır. Zira İbnü’l Arabî’nin, Hakk’ın bütün isimlerinin tecelli ettiği suret olarak gördüğü
insan-i kâmil, vahdetle birliğin kesiştiği mertebe olup mümkün varlıkların ulaşabileceği nihai
mertebedir.1584İnsan-ı kâmil mertebesini teşkik öğretisine uyarlayan Sadrâ’nın çizdiği varlık
hiyerarşisinde ise insan, henüz anılmaya değer bir varlık olmadığı en düşük vücûd derecesinden
başlamak suretiyle içsel bir dönüşümle yüksek mertebelere doğru ilerler. Önce bitki, ardından
hayvan ve akabinde insana dönüşür. Maddi âlemin son basamağında yer alan insan-ı kamil veya
velilik (velâyet) mertebesi insanın tüm maddi bağlardan sıyrıldığı ve insan suretinde ulaşabildiği son
mertebedir. Bütün varlıkların “bir” olduğu bu nihaî mertebede, insan maddi varlığın
temsilcisidir.1585Vücûddaki bu derecelenmeyi sağlayarak iniş (nüzul) ve yükseliş (suûd)
yarıçaplarından oluşan varlık dairesinin başı ile sonunu birleştiren güç ise Sadrâ’nın varlık sisteminin
en özgün ve iddialı veçhesini teşkil eden cevherî harekettir.
3- Halk-ı Cedîd Görüşünden Hareket-i Cevherî Teorisine
İbnü’l Arabî’nin Sadrâ’nın Aşkın Hikmet ekolündeki izdüşümlerinden bir diğeri ise
tasavvufta varlığın âlemde seyeran eden dinamik ve her an yenilenen yapısını ifade eden Halk-ı
Cedîd teorisidir. Sadrâ, Aristoteles’in İslam filozoflarını da derinden etkileyen hareket teorisine karşı
çıkarak cevherin dışına hasredilen hareketi, cevher ve araz dâhil tüm varlığa şamil kılar. Hareket
edenin cevherin bizzat kendisi olduğundan bir muharrike ihtiyaç da duymadığını söyleyen Sadrâ,
Aristo metafiziğinde iddia edilen hareketin yüklenmesi gereken bir dayanak fikrini de boşa çıkarır.
Varlık âlemindeki cevval durumun kaynağını cevherin bizzat kendisinde gören Sadrâ’nın bilim ve
düşünce tarihinde çığır açan bu fikrinde elbette İbnü’l Arabî’nin halk-ı cedîd veya tecdid-i halk
görüşünün etkisi büyüktür. Zira İbnü’l Arabî’ye göre Allah, kainatı her lahza
yaratmaktadır/yenilemektedir. Bu yeniden yaratmada her şey bir soluk alıp vermede ölüp ölüp
yeniden dirilir. Başka bir ifadeyle yeni yaratılış bir öncekine göre doğuş, önceki ise yenisine göre
ölümdür. Füsûlü’l-Hikem’de bu konuda şöyle der:
Yüce Allah tüm âlemi her an yeniden yarattığını, ama halkın pek çoğunun bu konuda bilgi sahibi
olmadıklarını “Hayır, onlar yeni yaratılış konusunda şüphe içerisindedirler.”(Kaf 50/55) ayetiyle bildirmiştir.
Dolayısıyla bu kimseler, âlemin her nefeste yenilendiğini bilmezler. Oysa âlem sürekli değişim ve yenilenme
halindedir. Bütün bu yenilenmeler Hakk’ın sürekli tecellisinden kaynaklanır. Çünkü âlemin kendine ait
bağımsız bari vücûdu yoktur… Ancak Hakk’ın vücûdu ile mevcuttur. Eş‘ârî mezhebinde olanlar,
yaratılmışların bazılarının bu sürekli yenilenme içinde olduklarına inandılar ve buna da “araz” dediler.
Müslüman bilim adamları ise bütün âlemin sürekli yaratılış içinde olduğunu sezdiler. Buna karşın akılcılar bu
fikre katılmadılar. Nihayetinde kısmen doğruluk payları varsa da her iki grup da yanıldı. Müslüman bilim
adamlarının yanılgısı, bütün âlemin her an sürekli değişim ve yaratılış halinde olduğunu anlamalarına rağmen
varlıkla Hakk’ın aynı cevher olduğunu kavrayamamalarıydı. Sûret ancak bir cevher ile var olur ve ancak onun
sayesinde bilinir. İşte bu gerçeği kabul etselerdi bilgileri tam olurdu. Eş’ârilerin yanılgısı ise âlemi bütün
arazların toplamından müteşekkil bilmeleriydi.1586
1581
Molla Sadrâ, Esfâr,c.9. s. 186.
Molla Sadrâ,Şevâhidu’r-Rubûbiyye,s. 7.
1583
Molla Sadrâ, el-Meşâir, s. 41.
1584
İbnü’l Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 167, 295; Fazlurrahman, ThePhilosophy of Mulla Sadra,StateUniversity of New
York, Albany, 1975, s. 37, 41; S. Hüseyin Nasr, Üç Müslüman Bilge, İnsan Yayınları, İstanbul, 2009, s. 141-142;
1585
Molla Sadrâ, Esrâru’lAyât, s. 237-238; Sajjad H. Rizvi; Mulla Sadra andMetaphysics: Modulation of Being,
Routledge, London, 2009, s. 129-130.
1582
1586
İbnü’l Arabî, Fusûlu’l-Hikem, s. 177.
Arazların kendi başlarına bir varlıkları olmadığından yola çıkarak, arazların da aslında cevher
olduğunu, ya da yenilenen varlık âlemi ile Hakk’ın aynı cevher olduğunu söyleyen İbnü’l Arabî,
kendinden önceki Müslüman düşünürlerin bu ayrımı yapamadıklarından dolayı hareketi sadece
arazlara hasrettiklerini ve bu nedenle yanılgıya düştüklerini söyler. Aynı eserin Hz. Süleyman
bölümünde Belkıs’ın tahtının naklini yorumlarken yine bu meseleye işaretle âlemin her an yok olup
yeniden yaratıldığını şöyle ifade eder:
Bu ancak bir şeyin yok edilip zamansız bir sürede tekrar yaratılması ile gerçekleşebilir. Bu olay varlıkların
ilahi nefesle yenilenmesi gibidir. Aradan geçen zaman o kadar kısadır ki insan bu zamanı hiçbir zaman
algılayamaz. Bu nedenle insan, her an yok olup sonra yeniden yaratıldığının farkında değildir.1587
İbnü’l Arabî, varlık âlemini, suyu her an yenilenmekle beraber yatağının yapısının
şekillendirdiği genel formunu koruyan ve sürekli akan bir ırmağa benzetir. Irmağın suyu kâinatın
tamamında her daim görülen Varlık nurunun sembolüdür. Irmağın yatağı ise akıntının genel yönünü
belirleyen arketipleri temsil eder. Ayrıca nefes-i Rahmânî kavramıyla ifade ettiği yaratılışı, sesin
insan ağzından çıkışına da benzetir. Nasıl henüz ayrışmamış durumundaki kelimeler insanın
nefesiyle ayrışır ve farklı biçimlerde anlamlı harfler şeklinde ortaya çıkıyorsa aynen bunun gibi
Rahman’ın nefesi de alfabenin harfleriyle sembolize edilen mümkün varlıklara varlık bahşeder. Söz
konusu nefesle varlık bulma durumunu kabz u bast terimiyle izah eden İbnü’l Arabî’ye göre insan
nefesinde görülen büzülme ve genişlemeye benzer biçimde kâinat da aynı döngünün birbirini
bütünleyen aşamalarından geçmektedir. Bu büzülme ve genişleme (kabz u bast) ile âlem her an yok
olup yeniden yaratılırken iki aşama arasında herhangi bir zaman olmaz. Büzülme (kabz) aşamasında
her an ilahî Zat’a dönerken genişleme (bast) aşamasındaysa ortaya çıkıp zuhur etmektedir. 1588
İbnü’l Arabî’nin mistik bir tecrübe veya zevkî bilgi yoluyla erişerek halk-ı cedîd ve kabz u
bast kavramlarıyla ifade ettiği Allah-âlem ilişkisi ve kozmolojiyi Sadrâ, hareket-i cevherî teorisiyle
formüle ederek daha rasyonel bir zemine oturtur. Sadrâ’ya göre hareket, maddi âlemin devamlı
surette her an yenilenmesinden başka bir şey değildir. Bu değişim ve dönüşümde sadece arazlar değil
bizzat maddi âlemin cevheri de hareket halindedir.1589 Ona göre hareket, ‘mahsus-ı ma’kûl’ bir
gerçeklik, yani akıl ile duyumsanan veya duyu yardımı ile akledilen bir şeydir. Başka bir ifade ile
hareketin kavranabilmesi için ya akıl duyunun seviyesine iner veya duyu aklın seviyesine çıkar. Bu
iki yetenek birbirlerine yardımcı olarak imece usulü ile özel ve dış bir gerçeklik olan hareketin
bilincine erişirler. Bu işbölümünde duyunun görevi olayların görüntüsünü saptamak, resmini
çekmektir. Bu resimler, birbiri ardınca dizilse ve zihne aktarılsalar bile hareketteki akış ve ardı sıra
gerçekleşen geçişler nedeniyle duyu tek başına onları kavrayamaz. Aklın görevine gelince duyunun
hazırladığı görüntüleri inceleyip gözden geçirirken, akış ve hareketin varlığı kavranmış olur.1590
Her hareketin biçimlenmesi şu şekildedir: Bir nesne, şu an içinde bulunduğu durumdan çıkar
ve peyderpey ulaşabileceği başka bir duruma geçer. Olgunlaşabilecek olan ham elma, yere düşmekte
olan bir taş, yaşlanacak bir genç, güçlü bir ağaç olabilecek bir fidan, birden ve ansızın değil, aşamalı
(tedricî) ve bitişken (kesintisiz, ittisali) bir süreçle ilk durumunu terk edip ardı sıra gelen ve devamlı
terk ve edinimler sürecinde bir durumdan yeni bir duruma ulaştıklarında “hareket” ettikleri ve
değişim/dönüşüm geçirdikleri söylenebilir. Burada dikkat edilmesi gereken en önemli nokta
hareketin tedricî ve bitişken olduğu ile ayrı ayrı parçalardan oluşmadığıdır.1591
Hareketin bizzat cevherde olduğunu sadece caîz değil aynı zamanda vâcib gören Sadrâ,
hareketi sebatın (hareketsizliğin) gölgesinde veya sebat temeline dayanarak yorumlamanın imkânsız
olduğunu vurgular. Cevherde bir hareket ve kaynaşma olmadıkça dışta bir değişimin olamayacağını,
bir nesnenin sürekli ve bitişken bir biçimde kendi benliğinin kabuğundan çıkmadıkça, kendini kendi
yükselişine araç kılmadıkça, öz yüreğinde hareket halinde olmadıkça, kendi önünde ölüp kendi
önünde dirilmedikçe ve kendi özünden mayalanmadıkça yeni bir olgunluğa erişmesinin mümkün
olmayacağını savunur. Zahirdeki bir hareketin batında var olan bir hareketin göstergesi olduğu
1587
İbnü’l Arabî, Fusûlu’l-Hikem, s. 229.
Nasr, Üç Müslüman Bilge, s. 144.
1589
Molla Sadrâ, Esfâr c. 3, s. 180.
1590
Abdülkerim Surûş, Evrenin Yatışmaz Yapısı, (çev. Hüseyin Hatemî), İnsan Yay., İstanbul, 2008, s. 29-30.
1591
Surûş, Evrenin Yatışmaz Yapısı, s. 30.
1588
gerçeğini Abdülkerim Surûş “Ateş olmayan yerden duman çıkmaz.” deyimiyle ifade eder. 1592
Sadrâ’nın hareket konusunda kendinden önceki Aristoteles’ten mülhem yerleşik teoriye karşı
çıkarak meşhur hareket-i cevherî teorisini geliştirirken kuşkusuz İbnü’l Arabî’nin yukarıda
zikrettiğimiz halk-ı cedîd görüşünü esas almıştır. İbnü’l Arabî ve takipçileri halk-ı cedîd teorisini
herhangi bir aklî delille temellendirme ihtiyacı duymazken veya bunu keşf yoluyla buna ulaştıklarını
savunurken Sadrâ, hareket-i cevherî teorisini aklî delillerle temellendirir. Getirdiği aklî delillerin
yanısıra teorisini kanıtlamak için İbnü’l Arabî’nin meseleye dair görüşlerini de birer referans olarak
kullanır. Ancak şu hususa dikkat çekmekte yarar var: Sadrâ’nın senteze dayalı felsefesinin
karakteristik özelliğine bağlı olarak sabık teori ve öğretileri olduğu gibi eklektik bir üslupla almadığı
belirtilmelidir. Nitekim bu meselede de İbnü’l Arabî’den etkilenmekle beraber onun savunduğu gibi
âlemdeki varlıkların cevherî hareket boyunca bir suretten sıyrılıp başka bir surete
büründüğünü/giyindiğini kabul etmez. Ona göre sonraki suret önceki suretin tüm özelliklerini ihtiva
eden daha üstün ve kâmil bir surettir.1593 Özünde seyyal, mütemadi ve yatışmaz bir dinamizm
barındıran cevher, tüm arazlarda meydana gelen harekete de kaynaklık ederken bu hareket sırasında
yok olan herhangi bir şey yoktur. Cevherî bir hareketle bi’l-kuvveden bi’l-fiile doğru peyderpey
çıkan ve olgunlaşan tek bir varlık vardır. Hâsılı Sadrâ’nın hareket-i cevherî teorisiyle tasavvuf
metafiziğinde önemli bir yeri olan halk-ı cedîd anlayışından etkilenmekle beraber onu geliştirdiğini,
getirdiği yorumlarla ona felsefi bir zemin ve boyut kazandırdığını ve dolayısıyla tasavvufla felsefe
arasında bir yakınlaşma ve insicam yarattığını rahatlıkla söyleyebiliriz.
Yukarıda sayılan bazı temel meseleler dışındaillet-malul ilişkisi, zaman, hayal gücü, nefsin
bekası, eskatoloji ve özellikle cehennem azabının devamlılığı gibi konularda da İbnü’l Arabî’nin
Molla Sadrâ üzerinde bariz etkileri görülür.Nitekim nefsin ölüm sonrası hayatı ile ilgili olan Esfâr’ın
son bölümü İbnü’l Arabî’den alıntılarla doludur.1594Burada çalışmanın kapsamı ve sınırlı boyutu
nedeniyle bu meselelerin detayına giremeyeceğiz. Ancak İbnü’l Arabî’nin Sadrâ üzerindeki etkisinin
boyutlarının yukarıda ele aldığımız meselelerle sınırlı olmadığını ve bu konunun daha kapsamlı bir
çalışmayı hak ettiğini söylemeliyiz.
Sonuç
Gerek yukarıda değindiğimiz Sadrâ’nın fikri arka planında ve felsefî yönteminde gerekse
felsefesinin temel öğretilerinde yadsınamaz bir İbnü’l Arabî etkisinin kendini izhar ettiğini rahatlıkla
söyleyebiliriz. Ele aldığı tüm meseleleri aklî bir temele dayandırma çabası güden Sadrâ’nın aşkın
hikmet perspektifinde temel motiflerden biri olarak yerini alan bu etki, aynı zamanda İslam düşünce
tarihinin iki ana akımı olan felsefe ile tasavvufun yakınlaşması ve aynı düzlemde buluşması ile
neticelenmiştir. Bu nedenletasavvufun nazarî temellerini atan İbnü’l Arabî’nin İslam düşünce
tarihindeki mümtaz yerinin Sadrâ’nın Aşkın Hikmet perspektifinde teberrüz ettiğive Sadrâ sonrası
İran irfanî geleneğinin ayrılmaz bir parçası haline geldiği belirtilmelidir.
Sadrâ’nın yukarıda değindiğimiz meselelerde İbnü’l Arabî’nin etkisinde kalmakla beraber bu
etkinin Sadrâ’nın düşüncelerinde ve eserlerinde eklektik bir tarzda ve basit şerh usulüyle ele
alınmadığı görülmektedir. Zira bu düşüncelerin her birini kendine has bir yaklaşımla ele alan Sadrâ,
kimi yerlerde İbnü’l Arabî’nin görüşlerini kendi fikirlerini teyit etmek üzere referans gösterirken
kimi yerlerde ise İbnü’l Arabî’yle hemfikir olmadığını açıkça ifade etmektedir. Nitekim Sadrâ’nın
1592
Surûş, Evrenin Yatışmaz Yapısı, s. 44.
İbnü’l Arabî bu yenilenmeyi, soyunduktan sonra giyinme anlamına gelen لبس بعد خلعkavramıyla ifade ederken Sadrâ
ise لبس بعد لبسdemeyi tercih eder. İbnü’l ArabîEş‘âriler’in araz için savundukları “araz iki zamana kalmaz” ifadelerini
“mevcut iki zamana kalmaz” şeklinde revize ederek لبس بعد خلعkavramıyla bir varlığın sürekli bir biçimde yok olup
yeniden hayat bulduğunu ve bu yenilenme sırasında geride kalan her şeyin mâdum, sonraki varlığın ise bütünüyle yeni
olduğunu savunur. Sadrâ ise cevherî bir hareketle kemale doğru ilerleyen varlığın peyderpey büründüğü suretlerde
sonraki suret önceki suretin üstünde giyildiğini ve onu içine alarak daha üstün bir surete ulaştığını savunur. Sadrâ
kendi görüşünü çeşitli delillerle temellendirirken arifler ise görüşlerini teyit etmek için şu ayetleri referans olarak
gösterirler: “Sizi benzerlerinizle değiştirecek ve sizi bilmediğiniz bir mahiyette yeniden yaratacağız.” Vakıa 56/61;
“Onlar, yeniden yaratmanın (imkânından) kuşku duymaktalar.”Kâf 50/15; "O, her an yaratma halindedir.” Rahman
55/.Bkz. İbnü’l Arabî, Fusûlu’l-Hikem, s. 177-179; Molla Sadrâ, Esfâr, c. 3, 112-113; s.292.
1594
Nefsin bekâsı, ölüm sonrası hayat ve cehennem ehlinin maruz kalacağı azabın mahiyeti ile ilgili Esfâr’ın son cildi
Futûhât’tan uzun iktibaslarla son bulmaktadır. Bkz. Molla Sadrâ, Esfâr, c.9, s. 380, 382; S. Hüseyin Nasr, SufiEssays,
SchockenBooks, New York, 1977, s. 100-101.
1593
düşüncelerinde benzer bir etkilenme sadece İbnü’l Arabî için değil İbn-i Sînâ ve Sühreverdî başta
olmak üzere hocası Mîr Dâmâd da dâhil kendinden önceki diğer filozoflar için de geçerlidir.
Düşünce tarihinde sabık düşünce ve teorilerden yararlanarak artan müktesebatı özümsemek ve bu
müktesebattan yeni sentezler ortaya koymak yalın kat bir eklektizmle tarif edilemeyecek kadar
önemlidir. Zira düşünce tarihi bu tür sentezlerle yeni zaviyeler kazanarak ilerlerken sonra gelen
düşünürlerdeki her bir fikrin temelinin önceki düşünürlerde bulunması sonrakilerin çabalarını
önemsiz kılmaz. Burada takdir edilmesi gereken kuşkusuz, geçmişi ölü bir mazi olarak değil,
geleneğiyle kurduğu sağlam bağlar neticesinde İslam düşüncesinin geçmişi ile geleceği arasında
muhkem bağlar kurarak yeni sentezlere ulaşmayı başaran çaba olmalıdır. Asıl yadırganması gereken
durum ise İbnü’l Arabî’den sonra onun gibi bir dehanın düşüncelerinden bigâne olmak veya ondan
yararlanma tenezzülünde bulunmamak olsa gerektir. Bu gibi mütevazı çalışmaların böyle bir dehanın
düşüncelerinin tanınması ve değerinin takdir edilmesi hususunda katkı sunacağını umuyor ve bu
gayeye matuf düzenlenen bu organizasyonun tertip heyetine şükranlarımı sunuyorum.
Kaynakça
Açıkgenç, Alparslan,“el-Esfâru’l’erba’a”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, c.11, TDV Yayınları,
İstanbul, 1995.
__________, “İran İrfanı Geleneği Molla Sadrâ (SadrüddinŞirâzi)” İslam Felsefesi Tarihi içinde, (ed.
Bayram Ali Çetinkaya), Grafiker Yayınları, Ankara, s. 302
Ahmed Ebu Turabî, “Revîş-i Şinasi-yi Hikmet-i Müteâliye”, Marifet-ı Felsefî, Sayı,1, (2005 Yaz).
Aştiyânî,S. Celaleddin,Şerh berZâdu’l-Musafir, Kum, Defter-i Tebliğat-ı İslamî, 1381/2003.
Davûd-ı Kayserî, “fit-tevhid ve’n-nübuvveve’l-velaye”, Resail içinde, Encümen-ı Hikmet ve Felsefe,
Tahran, 1357HŞ.
__________, Şerhu’l-Fususu’l-Hikem, Mukaddimat,(thk. S. CelaleddinAştiyânî), Şirket-ı İntişârâtİlmî ve Ferhengî, Tahran, 1375HŞ,s. 48, 131;
Demirli,Ekrem, “Vahdet-i Vücûd” Diyanet İslam Ansiklopedisi, TDV Yayınları, c.42, İstanbul, 2012.
Erbilî, Muhammed Emin, Tenvir’ul-Kulûb, Kahire, 1372H.
Fazlurrahman, The Philosophy of Mulla Sadra,StateUniversity of New York, Albany, 1975.
Izutsu, Toshihiko,İslam’da Varlık Düşüncesi, (çev. İbrahim Kalın), İnsan Yayınları, İstanbul, 1995.
İbnü’l Arabî, Fusûsu’l-Hikem, (çev. Hamza Kılıç) İnsan Yayınları, İstanbul, 2014.
__________, Futûhât-ı Mekkiye, (thk. Osman Yahya) Kahire, 1329K, c.1, s. 304.
__________, Kitâbu’l-İsfâr an Netâicü’l-Esfâr, Dairetül-Maârifi’l-Osmaniyye, Haydarabad, 1948.
Konevî,Sadreddin,Vahdet-i Vücûd ve Esasları(çev. Ekrem Demirli), İz Yayıncılık, İstanbul 2002.
Meçin,Mahmut, “Molla Sadrâ’da Meâd Problemi”, Artuklu Akademi, 2014/1(1), ss. 159-182.
Molla Sadrâ, el-Hikmetü’l-Muteâliye fi'l-Esfâri'l-Aklîyyeti'l-Erbaâ, Dar-ı Ehya-ut-Turas, Beyrut,
1981.
__________, el-Meşâîr, (tah. Henry Corbin), Kitabhane-i Tahurî, Tahran, 1363HŞ.
__________,el-Mezâhiru’l-İlâhiyye, Bünyâd-ı Hikmet- i Sadrâ, Tahran, 1387/2009.
__________, Esrâru’l-Ayât, (tah, Muhammed Hacevî), Encümen-i Hikmet ve Felsefe, Tahran,
1360/1982.
__________, Mefâtihu’l-Gayb, thk. Muhammed Hacevî), Müessese-i Tahkikât-ı Ferhengî, Tahran,
1363HŞ.
__________, Şevâhidu’r-Rubûbiyye”, Mecmuâ-ı Risale-i Felsefî Sadru’l-Muteellihîn, (ed. Hamid
Naci İsfahanî), İntişrarat-ı Hikmet, Tahran, 1375HŞ.
Murtezâyî,Behzâd, “Tesir-i Mük’aşefât-ı İbnü’l ArabîberEndişehây-ı Hikemîy-i Molla Sadrâ”
Maârif-i Aklî, (Yıl:6, Sayı,3,1390, Sonbahar).
Nasr, S. Hüseyin,Molla Sadrâ ve İlâhî Hikmet, (çev. Mustafa Armağan), İnsan Yayınları,
İstanbul,2009.
__________,Sufi Essays, Schocken Books, New York, 1977.
__________,Üç Müslüman Bilge, İnsan Yayınları, İstanbul, 2009.
Rizvi, Sajjad H.,Mulla Sadra and Metaphysics: Modulation of Being, Routledge, London, 2009.
Rosenthal, Franz,“Felsefe ve Tasavvuf Arasında İbnü’l Arabî”, Tasavvuf, İlmi ve Akademik
Araştırma Dergisi, (çev. Ercan Alkan), S. 24(2009/2).
Surûş,Abdülkerim,Evrenin Yatışmaz Yapısı, (çev. Hüseyin Hatemi), İnsan Yay., İstanbul, 2008.
V. OTURUM
PEMBE SALON
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Cafer ŞEN
MUHYİDDİN İBNÜ’L ARABİ’NİN FAKİHLİĞİ
Doç. Dr. Ali DUMAN
İBNÜ'L-ARABÎ'NİN RÜYA YOLUYLA TESİRİNE BİR ÖRNEK: ŞEYH MAHMUD ELHALVETÎ'NİN EL-HİKEMU'S-SÛFİYYE ADLI ESERİ
Doç. Dr. Abdulcebbar KAVAK
ENDÜLÜS’TEN ŞAM’A BİR KİTABIN ÖYKÜSÜ: İBNÜ’L-ARABÎ’NİN HAL’U’N-NA’LEYN
ŞERHİ
Dr. Öğr. Üyesi Ercan ALKAN
AHMED AVNİ KONUK’TA BİR MESELE OLARAK MODERNLİK
Dr. Mehmet AYSOY
MUHYİDDİN İBNÜ’L-ARABİ’NİN FAKİHLİĞİ
Ali DUMAN
Özet
H. 7 / m. 13 asırda yaşamış olan İbnü'l-Arabi, tasavvuf düşüncesinin temel yorumlarından biri olan
Vahdet-i Vücut felsefesiyle tanınan bir âlimdir. Yaşadığı dönemin bütün temel İslâm bilimleri
konusunda eğitim görmüş olan İbnü'l-Arabi’nin Endülüs coğrafyasında hakim Malikî ve Zahirî fıkıh
eğitimi havzasında yetiştiği görülür. Bütün islam coğrafyasını dolaşan, her gittiği yerde ilim
adamlarıyla ve tasavvuf şeyhleri ile irtibata geçen İbnü'l-Arabi, adeta bütün hayatı boyunca ilim
talibi bir öğrenci ve aynı zamanda insanlara yol gösteren bir öğretmen olmuştur. Ülkemizde ve
dünyada pek çok araştırmaya konu olan ve hala da araştırılmaya devam eden İbnü'l-Arabi’nin fıkhi
görüşleri üzerinde ülkemizde yapılmış derli toplu bir çalışma bulunmamaktadır. Bu alanda yapılan
tek çalışma Mahmut Mahmut el-Gurab’a ait el-Fıkıh İnde Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbnü'l Arabi
çalışmasıdır. Bu çalışma da temelde Futuhatu'l-Mekkiyye’de ve diğer bazı kitaplarında yer alan
İbnü'l-Arabi’nin fıkha dair görüşlerinin derlendiği bir çalışmadan öte gitmemekte, İbnü'l-Arabi’nin
fıkıh düşüncesi ve görüşleri üzerinde yorum ve değerlendirmeler bulunmamaktadır. Biz İbnü'l-Arabi
Sempozyumu'na başvuru için gönderdiğimiz tebliğ başlığında “Muhyiddin İbnü'l-Arabi’de Fıkıh
Düşüncesi” başlığını tercih etmiştik; ancak İbnü'l-Arabi’nin sahip olduğu onlarca eseri inceleyip
fıkıh düşüncesini ortaya koymanın bir sempozyum tebliğiyle mümkün olmayacağını gördüğümüz
için bundan vazgeçtik. Bu sempozyumda “İbnü'l-Arabî’nin Fakihliği” başlığı altında, İbnü'lArabi’nin genel olarak fıkhi durum ve hükümler karşısında göstermiş olduğu travırlardan hareketle
fakih olup olmadığı konusunu tartışmayı uygun gördük.
Anahtar Kelimeler: Muhyiddin İbnü’l-Arabi, İbn Hazm, Zâhirî Mezhebi, Fıkıh Usulü, Fıkıh, İslam
Hukuku, İçtihat, Müçtehit, Fıkıh Mezhepleri, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaat
Thinking of İslâmîc Law Notion in The Muhy al Din al Arabi
Abstract
H. 7 / m. Ibn al-Arabi, who lived in 13 centuries, is a scholar known for his philosophy of Vahdat-i
Gün, one of the fundamental interpretations of Sufism. Ibn al-Arabi, who had been educated in all
the basic Islamic sciences of his time, was educated in the Malatya and Zahiri jurisprudence basin in
the geography of Andalusia. Ibn al-Arabi, who wandered all the islamic geography and contacted
with the scholars of Sufism in every place he went, almost became a student who was a student of
science throughout his life and also a teacher who guided people. There is not any unclear study
conducted in our country on the opinions of Ibn al-Arabi, who are still the subject of many
researches in our country and in the world. The only study conducted in this area is the Mahmud alGurab's al-Fiqh al-Shaykh al-Akbar Muhyiddin Ibn al-Arabi. This study does not go beyond the
study of the opinions of Ibn al-Arabi who took place in Futuhatu'l-Mekkiyye and some other books
in his book and his thoughts and opinions about fiqh and opinion of fiqh. it is made. We preferred the
title of ’Muhyiddin İbnü'l-Arabi di başvuru The Thought of Fiqh-in the Communiqué on the Ibn alArabi Symposium. However, as we saw that it was not possible to examine the dozens of works of
Ibn al-Arabi and reveal the idea of fiqh by means of a sem-pozyum communiqué. Under the title of
tartış Ibn al-Arabi's Faith u in this sem-pose, we have deemed it appropriate to discuss whether Ibn
al-Arabi is a faq in the light of the transgressions he has shown in the face of the harsh conditions
and provisions.
Key Words: Muhyiddin Ibn al-Arabi, Ibn Hazm, Zahir Sect, Fiqh Method, Fiqh, Islamic Law, Case
Law, Mujtahid, Fiqh Sects, Ahl al-Sunnah and the Congregation
GİRİŞ
Genellikle mutasavvıf olarak bilinen İbnü’l-Arabî’nin, savunduğu vahdet-i vücut düşüncesi sebebiyle
Doç.Dr. İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
[email protected]
felsefesi üzerinde durulmakta, bir mutasavvıf olarak dünya görüşü araştırılmaktadır. Onun
eserlerinde kullandığı hadisler incelenmekte, hadisçiliği ve hadis kültürü üzerine çalışmalar
yapılmaktadır. Ancak ülkemizde İbnü’l-Arabî’nin fıkıh düşüncesi ve fıkıh kültürü üzerine şu ana
kadar yapılmış derli toplu bir çalışma mevcut değildir. Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi donanımlı, temel
İslâmî ilimleri çocukluğundan itibaren hazmetmiş, kitap ve sünneti iyi bilen, hayatını kitap ve sünnet
ilkelerine göre düzenleyen bir kimsenin fıkıh birikiminin olmaması ve bunu hayatına geçirmemiş
olması düşünülemez. İbnü’l-Arabî’nin Endülüs’te yaşadığı, neredeyse bütün İslam coğrafyasının
tamamını dolaştığı göz önüne alınırsa; gerek Endülüs’te başlayan eğitim hayatı, gerek Endülüs’ten
Hicaz’a doğru giderken Kuzey Afrika, Mısır, Fas, Tunus’ta’ki hayatı, gerek Mekke, Medine
Hicaz’daki hayatı, gerek Şam’da, Anadolu’da Sivas, Konya, Malatya’daki hayatı göz önüne alınırsa;
böyle ilim talibi birinin fıkıh alanına ilgi duyması, fıkıh alanında yeterince donanımlı olması ve bu
donanımını eserlerine yansıtması normaldir.
Fakat onun bir mutasavvıf olarak öne çıkması, tasavvufta geliştirdiği düşüncelerin bilhassa kelam ve
felsefe araştırmacıları tarafından derinlemesine ele alınması, onun fıkıhla ilgili boyutunun göz
ardında kalmasına, yeterince incelenmemesine yol açmış olmalıdır. Ayrıca “her Müslümanın
kendisine yetecek kadar fıkıh bilgisi olması yeterlidir” şeklindeki düşüncesinden dolayı, onun fıkıh
birikimi gözden kaçmış, İbnü’l-Arabî’nin fıkıh görüşleri üzerinde durulmamış olabilir.
Bu düşünceden hareketle bu çalışmamızda İbnü’l-Arabî’nin, elde mevcut eserlerinde fıkıhla ilgili
görüşlerini bir araya getirmeye ve buradan hareketle İbnü’l-Arabî’de fıkıh düşüncesini tespit etmeyi
amaçlamaktaydık. Fakat eserlerindeki büyük hacim ve fıkıh alanının çok geniş muhtevası, bir tebliğ
çerçevesinde bu işin yapılamayacağını gösterdi. Bu sebeple biz de bu tebliğimizde İbnü’l-Arabî’nin
İbnü’l-Arabî’nin bir fakih olarak değerlendirilip değerlendirilemeyeceği konusunu incelemeyi uygun
gördük.
1. EĞİTİM HAYATI, HOCALARI VE FIKIHTAKİ MEZHEBİ
1.1. Doğumu ve Eğitimi
17 Ramazan 560 (28 Temmuz 1165) tarihinde Endülüs’ün güneydoğusundaki Tüdmer (Teodomiro)
bölgesinin başşehri olan Mürsiye’de (Murcia) doğdu1595. Babası Ali b. Muhammed, devlet
kademelerinde görev yapan önemli bir şahsiyet olduğu gibi, takvâ sahibi, din ilimlerinde yetkin,
Kur’an okumaya düşkün dindar bir Müslümandı. Aynı zamanda başta İbn Rüşd olmak üzere
döneminin önde gelen ilim adamlarıyla haşır neşir olan bir ilim talibiydi 1596.
İbnü’l-Arabî, sekiz yaşına kadar Mürsiye yaşamış, daha sonra ailesiyle birlikte 568/1173 tarihinde
önemli bir kültür merkezi ve Muvahhidlerin başkenti olan İşbiliyye (Sevilla) şehrine göç etti. İbnü’lArabî’nin hicret ettiği dönemlerde İşbiliye fıkıh, tefsir, hadis, kelam ve felsefi ilimler açısından İslam
dünyasının önemli merkezlerinden biri olma yolunda ilerliyordu. Ancak onun bu ilmi ve kültürel
havadan ne derece istifade ettiği kesin olarak bilinememektedir1597. İlk öğrenimini bu şehirde almaya
başlamıştır1598.
Keklik, İşbiliyye’de öğretim hayatının başlamasıyla ilgili bilgilerin sağlıklı ve yeterli olmadığına
işaretle: “Olsa olsa İbnü’l-Arabî bu sıralarda Kur’an ezberlemeye -o zamanki adetler uyarınca- ancak
bu devrede başlamıştır. Çünkü bu yaştan daha küçük bir çocuğun ciddi ve ağır nitelikte tefsir vs. gibi
dini ilimleri öğrenmeye başlamasını düşünmek mantıken caiz değildir”1599 diyerek işaret etmektedir.
Nitekim kendisi de 578 yılında İşbiliyye’nin bir beldesi olan Kavsu’l-Haniyye mescidinde
Muhammed b. Half b. Sâf el-Lahmî’nin huzurunda Kur’an okuduğunu ve ondan Kur’an okunuşuyla
1595
Ahmed b. Muhammed Makkari, Nefhu’t-Tiyb Gaznu’l-Endelüsi’r-Ratiyb, ed. İhsan Abbas (Beyrut: Daru Sadır,
1968), 2/162; M. Erol Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, DİA (Türkiye Diyanet Vakfı, 1999), 20:493.
1596
Makkari, Nefhu’t-Tiyb, 2/162; Claude Addas, Muhyiddin İbnü’l-Arabî Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, ed. Zeynep Özbek,
trc. Atila Ataman (İstanbul: Sufi Kitap, 2009); Mahmud Mahmud Gurab, eş-Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbni’l-Arabi
Tercümetü Hayatihi Min Kelamihi, 2. Baskı (Dımaşk: Matbaatü Nadr, 1991), 16; Ethem Cebecioğlu, “Muhyiddin ibnü’lArabi’nin (560/1165-638/1240) Hayatı ve Eserleri”, 2008, 10.
1597
Addas, Muhyiddin İbnü’l-Arabî Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, 131.
1598
Ahmet Ateş, “Muhyiddin el Arabi,” İA (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı, 1978) 8/534; Cebecioğlu, “Muhyiddin
İbnü’l - Arabî’nin (560/1165-638/1240) Hayatı Ve Eserleri,” 10.
1599
Nihat Keklik, Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hayatı ve Çevresi, Sufi Kitap, ed. Esma Ürkmez, 1. Baskı (İstanbul: Sufi
Kitap, 2008), 90.
ilgili bazı bilgiler elde ettiğini ifade etmektedir1600. Tefsir, Kıraat, Fıkıh, Hadis, Kelam gibi ilimlerde
öğrenim hayatının da bu şehirde başlayıp başlamadığı hususu çok açık değildir. Eserlerinde yer alan
bazı bilgilerden öğrencilik hayatının uzunca bir müddet devam ettiği anlaşılmaktadır. O döneminin
pek çok ilim merkezini ziyaret etmiş, oralarda pek çok ilim dalında farklı hocalarla görüşmüş,
onlardan ilim almış, bazılarından okuduğu ilim dallarında icazetler almıştır1601.
Ebu Abdullah el-Hayyat isimli bir zâttan ilk Kur’an-ı Kerîm derslerini aldığını kendisinden
öğrenmekteyiz1602. İşbiliyye’de Ebu Bekr b. Halef’den de Kur’an okuduğu bildirilmektedir1603.
560 yılında Mürsiye’de başlayan İbnü’l-Arabî’nin hayatı, Meşrik, Tunus, Mısır, Hicaz, Bağdat,
Musul, Anadolu’da Sivas, Konya, Malatya ve daha Şam gibi İslam dünyasının çeşitli beldelerini
dolaşarak devam etti ve 638 / 1240 yılında vefatıyla sona erdi1604.
1.2. Hocaları
İbnü’l-Arabî’nin hayatının çeşitli dönemlerinden kendilerinden ilim yönünden istifade ettiği
zikredilen pek çok hocaları vardır. Kaynakları ismi geçen hocalarından bazıları şunlardır: Ebu’lKasım eş-Şerrat el-Kurtubi, Ebu Bekir Muhammed b. Ebi Cemre, İbn Zerkun, İbnü’l-Feres, Semhun,
Ebu Muhammed ibnü’l-Harrat Abdilhak b. Abdirrahman b. Abdullah el-İşbili el-Ezdi. Kendisine
icazet veren hocaları Hafız es-Selefî, İbn Asakir, Ebu’l-Ferec İbnü’l-Cevzî, Ibn Sekine, Ibn Ulvan,
Cabir bin Ebi Eyup, İbn Beşkuval, Zahir b. Rüstem, Muhdes, Ebu Muhammed, İbn Hubeyş, İbn Ât,
İbn Bâkî, İbn Vâcib, Abdullah es-Süheylî, Lahmî, Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî, Kadı İbn
Zerkûn, Ebû Ya’kûb el-Kaysî, Sâlih el-Adevî, Ebu’l-Haccâc Yusuf, Muhammed ve Ahmed el-İşbilî
(2 kardeş), Ebû Muhammed el-Bâgî, Ebû Abdullah Muhammed, İbnü’l-Harastani, Fatıma bintu’lMusanna’, Şemsu’l-Ummi’l-Fukara1605. Addas İbnü’l-Arabî’nin hayatını yazan eslerde yer lamayan
Ibn Hubeys (v. 584/1188), Ibnu’l-At (v. 609/1212), lbn Baki (v. 625/1228) ya da Ibn Vacib (v.
614/1217) gibi hocalarının olduğunu iddia etmektedir1606.
Addas İbnü’l-Arabî’nin hoca silsilesinde sayılan alimlerden yedisinin (Haceri, Ibn Zerkun, Ibn Ebi
Cemre, Tadili, Ibnü’l-Harrat, Ibnü’l-Feres, lbn Semhun) Muvahhid iktidarı altnda kadı ya da hatip
olarak resmi vazife yaptıklarına işaretle Ibn Arabî’nin Endülüs’ün entelektüel elitinden uzak
olmadığı, hatta resmi din görevlileri muhitleriyle yakın ilişki kurmuş olabileceği sonucunu
çıkarmaktadır. Ayrıca İbnü’l-Arabî’nin üstatları arasında zikredilen isimlere dikkat edildiğinde
bunların bir kısmının hem klasik İslâmî ilimler alanında hem de züht, takva ve tasavvuf alanında
derinleşen alimler olduklarını tespit etmektedir1607.
Cebacioğlu, İbnü’l-Arabî’nin Kitabü’l-Mübeşşirat adlı eserinde İbnü’l-Arabî’nin, mana âleminde Hz.
Resûlullah’la görüşerek, O’nun kendisine: “Bana sıkıca tutun, kurtulursun!” diye hitap ettiğini,
bunun üzerine uzun yıllar hadis tahsiliyle meşgul olduğunu kaydettiğini nakleder 1608. Bütün hayatı
boyunca İbnü’l-Arabî’nin temel ilgisinin Kur’an ve sünnete olduğu dikkatten kaçmamaktadır.
Nitekim o gerek Maşrık’a, gerek Hicaz’a, Şam’a gittiğinde orada Kur’an ve Sünnet alanında
derinleşmiş alimlerle irtibata geçer ve onlardan ilim alırdı. Bütün bu seyahatlerinde Buhari ve
1600
Muhyiddin Muhammed b. Ali İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, ed. Ahmed Şemsüddin (Beyrut: Darü’l-Kütübi’lİlmiye, y.y.), I/499.
1601
Cebecioğlu, “Muhyiddin İbnü’l - Arabî’nin (560/1165-638/1240) Hayatı Ve Eserleri”., 11; Faruk Abdulmu’ti,
Muhyiddin İbn Arabi -Hayatuhu, Mezhebuhu, Zuhduhu (Lübnan / Beyrut: Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, 1993), 51 vd.
1602
Addas, Muhyiddin İbnü’l-Arabî Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, 45; Mahmut Erol Kılıç, Şeyh-i Ekber İbnü’l-Arabî
Düşüncesine Giriş, Sufi Kitap, ed. Zeybep Özbek, 2. Baskı (İstanbul: Sufi Kitap, 2010), 27; Kılıç, “İbnü’l-Arabî,
Muhyiddin”, DİA, 20:494.
1603
Ahmed b. Muhammed Makkari, Nefhu’t-Tiyb Gaznu’l-Endelüsi’r-Ratiyb, ed. İhsan Abbas (Beyrut: Daru Sadır,
1968), II:161.
1604
Makkari, Nefhu’t-Tiyb, 2/162.
1605
Makkari, Nefhü’t-Tib, 2/162; Şemseddin Muhammed b. Osman Zehebi, Siyerü A’lami’n-Nübela, Şamile Nüshası,
y.y., 23/48; Bursalı Mehmed Tahir, İbnü’l-Arabî Hazretleri, ed. Tahir Galip Seratlı (İstanbul: Kardelen Yayınları, 2011),
15-16; Addas, Muhyiddin İbnü’l-Arabî Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, 133-134; Kılıç, Şeyh-i Ekber İbnü’l-Arabî
Düşüncesine Giriş, 30-31; Cebecioğlu, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Hayatı Ve Eserleri”, 12-14.
1606
Addas, Muhyiddin İbnü’l-Arabî Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, 134. Ayrıca Addas eserinde uzuanca bir İbnü’l-Arabî
üstadları listesi verir. bkz. s. 318 vd..
1607
Addas, Muhyiddin İbnü’l-Arabî Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, 134.
1608
Cebecioğlu, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Hayatı Ve Eserleri”, 12.
Müslim’in Sahihlerini, Ebu Davut’un Sünen’ini okuduğuna dair bilgiler mevcuttur 1609. Addas,
İbnü’l-Arabî’nin Kur’an’ı ve bilhassa hadisleri sadece entellektüel bir çaba ve fukahanın
yaklaşımında olduğu gibi bir kaynak gösterme derdiyle değil; bizzat hayatına intikal ettirme derdiyle
okuduğunu ileri sürer1610.
İbnü’l-Arabî’nin bütün hayatı boyunca daima ilimle meşgul olduğunu söylemek mümkündür. O, her
gittiği beldenin büyük alimlerinden istifade etmiş, onların eserlerini rivayet etmiş, onlardan icazet
almış ve kendisinin de eserlerini okuyanlara icazet vermiştir1611.
1.3. İbnü’l-Arabî’nin Fıkıh Üstadı Kimdir?
Hayatı hakkında bilgi veren kaynakların çoğu kendisinin önce Kur’an öğrenerek daha sonra hadise
yönelerek eğitim hayatına başladığını aktarmakta ve çeşitli hoca listeleri zikr etmektedirler. Ancak
bu hoca listeleri arasında İbnü’l-Arabî’ye doğrudan fıkıh konusunda üstadlık etmiş birisi göze
çarpmamaktadır. Endülüslü olduğu için ve o dönemde Endülüs’te Zâhirî ve Malikî fıkhı hakim
olduğundan dolayı, kendisinin pek çok Zahirî ve Malikî Hoca’dan fıkıh okuduğu söylenmekte, ancak
belirli bir hoca ismi zikredilmektedir. Makkari, Abdülhak el-İşbilî el-Ezdî’nin ona fıkıh kitapları ve
İbn Hazm’ın bazı kitaplarını okuduğunu bildirmektedir1612.
Ttam adı Ebu Muhammed Abdülhak b. Abdurrahman b. Abdullah b. el-Hüseyn b. Said el-Ezdî elEndelüsi el-İşbilî olup, devrinde İbnü’l-Harrat olarak tanınmıştır. h. 514 / m. 1120 yılında İşbiliye’de
dünyaya gelen Abdülhak el-İşbilî el-Ezdî, Ezd kabilesine mensup olduğu için el-Ezdî lakabını almış
olup, muhtemelen babasının marangozluk yapmasından dolayı İbnü’l-Harrat lakabı ile tanınmıştır.
İlk eğitimini İşbiliyye’de tamamlayan el-Ezdi, döneminin temel İslam bilimlerini Kur’an ve hadis ve
diğer dini ilimleri öğrendi. Ebu’l-Kasım b. Asakir’den icazet aldı. Pek çok eserler kaleme aldığı için
şöhreti yayıldı. Eserlerinden bazıları: Hadis alanında Ahkamu’s-suğra, Ahkamü’l-Vusta, Ahkamü’lKübra, el-Mu’tel mine’l-Hadis, Kitabu’r-Rikak, el-Akıbe fi İlmi’t-Tezkir, et-Teheccüd, İhtisaru’rReşatı, Luğat alanında on sekiz ciltlik el-Havi, el-Garibiyyin’dir. Müslim’in tertibi üzere el-Cem’u
Beyne’s-Sahihayn isimli isnadsız olarak bir hadis kitabı kaleme aldığı da rivayet edilir. Döneminin
fakihleri arasında da sayılan İbnü’l-Harrat, hafız, hadis illetleri alimi, rical ilmi sahibi, hayır ve
yardımlaşmada, zühd ve takvada önder, dünya malına sırtını dönmüş, şiir de yazan çok yönü bir
alimdir. İbnü’l-Harrat 581 / 1185 yılında vefat etmiştir1613. el-Ezdî’nin, her ne kadar yaşadığı
dönemde fakih olarak bilinse de daha çok hadisçiliği ile öne çıkması ve yazmış olduğu eserlerin
yoğunluklu olarak hadis merkezli olması, onun ehl-i hadis mensubu biralim olarak
değerlendirilmesinin daha doğru olacağını göstermektedir.
Bunun dışında İbnü’l-Arabî’nin kendisinden doğrudan fıkıh okuduğu söylenebilecek bir alim ismi
kaynaklarda geçmemektedir. Öte yandan İbnü’l-Arabî’nin yaşadığı ve bilime ilk adımlarını attığı
coğrafyanın Ehl-i Hadis’in bir merkezi olması, hadis fıkhının hakim olduğu bir belde olması, doğal
olarak hadis yoğunluklu bir eğitim almasına ve üstadlarının çoğunun muhaddislerden olmasına yol
açmıştır denilebilir.
1.4. İbnü’l-Arabî’nin Fıkhtaki Mezhebi
İbnü’l-Arabî’nin hangi mezhebe mensup olduğu ya da herhangi bir mezhebe mensup olup olmadığı
meselesi tarih boyunca ve günümüzde ilim adamlarını meşgul etmiştir. İbnü’l-Arabî’nin fıkıh
düşüncesini konu alan bu çalışmamızda biz de bu soru üzerinde durmanın gerekli olduğunu
düşündük.
İbnü’l-Arabî’nin mensup olduğu mezheple ilgili ileri sürülen görüşlerden en fazla taraftarı olanı,
onun Zahirî mezhebine mensup olduğu iddiasıdır. Nitekim Makkarî, İbnü’l-Arabi’yi meşhur bir
1609
Addas, Muhyiddin İbnü’l-Arabî Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, 134-135; Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, 20:521.
Addas, Muhyiddin İbnü’l-Arabî Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, 135.
1611
Ateş, “Muhyiddin el Arabi”, İA, 8/534.
1612
Makkari, Nefhu’t-Tiyb, 2/162, 164.
1613
Zehebi, Siyeru A’lami’n-Nübela, 21:198-202; Şihabüddin Abdülhay b. Ahmed b. Muhammed el-Hanbeli ed-Dımaşki
İbnü’l-İmad, Şezeratü’z-Zeheb fi Ahbari Men Zeheb, ed. Abdülkadir Arnavud - Mahmud Arnavud (Beyrut - Dımaşk:
Daru İbn Kesir, 1986), 6:444-445; Ebu’l-Abbas Ahmed b. Ahmed b. Abdullah El-Gabrini, Unvanu’d-Diraye fi-Men
Urife Mine’l-Ulema fi’l-Mieti’s-Sabia bi-Becaye, ed. Adil Nüveyhız (Beyrut: Daru’l-Hilafeti’l-Cedide, 1979), 41-44; Ali
Osman Koçkuzu, “İbnü’l-Harrat”, DİA (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2000), 21: 70.
1610
Zâhirî fakihi olarak gösterir1614. Muhtemelen bu iddialar İbnü’l-Arabî’nin hal-i hayatındayken de dile
getirilmiş olmalı ki:
Beni İbn Hazm’a nisbet ediyorlar /
Ben İbn Hazm şöyle dedi diyenlerden değildim /
Ne o ne de başkası, benim sözüm /
Kitabın nassı şöylediri bilirim /
Ya da Peygamber şöyle söyledi, şayet toplansa /
Halk ben böyle söylüyorum hükmümdür1615.
beyitleriyle durumdan memnun olmadığını dile getirmiştir. Bu beyitlerinde o, İbn Hazm taraftarı
olmadığını, hatta hiçbir kimseyi taklit etmediğini, aksinw, mutlak müctehidler gibi doğrudan kitap ve
sünnetten hareketle hükümlere ulaştığını dile getirmektedir.
Nitekim İbnü’l-Arabî’nin fıkıhtaki mezhebi konusunda ileri sürülen iddialardan bir diğeri de onun
hiçbir mezhebe müntesip olmayıp, bağımsız bir müçtehit olduğu iddiasıdır. Bu iddiayı ileri süren de,
İbnü’l-Arabî’nin fıkhî görüşlerini yazan Mahmud el-Gurab’dır. O şöyle der: “Şeyhi Ekber
Muhyiddin ibnü’l-Arabî bağımsız fıkıh mezhebi sahibi müçtehit bir imamdır. Çok farklı ilim
mensupları ilmin sırları arasında onu kendi ilmî zevklerine göre, eserlerindeki işaret ve rumuzlara
göre değerlendirmekte ve Şeyhi Ekber’in bilimsel konumunu kaybetmekte ve onun fıkhi mezhep
çalışmalarını gözardı etmektedirler. Tasavvufçular onun hal sahibi ve şuhut makamına çıkmış bir
mürşit olduğunu söylerken, filozoflar doğu ve batı felsefesini tamamen hazmetmiş bir İslam Filozofu
olduğunu söylemektedirler. Bu kitaptan maksat Şeyh-i Ekber Muhyiddin Arabî’nin mezhebini ortaya
koymaktır. Muhakkak ki o bağımsız müstakil bir imamdır. Diğer Ehl-i Sünnet ve’l-cemaat
mezhepleri gibi mezheplerinden bir mezhebe sahiptir. O mutlak içtihat derecesini elde etmiş
kendisinden önceki hiçbir fıkıh mezhebi imamı tarafından ileri sürülmemiş hükümlere ulaşmış bir
kimsedir”1616
Mahmut el-Gurab kitabında İbnü’l-Arabî’yi, İbni Hazm’ın Muhalla’sının özetini çıkartması
dolayısıyla Zâhirîliğe nispet eden çağdaş alimlere karşı çıkmakta ve zahir kavramının İbnü’lArabî’ye göre ne anlama geldiğini bilmediklerini iddia etmektedir. el-Gurab’a göre zahir kelimesi
lafzın sahibi olduğu manalardan lugatta varit olan bir manada yorumlanması ve tevil edilmeksizin
Arap dilindeki manalardan başka bir manada değerlendirilmemesi demektir ki, bu durumda İbnü’lArabî’ye göre zahir, batın mefhumunun karşıtı anlamına gelmektedir. Bu manası ile zahire Hanefi,
Malikî, Şafii ve Hanbeliler ne anlam veriyorsalar İbnü’l-Arabî’nin de o anlamı verdiğini söylemekte
ve pek çok usuli ve furu konuda ehl-i sünnetin diğer mezhepleri ile aynı görüşlere sahip olduğu gibi,
kimi zaman da bazı içtihatlarında onlara muhalefet ettiğini belirtmektedir. Aynı şekilde İbnü’l-Arabî
bazı görüşlerinde Zâhirîyye’ye uygun içtihatlar ortaya koyduğu gibi, bazı görüşlerinde de
Zâhirîyye’ye muhalefet edebilmekte olduğunu belirten el-Gurab bu konuda İbnü’l-Arabî’nin
Zâhirîyenin kıyası, usulü fıkıh asıllarından bir ilke kabul etmemesine katıldığını ve fakat diğer
mezheplerin kıyası, usulü fıkıh asıllarından kabul etmelerine karşı getirmiş olduğu eleştirilere karşı
çıktığını örnek verir. İbnü’l-Arabî’nin Zâhirîye ile görüşlerinin aykırı düştüğü bir diğer örnek de
ahad haberin Kur’an ayetine taarruz edebileceğini kabul etmeleridir. Halbuki İbn Hazm’a göre ahat
haber zan ifade eder ve katiyet ifade eden Kur’an ayetlerine çelişemez 1617. 638 hicri gibi geç
sayılabilecek bir dönemde dünyaya gelmiş olan İbnü’l-Arabî’nin çağının bütün alim ve üstadlarıyla
bilgi ve ilim alışverişinde bulunduğunu zikreden el-Gurab, İbnü’l-Arabî’nin yaşadığı dönemdeki
fıkhi meselelerin tamamından haberdar olduğu, kimin hangi görüşte olduğunu ve delillerini bilecek
kadar vakıf olduğunu söylemektedir1618.
Gerek İbnü’l-Arabî’nin Zahirî olduğunu iddia edenlerin ve gerekse onun müstakil bir müçtehit
olduğunu iddia edenlerin görüşlerini temellendirmede dayandıkları çeşitli delilleri mevcuttur.
Her ne kadar İbnü’l-Arabî belli bir mezhebi taklit ettiğini kabul etmese de, Malikî ve Zâhirî
1614
Makkari, Nefhu’t-Tiyb, 2/162.
Muhyiddin Ebu Bekir Muhammed b. Ali İbnü’l-Arabi, Divanu İbnü’l-Arabî, ed. Ahmed Hasan Besc (Beyrut: Darü’lKütübi’l-İlmiye, 1996), 48-49.
1616
Mahmud Mahmud Gurab, el-Fıkh İnde’ş-Şeyhi’l-Ekber Muhyiddin İbni’l-Arabi, 2. Baskı (Dımaşk, 1993), 5.
1617
Gurab, el-Fıkh İnde’ş-Şeyhi’l-Ekber 7-8.
1618
Gurab, el-Fıkh İnde’ş-Şeyhi’l-Ekber, 9.
1615
mezheblerinin ağırlıklı olduğu bir coğrafyada yaşamaktadır ve hocalarının çoğu da zaten ya Malikî
ya da Zâhirî mezhebi müntesibidir. Bilhassa Abdülhak el-İşbilî el-Ezdî’den hadis ağırlıklı ilim
alması, aynı hocanın kendisine ibn Hazm’ın Zahirî fıkhına dair kitaplarını okutması, kendisinin İbni
Hazm’ın el-Muhalla adlı kitabının ihtisar etmesi, kıyas ve taklit konularında nerdeyse İbn Hazm’la
birebir aynı kanaatleri taşıması gibi gerekçelerle Zâhirî mezhebine ve özellikle İbn Hazm’a nispet
edilmesine yol açmıştır. Nitekim Makkari ibadetlerde Zâhirî mezhebi üzere olduğunu, itikatta ise
batınî bir bakış açısına sahip olduğunu söyler1619.
Öte yandan onun kimi zaman mutlak müçtehitmiş gibi nasslardan hareketle hüküm istinbat ettiğine
ve bu hüküm istinbatında kimi zaman Zâhirî mezhebine ve İbni Hazm’a aykırı görüşler ileri
sürdüğüne de şahit olunmaktadır1620. Araştırmanın ileriki kısımlarında da göreceğimiz üzere, İbnü’lArabî çoğu konuda ve bilhassa hadisle ihticaçda Zahirî mezhebine çok yakın bir tutum
sergilemektedir. Öte yandan kimi zaman kitap ve sünnet nasslarından hareketle doğrudan hüküm
istinbatı ortaya koyduğu durumlarda görülmektedir. Ancak bu durumların azlığı ve öte yandan
İbnü’l-Arabî’nin bilhassa hadislerden hüküm çıkarırken hadis tahammül yöntemi olan rüyada
Peygamberi görmesi gibi durumlar, hüküm istinbatının bu şekilde yapılmasının şer’î bakımdan
uygun olmadığının söylenmesi mümkün kılacak veriler sunmaktadır.
İbnü’l-Arabî’nin Zahirîlik ile Ehl-i Hadis içinde sayılan Malikîlik, Şafiîlik ve Hanbelîlik ortasında bir
yerde durduğunu söylemek mümkündür. Her ne kadar o, herhangi bir mezhebi taklid ettiğini kabul
etmese bile, mutlak müçtehit olarak değerlendirilmeyi hak edecek bir pozisyonda olmadığını
söylemek yanlış olmayacaktır. Buna göre onun belli bir fıkıh mezhebini takip etmediğini
söylenebilirse de esasında Ehl-i Hadis taraftarı ve bir alim (müctehid değil) olarak değerlendirilmesi
daha doğru olacaktır.
2. İBN ARABİ VE FIKIH
2.1. İbnü’l-Arabî’nin Usule Dair Görüşleri
Usulün üç boyutu vardır. Birincisi deliller, ikincisi hükümler ve üçüncüsü de lafzi mebhaslerdir.
Deliller aynı zamanda şeriatın kaynaklarıdır. Hükümler de bu delillerden hareketle karşılaşılan tek
tek meselelerde ulaşılmak istenen neticelerdir. Lafzî mebhasler ise kitap ve sünnet metinlerinde yer
alan ibarelerin, kelamı oluşturan lafızların tek başlarına ve birbirleriyle ilişkilerinde ortaya çıkacak
anlamları tespit etme ve oradan kurallar belirleme çabasıdır. Bu başlık altında biz İbnü’l-Arabî’nin
görüşlerinde deliller, hükümler ve lafzî mebhaslere ilişkin muhtevayı serdetmeye çalışacağız.
İbnü’l-Arabî’nin usul ilkesi olarak katiyet bildiren naslar ile zanniyet bildiren naslar karşı karşıya
geldiğinden katî olanı tercih ettiğini görmekteyiz. Bunun bir örneği Arafat ve Müzdelife dışındaki
ikamet edilen ya da sefere çıkılan durumlarda namazların birleştirilmesi konusunda karşımıza çıkar.
İbnü’l-Arabî Arafat ve Müzdelife’de namazların cem edilmesi hususunda alimlerin fikir birliği
ettiğini, diğer yerlerde ise ihtilaf olduğunu söyledikten sonra: “Benim vardığım görüş vakitlerin
herhangi bir görüş ayrılığı olmaksızın saptandığıdır. Dolayısıyla yoruma kapalı kesin bir nas
olmaksızın bir namazı kendi vaktinin dışına çıkaramayız. Çünkü sabit bir ilkeden yoruma açık bir
durum nedeniyle çıkmak ve ayrılmak uygun değildir. Bilgi kokusu koklamış hiç kimse bunun aksini
söyleyemez. Bu konuda aktarılan bütün hadisler yoruma açıktır ya da yoruma açık olmakla birlikte
hakkında konuşulmuş ya da güvenilir olmakla birlikte kesin bir nass değildir”1621.
Bu açıklamalarda da Görüldüğü üzere İbnü’l-Arabî katiyet ifade eden Kur’an nassıyla sabit namaz
vakitlerinin zan ifade eden hadislerle hüküm dışı bırakılamayacağı ya da tahsis edilemeyeceği
görüşündedir.
2.2. İbnü’l-Arabî’ye Göre Fakih Kimdir
İbnü’l-Arabî Tevbe Suresi 122 ayette ““ ”ليتفقّهوا في الدينdinde fakih olmanız için” ve “”و لينظروا قومهم
“geriye döndüklerinde kabilelerinizi uyarmanız için” ifadelerini fakihlerin Allah tarafından dini
1619
Makkari, Nefhu’t-Tiyb, II.162.
İbnü’l-Arabî’nin Zahirliğe aykırı görüşleriyle ilgili örnekler ileri verileceği için, tekrara düşmemek amacıyla burada
zikretmekten kaçındık.
1621
Muhyiddin Muhammed b. Ali İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye (Mısır: Darü’l-Kütübi’l-Arabiyyeti’l-Kübra, y.y.),
I:471.
1620
anlama ve toplumu uyarmada peygamberle aynı mertebede oldukları anlamına gelmesi şeklinde
yorumlar ve buradan hareketle: “Fakih basirette Allah’a davet eden kimse demektir” tanımını verir.
Öte yandan zann-ı galipleri ile hüküm veren fakihlerin varlığından bahseden İbnü’l-Arabî bunlara
şekilci alimler demektedir. Şekilci alimlerin kendilerini beğendiklerini, “Rabbim bana anlattı”
diyenleri tanımadıklarını ve kendilerini onlardan üstün gördüklerini söyleyerek, bu tür alimlerin yani
fakihlerin mutasavvıfları anlayamadıkları iddiasını ileri sürer1622.
İbnü’l-Arabî’nin Fütuhat-ı Mekkiyye’de yer alan bazı ifadelerinden bir tür fukaha düşmanlığına
sahip olduğunu çıkarmak mümkündür. Nitekim o, sultanların emir ve arzularına veya istelerine göre
fetva veren fakihlerden bahsetmekte ve bu tür alimlerden duyduğu rahatsızlığı dile getirmektedir.
İbnü’l-Arabî, alimlerin bazen kendi heva ve heveslerine uyuduklarını Allah’ın tertemiz yolu şeriattan
ayrıldıklarını, bazen uzak tevillere giderek, kendileri de verdikleri fetvanın Allah katında doğru
olmadıklarını bile bile, sultanların isteklerini meşrulaştırdıkların ifade eder. Örnek olarak da Gazi b.
Melik Nasr Ebu Yusuf b. Eyüp ile aralarında geçen bir diyalog aktarır ve bu sultan’ın yapmış olduğu
bazı yanlışları bile bile yaptığını ve fakat bu yanlışları fetva veren bir fakihi olduğunu ve hatta
kendisinin de bu yanlışları yaparken bu işlere fetva veren fakihi lanetlediğini dile getiririr1623.
İbnü’l-Arabî’nin bu aktardığı anekdot ve çıkarttığı sonuç aslında bir genelleme niteliği taşımaz. Belli
dönemlerde sultanlara yakın olmak isteyen alimlerin şer’î hükümleri sultanların hevalarına göre
düzenleme çabaları görülmüş olabilir. Ancak bu, namuslu, dindar ve şer’i hükümlere bağlı alimlerin
de aynı zan altında bırakılması gerektiği sonucunu doğurmaz. Nitekim fıkıh alanında bilhassa canıyla
kanıyla mücadele eden ve şeriatın şer’î hakikatlerini zalim sultana ifade etmekte tereddüt
göstermeyen binlerce alim ortaya çıkmıştır. İbnü’l-Arabî’nin böyle tekil örneklerden hareketle
fakihleri suçlayıcı sonuçlara çıkmasının çok adil bir tutum olmadığı söylenebilir.
2.3. İbnü’l-Arabî’ye Göre Şer’î Hükümler
Allah’ın hükümlerinin aynı zamanda Allah’ın sınırları olduğu kanaatinde olan İbnü’l-Arabî, bu
hükümlerin vücub, hazr, kerahet, nedb ve ibahadan müteşekkil olduğunu ve kulların fillerinin
mutlaka bunlardan biriyle değerlendirileceğini bildirir1624. İbnü’l-Arabi hükümlerin taat ve masiyet,
taat olmayan ve masiyet olmayan, terşvik edilen teşvik edilmeyen şeklinde ayrıldığını belirttikten
sonra: taat ve masiyetin, yapmak ve terk etmek açısından vücub ve hazar olduğunu, teşvik edilen ve
teşvik edilmeyenin de yine yapmak ve terk etmek açısından nedb ve kerahat olduğunu, taat olmayan,
masiyet olmayan, terşvik edilen olmayan ve teşvik edilmeyen olmayanın da ibaha olduğunu
söyler1625.
Hükümlerin emir ve nehiylerden elde edildiği kanaatinde olan İbnü'l Arabî, emrin de muhayyerlik
içeren, ki mübahtır ve teşvik edilen (merğub) olarak ikiye ayrıldığını; teşvik edilenin, terkedenin
şer’an kınandığı, ki vacib ve farz, yapanın övüldüğü ve terk edenin kınanmadığı ki mendub
şeklinde ikiye ayrıldığını söyler. Nehyin de, işleyene kınanmayı gerektirici bir işten yasaklama, ki
mahzur ve terkedenin övülmeyi ve işleyenin de kınanmasını gerektirmeyen yasaklama, ki mekruh
şeklinde ikiye ayrıldığını söyler1626.
Görüldüğü gibi hükümler konusunda İbnü’l-Arabî, ehl-i hadisi oluşturan mezheplerin hüküm
tasnifini1627 aynen benimsemektedir.
2.4. İbnü’l-Arabî’ye Göre Şer’i Hükümlerin Kaynakları / Deliller
İbnü’l-Arabî, üzerinde ittifak edilen şer’î hüküm kaynaklarının kitap, mütevatir sünnet ve icma
olduğunu, kıyas üzerindeyse ihtilaf bulunduğunu söyler. Bunu divanında şöyle ifade eder:
1622
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, I:280.
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, III:67.
1624
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, IV:168.
1625
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, IV:214.
1626
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, II:257.
1627
Ehl-i Hadis mezhepleri genel olarak Mütekellimun mesleği üzer usul yazarlar ve hükümleri vacib, mendub, haram,
mekruh ve mübah şeklinde beşli tasnife tabi tutarlar. Geniş bilgi için bkz. Muhâmmed b. Ali b. Muhâmmed Şevkanî,
İrşadü’l-Fuhul İla Tahkiki’l-Hakk min İlmi’l-Usûl, ed. Ahmed İzzu İnaye, 3. Baskı (Beyrut: Daru’l-Kutubi’l-Arabi,
2003), I:25-27; Ali Duman, İlitam ve İlahiyat Fakülteleri İçin İslam Hukuk Usulü Dersleri, 2. Baskı (Malatya: Protecth
Matbaacılık, 2017), 45-57.
1623
كتاب و إجماع و سنة مصطفي
و أ ّما أصول الحكم فهي ثالثة
مر و انقضي
و رابعها قياس محقق
ّ و فيه خالف بينهم
1628
İbnü’l-Arabî’ye göre hükümlerin kaynaklarını tek tek inceleyelim.
2.3.1. Kitap ve Sünnet
Futuhat-ı Mekkiye’de İbnü’l-Arabî şer’î hüküm istinbatında en güçlü delilin Kur’an ve
Peygamberden sahih yolla, kimi zaman sahabenin icma’ıyla kimi zaman da ahad yolla gelen haber
olduğunu belirtir1629.
2.3.2. İcma
İcma’ın da nassa dayanması kaydıyla hüccet olduğu kanaatinde olan İbnü’l-Arabî1630, icma’ın
hucciyetini, Ehl-i Sünnet ve’l-Cemaatten ayrılınmaması gerektiği, Allah’ın elinin cemaatin üzerinde
olduğu ve Peygamberimizin cemaatten ayrılmayı yasakladığı şeklindeki rivayetlerle temellendirir.
İcma’ın şer’î hükümlere delalet açısından kesin bilgi ifade eden kitap ve mütevatir sünnet nassı gibi
olduğunu söyler1631.
Ancak İbnü’l-Arabî, Zahirîler gibi, icma’ın ancak ilk asırda yapılabileceği kanaatindedir. Bunun
gerekçesini şöyle izah eder: “Eğer onlar (sahabe) bir iş üzerinde icma etmişlerse, o işin bağlı olduğu
bir nassı biliyor olmaları gerekir. Aksi taktirde onlardan bize kendisiyle amel edilecek kesin bilgi
ulaşmazdı. Onların nass olmayan bir konuda icma etmeleri imkansızdır. Çünkü onlar nazar /
inceleme yaparlar ve onların yartılışları / fıtratları çeşitlidir. Bu sebeple ihtilaf etmeleri gerekir. Eğer
onlar bir konuda icma etmişlerse bu kesin bir hükümdür. Bize göre onlar Peygamberden bir nass
üzerinedirler. İlk dönemin icmasından sonra icma ile hüküm verilemez”1632.
2.3.3. Kıyas
Çağdaş alimlerin önemli bir kısmının İbnü’l-Arabî’yi Zâhirîlik ile itham ettiği bilinmektedir.
Zâhirîliğin en önde gelen ayırıcı vasfı ise kıyası reddetmeleridir. İbnü’l-Arabî’nin kıyas konusunda
tutarlı bir tutum sergilediğini söylemek mümkün gözükmemektedir. Zira o, Futuhatü’l-Mekkiye adlı
eserinin bazı yerlerinde kıyası hüccet olarak kabul ettiğini beyan ederken, bazı yerlerde ise kıyasın
hüccet olmasına karşı olduğunu bildirmektedir.
Mesela: “Allah kullarının peygamberden sonra kıyası kitap ya da sünnet veya icmadan nass
bulunmayan konularda bir bilgi kaynağı / asıl olarak kullanacaklarını biliyordu” 1633 şeklindeki
ifadeleri, kıyasın Allah tarafından onaylanan bir bilgi kaynağı olduğuna delalet ettiği gibi, kendisinin
de kıyası kabul ettiğine işaret etmektedir. O kıyasın Şari tarafından bir hüküm kaynağı olarak
belirlendiği, bu sebeple de kıyası kabul etmeyen kimselerin kıyası reddetmemeleri gerektiği
kanaatindedir. Çünkü bu durumda kıyasa karşı çıkan kimse, Şari’in onayladığı bir hükme karşı
çıkmış olmaktadır1634.
Kıyasın şer’î hüküm istinbatında hüccet olup olmadığı konusunda ulema arasında ihtilaf olduğunu
(muhtelefün fih), bazı alimlerin kıyası hüküm kaynakları arasında sayarken, bazılarının bunu
reddettiğini söyledikten sonra, kendisinin de kıyasın şer’î hüküm kaynağı olduğunu reddedenlerden
olduğunu söyler. O bu görüşünü çeşitli ayetlerden (Bakara, 2/282; Enfal, 8/29; Hadid, 57/28; Kehf,
18/65) hareketle ortaya koyduğu, takvanın delile dayanmak zorunda olduğu düşüncesine dayandırır.
Çünkü ona göre kıyas, hakkında kesin delil olan bir kaynak değildir. Allah'ın şeriatı ve insanın
hareketlerindeki hüküm sadece Kur'an'dan ya da peygamberden güvenilir bir biçimde aktarılan
sözlerden öğrenilebilir. Bir de nassa dayanmak zorunda olan bir icma’dan öğrenilebilir. Kıyas ise
tıpkı ahad haber gibi kesin bilgi / yakîn ifade etmez. bu sebeplerden dolayı İbni Arabi kıyası hüküm
ispatlamak da bir hüccet kabul etmez ancak kıyası hüccet kabul ederek hüküm istinbatında bulunan
müctehidlerin bu tutumunu da caiz görür. Yani İbnü’l-Arabî kendisi kıyası kabul etmese bile
1628
İbnü’l-Arabi, Divanu İbnü’l-Arabî, 61.
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, II:162.
1630
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, II:162.
1631
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, I:333-334.
1632
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, II:164; IV:75.
1633
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, y.y., I:471.
1634
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, I:472.
1629
içtihadına göre kıyası geçerli sayan müctehidlerin kıyasla hüküm vermesini caiz görür. Çünkü Şari,
müçtehidin hata etse bile sevabı hak edeceğini belirtmiştir. Zaten kıyas yapan bir müçtehit kitap,
sünnet ya da icmadan bir asla dayanarak hüküm istinbat etmek zorundadır. Bunlardan birine
dayanmadan kıyasla hüküm vermek hiç kimseye helal değildir diye düşünmektedir1635.
Öte yandan ibnü’l-Arabi, “Allah yolunda öldürülenleri ölü demeyiniz. Onlar diridirler, fakat siz
bilmezsiniz” (Al-i İmran, 3/69) ayetinden hareketle, bu ayetin kıyasın geçersizliğine delil olduğu
sonucunu çıkarır. Zira kıyasa göre şehit olarak ölen ile normal yoldan ölen ve müşrik olarak ölen
arasında fark yoktur. Hepsi nefes almaz, canlılık alameti gösteremez. Halbuki Allah şehit olanların
ölü olmadıklarını, onlara ölü denilmemesi gerektiğini bildirmektedir ki, bu da bu tür konularda
kıyasın geçersiz olduğuna delalet eder1636.
Yukarıda da geçtiği üzere esasen kıyası reddettiğini söyleyen İbnü’l-Arabî, bu düşüncesine aykırı bir
biçimde celi / açık kıyasın ahat haberden daha güçlü bir delil olduğunu söyler. Çünkü ahad haberle
amel hususunda raviye iyi niyet beslenir ve onun getirdiği bilgi zan ifade etmekle birlikte raviyi,
doğru ya da yalan söyleyeceği hususu araştırılmaksızın rivayeti kabul edilir. Açık kıyasta ise
rehberlik eden doğruya ulaştırıcı sahih akli düşüncedir1637.
İbnü’l-Arabî, yeryüzünde meydana gelebilecek bütün hadiselerin Allah katında bir hükmü olduğu
kanaatindedir. Ancak Şari bu hükümlerin tamamını bildirmemiştir. Dolayısıyla kitap ve sünnette
bildirilenlerin dışında kalan alanlarda, hüküm aklî düşünceyle yani kıyas ile elde edilebilir. Burada
önemli olan kitap, sünnet ya da icmadan bir asla dayanarak aklen kavranabilir bir illet (illet-i makule)
ile o hükme ulaşılması gerektiğidir kanaatindedir1638.
Kıyas ve makul illet üzerine hükmün bina edilebileceği hususunda bu görüşlere sahip olan İbnü’lArabî, eserinin bir başka yerinde, peygamber dışındaki devlet başkanlarının re’y ve kıyas ile amel
edemeyeceği görüşündedir. Çünkü kıyas illetin devamlılığı (tard) anlamına gelir. Ama insanlar
Allah'ın o illetin devamlılığını kast edip kast etmediğini bilemez. Eğer Allah o illetin devamlılığını
murad etmiş olsaydı, peygamber diliyle bunu açıklar ve kıyamete kadar onu hükme bağlardı. O halde
imam / devlet başkanlarının kıyas ve re’y ile amel etmesi caiz değildir, diye düşünür. Fakihin kendi
içtihadıyla şeriatın belli bir nassla hüküm zikredilmeyen illet konusunda İbnü’l-Arabî, fakihin o illeti
genel bir ilke yaparak Allah'ın hakkında izin vermediği şekilde belli bir hususta zorlama da
bulunduğu kanaatini dile getirir1639.
İbnü’l-Arabî eserinin bir başka yerinde peygamberin soru sormayı yasaklanmasına kıyasla soru
sormanın hüküm inmesinin nedeni olduğunu, bu sebeple peygamberin soru sormayı yasakladığını,
önceki ümmetlerin de çok soru sormaktan pek çok şer’î ahkamla muhatap olduklarını ve altından
kalkamadıklarını dile getirir. Ona göre kıyas hükümlerin artmasının sebebidir. Fakihlerin yaptığı bu
işlem aslında peygamberin çok da hoş bulmadığı bir işlemdir. Bununla birlikte İbnü’l-Arabî kıyası
bir yöntem olarak benimseyen fakihler içtihat hatası bile yapmış olsalar, konuyla ilgili hadis
sebebiyle, sevaba müstehak olacaklardır düşüncesindedir1640.
İbnü’l-Arabî’nin kıyas karşısında bu ikircikli tutumu izaha muhtaçtır. İbn Hazm’ın ve dolayısıyla
zahirîliğin etkisiyle kıyasa karşı çıkıyor ve reddediyor olması muhtemeldir. Çünkü bilindiği üzere
gerek mezhebin kurucu imamı Davud b. Ali ez-Zahirî1641, gerekse sonraki dönmelerde mezhebi
eserleriyle yeniden ihya etmeye çalışan ibn Hazm1642 kıyas’ın dinde kesin olarak hüccet olamayacağı
görüşündedirler.
Öte yandan onun aynı zamanda ehl-i hadis olmasının bir gereği olarak Peygamber Efendimizin
“Hakim içtihat eder isabet ederse iki sevap alır, hata ederse bir sevap alır”1643 hadisi ile ameli terk
1635
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, II:162.
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, I:146.
1637
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, II:162-163.
1638
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, II:163.
1639
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, III:337.
1640
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, III:230.
1641
Ebu Bekr Ahmed b. Ali El-Cessas, el-Fusul fi’l-Usul, ed. Acil Casim en-Neşemi, IV (Kuveyt: Vezaretu’l-Evkaf ve’şŞuunu’l-İslamiyye, 1994), IV:95.
1642
Ali b. Ahmed el-Endelüsi İbn Hazm, el-İhkam fi Usuli’l-Ahkam (Kahire: Daru’l-Hadis, 1998), VIII:1091.
1643
Buhari, Sahih, Kitabu’l-İ’tisam bi’l-Kitab ve’s-Sünne, IX/108, H. No: 7352; Müslim, Sahih, Kitabu’l-Akdıye, V/131,
H.No: 1716; Ahmed b. Hanbel, Müsned, XXIX/351, H. No: 17816.
1636
edemediğinden dolayı kıyasa kerhen cevaz veriyor olabilir.
2.3.4. İbnü’l-Arabî’de Delillerin Çatışması / Tearuzu’l-Edille
Tearuzu’l-Edille konusunda ibnü’l-Arabî’nin tamamen ibn Hazm gibi düşündüğünü görmekteyiz. O
iki ayetin ya da iki sahih haberin tearuz etmesi halinde, bu zıt delilin aralarını cem etmek mümkünse,
cem edilerek her ikisiyle amel edilmesi gerektiğini ve hiç birinin terk edilmemesi gerektiğini söyler.
Eğer ikisiyle birlikte amel etmek, delillerden birini istisna içermesi sebebiyle mümkün olmazsa,
istisna olanı almak gerektiğini söyleyen ibnü’l-Arabi, birbirilye çatışan iki delilden biri diğerinden
daha fazla mana içeriyorsa onun alınacağını ve onunla amel edileceği söyler. Ancak çatışan iki delil
arasında her açıdan çatışma mevcutsa ve birini diğerine tercih ettirecek bir üstünlük söz konusu
değilse, o zaman tarihlerine bakılır, tarihi daah sonar olan alınır, diğeri terk edilir görüşündedir. Ama
tarihler bilinmiyorsa ve her ikisiyle amel etmek sıkıntılıysa dinde zorluğu kaldıranla amel olunur,
çünkü Allah’ın dini kolaylık dinidir, dinde zorluk / harac yoktur diye düşünür. Ama zorluğu
kaldırmak açısından da her iki delil eşitse, bu taktirde delillerin ikisi terk edilmez, sadece mücehid
dileidğiyl amel etmekte muhayyerdir der ibnü’l-Arabi1644.
İbn Hamz da iki ayet, iki hadis ya da bir ayet bir hadis tearuz ederse, hiç birinin terk edilmeyeceği,
mümkün olduğunda onlarla amel eidlmeye çalışılacağı kanaatindedir. Ona göre iki delil tearuz
ediyorsa: 1. İki delilden biri diğerinden daha az mana içeriyordur, 2. Iki delilden biri yasaklamayla
ilgilidir, 2. Iki delilden biri serbest bırakmayla ilgilidir, 4. Iki delilden biri vacib kılını ve diğeri
yasaklayıcıdır1645.
2.3.5. İbnü’l-Arabîde Hükümsüzlük
İbnü’l-Arabî meskutun anh olan (sükut geçilen) konularda herhangi bir hüküm beyan edilemeyeceği
ya da aslın hükmü üzere devam edileceği kanaatindedir, ki aslın hükmü esasında ıstıshab anlamına
gelir. O bu konuda şöyle der: “Haberde varit oldu ki hakkında gönderilen vahiyde bir hüküm
bildirilmeyen / sükut geçilen şeyler, etkisi ve hükmü olmayan konulardır. O konularda sorumluluk
yoktur. Çünkü Allah kitabında ve peygamberinin diliyle insanlara indirdiği hükümleri beyan etmiştir
/ bildirmiştir”1646. Bu izahı ile İbnü’l-Arabî, şeriat tarafından kitap veya peygamber kanalıyla hükmü
bildirilmemiş meselelere bir hüküm izafe edilemeyeceği kanaatini ortaya koymaktadır, Nitekim
eserinin bir başka yerinde de susan bir kimseye, konuşmadığı sürece herhangi bir şey nispet
edilemeyeceği gibi herhangi bir görüş de nispet edilemeyeceğini, bu yüzden de susan kimsenin
görüşünün icma da dahil olmayacağını ifade eder. Çünkü ona göre, bir konuda karşı gelmeyi terk
etmek hüccet olamaz. Ancak hakkında konuşulan husustaki asıl üzere iş devam eder. Çünkü
peygamberin huzurunda söylendiği veya yapıldığı halde peygamberin karşı çıkmadığı bir iş
hususunda onun hükmü mübahtır denilemez; peygamber bu hususta herhangi bir hüküm
bildirmemiştir. Çünkü o hususta herhangi bir vahiy inmemiş olabilir ve peygamber de kendisine
vahiy inmeyen konularda hüküm koymaz. Durum böyle olunca da iş aslı üzere kalmaya devam eder.
İşin aslı üzere devam etmesi normal bir durumdur. Beş hükümden herhangi birinin belirlenmemiş
olması demektir ve asıl hükümde budur. Çünkü ibaha konusunda nass yoktur, o zahirdir. Öte yandan
haram konusunda hüküm, bizim sebebimizle vardır. Çünkü Allah bizi imtihan etmek için ve uyup
uyumayacağımızı denemek için vacip, mendup, kerahat ve ibahayı indirdiği gibi, haramı da
indirmiştir. Bu beş hükmün dışındaki durumlarda asıl / ilke hükmün olmaması (la hükme) halidir1647.
2.4. İbnü’l-Arabî’nin Usulü
İbnü’l-Arabî kendisinin ne mütekellim, ne muhaddis, ne de fakih olduğunu iddia etmiştir. O,
tasavvuf alanı dışındaki bütün İslâmî bilimlerde kendisine yetecek kadar bilgi sahibi olmuş bir
mutasavvıftır. Akaid-kelam, hadis, tefsir alanlarında çeşitli çalışmalar yapmış, eserler yazmış olduğu
gibi fıkıh alanında da döneminin şartları çerçevesinde araştırmalar yapmış çeşitli fıkhi meselelerde
görüşler ortaya koymuştur. Her ne kadar onun müstakil bir mezhep sahibi fakih (mutlak müctehid)
olduğu iddia edilse de; bu iddianın tarihi gerçeklere uygun olmadığı, bilimsel açıdan da ispatlanamaz
1644
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye.
Ali İbn Hazm, el-İhkam fi Usuli’l-Ahkam, ed. Mahmud Hamid Osman (Kahire: Darü’l-Hadis, 2005), 181-182.
1646
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, IV:305.
1647
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, III:195-196.
1645
bir iddia olduğunu söylemek yanlış olmayacaktır. Çünkü İbnü’l-Arabî kendisinin bir veli olduğunu,
velayet mertebesine eriştiğini ve bilgiyi doğrudan Allah’tan ve peygamberden aldığını iddia
etmektedir. Futuhatu’l-Mekkiyye’de yer alan şu ifadeler İbnü’l-Arabî’nin velayette üst derecede
olduğunu ve bilgi kaynağının doğrudan Allah ve peygamber olduğunu iddia ettiği verilerdir:
“Hz. Peygamber şöyle buyurur: “Alimler peygamberlerin varisleridir”. Bir başka hadiste ise şöyle
buyurur: “Peygamberler para veya dirhem miras bırakmaz, onlar bilgiyi miras bırakır”. Hz.
Peygamberin başlangıçtaki durumu, Allah'ın kendisini İbrahim'in dinine göre ibadet etmeye
muvaffak kılması ile Hz. Peygamber Hira Dağı'na çekilir orada Allah'ın bir ihsanı olarak ibadet
ederdi. Hak ansızın kendisine tecelli edinceye kadar böyle sürmüştür. Melek kendisine gelmiş elçilik
görevini teslim etmiş ve peygamber olduğunu bildirmiştir. Peygamber olduğuna kesin olarak iman
ettikten sonra, uyarıcı müjdeleyici, Allah'ın izniyle Allah'a davet eden parlak bir kandil olarak bütün
insanlığa gönderildi. Böylece risaleti tebliğ etmiş, emaneti yerine getirmiş, Basiret de Allah'a davet
etmiştir.
Aramızdan yetkin varis veli ise Hz. Peygamberin şeriatının bütünüyle Allah’a yönelen kimsedir. Bu
durum batınındaki ilahi bir tecelli ile Allah Peygamberi ve Rasulü Hz Muhammed’e indirmiş olduğu
şeyi anlama özelliğini o veli’nin kalbine açıncaya kadar sürer. Böylece Allah kitabını anlamayla onu
rızıklandırır ve onu bu ümmet içindeki sezgi sahiplerinden biri yapar. Veli için bu durum Hz.
Peygambere gelen meleğin yerini alır. Sonra Allah karşısında kalplerini iyileştirmek onları irşad
etmek övülmüş ve yerilmiş düşünceleri ayırt edip şeriatın maksatları açıklamak üzere Allah bu yetkin
veriyi yarattıklarına geri gönderir. Allah’ın peygamberinden sabit olan ve olmayan hükümleri de
Allah’ın bildirmesiyle insanlara açıklar. Allah ona kendi katından bir bilgi vermiştir. Böylece
insanların hizmetlerinin en mukaddes makam ile en iyi aramaya yükseltir, risaletini tebliğ eder. Hz.
Peygamber’in yaptığı gibi onları Allah katında bulunan şeye teşvik eder. Şu var ki varis bir şeriat
ihdas etmediği gibi yerleşik bir hükmü de ortadan kaldırmaz sadece açıklar”1648.
Bu uzunca alıntıya dikkat edilecek olursa İbnü’l-Arabî, Hz Peygamber ile yetkinliğe ulaşmış veli'yi
görev açısından eşitlemektedir. Yetkinliğe ulaşmış Veli'nin peygamberin varisi olduğunu, Allah'ın
kitabını anlamak nimetiyle nimetlendiğini, dolayısıyla da tıpkı Hz Muhammed gibi insanların
kalplerini tedavi etmek ve onları irşad etmekle görevlendirildiğini söylemektedir.
Bir başka yerde İbnü’l-Arabî, yaşadığı çağda doğrudan hadisleri peygamberden ya da onun suretinde
gözüken bir melek vasıtasıyla aldığını iddia etmektedir, ki daha sonradan yaptığı incelemelerde o
suretten aldığı hadis ve bilgilerin sahih hadis kitaplarında da yer aldığını takip ettiğini iddia
etmektedir1649. Böyle bir iddianın Kur’an ile apaçık çeliştiği ortadadır. Cenab-ı Hak Kur’an’da: “ َإِنَّك
َ(“ ” َم ِّيتٌ َو ِإنَّ ُهم َّم ِّيت ُونEy Muhammed!) Şüphesiz sen öleceksin ve şüphesiz onlar da öleceklerdir.”
(Zümer, 39/30); “ َ”و َما َجعَ ْلنَا ِلبَش ٍَر ِ ّمن قَ ْب ِلكَ ا ْل ُخ ْل َد أَ َف ِإن ِّمتَّ فَ ُه ُم ا ْل َخا ِل ُدون
َ “Biz, senden önce de hiçbir beşere
ölümsüzlük vermedik. Şimdi sen ölürsen, onlar ebedî mi kalacaklar” (Enbiya, 21/34); “ ُُك ُّل نَ ْف ٍس ذَائِ َقة
َت َونَ ْبلُوكُم ِبالش ِ َّّر َوا ْل َخي ِْر فِتْنَةً َوإِلَ ْينَا ت ُْر َجعُون
ِ “ ”ا ْل َم ْوHer nefis ölümü tadacaktır. Sizi bir imtihan olarak hayır
ile de şer ile de deniyoruz. Ancak bize döndürüleceksiniz” (Enbiya, 21/35); “ ْسو ٌل َق ْد َخ َلت
ُ َو َما ُم َح َّم ٌد ِإالَّ َر
َ
َ
َ
َ
َ
ُ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َ
َّللاُ الشَّا ِك ِرين
َ ّللا
َ عل َى
َ على أ ْعقا ِب ُك ْم َو َمن َينق ِل ْب
َ س ُل أف ِإن َّماتَ أ ْو قتِ َل انقل ْبت ُ ْم
ِ
َ ش ْيئًا َو
ُ الر
ُّ ”من قَ ْب ِل ِه
ّ سيَجْ ِزي
َ ّ ع ِقبَ ْي ِه فلن يَض َُّر
“Muhammed, ancak bir peygamberdir. Ondan önce de peygamberler gelip geçmiştir. Şimdi o ölür
veya öldürülürse gerisin geriye (eski dininize) mi döneceksiniz? Kim gerisin geriye dönerse,
Allah’a hiçbir zarar veremez. Allah, şükredenleri mükâfatlandıracaktır” (Al-i İmran, 3/144)
buyurmaktadır. Bütün bu ayetler Peygamberimizin ölümsüz olmadığını açıkça dile getirmektedir.
Tatrihsel bakımdan da Peygamberimizin vefat ettiği sabit olduğuna göre, bir kimsenin hakikaten
Peygamberimizle görüşmesi mümkün değildir. Böyle bir görüşmenin rüya aleminde olabileceği
söylenecek olursa, rüyanın fıkıhta hüccet olmadığı ve rüyaya binaen hüküm istinbatının söz konusu
olamayacağı fıkhen sabit olan bir husustur.
Fıkhi hükümler konusunda İbnü’l-Arabî’nin fukahanın görüşlerini zikrettiği yerlerde bazen kendi
kanaatlerini oluştururken Peygamberi sahih bir rüyada gördüğünü bu yüzden de şu şekilde veya bu
şekilde düşündüğünü ifade ettiği de olmaktadır. Mesela Namazda elleri kaldırmak konusunda şunları
söyler: “Bilginler namazda elleri kaldırmanın hükmü, nerede kaldırılacağı ve gerekli olduğu yerde ne
kadar kaldırılacağı hususunda görüş ayrılığına düşmüştür. Bu bağlamda bazı bilginler namazda elleri
1648
1649
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, I:251.
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, III:80.
kaldırmanın sünnet, bazıları farz olduğunu iddia etmiştir. Farz olduğunu söyleyenler çeşitli kısımlara
ayrılır. Bir kısmı elleri kaldırmanın başlama (iftitah) tekbirinde vacip, bir kısmı başlama tekbirinden
rükuya giderken ve rukudan kalkarken vacip olduğunu söylemiştir. Bazı bilginler ise elleri
kaldırmanın bu iki yerde ve secdede vacip olduğunu kabul etmiştir. Bu Vail b. Hucrun ifadesidir.
Bazı Bilginler ise ikinci rekattan kalkıldığında elleri kaldırmak gerektiği görüşündedir. Bu da Malik
b. Huveyris’in Hz. Peygamberden aktardığı hadistir. Benim görüşüme gelirsek Hz. Peygamberi
salih bir rüyada gördüm. Bana namazda ihram tekbirinde rükuya giderken ve rukudan kalkarken
ellerimi kaldırmamı emretti”1650.
Görüldüğü gibi İbnü’l-Arabî namazda rükuya giderken ve rukudan kalkarken ellerin kaldırılması
meselesinde daha önce kendisinden önceki alimlerin meseleyi temellendirirken dayandıkları delillere
bakmaksızın sadece rüyasında Hz. Peygamberi görmesi ve Hz. Peygamberin rüyasında ona ellerini
kaldırmasını emretmesinden hareketle kanaatini belirtmektedir. Rüyanın İslâm hukukunda delil
değeri taşımadığı hususu bilinen bir gerçektir. Fukaha, Peygamberlerin rüyaları dışındaki rüyaların
üzerine hüküm bina edilebilecek deliller olmadığı hususunda fikir birliği etmiştir. Nitekim Şatıbî, elMuvafakat isimli eserinde, Peygamberin gördüğü sahih rüyaların hüccet değerini izah ettiği yerde,
sahabenin rüyalarını ve Hz. Ömer’in savaştaki orduya komut vermesi gibi bir takım keşiflerini de
aktarır. Daha sonra da: “Sahabeden zikredilen ve sahih senedle onlardan nakledilen haberlere
gelince, onlar üzerine hüküm bina edilemeyecek şeyler kabilindendir” der 1651. Gerek klasik dönem,
gerekse sonraki dönemler ya da çağdaş dönem usul yazarları olsun, çoğunluk rüyanın fıkhi bakımdan
hüccet olmayacağını zikretmişler, eserlerinde hüküm istinbat kaynaklarını zikrederken rüyatı söz
konusu bile etmemişlerdir. Ayrıca hadis alimlerinin de rüya yoluyla hadis tahammülüne cevaz
vermedikleri görülmektedir1652.
Bu ise fıkhi bir tutum olarak değerlendirilemez. Bu sebeple İbnü’l-Arabî’nin bir yöntemden daha çok
bulunduğu dönemde mahiyetini bilmediğimiz ve varlığının ispatlanması imkanı olmayacak bir
biçimde birilerinden aldığı haberlerle hadislerle hüküm istinbatına kalkıştığını söylemek yanlış
olmayacaktır.
2.3.1. Hükümlerin Ta’lili Konusundaki Görüşleri
İbnü’l-Arabî Cenabı Hakk’ın Kullar hakkındaki hükümlerinin ta’lili yani gerekçeli olmadığının açık
delilleri olduğunu söyler. Çünkü ona göre şeriat Allah’ın hükmüdür, aklın hükmü değildir. Bütün
ibadetlerde ilke mükellefler için bir maksadın olmaması ve başlangıçtan itibaren Allah’tan
olmalarıdır. Allah’a yaklaşmak için hiçbir şekilde aklın Allah katında bir ilgisi yoktur.
O, Allah’ın kullar için çeşitli sınırlar belirlediği, bu sınırların aklî ya da şer’î olabileceği gibi, ta’lilî
olmasının ya da olmamasının da mümkün olduğu kanaatindedir. İbnü’l-Arabi’ye göre bir hükmün
illeti akıl tarafından kavranabiliyorsa, bu hüküm ta’lilidir, ancak akıl hükmün illetini kavramaktan
acizse o zaman o hüküm taabbüdîdir. Talili hükümler, gerekçeli oldukları için aynı gerekçeyi taşıyan
meselelere aktarılabiliken, taabüdi hükümler gerekçeli olmadığı için benzer meselelere
aktarılamazlar.
2.3.2. İbnü’l-Arabî’nin İçtihat Ve Müçtehit Anlayışı
İbnü’l-Arabî şeriatın müçtehidin içtihadına onay vermesinden dolayı ictihadındaki hata sebebiyle
eleştirilemeyeceği kanaatindedir. O bu hususta Salebe bin Hatip örneğini verir. Hz. Peygamber
Allah onun münafık olduğunu bildirdiği için onun zekatını almamıştır. Hz. Ebubekir ve Ömer de
almamıştır. Ancak Hz. Osman Sa’lebe’nin zekatını almıştır. Hz. Osman’ın bu uygulamasını,
müctehidin içtihat farklılığı şeklinde yorumlayan İbnü’l-Arabî, Hz. Peygamberin ve sonraki iki
halifesinin yapmadığı bir işi yapmasından dolayı Hz. Osman’ın kınanıp eleştirilmemesi gerektiğini
söyler1653.
1650
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, I:436-437.
Ebu İshak İbrahim el-Lahmi el-Gırnati Şatıbi, el-Muvafakat fi Usuli’l-Ahkam (Beyrut: Darü’l-Fikr, 1341), IV: 43-46.
1652
Rüyanın delil olması açısından İslam alimleri arasında gerçekleşen tartışmalar için bkz. İbrahim Paçacı, “Rüyâ’nın
Delil Değeri Ve İstihâre”, Dini Araştırmalar Dergisi 19/48 (2016): 103-128; Cağfer Karadaş, “Rüyanın Mahiyeti Bilgi
Ve Hüküm Değeri”, Diyanet İlmi Dergi 53/1 (2017): 43-62; Murat Kaya, “Rivayetlerin Tespitinde Keşf, İlhâm Ve
Rüya”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi 8/1 (15) (2016): 327-339.
1653
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, I:548.
1651
İbnü’l-Arabî’nin kimi zaman bazı konularda tıpkı bir mutlak müçtehitmiş gibi ayet ve hadislerden
hareketle kendi görüşlerini ortaya koyduğu görülür. Mesela kâfirlerden zekat alınması meselesinde
İslam alimleri kafirlerin harbiler, zımmiler ve müşrikler şeklinde üçe taksim etmişlerdir.
Müşriklerden ve harbîlerden zekat alınamayacağını söylerlerken; zımmîlerden zekat alınıp
alınmayacağı konusunda ihtilaf etmişlerdir1654.
İbnü’l-Arabî bu konuda kafirlerden zekat
alınmayacağı kanaatinde olduğunu zikrettikten sonar, zımmilerden ve bilhassa ehli kitaptan kendi
dini uygulamalarla göre zekat vermek bir ibadetse alınması gerektiğini ancak özellikle müşriklerden
zekat istemeyeceğini, fakat zekat verirlerse de kabul edilebileceğini söyler. O bu görüşünü: “zekat
vermeyen o müşriklere yazıklar olsun” (Fussilet, 41/67) ayeti ile temellendirir. Devamında da: “Bir
mü’min hakkında ne akrabalık (illen/bağlarını), ne de antlaşma (yükümlülüğünü) gözetirler. İşte
onlar taşkınlık yapanların ta kendileridir” (Tevbe, 9/10) ayetini delil getirerek bu ayetteki illen
kelimesinin Allah mânâsına geldiğini, Çünkü Allah’ın isimlerinden biri olduğunu söyler. Ayetteki
zimmet kelimesinin manası ise ahit ve sözleşme demektir. İbnü’l-Arabi’ye göre meşru bir
sözleşmeye vefa göstermek sözleşmenin zekâtıdır. Öyleyse zimmilerin zekat sorumluluğu vardır.
Çünkü onlar yaptıkları sözleşmeye vefa göstermek zorundadır yorumlarını yaparak doğrudan
ayetlerden hüküm istinbat etme yolunu tercih etmektedir1655.
İbnü’l-Arabî bazen şer’î konularla itikadi konuları birlikte işler. Eşariler ve Matüridîler arasındaki
temel farklardan biri amelin imandan bir cüz olup olmaması meselesidir ve İbnü’l-Arabî bu konuda
Eş’arîler gibi düşünmekte amelin imandan bir cüz olduğu kanaatini ifade etmektedir. Dolayısıyla da
ameli eksik olan, amel yapmayan kimselerin kafir olduğu kanaatini izhar eder. Mesela zekat
vermeyip zekatın vacip olduğunu inkar eden kimselerin kafir olduğunu söyleyen İbnü’l-Arabî Hz
Ebubekir’in zekat vermeyenler üzerine ordu göndermesini meşru kabul eder. Buna mukabil zekat
vermediği halde zekatın farziyetini inkar etmeyen kimsenin kafir olmadığını söyler. Ancak zekat
vermeyen kimseye zalim nitelemesinde bulunur. Namaza gelince; ona göre namazda durum farklıdır.
İbnü’l-Arabî, namazı terk eden kafirdir açıklamasında bulunur ve bu açıklamasını şöyle
temellendirir: “Çünkü şeriat sadece terk etmek eylemiyle onu kafir diye isimlendirdiği, şeriatın
burada neyi amaçladığını bilmiyorum. Zekatı vermeyen ise üzerinde bulunan başkasının hakkını
engellediği için sadece zalimdir1656.
İbnü’l-Arabî’nin zekat vermeyenin zalim, namaz kılmayanın kâfir olduğu sınıflandırmasının, amel
imandan bir cüzdür şeklindeki bakış açısıyla da birebir uyumlu olmadığını görmekteyiz. Çünkü
ameli imandan bir cüz olarak görenler zekat vermeyenlerin de kafir olduğunu söylerler. Bu noktada
İbnü’l-Arabî’nin metne sıkı sıkıya bağlılık göstererek namaz kılmayanın kâfir olduğu sonucunu
metinden çıkarttığı anlaşılmaktadır. Ancak bu hükme hangi metinden ulaştığını zikretmediği için
burada bir kaynak gösterme imkânına sahip değiliz.
2.3.3. İbnü’l-Arabî’nin Nassın Zâhirîni Esas Alarak Getirmiş Olduğu Yorum
Örnekleri
İbnü’l-Arabî’nin bazı değerlendirmelerinin zâhirî mantığını yansıttığını ifade etmekte gerekir.
Sözgelimi zekat dağıtılacak sınıflarla ilgili Tevbe suresinin 60. ayetinde sekiz sınıf sayılmaktadır.
“ ًس ِبي ِل َف ِريضَة
َ َام ِلين
َّ ِإنَّ َما ال
ِ ين َوا ْل َع
َّ ّللاِ َواب ِْن ال
َ ب َوا ْلغَ ِار ِمينَ َو ِفي
َ ص َد َقاتُ ِل ْلفُقَ َراء َوا ْل َم
ّ ِ علَ ْيهَا َوا ْل ُم َؤلَّفَ ِة قُلُوبُ ُه ْم َوفِي
ِ الر َقا
ّ س ِبي ِل
ِ سا ِك
ع ِلي ٌم َح ِكي ٌم
َ ُّللا
ّ ّللاِ َو
ّ َ“ ” ِّمنSadakalar (zekâtlar), Allah’tan bir farz olarak ancak fakirler, düşkünler, zekât
toplayan memurlar, kalpleri İslâm’a ısındırılacak olanlarla (özgürlüğüne kavuşturulacak) köleler,
borçlular, Allah yolunda cihad edenler ve yolda kalmış yolcular içindir. Allah, hakkıyla bilendir,
hüküm ve hikmet sahibidir”. (Tevbe, 9/60). İbnü’l-Arabî zekat verecek kimsenin zekatını bu sekiz
sınıfa eşit olarak dağıtması gerektiği kanaatini ortaya koyar. Bu konuda aynen şöyle söylemektedir:
1654
Zekat esasen ibadet türü bir amel kabul edildiği için gayr-ı Müslimlerden ilke olarak alınamayacağı düşünülmüştür.
Fakat islam alimleri geyr-i müslim olan ve İslam toplumunun üyesi bulunan zımmîlerden zekat adı altında olmaksızın
vergi alınabileceğini söylemişlerdir. Bkz. Serahsi, Şemsüddin Şemsü’l-Eimme Ebu Sehl Ebu Bekr Muhammed b.
Ahmed, Şerhu Kitabi’s-Siyeri Kebir, Thk. Kemal Abdülazim el-İnani, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts, V:296;
Serahsi, Şemsüddin Şemsü’l-Eimme Ebu Sehl Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed, el-Mebsut (Beyrut: Darü’l-Ma’rife,
1989), III:8; Mehmet Erkal, “Zekat”, TDV İslam İlmihali, İstanbul, 1999, I.428; Mustafa Kılıçaslan, Hanefi Hukukçuların
Metinlerinde Zımmilerin Hak ve Sorumlulukları, Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Malatya, 2018, 59.
1655
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, I:553-554.
1656
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye.
“Tek bir sınıfa verilmesi hususunda ise görüş ayrılığı vardır. Benim görüşüm şudur: bu sınıflara
ulaşan kimse bulduklarına göre sadakayı dağıtır. Fakat bu dağıtma şahıslara göre değil, sınıflara göre
yapılmalıdır. Bir sınıftan tek bir şahıs bulunmuş olsa bile o sınıfın kısmı kendisine vermelidir. Bir
sınıftan birden fazla şahıs bulunduğunda ise şahıslar az veya çok olsa bile, o sınıf için belirlenen şeyi
orada bulunanlara böler”1657.
İbnü’l-Arabî’nin nassın Zâhirîne tutunarak yorum getirme örneklerinden bir diğeri de
Peygamberimizin deve ağılından namaz kılmayı yasaklanmasıdır. Peygamber Efendimizin koyun
ağlarında namaz kılmaya izin vermesini: “Namaz kılmaya izin verilen yer Allah’ım mescididir.
Koyun ağılları Allah’ın mescitlerinin bir türüdür. Peygamberimiz deve ağrılarında namaz kılmayı
yasaklamıştır. O halde namaz kılınmayan yer şeytanın mekanıdır. Şeytanın mekandan uzak durmak
gerekir”1658 gibi çok aşırı bir yorum yapmakta ve peygamber efendimizin koyun ağılları ile deve
ağıllarını ayırmasının geri planda ki mantığın, devenin namaz kılan insana zarar verebilmesi
ihtimaline karşın koyunun namaz kılan insana zarar verme olasılığının daha düşük olması olduğunu
çıkaramamaktadır.
İbnü’l-Arabî’nin bazen belki de kıyastan kaçınabilmek için, hadislerle ihticacda farklı yorumlar
yapabildiğine de şahit olunabilmektedir. Mesela zekatın peşin verilip verilmeyeceği Peygamber
Efendimize sorulduğunda, ki bunu Peygamberin amcası Abbas sormuştur, Peygamber Efendimiz de
ona izin vermiştir. Buradan hareketle bütün mezhepler kıyasla zekatın önceden verilebileceği
ictihadında bulunurken, İbnü’l-Arabî: “Bu hadis özel bir durumda verilmiş izindir, kıyasta esas
alınamaz” değerlendirmesini yapmaktadır1659.
2.3.4. Rey Konusunda İbnü’l-Arabî’nin Yaklaşımı
İbnü'l Arabi'nin re’ye yaklaşımını futuhatu'l mekkiyye de yer alan şu ifadelerinde görmekteyiz. “Hz.
Aişe ve Hz. Hafsa tartışması nedeniyle peygamberin kendisine yasaklama getirdiğinde Allah
َ ُّللا
peygamberini uyarmış ve şöyle demiştir: “ ور
َّ اجكَ َو
َّ ُحَر ُم َما أ َ َح َّل
ٌ ُغف
ّ ِ يَا أَيُّهَا النَّبِ ُّي ِل َم ت
ِ ّللاُ َلكَ ت َ ْبتَ ِغي َم ْرضَاتَ أَ ْز َو
”ر ِحي ٌم
َّ “Ey peygamber Allah’ın sana helal kıldığı şeyi niçin haram yaparsın bununla eşlerini
memnun etmek istersin” (Tahrim, 66/1). Bu davranış peygambere nefsinin gösterdiği davranışdı.
Öyle ise bu durum: “ ُ ّللا
ِ َّ“ ” ِلتَحْ ُك َم بَ ْينَ النİnsanlar arasında Allah’ın sana gösterdiği şeye göre
ّ َاس ِب َما أ َ َراك
hükmet” ayetiyle kast edilenin, kendi görüşü re’yi değil, Allah’ın ona vahyettiği bilgi olduğunu
gösterir. Din re’yr bağlı olsaydı peygamberin re’yi bütün re’y sahiplerinden üstün olurdu. Nefis
kaynaklı düşüncesinde peygamberin durumu böyleyse masum olmayan insanın re’yi nasıl olabilir ki?
Öyle bir kimse doğrudan daha çok hataya yakındır. Öte yandan bu durum Hz. Peygamberin zikrettiği
içtihadın, gerçekleşen bir meselede hükmü belirlemek için şeriattan delil aramak anlamına geldiğini
gösterir. Yoksa içtihat, bir konuda hüküm koymak amacıyla yapılmaz. Çünkü böyle bir hüküm
koymak, Allah’ın izin vermediği bir yetkidir, yasa koyuculuktur”1660. İbnü’l-Arabî’nin ayete getirdiği
yorum ve re’y konusundaki açıklamalarından kişisel re’y ile şer’i hükümlerin delillerini araştırmak
üzerine yapılan içtihadı birbirinden ayırdığını müşahede etmekteyiz. Aslında bu görüşleri usulî
açısından tartışılabilir olsa da, onu zâhirî mezhebine nispet edenlerin haklı olmadıkları konusunda
delil olarak kullanılabilecek yorumlardır.
2.5. İbnü’l-Arabî’ye Göre İctihat Taklit / Bir Mezhebe Bağlanmanın Gerekliliği
İbnü'l Arabi, içtihadın gerekliliğine savunmakla birlikte, belki de zahiri mezhebinin temel mantığını
bir yansıması olarak, şiddetle taklide karşı çıkmaktadır. O Fususü’l-Hikem’de: “Allah, kulları için
koyduğu hükümlerin sabit olması hususunda gerekli içtihatta teşri’nin yani usul ve kaideler kurmayı
ibka etti. Demek içtihat ehli için veraset usulünü kabul buyurdu. Peygamber, "Alimler Nebilerin
varisidir" dedi. Müçtehitler için hükümlerden içtihat ile usul ve kaide kurmak miras oldu”1661 derken,
içtihadın gerekliliğini ifade etmekteydi. Nitekim Fütuhat-ı Mekkiyye’de de içtihadın gerekliliğini ve
fakat içtihat edecek fakihin taşıması gereken sıfatları zikrederken, kimi fakihlerin hevâ ve
heveslerine uygun olarak bilhassa sultanlara yaranmak amacıyla şer’î olmayan fetvalar verdiklerinin
1657
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye.
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye.
1659
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye.
1660
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye, III:69.
1661
Muhyiddin-i İbnü’l-Arabi, Fususü’l-Hikem, trc. Nuri Gençosman (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı, 1992), 177.
1658
örneğini zikreder. Akabinde de bu tür fakihlerin kendilerini Şafii, Hanefi, Malikî, Hanbeli gibi
herhangi bir mezhebe intisaplı gösterdiklerini ve görüşlerini temellendirmekte sahih hadisle bile
karşılaşsalar, mensubu oldukları mezhebin imamının o hadisle amel etmemesi gibi şeyleri gerekçe
göstererek, hadisi terk ettiklerini ve bu yüzden de fetvada aşırılığa düştüklerini izah eder. Mezhep
imamlarını bu şekilde öne çıkaran ve Allah Resulü'nün hadislerini ikinci, üçüncü plana atan bu
fakihlerin esasında yaptıkları işlerin taklit olarak gözükmekle birlikte, imamların kendi görüşlerinin
hadis karşısında terk edilmesi gerektiğine dair kanaatlerine de aykırı olduğunu söyler. Dört mezhep
imamının da “benim görüşüme aykırı hadis bulursanız hadisle amel edin görüşümü terk edin”
dediğini vurgulayan İbnü’l-Arabî, bunun dört mezhep imamının da taklidin terk edilmesi gerektiği
görüşünde olduğunu delili olarak ileri sürer1662.
Futuhat’tan kısaltarak aktardığımız bu görüşler, İbnü’l-Arabî’nin taklit konusundaki görüşlerini bir
özeti olarak kabul edilebilir. Bu görüşleri izleyecek olursak: İbnü’l-Arabî’nin ehli hadis taraftarı
olduğu tespitini rahatlıkla yapabiliriz. Öte yandan onun taklide karşı çıkan, karşılaşılan meselelerde
bilhassa hadisle ulaşmayı teşvik eden, kendisinden önce kurumsallaşmış mezheplere ve onların
tabilerine sert eleştiren getiren bir nitelik taşıdığı görülmektedir.
Her ne kadar İbnü’l-Arabînin fıkh görüşlerini derleyen ve İbni hazm takipcisi ve Zâhirî mezhebi
mensubu olduğunu iddia edenlere karşı çıkan Mahmut el-Gurab onun müstakil ve bağımsız bir fakih
olduğunu söylese de, İbnü’l-Arabî’nin hüküm istinbatında kendine mahsus bir usulünün olduğunu
söylemek pek mümkün gözükmemektedir. Futuhat’tan kısaca aktardığımız bu görüşlerinden de
anlaşılacağı üzere onun ehli hadisin genel karakteristiği olan “hadis sahih ise benim mezhebim odur”
düşüncesine sahip olduğunu ve hadislerin bizzat kendilerinin hüküm ifade ettiği kanaatinde olduğunu
söylememiz mümkündür. Bu ise bir yöntem değildir. Bu katı gelenekçilik çerçevesini yaşadığı çağda
sürdürebilmenin sınırlarını belirleyen dogmatik bir anlayıştır. İbnü’l-Arabî’nin müstakil bağımsız bir
müçtehit olabilmesi için kendine mahsus bir yöntemi bulunması gerekir. İbnü’l-Arabî’nin bu
paragraftaki görüşlerine bakarsak taklide karşı anlayışıyla birlikte, onun bağımsız bir müçtehit değil,
adeta kendisinin en büyük düşmanı sayılabilecek İbni Teymiyye gibi bir selefilik inşa etmeye çalışan
düşünceye sahibi olduğunu söyleyebiliriz.
SONUÇ
Aslında zengin, asil ve otokrat bir aileye mensup olan İbnü’l-Arabî’nin tıpkı babası gibi sultanın
emrinde katip ya da önemli bir devlet görevinde yer alması düşünülebilirdi. Ancak o bunun yerine
tasavvuf yolunu tercih etmiştir.
İbnü’l-Arabî’nin fıkhî görüşlerini ele alan Mahmut el-Gurab, onun müstakil bir mezhep sahibi fakih
olduğunu iddia etmektedir. Fakat bu iddia tarihi gerçeklere uygun olmadığı gibi bilimsel açıdan da
ispatlanamaz bir iddiadır. Çünkü İbnü’l-Arabî, kendisinin bir veli olduğunu, velayet mertebesine
eriştiğini ve bilgiyi doğrudan Allah’tan ve peygamberden aldığını iddia etmektedir. Halbuki fıkıhta
ulaşılmak istenilen hükme götüren deliller ya kat’îdir ya zannîdir. Kat’î olan deliller kitap ve
mütevatir sünnettir, zannî olan deliller ise kıyas, ahad haber ve diğer üzerinde ittifak edilmemiş
delillerdir. İbnü’l-Arabî’nin ise bütün bunlardan ayrı ve bağımsız bir biçimde delili doğrudan
Allah’tan ya da Peygamberden aldığını iddia ettiği durumlar söz konusudur. Böyle bir delillendirme
yöntemi İslâm hukuku / fıkıh açısından geçerli bir yöntem olarak kabul edilemez. Zira, kişilerin
sahip oldukları iç dünyalarında yaşadıkları şeyler kişiseldir, tüm insanları ilgilendiren şeyler olamaz.
Bu nedenle İslâm hukukunda rüyaya delil gözüyle bakılmaz. İbnü’l-Arabî’nin iddiası ise rüya dışında
ilham türünden bir şey de değil, bilinenin aksine neredeyse bir tür vahiydir.
Öte yandan kimi araştırmacıların İbnü’l-Arabi’yi, İbn Hazm takipçisi, zahiri mezhebi mensubu bir
kişi olarak gösterme çabaları da yer almaktadır. Gerçekten de kıyasın hüccet olup olmadığı
konusunda veya bazı hükümlerin hadislerden herhangi bir yorum yapılmaksızın doğrudan elde
edilmesi hususundaki yaklaşımlarıyla İbnü'l-Arabi'nin zahiri mezhebine uygun görüşler serdettiğini
görmekteyiz. Ancak bu görüşler kesin olarak İbnü'l-Arabi'nin zahiri mezhebi müntesibi bir şahıs
olduğunu söylememize yeterli derecede katkı sağlayıp sağlamadığını hususu tartışmalıdır. Onun
kesin olarak zahiri mezhebi mensubu bir bilim adamı olduğunu söyleyebilmemiz için, bütün
çalışmalarında fıkıhla ilgili görüşlerinin toplanması gerekmektedir. Biz ise bu çalışmamızda böyle
1662
İbnü’l-Arabi, Futuhatü’l-Mekkiyye.
bir iddiayı onaylayacak veya red edebilecek yeterli bir araştırma yapmış olduğumuz kanaatinde
değiliz. Ancak ülkemizde İbnü'l-Arabi'nin fıkhi görüşleri konusunda yapılmış derli toplu bir çalışma
olmaması, bizim bu konunun araştırılması gerektiği hususunda bir kanaat oluşturmanızı sağlamıştır.
İnşallah önümüzdeki yıllarda İbnü'l-Arabi'nin bütün çalışmalarını, eserlerini inceleyerek bu konuda
kesin bir kanaate ulaşabileceğimizi sanıyorum.
KAYNAKÇA
Abdulmu’ti, Faruk, Muhyiddin İbn Arabi -Hayatuhu, Mezhebuhu, Zuhduhu (Lübnan / Beyrut:
Daru’l-Kütübi’l-İlmiye, 1993).
Addas, Claude, Muhyiddin İbnü’l-Arabî Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, ed. Zeynep Özbek, trc. Atila
Ataman (İstanbul: Sufi Kitap, 2009).
Ateş, Ahmet, “Muhyiddin el Arabi,” İA (İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı, 1978) 8/534.
Bursalı Mehmed Tahir, İbnü’l-Arabî Hazretleri, ed. Tahir Galip Seratlı (İstanbul: Kardelen
Yayınları, 2011).
Cebecioğlu, Ethem, “Muhyiddin İbnü’l - Arabî’nin (560/1165-638/1240) Hayatı Ve Eserleri”,
Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi 9/21 (2008): 9-25.
Cessas, Ebu Bekr Ahmed b. Ali, el-Fusul fi’l-Usul, ed. Acil Casim en-Neşemi, IV (Kuveyt:
Vezaretu’l-Evkaf ve’ş-Şuunu’l-İslamiyye, 1994).
Duman, Ali, İlitam ve İlahiyat Fakülteleri İçin İslam Hukuk Usulü Dersleri, 2. Baskı (Malatya:
Protecth Matbaacılık, 2017)
Erkal, Mehmet, “Zekat”, TDV İslam İlmihali, İstanbul, 1999.
Gabrini, Ebu’l-Abbas Ahmed b. Ahmed b. Abdullah El-, Unvanu’d-Diraye fi-Men Urife Mine’lUlema fi’l-Mieti’s-Sabia bi-Becaye, ed. Adil Nüveyhız (Beyrut: Daru’l-Hilafeti’l-Cedide,
1979),
Gurab, Mahmud Mahmud, eş-Şeyhü’l-Ekber Muhyiddin İbni’l-Arabi Tercümetü Hayatihi Min
Kelamihi, 2. Baskı (Dımaşk: Matbaatü Nadr, 1991).
Gurab, Mahmud Mahmud. el-Fıkh İnde’ş-Şeyhi’l-Ekber Muhyiddin İbni’l-Arabi. 2nd Ed. Dımaşk,
1993.
İbn Hazm, Ali b. Ahmed el-Endelüsi, el-İhkam fi Usuli’l-Ahkam (Kahire: Daru’l-Hadis, 1998).
İbn Hazm, Ali, el-İhkam fi Usuli’l-Ahkam, ed. Mahmud Hamid Osman (Kahire: Darü’l-Hadis, 2005)
İbnü’l-Arabi Muhyiddin Muhammed b. Ali, Futuhatü’l-Mekkiyye, ed. Ahmed Şemsüddin (Beyrut:
Darü’l-Kütübi’l-İlmiye, y.y.).
İbnü’l-Arabi, Muhyiddin Ebu Bekir Muhammed b. Ali, Divanu İbnü’l-Arabî, ed. Ahmed Hasan Besc
(Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-İlmiye, 1996).
İbnü’l-Arabi, Muhyiddin Ebu Bekir Muhammed b. Ali, Fusus ül-Hikem, trc. Nuri Gençosman
(İstanbul: Milli Eğitim Bakanlığı, 1992).
İbnü’l-Arabi, Muhyiddin Ebu Bekir Muhammed b. Ali, Tefsir-i Kebir Te’vilat, trc. Vahdettin İnce
(İstanbul: Kitsan Yayınları, y.y.).
İbnü’l-İmad, Şihabüddin Abdülhay b. Ahmed b. Muhammed el-Hanbeli ed-Dımaşki, Şezeratü’zZeheb fi Ahbari Men Zeheb, ed. Abdülkadir Arnavud - Mahmud Arnavud (Beyrut - Dımaşk:
Daru İbn Kesir, 1986).
Karadaş, Cağfer, “Rüyanın Mahiyeti Bilgi Ve Hüküm Değeri”, Diyanet İlmi Dergi 53/1 (2017): 4362.
Kaya, Murat, “Rivayetlerin Tespitinde Keşf, İlhâm Ve Rüya”, e-Şarkiyat İlmi Araştırmalar Dergisi
8/1 (15) (2016): 327-339.
Keklik, Nihat, Muhyiddin İbnü’l-Arabî Hayatı ve Çevresi, Sufi Kitap, ed. Esma Ürkmez, 1. Baskı
(İstanbul: Sufi Kitap, 2008),
Kılıç, Mahmut Erol, Şeyh-i Ekber İbnü’l-Arabî Düşüncesine Giriş, Sufi Kitap, ed. Zeybep Özbek, 2.
Baskı (İstanbul: Sufi Kitap, 2010),
Kılıç, M. Erol, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, DİA (Türkiye Diyanet Vakfı, 1999), 493-516.
Kılıçaslan, Mustafa, Hanefi Hukukçuların Metinlerinde Zımmilerin Hak ve Sorumlulukları,
Basılmamış Yüksek Lisans Tezi, Malatya, 2018.
Koçkuzu, Ali Osman, “İbnü’l-Harrat”, DİA (Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı, 2000), 21: 70-71.
Makkari, Ahmed b. Muhammed, Nefhu’t-Tiyb Gaznu’l-Endelüsi’r-Ratiyb, ed. İhsan Abbas (Beyrut:
Daru Sadır, 1968).
Paçacı, İbrahim, “Rüyâ’nın Delil Değeri Ve İstihâre”, Dini Araştırmalar Dergisi 19/48 (2016): 103128.
Serahsi, Şemsüddin Şemsü’l-Eimme Ebu Sehl Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed, el-Mebsut (Beyrut:
Darü’l-Ma’rife, 1989).
Serahsi, Şemsüddin Şemsü’l-Eimme Ebu Sehl Ebu Bekr Muhammed b. Ahmed, Şerhu Kitabi’sSiyeri Kebir, Thk. Kemal Abdülazim el-İnani, Daru’l-Kütübi’l-İlmiyye, Beyrut, ts.
Şevkanî, Muhâmmed b. Ali b. Muhâmmed, İrşadü’l-Fuhul İla Tahkiki’l-Hakk min İlmi’l-Usûl, ed.
Ahmed İzzu İnaye, 3. Baskı (Beyrut: Daru’l-Kutubi’l-Arabi, 2003).
Tahir, Bursalı Mehmed, İbnü’l-Arabî Hazretleri, ed. Tahir Galip Seratlı (İstanbul: Kardelen
Yayınları, 2011)
Zehebi, Şemseddin Muhammed b. Osman, Siyerü A’lami’n-Nübela, Şamile Nüshası, y.y.,
İBNÜ’L-ARABÎ’NİN RÜYA YOLUYLA TESİRİNE BİR ÖRNEK: ŞEYH
MAHMUD EL-HALVETÎ’NİN EL-HİKEMU’S-SÛFİYYE ADLI ESERİ
Abdulcebbar KAVAK*
Özet: İbnü’l-Arabî tasavvufî düşünce ve eserleriyle İslam dünyasındaki farklı mezhep ve
tarikat mensuplarını etkilemeyi başarmış ender şahsiyetlerden biridir. Yetiştirdiği talebeleri
onun tasavvufî mirasını yeni nesillere aktarmak için gayret etmişlerdir. Fakat onun tasavvuf
mirasına ilgi duyan ve sahip çıkanlar sadece talebeleri değildir. Hemen her asırda İbnü’lArabî’yi güçlü bir şekilde temsil eden farklı tarikat mensuplarına rastlamak mümkündür.
Eserlerinin yanında rüya yoluyla ondan bilgiler aktaran mutasavvıflar da olmuştur. Şeyh
Mahmud el-Halvetî, rüyada gördüğü İbnü’l-Arabî’nin telkiniyle el-Hikemu’s-sûfiyye adlı
eseri yazan Mısırlı bir Halvetî şeyhidir. Bu tebliğimizde Şeyh Mahmud el-Halvetî ve rüya
âleminde gördüğü İbnü’l-Arabî’nin yönlendirmesiyle kaleme aldığı el-Hikemu’s-sûfiyye adlı
eserinden bahsedeceğiz.
An Example for Ibn Al-Arabi’s Dream Path: Sheikh Mahmud Al-Khalwati’s Work Named AlHikemu’s-Sûfiyye
Abstract: Ibn al-Arabî is one of the few personalities who succeeded in influencing different
sects and Sufi orders in Islamic world with his Sufi ideas and works. His students had made
efforts to pass on his mystical legacy to new generations. But those who take an interest in the
mystical heritage of his Sufism are not just his disciples. In almost every century, it is
possible to come across different members of sect who strongly represent Ibn al-Arabî. In
addition to his works, there were mystics who passed on information through him. Sheikh
Mahmud al-Khalwatî is an Egyptian Khalwatian sheikh who wrote al-Hikemu’s-sûfiyye with
the suggestion of Ibn al-Arabî that he dreamed. In this paper we will talk about al-Hikemu’ssûfiyye, written by Sheikh Mahmud al-Khalwatî and Ibn Arabî, whom he saw in the dream
world.
Key Words: İbn al-Arabî, Dream, Sheikh Mahmud al-Khalwatî, al-Hikemu’s-sûfiyye
Giriş
İslam kültür ve medeniyetinin nesilden nesile aktarılmasında ilmiye sınıfı mensupları ile beraber
sufîlerin de önemli rol oynadıklarını belirtmek gerekir. Özellikle tasavvufun kurumsallaşmasıyla
beraber tasavvuf alanındaki fikir, gayret ve hizmetleriyle dikkatleri üzerlerine çeken Abdülkadir
Geylânî (v. 561/1165), Hoca Ahmed Yesevî (v. 562/1166), Ahmed Rifâî (v. 578/1182), Ebû Medyen
(v. 594/1198), Ömer el-Halvetî (v. 800/1397), Necmeddin Kübrâ (v. 618/1221), Ebu’l-Hasan eşŞâzilî (v. 656/1258), Mevlânâ Celaleddin-i Rûmî (v. 672/1273 ) ve Muhammed Bahaeddin el-Buharî
(v. 791/1389) gibi tarikat kurucularının yanında Ebü’l-Kâsım İbn Kasî (v. 546/1151), İbn Berrecan
(v. 536/1142) ve İbnü’l-Arabî (v. 638/1240) gibi tasavvufî düşünce alanını yeni bazı kavram ve
yaklaşımlarla zenginleştiren mutasavvıflar, İslam toplumunda saygın ve muhkem bir yer
edinmişlerdir.
İbnü’l-Arabî’nin İslam kültür ve geleneğine özellikle de tasavvuf kültürüne yaptığı değerli
katkılarla elde ettiği Şeyh-i Ekber ünvanı, onu mutasavvıflar arasında ayrıcalıklı ve saygın bir
makama yükseltmiştir. İbnü’l-Arabî, Kuzey Afrikadan Hint Alt kıtasına, Orta Asya’dan Anadolu ve
Arap Yarımadasına kadar geniş bir alanda eserleri ve fikirleriyle farklı mezhep ve meşreplere sahip
Müslümanlar arasında ortak kabul gören müstesna şahsiyetlerden biri olmayı başarmıştır.
İbnü’l-Arabî’nin başarısı sadece İslam dünyasıyla sınırlı değildir. O, Batıda da pek çok ilim
adamı ve araştırmacının dikkatini çekmiş ve hakkında çalışmalar yapılmıştır. Meister Echart’la
mukayesesi yapılan İbnü’l-Arabî’nin varoluşçu veya post-yapısalcı kimliğine de vurgu
yapılmıştır.1663Bu yönüyle İbnü’l-Arabî’nin İslam ve Batı medeniyetleri arasında köprü rolü oynayan
bir mutasavvıf olduğunu söylemenin abartı olmayacağını düşünüyoruz. Böylesine etkin bir
mutasavvıfın fikir ve düşünceleriyle İslam toplumunda meydana getirdiği hareketlilik, eserleri ve
talebeleri yoluyla günümüze kadar devam etmiştir.
İbnü’l-Arabî hayatı boyunca elde ettiği bilgi ve tecrübelerini yazdığı eserlerle miras bırakırken,
takipçisi olan talebeleri onun temellerini attığı Ekberiyye Mektebini çok daha ileriye taşımaya
muvaffak olmuşlardır. Anadolu ve Şam’da bulunduğu dönemlerde yanından ayrılmayan
talebelerinden Sadreddin Konevî (v. 673/1274) onun tasavvufî miras hazinesinin haznedarı olmuştur.
İbnü’l-Arabî’nin şifrelerini yazılı eserlerine gizlediği bu tasavvuf hazinesinin bir disiplin halinde
sunulmasında Sadreddin Konevî’nin ayrı bir yeri bulunmaktadır.
1. İbnü’l-Arabî’nin İslam Kültür ve Geleneğine Tesiri
İbnü’l-Arabî tasavvufî düşünce alanında çığır açan çok yönlü bir mutasavvıf ve velûd bir
âlimdir. İslam kültür ve geleneğinin Batıyla iletişim ve etkileşim sürecinde meydana gelen fikrî ve
tecrübî birikimi, çağdaşı olan âlim ve mutasavvıflardan daha farklı bir bakış açısıyla değerlendirmiş
ve yorumlamıştır. Hayatı boyunca ortaya koyduğu fikirlerini eserlerine serpiştiren İbnü’l-Arabî,
Şam’a yerleştikten sonraki süreçte eserlerine son şeklini vermiştir. Bu şekilde geride bıraktığı yazılı
mirası ve düşünceleri, yetiştirdiği talebelerinin gayretleriyle olgunlaşmış ve Ekberiyye Mektebi
adıyla yaygınlaşmıştır.
İbnü’l-Arabî tasavvufî düşünce ve eserleriyle İslam dünyasındaki farklı mezhep ve tarikat
mensuplarını etkilemeyi başarmış ender şahsiyetlerden biridir. Yetiştirdiği talebelerinden İbn
Sevdekin (v. 646/1248), Sadreddin Konevî (v. 673/1274) ve Afîfüddin Tilimsânî (v. 690/1291) onun
tasavvufî mirasını yeni nesillere aktarmak için gayret etmişlerdir. Fakat onun tasavvuf mirasına ilgi
duyan ve sahip çıkanlar sadece talebeleri değildir. Fahreddin Irakî (v. 688/1289), Saîdüddin Fergânî
(v. 699/1300, Müeyyedüddin Cendî (v. 700/1300), Abdürrezzâk Kâşânî (v. 731/1330) ve Davud-i
Kayserî (v. 751/1350) gibi şahsiyetler, onun düşünce dünyasına ayna olmuşlardır. Bu meyanda
İbnü’l-Arabî, İslam toplumunda giderek daha yaygın bir hal alan tarikat mensupları arasında da ciddi
bir takipçi kitlesine sahip olmuştur. Bu nedenle hemen her asırda İbnü’l-Arabî’yi güçlü bir şekilde
temsil eden farklı tarikat mensuplarına rastlamak mümkündür.
İbnü’l-Arabî’nin yazdığı eserlerinde derç ettiği düşünceleri, sadece İslam dünyasında değil
Batı’da da çok sayıda düşünür ve araştırmacının dikkatini çekmiş ve bazılarını dolaylı da olsa
etkilemiştir. Bunlar arasında Cusalı Nicholas, Emanuel Swedenborg, Raymond Lulle, Dante ve
Spinoza’nın isimlerinden bahsedilir.1664
İbnü’l-Arabî’nin tabiri caizse geleneksel İslamî düşünce sınırlarını zorlayan fikirleri ve
yorumları, aslında İslam düşüncesine canlılık kazandırmış, hareket alanını genişletmiş ve gelişimine
önemli bir ivme kazandırmıştır. İbnü’l-Arabî’nin lehinde ve aleyhinde yazılan çok sayıda eser ve üç
yüze yakın fetvadan bahsedilmektedir.1665 Sadece bu husus bile onun İslam kültür ve geleneğinin
başlıca taşıyıcıları olan ilmiye ve sufiye sınıfı mensupları üzerindeki tesirini göstermeye yeter.
İbnü’l-Arabî’nin İslam kültür ve geleneğine tesirinde birden çok unsurun etkili olduğunu
düşünüyoruz. Bunlar;
*Yetiştiği Çevre ve Hocaları
* İslam Dünyasının Önemli İlim Kültür Merkezlerine Yaptığı Seyahatler
* Eserleri
* Talebeleri
* Müdafileri
* Rüya Yoluyla Kendisinden Bilgi Aktaranlar
1.1. Yetiştiği Çevre ve Hocaları
İbnü’l-Arabî İslam kültürü ile Batı kültürünün kesiştiği bir coğrafyada yetişmiştir. Uzun bir
müddet Batı toplumlarına da ışık tutan Endülüs’ten geriye kalan miras ile Kuzey Afrika’daki
*Doç. Dr., Ağrı İbrahim Çeçen Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi,
[email protected]
1663
Ian Almond, İbn Arabi ve Derrida, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2012, s. 11-16.
1664
Mahmud Erol Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, DİA İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1999, XX/513.
1665
Burak Fatih Açıkgöz, “Bir Kişi İki Şahsiyet: İbnü’l-Arabî”, SDÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi, 2013/1, Sayı: 17,
s. 143-165.
medrese ve tekkelerde yaşatılan ilim ve tasavvuf mirasını mezceden bir eğitimden geçmiştir. Arapça
ve İslami ilimlerin farklı dallarında pek çok âlim şahsiyetten ders almıştır. Hocaları arasında Ebû
Abdullah el-Hayyât, İbn Hubeyş, İbn Vâcib, Lahmî, Abdurrahman b. Abdullah es-Süheylî, Kadı İbn
Zerkûn, Zahir el-İsfahanî, Şerîf Cemaleddin Efendi, Abdüssamed el-Herestânî, Nasr b. Ebu’l-Ferec
el-Hâşimî, Abdülhak el-Ezdî gibi dönemin ilmiye sınıfı mensupları bulunmaktadır.1666
Tasavvuf alanında eğitim aldığı ilk mürşidi Ebu’l-Abbas el-Uryebî’dir. Onun dışında Kuzey
Afrika’nın tanınmış sûfîlerinden Ebû Medyen Şuayb b. Hüseyin’in maneviyatından çok
etkilenmiştir.1667
İbn Meserre okulu başta olmak üzere Endülüste yaygın olan düşünce ekolleri ve önde gelen
alim ve sûfi şahsiyetlerinden İbnü’l-Arîf, Ebü’l-Kâsım İbn Kasî ve İbn Berrecân’dan etkilendiğinden
bahsedilmekle beraber,1668 bu etkilenmenin dolaylı olduğu ve hakikatte önceki düşünürlerin İbnü’lArabî üzerinde doğrudan ve doktriner mahiyette tesirlerinin bulunmadığı ifade edilmektedir. 1669
1.2. İslam Dünyasının Önemli İlim Kültür Merkezlerine Yaptığı Seyahatler
İbnü’l-Arabî’nin sahip olduğu ilmî ve tasavvufî birikimin, yaptığı seyahatlerde elde ettiği
tecrübelerle perçinlenmesinin, karizmatik ve dinamik kişiliğine ve düşünce dünyasına etkisi inkâr
edilemez. Miladî 1193 yılında Kuzey Afrika ile başlayan seyahatleri, Hicaz, Şam, Irak ve Anadolu
ile devam etmiştir.1670 Onun seyahat ettiği bölgeler içinde Hicaz, Şam ve Anadolu’nun ayrı bir yeri
vardır. Hicaz’a yaptığı seyahatinin sonunda el-Fütûhâtu’l-Mekkiyye adlı en büyük eseri ortaya
çıkmıştır. Füsûsu’l-Hikem adlı eserini ise Şam’a yerleştiği yıllarda kaleme almıştır. Anadolu
topraklarında ise tabiri caizse düşünce mirasını yeni nesillere taşıyacak şahsiyetlerle güçlü bir iz
bırakmıştır.
Selçuklu ve Eyyûbî hükümdarlarına yakınlığı sebebiyle Anadolu ve Şam’da rahatlıkla seyahat
etme imkânı bulmasının, İbnü’l-Arabî’ye her iki bölgedeki tasavvufî hayatı yakından görme ve ileri
gelen mutasavvıflarıyla tanışma imkânı sağladığı ifade edilir. Şam’a yerleştikten sonra kendisini
z,yaret eden Anadolu mutasavvıfları ile Şam’da yaşayan mutasavvıfları bir araya getiren İbnü’lArabî’nin, bu vesileyle düşüncelerine Anadolu ve Şam gibi iki önemli bölgede uygun entelektüel
ortam oluşturduğundan bahsedilir.1671
1.3. Eserleri
Velûd bir âlim ve mutasavvıf olan İbnü’l-Arabî, geride Ekberiyye Mektebinin yazılı kaynaklarını
oluşturacak çok sayıda eser bırakmıştır. Onun eserleri hakkında yapılan araştırmalardan telif ettiği
eserlerin sayısıyla ilgili henüz kesin bir kanaatin oluşmadığı anlaşılmaktadır. Bizzat kendisinin elFihrist adlı eserinde 248, vefatına yakın kaleme aldığı el-İcâze adlı eserinde ise listelediği 289
eserden1672 yola çıkarak eserlerinin üç yüz civarı olduğu söylenebilir.
En yaygın eserleri arasında el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Füsûsu’l-hikem, Rûhu’l-Kudüs, edDürretü’l-fâhire, el-Bulğâ fi’l-hikme, Mevâki’u’n-nucûm, İnşâu’d-devâir, ed-Tedbîrâtu’l-ilâhiyye,
Dîvan, Tercümânü’l-eşvâk yer almaktadır. 1673
İbnü’l-Arabî’nin eserleri İslam dünyasının pek çok yerinde özel ders halkalarında okutulmuş ve
başlıca eserleri olan el-Fütûhâtü’l-mekkiyye ve Füsûsu’l-hikem çok defa şerh edilmiştir. Bu durum
Ekberiyye Mektebinin tanınmasına ve İbnü’l-Arabî’nin fikirlerinin yaygınlaşmasına olumlu katkı
sağlamıştır.
1.4. Talebeleri
Yetiştirdiği talebeleri içinde İbn Sevdekin (v. 646/1248), Sadreddin Konevî (v. 673/1274) ve
Afîfüddin Tilimsânî’nin (v. 690/1291) isimleri öne çıkmaktadır. Bu üç şahsiyet İbnü’l-Arabî’nin
1666
Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, XX/494.
İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Tahk. Osman Yahya, İbrahim Medkûr, el-Heyetü’l-Mısriyyetü’l-Amme Li’lKitab, 1985, I/28.
1668
Mahmut Kaya, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, DİA İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1999, XX/520.
1669
Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, s. 497.
1670
İbn Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye , I/29; Kılıç, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, XX/494; Kazım Yıldırım, Türk İslam
Düşüncesinde Muhyiddin İbnü’l-Arabî, H Yayınları, İstanbul 2010, s. 46-53.
1671
Abdulcebbar Kavak, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Şam Tasavvuf Düşüncesine Tesir Kanalları ve Meşhur
Takipçileri”, Universal Journal of Theology, 2016 C. 1, Sayı:1, s. 56.
1672
Yetkin İlker Jandar, İbnü’l-Arabî ve Ekberîlik, Ataç Yayınları, İstanbul 2010, s. 21-22.
1673
Yıldırım, Türk İslam Düşüncesinde Muhyiddin İbnü’l-Arabî, ss. 75-80.
1667
geride bıraktığı yazılı düşünce mirasını, Ekberiyye Mektebi çatısı altında daha da geliştirerek yeni
nesillere aktarmada ciddi rol oynamışlardır. İbnü’l-Arabî’nin İslam dünyasında bu tenli tanınıp
düşüncelerinin yaygınlaşmasında başta Sadreddin Konevî olmak üzere talebelerinin gayreti etkili
olmuştur.
1.5. Müdafileri
İslam dünyasında İbnü’l-Arabî kadar düşünce ve yorumları tartışılan, lehinde ve aleyhinde
eserler yazılan ve hakkında fetvalar hazırlanan başka bir mutasavvıf yoktur. İbnü’l-Arabî’nin
eserlerinde ortaya koyduğu fikirlerinin entelektüel çevrelerde tartışılması, kabul veya tenkit edilmesi
doğrudan yahut dolaylı yollarla onun toplumsal alandaki tesirine yardımcı olmuştur.
İbnü’l-Arabî müdafileri içinde Ebû Tahir en-Nûrî el-Hanefî (İbn Sevdekîn) (v. 646/1248),
Sa’düddin Muhammed b. el-Müeyyid b. Abdullah el-Cüveynî es-Sûfî (v. 650/1252), Yahya b.
Muhammed Ebu’l-Fadl Muhyiddin, Sadreddin el-Konevî (v. 672/1274), Afîfüddin Süleyman etTilimsânî (v. 690/1291),Muhammed b. Afîfüddin et-Tilimsânî, Emîr Bedrüddin Hasan b. Ali b.
Yûsuf b. Hûd, Ebü’l-Kâsım Abdullah b. Hasan el-Beyzâvî 1674 Şeyh Nasr el-Münbicî,1675 Tenzîhu’ssıddîk an vasfi’z-zindîk adlı eserin müellifi olan1676 Kuzey Afrikalı Şâzilî şeyhi Ali b. Meymûn elİdrisî (v. 917/1511), el-Cânibü’l-garbî fî halli müşkilât-ı Şeyh Muhyiddin İbnü’l-Arabî adlı eserin
müellifi olan 1677 Muhammed b. Müzafferüddin (Şeyh Mekkî Efendi) (v. 926/1519), İbnü’l-Arabî’yi
tebriye eden fetvâyı veren Şeyhülislam İbn Kemal (v. 940/1534),1678 Reddü’l-metîn alâ muntakidi’lârif Muhyiddin, er-Raddu alâ men tekelleme fî İbn Arabî adlı eserlerin müellifi Abdülganî Nablusî
(v. 1143/1731) 1679 gibi çok sayıda ilim ve tasavvuf erbabı ile devlet ricali yer almaktadır.
1.6. Rüya Yoluyla Kendisinden Bilgi Aktaranlar
İbnü’l-Arabî’nin etkisini eserlerinin ve tasavvufî düşüncesinin yaygınlaşmasıyla sınırlı
görmemek gerekir. Rüya yoluyla ondan bilgiler aktaran mutasavvıflar da olmuştur. Seyyid Ali b.
Seyyid Mustafa el-Harîrî (v. 1181/1768) bunlardan biridir. Seyyid Ali el-Harîrî, rüyasında İbnü’lArabî’nin “Hizbu’d-devr”den kendisine icazet verdiğini ifade eder.1680 Mısırlı Halvetî şeyhlerinden
Mahmud el-Halvetî de rüyada İbnü’l-Arabî’nin yönlendirdiği diğer bir şahsiyettir. Şeyh Mahmud elHalvetî, rüyada İbnü’l-Arabî’den aldığı bilgileri, el-Hikemu’s-sûfiyye adlı eserinde toplamıştır.
İbnü’l-Arabî’nin pek çok talebe ve takipçisi tarafından tercüme ve şerh edilen eserlerinden
sonra ortaya çıkan rüya kaynaklı bu tür çalışmalara, Ekberiyye Mektebinin yazılı kaynakları arasında
yer verildiği ve dışlanmadığı görülmektedir. Bu nedenle rüyada İbnü’l-Arabî’den eğitim ve bilgi alan
bu şahsiyetlerin onun manevî talebeleri olarak kabul edildiklerini söylemek yanlış olmaz.
2. Şeyh Mahmut el-Halvetî
Şeyh Mahmud el-Halvetî, on yedinci yüzyıl Halvetî şeyhlerindendir. Aslen İran’ın Sakız
şehrindendir. Şeyh Mahmud, Kürtlerin meskûn olduğu Sakız şehrinde doğup büyümüştür. Bu
nedenle kendisinden bahseden eserlerde Şeyh Mahmud el-Kürdî el-Halvetî olarak tanıtılmıştır.1681
Doğum tarihi bilinmeyen Şeyh Mahmud, on beş yaşından itibaren ciddi bir mücahede içine girmiş,
gündüzleri oruçlu geceleri ise camide kalarak ibadetle meşgul olmuştur. Memleketinde halk arasında
bu hali yayılınca şehrin dışına çıkıp insanların pek uğramadığı mekânlarda yaşamaya başlamıştır. On
sekiz yaşında iken gördüğü bir rüya üzerine Mısır’a gelerek Şeyh Muhammed Hafnavî’nin yanında
1674
Ali Ahmed, el-Endülüsiyyûn ve’l-meğâribe fî bilâdi’ş-Şam, Dâru’t-Talâs, Dimaşk 1989, s. 177-180; Abdürrezzak
Tek, “İbnü’l-Arabî’yi Müdafaa Amacıyla Kaleme Alınan Fetvâlar”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi,
(İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), (2009), Sayı: 23, s. 283.
1675
Ali Ahmed, el-Endülüsiyyûn, s. 180.
1676
Mustafa Salim Güven, Ebu’l-Hasan Şâzilî ve Şâziliyye, (Basılmamış Doktora Tezi), Marmara Üniversitesi Sosyal
Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1999, s. 323.
1677
Şeyh Mekkî Efendi, Ahmed Neyli Efendi, İbn Arabî Müdafaası, haz. Halil Baltacı, İstanbul: Gelenek Yayınları,
2004, s. 27.
1678
Kılıç, Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş, Sufi Kitap, İstanbul 2013, s. 81.
1679
Abdülganî en-Nablusî, el-Mecâlisü’ş-Şâmiyye fi’l-mevâ’izi’r-Rûmiyye, Tahk. Hibe el-Malih, Dâru Nûri’s-Sabah,
Dimaşk 2011,s. 24. .
1680
Taha b. Yahya el-Kürdî, Rihletu’ş-Şeyh Taha el-Kürdî, Tahk. Ali Necm İsa, Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye, Beyrut 2007, s.
83.
1681
Yusuf en-Nebhânî, Câmi’u kerâmâti’l-evliyâ, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 2003, II/452; eş-Şerkâvî, Şerhu’l-hikemi’ssûfiyye, s. 5.
seyr ü sülûkünü tamamlamış ve ondan irşad izni alarak halifesi olmuştur.
Şeyh Mahmud el-Halvetî mürşidinin vefatından sonra şeyhinin şeyhi olan Seyyid Mustafa elBekrî’den de tasavvufî eğitim alıp istifade etmiştir. Şeyh Mahmud el-Halvetî’nin tasavvufî eğitim
aldığı üç mutasavvıftan bahsedilmektedir. Bunlar:
1. Şeyh Ali el-Kusayrî
2. Şeyh Muhammed el-Hafnavî
3. Seyyid Mustafa el-Bekrî
Yetiştirdiği talebelerinden bilinenler Şeyh Taha b. Yahya el-Kürdî (v. 1205/1790 ), Şeyh
Abdullah b. Hicazî b. İbrahim eş-Şarkâvî (v. 1227/1812), Şeyh Abdülkadir er-Râfi’î el-Farûkî etTrablusî ve Ebu’l-Abbas Ahmed b. Muhammed et-Ticânî’dir. (v. 1230/1815)1682
Şeyh Mahmud el-Halvetî 3 Muharrem 1195/ 30 Aralık 1780 tarihinde Mısırda vefat etmiş ve
Seyyid Mustafa el-Bekrî’nin yanına defnedilmiştir.1683
3. Şeyh Mahmud el-Halvetî’nin el-Hikemu’s-sûfiyye Adlı Eseri
İbnü’l-Arabî’nin farklı tarikat mensupları arasındaki yaygın etkisi bilkinmektedir. Bununla
beraber özellikle Halvetiyye tarikatı mensuplarının İbnü’l-Arabî’ye ilgisinin diğerlerine göre daha
fazla olduğu ve pek çok Halvetiyye kolunun onun vahdet-i vücûd görüşünden etkilendiği
vurgulanmaktadır.1684 Bu şahsiyetlerden biri de on sekizinci yüzyıl Mısır Halvetî şeyhlerinden
Mahmud el-Kürdî’dir.
Rüyasında İbnü’l-Arabî’nin kendisine bir anahtar verdiğini ve bu “Hazinelerin anahtarıdır”
dediğini ifade eden Şeyh Mahmud el-Halvetî, bu rüyadan sonra gönlüne akan hikmetleri yazmaya
başladığını belirtir. el-Hikemu’s-sûfiyye veya el-Hikemu’l-Kürdiyye olarak adlandırılan bu Arapça
eser, talebelerinden Şeyh Abdullah eş-Şarkâvî ve Şeyh Abdülkadir er-Râfi’î tarafından şerh
edilmiştir.
Eserin Şeyh Abdullah eş-Şarkâvî tarafından yapılan şerhinin iki yazma nüshasından bahsedilir.
Birincisi Dâru’l-Kutubi’l-Mısriyye’de 45 numara ile kayıtlı olan nüshadır. Bu nüsha 168 sayfa olup,
her sayfada 23 satır bulunmaktadır. Esrin kapağındaki isim Şerhu’l-hikem ve’l-vesâya’l-Kürdiyye
şeklindedir. Şarihin vefatından beş yıl sonra istinsah edilen bu yazma nüshanın tarihi 8 Şevval
1232/21 Ağustos 1817 dir.1685
Şarkâvî’ye ait ikinci yazma nüsha ise yine Dâru’l-Kutubi’l-Mısriyye’de 99 numara ile kayıtlı olup
248 sayfadan oluşmaktadır. Her sayfada 15 satır bulunmaktadır. Esrin kapağındaki isim Şerhu’ş-şeyh
eş-Şerkâvî alâ hikemi’l-Kürdî el-Kôrânî şeklindedir. Bu yazma nüshanın tarihi 8 Zilkade 1288/19
Ocak 1872 dir.1686
Şeyh Abdullah eş-Şarkâvî el-Hikemu’s-sûfiyye’yi şerh ederken âyet ve hadislerden istifade etmiştir.
Ayrıca ilk dönem zahid ve mutasavvıf şahsiyetleri ile son dönem tanınmış mutasavvıfların
görüşlerine yer vermeyi ihmal etmemiştir.
Eserin ikinci şerhi ise Şeyh Abdülkadir er-Râfi’î’ye ait olup İhyâü’l-kulûb şerhu’ş-Şeyh Abdülkadir
er-Râfi’î el-Fârûkî et-Trablusî alâ hikemi şeyhihi Sîdî Mahmud el-Kürdî el-Haşvetî adını
taşımaktadır. Bu eser 2005 yılında Beyrut’ta Dâru’l-Kutubi’l-İlmiyye tarafından Ahmed Ferîd elMezîdî’nin yaptığı haşiyelerle beraber matbu hale getirilmiştir.
Şeyh Mahmud el-Halvetî’nin el-Hikemu’s-sûfiyye’si şeriat, itikad, ahlak, ilim, ibadet, irşad,
müritlik, seyr ü sülük gibi konuları içermektedir. İlk hikmet’te seyr ü sülûkün üç mertebeden
oluştuğunu belirten Şeyh Mahmud, bunların İslam, iman ve ihsan mertebeleri olduğunu ifade eder.
Buradan Şeyh Mahmud el-Halvetî’nin tasavvufî eğitimi Cibril hadisindeki ilk üç esasa dayandırdığı
anlaşılmaktadır.
Eserde Yer Alan Hikmetlerden Bazıları
*Allah’a teslim olmak makamların en şereflisidir.
*Şeriatın zahirine muhalefet etmek zındıklıktır.
1682
Kadir Özköse, “Ahmed b. Muhammed Ticânî”, DİA İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2012, XXXXI/131.
en-Nebhânî, Câmi’u kerâmâti’l-evliyâ, II/452; Abdullah eş-Şarkâvî, Şerhu’l-hikemi’s-sûfiyye, Tahk. Muhammed
Abdulkadir Nessâr, Ahmed Ferid el-Mezîdî, Dâretu’l-Karz, Kahire 2008, s. 9.
1684
Süleyman Uludağ, “Halvetiyye”, DİA İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1997, XV/395.
1685
eş-Şerkâvî, Şerhu’l-hikemi’s-sûfiyye, s. 14.
1686
eş-Şarkâvî, Şerhu’l-hikemi’s-sûfiyye, s. 15.
1683
*Tevekkül edersen makbul bir şahsiyet olursun.
*İlim amellerin en üstünüdür. Cehalet ise hasletlerin en çirkinidir.
*İstikamet üzere Allah’a kul olmak, bin tane keşif ve kerametten daha değerlidir.
*Ahde vefa Allah’ın sana verdiği bir görevdir.
*Dünyaya rağbet etmezsen övgüye mazhar olursun.
*Rehbersiz yol uzar.
*Mürid nefsini kurban edendir.
3.1. Eserin Tasavvuf İlmi Açısından Önemi
Eserde yer alan hikmetlerde şeriata yapılan vurgu ile İslam itikadı ve İslam ahlakına geniş yer
verilmesi dikkat çekmektedir. İlk hikmette Cibril hadisine yapılan vurgu tasavvufî altyapının sünnet-i
seniyyeye uygun olması hususundaki hassasiyeti ortaya koymaktadır. Bu eserde ortaya konan
prensipler ve İslam itikad ve ahlakıyla ilgili vurgulanan hususlar, Muhasibî ve Abdülkerim
Kuşeyrî’nin tasavvuf anlayışının benimsendiğini göstermektedir.
İlmin amellerin en üstünü olarak görülmesi, gizli şirk hususunda yapılan uyarı, istikamet üzere
Allah’a kul olmanın ehemmiyetinin vurgulanması ve şeriatın zahirine muhalefetin zındıklık olarak
nitelenmesi, Şeyh Mahmud’un rüya yoluyla aktardığı bu hikmetlerin Ehl-i Sünnet çizgisinde bir
tasavvufî temel üzere bina edildiğini açıkça ortaya koymaktadır.
Sonuç
İslam düşünce tarihinde iz bırakan şahsiyetler içinde İbnü’l-Arabî’nin ayrı bir yeri vardır. İslam
kültürü ile Batı kültürünün buluştuğu bir coğrafyada yetişen İbnü’l-Arabî, daha sonra İslam
dünyasının büyük ilim kültür merkezlerini dolaşmak suretiyle İslam düşünce mirasını yerinde tespit
imkânını bulmuştur. Onun bu tecrübesi, düşünce ve yazılı eserleriyle şekillenecek olan Ekberiyye
Mektebi için de bir temel teşkil etmiştir.
İbnü’l-Arabî tasavvufî düşünce ve eserleriyle İslam dünyasının hemen her tarafında saygın bir yer
edinmeyi başarmış ender şahsiyetlerden biridir. Yetiştirdiği talebelerinden İbn Sevdekin (v.
646/1248), Sadreddin Konevî (v. 673/1274) ve Afîfüddin Tilimsânî (v. 690/1291) onun tasavvufî
mirasını yeni nesillere aktarmak için çalışmışlardır. Bununla beraber onun tasavvuf mirasına ilgi
duyan ve sahip çıkanlar sadece talebeleri olmamıştır. Fahreddin Irakî (v. 688/1289), Saîdüddin
Fergânî (v. 699/1300, Müeyyedüddin Cendî (v. 700/1300), Abdürrezzâk Kâşânî (v. 731/1330) ve
Davud-i Kayserî (v. 751/1350) gibi şahsiyetler, onun düşünce dünyasının temsilcileri ve taşıyıcıları
olmuşlardır.
İbnü’l-Arabî’nin etkisini eserlerinin ve tasavvufî düşüncesinin yaygınlaşmasıyla sınırlı görmemek
gerekir. Rüya yoluyla ondan bilgiler aktaran mutasavvıflar da olmuştur. Mısırlı Halvetî şeyhlerinden
Mahmud el-Halvetî de bu şahsiyetlerden biridir. Şeyh Mahmud el-Halvetî, rüyada İbnü’l-Arabî’den
aldığı bilgileri yazdığı el-Hikemu’s-sûfiyye adlı eserde toplamıştır. Şeyh Mahmudel-Halvetî’nin elli
hikmetten oluşan bu eserinin, Cibril hadisindeki İslam, İman ve İhsan mertebelerini seyr ü sülûkün
mertebeleri olarak belirlemesi, Ehl-i Sünnet düşüncesi temelinde bir tasavvufî düşünce ve pratiği
esas aldığını göstermektedir.
Kaynakça
Açıkgöz, Burak Fatih, “Bir Kişi İki Şahsiyet: İbnü’l-Arabî”, SDÜ Sosyal Bilimler Enstitüsü Dergisi,
2013/1, Sayı: 17, ss. 143-165.
Ahmed, Ali, el-Endülüsiyyûn ve’l-meğâribe fî bilâdi’ş-Şam, Dâru’t-Talâs, Dimaşk 1989.
Almond, Ian, İbn Arabi ve Derrida, Ayrıntı Yayınları, İstanbul 2012.
Güven, Mustafa Salim, Ebu’l-Hasan Şâzilî ve Şâziliyye, (Basılmamış Doktora Tezi), Marmara
Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü, İstanbul 1999.
İbn Arabî, Muhyiddin, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, Tahk. Osman Yahya, İbrahim Medkûr, el-Heyetü’lMısriyyetü’l-Amme Li’l-Kitab, 1985.
Jandar, Yetkin İlker, İbnü’l-Arabî ve Ekberîlik, Ataç Yayınları, İstanbul 2010.
Kavak, Abdulcebbar, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin Şam Tasavvuf Düşüncesine Tesir Kanalları ve
Meşhur Takipçileri”, Universal Journal of Theology, 2016 C. 1, Sayı:1.
Kaya, Mahmut, “İbnü’l-Arabî, Muhyiddin”, DİA İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1999.
Kılıç, Mahmud Erol, “Muhyiddin İbnü’l-Arabî”, DİA İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1999.
----------, Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş, Sufi Kitap, İstanbul 2013.
el-Kürdî, Taha b. Yahya, Rihletu’ş-Şeyh Taha el-Kürdî, Tahk. Ali Necm İsa, Dâru’l-Kutubi’lİlmiyye, Beyrut 2007.
en-Nablusî, Abdülganî, el-Mecâlisü’ş-Şâmiyye fi’l-mevâ’izi’r-Rûmiyye, Tahk. Hibe el-Malih, Dâru
Nûri’s-Sabah, Dimaşk 2011.
en-Nebhânî, Yusuf, Câmi’u kerâmâti’l-evliyâ, Dâru’l-Ma’rife, Beyrut 2003.
Özköse, Kadir, “Ahmed b. Muhammed Ticânî”, DİA İslam Ansiklopedisi, İstanbul 2012, C. 41.
eş-Şerkâvî, Abdullah, Şerhu’l-hikemi’s-sûfiyye, Tahk. Muhammed Abdülkadir Nessâr, Ahmed Ferîd
el-Mezîdî, Daretü’l-Karz, Kahire 2008.
Şeyh Mekkî Efendi, Ahmed Neyli Efendi, İbn Arabî Müdafaası, Haz. Halil Baltacı, Gelenek
Yayınları, İstanbul 2004.
Tek, Abdürrezzak, “İbnü’l-Arabî’yi Müdafaa Amacıyla Kaleme Alınan Fetvâlar”, Tasavvuf İlmî ve
Akademik Araştırma Dergisi, (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), (2009), Sayı: 23.
Uludağ, Süleyman, “Halvetiyye”, DİA İslam Ansiklopedisi, İstanbul 1997.
Yıldırım, Kazım, Türk İslam Düşüncesinde Muhyiddin İbnü’l-Arabî, H Yayınları, İstanbul 2010.
ENDÜLÜS’TEN ŞAM’A BİR KİTABIN ÖYKÜSÜ: İBNÜ’L-ARABÎ’NİN HAL’U’NNA’LEYN ŞERHİ
Ercan ALKAN
Özet
Hal’u’n-na’leyn tasavvuf literatüründe İbnü’l-Arabî ile birlikte bilinirlik kazanmış bir metindir.
İbnü’l-Arabî’nin Hal’u’n-na’leyn’in metni ile karşılaşması onun entelektüel ilgilerinin arka planını
görmek adına önemli bir detaydır. Telif faaliyetleri bakımından erken bir döneme denk düşen 590
(1193-1194) tarihinde İbnü’l-Arabî, Hal’u’n-na’leyn’in yazarı İbn Kasî’nin oğlu Hüseyin b. Ahmed
ile Tunus’ta karşılaşmış, Hal’u’n-na’leyn metnini görme ve inceleme imkanı bulmuş, sonrasında
Fusûsü’l-hikem ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’de bu metne veya yazarına kısa kısa atıflarda
bulunmuştur -aslında külliyatı gözönünde tutulduğu zaman, İbnü’l-Arabî’nin isimlerini anarak
metinlerine atıf yaptığı yazar ya da düşünür sayısı oldukça azdır-. Daha sonra İbnü’l-Arabî Hal’u’nna’leyn metni üzerine Şam’da mukim olduğu (620-638) yıllarda, üslûba büyük oranda eleştirel bir
yaklaşımın eşlik ettiği, bir şerh kaleme almıştır. İbnü’l-Arabî’nin şârih yönüyle literatürde görünmesi
ilgi çekici bir durumdur. Bu tebliğde ilk olarak Hal’u’n-na’leyn’in metnine dönük literatür düzeyinde
bilgiler değerlendirilmeye çalışılacak; ardından İbnü’l-Arabî’nin hangi konu dolayısıyla eserlerinde
Hal’u’n-na’leyn’e referansta bulunduğu ve Hal’u’n-na’leyn’in içeriğinden hareketle hangi tasavvufî
meseleleri gündeme taşıdığı hususu tartışmaya açılacaktır.
Abstract
The Story of a Book from Andalusia to Damascus: Commentary on Khal‘ al-Na‘layn by Ibn al‘Arabī
Khal‘ al-Na‘layn is a text that gained recognition within the sūfī literature by Ibn al-‘Arabī. That Ibn
al-‘Arabī’s encounter with the text of Khal‘ al-Na‘layn is an important detail in view of considering
the background of his intellectual interests. Ibn al-‘Arabī met Husayn b. Ahmad, the son of Ibn Qasī
who is author of Khal‘ al-Na‘layn, in Tunisia in 590 (1193-1194), a date that coincides with an early
period in terms of writing activities; thus, he had a chance to examine the text of Khal‘ al-Na‘layn,
and then he mentioned both the text and the author briefly in his Fusūs al-Hikam and in al-Futūhāt
al-Makkiyya -given the greatness of Ibn al-‘Arabī’s oeuvre, the number of the philosophers and the
authors whom Ibn al-‘Arabī refers by mentioning their texts is relatively few. During the years he
dwelled in Damascus (620-638), Ibn al-‘Arabī wrote a commentary on Khal‘ al-Na‘layn, the style of
which is accompanied by a critical approach to a large extent. That Ibn al-‘Arabī’s appearance in the
literature as a commentator is striking. In this paper, we will try to analyse the information
concerning Khal‘ al-Na‘layn on the literature level at first; then we will discuss in which context Ibn
al-‘Arabī referred to Khal‘ al-Na‘layn in his works and which subjects of sufism he discussed with
reference to Khal‘ al-Na‘layn.
Giriş
Endülüs’te tasavvufun serüveni, doktrinal ve tarihsel kırılmalar ve süreklilikler dikkate alındığında Meserre, Meriye, Mürsiye çevresiyle ilişkilendirilerek- kabaca üç döneme inhisar ettirebilir.1687
Başlangıç dönemi için İbn Meserre (ö. 319/931) ve takipçilerinin faaliyetleri ile görünürlük
kazanmaya yüz tutan tasavvuf, Meriye çevresinin temsilcileri olarak anılan İbnü’l-Arîf (ö.
Tebliğ metni, daha çok sonuçlarına odaklanmak suretiyle “İbn Arabî’nin Hal’u’n-Na’leyn Şerhi: Tahkik ve
Değerlendirme” başlığını taşıyan doktora çalışmamızdan hareketle kaleme alınmıştır. Doktora tezi inceleme kısmıyla
birlikte gözden geçirilerek ve çeşitli tasarruflarda bulunularak yayınlanmıştır. Muhyiddin İbnü’l-Arabî, Şerhu Hal’i’nna’leyn -Hal’u’n-na’leyn Şerhi- (haz. Ercan Alkan), Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı, İstanbul, 2017.
Dr. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Tasavvuf Anabilim Dalı,
[email protected]
1687
Endülüs’te tasavvufun geçirdiği aşamalar ve dönemlere ilişkin adı geçen çalışmamızın ilgili bölümüne müracaat
edilebilir. Bk. Ercan Alkan, “Giriş”, Şerhu Hal’i’n-na’leyn -Hal’u’n-na’leyn Şerhi-, Türkiye Yazma Eserler Kurumu
Başkanlığı, İstanbul, 2017, s. 35-70.
536/1141), İbn Berrecân (ö. 536/1142) ve (bu iki isimle kısmen irtibatlı) İbn Kasî (ö. 546/1151) ile
İşbîliye (Sevilla), Gırnata (Granada) ve Garbü’l-Endülüs (Algarve) gibi merkezlerde hareket alanını
artırarak geniş bir toplumsal taban bulmuştu. Üçüncü dönemde ise tasavvuf İbnü’l-Arabî’nin (ö.
638/1240) şahsıyla özdeşleştirilen -ve daha sonraları Doğu İslam dünyasında Ekberiyye olarak
anılan- Mürsiye ekolü1688 ile temsil edildi. Süreç, içine doğduğu kültürel ortama yani Endülüs’e özgü
tasavvufî dili İbnü’l-Arabî’nin Doğu İslam dünyasındaki tasavvufî öğretilerle buluşturmasıyla devam
etti. İlk başta İslâmî ilimlerin neredeyse bütünü söz konusu olduğunda etkilenmenin coğrafî yönü
Doğu İslam dünyasından Endülüs’e doğru bir seyir çizmekte iken, sonraları tasavvuf özelinde ilişki
ve etki düzeyinin seyri aksi istikamete doğru kaymış görünmektedir -burada İbnü’l-Arabî’nin
üstlendiği rol ve sunduğu katkı özellikle vurgulanmaya değer-. Şöyle ki İbnü’l-Arabî yukarıda
isimleri geçen Endülüslü sûfî yazarlara başta Fusûsü’l-hikem ve el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye olmak üzere
çeşitli eserlerinde göndermelerde bulunmuş, onların tasavvufun entelektüel tarihi ile buluşturduğu
“ilm-i hurûf” ya da “el-hakku’l-mahlûk bih” gibi mesele veya kavramları bütüncül bir doktrinin
parçası haline getirmiştir.1689 Bu bağlamda İbnü’l-Arabî, vahdet-i vücûd düşüncesinin
şekillenmesinde öne çıkan konulardan birisi olarak ilâhî isimler teorisinin1690 çerçeve ve içeriğini İbn
Kasî’nin bir cümlesinden hareketle kurgulamıştır. Ancak İbnü’l-Arabî’nin İbn Kasî’ye dönük ilgisi
yalnızca atıf düzeyinde kalmamış, o aynı zamanda Endülüs’ün sûfî muhitlerinde üretilen dikkate
değer metinlerden birisi olan Hal’u’n-na’leyn ve iktibâsü’n-nûr min mevzii’l-kademeyn’i üzerine bir
de şerh kaleme almıştır. Bu noktada eserleri çokça şerh edilen bir yazar olarak İbnü’l-Arabî’nin
gerek telif tarzı gerekse yöntemi göz önünde bulundurulduğunda, bir esere şerh yazmasının pek nadir
bir husus olduğu özellikle belirtilmelidir. Hem metin olarak Hal’u’n-na’leyn’in hem de sûfî bir yazar
olarak İbn Kasî’nin tasavvuf literatüründe bilinirlik kazanmasında en büyük pay hiç şüphesiz İbnü’lArabî’ye aittir. İbnü’l-Arabî olmasaydı belki de İbn Kasî tasavvuf tarihinde üzerinde özenle
durulmayı gerektirecek bir yazar olarak anılmayacaktı. Çünkü İbnü’l-Arabî ile birlikte metin Endülüs
dışındaki tasavvufî muhitlerde dolaşıma girmiş görünmektedir. İbn Kasî’nin tanınırlık kazanmasında
önemli bir başka katkı da İbn Haldûn tarafından yapılmıştır; tasavvufî düşüncesinden ziyade politik
kimliği dolayısıyla İbn Kasî’ye ve karizması etrafında oluşan Mürîdûn hareketine, Mukaddime’nin
“Asabiyet olmaksızın dînî davetin başarıya erişemeyeceği hakkında”1691 başlıklı bölümünde İbn
Haldûn tarafından yer verilmiştir.
Akademik araştırmaların İbn Kasî’ye dönük ilgisi için Asín Palacios’un (1871-1944), Endülüs’ün
dînî düşünce tarihinde tasavvufun konumu ve etkisini belirlemek gayesiyle kaleme aldığı İbn
Meserre merkezli monografisindeki ilgili kısımları bir başlangıç kabul edebiliriz.1692 Palacios,
Meriye çevresinin veya Mürîdûn hareketinin doktrin düzeyinde İbn Meserre ile ilişkisine odaklanmış
olmakla birlikte çalışmasında Hal’u’n-na’leyn’e kısaca değinmiştir. Doğrudan Hal’u’n-na’leyn’i
kendisine konu edinen ilk çalışma Ebu’l-Alâ Afîfî’nin (1897-1966) 1957 yılında kaleme aldığı
makaledir.1693 Her ne kadar makalede detay denilebilecek düzeyde bazı sorunlar varsa da Afîfî,
Hal’u’n-na’leyn ve İbnü’l-Arabî’ye ait şerhin içerik analizini ayrıntılı bir şekilde yapmaya özen
göstermiştir. Ayrıca bu iki ismin dışında, Hal’u’n-na’leyn metnine dönük akademik ilgi İbn Kasî’nin
politik kimliğine odaklanmak üzere devam etmiş, İbnü’l-Arabî’nin şerhi doğrudan merkeze
alınmaksızın gerek doktora gerekse makale düzeyinde bir takım çalışmalar da yapılmıştır.1694
1688
Ekberîliğin farklı yorumlarla devamı veya bir alt kolu olarak değerlendirilebilecek Mürsiye ekolü, sonraları İbn
Seb’în (ö. 669/1270) ve Ebû Ali İbn Hûd (ö. 699/1300) gibi isimlerle Endülüs’te temsil edildi.
1689
Ebü’l-Alâ Afîfî, “İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesinin Kaynakları”, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler (çev.
Ekrem Demirli), İz Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 213-258.
1690
Konunun detaylı bir şekilde tartışıldığı çalışma için bk. Abdullah Kartal, İlâhî İsimler Teorisi -Allah-İnsan İlişkisi-,
Hayykitap, İstanbul, 2009.
1691
İbn Haldûn, Mukaddime I-V (thk. Abdüsselâm eş-Şeddadî), Beytü’l-Fünûn ve’l-Ulûm ve’l-Âdâb, ed-Dârü’l-Beyzâ,
2005, I, 269-272 [Mukaddime I-II (çev. Süleymân Uludağ), Dergâh Yayınları, İstanbul, 2004, I, 379-382]
1692
Miguel Asín Palacios, The Mystical Philosophy of Ibn Masarra and His Followers (çev. E. H. Douglas & H. W.
Yoder), E. J. Brill, Leiden, 1978.
1693
Ebü’l-Alâ Afîfî, “Ebü’l-Kāsım b. Kasî ve Kitâbuhu ‘Hal’u’n-Na’leyn’”, Mecelletü Külliyeti’l-Âdâb, sayı: XI,
İskenderiye 1957, s. 53-87 [“Ebu’l-Kâsım b. Kasiy ve Hal’un-Na’leyn İsimli Eseri”, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler
(çev. Ekrem Demirli), İz Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 301-337].
1694
Konuyla ilişkili klasik ve akademik düzeyde yapılan kaynakların içeriğine dair yaptığımız detaylı tartışma için bk.
Ercan Alkan, “Giriş”, s. 17-28.
I. İbn Kasî’nin Kimliği, Hal’u’n-na’leyn’in İçeriği
Hal’u’n-na’leyn’in yazarı Ebü’l-Kāsım Ahmed b. Hüseyn b. Kasî Endülüs’te Murâbıtlarla
Muvahhidlerin hüküm sürdüğü V/XI. yüzyılın ikinci yarısıyla VI/XII. yüzyılın ilk yarısında
yaşadı.1695 Kaynaklarda doğum tarihine ilişkin herhangi bir bilgiye rastlanmaz; doğum yeri
konusunda ise iki farklı kayda yer verilmektedir: Günümüzde güney Portekiz’in Algarve bölgesinde
yer alan Şilb (Silves) ve Mirtüle (Mertola). İbn Kasî Arap ve müslüman olmayan, İspanyol veya
Rum asıllı Hristiyan bir aileye mensuptur. Çocukluk ve erken gençlik dönemine ilişkin kaynakların
sessiz kaldığı İbn Kasî, bir süre ticaretle uğraştı, Şilb’de Murâbıt yönetimi adına müşriflik ve
hazinedarlık görevini üstlendi, tasavvufî yaşama duyduğu merakı dolayısıyla devlet görevini terk
edip malvarlığını elinden çıkardı; Endülüs içinde bazı merkezlere seyahatler yaparak dönemin önde
gelen sûfîleriyle yakınlaşmanın yollarını aradı. Sonrasında Şilb’in Cille köyünde, Reyhâne Ribâtı’nı
inşa etti. İhvân-ı Safâ risalelerinin ve dönemin Endülüs’ü için politik içeriğe sahip sembolik bir isim
olan Gazzâlî’nin1696 eserlerinin okunduğu öne sürülen ribatta İbn Kasî faaliyetleriyle geniş kitleleri
cezbetti. Artan takipçi sayısıyla birlikte mehdilik iddiasında bulundu ve Endülüs tarihinde,
“Mürîdûn” tâifesi olarak anılacak önde gelenleri arasında Şilb’in etkili ailelerine mensup ve
müvelled asıllı kimselerin bulunduğu taraftar grubuyla “Sevretü’l-Mürîdîn” adıyla bilinen Murâbıtlar
karşıtı ayaklanmayı organize etti. Çağdaş araştırmacılar hareketin genel ideolojik tutumunda
mehdilik söylemini ve tasavvuf doktrinini yayma amacı güttüğü yönünde hem fikirdirler. 1697
Hareketin aktif bir silahlı güce dönüşmesi Şevvâl 538/Nisan-Mayıs 1144 yılında Murâbıtlara karşı
Muntikūt (Monteagudo) kalesini ele geçirmek üzere gönderilen ve başarısız olan bir girişim ile
başladı. Ancak daha sonra Mürîdûn tâifesi tarafından 12 Safer 539 (14 Ağustos 1144) tarihinde
Mirtüle Kalesi ele geçirildi ve İbn Kasî mehdi hareketine davetini ilk defa burada ilan etti; üzerinde
“Rabbimiz Allah, Peygamberimiz Hz. Muhammed, İmâmımız Mehdî’dir” ifadelerinin yer aldığı
kendi parasını bastırdı. Ardından İbn Kasî Endülüs içinde çeşitli bölgelere elçiler gönderdi, Şilb başta
olmak üzere Mirtüle, Bâce (Beja), Leble (Niebla), Velbe (Huelva) gibi yerleşim merkezlerinde
hareket hâkimiyet sahasını genişletti. Bu durum Muvahhid devleti yöneticisi Abdülmü’min elKûmî’nin (ö. 558/1163) Endülüs’teki yerel liderleri kendisine biat etmek maksadıyla Selâ’ya davet
ettiği 545/1150-1151 tarihine kadar sürdü. Davete icabet etmeyen İbn Kasî farklı ittifak arayışları
içerisine girdi ve Portekiz Kralı Afonso Henriques (ö. 580/1185) ile anlaştı. Anlaşma Şilb halkının
İbn Kasî’ye olan güveni büyük oranda sarstı. Peşi sıra Şilb halkı tarafından Hristiyanlarla yapmış
olduğu işbirliği öne sürülerek, İbn Kasî yönetiminin son bulacağı ve Mürîdûn hareketinin tarihe
karışacağı bir ayaklanma organize edildi (Cemâziyelevvel 546/16 Ağustos-14 Eylül 1151). İbn Kasî
bu ayaklanma sonucunda öldürüldü.
İbnü’l-Arabî’nin naklettikleri de dâhil olmak üzere biyografisine yer veren klasik kaynakların
tümünde, İbn Kasî’nin edebî kişiliği üzerinde durulmuş; belâgat bilgisinin genişliği ve şiir yazıyor
oluşu özellikle vurgulanmıştır. Sûfî çevrelerle ilişkisi konusunda yalnızca İbnü’l-Arabî’de rastlanılan
bilgilere göre, İbn Kasî’nin Halefullah el-Endelüsî ve İbn Halîl isminde iki şeyh ile doğrudan irtibatı
vardır. Bunun dışında konu, İbn Kasî’nin Meriye çevresiyle ilişkisi, İbn Kasî’nin İbnü’l-Arîf veya
İbn Berrecân’dan birinin müridi oluşu üzerinden tartışılmıştır. Ancak mevcut kaynakların
değerlendirilmesinden ortaya çıkan sonuç, İbn Kasî’nin adı anılan iki isimle irtibatının şeyh-mürit
ilişkisi düzeyinde olmayıp daha çok bölgede etkili faaliyetlerde bulunan farklı tasavvufî yapıların
öncülerinin birbirleriyle olan tanışıklıkları düzeyinde olduğu yönündedir. Yakınlık düzeyi başlıca şu
iki husus etrafında tartışılmıştır: İlki İbn Kasî ile İbnü’l-Arîf’in muhtemel tarih aralığı 525-529
1695
İbn Kasî’nin biyografisinin ayrıntıları için çalışmamızın ilgili bölümüne bk. Ercan Alkan, “Giriş”, s. 17-28.
Gazzâlî isminin Endülüs’teki yeri ve bu bağlamda İhyâ etrafındaki tartışmaların analizi için bk. Kenneth Garden,
“Al-Ghazālī’s Contested Revival: Ihyā’ ‘Ulūm al-Dīn and Its Critics in Khorasan and the Maghrib”, Basılmamış Doktora
Tezi, The University of Chicago, 2005.
1697
Afîfî liderinin kendi kişisel arzu ve çıkarları dışarıda tutulduğunda hareketin, dinî ve politik iki temel hedefinden söz
eder: Dinî hedef, Endülüs’te dini kimi yobaz ve bağnaz zümrelerin elinden kurtarmak; politik hedef ise Murâbıtlar’ın
toplum üzerindeki baskısını son vermek. Ebü’l-Alâ Afîfî, “Ebü’l-Kāsım b. Kasî ve Kitâbuhu ‘Hal’u’n-Na’leyn’”,
Mecelletü Külliyeti’l-Âdâb, sayı: XI, İskenderiye 1957, s. 56, 58 [“Ebu’l-Kâsım b. Kasiy ve Hal’un-Na’leyn İsimli
Eseri”, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler (çev. Ekrem Demirli), İz Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 304, 306].
1696
(1131-1134) olan bir dönemde mektuplaşmaları,1698 diğeri ise İbn Kasî ile birlikte İbn Berrecân’ın
İbn Haldûn tarafından “hazarât, esmâ, tecelli ve mezâhir ehli” olarak aynı grupta telakki
edilmeleri.1699 Buna ek görülebilecek bir başka husus da her üç ismin Gazzâlî’nin şahsında ve
benimsediği doktrinde uzlaşı üzere oluşlarıdır. Bu bilgiler çerçevesinde İbn Kasî’nin tasavvufî muhiti
ve sûfî kişiliği konusunda İbnü’l-Arabî’nin yaklaşımı ve düşünceleri hangi mecrada seyretmekteydi?
İbnü’l-Arabî’nin nazarında İbn Kasî gerçekten muhakkik midir yoksa mukallit bir sûfî midir?
Şeyhleriyle olan ilişkisinin mâhiyeti nedir? Burada Hal’u’n-na’leyn şerhinden bu sorulara cevap
niteliği arzeden uzunca bir pasajı alıntılamak istiyoruz:
[İbn Kasî’nin] söylediği sözlerin tamâmı mukallid sözüdür. O, meselenin aslına ilişkin herhangi bir
bilgiye de sâhip değildir. İlim ve hakîkatlere dâir zikrettiklerinin bütününde herhangi bir zevke ve
keşfe sâhip olmayan bir kimse olarak bu sözüyle kendini ele vermiştir. Ancak bu nefes nerede şu
nefes nerede? Bu sözüyle bize nefes aldırdı, kendisine güvenmemiz husûsundaki galatı bizden giderdi
ve bize kendisinin hadîs nâkili, fetvâ hâmili, rivâyet anlatıcısı olduğunu bildirdi. Bu kitabı şerhimiz ise
sâdece kendisinden nakil yapılan kimse nedeniyledir. (…) Nitekim bu kitapta, ümmîlerin
büyüklerinden Halefullah el-Endelüsî adlı sâlih kuldan naklettiği rivâyetleri sahihtir. (…) İbn Kasî
anlayış sâhibidir, hitâbeti açık, dil ve edebiyatta derin bilgi sâhibi ve yazım sanatında mükemmel bir
yeteneğe sâhiptir. Anlayışı kadarıyla bu mânâlara edebî, hitâbî lafızlar giydirmiştir. Ancak bu sâlih
kuldan naklettiği konularda anlayışının noksanlığı dolayısıyla kimi yerlerde bâzan meseleyi
karıştırmaktadır. (…) İbn Kasî’nin kendi söyledikleri ile naklettikleri arasını tefrik etme melekesini
elde ettik. Hiç şüphesiz onun hallerini başkalarından daha iyi ben bilirim. Anlayış ve fetânet sâhibi
olan oğluyla buluşmuştum. Babasının hallerini ona sordum ve onun sözünü ettiğimiz kusurlarına
delâlet eden hallerini bana anlattı. Şeyhi İbn Halîl’i terketme hâdisesi ve benzerleri, hâlini bildirmede
bize yeterlidir ve yine konuyla ilgili bilgisinin azlığı da bizim için yeterlidir. İbn Kasî’nin
Abdülmü’min b. Ali’ye yazdığı mektubunda ve kendisine işâret ettiği sözlerde ise durum onun
anlattığı gibi değildir. Ayrıca Abdülmü’min b. Ali’nin ona verdiği cevap, onun İbn Kasî’yi yakînen
tanımadığını, kişiliğini ve konumunu pek bilmediğini göstermektedir.1700
Nitekim İbnü’l-Arabî sonrasında gelen Zerrûk (ö. 899/1493-94), Şa’rânî (ö. 973/1565), Münavî (ö.
1031/1622), İbn Acîbe (ö. 1224/1809) gibi tasavvuf yazarlarının metinlerinde de sûfî yaşam ve
kimliğiyle bağdaştırılması güç olan politik tavrı ve büyük oranda mehdilik iddiası dolayısıyla İbn
Kasî ismi etrafında ihtiyatlı bir dilin kullanıldığını söyleyebiliriz. Her ne kadar kaynaklardan
hareketle tatmin edici sonuçlara ulaşamasak da, bu noktada “İbn Kasî’nin gerçekte kim olduğu?”
sorusuna cevap aramak beraberinde bir dizi soruyu da zorunlu olarak sormayı gerektirir: O, kendisini
ilâhî sırları ve hakikati bulmaya adayan bir sûfî miydi yoksa dünyevî hırs ve gayeleri için güç
devşiren bir ihtilalci mi? Taklitçi bir sûfî olduğu için mi mehdilik iddiasında bulundu? Ya da mistik
idealleriyle mesiyanik söylemi, politik kişiliğiyle sûfî kimliği hangi noktada, nasıl buluşabildi?1701
İbn Kasî’nin bilindiği kadarıyla Hal’u’n-na’leyn1702 dışında günümüze ulaşan başka bir eseri
1698
bk. Paul Nwyia, “Resâilü İbni’l-Arîf ilâ ashâbi sevreti’l-Mürîdîn fi’l-Endelüs”, el-Ebhâs, Beyrût, sayı: 27, 1979, s.
43-56.
1699
bk. İbn Haldûn, Şifâü’s-sâil li-tehzîbi’l-mesâil (thk. Muhammed b. Tâvît et-Tancî), Ankara Üniversitesi İlâhiyat
Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1958, s. 58 [Şifâü’s-sâil –Tasavvufun Mahiyeti (çev. Süleymân Uludağ), Dergâh Yayınları,
İstanbul, 1977, s. 159].
1700
İbnü’l-Arabî, Şerhu Hal’i’n-na’leyn, s. 362-364.
1701
Bu sorulara cevap niteliği taşıyan bir deneme için bk. Michael Ebstein, “Was Ibn Qasī a Sūfī”, Studia Islamica, sayı:
110, yıl: 2015, s. 196-232.
1702
Tespit edebildiğimiz kadarıyla eserin Yusuf Ağa Yazma Eser Kütüphânesi (Konya) nr. 7836; Beyâzıt Devlet
Kütüphânesi, Veliyyüddîn Efendi Bölümü nr. 1673; Süleymâniye Kütüphânesi, Şehid Ali Paşa Bölümü nr. 1174/1 olmak
üzere üç yazma nüshası vardır. Yazmaların detaylı bir şekilde değerlendirilmesi için bk. İbnü’l-Arabî, Şerhu Hal’i’nna’leyn, s. 105-108. Yalnızca Şehid Ali Paşa nüshası dikkate alınarak eser Merakeş (1997), Kahire (2011), Tahran
(2015), Dımeşk’te (2017) yayınlanmıştır. Burada esere yapılacak atıflar Muhammed el-Emrânî tarafından tahkiki yapılan
yoktur.1703 Eserin telif tarihine ilişkin net bir bilgiye sahip değiliz; büyük ihtimalle İbn Kasî’nin
münzevi bir yaşamı tercih ettiği ve henüz Mürîdûn topluluğunun oluşmadığı 525/1130’lu yıllarda
eser telif edilmiş olmalıdır. Nitekim İbnü’l-Arîf’in İbn Kasî’ye gönderdiği mektupların birisinde
eserle ilgili kısa bir değerlendirmeye yer vermesi, bu tahmini güçlendiren hususlardan biridir. İbnü’lArabî dışında Hal’u’n-na’leyn üzerine şerh yazan bir başka ismin var olduğu bilgisini İbn
Haldûn’dan (ö. 808/1406) öğreniyoruz. Mukaddime’nin III. bâbının 53. faslında mehdilik meselesi
etrafındaki tartışmaları değerlendirirken sûfîler ile Şiîler arasındaki temas noktalarından birisi olarak
konunun değerlendirilmesi bağlamında İbn Haldûn Hal’u’n-na’leyn yazarından ve isminin İbn Ebî
Vâtîl olduğunu öğrendiğimiz şârihinden bahis açar ve mehdilik sorununu büyük oranda adı geçen
şârih üzerinden tartışır.1704 Buradaki bilgiye göre, İbn Ebî Vâtîl, Endülüslü İbn Seb’în’in mürididir.
Bunun dışında şârihin kimliğine ve yaşamına ilişkin herhangi bir bilgi de vermez. İbn Haldûn, söz
konusu şerhin Hal’u’n-na’leyn’in apokaliptik temalarından biri olan ahir zaman alametlerine ilişkin
mehdilik ve İsâ Peygamber’in yeryüzüne inişinin konu edildiği “Sekîne” başlıklı bölümüne genişçe
başvurur. Ayrıca literatürde eserin şerhi olarak adı geçen bir diğer eser de Abdullah Bosnevî’ye (ö.
1054/1644) ait Hal’u’n-na’leyn fi’l-vusûl ilâ hazreti’l-cem’ayn’dır. Aslında bu risâle Hal’u’nna’leyn’in bir şerhi değil “Nalınlarını çıkar, muhakkak sen mukaddes Tuvâ vâdîsindesin” [Tâhâ,
20/12] âyetinin işarî yöntemle yazılan kısa bir yorumudur. Kâtib Çelebi’nin (ö. 1067/1657) Keşfu’zzunûn’daki kaydıyla birlikte baş gösteren bu yanlış nispet meselesi, Bağdatlı İsmâil Paşa (ö. 1920),
Ziriklî (ö. 1976) ve Kehhâle (ö. 1987) gibi geç dönem bibliyografya yazarlarınca da devam
ettirilmiştir.
Hal’u’n-na’leyn mukaddime ile birlikte dört bölümden (suhuf) oluşmaktadır: Melekûtiyyât,
Firdevsiyyât, Muhammediyyât, Rahmâniyyât. Girişte, velilerin bilgisinin mahiyetine, Hz. Mûsâ’nın
Tur’da yaşadığı hadisenin Gazzâlî’ci perspektiften yorumuna, Yûsuf kıssasının sembolik
gönderimlerine, kitabın ismi ve bölümlerinin başlık ve sayısına dönük açıklamalara yer verilir.
Kitabın en uzun bölümü olan Melekûtiyyât’ta kozmolojik meselelerin geniş yer tuttuğu
görülmektedir: Varlık mertebeleri ve felekler arasındaki ilişki, arş çeşitleri, kalem, levh-i mahfuz,
ufuk, misak, Hz. Âdem’in yaratılışı ve yeryüzüne inişi vb. Buna ilaveten ölüm, ölüm meleği, cennet,
cehennem ve ahiret hallerine ilişkin meselelere de değinilir. En kısa bölüm olan Firdevsiyyât’ta ise
cennet konusuna devam edilerek cennetin derecelerinden bahis açılır, isim-müsemmâ, yaratılışta
ilâhî isimlerin rolü, Hz. Peygamber’i varlığa getiren isim ele alınır. Muhammediyyât’ta ise Hz.
Muhammed’in varlığın ilkesi ve aslı olduğuna ilişkin tema âdemiyyet ve muhammediyyet kavramları
çerçevesinde işlenir. Vahiy, vahyin Hz. Peygamber’e geliş tarzı, nûr-ı Muhammedî kavramı, ahir
zaman motifi ve ilişkili meseleler de ayrıca konu edilir. Son bölüm olan Rahmâniyyât’a, Rahmân
isminin kapsamına giren rahmet, rahmetin sereyânı, tecellî, Rahmân’ın arşa istivâsı konularıyla giriş
yapılır; namaz, oruç, zekat başta olmak üzere ibadetlerin tasavvufî yorumlarıyla eser son bulur.1705
Hal’u’n-na’leyn’de yukarıda anılan temalara ek olarak Endülüs tarihinde vuku bulan bir hadiseye
veya yazarının yaşadığı dönemde kendileriyle mücadele ettiği siyasal oluşum ve kişilere ilişkin
herhangi bir bilgiye rastlanmaz.1706 İçerik tamamıyla tasavvufî öğretiye hasredilmiştir. Esasında
politik kimliğe sahip bir figür olarak İbn Kasî’den beklenen tavır, sözü geçen temalara dolaylı ya da
dolaysız bir biçimde eserinde yer vermesi idi. Ancak bu durum, araştırmacılar tarafından Mürîdûn
topluluğun teşekkülü öncesinde eserin kaleme alınmış olması ihtimali ile örtüştürülmüştür. Eserde
benimsenen üslubun sistematik bir niteliğe sahip olduğunu söylemek oldukça güçtür. Kısaca
başlıklarını zikrettiğimiz konular, bazen kısa bazen uzun, bazen açık bazen kapalı bir üslup üzerinden
ele alınmıştır. Esere dönük üslup eleştirisi yapan Ebu’l-Alâ Afîfî tarafından, İbn Kasî ile Ebû Hayyân
et-Tevhîdî’nin (ö. 414/1023) yazım tarzlarının benzeştiği öne sürülmüştür. Buna göre başkasına (İbn
Merakeş neşrine olacaktır. Çünkü kanaatimizce diğer üç yayım, büyük oranda Emrânî’nin neşri dikkate alınarak yapılan
ve onun çabasını aşamayan çalışmalardır.
1703
İbn Acîbe Şüşterî’nin Nûniyye kasidesine yazdığı şerhte İbn Kasî’nin Lübsü ihâtât veya Lübsü ihâta isminde bir eseri
olduğunu haber verir. Ancak başka hiçbir kaynakta bu bilgi paylaşılmamıştır.
1704
Bu bahiste İbn Haldûn, İbnü’l-Arabî’nin Hal’u’n-na’leyn’ine atıf yapmamakla beraber tartışmanın bir parçası
yapmaksızın Ankāu Muğrib eserine yalnızca referans vermekle yetinir.
1705
Hal’u’n-na’leyn’in bölümleri ve alt başlıkları için bk. Ercan Alkan, “Giriş”, s. 116-120.
1706
Hal’u’n-na’leyn’in içerik ve üslubuna ilişkin çalışmamızın ilgili kısımlarına bakılabilir. Ercan Alkan, “Giriş”, s. 120122.
Kasî özelinde Halefullah el-Endelüsî’ye) ait keşfin lirik formlara bürünerek yazıya geçmesi,
düşüncede mantıksal tutarsızlıklara, dilde ifade yetersizliklerine yol açmaktadır. Nitekim Hal’u’nna’leyn’de ana temanın esasında “nalınların çıkarılması” ve ilişkili konular etrafında olması
beklenirken, pek nadir bir durumda bu konuya temas edilmiştir. Yazarın ifade tarzını “sembolik
şathiyeler (eş-şatahâtü’r-remziyye)” şeklinde tanımlayan Afîfî, telifteki başarısızlığı yoğun ıstılah
kullanımı ve terminolojik karmaşaya hamleder. İçeriği anlaşılmaz kılan ve üslubu zora sokan bir
diğer husus da İbn Kasî’nin Endülüs edebiyatçılarına özgü istiare ve mecazlarla örülü bir dili
benimsemesidir. Ne var ki Afîfî’ye göre metafiziğe ilişkin konularda retoriğin üslup olarak
benimsenmesi, kaçınılmaz bir şekilde içeriğin yansıtılamamasına yol açar.1707
Hal’u’n-na’leyn’in temel kaynaklarının tespiti ayrıntılı kavramsal analizleri gerektiren bir
süreçtir.1708 Çünkü yazar eserinde ne bir kitap ne de bir isme atıfta bulunur, buna döneminde ilişkide
olduğu öne sürülen çevreler de dâhildir. Biyografik metinler herhangi bir somut veriye
dayanmaksızın spekülatif düzeyde çeşitli kaynakları anarlar, bunların başında İhvân-ı Safâ risâleleri
gelmektedir. Şu halde İbn Kasî risâlelerden ne düzeyde istifade etmiştir ya da Hal’u’n-na’leyn’de
risâleler ile paralel okunacak temalar hangileridir? Örnek verirsek boşluk ve halâ kavramıyla ilişkili
tartışmaların bir parçası olarak değerlendirilebilecek “Âlemde boşluk olmadığı” fikrini
benimseyişinden hareketle İbn Kasî üzerinde İhvân-ı Safâ etkisi gündeme getirilebilir. Ancak benzer
kabuller ya da benzer içeriklerin varlığı, bir metnin somut olarak ana kaynağını tespitte tek başına
yeterli değildir. Herhangi bir metnin yazarı doğal olarak içine doğduğu entelektüel ortamın bilgi
birikimi ile karşılaşır ve doğal olarak da az veya çok bu bilgi birikiminden etkiler taşır. Bu
pozisyonun bir aşama üstü, doğrudan aynı doktrinin veya entelektüel hareketin bir parçası olma
durumudur. Dolayısıyla İbn Kasî’yi ve Hal’u’n-na’leyn’i etki ve ilişki bağlamında doğrudan İhvân-ı
Safâ’nın bir süreği olarak kabul etmek imkân dâhilinde gözükmemektedir. Hal’u’n-na’leyn’in
kaynakları bakımından tasavvuf geleneği ile irtibatının odaktaki isimleri İbn Meserre ve Gazzâlî’dir.
İbn Meserre’nin Risâletü’l-hurûf’u ile Hal’u’n-na’leyn’deki ilm-i hurûf ve cennetin dereceleriyle
ilâhî isimler arasındaki irtibat vb teolojik-eskatolojik bahisler, metinler arası ilişki düzeyinin
mahiyetini gösteren tematik yakınlıklardan bir kaçıdır. Gazzâlî ise Hal’u’n-na’leyn üzerinde etkisi
açıkça gözlenen bir yazardır. XII. yüzyılda Endülüs’te sûfîlerin kendisiyle özdeşleştirilmeleri bir
yana, yorum yöntemindeki benzerlik dolayısıyla Gazzâlî Hal’u’n-na’leyn’in temel kaynaklarından
biridir. Literatürde bu benzerlikle birlikte gözlenen süreklilik İbn Teymiyye tarafından
vurgulanmıştır. Gazzâlî etkisinin somut bir diğer göstergesi de Meâricü’l-kuds’ün “âhirette
karşılaşılacak saâdet ve şekâvete dair” bölümünden kısmî iktibasların yapılmasıdır. Bununla birlikte
çeşitli düzeylerde içerik benzerlikleri ve ilişkilerin varlığına rağmen bir metin olarak Hal’u’nna’leyn’in yetkinlik ve noksanlıklarıyla kendisine özgü bir telif tarzı ve içeriğinin var olduğu
rahatlıkla söylenebilir.
II. Şerh ile Cerh Arasında: İbnü’l-Arabî’nin Hal’u’n-na’leyn Yorumu
Hal’u’n-na’leyn’in kalıcılık ve yaygınlık kazanması İbnü’l-Arabî ve çevresi sayesinde literatürde
dolaşıma girmesiyle mümkün hale gelmiştir. Hal’u’n-na’leyn’i bu bağlamda İbnü’l-Arabî olmaksızın
tek başına düşünmek neredeyse imkânsız gibidir. Çünkü şerhi dışında başta Fusûsü’l-hikem ve elFütûhâtü’l-Mekkiyye olmak üzere İbnü’l-Arabî bazı kitaplarında yazarının ismiyle birlikte esere
atıfta bulunmuş ve dolayısıyla eserin içeriğini sûfî çevrelerde canlı tutmuştur. Bu noktada anlamlı
olacak sorulardan birisi şudur: İlk defa İbnü’l-Arabî Hal’u’n-na’leyn metni ile nasıl, nerede ve ne
şekilde karşılaştı? Şerhteki kayda göre olay şöyle gerçekleşti:
590 [1193-1194] senesinde müellifin oğlu [Hüseyn b. Ahmed] ile [Tunus’ta] görüştüm,
görüştüğümüz esnada babasının [İbn Kasî’nin] el yazısıyla olan kitap [Hal’u’n-na’leyn] da
1707
Afîfî, “Ebü’l-Kāsım b. Kasî ve Kitâbuhû ‘Hal’u’n-na’leyn’”, s. 61-63 [“Ebu’l-Kâsım b. Kasiy ve Hal’un-Na’leyn
İsimli Eseri”, s. 310-312].
1708
Hal’u’n-na’leyn’in kaynakları konusunu çalışmamızın ilgili kısmında detaylı bir şekilde tartıştık, bk. Ercan Alkan,
“Giriş”, s. 123-133.
yanındaydı (…). Müellifin oğlu kitabı bana verdi, ancak niçin olduğunu bilemediğim bir sebepten
dolayı kitabı almadım.1709
İbnü’l-Arabî’nin otuz, Hüseyin b. Ahmed’in ise altmışlı yaşlarında iken gerçekleşen ve Hal’u’nna’leyn’in içeriği ile tanışmasına vesile olan bu görüşme, kendisinin entelektüel ilgilerinin arka
planını göstermesi bakımından önemlidir. Eserin İbnü’l-Arabî’nin ilgi alanına girişi, kendisinin
yazarlık tarihi göz önünde bulundurulduğunda oldukça erken bir tarihtir. Sonrasında Hal’u’nna’leyn’e referanslarda bulunmakla beraber, hiçbir eserinde İbnü’l-Arabî Hal’u’n-na’leyn üzerine bir
şerh kaleme alacağı bilgisine yer vermemiştir. Eserin tam olarak şerh ediliş tarihine ilişkin maalesef
bir bilgiye sahip değiliz. 620/1223-638/1240 yıllarında Şam’da hayat süren İbnü’l-Arabî,
muhtemelen şerhini ömrünün sonlarına doğru burada kaleme aldı.
Eserin tasavvufî çevrelerce dikkate alınması şerhinden ziyâde İbnü’l-Arabî’nin Fusûs’ta esere yaptığı
atıflar dolayısıyla olmuştur. Fusûs’ta İdrîs ve Zekeriyyâ faslarında ilâhî isimlerin zâta ve tek tek
kendilerine delâlet ediş yönüyle her birisinin sahip oldukları delâlet tarzlarını izahta Hal’u’n-na’leyn
metni ve yazarı1710 ismen anılırlar:
Ebü’l-Kāsım b. Kasî Hal’u’n-na’leyn’de “İlâhî isimlerden her biri, bütün ilâhî isimlerle
isimlenmiş ve vasıflanmıştır” sözüyle buna işâret etmiştir. Yâni, her bir isim Zât’a ve kendisi için
vaz’ olunan mânâya delâlet eder ki isim onu talep eder. Zât’a delâleti bakımından bütün isimler
birdir; kendisiyle diğerlerinden ayrıldığı mânâya delâleti bakımından ise Rab, Hâlık, Musavvir ve
diğerlerinde olduğu gibi her bir isim diğerinden temeyyüz eder. Dolayısıyla Zât bakımından isim
müsemmânın aynıdır; kendisine özgü vaz’ olunan mânâ bakımından isim müsemmânın
gayrıdır.1711
Bu yüzden ilâhî isimler konusunda Ebü’l-Kāsım b. Kasî şöyle demiştir: “İlâhî isimlerden her biri
kendi infirâdı üzere bütün ilâhî isimler ile müsemmâdır.”1712
Metin ve yazarının Ekberî muhîtlerde dolaşıma girişi, büyük oranda yukarıdaki iki pasajda ismen
zikredilmeleri dolayısıyladır. Bununla beraber Fusûs şârihleri -Dâvûd-ı Kayserî (ö. 751/1350) istisnâ
tutulursa- doğrudan ne metin ne de yazarı hakkında bilgi verirler. Fusûs’taki “fî Hal’ihî” kaydında
şârihler eserin ismini vermekle yetinmişler, yazar hakkında ise sadece “bi-fethi’l-kāf ve tahfîfi’s-sîn
ve teşdîdi’l-yâ” diyerek isminin imlâsına ilişkin izahta bulunmuşlardır. Fütûhât’taki bilgilerle
uyumlu olarak Dâvûd-ı Kayserî yazar İbn Kasî’nin Lebleli İbn Halîl’e müntesip ehl-i tarîkin
büyüklerinden olduğu bilgisine yer verir. Anılan bilgilerin dışında şârihlerin hiçbirisi eser ve
içeriğinin literatürdeki yerine dair bir değerlendirme yapmaz, daha çok İbnü’l-Arabî’nin vurguladığı
konuyu izahı tercih ederler. Dolayısıyla şerhlerden hareketle Hal’u’n-na’leyn’in içeriği ve içerikteki
sorunlu görülebilecek konuları tespit etmek mümkün değildir. İbnü’l-Arabî’nin Hal’u’n-na’leyn’e
şerh yazmış olmasının Fusûs şarihlerinin Hal’u’n-na’leyn metnine öncelik vermelerine yol
açmadığını dolayısıyla da İbn Kasî’yi teorik düzeyde belirleyici bir isim olarak görmediklerini
anlıyoruz. En azından şârihlerden bazıları eserin ismi geçtiğinde bilgi düzeyinde de olsa İbnü’lArabî’nin şerhine atıf yapabilirlerdi. Nitekim Sadreddin Konevî’nin (ö. 673/1274) kitaplığında hem
Hal’u’n-na’leyn metninin hem de şerhinin bulunduğunu ve Konevî’nin bu metinler üzerinde
çalıştığını biliyoruz. Her ne kadar Konevî ilâhî isimler konusunu etraflıca eserlerinde tartışmış ise de
tespit edebildiğimiz kadarıyla metinden ve şerhten hiç söz etmez. Şârihler ya da diğer Ekberî yazarlar
niçin Hal’u’n-na’leyn metnini ve İbnü’l-Arabî’nin eser üzerine kaleme aldığı şerhi dikkate
1709
İbnü’l-Arabî, Şerhu Hal’i’n-na’leyn, s. 550.
İbn Kasî’nin ilâhî isimler görüşüne ilişkin bk. Abdullah Kartal, İlâhî İsimler Teorisi, s. 171-178; Ekrem Demirli,
İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2009, s. 134; Afîfî, “Ebü’l-Kāsım b. Kasî ve Kitâbuhû
‘Hal’u’n-na’leyn’”, s. 75-80 [“Ebu’l-Kâsım b. Kasiy ve Hal’un-Na’leyn İsimli Eseri”, s. 324-330].
1711
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem (thk. Ebu’l-Alâ Afîfî), Beyrût: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, ts., s. 79-80 [Fusûsu’l-hikem
(çev. Ekrem Demirli), İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2006, s. 77].
1712
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem s. 180 [Fusûsu’l-hikem (çev. Ekrem Demirli), s. 197-198]. Fusûs’un dışında İbnü’lArabî aynı konuya Hal’u’n-na’leyn şerhinde ve Fütûhât’ta da defâlarca atıf yapmıştır.
1710
almadılar? Bu bağlamda belki de ilk olarak, Fusûs şârihlerinin İbnü’l-Arabî’ye ait diğer ana metinler
ile kurdukları ilişkiyi sorgulamak gerekmektedir. Ayrıca şerhte İbnü’l-Arabî’nin gerek metindeki
üslup sorunları gerekse yazarının konularına ilişkin yetkinliğine dönük eleştirileri dolayısıyla
şârihlerin metin ve yazarına birincil öncelik vermediklerini öne sürebiliriz.
İlâhî isimler konusu dışında Fütûhât’ta İbnü’l-Arabî, peygamberler arasındaki efdaliyet bahsinde,
mebde-mead meselesi ve bununla irtibatlı olarak cismanî haşir tartışmalarında İbn Kasî ismini
tartışmanın bir parçası haline getirir. Bu temalardan hareketle Haydar el-Âmülî (ö. 787/1385’ten
sonra), Abdullah İlâhî (ö. 896/1491), İsmâil Hakkı Bursevî (ö. 1137/1725), Veli Muhammed
Ekberâbâdî (ö. 1245/1830) gibi yazarların eserlerinde İbn Kasî ismen anılsa da aslında doğrudan
değil İbnü’l-Arabî üzerinden dolaylı olarak kendine yer bulur. Kurtubî (ö. 671/1273), ondan naklen
Demîrî (ö. 808/1405) ve Münâvî (ö. 1031/1622) eskatolojik bahislerde İbn Kasî ismine atıfta
bulunurlar. Ayrıca Osmanlı son döneminde yapılan tasavvuf metinlerindeki hadislerin sıhhatine
ilişkin İzmirli İsmâil Hakkı (1869-1946) ile Şeyh Mustafa Saffet (1866-1950) arasında geçen
tartışmada dolaylı olarak İbn Kasî’ye yer verilmiştir. Dolaylı olarak yer verilmesiyle şunu kast
ediyorum: Gazzâlî’nin “hal’u’n-na’leyn” ibaresini izahta öne sürdüğü yorum yöntemine yöneltilen
eleştirilerde İbn Kasî’nin yalnızca isim düzeyinde payını alması sebebiyledir, yoksa İbn Kasî burada
tartışmanın bir parçası değildir.
İbnü’l-Arabî’nin metni şerhedişinde İbn Kasî’nin kendisinden ziyade kısmen Halefullah elEndelüsî’nin Hal’u’n-na’leyn’de yer verilen keşiflerine duyduğu ilginin etkili olduğu
anlaşılmaktadır. Ancak bununla irtibatlı olarak İbnü’l-Arabî’nin şerhteki tutumu, İbn Kasî’nin ifade
tarzına ve tasavvufî bilgisine dönük başlı başına bir cerhe dönüşmektedir. Çünkü İbnü’l-Arabî’ye
göre İbn Kasî mümin-müslüman bir kimse ise de keşif sahibi bir sûfî değildir; bilakis şeyhinin
keşiflerini edebî formlara büründüren bir edebiyatçıdır. Tasavvufî hakikatlere ilişkin müsellem bir
zevk ve keşfe erişemeyen İbn Kasî, kendisine ait ifadelerde sıradan bir mukallit olmanın ötesine
geçememiştir. O, İbnü’l-Arabî’nin nazarında yalnızca “hadis nakilcisi, fetva taşıyıcısı ve rivayet
anlatıcısı”ndan başka bir şey değildir. İbnü’l-Arabî’de oluşan İbn Kasî’ye dönük olumsuz
düşünceler, İbn Kasî’nin Halefullah’a ait keşfî bilginin sunumunda düştüğü hatalardan
kaynaklanmaktadır.
Müellifin zikrettiği meseleleri Kitap ve Sünnet’ten haberlere arzettiğini görünce anladık ki
müellif Kitap ve Sünnet’ten haberleri şerhetmekte ve kendi anlayışı ile onları açıklamaktadır.
Ancak müellif Hakk’ın, ilminde ona keşf ile bildirdiği ya da sırrında ona hitap ettiği veya
uykusunda berzahî misallerde ona müşâhede ettirdiği meselelerde kendisine keşfolunanları
başkasından sakınmak ve hâlini setretmek üzere konuşmamaktadır. İşte bu yüzden bazı
meselelerde kendisine itirazlar yöneltilmektedir; çünkü müellif kendi sözlerinde ve hepsinde
değil belki ama görüşlerinin pek çoğunda tenakuza düşmektedir. Sözünü ettiğimiz ihtimalden
dolayı müellifi eleştirmiyoruz; rivayetler ile ters düşmesinden veya sözlerinde tesis ettiği ilkeler
ile çelişmesinden dolayı kendisini eleştiriyoruz. Bunu yaparken de onun sözlerini kendi sözleri
ile reddediyoruz. Aslında müellifin sözlerinin çoğunluğu zorlamadan ibarettir. Müellifin
sözlerinin kendi içindeki çelişkileri ile uğraşmış olsaydık kitabında çok az bir şeyin dışında bize
göre hiçbir şey sahih olmazdı. Ancak bazı konular dışında mecbur kalmadıkça zikrettiğimiz
sebeplerden dolayı bu çelişkilere itiraz etmedik. Çünkü müellif keşfinden konuşmaya
kalkışmamaktadır; bilakis o daha önce işaret etmiş olduğumuz tarzda, Halefullah’ın kendisine
ilka ettiği şeye mutabık rivayetleri şerhederek konuşmaktadır. Bu kitapta Halefullah’a
halvetlerinde varit olan şeylerin tamamını anlatmaktadır.1713
İbnü’l-Arabî şerhinde, Hal’u’n-na’leyn’in üslup ve dil bakımından sıradan halka (avam) hitap eden
bir metin olduğunu öne sürer. Bu yargı, yazar İbn Kasî’nin eserde işlediği konuları, misaller
1713
İbnü’l-Arabî, Şerhu Hal’i’n-na’leyn, s.428-430.
üzerinden ele alışıyla doğrudan irtibatlıdır; çünkü bazı konularda misaller getirmek konuyu anlaşılır
kılmaktan çok içinden çıkılmaz bir hâle sokmaktadır. İbnü’l-Arabî’nin ifadeleriyle söyleyecek
olursak “misaller latif manaları kesifleştirirler.” Sıradan okuyucu çoğunlukla misale odaklanmak
suretiyle, muhtevanın kendisini ihmal etme gibi bir gerçekle karşı karşıya kalmaktadır. Bu bağlamda
belagat ve şiirin gücü ile ifade alanı bulamayacak temalarda, benimsenmesi gereken üslup hiç
şüphesiz farklı olmak zorundadır; ayrıca İbnü’l-Arabî’nin katında tercih edilen üsluptaki sorun aynı
zamanda metnin yazarının konuyu idrak edemeyişinin de bir göstergesidir. Bu yüzden İbnü’lArabî’ye göre muhatapları seçkin zümre (havas) olan metinlerde konu misaller ile anlatılmaz.
Bununla beraber İbn Kasî’nin yer yer tasavvufî meseleleri izahında içine düştüğü kimi yanlışlıklar
karşısında hayretini gizleyemeyen İbnü’l-Arabî, İbn Kasî’nin aslında niçin bu tarz hatalar yaptığını
da sorgular. Acaba der İbnü’l-Arabî, mevcut sosyal-siyasal şartların etkisi ve bunun sonucunda
kendisine ilişecek bir kötülük sebebiyle mi İbn Kasî bu tür yanlışlara düşmektedir yoksa tasavvuf
bilgisi Hal’u’n-na’leyn’de dile getirdiği konuları kuşatmada gerçekten de yetersiz midir? İbn
Kasî’nin keşif ehli oluşunda şüphelerinin varlığı devam etse de İbnü’l-Arabî, “keşfinde kendisine
böyle göründüğünü iddia ederse keşfi müsellemdir” diyerek meseleyi farklı bir boyuta taşır. Burada
konu bir meselenin “nefsü’l-emr”deki bulunduğu gerçeklik ile keşifte görülen durumu arasındaki
mutabakat sorunuyla ilişkilidir. İbn Kasî’nin eksikliği bu iki durum arasındaki ilişkiyi tam anlamıyla
kurgulama ve temyiz etme gücüne sahip olmamasıdır.
Meselenin gerçeği nerede, meselenin müellife gösterildiği (temsil) sûret nerede? Doğrusunu
Allah bilir, müellif mesel ehlidir, sarîh vahiy ehli değildir. Mesel ehlinden olan kimsenin
anladığını anlatması da kendisine temsîl edilen şey kadar olur. Rüyâ tâbîrinde yorumcu bâzan
isâbet edebilir, bâzan da yanılabilir. Rüyâ tâbirinin bir kısmında isâbet edebilir yanılabilir de.
Başkasına âit iki ya da daha fazla veche sâhip bir sözü yorumlayan kimselerin tamâmında durum
böyledir.1714
İbnü’l-Arabî şerhinde tematik yakınlık dolayısıyla bazı eserlerine göndermelerde bulunmuştur:
Ankāu Muğrib, Kitâbü’l-abâdile, et-Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, Ukletü’l-müstevfiz, el-Fütûhâtü’lMekkiyye, Kitâbü’l-medhal ile’l-hurûf, Kitâbü’l-fusûl ve’l-gāyât. Adı geçen eserlere yapılan
referanslar büyük oranda konunun daha geniş bir şekilde ele alındığını ifade eden türden hatırlatıcı
cümlelerdir. Kendisine en çok atıf yapılan ve içerik bakımından Hal’u’n-na’leyn’e en çok benzeyen
eser ise Ankāu Muğrib’dir. Bununla birlikte İbnü’l-Arabî’nin yaptığı atıflar dışında Hal’u’n-na’leyn
şerhi ile diğer eserleri arasındaki ilişkinin tespiti daha ileri aşamada metinsel düzeyde yapılacak titiz
karşılaştırmalar ile mümkün olacak, bu ise yazarın külliyatındaki metinler arası ilişkilerini
dolayısıyla kavramsal duyarlılık ve doktrininin yapı taşlarını tespite dönük faydalı sonuçlar
verecektir.
Eleştirel bir üslubun eşlik ettiği şerhte İbnü’l-Arabî tarafından öne çıkarılan temaların başında eserin
başlığının ima ettiği konu gelir. Hz. Musa’ya Tûr’da “nalınları çıkar” (Tâhâ, 20/12) emrine ilişkin
ilgili literatürde yer bulan yaklaşımlara değindikten sonra İbnü’l-Arabî meseleyi ilâhî hitap ve tecellî
kavramlarıyla açıklamaya çalışır. İbn Kasî tarafından sürdürülen Gazzâlîci yorum tarzının1715, yani
dünya nalınlarını çıkarıp şehvet ve heva elbiselerinden arınma sonrasında kişinin kendisini
“Mevlâsının nefhalarına arzetmesi” şeklindeki yorumun bir kısmını kabul etmekle birlikte “ilâhî
hitabı” işitmenin “nalınları çıkarmanın bir semeresi” olarak yorumlanması noktasında İbn Kasî’yi
eleştirir ve kendisine özgü yaklaşımını ortaya koyar:
“Nalınları çıkarmanın bir semeresidir” ifâdesi ile müellif tenâkuza düşmektedir. Zîra Allah
“Nalınlarını çıkar!” sözüyle onunla konuşmadan, henüz o nalınlarını çıkarmamıştı. Dolayısıyla da
kelâm, nalınları çıkarmanın bir semeresi olmadı. Bilakis kelâmın semereleri, nalınları çıkarma
1714
1715
İbnü’l-Arabî, Şerhu Hal’i’n-na’leyn, s. 702-703.
bk. Gazzâlî, Mişkâtü’l-Envâr -Varlık, Bilgi, Hakikat- (çev. Mahmut Kaya), Klasik Yayınları, İstanbul, 2016.
(inhilâ’) ve tâlim etmedir. Velhâsıl müellif bu meselenin içinden çıkamamakta ve bu meselede bir
şeye ulaştığını zannetmektedir, halbuki kayda değer bir netîceye ulaşmış da değildir.1716
İkinci tema ise belirttiğimiz üzere, eseri literatürde tanınır kılan ilâhî isimler konusudur. İbn Kasî’nin
“Her ilâhî isim diğer bütün ilâhî isimlerin müsemmasıdır” cümlesi, İbnü’l-Arabî tarafından
bütünlüklü bir doktrinin önemli bir unsuru haline dönüştürülmüştür. Bu cümleden hareketle isimlerin
delaletlerinin ikili bir yapı arzettiğini söyleyen İbnü’l-Arabî’ye göre bütün isimler hem kendisi hem
de zat için vaz olunan ikili bir anlama sahiptir. Zata delaletleri bakımından isimlerin tamamı
aynıdırlar ve her biri, bir diğerini içerir. “Rablık, hâlıklık, musavvirlik” gibi kendileri için vaz
olundukları anlam bakımından ise biri diğerinden ayrılır. Kısacası isimler arasında bir yönüyle
benzerlik, bir yönüyle da farklılık vardır. Bu konuya İbn Arabî şerhinde şu cümleler ile yer verir:
Zîra Hal’u’n-na’leyn kitabında zikrettiklerinden de anlaşıldığına göre müellifin görüşü şudur:
Her bir isim diğer bütün isimlerin müsemmâsıdır. Meselâ Hayy ismi Âlim, Mürîd, Kādir, Semî’,
Basîr, Mün’im, Mufazzıl ve diğer isimlerin müsemmâsıdır; Alîm ismi Hayy, Mürîd, Kādir ve
diğer isimlerin müsemmâsıdır; Mürîd ismi ise Hayy, Kayyûm, Âlim, Cevâd, Muksit ve diğer
isimlerin müsemmâsıdır. Bu görüşe sâhip olmasından dolayı müellif burada “İrâde”yi Hayat ile
ilişkilendirmiş ve Hayy ismini Mürîd olarak nitelemiştir. Nitekim kimi görüşlere göre her bir
ismin medlûlü zâttır ve bütün isimlerin medlûlünün zât olması açısından hakikatte biz isme selp
ya da ispat izafet etmeyiz; her bir isim diğer bütün isimlerle nitelenebilir; zann-ı gālibimce de
müellifin görüşü budur. Başka bir değerlendirmeye göre ise hakikat ehlinden bir diğer grubun bu
meseledeki görüşü şudur: “İsimlerin tamamının a’yâna değil zâta nispetleri vardır.” Buna göre
O’nun Hayâtı Zât’ıdır; İlmi, Kudreti ve İrâdesi de O’nun Zât’ıdır. Diğer ilâhî isimler için de bu
böyledir. Müellif İrâdeyi Zât ile ilişkilendirmiştir. O’nun Zât’ı diğer zâtlara benzemediği gibi Zât’ının bir misli yoktur- sıfatı da diğer sıfatlara benzemez -Sıfatının da bir misli yoktur-. Diğer
görüşe göre işin aslı budur. “O’nun bir benzeri yoktur” (Şûrâ, 42/11) selbî bir vasıftır. “O Semî
ve Basîrdir” (Şûrâ, 42/11) ifadesi ise ma’kūl bir manayı olumlayan (sübûtî) bir vasıftır. Bir gruba
göre ismin aynı (hakikat) yoktur; bir gruba göre ise ismin aynı (hakikat) vardır.1717
“Nalınların çıkarılması” ve ilâhî isimler dışında misak, peygamberler arasındaki efdaliyet, felekler,
cismânî haşir, mead, cennet-cehennem gibi başlıklar, İbnü’l-Arabî’nin şerhte üzerinde etraflıca
durduğu ya da öne çıkardığı ana konulardır. Bu başlıkların hemen hepsinde İbnü’l-Arabî’nin İbn
Kasî’yi eleştirerek konuyu ele aldığı görülmektedir.
İbnü’l-Arabî’nin Mağrib’te tanıştığı, tasavvuf tarihi açısından ikincil düzeyde bir metni doğu İslam
dünyasına taşıyarak tartışmaya açması, literatüre katkıları bağlamında içerik derinleştirilmek
suretiyle, farklı perspektiflerin eşlik edeceği çalışmalara ihtiyaç duyan bir konudur. İlk etapta detay
denilebilecek hususlardan sarfınazar ederek, İbn Kasî’nin kavram dağarcığının İbnü’l-Arabî’nin
sistemindeki belirleyiciliği üzerinde odaklanmak ve Fusûsü’l-hikem’in kavramsal örgüsünde
Hal’u’n-na’leyn’in etki düzeyini araştırmak, bizlere İbnü’l-Arabî’nin kaynaklarındaki çeşitliliği
görmeye imkân tanıyacaktır. Bu ise kanaatimizce İbnü’l-Arabî ile birlikte Endülüs’ten doğuya
getirilen tasavvufî mirasın mahiyetini ve geçirdiği dönüşümü, etki alanını ve ilişki ağını tespitte
önemli eşiklerden biri olacaktır.
Kaynakça
Abdullah Kartal, İlâhî İsimler Teorisi -Allah-İnsan İlişkisi-, Hayykitap, İstanbul, 2009.
Claude Addas, “Andalusī Mysticism and the Rise of Ibn ‘Arabī”, The Legacy of Muslim Spain, ed.
1716
1717
İbnü’l-Arabî, Şerhu Hal’i’n-na’leyn, s.300-301
İbnü’l-Arabî, Şerhu Hal’i’n-na’leyn, s. 446-448.
Salma Khadra Jayyusi, E. J. Brill, Leiden, 1992, s. 909-933.
David Raymond Goodrich, “A Sūfī Revolt in Portugal: Ibn Qasī and his Kitāb Khal‘ al-na‘layn”,
Basılmamış Doktora Tezi, Columbia University, 1978.
Ebü’l-Alâ Afîfî, “Ebü’l-Kāsım b. Kasî ve Kitâbuhu ‘Hal’u’n-Na’leyn’”, Mecelletü Külliyeti’l-Âdâb,
sayı: XI, İskenderiye 1957, s. 53-87 [“Ebu’l-Kâsım b. Kasiy ve Hal’un-Na’leyn İsimli Eseri”, İslâm
Düşüncesi Üzerine Makaleler (çev. Ekrem Demirli), İz Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 301-337].
_______, “İbnü’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesinin Kaynakları”, İslâm Düşüncesi Üzerine Makaleler
(çev. Ekrem Demirli), İz Yayıncılık, İstanbul, 2000, s. 213-258.
Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, Kabalcı Yayınevi, İstanbul, 2009.
Gazzâlî, Mişkâtü’l-Envâr -Varlık, Bilgi, Hakikat- (çev. Mahmut Kaya), Klasik Yayınları, İstanbul,
2016.
İbn Haldûn, Mukaddime I-V (thk. Abdüsselâm eş-Şeddadî), Beytü’l-Fünûn ve’l-Ulûm ve’l-Âdâb, edDârü’l-Beyzâ, 2005, [Mukaddime I-II (çev. Süleymân Uludağ), Dergâh Yayınları, İstanbul, 2004].
_______, Şifâü’s-sâil li-tehzîbi’l-mesâil (thk. Muhammed b. Tâvît et-Tancî), Ankara Üniversitesi
İlâhiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul, 1958 [Şifâü’s-sâil –Tasavvufun Mahiyeti (çev. Süleymân
Uludağ), Dergâh Yayınları, İstanbul, 1977].
İbn Kasî, Hal’u’n-na’leyn ve iktibâsü’n-nûr min mevzii’l-kadameyn (thk. Muhammed el-Emrânî),
Merâkeş, 1997.
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem (thk. Ebu’l-Alâ Afîfî), Beyrût: Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, ts., [Fusûsu’lhikem (çev. Ekrem Demirli), İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 2006].
_______, Şerhu Hal’i’n-na’leyn -Hal’u’n-na’leyn Şerhi- (haz. Ercan Alkan), Türkiye Yazma Eserler
Kurumu Başkanlığı, İstanbul, 2017.
Kenneth Garden, “Al-Ghazālī’s Contested Revival: Ihyā’ ‘Ulūm al-Dīn and Its Critics in Khorasan
and the Maghrib”, Basılmamış Doktora Tezi, The University of Chicago, 2005.
Michael Ebstein, “Was Ibn Qasī a Sūfī”, Studia Islamica, sayı: 110, yıl: 2015, s. 196-232.
Miguel Asín Palacios, The Mystical Philosophy of Ibn Masarra and His Followers (çev. E. H.
Douglas & H. W. Yoder), E. J. Brill, Leiden, 1978.
Paul Nwyia, “Resâilü İbni’l-Arîf ilâ ashâbi sevreti’l-Mürîdîn fi’l-Endelüs”, el-Ebhâs, Beyrût, sayı:
27, 1979, s. 43-56.
AHMED AVNİ KONUK’TA BİR MESELE OLARAK MODERNLİK
Mehmet AYSOY*
Özet: Ekberilik Osmanlı düşüncesinin en önemli bileşenidir, Ahmed Avni Konuk (1868-1938) ise, Ekberi
geleneğin son temsilcilerinden ve son şarihlerindendir. Bu cümleden olmak üzere Konuk, Ekberilik ve modernlik
meselesinin tahlil edilebileceği en önemli şahsiyetlerden biridir. Ahmed Avni Konuk hayatının son dönemine
kadar Ekberi külliyatın önemli kitaplarını şerh etmiş ve bu şerhlere modernlik tarafından Ekberiliğe yönelik ileri
sürülen itirazları ve cevapları dahil etmiştir. Bu çalışmada Ekberi gelenek ve modernlik meselesi Ahmed Avni
Konuk’un; Füsus’ul-Hikem Şerhi, Tedbiratı İlahiyye Şerhi ve Mesneviyi Şerif Şerhi çerçevesinde ele alınarak
değerlendirilmiştir.
Anahtar kelimeler; Ekberilik, Ahmed Avni Konuk, kozmoloji, modernlik
Abstract: “Ekberilik” is the most important component of Ottoman thought, and Ahmed Avni Konuk (18681938) is one of the last representatives of Ekberi tradition and its lasts. This is one of the most important figures
that can be analyzed from the guest, the epistemology and the modernity. Ahmed Avni guest commented on the
important books of Ekberi corpus until the last period of his life and he included the objections and answers put
forward to modernism by Ekberilik on these annals. In this study, Ahmed Avni Konuk's subject on the tradition
and modernity of Ekberilik.
Keywords; Ekberilik, Ahmed Avni Konuk, cosmology, modernity
Ahmed Avni Konuk (1868-1938), Osmanlının son dönem alim ve dervişlerindendir.1718 Hem modern
hem de geleneksel eğitim almıştır. Mesnevihan Selanikli Mehmed Esad Dede’nin önde gelen üç
*Sosyolog, Dr. Milli Eğitim Bakanlığı
1718
“Ahmed Avni Konuk 1868’te İstanbul’da doğmuştur. 1884 Senesinde rüşdiyenin dördüncü sınıfından
Darüşşafaka’nın üçüncü sınıfına imtihanla kaydedilmiştir. Konuk, 1890’da Darüşşafaka’dan mezun oldu. Aynı yıl Galata
İttihad Postanesi posta memurluğuna tayin edildi. Memuriyeti sırasında Mekteb-i Hukuk-ı Şahane’ye girdi ve 1898
tarihinde mezun oldu. (Barkçin, 2011,16) Tasavvuf başta olmak üzere mûsiki, felsefe, edebiyat, matematik alanlarında
geniş bilgisi olan Konuk Fransızca’ya da hâkimdi. Şöhreti sevmeyen mütevazi bir kişiliğe sahip olduğu için Türkiye’de
pek fazla bilinmediği halde dinî, içtimaî sahada ve mûsiki gibi alanlarda sorulan sorulara verdiği cevapların İstanbul
Robert Koleji Bülteni’nde yayımlanmasının ardından bazı şarkiyatçılar tarafından tanınmıştır. Aynı zamanda şair olan
Konuk telif, tercüme ve şerh türü eserlerinde yer alan Arapça ve Farsça beyitlerin, rubâilerin bir kısımını nazmen
Türkçe’ye çevirmiştir. Fahreddîn-i Irâkī’nin LemaǾât’ına yaptığı tercümenin sonunda “Ben” adlı bir manzumesi vardır
(Konya Mevlânâ Müzesi Ktp., nr. 3852, s. 67). Ayrıca Tevfik Fikret’in Mehmed Âkif’e cevap olarak yazdığı “Târîh-i
Kadîm Zeyli”ne manzum bir reddiyesi bulunmaktadır (İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin, nr. 1158).
Ahmet Avni Konuk’un çoğunluğu tasavvufî mahiyette olan telif, tercüme ve şerh türü eserlerinin sayısı otuzdan fazladır.
Bir kısmı neşredilen bu eserlerin başlıcaları şunlardır: 1. Hânende (İstanbul 1317). Türk mûsikisinin din dışı
formlarındaki eserlerinin derlendiği bir güfte mecmuasıdır. Baş tarafında makamlar ve usullerle ilgili kısa nazarî bilgi
verilmiştir. Doksan beş makamdan 2706 parça eserin güftesini ihtiva eden eserin son sekiz sayfasında bestekâr resimleri
vardır. Konuk’un bu çalışması zamanının en önemli matbu güfte derlemeleri arasında olup daha sonra yapılan antoloji
çalışmalarına kaynak teşkil etmiştir. 2. Sipehsâlâr Tercümesi (Menâkıb-ı Hazret-i Mevlânâ Celâleddin Rûmî) (İstanbul
1331). Mevlânâ’nın müridlerinden Ferîdun b. Ahmed Sipehsâlâr’ın kaleme aldığı Farsça menâkıbnâmenin tercümesidir.
3. İmâm-ı Rabbânî ve Mektûbâtı (İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin, nr. 1812). Muhyiddin İbnü’lArabî’nin el-Fütûĥâtü’l-Mekkiyye’deki bazı görüşlerine karşı çıkan İmâm-ı Rabbânî’nin itirazlarını cevaplandırmak
maksadıyla yazılan eseri Cemal Bardakçı neşretmiştir (Tasavvuf, I-VII, İstanbul 1948-1949). 4. Vahdet-i Vücûd ve
Vahdet-i Şuhûd Münâkaşaları (İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin, nr. 1813). İmâm-ı Rabbânî’nin
görüşlerini savunan Nakşibendî şeyhi Muhammet İhsan Oğuz’un İslâm Tasavvufunda Vahdet-i Vücûd adlı eserinde
(Kastamonu 1976; İstanbul 1995) Fuśûśü’l-ĥikem’e yönelttiği eleştirilere cevap vermek amacıyla kaleme alınmıştır.
Konuk’un önce M. İhsan Oğuz’la mektuplaşarak tenkitlerini cevaplandırdığı, daha sonra bir önceki eserle birlikte bu
eserini yazdığı belirtilmektedir. 5. Fusûsü’l-hikem Tercüme ve Şerhi (Konya Mevlânâ Müzesi Ktp., nr. 3853-3880;
İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin, nr. 79/1-27). Büyük boy yirmi sekiz defterden ibarettir. Şârih eserine
uzun ve kapsamlı bir mukaddime ile başlamış, çalışmasını on iki-on üç yıl gibi uzun bir süreden sonra 1928’de
tamamlamıştır. Eser, İbnü’l-Arabî’nin temel fikirlerini ve terimleri açıklayan bir anahtar niteliğindedir. Konuk’un
yararlandığı şârihlerden ayrıldığı hususların en belirgin olanı, zamanının modern ilim ve görüşleriyle ilgili konularda
fikir beyan etmesidir. Kitap, Konya Mevlânâ Müzesi’ndeki nüshası esas alınarak Mustafa Tahralı ve Selçuk Eraydın
tarafından yeni harflere aktarılıp gerekli notlar, indeks ve lugatçeler ilâve edilerek dört cilt halinde İstanbul’da
yayımlanmıştır (I, 1987, 1994, 1999; II, 1989, 1997; III, 1990; IV, 1992). Hilmi Ziya Ülken, bu eserden bazı parçaları
sadeleştirerek İslâm Düşüncesi adlı kitabında (İstanbul 1946) yer vermiştir (s. 412-429). 6. Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme
ve Şerhi (Konya Mevlânâ Müzesi Ktp., nr. 4522; İstanbul Belediyesi Atatürk Kitaplığı, Osman Ergin, nr. 21). İbnü’lArabî’nin eserinin tercüme ve şerhi olan kitabı Mustafa Tahralı yeni harflere aktarıp önsöz, lugatçe ve indeksler
ilâvesiyle neşretmiştir (İstanbul 1992).” (Öngören,2002,181)
talebesinden biridir. Konuk bir memur olarak da tasavvufu yaşamış, öğrenmiş, çalışmış, yaşatmıştır.
(Barkçin,2011,198) Mevlevi mensubiyeti ile Ekberi geleneğe dahildir. Konuk, Ekberi külliyatın
temel eserlerini hem tercüme hem de şerh etmiştir. Özelde yazdığı şerhlerde de hem Ekberiliğe
yöneltilen eleştirilere cevap vermiş hem de modernliği-modern bilimi- mesele edinmiştir.
Ekberilik1719, İslam düşünce tarihinin önemli bir bileşenidir. Muhyiddin İbnü’l Arabi’nin (ö.1240)
marifet serüveninde ortaya koyduğu eserler, Ekberiliğin temel referanslarını teşkil etmiştir. Ekberilik
bir ekol olarak, ortaya çıktığı XIII. Yüzyıldan günümüze kadar varlığını sürdürmüş, geçen sürede
Ekberi meşrebli arifler tarafından yazılan şerh ve kitaplarla oldukça hacimli bir literatür ortaya
çıkmıştır. Diğer bir manada ise, Ekberilik ortaya çıktığı dönemden itibaren İslam düşünce tarihinde
bir mesele olarak yer edinmiştir. Bu bağlamda değişik dönemlerde Ekberi geleneğe karşı ciddi
itirazlar söz konusu olmuş ve gelenek tarafından da bu itirazlara karşı savunmalar ortaya
konulmuştur. Ekberilik modernliğin de önemli meselelerinden biridir. “XIX. Yüzyılın ikinci
yarısından itibaren reformist ve modernistler tarafından, nüfuz edici tesiri ve isminin itibarından
dolayı İbnül Arabi kısmen bir hedef tahtası haline getirildi. Bizatihi ‘İbnül Arabi ve tasavvuf’
geleneksel İslam toplumunun bütün noksanlıklarının müsebbibi olarak uygun bir sancak olarak
seçildi.” (Chittick,2014,12)
Avni Konuk, modernliği modern bilim üzerinden mesele edinir ve kendi dönemine dair modern
bilgileri, itirazları kendi geleneğinden müdafaa eder. O dönemde modernlik özelde kozmoloji
bağlamında bellibaşlıklar altında tasnif edilebilir niteliktedir.
Kozmoloji ve modernlik
Modern bilim etkileri açısından en doğrudan kozmoloji1720 bağlamında değerlendirilebilir.
Kozmolojiyi dini ve felsefi olarak ayırmak mümkündür. Klasik felsefe Aristoteles ve Batlamyus’un
görüşlerine dayalıdır. Bu durum hem Hıristiyanlık hem de İslam’da dini ve felsefi kozmolojinin iç
içe geçmesini belirlemiştir. Aristo’ya göre ‘alem’ (cosmos); yer, gök ve tabiattan ibaret olan bütün
varlıklardır. Aristo’da evren ay-altı ve ay-üstü alemin toplamıdır. Ay-altı alem anasır- erbaa’dan
(dört unsur) müteşekkildir. Ay-üstü alem ise ‘esir’ maddesindendir. Geleneksel kozmoloji Aristo’un
alem yaklaşımının Batlamyus’un sistemleştirmesiyle ortaya çıkmıştı. Bu sistem; ay-altı ve ay-üstü
alem dikotomisine dayalı, yedi iklim, yedi gezegen üzerine yer merkezliydi.
İslam düşünce tarihinde filozoflar, kelamcılar ve mutasavvıflara dair üç ayrı felsefi kozmoloji yer
alır. Müslüman filozoflar ağırlıklı olarak Aristotelesçi ve Neo Platonik unsurların etkisi altındaki
Meşşailikte; ay-altı ve ay-üstü alem ayrımı, sudur, heyula ve suret teorisi, boşluğun reddi,
nedensellik ve süreklilik, anasır-ı erbaa, istidat, mizaç gibi konu ve kavramlar bu kozmolojinin
unsurlarıdır. Birbirinden farklı olsalar da bu kozmolojilerin ortak noktası; evrenin bağımsız bir
resmini ortaya koymaktan çok son kertede Tanrı-evren ilişkisinin doğasını izah etmeye yönelik
geliştirilmiş modeller olmalarıdır. (Bulgen,2015,62) Bu bağlam hem kelamda hem de tasavvufi
kozmolojide ortak paydadır. Başka manada İslam’ın kozmolojik ekolleri, Tanrı ve alem arasındaki
ilişkinin doğasını anlamlandırmadaki farklı bakış açılarını temsil ederler. Tanrı ve alem arasındaki
ilişki Meşşailere göre; farklı unsurları zorunlu bir nedensellik bağıyla birbirine bağlanan ‘sudur’
nazariyesi ile, mutasavvıflar ise Tanrı’nın isim ve sıfatları ile eşyanın görünen özellik ve
davranışlarını sembolik bir merkezde buluşturarak Tanrı-evren ilişkisinin doğasını açıklamaya
yönelmişlerdir. (Bulgen,2015,64)
1719
“Muhyiddin İbnü’l-Arabî’ye (ö. 638/1240) nisbet edilen tasavvufî ve fikrî bir hareket. Muhyiddin İbnü’l-Arabî
birçok şeyhle görüşmüş, onların telkin ve tavsiyelerinden faydalanmış, hatta kendilerinden hırka giymiş, bunları üstatları
ve şeyhleri olarak saygıyla anmış olmakla beraber bir şeyhe intisap edip sülûkünü tamamlamış bir mutasavvıf değildir.
Bu husus, doğuştan sahip bulunduğu mânevî istidadın ve kendi ifadesiyle “hâtemü’l-velâye” (velîliğin mührü) oluşunun
ona verdiği bir istiğnâ hali olarak değerlendirilebilir. Nitekim İbnü’l-Arabî yirmi yaşında tasavvuf yoluna girdiğini ve
bütün makamların kendisine çok kısa bir sürede açıldığını belirtir (el-Fütûhât, II, 425). Hz. Peygamber’in ve ayrıca
birçok velînin ruhaniyetinden feyiz aldığını söyleyen İbnü’l-Arabî, ilim ve mârifet ağırlıklı bir tasavvuf anlayışını
savunduğu ve tasavvufa yeni yorumlar getirdiği gibi el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, eserlerinde tasavvufî hayatın usulü ve
uygulama şekli üzerinde de durmuştur. Sağlığında çevresinde toplanan Sadreddin Konevî ve Abdullah Bedr el-Habeşî
gibi talebeleri onun sohbetlerine devam etmişler, eserlerinden faydalanmışlardır.” (Kılıç,1994,544)
1720
Modern anlamda kozmoloji ile genelde ‘fiziksel kozmoloji’ kastedilir.
“İslam dünyasında geliştirilen kozmolojilerin hepsinde temel ilke aynıdır. Metafizik
bakımından ‘hakikat’ nihai manasıyla bir ve tek olduğu, kozmolojik olarak ise,
duyumsanabilir dünya, değişik varlık tabakalarından bir tabaka olduğu için, bu ilkeler
aslında vahdetle ve varlığın tabakalaşmasıyla ilgilidir.” (Nasr,2011,92)
Modern kozmoloji, Nicolas Copernicus’la (1473-1594) başlar. Kopernikçi kozmoloji, yer merkezli
alem anlayışını güneş merkezli ealemle değiştirmiş ve yerin fiziksel yapısı ile gök cisimlerinin
yapısını özdeşleştirerek ay-altı ve ay-üstü’nü aynılaştırmıştır. (Yusuf,2013,26) Daha da önemlisi
klasik kozmolojinin ontolojisi olan makro-mikro alemden oluşan metafizik (doğa üstü), ay-altı ve ayüstü alem dikotomisinin yok olması ile feshedilmiştir. Klasik kozmoloji açısından mesele yer
merkezli alem karşısında güneş merkezli alem olduğu kadar ay-altı ve ay-üstü dikotomisidir. Bu
bağlamda ay-üstü alemin unsuru olan ‘esir’ maddesi üzerinde en çok tartışılan meseledir. Çünkü
kapalı bir alem üzerinden kurulmuş kozmoloji de boşluk yoktur ve esir vardır. Modern fiziğin
gelişimiyle esir kavramı kozmolojide yerini kaybetmiştir.1721
Modernlikle birlikte başka bir ifadeyle alemden (cosmos) evren’e (universe) geçildi. Bir alemde
yaşıyor olmaktan çıkılıp bir evren içinde var olmaya geçildi. Alemdeki düzen ilkesi, yaşamlarımızı
biçimlendiren ilkeyle yakından ilişkili ve çoğunlukla da onun aynıydı. Bu düzen anlayışına göre
alem sınırlıydı. Bu türden bir alem bir hiyerarşidir. Yüksek ve alçak varlık düzeylerine sahiptir.
Evrenin de istisnası olmayan doğa yasaları tarafından sergilenen kendine özgü bir düzeni vardır ama
bu düzen artık varlık hiyerarşisi değildir. (Taylor,2014)
“Batı bilimi tabii alemin Allah’tan ve daha yüksek varlık seviyesinden azade bir gerçeklik
olduğu görüşü üzerine bina edilmiştir. Modern bilim fiziksel alemi, mutlak olarak
anlaşılabilir müstakil gerçeklik olarak görür.” (Nasr,2017,26)
Kopernik’le birlikte astronominin fiziksel ve matematiksel kısımları yani ‘pratik astronomi’ ile
kozmoloji birbirinden ayrıldı. Modern astronomide ortaya çıkan gelişmeler de kozmolojinin önemli
meseleleri haline geldi. Kadim kozmoloji de gezegen yerine yıldız kavramı geçerliydi, daha sonra
yıldız ve gezegen kavramları ayrıldı. 1543 Yılında altı gezegen; Merkür, Venüs, Dünya, Mars,
Jübiter ve Satürn kabul ediliyordu. Bu durum güneşle birlikte yedi rakamını koruyor ve klasik
kozmoloji için kayda değer bir farklılık arz etmiyordu. Ancak 1781 yılında Uranüs’ün, 1846 yılında
Neptün’ün eklenmesi bir mesele teşkil etti. (Henry,2011,16)
Modernliğin diğer ayırıcı karakteristiği madde kavramındadır. Kadim kozmolojide madde, yaşam ve
ruh kavramları birbirinden ayrılamaz, iç içedir. Modern kimya ile ilk başta madde kavramı
değişmiştir. Dört unsura dayalı ay-altı evren kozmolojisi, kimyada ortaya çıkan yeni yaklaşımlarla
sorunlu hale gelmiş özellikle ısının bir madde (unsur) olarak tanımlanmaması ve yine elementler
tablosunun geliştirilmesi, klasik kozmolojinin önemli bir meselesi olmuştur.1722 Modernliğin ayırıcı
karakteristiklerin biri de ‘doğa yasaları’ kavramıdır. Gelenekte ilahi yasalardan ayrışmayan bu mana
yeni anlamıyla kozmolojinin parçası olmuştur.1723 Daha sonraki süreçte termodinamik alanında ısının
(ateş) bir madde cinsi olmadığı kabul edilmiştir ki, bu mana dört unsur (anasır-ı erbaa) açısından
ciddi bir meseledir. Başka bir açıdan, biyoloji bilimin gelişmesi, ruh-beden dikotomisi dışında
bizatihi canlılık konusunun gelişmeye başlaması Darwin’in evrim teorisiyle, modernliğin en etkili
alanı olmuştur.
Yine XIX. Yüzyılda madde ve ruh dikotomisi ‘yaşam’ kavramıyla yıkıldı. Bu yaklaşımda yaşam,
maddeye benzer bir şey olarak, bilinçli amaçtan tümüyle yoksun olması bakımından ruha benzer bir
şey olarak düşünülüyordu. Bu bağlam Darwin’in teorisi klasik kozmoloji karşısında en büyük tehdit
haline getirmiştir.
Son olarak, kadim kozmolojinin makro-mikro alem teorisinde tıp, metafiziğin bir parçasıdır ve
1721
Modern fizik esir kavramı gibi kavramların yerini ölçülebilir kuvvetlere bıraktığı ve enerji kavramının birleştirici bir
fiziksel ilke olarak ortaya çıktığı 1800-1870 yılları arasında gelişti. 1807 yılında Thomas Thomson günümüzdeki
anlamda ‘enerji’ kavramını Leibniz’in ‘visa vis’ yerine kullanır.
1722
Lavoisier 1789’da ‘Kimya’nın Temel Kitabı’nda ‘maddenin korunumu ilkesi’ni ortaya atmıştı. Bu yaklaşım ve
yasalar kimyacıların ‘doğa yasaları’nın nasıl sağlandığına açıklama getiren ‘atom teorisi’ni getirmiştir. (Mason,2001,441)
1723
Gelenekte tabiatın işleyişi, ödül veya ceza ilkesi ile amaç (gaye), irade ve niyet etkileriyle yönetildiği düşünüyordu.
Bu bağlamda eski Yunan düşüncesinde ‘tabiat yasaları’ deyimi nadiren kullanılırdı. Adet, ödül veya ceza kavramları
yerine ‘doğa yasaları’ kavramını ilk kullanan Descartes’tir. (Mason,2001,156)
geleneksel tıp teorisi Galen’e1724 dayanır. Dört unsurun insan bedenine karşılık gelen kavramlarıyla
makro ve mikro alem uyumu karşılanmıştır.1725 Modern tıp, XVI yüzyıldan itibaren hem beden
teorisinde hem de fizyolojide ortaya çıkan değişimlerle gelişmeye başlamış, dönüm noktası ise
mikrobun keşfi olmuştur. Daha çok Kartezyen felsefenin etkisiyle gelişen modern tıp teorisi, klasik
tıbba göre oldukça farklılık arz eder. Bu cümleden olmak üzere modern tıp kadim kozmoloji içinde
mesele edilmesi en zor alandır.
Modern kozmolojinin Batı’daki etkileri oldukça yıkıcı olmuş ve bir dönem sonra hem felsefi hem de
ezoterik yaklaşımlar yerlerini modern bilime terk etmiştir. Modern bilimin Osmanlı düşüncesine
yansıması ve etkileri ise kendi koşullarına göre şekillenmiştir.1726 Modernliğin tesiriyle süreç
içerisinde modern bilim ‘fen’ kavramıyla karşılanmış ve fünun, ulum’la aynileşmiştir. Mesele de tam
bu bağlamda yer alır. Osmanlı uleması ilk başta geleneğin içine fenni yerleştirmeye çalışır,
sonrasında ise ilim alanı fen karşısında daralarak yerini fenne bırakır. Başka ifadeyle modernlik
içinde alim yerini kaybeder.
Ahmed Avni Konuk’ta modernlik meselesi
Konuk’un düşüncesinde merkezi dikotomi; felsefe-marifet üzerinedir. Felsefe/filozof ism-i Zahir’in
ahkamı tahtında mahsur kalmış, ism-i Batın’dan cahildir. Konuk hem felsefeyi hem de modern bilim
anlamında ‘fen’ni bu bağlamda ele alır ve yine modernliği bu bağlam içinde mesele edinir.
Kopernikci kozmoloji, İslam düşüncesinde felsefe ve kelam açısından ciddi bir mesele teşkil ederken
Ekberi gelenekte aynı ağırlıkta bir ciddiyet kazanmamıştır. Tasavvufi kozmolojinin diğerlerinden
farklı olarak sembolik olması ve bu kozmik yapıda güneşin merkezi önemi, başka ifadeyle alemin
güneş merkezli tasnifi bu manayı belirlemiştir. ‘İbnü’l-Arabi’nin yüzyıllar sonra Kopernik’in ileri
süreceği görüşe benzer güneş merkezli bir dünya görüşüne sahip olmasıdır.’ (Yusuf,2013,38)
Kadim ilimler içinde ‘ilmü’l-Hey’e’ modern kozmolojiye yakın ilimdir ve Konuk bu manada ‘hey’eti
cedide’ tabirini kullanır ve her iki yaklaşımı karşılaştırır.
“Ma’lum olsun ki, Hz. Şeyh (ra) felek-i Şems’in ulüvv-i mekanını tefhim için heyet-i atika
1724
“Claudios Galenos, M. S. 131 yılında Bergama’da doğmuş ve Roma veya Bergama’da 201’ de ölmüştür. İlkin
felsefe okuduktan sonra muhtelif merkezlerde Tıp tahsil etmiş ve Bergama ile Roma’da hekimlik yapmıştır. 17. yüzyıl
ortalarına kadar Aristo ile beraber, on dört asır boyunca bütün tıp dünyasını etkisi altında bırakmıştır. Yaptığı gözlemler
ile özellikle sinir sistemi ve kalple ilgili olarak hayvanlar üzerinde yaptığı diseksiyonlar ile anatomide önemli buluşlar
gerçekleştirmiştir. Büyük ölçüde ünlü hekim Hippokrates (M.Ö. 460-377)’dan etkilenmiş ve onun eserlerini açıklamalar
ekleyerek Yunan Tıbbının zirveye ulaşmasını sağlamıştır. İslam dünyasına Galenos’un pek çok eseri tercüme edilmiştir.
Özellikle 15’i felsefe olmak üzere 129 eserinin Arapça’ya tercüme edildiğini kaynaklar bahsetmektedir. O, Hippokratesle
birlikte psiko-somatik hastalıkları tedavi eden ve Batlamyus (=Ptolemaios, öl: 168)’la beraber evrenin sırrını çözmüş bir
bilgin olarak tanınır. O, aynı zamanda Hippokrates ile İbn Sînâ (980-1037) arasında bir köprüdür.” (Yakıt, 2010)
1725
“Hippokrates ve Galenos tıbbının temelinde ünlü filozof Pithagoras (M. Ö. 570-494) ekolüne mensup
Pithogorasçıların kurduğu Sicilya Tıp Okulu’nun görüşleri yer alır. Bu okul Pithagorasçı tabip ve filozof Alkmeon (M.Ö.
VI.y.y.) ile filozof Empedokles (M. Ö. 495-435)’in ontolojisi üzerine kurulmuştur. Eşyada adalet yani denge ilkesini esas
alan bir okuldur. Nitekim Alkmeon sağlığı, sıcak-soğuk, yaş-kuru, acı-tatlı gibi zıtlar arasında dengenin yani adaletin
kurulmasına, hastalığı da bu dengenin bozulmasına bağlamıştır. Keza Empedokles de bu dengeyi (=adaleti) toprak, su
hava ve ateşten ibaret olan “anasır-ı erbaa”(=dört unsur) arasında görmüştür. Bunlar, Pithagorasçıların her şeyin
temelinde gördükleri “kutsal dört”e uygun olarak “tabiatın dört kökü” olup, çeşitli oranlarda birleşerek
dengeyi(=adaleti) sağlar. Böylece “Dört Hılt”(=kan, balgam, kara safra, sarı safra) ve “Dört Mizaç”(=demevî, lenfavî,
safravî, asabî) oluşur. Zaten mualece (=ilaç ile tedavi) nin temel esprisi, bozulmuş dengeyi yeniden sağlamak yani
adaleti gerçekleştirmektir. Nitekim, bu dört hılt ve dört mizacın günümüze kadar geldiği ve psiko-somatik anlamda,
psikolojide beden yapısı ve karakter arasındaki münasebet görüşünün temelini oluşturduğu bilinmektedir. “Tabiat”
kavramının tıpta özellikle “mizaç” anlamına gelmesi, “mizac”ın da “hılt”ların belirli oranda karışımı olması ve bu
karışımın dengeli olması sağlığı, dengesiz olması da hastalığı göstermesi, Tıbbı, aynı zamanda astronomi’nin denge
kavramına, Matematiğin oran ve uyum kavramına bağlamıştır. Pithogorasçı düşünme, varlıklar arasındaki denge ve
oran vs., Mezopotamya, Hint, İran, Mısır ve Çin ve Yunanda kabul görmüştür. Denge, uyum, adalet kavramı,
astronomi’nin incelediği Kozmos ile Tıbbın incelediği insan bedeni arasındaki paralelliğe temel vermiş, ahlak da
erdemin temelini oluşturmuştu.” (Yakıt, 2010).
1726
Kopernik devriminin etkileri Osmanlı düşüncesinde ilk önce XVII. Yüzyılın başlarında belirginleşmeye başlamıştır.
Özelde Katip Çelebi’de karşımıza çıkan kozmolojik konuların mesele haline gelmesi, XVIII. Yüzyılda Katip Çelebi’nin
Cihannüma adlı eserini neşretmek için bir girizgah yazan Müteferrika’nın metinlerinde açıkça görülür. Müteferrika güneş
merkezli kozmolojiyi tanıtır. XIX. Yüzyılda ise kozmolojik meseleler hemen her alanda yer alan alimleri etkilemiştir.
mucibince eflakin meratibini ta’dad buyurmuştur. Maksad-ı alileri ilm-i hey’etten bahsetmek
değil, manzume-i şemsiyyeye nazaran uluvv-i mekânı anlatmaktır. Bunu tefhim için zaman-ı
alilerindeki ulemanın tasavvuratına mutabık beyanatta bulunmuşlardır; ve bu beyanat-ı
aliyye, heyet-i cedideye göre ulüvv-i mekanın tebeddülünü icab etmez. Şöyle ki, heyet-i
atikaya göre Şems, eflakin merkezi olmak i’tibariyle onun madunu veya mafevki olan her bir
felekten Şems’e nazar olunsa emkine-i maddiyyenin en yükseğidir. Ve heyet-i cedideye
nazaran manzume-i şemsin merkezi ve kalbi yine felek-i Şems’tir; ve bu manzumeyi teşkil
eden seyyaratın kaffesi Şems’in etrafında bir satıh üzerinde devrederler. (-) Binaenaleyh bu
seyyaratın herhangi birisinden kendi merkezi olan Şems’e nazar olunsa, emkine-i
maddiyyenin en yükseği ‘Şems’ olmuş olur. Şu halde Şems, gerek heyet-i atikaya ve gerek
heyet-i cedideye göre, eflakın kutbu olması cihetinden refiu’l-mekandır. Bunda asla ihtilaf
yoktur.” (Konuk,2017,346)
Konuk bu meselede aslında manevi bağlam ile maddi bağlamı bir araya getirerek konuyu halletmeye
gayret etmektedir. Bir tür işraki yaklaşımı ifade eden bu gayret başka türlü meseleleri beraberinde
getirir. Konuk, İbn Arabi’nin döneminde yazılan belli malumatın devrin alimlerinin tasavvuruna
uygun beyan edildiğini belirtirken ‘tarihselleştirme’ gibi bir mesele ortaya çıkar. Buna göre belli
bilgiler tarihsel ve belli bilgiler hakikattir. Bu bağlam Konuk için bir mesele teşkil etmez çünkü esas
mesele marifete dair olan hakikattir ve diğer alan yani felsefe ve ilm-i zahir zaten bizatihi hakikat
karşısında sorunludur. Bu bağlamda altı çizilmesi gereken Konuk’un bu meselede ifade etmek
istediği, İbn Arabi’de yer alan bazı bilgi ve kavramların Arabi’nin marifetini ifade edebilmek adına
araçsallaştırdığıdır.
Konuk’a göre, kadim kozmolojide yedi gezegen karşısında modern astronomide yer alan dokuz
gezegen önemli bir meseledir.
“İmdi cenab-ı Şeyh (ra) zaman-ı alilerin de manzume-i şemsiyemizin henüz meksuf olmayan Neptün
ve Uranüs namlarındaki iki seyyaresi ile onların feleklerinden bahis buyurmamıştır. Ve bu adem-i
zikr insandan onlara tekabül eden bir şey bulunmamasını icab etmez.” (Konuk,2013,372)
Burada mesele büyük alemde var olanın küçük alemde de bir karşılığı olmasıdır ve marifete dairdir.
Diğer yandan Konuk bu meseleye modern bilim açısından da yaklaşır.
“Yani halkın hey’et-i mecmuası külliyatı itibariyle dört alem üzerine bina edilmiş ve onun
üzerinde dönmekte bulunmuştur. Bunlardan biri bidayet-i hilkatten itibaren arza nispeten
vaki olan ‘meratib-i halkiyye’ olup ‘alem-i ala’ tesmiye olunur. Bu ulüvv, ulüvv-ü maddi ve
maneviyi şamildir. Mesela hakikat-i külliyye-i Muhammediyye’den itibaren arzın tekevvününe
kadar olan vücud-ı mutlakın meratib-i maneviyye ve maddiyyesi ‘alem-i ulvi’ olduğu gibi,
arzın tekevvününden sonra ve fevk addolunan ecram-ı süfliyyeden Zühre ve Utarid ve Kamer
dahi ‘alem-i ulvi’ itibar olunmuştur. Binaenaleyh bu itibarat hey’et-i cedid ulemasının noktai nazarına göre vaki olan bir taksim değildir. Zira hey’et-i cedideye nazaran Zühre ve Utarid
ecram-ı süfliyyeden olduğu gibi, Kamer dahi Arz’ın peykidir. İmdi bu muhalefet-i nazar bu iki
itibardan her birinin ibtalini icab etmez. Mesela mevsimi baharda açılmış bir güle nazar eden
bir şair ve bir nebatat alimi ve bir kimyager ve bir bağban başka nazarlar ile bakar. Ve her
biri kendi ilmi dairesinde mütefekkir olur. Halbuki bunların her biri kendi tefekküratında
musibtir. Birisinin diğerinin fikrini cerh etmeğe hakkı yoktur.” (Konuk,2013,365)
Kadim kozmolojide yıldız ve gezegen kavramlaştırması ile modern kozmolojide yer alan
kavramların farklılığı bu bağlamda mesele edilmezken, sadece dokuz gezegen üzerinden modern
astronomi mesele edilmiştir. Bu bağlamda belirgin olan hakikatin farklı yönlerinin bulunması ve
farklı bakış açılarından ifade edilen hakikatin birinin diğerini yanlış olarak değerlendiremeyeceğidir.
Konuk bu manayı modernliğe dair her meselede ifade eder.
İkinci olarak Konuk, modernliği felsefi bağlama dayalı olarak mesele edinir, bu bağlamda hem
felsefe hem de kadim felsefenin bileşeni olan ‘ilm-i tabiat’ (doğa felsefesi) ve fen (modern bilim)
aynı manadadır. Bilim tarihçileri, modern bilimi felsefe içinde tabiat felsefesi üzerinden ele
almaktadır ki, Konuk’un konuyu ele aldığı bağlam tam da burasıdır. 1727 Konuk, öncelikle kadim
kozmolojinin temel unsurlarından olan ‘esir’ maddesini, kimya üzerinden ‘anasır-ı erbaa’ ve yine
1727
Bilim devrimi döneminde, dünyanın külli düzenini tasvir eden ‘doğa felesefesi’ydi. Erken modern dönemden
bahsederken ‘bilim’ yerine ‘doğa felsefesi’ terimini kullanmanın ideal olduğu ortaya çıkmaktadır. (Henry,2011,5)
hastalık kavramı üzerinden modern tıbbı mesele edinir.
Konuk, modernliği mesele edinirken ilk başta ilmin/marifetin ne olduğunu ve bu ilim karşısında
modern bilimin yerini belirler.
“Malum olsun ki, ilim ikidir; Birisi ‘ilm-i hakikat’ ve diğeri ‘ilm-i hayal’dir. ‘İlm-i Hakikat’
enbiyanın ve onların varisleri olan evliyanın ta’lim buyurdukları ilimdir ki, hakikat ile hayal
beynini cami’dir. İlm-i hayal dahi felasife ve ehl-i fennin mütevağğıl oldukları ‘ulum-u
tabiiyye’dir. Bu taife enbiya ve evliyanın ta’limatına iltifat etmeyip maddiyyatın tedkiki ile
hakikat-i vücudu idrake say ederler. Halbuki madde ve maddeden müteşekkil olan suver-i
muhtelife hep hayalattan ibarettir. Bu hayalat ise vücud-ı hakikinin zılal-i esmasından başka
bir şey değildir. Kendisinde ilm-i hakikat hasıl olan kimse, bütün varlıkları Hakk’ın varlığı
görür. Ve vücudat-ı izafiyyeyi vücud-ı hakiki-i Hakk’ın bihasebi’l-esma taayyününden ibaret
bilir.” (Konuk,2013,298)
Konuk’un modern bilim karşısında, ya da modern bilimin gelenek üzerine yönelttiği sorular
karşısında kendi geleneğinden emin tavrı dikkate değerdir. O her iki yaklaşımı da hakikatin farklı
boyutları olarak görür. Konuk’un tavrını en doğrudan tabiat alimlerine yönelttiği sorularda görürüz;
“Burada birtakım sualler vardır ki, cevapları tabiat alimleri indinde hep meçhuldür. O
sualler şunlardır; Fen ‘hiçbir şey yoktan var olmaz ve var olan şey de yok olmaz’ diyor. Şu
hâlde bu esir-i cevheri seyyali fezada nereden peyda olmuştur? Cevabı meçhul. İlm-i
hikmet’in atalet kanunu mucibince bir maddenin harekete ve ihtizaza gelmesi için bir sebep
ve muharrik lazımdır, bu kimdir? Cevabı yine meçhul. Esirin ihtizaz eden cüzleri nihayetsiz
feza içinde kamilen tekâsüf etmiyor da niçin fezanın şurasında burasında öbek öbek
muntazam manzumeler teşekkül edecek surette tekasüf ediyor; ve bir intizam-ı tam altında bir
silsile takip ediyor? Cevabı meçhul. Bu akılsız ve iradesiz iptidai atomlar nasıl muayyen
miktarda ve muntazam surette bir araya toplanıyorlar? Bu alimler, bu suallerin cevapları
bizi alakadar etmez deyip bu çıkmaz sokakta, önlerine gelen meçhulat duvarlarına başlarını
çarptıktan sonra, zekalarını ve idraklerini tekrar alem-i süfli’ye çevirirler. Fakat bu
tetkikatlarında gizli bir hakikatin üstüne basıp geçmiş olurlar. O da budur ki, feza-yı binihaye ayn-ı vücudi hakikinin tenezzülatindan ve izafatındandır. Ve o vücud-i hakikinin
hayat, ilim, semi, basar, irade ve kudret ilh… sıfatları vardır.” (Konuk,2011cilt II,82)
Esir
Sonsuz uzay kavramı modern kozmolojinin ontolojisidir. Bu mana sınırlı bir alem anlayışına dayalı
kadim kozmoloji açısından en önemli meseleyi teşkil etmesine karşın gelenekte doğrudan böyle bir
bahis söz konusu değildir. Bu doğrultuda klasik kozmolojide esir’in temel kavram olması ve modern
bilimin esire karşı şüpheleri hem Konuk’un hem de onun devrinde yaşayan diğer alimlerin başlıca
meselesi haline gelmiştir. Konuk eserlerinin hemen hepsinde esir konusunda geniş izahatlar
getirmiştir.
“Ve anasırın fevkinde olan şeyler ve ondan mütevellid olan şeyler dahi kezalik suver-i
tabiiyyedendir. Anasırın fevkinden murad ecram mabeynindeki fezadır; ve fezada ecram
terkib eden mevadd-ı kesife-i anasır bittabi mevcud değildir. Fakat orada mevadd-ı kesife-i
unsuriyyenin adem-i vücudu mutlaka hulüvvü ve boşluğu iktiza etmez. Nitekim erbab-ı fen bu
meyanede ‘esir’ tabir ettikleri seyyale-i rakikanın vücudunu farz ve istidlal eylerler.”
(Konuk,2017,924)
Esir konusu XIX. Yüzyılın ikinci yarısında farklı modellerle açıklanmaya başlandı. Işığın, elektriğin
ve manyetizmanın türlü türlü olaylarını, değişik başarı dereceleriyle açıklayan, birçok esir modeli
teklif edildi. (Mason,2001,445) Esir teorilerinin ortadan kalkışı, 1887 yılında Michelsen (1852-1931)
ve Morley (1838-1921) tarafından gerçekleştirilen, dünyanın esir içindeki hızı ile buna dik
doğrultudaki hızının ölçülmesi deneyine götürülebilir. Her iki doğrultudaki ışık hızı aynı
bulunmuştu. (Mason,2001,500) Konuk’un devrinde konunun henüz tartışılıyor olması meseleyi
kolaylaştırmıştır.
“Malum olsun ki, vahdet-i mevcuda kail olan tabiat alimleri derler ki, hilkatte en evvel
nihayetsiz olan feza içinde elastiki, daima mütehavvil ve sayılması kabil olmayan gizli, yani
görünmez cüzlerden müteşekkil, mütecanis ve kendi arasında maddenin atomları serpili olan
‘esir’den başka hiçbir şey mevcud değil idi. Hatta belki bu atomlar da, yine esirin tekasüf
etmiş mühtez cüzlerinden ibaret bulunuyorlar idi. Bir zaman oldu ki, bu iptidai atomlar
muayyen miktarda bir araya toplandılar ve bizim madde dediğimiz tabiatın macununu teşkil
ettiler.” (Konuk,2011, Cilt II,82)
Modern bilimde daha sonra Max Planck’ın (1858-1947) ‘Kuantum Teorisi’nde yer alan ‘foton’
kavramı, esirin yerini aldı. (Mason,2001,508). Bu açıdan değerlendirildiğinde Konuk’un yaklaşımı
geçerlidir.
Kimya
Klasik ilimler arasında kimya, simya ve metalürjiyi de kapsayan geniş bir alana karşılık gelir ve
klasik Galenci tıbbın önemli bir bileşenidir. Bunun yanında İbn Arabi düşüncesinde kimya manevi
bir bağlamda yer alır. Tasavvuf düşüncesinin ürünü olan ‘Kimya-ı Saadet’ benzeri eserler konunun
bağlamını gösterir. Hem klasik kimyadan hem de modern kimyadan farklı bir bağlamda yer alan bu
mana nedeniyle Konuk, ilm-i kimya üzerine önemle durur.
“Malum olsun ki, ilm-i kimya iki nev’idir. Birisi ‘kimya-yı cedid’ dir ki, mekteblerde tedris
olunur. Ve anasır-ı basitadan ve onların mürekkebatından bahs eder. Bu kimya ulum-ı
zahiriyyedendir. Ve firenkler bu ilmin mütehassıslarına ‘şimist’ (chimiste) ta’bir ederler.
Diğeri filizat-ı nakısayı tedabir-i kamile kuvvetiyle mertebe-i noksandan kemal derecesine
isal etmek ilmidir.” (Konuk,2013,393) “Kimya; bu mekteplerde okutulan kimya değildir.
Esasen ulum iki kısımdır; birisi ‘ulum-ı celiyye’, diğeri ‘ulum-ı hafiyye’ erbabı indinde gizli
tutulan ilimlerdir. Bunlar da beş nevi olup; ‘hamse-i muhtafeye’ derler. Onlar da şunlardır,
kimya, limya, himya, simya ve rimya. Kimya, ecza-yı unsuruyyeden mürekkep olan ‘iksir’dir
ki, bilenler ender olup, saklarlar. Bu iksir bakıra ve kalaya karıştırılsa altın olur. Ehl-i Garb
yakın vakte kadar, altın tabiatta basit olarak bulunur ve zerratı diğer basit madenlerden
inkılab etmez iddiasında bulunur ve iksir ile uğraşanlara da istihza ederler idi. Vaktaki, son
zamanlarda elektron nazariyyesi neticesinde basit madenler zerratının yekdiğerine inkılab
edebileceği anlaşıldı, istihzaların cehle müstenid olduğu zahir oldu.” (Konuk,2011, cilt I,
212)
Konuk, erbab-ı fen’nin elektron nazariyesinin ilm-i iksir’in tasdikini zaruri hale getirdiği iddiasında
ısrarcıdır ve bu manayı değişik vesilelerle tekrarlar. (Konuk,2011, Cilt, II,152) Esasta Konuk’un
yaklaşımında modern kimya araçsaldır. Birçok meseleyi kimyadan bahisle ve yine aynı cümlelerle
tekrarlar. Bu mana en doğrudan anasır-ı erbaa bağlamında karşımıza çıkar.
Anasır-ı erbaa
Dört unsur, kadim kozmolojide ay-altı evrende yer alan şeylerin temel unsurudur. Modern bilimde
ortaya çıkan gelişmeler bu bağlamı yerinden etmiş ve özellikle toprak, hava, su ve ateşten oluşan
yapıda ateşin bir madde olarak reddi, anasır-ı erbaa’yı önemli bir mesele haline getirmiştir. Bu
durum karşısında Konuk, eserlerinde bu meseleye geniş yer ayırmıştır.
“Ve alem-i kebir olan manzume-i şemsiyyemizi teşkil eden hey’et dahi dört unsur üzerine
kaim oldu. Onlar dahi ‘rükn-i mayi’, ve ‘rükn-i gaz’, ve ‘rükn-i sulb’ ve ‘rükn-i ateş’ yani
hararettir. Ve burada ‘unsur’ tabiri kimyagerlerin bahs ettikleri ‘anasır-ı basita’ değildir.
Ehl-i hikmetin bahs ettikleri ‘havass-ı umumiyye-i ecsam’dır. Binaenaleyh erbab-ı fennin bu
ıstılaha itirazları be-ca değildir. Ve hiç şüphe yok ki, fennen dahi sabit olduğu üzre, gerek
vücud-ı alem ve gerek vücud-i Adem bu dört rükün ve tabayi üzerine kaimdir. Ve bu tabayi ve
anasır-ı erbaa babı, bab-ı erbaindir, yani meratib-i vücud kırktır.” (Konuk,2013,309)
Konuk bu bağlamda maddenin üç hali ile dört unsur kavramını aynılaştırır. Bu yaklaşım marifet
açısından anlamlı iken felsefi kozmolojide sorunludur. Modern kimya elementlerden söz ettiği için
Konuk bu manayı da ‘basit unsur’ kavramıyla karşılar.
“Istılahı sufiyyede bunlara toprak, su, hava, ateş denir ve hikmet-i tabiiyye ıstılahında sulb,
mayi, gaz ve hararet ta’bir olunur. Kimya nokta-i nazarından aynı anasır-ı basitanın bu
muhtelif şekillerde zuhurudur. Mesela ‘karbon’ denilen unsur, sulb, mayi ve gaz halinde
bulunur. Fakat aynı unsurun her bir halindeki havassı başka başka olur. Mesela ateş
‘müvellidü’l-humuza’dır (oksijen). Suda dahi müvellidü’l-humuza vardır. Kimyada birbirinin
aynıdır fakat hikmet-i tabiiyye nokta-i nazarından birbirinin zıddıdır.” (Konuk,2011, Cilt, V,
19)
Bu yaklaşımda temel zorlama ateşin oksijenle karşılanmasıdır. Konuk kadim kozmoloji ıstılahı
açısından fazla bir farklılık arz etmeyecek bu karşılamayı da eserlerinde tekraren kullanır.
Modern tıp
Metafiziğin bir parçası olan geleneksel tıp anlayışı İslam düşünce tarihinde hem felsefenin hem de
tasavvufun kozmolojisinin ayrılmaz bir parçasıdır. Konuk kadim tıbbı ‘tıbb-ı atik’ ve modern tıbbı
‘tıbb-ı cedid’ olarak ele alır.
“Malum olsun ki: Şeyh-i Ekber (ra) hazretlerinin, insanın neş’et-i suriyyesi erkan-ı
erbaadan vücud bulduğunu beyan buyurması, tıbb-ı atik kanunu mucibincedir ve
muhakkikinin kabul-gerdesi olan esasat dahi budur.” (Konuk,2017,1509)
Konuk, modern tıbbı (tıbb-ı cedide) ve kadim tıbbı (tıbb-ı atik) aynı bağlamda değerlendirir. Konuya
temel bir soru ile girer;
“Tecarib-i medineye ve keşfiyyat-ı fenniyyeye müstenid olan tıbb-ı cedid, tedavi-i emraz
hakkında birtakım kavaid-i cedide vaz’etmiş olduğundan tıbb-ı atikin bu kavainine iltifat
etmiyor. Hakayıkın bu esasat-ı metrukeye istinadı şayan-ı nazardır.”
“Hangi tıb olursa olsun, esas, evvelen marazın teşhisi ve saniyen o marazın tedavisidir. Eski
ve yeni tıbba göre, her bir marazın birtakım a’razı vardır. Etibba emrazı, bu a’razından
teşhis eder; ve ona göre tedavi eyler. Keşfiyyat-ı fenniyye a’razın usul-i ta’yinini tebdil etmiş
ve ezcümle vücud-ı insanide marazın tekevvününe sebeb olan basillerin vücudunu izhar
eylemiştir. Bittabi marazın tedavisi için dahi bir takım usul-i cedide vaz’etmiştir. Diğer
taraftan tıb ile alakadar olan kimya-yı cedid dahi anasır-ı basitayı keşfedip yekdiğerinden
evsafını temyiz eylediği cihetle klor, sodyum, potasyum, iyot ilh… gibi birtakım anasır-ı
basitanın edviye olarak isti’maline başlanmıştır. Halbuki tıbb-ı atikte bu anasır-ı basita,
mürekkebat halinde isti’mal olunur; ve mariz olanların meali helake değil ise, kesb-i afiyet
ederler. Tıbb-ı cedid ise, mikrop nazariyyesi dairesinde tedavi eder. Bir taraftan ağdiye
vasıtasıyla vücudu takviye ve diğer taraftan mikropların te’sirini izale edebiecek ilaçlar verir.
Etibba-yı cedide kendi nazariyyeleri dairesinde müstağrak olduklarından tıbb-ı atikin
kanunları ile meşguliyeti abes görürler; ve her iki tıbbın kavaid-i esasiyesini tevfike lüzum
görmezler. (-) Hadd-i zatında tıbb-ı cedidin, tıbb-ı atika iltifat etmemesiyle onun butlanı lazım
gelmez. Çünkü, kanun-i atik dairesinde vaki olan tedavi neticesinde merza iade-i afiyet
etmektedir. Acaba bu mikropların tıbb-ı atikin gösterdiği ahlat-ı erbaadan birinin galebesiyle
vücudda tekevvün etmediği neden malum? Eğer bi’t-tedkik böyle olduğu tezahür ederse,
galebesi görülen ahlatın hadd-i i’tidale ircaına hizmet etmek usulünün, o mikropların
vücudda inkırazına sebeb olacağı pek tabii bir netice olur. Bugün hariçten vücuda giren her
bir mikrobun her vücudda tahribat ika edemediği etıbba-yı cedide tarafından i’tiraf
olunmakta, bunun içinde, o vücudun mikroplara mukavemet ettiği nazariyyesi ileriye
sürülmektedir. Bu cihet dahi baladaki mütalaayı müeyyiddir. Çünkü ahlat-ı erbaası hadd-i
i’tidalde bulunan bir vücuda, hariçten sirayet eden mikroplar, vücuddaki bu i’tidali
bozamadıkları için, te’sir edemeyebililer. Bu esasatın tedkiki ve atik ve cedid tıp ahkamının
tevfiki, münsif ve hazık etıbbanın himmetine kalmış bir şeydir.” (Konuk,2017,1511)
Konuk, geleneksel ve modern tıbbı değerlendirirken günümüzde kabul gören bir yaklaşıma sahiptir.
Halihazırda alternatif tıp olarak tanımlanan ve modern tıbbın tamamlayıcısı olarak görülen
geleneksel uygulamalar doktorlar tarafından uygulanmaktadır.
Darwin ve tekâmül kanunu
Geleneğin modernlik karşısında en önemli meselelerinden biri Darwin ve evrim teorisidir. Buna
rağmen Konuk bu durumu bir mesele olarak görmez. Eserlerinde Darwin’i anar ancak konu sadece
insanın ortaya çıkışına dair bağlamda küçük göndermelerle sınırlıdır; “Darwin meslekince cism-i
Adem’in ‘protoplazma’ dan yaratılmış olması lazım gelir. Böyle de olsa cism-i Adem yine anasız ve
babasız yaratılmış olur.” (Konuk,2017,872)
Kadim kozmolojide yer alan varlık mertebelerinde canlılar; bitki, hayvan ve insan olarak tasnif
edilirken, her canlı türü bir alem olduğu için aralarından berzahlar konularak alemler arasındaki
geçişler sağlanmıştır. Günümüzdeki evrim teorisini andıran bu kozmolojide hayvan ve insan arasında
maymunun zikredilmiş olması modern dönemde meseleyi içinden çıkılamaz bir bağlama
sürüklemiştir. Bu cümleden olmak üzere Konuk, İbn Arabi kozmolojisinin ontolojisi olan varlık
mertebeleri üzerinden ‘tekamül kanunu’nu ve evrim teorisini ele alır.
“Esasen muhakkikin berazihi beyan ettikleri sırada, cemadat ile nebatat arasındaki berzahın
‘mercan’; ve nebat ile hayvan arasındaki berzahın da ‘hurma ağacı’, ve hayvanat ile insan
arasındaki berzahında ‘maymun’ olduğunu açıktan açığa gösterirler.” (Konuk,2017,62)
Konuk’un evrim teorisini bir mesele olarak addetmemesinin nedeni bu manadır. Ona göre modern
bilim bu açıdan aynı kulvarda ilerlemektedir.
“Tedkik-i müsrehasata nazaran tarih-i tabii ulemasının akvalidir. Bunlar da derler ki, ‘sath-ı
arzda tekevvün eden mürekkabat-ı fahmiyyeden nebatat ve hayvanat-ı ibtidaiyye tahassul
edip bu ecsam-ı uzviyyey-i ibtidaiyye ya basit veya mürekkeb hücerat cümlelerinden
mürekkep idiler. Bunlar üşniyye fasilesinden nebatat-ı jelatiniyye; ve hayvanat-ı naimeden
maden ve hayvan ve nebat evsafını cami’ olan mercanlar, süngerler ve hayvanat-ı kışriyyeden
ibaret idi. İlk hayvanat cüzursuz nebattan başka bir şey değildir. Seyyarenin şurut-ı uzviyyesi
kesb-i mükemmeliyet etmesi ve hal-i mebadide bulunan ba’zı a’zanın nüşv ü nema bulması ile
hayat ısalh-ı hal ve kemal eylemiştir. (-) Devr-i saliste yılanlar ayaklarını kaybetmekle
büsbütün zevahiften temeyyüz etmişlerdir. Nitekim ayaklarının vücudlarına ittisallerinin asarı
bugünkü günde dahi müşahade olunmaktadır. Zevahif ve tuyur evsafını cami olan hayvanat
munkarız olmuşlar; ve maymun nev’inin aksamı ve bilcümle enva-ı hayvaniyye-i cesime
kıtaatta teşekkül etmiştir. Lakin nev-i beni beşer henüz mevcud değildi. Evsaf-ı teşhiriyyece
hayvandan pek az farkı olan ve fakat mirkat-ı kanun-ı terakkide en ali ve azamet-i fikriyyesi
ile hüküm-ferma-yı alem olmak isti’dadını haiz bulunan insan, daha sonra zuhur etmiştir.
İnsan, kanun-ı tekamül neticesinde zuhur etmiş ve sisile-i hayvanatın en mükemmeli
bulunmuştur. Meşimeler arasında insanın en yakın ceddi ‘primat’lar olduğu gibi, onların da
en yakın ceddi ‘şibh-i beşer’ denielen ‘kariniyen’lerdir. Paul ve Fritz Sarasin namında iki
hayvanat alimi tarafından 1893 tarihinde icra edilen tedkik ve tenkidler neticesinde
‘Seylan’ın ibdidai ahalisinin kendi teşekkülleri i’tibariyle diğer ırklardan ziyade maymuna
yakın olduğu anlaşılmıştır. ‘Antropoid’ denieln şibh-i beşerler arasında insana en çok
benzeyenleri ‘şempanze’ ile ‘goril’lerdir. 1894 senesinde Cava’da keşfedilen bir kafatası ile
beraber bir oyluk kemiği ve birkaç diş, ‘Layt’da mün’akid hayvanat kongresinde, hayvanat ve
nebatat ve müstehasat alimleri tarafından tedkik olundukda, bunların bir şibh-i beşere ait
olduğu takarrür eyledi. Bu suretle tekevvün eden insanların zuhurundan şimdiye kadar
tahminen beş yüz bin sene kadar bir zaman geçmiştir.” (Konuk,2017,64)
Konuk, modernlik adına en önemli meseleyi ele alırken herhangi bir itiraz kaydı düşmez. Geleneğin
modernlik karşısında karşı karşıya kaldığı açmazlardan biri bu tavırda yer alır. Buna rağmen Konuk
konuyu şu cümlelerle tamamlar;
“Nev-i Beni Adem’in hilkati ne surette olursa olsun Allahü Zülcelal’in varlığını ve
melaikesinin vücudunu ve resullerini ve kitaplarını ve yevm-i ahiret-i ve kaza ve kaderi ve
ba’de’l-mevt ba’si inkara sebep olmaz. Kitab-ı tabiatı tedkik ile meşgul olup da bunları inkar
edenler, tedkik ettikleri şeyin netayicini idrak edemeyen ve bir şeyde istiğrakları hasebiyle
hey’et-i mcmua-i marifeti ihata edemeyen mahdudu’l-isti’dad kimselerdir.” (Konuk,2017,64)
Sonuç yerine
Tasavvufi düşünce içinde modernliğin bir mesele olarak ele alınması, olası en zor bağlamın seçilmesi
anlamını taşır. Çünkü bizatihi modernliğin bir meselesi olan tasavvuf içinden modernliğin itirazlarını
karşılamak iki ayrı cepheden konuya yaklaşmayı gerektirir. Bu manada olmak üzere işin içine bir de
Ekberi düşüncenin kendine özgü sembolik yapısının varlığı ifadeyi oldukça güçleştirir.
Konuk’un devrinde ulemanın çoğunluğu modernliğin itirazlarına ya da ortaya koyduğu yeni
kozmolojiye karşı ‘tevil’i tercih edip, bol bol zamanın hükmünden söz etmişlerdir. Buna karşı
Konuk, kendi geleneğinden şüphesi olmayan bir alim olarak konuya yaklaşmıştır. İzlediği usul
açıkça; hakikat aynı fakat kullanılan kavramların farklılığı üzerinedir. O kolaylıkla iki ayrı
terminolojiyi aynı mana açısından kullanır oksijen veya azottan, ya da elektron üzerinden iksirden
söz eder. Dahası, modern tıpta olduğu gibi hem eski hem de modern tıbbın doğru olduğu, aynı
hakikati ifade ettiği inancındadır.
Ekberilik halen yaşayan bir gelenektir ve Konuk’un şerhleri üzerinden yaklaşık yüzyıl geçmiştir. O
dönemde modernliğin kapsamı ve etkisi günümüzdeki kadar değildi. Ne modern biyoloji ne de
modern tıp henüz baskın birer araç durumundaydı. Bu cümleden olmak üzere bugün Konuk’un
usulüyle yeni bir şerh ya da yeniden bir güncelleme yapılabilmekte midir? Sorusu önemlidir.
Günümüzde çok yeni tarihli Fusus şerhleri bulunmaktadır ama bu şerhler birer marifeti değil klasik
felsefe bilgisini göstermektedir.
Kaynakça
Barkçin, S. Ş. (2011), Ahmed Avni Konuk, Görünmeyen Umman, Klasik Yayınları.
Bulgen, M. (2015), ‘Osmanlı Kelamcılarının Kevni Ayetleri Yorumlama Yöntemleri ve Ömer
Nasuhi Bilmen’, Kelam Araştırmaları Dergisi, cilt 13, sayı 1, 61-89.
Chittick, W. (2014), İbn Arabi, Giriş Kitabı, Nefes Yayınları.
Henry, J. (2011), Bilim Devrimi ve Modern Bilimin Kökenleri, Küre Yayınları.
Kılıç, M. E. (1994), ‘Ekberiyye’, TDV İslam Ansiklopedisi, cilt 10, 544-545
(1999), ‘İbn Arabi’, TDV İslam Ansiklobedisi, cilt 20, 520-540.
Konuk A. A. (2013), Tedbirat-ı İlahiyye Tercüme ve Şerhi, İz Yayıncılık.
(2011), Mesnevi-i Şerif Şerhi, Kitabevi Yayınları.
(2017), Fususu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, Türkiye Yazma Eserler Kurumu Başkanlığı
Mason, S. F. (2001), Bilimler Tarihi, Kültür Bakanlığı Yayınları.
Nasr, S. H. (2011), İslam’da Bilim ve Medeniyet, İnsan Yayınları.
(2014), ‘Batılı İnsanın Manevi İhtiyaçları ve Tasavvufun Mesajı’, Aşk ve Hikmet Yolu
Tasavvuf, (ed. Michon, J. L. & Gaetari, R.)(Çev. Nurullah Koltaş) İnsan Yayınları.
(2016), Üç Müslüman Bilge: İbn Sina, Sühreverdi, İbn Arabi, İnsan Yayınları
(2017), Genç Müslümana Modern Dünya Rehberi, insan Yayınları.
Öngören, R. (2002), ‘Ahmed Avni Konuk’, TDV İslam Ansiklopedisi, cilt 26, 180-182.
Taylor, C. (2014), Seküler Çağ, İş Bankası Yayınları.
Yakıt, İ.(2010), Semantik Analizler Işığında Hikmet, Hekimlik ve Tababet Kavramları, VII. Türk Tıp
Tarihi Kongresinde sunulan bildiri-İstanbul, www.ismailyakit.com.
Yusuf, M. (2013), İbnü’l-Arabi Zaman ve Kozmoloji, Nefes Yayınları.
VI. OTURUM
BÜYÜK SALON
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Mevlüt UYANIK
İBNÜ’L ARABİ’YE GÖRE İNSANIN HAKİKATİ
Prof. Dr. Süleyman DERİN
HAKÎKAT ARAYIŞINDA SON İNSÂN-I KÂMİL: İBNÜ’L-ARABÎ’DE HÂTEMÜ’L-EVLÂD
MEFHUMU
Dr. Öğr. Üyesi Zeliha ÖTELEŞ
İBNÜ’L-ARABÎ’NİN ÜTOPYASI VE ŞEHİR TASAVVURU: HAKİKAT ÜLKESİ
Dr. Osman CENGİZ
İBNÜ’L-ARABÎ’YE GÖRE İNSANIN HAKİKATİ
Süleyman Derin1728
Özet: İnsanın hakikati hususundaki tartışmalar din bilimleri, felsefe, psikoloji, antropoloji ve biyoloji
gibi pek çok ilim dalının ana konusu olmuştur ve olmaya devam etmektedir. Ayrıca bu sahaların ilim
adamları arasında da bu konuda tam bir görüş birliği yoktur. İnsanı oluşturan beden, nefis, akıl ve ruh
gibi unsurların hakikati, bu unsurlar arasındaki ilişkiler, tartışma konusu olmaya devam etmektedir.
İnsanoğlunun aya hatta marsa çıktığı, kâinat ile ilgili bilgilerinin her geçen gün hızla arttığı bir
dünyada kendi ruhi yapısı ile ilgili bilgileri daha da negatif yönde ilerlemektedir. Yıldızları,
galaksileri, dünyanın yeraltı ve yer üstü zenginliklerin tanımlayan, tasnif eden insan kendisinin ne
olduğu sorusuna gelince cevap bulmakta zorlanmaktadır. İnsanın tabiatı fare, köpek ve maymunlar
üzerinde yapılan deneylerle anlaşılmaya çalışılmaktadır. Acaba insan, âlemdeki diğer obje ve
canlılarla aynı önem ve hiyerarşik sırada mıdır? Kâinattaki yerini bilmeyen insanın tabiatıyla manalı
bir hayat yaşaması mümkün görünmemektedir. Belki de tarih boyunca en müreffeh günlerin yaşandığı
günümüzde insanın düne göre daha mutsuz olmasının altında bu belirsizlik yatmaktadır. İnsanın
hakikati ile ilgili olarak İslam ilimleri arasında en orijinal cevapları sûfîler vermiştir. Bunlar arasında
ise özellikle İbnü'l-Arabî oldukça kapsamlı değerlendirmelerde bulunmuştur. Ona göre insan, bu
âlemin merkezinde yer alır, âlemin varlık sebebi insandır, insana oranla göz bebeği neyse kâinata göre
insan da odur. İbnü’l-Arabî’nin günümüz insanlığının problemlerine de çare olabileceğini
düşündüğümüz görüşleri tebliğimizin konusu olacaktır. İnsanın kâinattaki yeri, önemi, ruh, beden ve
akıl ilişkisi gibi konular İbnü’l-Arabi’nin eserleri bağlamında ortaya konulmaya çalışılacaktır.
The Reality of Human Being according to Ibnu’l-Arabi
Abstract: The reality of human being is and its relationship with the body, is still discussed by
philosophy, anthropology, biology. Modern science has no definite answer to the nature of self. It is
one of the greatest dilemmas that as our knowledge about the universe is increasing since space ships
landed the moon and trying to reach Mars, but on the other side our knowledge about ourselves, our
spiritual nature is diminishing. Scientists who explore galaxies, far away stars, who do studies on
underground recourses can do nothing when it comes to the question what is a human being. Some try
to explain the nature of man by doing experiment on mice, dogs and apes. Is man realty at the same
ontological level with the rest of other creatures? Without answering these question it looks mankind
cannot find meaning in life. This might be the main reason why most people are unhappy although
we are living in a time of plenitude. Concerning the reality of human being, it is Sufis who gave
interesting and original answers among other Islamic sciences. Among Sufis Ibnu’l-Arabi is
particularly important. According to him, man is the centre of the universe; it is the cause of all
creation. Man is like the pupil of eye with regards to the universe. This paper will search into the ideas
of Ibnu’l-Arabi on human nature, which might be answers to the problems of mankind today. The
place and significance of man in the universe, the relationship between reason, body and soul will be
the main topics of this paper.
İbnü’l-Arabî’ye Göre İnsanın Hakikati
İslami ilimler arasında tasavvuf, insanın kendini tanıması/bilmesi meselesine en çok vurgu yapan ilim dalıdır.
Bu bakış, modern ilmin bizi bugün getirdiği şu noktada ayrı bir önem kazanmıştır. Zira bugün yaygın şekilde
okutulan pozitif ilimler, varlığın ve insanın yaratılış gayesini bilememektedir. İnsan niçin yaratıldı, kâinattaki
yeri nedir, gibi sorulara cevap verme hususunda en çok önem çıkan ilim dalı felsefedir.
İbnü’l-Arabi’nin düşüncesine en yakın filozof ise Sokrates’dir. Onun Delfi’deki tapınağının kapısında
“kendini bil” sözü kazınmıştır. Sokrates öncesi dönemde daha çok, evren, gökyüzü, gökkuşağı vb. tabiat
olayları felsefenin konusu olmuştur. Mesela Thales, Herakleitos, Parmenides, Pitogoras ise daha çok
maddenin yapısını ve özelliklerini keşfetmeye gayret etmişlerdi. Sokrates ise filozofların dikkatini ağaç, kuş,
taş ve yıldızlardan tekrar insana çekmiştir. O insanın yaratılış sebebini, kendine mahsus özelliklerini ve
dünyadaki rolünü bilmesi gerektiğini ileri sürmüştür.1729
Günümüze geldiğimiz de modern insan uzayın derinlikleri konusunda her geçen gün daha fazla bilgi sahibi
olmakta iken, kendisinin yapısı ve bileşenleri hakkındaki bilgisi daha da azalmakta, eski zamanlardan bile
geriye gitmektedir. Baş döndürücü hızla gelişen teknoloji, kolay ulaşılan eğlence sektörü çoğu kimseyi kendi
varlığı hakkında düşünmekten alıkoymaktadır, şehir hayatının baskısı altındaki insan ben kimim, niçin bu
dünyada yaşıyorum, ölünce nereye gideceğim gibi meseleleri sorgulamaz olmuş ve bu tür konuları konuşmak
1728
1729
Prof. Dr Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Amin Ahsan Islâhi, http://www.renaissance.com.pk/marefl96.html (E.T. 24.09.2018)
tabu haline gelmiştir.
Jung’un da ifade ettiği gibi egosu hakkında ancak ufak bir bilgi kırıntısına sahip olan insan, bu bilgiyi
kendisinin özü ile alakalı gerçek bilgi ile karıştırmaktadır. Hâlbuki ego sadece kendisi ile ilgili konuları
anlayabilir, bunun ötesini bilemez. İnsanlar dış dünya ile ilgili her tür bilgiyi elde etmek için uğraşırken, kendi
tabiatları ile ilgili bilgileri sosyal çevrelerindeki orta halli insanların seviyeleri ile ölçmektedir. 1730 Bu sebeple
insan kendisi için en büyük muamma haline gelmiştir. Hâlbuki insanın etrafını tanımadan önce kendisini
tanıması gerekir.
Büyük Türk arifi Yunus Emre asırlar önce bu konuya dikkat çekmiş, ilmin asıl amacının öncelikle insanın
kendisini bilmesi olduğunu büyük bir maharetle şöyle ifade etmiştir:
İlim ilim bilmektir, ilim kendin bilmektir,
Sen kendini bilmezsin ha nice okumaktır
Hz. Mevlâna insanın bu gafletini Bağdat’ta yaşayan ve yılan oynatarak insanları eğlendiren bir yılancı
hikâyesi ile açıklar. Hikâyeye göre insanlara gösteri yapmak için dağlarda yılan arayan bu adam, ölü bir yılana
rasgelir. Yılan ejderha gibi dehşet saçan bir görünüş ve büyüklüktedir. Ahmak yılancı bin bir zahmetle çeke
çeke bu yılanı şehre indirir, kimse göremesin diye de üzerine kalın örtüler örter, böylece tüm Bağdat halkının
toplanmasıyla daha çok para kazanmayı hedefler. Kısa zamanda binlerce aylakçı insan, yılanı görmek için
toplanır. Ne var ki yılan gerçekte ölmemiştir, sadece kış uykusuna yatmıştır. Bağdat sıcağını alınca, kış
uykusundan uyanır ve önce o yılancıyı yutar, ardından insanlara saldırır. İnsanlar kaçışırken birbirine ezer ve
onlarca insan ölür. Mevlâna, mükemmel bir varlığa sahip olmasına rağmen insanın kendisini bırakıp da bir
yılan peşinde koşmasını şöyle eleştirir:
Zavallı insan! Kendini gereği gibi tanıyamadı. Çok ötelerden, ezel âleminden geldi; bu noksanlar
âlemine, bu kirli dünyaya düştü.
İnsan kendisini ucuza sattı. O çok değerli atlas bir kumaş gibi idi; tuttu, kendini bir hırkaya yamadı
gitti.
Yüzbinlerce yılan ve dağ ona hayranken o niçin gaflete düştü de yılan sevdasına kapıldı.1731
İnsanın ahsen-i takvîm bir varlık iken kendinden çok aşağıda olan bir varlığı merak etmesi Mevlana’ya göre
aptallıktır. İbnü’l-Arabî bu tür insanlara bazen insan-ı nâkıs bazen de hayvan insan ismini verir. Konevî bu
gibi insanları şöyle tarif eder: İnsan-ı nâkıs ise cehli ve gafleti sebebiyle kendi kıymetini bilemeyip vücudunda
meknûz olan hazineyi keşfedemez.1732 İbnü’l-Arabî varlıkların manevi mertebelerini sıralarken insan-ı kâmili
en üst mertebeye, insan-ı nâkısı ise onun altına koyar. Onun altında sırasıyla hayvanlar, bitkiler ve cemadât
gelir.1733 İnsan tabi olarak diğer varlıkları tanımalıdır, ama kendini tanımadan onlarla uğraşır ise bu akıllıca bir
şey değildir.
Biz bu tebliğimizde İbnü’l-Arabî’nin insanın hakikati ve onun kâinattaki yeri hakkındaki görüşlerini ele
alacağız. Bu konu onun eserlerinde önemli bir yer tutmaktadır. Ona göre insanın her şeyden önce kendini
bilmesi gerekir, zîra bu bilgi mârifetullahın da kaynağıdır. Başka bir tabirle insan kendini bilmeden Rabbini
bilemeyecektir. Zîra insan ilâhi isimlerin tecellîgâhıdır.”1734
İbnü’l-Arabî insanı kâinatın merkezine yerleştirir, zîra yaratılış ağacının meyvesi insandır. İbnü’l-Arabî’nin bu
görüşlerini daha iyi anlamak için onu erken dönem zahitleri ile de karşılaştırabiliriz. Bu zahitlerin çoğu
cehennem korkusuyla yaratılmamış olmayı arzu etmişlerdir. Onların insanın hakikati ile ilgili sözleri oldukça
karamsar ifadeler ile doludur.1735 Mesela Hucvirî’nin naklettiğine göre Fudayl b. İyaz (ö. 803) sadece
dünyadan değil orada yaşayan insanlardan da nefret etmektedir.1736 Ayrıca Fudayl ve arkadaşları Allah
1730
Carl GustavJung, TheUndiscovered Self, London, 2002, s. 4.
Mevlâna, Mesnevî, trc. Veledİzbudak, Konya, Konya Büyükşehir Belediyesi Yay: no: 60, c.III, 1000-1003
1732
Ahmed Avni Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, yay. haz. Mustafa Tahralı, İz Yayıncılık, İstanbul 2004,s.
25.
1733
Konuk, Tedbîrât-ı İlâhiyye, s. 93.
1734
ToshihikoIzutsu, SufismandTaoism, A ComparativeStudy of KeyPhilosophicalConcepts, California UniversityPress,
1984, s.41.
1735
Muhtemelen bu görüşler Hristiyanlığın insanı doğuştan günahkâr sayan aslî günah inancından etkilenmiş olabilir.
Hristiyanlara göre Adem’in günah işlemesi sonucunda Adn cennetlerinden yeryüzüne düşmesinin vebâli tüm evlatları
üzerine miras olarak da kalmıştır. Bkz. Günay Tümer, “Aslî günah,” DİA, III, 496-497.
1736
Hujwiri, Kashf al-mahjub, trs. Reynold A. Nicholson, GibbMemorialTrust, London, 1970, s.100.
1731
korkusundan ve hüzünden dolayı son derece zayıf idiler.1737 Bu dönem zahitlerinin başka bir özelliği ise daima
bir hüzün içinde yaşamalarıdır, zira onlar Kur’ân’ı daha çok azap ayetleri çerçevesinden anlıyorlardı.1738 Bu
sebeple de onlar dünya hayatını her tür günahın ve hüznün sebebi olarak görmekteydiler. Onlar için bu
dünyanın tek değeri ahiret için feda edilmesinde yatmaktaydı. Hâlbuki İbnü’l-Arabî, dünya hayatına böyle
bakmıyordu. İlâhi isimleri kendinde tecellî ettiren insan sebebi ile dünyanın zahitlerin düşündüğü kadar kötü
bir yer olmadığı kanaatindeydi, hatta ona göre insan Allah’ın sevgilisi konumundaydı. 1739 Nitekim husûsiyle
tebliğimiz bu konuyu ele alacaktır.
İnsanın Hakikati
İbnü’l-Arabî’nin düşüncesinde yaratılış gayesi insandır. Ne var ki insan bu yüce makama ulaşmak için nefsini
tezkiye ve tasfiye etmelidir. Ona göre insan beden ve ruhtan oluşur. Bedenimiz maddi âlemden, ruhumuz ise
âlem-i emirden gelmiştir, bu iki zıt kutup, insan ülkesinde daima iktidarı ele geçirmek için savaş halindedir.
İçimizdeki beden yani hevâ ve hevesimizin veziri şehvetler, ruhun veziri ise akıldır. İnsanda akıl vezirlik
yapabilirse o insanın tariki salah üzerinedir, aksine eğer hevâ reis olursa insan tariki fesad üzerinedir. İbnü’lArabî peygamberimizin “İki halifeye biat edilmeye kalkılırsa onlardan birini öldürün” şeklindeki
Müslümanların siyaseti ile ilgili hadisi insan ülkesindeki yönetim içinde uygular. Ona göre bir ülkede iki
halifenin olması mümkün değildir. Bunlardan birinin layığı ile ülkeyi yönetmesi için diğeri feda edilmelidir.
Feda edilmesi gereken heva ve şehvetlerimizdir. Konuk’un ifade ettiği üzere dünyada reisi olmayan tek bir
ülke bile yoktur. Zahirî yönetimlerde durum böyle olduğu gibi batınî hilafet meselesinde de durum aynıdır.
Mutlaka her insanın beden ülkesinde bir yönetici olur. Bu ya heva ya da ruhun askeri olan akıldır.1740
İbnü’l-Arabî insan ülkesinde niçin ruhun padişah olması gerektiği meselesini ruhun bedene olan üstünlüğünü
açıklayarak ispat eder ve bunu yaparken de zahirî hilâfetin argümanlarını kullanır. Bunlardan altısı insana
yaratılıştan, dördü ise sonradan kazanılan özelliklerdir.
1- Büluğ: Ruh hak ile konuşacak, onu işitecek, anlayacak ve cevap verecek şekilde baliğdir. Konuk’un
Mesnevi’den bir beyitle ifade ettiği gibi “Rabbün-nâssın, cân-ı nâasa bizim bilemediğimiz nasılsız-nicesiz bir
ilişkisi vardır. İbnü’l-Arabî bu hali elestübi-rabbikum (A’râf, 7/172) ayeti ile delillendirir. Eğer ruhlar bâliğ
olmasa idi Allah Teâlâ onlara bu şekilde hitap etmezdi, zîra teklif ancak akıl ve baliğ olanlara olur.1741
2- Akıl: Hilafetin bir diğer şartı akıllı olmaktır, zîra deliye herhangi bir sorumluluk yoktur, onlar dini ahkâm
için muhatap da alınmazlar. Akıl ruh ile kaim olan bir sıfattır ve ruhtan sudur etmiştir, o Allah Teâlâ’dan varid
olan hitabı anlama gücüne sahiptir.
3- Hürriyet: Zahir âleminde imam olmak için hür olmak gerekir, zîra köleler efendilerinin hükmü altında
olduğu için onun işlerini görmekle mükelleftir, böyle birisinin başkalarının işini görmesi muhaldir. Aynı
şekilde ruh da asli yapısı itibarı ile hürdür, hatta İbnü’l-Arabî’ye göre bu âlemde ruhtan daha hür başka bir
varlık yoktur, zîra onun üzerinde Allah Teâlâ’dan başka hiçbir varlık söz sahibi değildir. Onun sahibi yalnızca
Allah Teâlâ’dır.
4- Zükûret: İbnü’l-Arabî’ye göre zahirî âlemde kadınların imam olması şer’an câiz değildir. Nefis erkek olan
ruhun kerîmesi veya halîlesidir. Onun ezelî isti’dâdında erkeklik alameti yoktur zîra o fücur ve takva
mahallidir. Bunlar ise İbnü’l-Arabî’ye göre dişilik özelliğidir, bu sebeple insan memleketinde imamet ruha
düşer, nefse değil.1742
5- Nesep: Ulema arasında bazıları imamın Kureyşî olmasını şart koşsalar da bu, tartışmaya açık bir konudur.
Bâtınî imamette ise İbnü’l-Arabî’ye göre bu hususta bir ihtilaf yoktur, peygamberimizin gelmesi ile tüm
insanlar rûh-i küllî-i Muhammedî’nin hükmü altına girmiştir. Yani peygamberin yolundan giden herkese
Muhammedî nesebe sahip olabilir. Peygamberimizin gelmesi ile tüm şeriatların hükmü ortadan kalkmıştır.
Ondan sonra gelen tüm dünya insanları Kur’ân ahkâmına muhatap olma isti’dâdına haizdir. Kur’ân ahkâmı
dışındaki inançlar insan ruhuna hitap etmez. Bu sebeple de insanlar dilleri ile İslam’ı yalanlasalar da
yaşantıları ile İslam’ı yaşarlar. Hatta Konuk bunu ispat için ilginç konularda örnekler verir. Bunlardan birisi,
Hristiyanların çokça vurguladıkları hatta övündükleri barışçıl olma, bir yanağına tokat vurulsa diğer yanağını
1737
Isfahani, Hilyat al-Awliya, Cairo, 1935, c. VIII, s.84.
Kur’ân-ı Kerîm’de dünyayı ve insanın tabiatını kötüleyen, insanı korkuya sevk eden ayetler vardır. Fudayl ve erken
dönem zahitlerinin çoğu dikkatlerini bu ayetlere vermişler ve insanın hakikati ile ilgili karamsar düşüncelere
kapılmışlardır. Hâlbuki pek çok ayette de; Allah’ın merhametinden ve insanın ahsen-i takvim üzere yaratıldığından
bahsedilmektedir. İbnü’l-Arabî ve onun takipçileri bu ayetleri daha çok gündeme getirmiş ve insana varlık nizamında
daha yüksek bir ontolojik değer biçmiştir. Vasiyet adlı eserinin başında o şöyle seslenir: Allah seni yaratırken küçük
görmediği gibi sen de kendini küçük görme… Zîra sen Allah’ın gözünde en yüksek mertebedesin. (Ibn ‘Arabi, “alWasiyya”, Rasa’il-I Ibn Arabi, ed. M. Şehabuddin el-Izzi, Beyrut, 1997, s.524.)
1739
İbnü’l-Arabî, “Whatthestudentneeds,” JMİAS, 1986, c. 5, s. 51.
1740
İbnü’l-Arabî, Tedbîrât-ı İlâhiyye, s. 132.
1741
İbnü’l-Arabî, Tedbîrât-ı İlâhiyye, s. 135.
1742
İbnü’l-Arabî,Tedbîrât-ı İlâhiyye, s. 136-137.
1738
da uzatma emridir. Hâlbuki İslam şeriatı bu durumda kısası emretmektedir (Bakara, 2/194). Batılılar da
aslında bu Kur’ân hükmüne uymaktadırlar; hiçbiri yanağına vurulunca diğer yanağını döndürmemekte, aksine
hasımlarını düelloya davet etmektedir. Yine Sezar'ın hakkı Sezar'a verilsin hükmünü batılılar uygulamamış,
tersine krallarını öldürerek saltanatlarını yıkmıştırlar. Konuk bu şekilde 6 madde sayar ve konuyla ilgili
büyükçe bir kitap yazılacak kadar mâlumâtın bulunduğunu ifâde eder. Nasıl ki Muhammed (s.a.s.) tüm
insanlığa gönderilmiş ise ruh da tüm insanlığa hitap etme gücüne sahiptir, zîra o, vâris-i Muhammedî’dir.
İnsanlığın fıtratının Muhammedî meşrebe uygun olmasının sebebi Peygamberimizin mutedil/orta yollu bir zat
olmasıdır. Zîra hem Âdem (a.s.) hem de İsâ (a.s.)’ın doğumları mutedil değildir, mutedil olan şahıs
Peygamber Efendimiz olup onun hakikati tüm diğer peygamberleri kuşatmaktadır.1743
6- Selâmet-i basar ve sem’: Gözü görmeyen ve kulağı işitmeyen kimse kendini idare etmekten aciz olduğu
için başkalarını da idare edemez. Ayrıca “görmek” beden ve rûhun görmesi olarak ikiye ayrılır. Hadîs-i
kudsîde de geçtiği üzere ruh kurb-i nevâfil makamında Hak ile işitir ve Hak ile görür, böyle bir görme ve
işitmede ise beşerî âfetler olmaz, bu makamda ruh, gözden bile daha sağlam görür. İbnü’l-Arabî’nin bunlara
ilaveten saydığı dört özelliği Konuk kesbî olarak görür. Bunlar necdet, yani asla korkmamak, kifâyet, yani
idare etme gücü, ilim ve verâdır. İlim zaten insanın meleklere üstün olmasının sebebidir ve ruh da muazzam
bir ilme sahiptir, insan ruhunun her birinde bu özellik yaratılıştan itibaren mevcuttur. Ruhun çıkış ve varış
noktası verâdır. Halifelik sırrı ve feyzi ittikāda yatar.1744
İnsan kendindeki bu zıt güçleri bilmeli ve ruhunu hevâsına galip kılmalıdır. Zîra ruh nurdan, heva ise nârdan
yani ateştendir, her biri sahibini kendi aslına götürür. Nasıl necaset böceği güzel kokulardan rahatsız olursa,
heva da ruhun güzelliklerinden rahatsız olur ve ikisi arasında insana hüküm etme hususunda kesintisiz bir
savaş sürer durur. Her biri mülk-i insânî üzerinde riyâset sahibi olmak ister. Ruhun veziri akıl, hevanın veziri
vehimdir. Savaş bu ikisinin çarpıştırılması şeklinde devam eder.
İbnü’l-Arabî’ye göre insan kendini terbiye eder ve ruhunu beden devletinde emir yaparsa, Rabb’in esmâsını
kendinde tecellî ettirir. O zaman tüm kâinatın varlık sebebi olur. Bu terbiye şeriat dairesinde ölçü ile olur. Zira
nefis hayvanına verilen aşırı gıda onu öldürür. İbnü’l-Arabî bu insanın kâinattaki yerini muhtelif örneklerle
açıklar.1745
İnsanın Kainattaki Yeri
Ağaç ve meyve metaforu daha sonra da pek çok sûfîde işlenmeye devam edilmiştir. Mesela Mevlâna bu
konuya değinirken dal ve meyve mecazını aynen kullanır. Ona göre meyve dalın ucunda, dal meyvenin
içindedir. Her ne kadar meyve görünüşte ağaçtan doğmuşsa da gerçekte, ağaç meyvede vücut bulmuştur.
İnsan evrende, evren insanın içindedir. Dalın varlık sebebi meyve vermesi, evrenin varlık sebebi Allah’ın tüm
esmâsını en kâmil şekilde tecellî ettiren insanı kendinde barındırmasıdır. Mevlâna bu hakikati bizlere şu soru
ile ifade etmeye çalışır: “Meyve elde etmeye bir meyli, meyve elde etmeye bir ümidi olmasaydı hiç bahçıvan
ağaç diker miydi?”1746
İnsanın hakikati ile ilgili olarak İbnü’l-Arabî ileri sürdüğü bir diğer metafor ise ceset ve ruhtur. Ona göre eğer
kâinat beden ise insan onun ruhu mesabesindedir. Yüce yaratıcı insana ism-i câmi’ olan Allah ismi ile tecellî
etmiştir. Nasıl ki Allah ismi diğer esmâyı kendinde cem ediyor ise insan da tüm kâinatı kendinde cem eder,
zîra Allah Teâlâ sadece insanda en kâmil şekilde tecellî eder. Bedene oranla ruh ne ise kâinata oranla insan da
o konumdadır. Rab Teâlâ insanda tüm diğer esmâyı kendisinde cem eden Allah ismiyle tecellî etmiştir. Bu
sebeple insan aynı zamanda tüm kâinatı da içine alacak güce sahiptir. Zîra o yaratılış ağacının meyvesidir.
Yaratılış âlemi onunla manasını bulmuştur. Nasıl ki Allah ismi diğer esmâdan daha üstün ise insan da bu
şekilde diğer mahlûkattan daha üstündür.1747
Mevlâna da insanın bu üstünlüğünü mesnevisinde şöyle ifade eder:
Bu bilgi, bu hüner yüzündendir ki, denizlerde, dağlarda, ovalarda bulunan bütün yaratıklar, insana
karşı âciz kaldılar, çaresiz hale düştüler.
Kaplan da aslan da insandan fare gibi korkar. Timsah da onun yüzünden coşmuş, köpürmüştür,
deniz de. İnsandan bunların ikisinin de ödü patlamıştır.
1743
İbnü’l-Arabî,Tedbîrât-ı İlâhiyye, s. 140-141.
İbnü’l-Arabî,Tedbîrât-ı İlâhiyye, s. 142.
1745
İbnü’l-Arabî,Tedbîrât-ı İlâhiyye, s. 145.
1746
Mevlâna, Mesnevî, IV, 523. Ayrıca bkz. Bahar Akarpınar, “Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin Mesnevi ve
Rubâiyyat’ında Meyve ve Üzüm Sembolleri,” Bilig, 2005, no: 32, s. 151.
1747
Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, ed. Mustafa Tahralı, SelcukEraydın, İstanbul 1987, I, 113.
1744
Yine insan korkusundandır ki cinler, periler sahillere sığınmışlar, her biri, bir gizli yere
saklanmışlardır.
Bu yüzden insanoğlunun gizli düşmanı çoktur. Durumu anlayarak, çekingen ve ihtiyatla hareket
eden kişi, akıllı kişidir.1748
İbnü’l-Arabî insan konusunu konuşurken en çok gündeme getirdiği mesele insanın halife olmasıdır. İnsan-ı
kâmil kâffe-i esmâyı câmiʻ olan Allah isminin mazharı olduğu için Hak Teâlâ onu halife ismini vermiştir.
Âlemde insan-ı kâmil mevcut oldukça, o âlem daima mahfûz kalır.1749 Bu sözlerden şunu anlayabiliriz ki eğer
dünyadaki tüm insanlar bir savaş veya hastalık ile yok olsalar dünyanın da sonu gelir, zîra insanın olmadığı bir
yeryüzü artık var olma gayesini kaybetmiştir.
Âdem fassında İbnü’l-Arabî’nin ifade ettiğine göre Âdem (a.s.) meleklerden üstündür, bunun sebebi ise
meleklerde olmayan esmâ-i ilahiyyenin Hz. Âdem’de var olmasıdır.1750
Yine insan-ı kâmil şeytanın da güçlerini etkisiz hale getirebilir. Nitekim ayette şeytanın Allah’ın has kulları
üzerinde bir gücü olamayacağı ifade edilmiştir (Hicr, 15/42). Konuk’a göre Allah’ın bu kulları velilerdir.
Onların hayvanî tabiatlarını aştıkları için şeytan artık onları etkileyemez, zîra şeytanın insana giriş yolu onun
hayvanî tabiatı yoluyladır.1751 Enbiya ve evliya insan-ı kâmil olup nefislerini tasfiye ederek varlıklarından fânî
olmuşlardır. Bu zevât-ı kirâm Hak-perest, bu tasfiye sürecinden geçmeyenler is hod-peresttir.1752
İnsanda bulunan kemalâttan dolayı kâinattaki tüm varlıklar ona itaat ederler. Allah Teâlâ bir insan olan
peygamberini övmüş kendisinin ve meleklerinin ona salât ettiğini bizlere haber vermiştir. Meleklerin dışında
tüm varlıklar da insana teshîr edilmiştir.1753 Ne var ki bu teshiriyet insanın egosunun büyümesine sebep
olmamalıdır, zîra bu yüksek konum onun sorumluluklarına işarettir.1754
İnsanın varlıklar arasındaki bu yüksek konumunu Allah Teâlâ dışında hiçbir varlık anlayamamıştır. Şeytan bir
tarafa melekler de kendi akıllarınca insanın yaratılmasının gereksiz olduğunu düşünmüşlerdir. Şeytan ateşin,
melekler de nurun topraktan daha üstün olduğu görüşündedirler. Toprak gibi basit bir maddenin Allah’a daha
yakın olmasını hiçbir varlık anlayamamıştır.1755 Şeytan inadında devam ederken melekler tövbe ederek
hatalarından dönmüşler, insanın üstünlüğü karşısında saygı ile eğilmişlerdir:
Hani, Rabbin meleklere şöyle demişti: “Muhakkak ben çamurdan bir insan yaratacağım. Ona en
uygun biçimi verip, kendi ruhumdan üfürdüğüm zaman, onun önünde yere kapanın!” Bütün
melekler toptan secdeye vardılar, yalnız İblis secde etmedi. O büyüklük tasladı ve kâfirlerden oldu.
Allah: Ey İblis! İki elimle yarattığıma secde etmekten seni men eden nedir? Böbürlendin mi, yoksa
kendini üstün görenlerden mi oldun? dedi. İblis, “Ben ondan daha hayırlıyım. Beni ateşten yarattın,
onu ise çamurdan yarattın” dedi. Allah, şöyle dedi: “Öyle ise çık oradan (cennetten), çünkü sen
kovuldun.”1756
Bu ayette İbnü’l-Arabî’ye göre dikkat çeken ifade “iki elimle yarattım” sözüdür. İbnü’l-Arabî’ye göre insanın
şeytan ve melekten farklı olmasının sırrı bu ayette yatar. Allah Teâlâ bu ifadeyi melek ve şeytan için değil
sadece insan için kullanmıştır.1757Zîra şeytan celâl eli, melek ise cemâl eli ile yaratılmıştır. Bunlar Rablerine
kendilerindeki bu esmâ ile yönelirler. Bundan dolayı Hakk’ın tüm esmâsı onlarda tecellî edemez. Mesela
melekler günah işlemediği için onlarda el-Gafûr ismi tecellî etmez. Hâlbuki Allah Teâlâ’nın tüm isimleri
tecellî etmek ister, bu sebeple hadîs-i kudsîde: Eğer siz günah işlemeseniz AllahTeâlâ hazretleri sizi giderip
günah eden bir kavim getirir. Onlar Haktan mağfiret talep ederler,” buyrulmuştur. Bu hadisi yorumlayan
Konuk ise: “Binaenaleyh Âdem melâikenin gerçekleştiremediği bir takım ilahî isimleri kendisinde tahakkuk
1748
Mevlâna, Mesnevî,1031-34.
Konuk, Fusûsu’l-Hikem, I, s.134.
1750
Konuk, Fusûsu’l-Hikem, I, s.140.
1751
Konuk, Fusûsu’l-Hikem, I, s.101.
1752
Konuk, Fusûsu’l-Hikem, I, s.113.
1753
Ibn ‘Arabi, Kitabİnsha’ ad-dawa’ir al-ihatiyya, trans. Paul Fentonand Maurice Gloton, Éditions de l'éclat, Paris,
1996, s. 2-3.
1754
Coates, Peter, Ibn ‘Arabi and Modern Thought, Anqa Publishing, Oxford, 2002, s.126. Ayrıca bkz. Ey insanlar! Sizi
bir tek nefisten yaratan ve ondan da eşini yaratan; ikisinden birçok erkek ve kadın (meydana getirip) yayan Rabbinize
karşı gelmekten sakının. Kendisi adına birbirinizden dilekte bulunduğunuz Allah’a karşı gelmekten ve akrabalık bağlarını
koparmaktan sakının. Şüphesiz Allah, üzerinizde bir gözetleyicidir. (Nisa, 4/1)
1755
Bkz. İbnü’l-Arabî, Fütûhâtü’l-Mekkiyye, I, 131-132 (Beyrut, nd).
1756
Sad, 38/71–77.
1757
Mahmud Ghurab, Şerh-iFusus al-hikam, Şam, 2000, s.36.
1749
ettirdiği için daha kâmil bir mazhardır,” demiştir.1758
Sûfî kaynaklarında sıkça geçen “Kendini bilen rabbini bilir” hadisi bu açıdan ayrı bir öneme sahiptir. Gurab’a
göre bu hadis İbnü’l-Arabî’nin kozmolojisinde tam yerini bulur. Zîra insan bu kemal ile yaratıldığı ve Allah’ın
sıfatlarını en güzel şekilde tecellî ettirdiği için Rabbini bilme kapasitesine sahiptir. İnsanın dünyaya en son
gelmesinin sebebi de burada yatar, zîra insan tüm kâinatın özeti gibidir ve insanın tam bir özet olması için
kâinatın tam olarak yaratılmış olması gerekir.1759 Başka bir deyişle yarım bir işin özeti olamaz.
Bu esmâ Allah ile kâinat arasında bir köprü gibidir. Zîra varlık ancak mutlak varlığın gölgesi mesabesindedir.
İnsan kâinatın önemli bir parçası olarak kendi içinde gölgenin asıl ile olan ilişkisini bilebilecek bir
durumdadır.1760 Kendilerini bilmeyenler kendileri ile rableri arasındaki bu ilişkiyi yıkmışlardır. İbnü’l-Arabî
şârihlerindenSitti Acem bu fikri yukarıdaki hadisi tersinden okuyarak anlatır ve şöyle der: “Kendini kaybeden
aynı zamanda Rabbini de kaybeder (femen fekade nefsehuf ekad fekade rabbehu).” Hatta o biraz daha ileri
giderek arifi kendi hakikatini bilen kimse olarak tarif eder. “Kendini bilen Rabbini bilir, o halde ârif nefsinin
hakikatini de bilir.” (Men arefe nefsehu arafe rabbehu, felarifu yarifu hakikate nefsihi.)1761
İbnü’l-Arabî’ye göre Allah’a en yakın olanlar onun sıfatlarını en güzel şekilde tecellî ettirenlerdir. Bunun
neticesi olarak insan Allah’ın halifesi olmaya hak kazanmıştır. Bu durumu anlayamadığı için melekler insanın
yaratılmasına karşı çıktılar. Allah’ın kullarından ibâdet-i zâtiyye istediğini anlayamadılar. İbâdet-i zâtiyye ise
Konuk’un ifadeleri ile “onun cemî-i esmâsiyle ibadet etmektir.1762 Bu tür insanlar gerçek mutluluğu elde etmiş
kimselerdir, onlar iç âlemlerine sahip olan saîd kimselerdir. Mevlâna bu durumu şöyle ifade eder:
Duyduğun rûhanî zevki, dıştan değil de içten bil;
köşkler, kaleler aramayı ahmaklık say!
Görmez misin; birisi mescidin köşesine oturmuştur. Yoksul olduğu halde hayatından memnundur;
manevî bir zevk içindedir!
Öbürü, bağda bahçede suratı asık bir haldedir; muradına ermemiştir!1763
İbnü’l-Arabî’ye göre insan kelimesi Arap lisanında gözbebeği manasına da gelir. Bu da onun anlayışına tam
oturur, zîra ona göre Allah Teâla kâinata insan-ı kâmilin gözü ile bakar. İnsan için gözbebeği ne ise Allah için
de insan odur. Bu sebepten âdeme insan ismi verilmiştir. Zîra Allah kâinatı onun gözüyle görür ve mahlûkata
onunla merhamet eder.1764 İbnü’l-Arabî’nin insana verdiği bu yüksek değer aslında günümüz kelam ilmine de
farklı bakış açıları getirebilecek durumdadır. Zîra insanlığın bugün geldiği teknolojik durumda bebeklerin
cinsinin bilinmesi, hava durumlarını tespitteki başarı, klonlama teknolojisi, tüp bebek gibi insanın ilâhî alana
girebilecek hususlarda söz sahibi olması insanın dinden uzaklaşmasına sebep olmuştur. Bazı sosyologlar dinin
ilkel zamanlara ait olduğunu, teknolojik sahada gelişerek daha güvenli ortamlarda yaşayan insanın dine gerek
duymadığını iddia etmişlerdir. Allah’ın verdiği akıl ile buluşlar yapan bilimi dinin karşısına yerleştirmişlerdir.
Hâlbuki İbnü’l-Arabî düşüncesinde böyle bir kutuplaşma yoktur. İnsan ve tanrı iki ayrı zıt kutupta değildir.
Allah kendi sanatını insanda görmek istediği için insana öldürme, diriltme gücü gibi olağanüstü güçler
vermiştir, ne var ki bunlar insanın kendinden değil ilâhî isimlerin üzerinde tecellî etmesindendir. Asıldaki
güzelliğin gölgeye yansımasıdır. Mesela İsa (a.s.) Allah isminin tecellîsine mazhar olduğu için ölüleri
diriltmiştir.1765 Bugün tıbbın ulaştığı yüksek seviye ile bazı doktorlar el-Muhyî sıfatının tecellîsine mazhar
olabilmekte, ölü insanları tekrar hayata getirebilmektedir. Burada doktorun bilmesi gereken, kendisinde ilahi
isimlerin tecellî ettiğidir. Benzer şekilde duasıyla bir adamı öldürebilen bir insan da el-Mumit sıfatına mazhar
olmuştur, yoksa bu kimseler kendi başlarına küçük bir ilah değildirler. Allah’ın insana verdiği muazzam
güçleri akıl ve kalpleri ile kullanan kimselerdir. Nitekim İsa (a.s.)’a verilen bu olağanüstü güçler Kur’ân’da
şöyle anlatılır.
Allah, onu İsrailoğullarına bir Peygamber olarak gönderecek (ve o da onlara şöyle diyecek):
“Şüphesiz ben size Rabbinizden bir mucize getirdim. Ben çamurdan kuş şeklinde bir şey yapar, ona
1758
Konuk, Fusûsu’l-Hikem, I, s.142.
Ghurab, Şerh-i Fusûsu’l-hikem, s.25.
1760
Izutsu, Sufism and Taoism, s. 94.
1761
Sitti Acem, Şerhu Meşâhidi’l-esrâri’l-kudsiyye, ed. Bekri Alâeddîn-Suâd Hakîm, el-Ma’hedü’l-Fransiyyuli’ş-şarki’levsat, Dımaşk 2004, s. 51.
1762
Konuk, Fusûsu’l-hikem, I, 38.
1763
Mevlâna, Mesnevî, VI, 3420-3421.
1764
Ibn ‘Arabi, “Chapter on Adam,” Fusûsu’l-hikem, ed. Abu’l-Ala Afifi, Beyrut, 1980, s. 49-50.
1765
Konuk, Fusûsu’l-hikem, III, s.133.
1759
üflerim. O da Allah’ın izniyle hemen kuş oluverir. Körü ve alacalıyı iyileştiririm ve Allah’ın izniyle
ölüleri diriltirim. (Âli İmran, 3/49).
Hz. İsa’nın elinde tecellî eden bu mucizeler farklı şekillerde başka insanların elinde de tecellî edebilir. Böyle
durumlarda inancımızdan şüpheye düşmemek gerekir.
İbnü’l-Arabî’nin insan anlayışının hayata yansıması:
İbnü’l-Arabî’nin insana verdiği bu değer ne yazık ki çoğu İslam ülkesinde kaybolmuş, insan sadece emirlere
itaat etmesi gereken bir robot gibi görülmüştür. Allah’ın insana verdiği değer zorla geri alınmış, insan hayatı
kıymetini kaybetmiştir. Hâlbuki İbnü’l-Arabî’nin anlayışına göre bırakın normal insanları, suç işlemiş
kimseler bile son derece kıymetlidir. Bu sebeple onun insanın hakikati ile ilgili ilginç fikirleri sadece bir
felsefi mesele olarak kalmamış, hukuki sahaya bile yansımaları olmuştur. Bu bakış açısından yola çıkarak o
kısas ayetine çok farklı manalar vermiştir. “Kısasta sizin için hayat vardır” (Bakara, 2/179) ayetini müfessir ve
fakihlerin çoğu kısasın faydalı olduğu şeklinde anlamışlardır. Onlara göre kısasın şiddeti karşısında cinayeti
planlayan kimseler vazgeçecektir. İşin ucunda kısas ve ölüm olduğu için hiçbir suçlu başka birini öldürmeye
cesaret edemeyecektir. Böylece hem cinayete kurban gidecek kimse hem de katil olacak kimsenin hayatı
kurtulacaktır.1766
Aynı şekilde Kur’ân tercümelerine baktığımızda kısas ile ilgili ayete tefsirlerin işaret ettiği şekilde mana
verildiğini görmekteyiz.
Diyanet İşleri: Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki (bu hükme uyarak) korunursunuz.
Abdulmetin Saruhan: Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Ta ki suç işlemekten sakınasınız.
Âdem Uğur: Ey akıl sahipleri! Kısasta sizin için hayat vardır. Umulur ki suç işlemekten sakınırsınız.
Ahmet Tekin: Ey akıl ve vicdan sahipleri, kısas cezasının uygulanmasının gayesi hepiniz için, toplum için
güvenli bir hayat teminidir. Umulur ki Allah’a sığınarak emirlerine yapışır, günahlardan arınıp, azaptan
korunur, kulluk vesorumluluk şuuruyla, haklarınızaveözgürlüklerinizesahipçıkarakşahsiyetlidavranır, dinî ve
sosyal görevlerinizin bilincinde olursunuz.
Elmalılı Hamdi Yazır: Hem kısasta size bir hayat vardır ey temiz aklı temiz özü olanlar! Gerek ki
korunursunuz
Muhammed Esed: Çünkü, ey derin kavrayış sahipleri, adil karşılık ((kısas) yasası)nda sizin için hayat vardır,
böylece belki Allah'a karşı sorumluluğunuzun bilincinde olursunuz.
Aynı şekilde pek çok İngilizce tercümede de kısasın iyi olduğu ifade edilmekte, böylece batıda İslam algısı da
tek bir şekilde anlaşılmaktadır.
Yusuf Ali: In the Law of Equality, there is (saving of) Life to you, O ye men of understanding, that ye may
restrain yourselves.
Pickthal: And there is life for you in retaliation, O men of understanding, that ye may ward off (evil).
Shakir: And there is life for you in (the law of) retaliation, O men of understanding, that you may guard
yourselves.
İbnü’l-Arabî ise bu ayete kendi insan görüşü açısından farklı hatta genel görüşün zıddına bir mana verir. Ona
göre ayet şöyle anlaşılmalıdır: Ey akıl sahipleri, kısas hakkıyla siz elinizde başka bir insanın hayatına
hükmetme gücüne sahipsiniz, bu durumda sizin için iyi olan, kısas edilecek insan ile bir sulhe erişmenizdir.1767
Zîra ona göre insan Allah’ın suretinde yaratılmıştır ve bu insan velev ki katil olsa bile hilafet sırrına mazhar
olarak hayatta kaldığı sürece kemale erme fırsatına sahiptir. Her ne kadar kısas ile katilin hayatını sona
erdirme hakkı maktulün yakınlarına verilmiş ise de, sûfî meşrep olanlar bu haktan feragat etmelidir. Suçlu
yakınları yine şeriatın bir emri olan affa veya diyete razı olmalıdır. Aksi takdirde kısas neticesinde öldürülen
suçlu manevi kemalâta ermekten ebediyyen mahrum kalacaktır. Bu ham bir meyveyi olgunlaşmadan
koparmak gibidir. İbnü’l-Arabî’ye göre bu durumun Kur’ân’daki delili ise Hz. Davud ve oğlu Süleyman’dır.
Hz. Davud, kral bir peygamber olarak pek çok savaşa katılmış ve bunun neticesinde pek çok düşman askerini
öldürmüştür. Buna binaen de kendisine mabedi yapma izni verilmemiştir. Her ne zaman Davud (a.s.) mabedi
yapmaya çalışsa kendiliğinde mabedin duvarları yıkılmıştır. Bu konuda Allah Teâla’nın izninin olmadığını
hisseden Davud (a.s.) Rabbine yalvararak bunun sebebini sormuş ve cevaben kendisine Hak Teâlâ şöyle
buyurmuştur: Benim mabedim çokça kan döken birinin elleri ile inşa edilmeyecektir. Bunun üzerine Hz.
Davud; “Ya rab ben bu kanları senin rızan için senin yolunda dökmedim mi?” Hak Teâla bu soruya şöyle
cevap verir: “Evet öyle ama yine de onlar benim kullarımdır öyle değil mi?” Bu hikâyeyi anlattıktan sonra
İbnü’l-Arabî şu neticeye varır: Allah’ın kullarına karşı merhametli olmak onlara -bazen kaçınılmaz olsa bile-
1766
Bkz. Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, İstanbul, 1992, I, 493; Zemahşerî, Tefsiru’l-Keşşaf, Beyrut, 1993, I,
218; Taberî, Tefsiru’t-Taberi, Beyrut, 2001, II, 137-138; Fahreddîn Râzî, et-Tefsiru’l-Kebir, Beyrut, t.s., V, 48-49.
1767
Konuk, Fusûsu’l-hikem, III, 297.
gazap gösterip kanlarını dökmekten daha iyidir.1768
Bu durumda savaşta nefsi savunurken bile insan öldürmek İbnü’l-Arabî’ye göre çok övünülecek bir durum
değildir. O, kamu düzenini koruma durumu hariç insanlara kısas uygulamanın iyi olmadığını ifade eder.
Suçluyu affederek ona kendini düzeltme şansı verilmesi ona göre çok daha iyi bir seçenektir.1769 Tabi bu tür
aflar kişisel suçlarda ve hadlerin olmadığı durumlardadır. Açıkça ayet ve hüküm bulunan konularda suçlulara
merhamet gösterilemez, zîra bu, ayet ile yasaklanmıştır. Mesela, hırsızlık ve zina gibi suçlar Allah hakkına
girdiği ve kamu düzenini bozduğu için buralarda af mümkün değildir. İbnü’l-Arabî’nin aftan kastı kulun kendi
hakkından vazgeçebilme imkânı olan kısas uygulamalarındadır. Zîra bazılarının zannettiği gibi kısas katillere
verilebilecek tek ceza değildir, diyeti veya affı tercih etmek de şerʻan mümkündür.1770 İbnü’l-Arabî’nin bu
görüşleri bazı sûfî müfessirler tarafından da benimsenmiştir. İbn Acîbe bu durumu azimet olarak görür ve
şöyle der:
“Sözde azimet herkese yumuşak ve güzel söz söylemek; amelde azimet ruhsatlara kaçmamak, amellerden en
iyisini seçmek, yani kalbî amellerde bulunmak; cezai konularda azimet ise maruz kalınan herhangi bir
haksızlık konusunda kısas isteme yerine suçluyu affetmektir.”1771
İbnü’l-Arabî mümkün olan her durumda Kur’ân ayetlerini insanların affı hususuna doğru yorumlamıştır.
Bugün kelime-i şehadet getiren Müslümanları bile acımasızca din adına öldüren grupların ortaya çıkması
maalesef İslam âleminin tasavvufî ruhtan uzaklaşmasının bir göstergesidir. Âyetleri sadece zahirine göre
yorumlayan, arka plandaki hikmeti göremeyen kısır görüşlü din anlayışları maalesef İslam âlemini kan gölüne
dönüştürmüştür.
İbnü’l-Arabî’ye göre kamu düzeni bozulmadığı durumlarda kısas isteyerek bir insanın hayatını sonlandırmak
onu ebedi olarak karanlıklara mahkûm etmektir. Hâlbuki Rabbimiz rahmetinin gazabını geçtiğini haber
vermektedir. Bundan dolayı kısas AllahTeâlâ’nın merhametine aykırıdır, merhamet suçluya tövbe fırsatı
verilmesi ve onun kendini dinen ve ahlâken kemale erdirme şansı verilmesidir. Kısacası İbnü’l-Arabî
affetmenin mümkün olduğu durumlarda idam cezasına karşıdır.
Kimler insan-ı kâmil olabilir?
İbnü’l-Arabî’ye göre Allah tüm insanları kemâle erme, halife olma sırrı ile yaratmıştır. Yukarıda tartışıldığı
üzere buna suç işleyen kimseler bile dahildir. Ne var ki bu mertebenin ele geçmesi için kulun gayret etmesi,
ter dökmesi gerekir.1772 Bunu yapmayan ve sadece maddî zevkler peşinde koşanlar hiçbir zaman kemâle
eremez ve gerçek mutluluğu yakalayamazlar. İnsanların çoğu ruhlarını değil de bedenlerini
mükemmelleştirmenin peşindedirler, kemalâtı yanlış yerde aramaktadırlar. Bütün ruhlar dünyaya gelmeden
önceki hayatlarında Allah’ı bilmekte idiler; “Ben sizin Rabbiniz değil miyim,” sorusuna “Evet, sen bizim
Rabbimizsin” diye cevap verdiler (Araf, 7/172). Ama ruh, dünyaya inip cesede yerleşince onun hevâ ve
hevesinin peşine düştü, daha önce sahip olduğu yüksek marifetleri unuttu. İşte tasavvuf insanı gafletten
uyandırıp tekrar Rabbi ile buluşturmanın yoludur. Bu vuslat ise kendiliğinden olmaz, ciddi bir mücadele
gerektirir ki İmam Rabbânî nefis ile yapılan bu mücadeleyi hadiste geçtiği üzere büyük cihat olarak ele alır ve
şöyle der:
Ruhun, manevi ilerleyişi ve terakkisi nefse muhalefet etmekle olur. Nefse muhalefet edilmez ise
terakki nasıl olacak? Kâinatın Efendisi (s.a.v.) kâfirlerle savaştan dönerken buyurdular ki: “Küçük
savaştan büyük savaşa döndük.” Nefisle savaşa büyük savaş demişlerdir.1773
Adına seyr u süluk dediğimiz manevi yolculuk insanın Allah tarafından kendisine verilen gizli kabiliyetlerini
ortaya çıkarmasına yardım eden sistemin adıdır. Bu süreç sonucunda insan Hakk’ın halifesi olabilecek kemale
erer. Bu ise şeyhin yardımı ile olur, sülûk esnasında mürşid insana ayna tutar ve ona kendisini tanıtır. Sufilerin
sıkça kullandığı “Kendini bilen rabbini bilir” sözü bu manaya işaret eder. Hâlbuki günümüzde uzayın
derinliklerine gitmek için can atan modern insan, her gün yeni bir galaksi keşfederken maalesef kendine daha
da yabancılaşmakta, Rabbinin fıtratına koyduğu merhamet, sevgi, empati gibi duygulardan hızla
uzaklaşmaktadır. Çağın bu gidişatı nice Müslümanları da etkisi altına almakta, manevi terbiye gayretleri
garipsenirken, hazlar ve menfaatler baş tacı edilmektedir. Nitekim dünyanın kan gölü hâline gelmesinin sebebi
bu tür egoist insanların siyaset, ekonomi, tıp ve hatta dinî sahalarda bile başa geçmiş olmalarıdır. Netice
1768
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 168
İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye’den Öğütler Pınarı, trc. Adem Ergül, Erkam Yayınları, İstanbul, 2006, s. 111.
1770
Ibn ‘Arabi, Füsusu’l-hikem, ed. Mahmud Matarcı, Beyrut, 1994, VIII, 330-331.
1771
İbn Acîbe, el-Bahru’l-medîd, VI, 250.
1772
Ibn Arabi, “Whoso Knoweth Himself from the Treatise on Being: Risale-t-ul-wujudiyyah by Ibn 'Arabi ,
Cheltenham, Beshera pub. 2007, s. 23
1773
İmam Rabbânî, Mektubat, I, 41. Mektup.
1769
olarak yaratılış gayesini bilmeyen ve buna göre yaşamayan bir insan öncelikle kendine, sonra da tüm
çevresine tehlike arz eder.
KAYNAKÇA
Akarpınar, Bahar, “Mevlâna Celâleddin Rûmî’nin Mesnevi ve Rubâiyyat’ında Meyve ve Üzüm Sembolleri,”
Bilig, 2005, no: 32.
Amin Ahsan Islâhi, http://www.renaissance.com.pk/marefl96.html (E.T. 24.09.2018)
Coates, Peter, Ibn ‘Arabi and Modern Thought, Anqa Publishing, Oxford, 2002.
Elmalılı Hamdi Yazır, Hak Dini Kuran Dili, İstanbul, 1992, I-X.
Ghurab, Mahmud, Sharhu Füsusu’l-hikem, Damascus, 2000.
Hucviri, Kashf al-mahjub, trc. Reynold A. Nicholson, Gibb Memorial Trust, London, 1970.
Ibn ‘Arabi, “al-Wasiyya”, Rasa’il-i Ibn Arabi, ed. M. Şehabuddin el-Izzi, Beirut, 1997.
Ibn ‘Arabi, “Chapter on Adam,” Fusus al-hikam, edt. Abu’l-Ala Afifi, Beirut, 1980.
Ibn ‘Arabi, Füsusu’l-hikem, ed. MahmudMatarcı, Beirut, 1994.
Ibn ‘Arabi, Kitabİnsha’ ad-dawa’ir al-ihatiyya, trans. Paul Fentonand Maurice Gloton, Éditions de l'éclat,
Paris, 1996.
IbnArabi, Whoso Knoweth Himself fromt heTreatise on Being: Risale-t-ul-wujudiyyahbyIbn 'Arabi,
Cheltenham, Besherapub. 2007
Izutsu, Toshihiko, Sufism and Taoism, A Comparative Study of Key Philosophical Concepts, California
UniversityPress, 1984.
İbn Acîbe, el-Bahru’l-medîd, Beyrut, 2005, (I-VIII)
İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye’den Öğütler Pınarı, trc. Adem Ergül, Erkam Yayınları, İstanbul, 2006.
İbnü’l-Arabî, “What the student needs,” JMİAS, 1986, c.5.
İbnü’l-Arabî, Fütûhâtü’l-Mekkiyye, I, (Beirut, nd).
İmam Rabbânî, Mektubat, İstanbul, 2004, I-III.
Jung, Carl Gustav, The Undiscovered Self, Routledge, London, 2002.
Konuk,Ahmed Avni, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, ed. Mustafa Tahralı, SelcukEraydın, İFAV Yayınları,
İstanbul 1987, I-IV.
Konuk, Ahmed Avni, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, yay. haz. Mustafa Tahralı, İz Yayıncılık, İstanbul
2004.
Mevlâna, Mesnevî, trc. Veledİzbudak, Konya, Konya Büyükşehir Belediyesi Yay: no: 60, I-VI
Râzî, Fahreddîn, et-Tefsiru’l-Kebir, Beyrut, t.s., I-XXXIII.
Sitti Acem, Şerhu Meşâhidi’l-esrâri’l-kudsiyye, ed. Bekri Alâeddîn-Suâd Hakîm, el-Ma’hedü’l-Fransiyyuli’şşarki’l-evsat, Dımaşk 2004.
Taberî, Tefsiru’t-Taberi, Beyrut, 2001, I-XXX.
Tümer, Günay, “Aslî günah,” DİA, 1991, III, 496-497.
Zemahşerî, Tefsiru’l-Keşşaf, Beyrut, 1993, I-IV.
HAKÎKAT ARAYIŞINDA SON İNSÂN-I KÂMİL: İBNÜ’L-ARABÎ’DE
HÂTEMÜ’L-EVLÂD MEFHUMU
Zeliha ÖTELEŞ*
Özet
İbnü’l-Arabî, Füsûsu’l-Hikem isimli eserinde “hâtemü’l-evlâd”dan bahseder. Son insân-ı
kâmil için bu şekilde bir isimlendirme yapan İbnü’l-Arabî, kıyâmetten önce kesretten vahdete dâvet
eden bu son insân-ı kâmilin Şît Peygamberin ayak izi üzerinde bulunduğu bilgisini bize Şît Fassında
verir. Şît Peygamberin Hâbil ile Kâbil hâdisesinden sonra Hz. Âdem’in teskîni için Hakk’ın bir
armağanı olarak gönderildiğini belirten İbnü’l-Arabî, Şît Peygambere Hikmet-i Nefsiyyeyi,
“atâullah” ve “hibetullah” mânâsında tahsîs buyurmuştur. Şît Fassının sonunda da “hâtemü’l-evlad”
ile Şît Peygamber arasında bir irtibat kurmaktadır. İbnü’l-Arabî, “hâtemü’l-evlâd” ve onun
zamanında iman edenlerin rûhunun kabzedilmesinden sonra dünyada insan sûretinde varlıkların
hayvanât gibi kalacağını ve kıyâmetin de o insan sûretindeki varlıklar üzerine kopacağını belirtir.
İnsanlığın Hakikat arayışında, son insân-ı kâmil hakkında bilgi sahibi olmanın faydası nedir?
İbnü’l-Arabî kıyâmet öncesi ortaya çıkacağını iddia ettiği “hâtemü’l-evlâd” hakkında bilgi vermek
ile neyi murâd etmiştir? Neden Şît Peygamberin ayak izi üzerinedir? Son kâmil insan nerede ve nasıl
ortaya çıkacaktır? “Hâtemü’l-evlâd” ifâdesi mecaz ve hakikat arasında nasıl bir anlam içeriğini ihtivâ
eder? Bu gibi soruların kesin cevabını bulup apaçık meseleyi ortaya koymak ne derece mümkündür?
Bu çalışma ile İbnü’l-Arabî’nin eserleri bağlamında, özellikle Füsûsu’l-Hikem ve şerhleri
çerçevesinde işâret edilen “Son Kâmil İnsan” üzerine yapılan mülahazaları bir araya getirmek ve
dünyada yaşayacak son insan-ı kâmil ile kastedilen kişinin, hakikat arayışındaki konumu anlaşılmaya
çalışılacaktır.
Anahtar Kelimeler: İbnü’l-Arabî, Füsûsu’l-Hikem, Hâtemü’l-evlâd, İnsân-ı Kâmil, Şît Peygamber,
Kıyamet.
The Last Perfect Man (al-Insān al-kāmil) in Search of Divine Truth: Ibn
Arabî’s Seal of Children Conception
Abstract
Ibn Arabî mentioned “the seal of children” in his work named “Fusûs al-Hikam”. For the last
perfect man, Ibn Arabî chooses to name this way, and in Seth chapter he gives the information that
the last perfect man who invites people from partiality to unity before the the judgement day, will be
on the footprints of Prophet Seth. Ibn Arabî emphasizes that God sent Prophet Seth as a gift to
Prophet Adam to relieve him after the incident of Abel and Cain, and Ibn Arabî indicate individual of
Prophet Seth as Gift of God (Atāullah) and Mercy of God (Hibetullah). Prophet Seth and the seal of
children are found in correlation at the end of chapter Seth. Ibn Arabî expresses that the seal of
children and followers of his time will deliver their souls, after that the remaining humans in the
world to be like animals and they will face apocalypse. What is the use of having information about
last perfect man to the search of humanity for truth? What Ibn Arabî aimed by giving information
about the seal of children, and claiming that he will appear before Apocalypse? Why the seal of
children on the footprints of Prophet Seth? Where and when will the last perfect man will appear?
Which meanings that include expression of “the seal of children” between figurative and literal
speeches? How likely to find answers to all these questions and reveal the matter clearly? By this
study surveys with in the context of Ibn Arabî’s works, especially Fusûs al-Hikam and its
interpretation that points “last perfect man” will tried to be gathered, and the person regarded as “last
*
Dr. Öğretim Üyesi, Adıyaman Üniversitesi, İslami İlimler Fakültesi, Tasavvuf Bilim Dalı.
perfect man” on earth and his position in search of divine truth will tried to be understood.
Key words: Ibn Arabî, Fusûs al-Hikam, Seal of Children, Perfect man(Al-Insān al-kāmil),
Prophet Seth, Judgement Day.
Giriş
İbnü’l-Arabî üzerine okumalarım Lisans zamanlarında başlamıştı. İslam Felsefesi alanında
Tedbîrât-ı İlâhiyye üzerine Yüksek Lisans tezimi tamamladıktan sonra Tasavvuf alanında Doktora
öğrenciliğimin başlarından itibaren Fusûsu’l-Hikem okumalarım da başlamıştı. A. Avni Bey’in Şerhi
ile başladığım Fusûs okumalarımda Şît Fassına geldiğimde “hatemu’l-evlad” ifâdesiyle ilk kez
karşılaşmıştım. 2008 yılında Dımaşk’ta özel ders aldığım Prof. Dr. Bakri Aladdin Bey ile 2011’de
Konya’da gerçekleşen II. Sadreddin Konevî Sempozyumunda, zihnimi meşgul eden bu mesele
hakkındaki sorularımı yönelttim. Hocam, “Min acâibi’l- İbn Arabî / İbnü’l-Arabî’nin
acâipliklerinden” demişti. O vakitten beri Fusûs üzerine çalıştıkça bu sorular yeniden zihnimi meşgul
etmeye devam etti. Bu Sempozyum vesilesiyle bu sorulara cevap arama imkânı oluştu. Yine bu
Sempozyum vesilesiyle Prof. Dr. Bakri Aladdin Beyefendiye yedi yıl önceki cevabını
anımsattığımda, İbnü’l-Arabî şârihlerinden Sainüddin Ali b. Muhammed et-Türke’nin İbnü’lArabî’nin anlaşılması güç ifâdeleri için “min Moğoliyyât-ı İbn Arabî/İbnü’l-Arabî’nin Moğolca
ifâdelerinden” dediğini nakletti. İbnü’l-Arabî’nin anlaşılmazlığını belirtmeye çalışan bu ifâdelere
rağmen, bu tebliğde İbnü’l-Arabî’nin anlaşılmaz ifâdelerinin açıklığa kavuşturulacağına dâir bir iddia
taşımadığımı belirtmek isterim.
Ulaşabildiğim Fusûs şerhlerinde şârihler, bu meseleyi nasıl anlamışlardı? Mesih- Mehdi
inancı ile “hâtemü’l-evlâd” arasında bir bağ kurulabilir mi? “Hâtemü’l-evlâd”ın Çin’de doğacağını
iddia eden İbnü’l-Arabî için Çin neresidir? İkiz olarak doğacak olması sembolik midir? Bu sorulara
verilen cevapları ele alacağımız bu tebliğde öncelikle Şît Peygamber hakkında bazı bilgiler verelim.
1- Şît Peygamber Hakkında Kısa Bir Bilgi
Şît,ismi Kur’an’da yer almayan peygamberlerdendir. Âdem peygamberin üçüncü oğlu olduğu
bilinmekle birlikte, hakkındaki bilgilerin ekserîsi İsrâilî kaynaklara dayanmaktadır. Şît Peygamber,
Mûsevî geleneğinin yanı sıra Îsevî geleneğinde, ortaçağda yaşayan putperest Harrânîler’de, Gnostik
geleneklerde ve Sabiî (Manden) geleneğinde mukaddes bir yere sâhiptir.1774 Müslüman âlimler de
Hz. Peygamberin soy kütüğü içinde Şît’e yer verir.1775 Hemen hemen bütün inançlarda âdeta
mitolojik bir karakter olarak yer alan Şît Peygamber, hakîkat yolunda takip edilmesi gereken bir ışık
gibi görülmektedir.
Cennette yaratılan Âdem, ilk insan ve peygamberdir. Ancak, insan yaşamının bütün
aşamalarından geçen ilk peygamber Şît’tir. Dolayısıyla Hz. Muhammed’e gelene kadarki tüm
Peygamberlerin de atasıdır. Öyle ki İbn İshak, Hz. Âdem’in çocukları arasında Hâbil’in zürriyetinin
olmadığını, Kâbil’in zürriyetinin ise Nûh Tûfânında ortadan kalktığını, dolayısıyla insanlığın
Âdem’den sonraki ikinci atasının Şît olduğunu aktarır.1776
Şît kelimesi İbrânî dilinde “atâullah” mânâsındadır. Araplar ise bu kelimeyi, Şîs şeklinde
telaffuz ederler.1777 Taberi ise Şît isminin Süryânice olduğunu ve “Tanrı’nın bağışı” anlamına
geldiğini kaydeder.1778 Hâbil’in Kâbil1779 tarafından katledilmesi sonucu Hz. Âdem’in teskîni için
Hakk’ın gönderdiği kabul edilen Şît Peygamber, İbnü’l-Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem isimli eserinde,
1774
Geniş bilgi için bakınız: Şinâsi Gündüz, “Şît”, DİA, C. 39, s. 214-215.
Şinâsi Gündüz, “Şît”, DİA, C. 39, s. 215.
1776
İbn İshak’tan naklen Şinâsi Gündüz, “Şît”, DİA, C. 39, s. 215.
1777
Konuk, Ahmed Avni, Fusûsu’l- Hikem Tercüme ve Şerhi, I, s. 181, 236.
1778
Taberî’den naklen Şinâsi Gündüz, “Şît”, DİA,C. 39, s. 214.
1779
Hâbil ve Kābil kıssası Kur’ân-ı Kerîm’de özlü bir şekilde nakledilirken (el-Mâide 5/27-31), gerek tarih ve tefsir
kitaplarında, gerekse kısas-i enbiyâ türünden eserlerde ayrıntılı olarak anlatılmaktadır. Bu bilgilere göre Hz. Havva biri
kız, biri erkek olmak üzere her batında iki ve toplam yirmi batında kırk çocuk dünyaya getirmiş, sadece Hz. Şît tek
doğmuştur. Ayrıntılar için bakınız. Ömer Faruk Harman, “Hâbil ve Kâbil”, DİA, C. 14, s. 377. Hz. Şît’in tek doğduğuna
dâir kesin bilgiler bulunmamakla birlikte, İbnü’l-Arabî Fusûsu’l-Hikem’de Şît Fassında ikiz doğduğunu aktarmaktadır.
İbnü’l-Arabî şârihleri de bu bilgiyi teyid etmektedirler. Çalışmamızın “Hâtemü’l evlâd” kısmında bu bilgiye
değinilecektir.
1775
Hz. Âdem için “nefes-i rahmânî” olarak “hikmet-i nefsiyye” şeklinde isimlendirilir. Ulûm-ı
vehbiyye, atâya-yı zâtiyye ve atâyâ-yı esmâiyyenin Şît’in kalbine vârid olduğu yine İbnü’l-Arabî
tarafından zikredilir.1780 A. Avni Konuk Bey, Hz. Âdem’in teskîni yine Hz. Âdem’den olmuştur
diyerek, burada “Çocuk babasının sırrıdır.” hadisi ile Hz. Şît’in bâtınının Hz. Âdem’in bâtınına
tevâfuk ettiğini, insana kendi hakîkati olan ayn-ı sâbitesinin hâricinde hiçbir şeyin gelmeyeceğini,
özetle kişiye kendisinin hâricinden hiçbir atâ (ihsan) vârid olmayacağını belirtir.1781 Âdem’in teskîni
yine Âdem’dendir. Bu ihsân, Âdem’in sırrı olan Şît’dir. İbnü’l-Arabî son insân-ı kâmil için
“hâtemü’l evlâd” ibâresini kullanırken neden Şît Peygamber’e atıfta bulunmuştur? Bu sorunun
cevabını aramak için, genelde İslam düşüncesinde özelde sûfiler indinde, özellikle İbnü’l-Arabî’de
“Hâtem” mefhûmuna değinmemiz gerekecektir.
2- İbnü’l-Arabî’de “Hâtem” Mefhumu: Hâtemü’l-Enbiyâ-Hâtemü’l-Evliyâ ve
Hâtemü’l-Evlâd
“Yüzük, üzerinde mühür bulunan yüzük, en son, sonuncu”1782 anlamlarına gelen hâtem,
Kur’an-ı Kerîm’de Hz. Peygamberi ifâde edecek şekilde “hâtemü’n-nebiyyîn” (el-Ahzâb 33/40)
Allah’ın nebîlerinin sonuncusu olduğu açık şekilde belirtmektedir. Her resûlün nebî, ancak her
nebînin resûl olmadığı gerçeğinden hareketle, Kur’ân-ı Kerîm’de nebîlerin sonuncusu olarak
zikredilmesi, aynı zamanda resûllerin de sonuncusu olduğunu göstermektedir.
Hadis kaynaklarında yer alan çeşitli rivâyetlerde belirtildiği üzere, Hz. Peygamber nebîlerin
sonuncusudur. Risâlet ve nübüvvetin kendisiyle sona erdirildiğini açıklamış (meselâ bk. Müsned, II,
412; III, 266; Buhârî, “Menâķıb”, 18; Müslim, “Mesâcid”, 5, “Îmân”, 327); kendisini, bütün
bölümleri ikmâl edilip yalnız bir tuğlası eksik kalan güzel bir sarayı tamamlayan tuğlaya benzetmiş,
böylece başka bir peygambere ihtiyaç kalmadığına dikkat çekmiştir (Müslim, “Fezâil”, 20-23)1783 Bu
noktada sûfîlerden Hakîm et-Tirmizî başta olmak üzere pek çok sûfî “hatm-i nübüvvet” inancından
hareket ederek “hatm-i velâyet” teorisini geliştirmiştir. Buna göre bir “hâtemü’l-enbiyâ” olduğu gibi
bir “hâtemü’l-evliyâ” da olmalıdır. Zira velâyet nübüvvetin bâtınıdır. Nübüvvetin zâhiri dinî
hükümleri ve şeriatı haber vermek, bâtını ise haber verilenleri bizzat yaşamak ve bu şekilde nefislere
tasarrufta bulunmaktır. Her ne kadar tebliğ etme bakımından nübüvvetin zâhiri tamamlanmışsa da
ilâhî kemâlin yeryüzüne yansımaları olarak kabul edilen velîlerin tasarruf görevleri sürdüğünden
nübüvvet velâyet şeklinde devam etmektedir.1784
“Hâtemü’l-enbiyâ”nın Hz. Muhammed olduğu mutlaktır. İbnü’l-Arabî Allah ismi câmi‘nin
altındaki bütün isimlerin hükümlerinin i‘tidâl üzere zuhûr etmesi sonucu Hz. Muhammed’in
“hâtemü’l-enbiyâ” olduğunu Fusûs’un Üzeyr Fassında zikreder. Öyle ki Hakk’ın tecelli eden esmâsı,
biri diğeri üzerinde gālib olmaksızın i‘tidâl dairesinde kemâl veçhi üzeredir. Hak, diğer enbiyâ ve
evliyâsında dahi bütün isimleriyle zâhir olmuş olsa bile onlarda “i‘tidâl” üzere
değildir.1785“Hâtemü’l-enbiyâ” bu şekilde îzah olunduktan sonra “hâtemü’l-evliyâ” hakkında tafsîlî
bilgilere geçebiliriz.
Sözlükte, “Cenâb-ı Hakk’a yakınlık mertebesini kazanmış olan seçkin kul, Allah’ın dostu ve
sevgili kulu” anlamına gelen velî, Türkçede velînin çoğul şekli olan “evliya” tekil mânâda kullanılır.
Kelime sözlüklerde hem fâil hem mef‘ûl mânasında yer aldığından Kur’an’da Allah müminlerin,
müminler Allah’ın; şeytan inkârcıların ve zâlimlerin, inkârcılar ve zâlimler de şeytanın velîsi olarak
zikredilir (el-Bakara 2/257; Âl-i İmrân 3/68; el-Mâide 5/55; el-A‘râf 7/196; eş-Şûrâ 42/9). Ayrıca
müminler müminlerin ve kâfirler de kâfirlerin evliyâsıdır (et-Tevbe 9/71; el-Enfâl
8/73).1786Kur’an’da yer alan “velî” kelimesini çeşitli vecihlerden ele alan Mukātil b. Süleyman, elVücûb ve’n-nezâir isimli eserinde kelimenin veled(çocuk) mânâsında olduğunu söyler. Hz.
Zekeriyya Meryem Sûresinde rabbine “فَ َهبْ ِلي ِمن لَّدُنكَ َو ِليًّاTarafından bana bir velî (oğul)
1780
Konuk, Fusûs Şerhi, I, s. 181-183.
Konuk, Fusus Şerhi, C. I, s. 236-237.
1782
Kubbealtı Lugatı, II, 2006, s.1204.
1783
Metin Yurdagür, “Hatm-i Nübüvvet”, DİA, C. 16, s. 478.
1784
Metin Yurdagür, “Hatm-i Nübüvvet”, DİA, C. 16, s. 479.
1785
Konuk, Fusûs Şerhi, C. 3, s. 54.
1786
Süleyman Uludağ, “Velî”, DİA, C. 43, s. 25; Kur’ân-ı Kerîm’de velâyet kavramının kullanımı ile ilgili geniş bilgi için
bakınız: Sürmeli, Mehmet “Kur’ân-ı Kerîm’de Velâyet Kavramı”, Tasavvuf, sy. 9 (2002), s. 303-336.
1781
ver.”(Meryem, 19/5) diye dua ederken “veled” yani çocuk istemektedir. 1787 Velî kelimesinin, âyette
velet mânâsında kullanılmış olması “hâtemü’l-evlâd”(çocukların sonuncusu) ile kast edilenin
“hâtemü’l-velî”olma ihtimâlini metin boyunca hatırda tutmamızı gerektirebilir.
Birine yakın olmak demek onun dostu olmak demektir ve güçlü birinin dostu olmak sûretiyle
herhangi bir kişi belli bir kudrete mâlik olmuş olur. Bu sayede güç (kudret) de (vekâleten)
devredilebilir olmaktadır. Arapça’da velâyet kelimelerinin her ikisi de bu devir (vekâlet verme)işini
ve devredilen şeyi ifade eder. O halde biz şöyle diyebiliriz: Velî ya davelîyullâh, Allah ile özel ve
ayrıcalıklı bir ilişkisi olan kimseyi tanımlamaktadır ve bu ilişki velâyet olarak isimlendirilmektedir.
Herhangi bir kimse Allah’la olan bu ayrıcalıklı ilişkiye nasıl nâil olur ve bir kere bunu elde etti mi bu
(ilişki)hangi yolla kendisini ifşâ eder? Kısaca şöyle cevap verilebilir: Allah dostu denilen kişi (velî),
yükümlülüklerinin gereğini yerine getirmek suretiyle Allah’a yakın olma makâmına erişen
kişidir.1788Velâyet hakkına sahip velî, velîyullah olarak Allah adına tasarrufta bulunabilen kimseler
olarak tasavvuf terminolojisinde yer edinmiştir. Bu tasarrufta bulunma hakkı, zaman zaman velî
mefhumu etrafında mitolojik anlatılara ve sözde velîlerin ortaya çıkmasına da sebebiyet vermiştir.
Mutasavvıflar velî hakkındaki görüşlerine eserlerinde yer vermişlerdir. Ebû Nuaym elİsfahânî evliyânın ayırt edici niteliklerinden bahseder. Ebû Süleyman ed-Dârânî, Ahmed b. Ebu’lHavârî, Sehl b. Abdullah et-Tüsterî, Ebû Saîd el-Harrâz, Cüneyd-i Bağdâdî, Hallâc-ı Mansûr gibi ilk
dönem sûfîleri nübüvvet-velâyet ilişkisine değinmekle birlikte konu hakkında ilk müstakil eser
Hakîm et-Tirmizî’nin Hatmü’l-evliyâ1789sıdır. Hakîm Tirmizî velâyeti iki kısma ayırır: Velîyyullâh
ve velîyyu hakkillâh. Ancak buradaki gâyemiz Hakîm Tirmizî’nin velâyet anlayışını aktarmak değil;
sadece İbnü’l-Arabî’de velâyetin Hakîm Tirmizî’den mülhem olduğuna değinmektir.
Tasavvuf düşüncesinin üzerine inşâ edildiği kavramlardan biridir velâyet. Öyle ki, hâl ve
makāmlar, esâsında velâyete götüren süreçlerdir. Seyr u sülûk (mânevî eğitim) ile gâye isim ve
sıfatlarla tahakkuk etmektir. Velâyetin tasavvuf düşüncesinde kronolojik bir şekilde nasıl
tanımlandığı, velâyetin kaynağı, velîlerin birbirini tanıyıp tanımaması, ricâlü’l-gayb mevzusu,
velâyet-nübüvvet arasındaki üstünlük tartışmaları, velâyet-verâset ve velâyet bilgisinin bağlayıcılığı
gibi pek çok mesele üzerinde durmak gerekli olsa da burada esas itibâriyle İbnü’l-Arabî için anahtar
kavramlardan biri olan “hâtemü’l-evliya” (velîlerin sonuncusu) meselesi üzerinden konuyu ele
alacağız.İbnü’l-Arabî, insân-ı kâmil ile aynı anlama gelen velîvelâyet hakkına sahip olmayı iki kısma
ayırır. İbnü’l-Arabî, Futuhât’da öncelikle iki tür hâtemden bahseder: Hâtem-i Velâyet-i âmme (genel
anlamda velîliğin hâtemi) ve Hâtem-i Velâyet-i hassâ-i Muhammediye (Muhammedî velîliğin
hâtemin). İbnü’l-Arabî, Genel anlamda velîliğin hâteminin Hz. İsa olduğunu belirtir. O, âhir zamanda
“vâris ve hâtem” olarak ineceğini ifâde eder. Hz. Muhammed, kendisinden sonra yasa koyucu
nebîliğin bulunmadığı nebîliğin sonudur. Hâlbuki Hz. Muhammed’den sonra büyük
peygamberlerden ve nebîlerin seçkinlerinden Îsâ gelir. Fakat İsâ’nın hükmü –başkasına âit olan
zamanın hükmü nedeniyle- ortadan kalkar. Hz. İsâ’dan sonra “genel nebîlik” (salt haber ve bilgi
veren) özelliğiyle bir velî olmayacaktır.1790Futûhat’da okuduğumuz bu cümlelerin benzerini
Fusûs’da şu şekilde okumaktayız: “Âhir zamanda Îsâ gelecek, ancak nübüvvet ve risâlet cihetiyle
değil velâyet itibariyle olacağından resûl-i müşerrî (şeriat koyucu resûl) sayılmaz.”1791Ahmed Avni
Konuk ise Fusûs Şerhinde bu meseleyi şu şekilde tasnîf eder:1792
1-Velâyet-i mutlaka-i ilâhiyye: Bu tür velâyeti “( ”وهو الولي الحميدO, hakîki dosttur, övülmeye
lâyık olandır.) Şûrâ Sûresi 28. Âyete dayandırır. Bu tür velâyete, velâyeti mutlak ve velâyet-i âmme
de denilmektedir. Ona Hâtem-i ekber derler. İsâ İbn Meryem’dir.
1787
Bkz. İsmail Hakkı Ünal, “Kur’an ve Sünnet Açısından Kutsiyet, Velâyet ve Kerâmet”, İslâm Düşünce Geleneğinde
Kutsiyet Velâyet Kerâmet, (Editör: Yusuf Şevki Yavuz), İstanbul: Kuramer yay., 2017, s. 23.
1788
Radtke, Bernd, “İbnü’l-Arabî’nin Öncülerinden Biri: Hakîm Tirmizî ve Velâyet Görüşü”, çeviren: Salih Çift,
Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, 2007, cilt: IX, sayı: 21, İbnü’l-Arabî Özel Sayısı, s. 503.
1789
Eser Salih Çift tarafından Türkçe’ye aktarılmıştır: Hakîm Tirmizî, Hatmu’l-evliya Velîliğin Sonu Velâyet- Nübüvvet
Tartışması, (haz.: Salih Çift), İstanbul, İnsan yay., 2006.
1790
Futûhât-ı Mekkiyye, C. 6, s.236.
1791
Fusûs, C. 3, s. 106.
1792
Velâyet dört kısma da ayırılmaktadır: a. Velâyeti uzma; son peygamberin velâyetidir. b. Velâyeti kübra; öbür
peygamberlerin velâyetidir. c. Velâyeti vusta; evliyânın velâyetidir. d. Velâyeti suğra; tüm mü'minlerin velâyetidir. Bkz.
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1995, s. 564.
2-Velâyet-i hassâ-i Muhammediye: Buna “mişkât-i hâtem-i velâyet” de derler. Bu tür
velâyete velâyet-i mukayyed ve velâyet-i hâssâ da denilmektedir. Ona “hâtem-iasgar” denilmektedir.
O hâtem, İbnü’l-Arabî’dir.
a)Tasarruf-ı ma’nevî ve sûrî beynini câmi olan. (Ma’nevî ve maddî olanı bir arada tutan); bu
kişi Hz. Ali’dir. Hâtem-i kebîr’dir.
b) Tasarruf-ı ma’nevî ve sûrî beynini câmi olmayan. (Ma’nevî ve maddî olanı bir arada
tutmayan); bu kişi Mehdî’dir. Hâtem-i sagir’dir.1793
İbnü’l-Arabî’ye göre yukarıda zikredilen velîlik türlerinin hepsinde “hâtem” bulunmaktadır.
Evliyâ (velîler) enbiyâ (nebîlerin) vârisidirler. Dolayısıyla velâyet-i İseviyyenin vârisi ise İsevî,
velâyet-i İbrâhimiyye ise İbrâhimî, İshâkî vesâir buna kıyas olunur. Öyle ki, ehl-i hakikat indinde
“falan velî falan peygamberin kademi veya kalbi üzerindedir” denilmektedir. Yani, peygamberde
olan ilim, tecellî ve hâller bu velîye o peygamberin vâsıtasıyla “mişkât-i hâtem-i velâyetten hâsıl ve
vâsıl olur” demektir. Binâenaleyh o velî, Muhammedî-i İbrâhimî, Muhammedî-i Mûsevî veya
Muhammedî-i Îsevî olur.1794Velâyeti her bir peygamberle ilişkilendiren İbnü’l-Arabî için bu
velîlerden sonuncusu(hâtemü’l-evliyâ) Muhammedî Hâtem olmalıdır.
Bu noktada şunu söyleyebiliriz: “Hâtemü’l-evlâd”, genel anlamda velîliğin (velâyet-i
mutlaka-i ilâhiyye/velâyet-i âmme) veya Muhammedî velîliğin hâtemi(Hâtem-i Velâyet-i hassâ-i
Muhammediye) olarak gelmeyecektir. Çünkü İbnü’l-Arabî, Hâtem-i Velâyet-i âmme (genel anlamda
velîliğin hâtemi) ile Hz. îsâ’yı zikrettikten sonra, Hâtem-i Velâyet-i hassâ-i Muhammediye
(Muhammedî velîliğin hâtemi) ile karşılaştığını bize aktarır. Bu kişinin, Arapların asâlet ve güç
bakımından en soylularından biri olduğunu ve o Muhammedî velîliğin hâtemi ile 595 senesinde
tanıştığını anlatır. O kimsede Hakkın insanların gözlerinden gizlediği alâmeti ve velâyet mührünü
Fas şehrinde gördüğünü belirterek, onun mutlak anlamda velîliğin sonuncusu olduğunu
söylemektedir. Öyle ki Allah, Hz. Muhammed ile yasa koyucu nebîliği sona erdirdiği gibi
Muhammedî velîliğin hâteminin de bu kişi olduğunu belirtmiştir.1795Bu noktada şunu hatırlatmakta
yarar var: Hz. Muhammed rüyasında nübüvvetin kerpiçten duvar sûretinde temsil olunduğunu, o
duvarda bir kerpicin eksik kaldığını ve Hz. Peygamberin “hâtemü’l-enbiyâ” olarak o eksik kerpici
tamamladığını aktarır. Hadis-i Şerifte Hz. Peygamber şöyle buyurmuştur: “Benden önceki nebilere
göre benim durumum, bir bina yapıp onu süsleyen ve güzelleştiren adamın meseli/ durumu gibidir.
Ancak onun köşelerinden birinde, bir kerpiç (taş ve tuğla) yeri hariç; (o buraya tuğlasını
koymamıştı). İnsanlardan binaya uğrayan herkes ona bakmaya, beğenmeye ve şöyle demeye
başladılar: ‘Keşke şu (boşluğu dolduracak kerpiç de konulsa.’ İşte o kerpiç benim. Ve ben nebilerin
sonuncusuyum.” (Sahîhu’l-Buhârî,Hadis No: 1441) Hz. Peygamberin rüyasında nübüvvetin
kerpiçten bina olunmuş bir duvar sûretinde temsil olunması ve o son boşluğu “hatemü’l-enbiyâ”nın
tamamlaması gibi “hâtemü’l-evliyâ”nın da böyle bir rüya görmesi gerektiğini Fusûs’da şöyle ifâde
eder: “Hâtemü’l-evliyâ”, Hz. Peygambere rüyâsında temsil olunan duvarı görür ve duvarda dahi iki
kerpiç mevzii görür. Duvarın kerpici, altın ve gümüştendir. Yani öyle bir duvardır ki, bir kerpici
altından ve bir kerpici de gümüşten olmak üzere binâ olunmuştur. Duvarda eksik olan altın ve gümüş
kerpici kendi nefsi ile tamamladığını görmelidir. Burada altın kerpiç, nübüvvetin bâtını olan velâyet;
gümüş kerpiç ise velâyetin zâhiri olan nübüvvettir.1796
İbnü’l-Arabî, Fusûs’da aktardığı “hâtemü’l-evliyâ”nın görmesi gereken rüyâyı, Mekke’de
1793
Avni Konuk, bu meseleyi Bosnevî’nin Şerhi ile Envâru’r-Rahmân’dan özetle alıntıladığını ifâde eder. Bkz.: Konuk,
Fusûs Şerhi, I, s. 213.
1794
Fusûs, I, s. 212. Cüneyd-i Bağdâdî (ö. 297/909) şu tespitte bulunmaktadır: Tasavvufun temeli, sekiz peygambere ait
şu hasletlerdir: Sûfî, sehâ ve cömertlikte İbrâhim (a.s.)’a tâbi olur. Çünkü o, cömertlik konusunda oğlunu kurban edecek
bir dereceye ulaşmıştır. Rızâda İsmâil (a.s)’a uyar. Zira Allah’ın emrine rızâ göstererek, aziz canını fedâ etmeye hazır
olduğunu söylemiştir. Sabıt hususunda Eyüp (a.s)’a uyar. Çünkü o, yaralarının kurtlanması belâsına sabretmiştir. İşârette
Zekeriyâ (a.s)’a uyar. Çünkü Allah onun için: “Rabb’ine gizli bir nidâ ile niyazda bulunduğu zaman…” buyurmuştur.
Gurbette Yahyâ(a.s.)’ya tâbi olur. Çünkü o vatanında garip ve yalnız idi, kavmi arasında kavminden garip idi. Seyahatte
ve gezgincilikte Îsâ’ya(a.s.) tâbi olur. Çünkü o, her şeyden tecerrüd ederek seyahat ederdi. O derece ki, bir bardakla bir
taraktan başka bir şeye sahip olmazdı. Bir şahsın avuçları ile su içtiğini gördüğü zaman bardağı atmış, diğer bir şahsın
parmakları ile saçlarını düzelttiğine şâhit olunca da tarağını fırlatmıştı. Yünlü giysiler giymede Mûsâ’ya (a.s.) tâbi olur.
Zira onun bütün elbiseleri sûf idi. Fakrda Muhammed (sav)’a tâbi olur.
1795
Futûhât-ı Mekkiyye, C. 6, s.236.
1796
Fusûs, I, s. 217-218.
599 senesinde gördüğünü Futûhât-ı Mekkiyye’de beyan eder. Dolayısıyla İbnü’l-Arabî şârihleri, onun
“hâtemü’l-evliyâ” olduğu düşüncesinde hemfikirdirler. Ancak, İbnü’l-Arabî, gördüğü rüyadan sadece
dört sene önce 595 yılında Fas’ta tanıştığı kişi de “hâtemü’l-velî” ise, “hâtemü’l-velî”ibâresi ile
anlaşılması gereken“yeryüzüne gelecek son velî” değil midir? Bu noktada erken dönem sûfilerin
eserlerinde yer alan “abdâl”(birbirinin yerine geçen) kavramı hatıra gelmektedir. Hakîm Tirmizî (ö.
320/932) Nevâdiru’l-usûl’de şöyle bir hadis nakletmektedir: “Abdâl otuz kişidir. Onların kalpleri
İbrâhim Peygamberin kalbi üzeredir.”1797 Bir başka hadise göre “Budelâ kırk kişidir. Yirmi ikisi
Şam’da, on sekizi Irak’tadır. Onlardan biri öldüğünde diğerlerinden biri onun yerine geçer. Kıyâmet
ânında ise hepsi ölürler.”1798Bu iki hadis arasında bir tenâkuzun bulunmadığını düşünür Hakîm
Tirmizî, öyle ki abdâl kırk kişidir, bunların otuzunun kalbi İbrâhim Peygamberin kalbi
üzeredir.1799Hakîm et-Tirmizî’nin eserlerinden anlaşıldığına göre abdâl ya da sıddîkûn denilen bu
kırk kişi velîler hiyerarşisinin en üstünde yer alan gruptur.1800 Bu bağlamda şu soruyu sorabiliriz:
İbnü’l-Arabî 595 senesinde Fas’ta karşılaştığı “hâtemü’l-evliyâ”nın vefâtı sonrasında mı, 599
senesinde“hâtemü’l-evliyâ”nın görmesi gereken rüyayı görmüştür? Bu soruya şimdilik cevap
veremiyoruz.
Sûfi tecrübesinin metafizik omurgası olan rüyânın, velâyetin kimde olacağının tespitinde de
son derece önemli bir yere sahip olduğu görülmektedir. İbnü’l-Arabî’nin bahsettiği altın ve gümüş
kerpiçten örülü duvarın rüyâda görülmesi gerektiği bilgisinin akabinde, rüyânın tâbir edildiğini de
görüyoruz. Öyle ki bu rüyada gümüş, zâhiri yani nübüvveti; altın ise bâtını yani velâyeti temsil
etmektedir. Burada velîliğin nebîliğe öncelendiği mânâsı ortaya çıkmaktadır. Bu sebepledir ki,
İbnü’l-Arabî’nin görüşlerini tenkîd edenler özellikle velâyeti nübüvvetten üstün görmesi fikrinin
İslâm’a uygun olmadığını, bu fikrin tıpkı filozofları peygamberlere üstün tutan felâsifenin anlayışı ile
kıyaslanmış, bu görüşü sebebiyle İbnü’l-Arabî’nin tekfir edilmesi meşrû gibi görülmeye ve
gösterilmeye çalışılmıştır. Bu hususta İbnü’l-Arabî’nin ne dediğine bakıldığında, “velî ve nebî”, iki
ayrı şahsiyet olarak kıyas edilmemekte, aksine her peygamberde nebîlik ve velîlik yönünün
bulunduğu kesin ve açık bir ifâde ile vurgulanmaktadır:
“Ehlullahtan birinin“Velî, nebî ile resûl fevkindedir” dediğini işîtsen o, bu kavl ile şahs-ı vâhidde murâd
eder. Nebî ve resûl olması haysiyyetiyle olan makāmından, onun “velî” olması haysiyyetiyle olan makâmı
etemmdir. Yoksa nebîye tâbi’ olan velî, nebîden a’lâ değildir. Zîrâ tâbi’, tâbi’ olduğu şeyde ebeden
metbû’u idrâk etmez. Çünkü eğer tâbi’ metbû’u idrâk edeydi, tâbi’ olmazdı, bunu iyi anla!” 1801
Bu cümleleri ile İbnü’l-Arabî, ithâm edildiği “Velîler nebilerden üstündür.” gibi bir iddiaya
cevap vererek, velâyet-nübüvvet hakkındaki görüşlerini kesin bir şekilde anlatmıştır. Yâni, velînin
nebî ile resûlün üstünde olması tek şahısta var olan velâyet nübüvvet ve risâlet i’tibâriyledir. Aksi
takdirde velîlerin, tâbi oldukları nebî ve resûllerden üstün olması düşünülemez. Çünkü tâbi olan velî,
tâbi olduğu şeyde tâbi olduğunu (nebî veya resûlü) idrak etmez. İdrak etse zaten tâbi olmazdı. Bu
bakımdan nübüvvetin bâtını velâyet iken, nübüvvetin zâhiri şer’î hükümlerdir.
Resûl
Risâlet (Tebliğ)
Velâyet
Nübüvvet
Velâyetin zâhiri nübüvvet; nübüvvetin bâtını velâyettir.
Şekil 1: Velâyet-Nübüvvet İlişkisi
1797
Hakîm et- Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, I, s. 165; ayrıca bkz. Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, s. 25.
Bu rivâyetin tahriç ve değerlendirmesi için bkz. Yıldırım, Ahmet, Tasavvufun Temel Öğretilerinin Hadislerdeki
Dayanakları, s. 159.
1799
Geniş bilgi için bakınız: Çift, Salih, “Tasavvufta Velâyet ve Kutsiyet İnancı Etrafında Oluşan Tasavvurlar: Tespitler
ve Teklifler”, İslâm Düşünce Geleneğinde Kutsiyet Velâyet Kerâmet, Editör: Yusuf Şevki Yavuz, İstanbul: Kuramer yay.,
2017, s. 202-206.
1800
Çift, Salih, “Tasavvufta Velâyet ve Kutsiyet İnancı Etrafında Oluşan Tasavvurlar: Tespitler ve Teklifler”, İslâm
Düşünce Geleneğinde Kutsiyet Velâyet Kerâmet, Editör: Yusuf Şevki Yavuz, İstanbul: Kuramer yay., 2017, s. 205
1801
Fusûs, III, s. 109.
1798
Yukarıdaki şekilde özetlemeye çalıştığımız gibi, velî, nebî ve resûl hiyerarşisini İbnü’l-Arabî
şu şekilde ifâde eder: Allah’ın tekliğini bilenlerin ilk mertebelerinde velîler bulunur, çünkü Allah bir
câhili velî edinmez. Velîlik feleği altına hangi şekilde olursa olsun Allah’ı bilen herkes girer. Velîlik
feleği birinci makāmdır. Sonra nebîlik, sonra resûllük ve îmân gelir.1802
3-
Hâtemü’l-Evlâd Kimdir?
Buraya kadar aktarılan her bilgi aslında “hâtemü’l-evlâd” ile İbnü’l-Arabî’nin ne anlatmak
istediğini anlamak için zemin mâhiyetindeki bilgilerdir. Velîlerin peygamberlerin ayak izi veya kalbi
üzere gelmeleri o peygamberin makāmının vârisi olduğunu göstermekteydi. Buna göre “hâtemü’levlâd”ın Şît Peygamberin ayak izi üzerinde olması onun makāmının vârisi olduğunu göstermektedir.
İbnü’l-Arabî’nin Şît Fassı sonunda bahsettiği hâtemü’l-evlâd ve doğacağı mekânın Çin olması
üzerine şârihler muhtelif yorumlarda bulunmuşlardır. Bu kısımda, şârihlerin yorumlarını aktararak
“hâtemü’l-evlâd” ile ne anlaşıldığını göstermeye çalışacağız.
İbnü’l-Arabî’nin eserlerinin ilk yorumlayıcısı olarak kabul edebileceğimiz Konevî (ö.
673/1274) İbnü’l-Arabî’nin “hâtemü’l-velî” olduğunu, kendisinin de İbnü’l-Arabî ile kemâle eren
mârifet anlayışının son yetkin temsilcisi olduğunu düşünür. Yaşadığı dönemi, velâyetin kemâle
erdiği dönem olarak görür. Artık kimsenin bir daha aynı kemâle erişilemeyeceğini, kısmen
sürebileceğine inanmıştır.1803 “Hâtemü’l-evlâd” ile ilgili bir bilgi vermediği gibi, kendisi ve İbnü’lArabî’nin eriştiği makāma erişilemeyeceğini kabul etmiştir.
Tilimsânî(ö. 690/1291)Fusûs Şerhinde “hâtemü’l-evlâd” ile ilgili kısımda,“ilk akıl”dan
bahseder. Sırları taşıyan (hâmilü’l-esrâr) türün ilk doğumu Şît iledir. İlk aklın sırlarının zuhûru
onunla ortaya çıkmıştır ki bu evveliyet, mevcûdâtın son zuhûru olan Âdem’in mertebesinde hâsıl
olmuştur. Bu noktada Tilimsânî, evvelin âhir ile irtibatının zârûretinden bahseder.“Hâtemü’l-evlâd”
öncesinde doğan ikizini, Âdem’e nisbetle Havvâ’ya benzetir.1804Ayna metaforunu kullanan
Tilimsânî, son olanın aynasından ilk olanın resmedilme şekli gibi en son gelenin de ilk gelenin
hükmüyle geldiğini, böylelikle îcâd dâiresinin tamamlandığını ifâde eder. Tilimsânî, diğer
şârihlerden faklı bir yorumda bulunur ki o da, son gerçek insanın Çin’de doğması ile Hz. Âdem’in
Çin’de bulunmasını ilişkilendirir, ilk nokta ile son noktanın bir araya gelmesi ile dâirenin
tamamlandığını düşünür.1805
Kāşānî(ö. 736/1335) Fusûs Şerhinde, Şît kademi üzere son gerçek insanın (hâtemü’l-evlâd)
doğacağını bu kimsenin ise mehdi olduğunu ifâde eder. Öyle ki, “Kalp ruhun veledi (çocuğu)dir ve
bu nev’ide babaların sonuncusu (hâtemü’l-âbâ’) Mehdi’dir.” diyerek Kāşānî, son gerçek insanın
(hâtemü’levlâd) Çin’de doğmasının sebebini açıklar. Hz. Peygamberin “Velev ki ilim Çin’de dahi
olsa talep ediniz.” hadîs-i şerifini delil getirerek, en uzak îmâr edilmiş bölgenin Çin olması gibi
“hâtemü’l-evlâd”ın da Çin’de dünyaya geleceğini belirtir.1806
Abdülganî en-Nâblusî (ö. 1143/1731), “hâtemü’l-evlâd”ın Şît Peygamberin ayak izi üzerinde
olmasını onun vârisi olduğunu gösterir demektedir. Akabinde ise şu hadîs-i şerifi aktarır:
“Yeryüzünde “Allah Allah” diyen bir kişi bulundukça, kıyamet kopmayacaktır.” (Müslim, “Îmân”,
234). Nablusî, son gerçek çocuğun Çin’de doğması için ise yine bir hadis zikreder: “İlim Çin’de de
olsa onu arayınız”. Âhir zamanda farz olan ilmin talep edilmesi, şayet Çin dışında bulunamasa da, bu
farziyyetin sâkıt olmayacağını belirtir. Nâblusî, bidâyetin insân-ı kâmil ile olması gibi nihâyetin de
yine insân-ı kâmil ile olacağını ifâde ederek1807, Tilimsânî’yi takip etmiş görünmektedir.
Ahmed Avni Konuk (ö. 1938), son çocuğun vehb-i ilâhî mertebesinin hatmiyyeti ile zâhir
olup kemâl-i ilâhînin meclâsı olan mezâhir-i insâniyyenin sonuncusu olduğunu ifâde eder. Ondan
sonra doğanların, zamanımızda da çokça görüldüğü gibi kemâl-i rahatla istedikleri şeyleri yemek ve
içmek; keyifleri veçhiyle uyumak ve beğendikleri dişileriyle serbestçe çiftleşmek gibi zevk-i hayat
1802
Futûhât-ı Mekkiyye, C. 6, s. 245.
Geniş değerlendirmeler için bkz. Ekrem, Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, İstanbul, 2009, s. 52- 60.
1804
Tilimsani, Afifüddin, Şerhu Fususi’l-hikem, (thk: Ekber Raşidi Niya), Beyrut,2015, s. 89.
1805
Tilimsani, Şerhu Fususi’l-hikem, s. 91.
1806
Kāşānî, Şerhu alâ Fusûsi’l-Hikem, Kahire: Mustafa el-Babi el-Halebi, 1966, s. 53-54.
1807
Nâblusî, Abdülganî, Cevâhiru’n-nusûs fî hallî kelîmâti’l-Fusûs, Beyrut, 2008, s. 175-176.
1803
tâbir ettikleri bu hayattan vechi’l-kemâl üzere istifâde ettiklerini belirterek, son insân-ı kâmil
(hâtemü’l-evlâd) sonrasında insan sûretindeki varlıkların hayatının, bugün dahi yaşandığına işâret
etmektedir.1808 Konuk, hâtemü’l-evlâd ile dünyaya gelen ikiz kız kardeşi için atâ-yı ilâhînin hâdimi
olan esmânın fâil ve münfâili olmak üzere iki surette tecelli etmesi olarak yorumlamaktadır.1809
Ebû’l-Alâ Afîfî (1897-1966), Şît kademi üzere dünyaya gelecek son gerçek çocuk ve ikizi
olan kız kardeşinin aslında İbnü’l-Arabî sembolizminin bir parçası olduğunu düşünür. Buna göre,
“hâtemü’l-evlâd” aklı, kız kardeşi ise nefsi simgelemektedir.1810 İbnü’l-Arabî eserlerinde, nefs, akl ve
rûhtan bahseden pasajlar mevcut iken neden “hatemü’l-evlâd” sembolizmini kullanmıştır?
“Hatemü’l-evlâd”ın Çin’de doğması ve Çince konuşması bu sembolizmde neye tekâbül etmektedir?
Bu soruların cevabını Afîfî’de göremiyoruz.
Abdülbâki Miftah, Fusûs’da tasvîr edilen “hâtemü’l- evlâd”ın başının ikizi olan kız
kardeşinin iki ayağı arasında olmasını “Cennet annelerin ayakları altındadır.” hadisi ile
ilişkilendirir.1811 Miftah, Abdülvâhid Yahyâ (René Guénon)’nın makalelerine atıfta bulunarak
meseleyi sayı mistisizmi ile îzah etmeye çalışmıştır.1812
İncelediğimiz şârihlerin hepsi, hâtemü’l-evlâdın doğacağı yerin Hindistan’ın ardındaki Çin
memleketi olduğundan şüphe duymazlar. Hadis olarak aktarılan, “İlim Çin’de bile olsa talep ediniz.”
cümlesi ile de bu durumu açıklamaya çalışmışlardır. Ancak, “hâtemü’l-evlâd”ın beklenen Mehdi
veya Mesih olup olmadığı noktasında şârihler, müşterek bir kanaate sâhip değillerdir. Dolayısıyla,
son velî ve son çocuk kimliği hakkındaki bilgilerimizin hâlâ muğlak olduğunu söyleyebiliriz.
Genel Değerlendirme
Tasavvufun anahtar kavramlarından biri olan velâyet üzerinde sûfilerin ittifak ettiği
tanımlamalar ve yorumlar bulunmadığı gibi, kavramın tarihsel süreç içerisinde zamana ve zemîne
göre değişkenlik gösterdiği görülmektedir. Dolayısıyla, son velî “hâtemü’l-evliya” içinde aynı
durumun söz konusu olduğu görülmektedir. Hakîm Tirmizî’den İbnü’l-Arabî’nin devraldığı
“hâtemü’l-evliyâ” kavramına dâir İbnü’l-Arabî’nin yorumlarını tebliğimizde özetlemeye çalıştık.
İbnü’l-Arabî eserlerinde, her ne kadar “hâtemü’l-evliyâ” hakkında geniş îzahlarda bulunmuş olsa da
“hâtemü’l-evlâd” mefhumu hakkındaki tek îzahı, Fusûsu’l-Hikem’in Şît Fassında yapmıştır. Çünkü
her bir velî, bir peygamberin kademi üzere hareket etmektedir.
Çin’de doğacağı belirtilen “hâtemü’l-evlâd”(çocukların sonuncusu)ın dünyaya gelmesi
kıyâmet alâmeti olarak görülebilir mi? Bu bilgi ile İbnü’l-Arabî nasıl bir uyarıda bulunmaktadır?
Hâtemü’l-evlâd ile kast edilen Mehdi veya Mesih midir? İnceleme imkânı bulduğumuz şârihlerin bir
kısmı-Kāşānî gibi- bu son gerçek insanın Mehdi olduğunu düşünse de, Mehdi profiline yüklenen
misyonun “hâtemü’l-evlâd” için söz konusu olmadığını görüyoruz. Öyle ki, Mehdi karşısında
mücâdele edeceği bir Deccal figürü var iken, “hâtemü’l-evlâd” için böyle bir durum mevcut değildir.
Dolayısıyla, “hâtemü’l-evlâd” yeryüzünde seçilmiş olarak dünyaya gelen son çocuk olarak
düşünülebilir. “Hâtemü’l-evliyâ” değil de “Hâtemü’l-evlâd” olarak isimlendirilme sebebi, insanlığın
başladığı noktada Hâbil’in Kâbil tarafından katledilmesi sonrası Hz. Âdem’in kalbini teskîn için
hibetullah olarak gönderilen Şît Peygamber gibi, insanlığın nihâyete ermesinden hemen önce, Cüneyd-i Bağdâdî’nin “Nihayet, bidâyete dönmektir.” tanımlamasındaki gibi-“hâtemü’l-evlâd”ın da
“hibetullah” olarak insanlığın teskîni için gönderileceği tasavvur edilmiştir.
Kaynakça
Aclûnî, Keşfu’l-hafâ, I, Beyrut, 1932.
Afifüddin Süleyman b. Ali b. Abdullah Tilimsani, Şerhu Fususi’l-hikem, (thk: Ekber Raşidi
Niya), Beyrut: Darü’l-Kütübi’l-İlmiyye, 2015.
Çift, Salih, “Tasavvufta Velâyet ve Kutsiyet İnancı Etrafında Oluşan Tasavvurlar: Tespitler
1808
Konuk, Fusûs Şerhi, I, s. 246-247.
Konuk, Fusûs Şerhi, I, s. 247.
1810
Bkz. Ebû’l-Alâ Afîfî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, (çev. Ekrem Demirli), İstanbul: İz yay., 2000, s. 103.
1811
Abdülbâki Miftah, Mefâtihu Fusûsu’l-Hikem li-İbn Arabî, Marakeş: Dâru’l-kubbetü’z-zerkâ, 1997, s. 77. Hâtemü’levlâd’ın hemen öncesinde doğan kız kardeşi için Abdülbaki Miftah’ın muhtelif mülâhazaları için bkz. S. 78-79.
1812
Miftah, Mefâtihu Fusûsu’l-Hikem li-İbn Arabî, s. 65-81.
1809
ve Teklifler”, İslâm Düşünce Geleneğinde Kutsiyet Velâyet Kerâmet, Editör: Yusuf Şevki Yavuz,
İstanbul: Kuramer yay., 2017, s. 191-223.
Demirli, Ekrem, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, İstanbul, 2009.
Ebû’l-Alâ Afîfî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, (çev. Ekrem Demirli), İstanbul: İz
yay., 2000.
Hakîm Tirmizî, Hatmu’l-evliya Velîliğin Sonu Velâyet- Nübüvvet Tartışması, (haz.: Salih
Çift), İstanbul, İnsan yay., 2006.
Hakîm et- Tirmizî, Nevâdiru’l-usûl, (thk. Mustafa Abdülkâdir Atâ), Beyrut, 1992.
İbnü’l-Arabî, Futûhât-ı Mekkiyye, (çev. Ekrem Demirli), C. 6, İstanbul, 2014.
İlhan Ayverdi, Misalli Büyük Türkçe Sözlük, II, İstanbûl: Kubbealtı, 2006.
İsmail Hakkı Ünal, “Kur’an ve Sünnet Açısından Kutsiyet, Velâyet ve Kerâmet”, İslâm
Düşünce Geleneğinde Kutsiyet Velâyet Kerâmet, (Editör: Yusuf Şevki Yavuz), İstanbul: Kuramer
yay., 2017, s. 19-48.
Kāşānî, Şerhu alâ Fusûsi’l-Hikem, Kahire: Mustafa el-Babi el-Halebi, 1966
Konuk, Ahmed Avni, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, (haz. Mustafa Tahralı, Selçuk
Eraydın), I, III, İstanbul: İFAV, 2005.
Metin Yurdagür, “Hatm-i Nübüvvet”, DİA, C. 16, s. 477-479.
Nâblusî, Abdülganî, Cevâhiru’n-nusûs fî hallî kelîmâti’l-Fusûs, (thk.: Âsım İbrâhim elKeyyâlî), Beyrut, 2008
Ömer Faruk Harman, “Hâbil ve Kâbil”, DİA, C. 14, s. 376-378.
Radtke, Bernd, “İbnü’l-Arabî’nin Öncülerinden Biri: Hakîm Tirmizî ve Velâyet Görüşü”,
(çev.: Salih Çift), Tasavvuf: İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, 2007, cilt: IX, sayı: 21, İbnü’lArabî Özel Sayısı.
Süleyman Uludağ, “Veli”, DİA, C. 43, s. 25-28.
Sürmeli, Mehmet “Kur’ân-ı Kerîm’de Velâyet Kavramı”, Tasavvuf, sy. 9 (2002), s. 303-336.
Şinâsi Gündüz, “Şît”, DİA, C. 39, s. 214-215.
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul, 1995.
İBNÜ’L-ARABÎ’NİN ÜTOPYASI VE ŞEHİR TASAVVURU: HAKİKAT ÜLKESİ
Dr. Osman Cengiz1813
Özet:İdeal şehir tasavvurları her ne kadar XVI. yüzyıl bilginlerinden Thomas More ile başlamış
görünse ve bu tasavvurlar onun eserine atıfla ütopya şeklinde isimlendirilmiş olsa da bu kabul sadece
Batı edebiyatı için geçerli sayılmalıdır. Zira XIII. asır mütefekkiri İbnü’l-Arabî örneğinde görüldüğü
gibi, ister keşfî bir müşahede olarak sunulsun isterse fantastik bir şehir tasavvuru olarak düşünülsün
benzer metinler görmek mümkündür. Şehir ütopyaları şüphesiz ki onu kaleme alan zihnin, içinden
geçtiği siyasî, iktisadî ve içtimaî sıkıntılardan kurtulma çabasının ve “olmayana” özleminin bir ürünü
sayılmalıdır. Çünkü yazar, çekilmiş çileleri ve yaşanmış zorlukları ilgili metinde sindirmeyi ve
böylece sadece zihin dünyasında da olsa ideal bir yaşam takdim etmeyi hedefler. İbnü’l-Arabî’nin elFütûhâtü’l-Mekkiyye’de bize sunduğu “Hakikat Ülkesi” de kendi zamanında, Moğollar’ın tahrip
ettiği şehirlerin çektiği acılardan mülhem bir ütopya olmalıdır. Adem’in çamurunun kalıntısından
yaratılmış olduğunu söylediği Hakikat Ülkesi’ni (Ardu’l-Hakîka) bir arifin dilinden anlatan İbnü’lArabî, bu ülkede bostanlar, bahçeler, madenler gibi her şeyin düşündüğünü ve konuştuğunu aktarır.
Tasvire göre burada bulunan şeyler değişmez ve yok olmaz. Altın ve demir denizlerinin varlığı
dışında burada Güneş olmaksızın ardı ardına gelen ışık ve karanlık söz konusudur. Buranın insanları,
dünyadaki gibi cinsel ilişkiyle üremeyip mantar gibi topraktan bitmektedir. Ülkede tek bir para
birimi geçerli olup arifler bu ülkeye bedenleriyle değil ruhlarıyla girmektedir.
İbnü’l-Arabî, ülkenin özelliklerini sayarken ayet ve hadislerde geçen ve tevil edilen kavramların,
Hakikat Ülkesi’nde zahir anlamlarıyla bulunduğunu kaydetmeyi ihmal etmez. Bu bildiride İbnü’lArabî’nin Hakîkat Ülkesi olarak takdim ettiği şehir ütopyası müzakere edilecek ve onun tasavvuf
üzerinden inşa ettiği siyaset tasavvura atıfta bulunulacaktır. Bununla birlikte Thomas More-Ütopya,
Francis Bacon-Yeni Atlantis, Campanella-Güneş Ülkesi gibi Avrupalı metinler zaman zaman
gündeme alınarak ideal şehirde sunulan din kavramı ve mistik vurgu hakkında bazı değerlendirmeler
de ilave edilecektir. Burada İbnü’l-Arabî’nin pek çok kavramı bir remiz/imge olarak kullandığını
söylemek mümkündür. Onun kaleminin tasavvuf ve felsefe adına taşıdığı zengin miras, takdim ettiği
şehir tasavvurunda da tüm yönleriyle arz-ı endam etmektedir.
Abstract
Although the ideal city imagery seems to have begun with Thomas More, one of the scholars of the
sixteenth century, and these imaginations are called utopia by reference to his work, this acceptance
should only be valid for Western literature. Because as seen in the example of Ibn al-Arabi, who is
one of the thinkers of thirteenth the century it is possible to see similar texts whether they are
presented as an exploratory observation or as a fantastic city imagination. The city utopias must
undoubtedly be a product of the aspiration of the mind, the political, economic and social hardship
that it has written and the aspiration of the, non-existent. Because the author intends to digest the
lived difficulties in the relevant text and thus present an ideal life, albeit only in the mind world. The
Land of Truth which ibnül-Arabî presented to us in al-Futûhât al-Makkiyya, should be a utopia in
his time, in the wake of the suffering of the cities destroyed by the Mongols.
Ibn al-Arabi, who tells the Land of Truth from an arif that he says was created from the remnant of
Adam's mud, conveys that he say that everything consider and speak in this country, such as wotermelon gardens, yards and metals. According to the assessment, the things that are here do not change
or disappear. In addition to the presence of gold and iron seas, there is light and darkness without
sun. The people of this place do not breed like sexuality in the world and grow up like mushrooms. A
1813
Denizli D–Tipi Ceza İnfaz Kurumu Cezaevi Vaizi.
single currency is valid in the country and arifs enter this country with their souls and not with their
bodies. Ibn al-Arabi does not neglect to note that when counting the characteristics of the country,
the concepts in the verses and hadiths are found in the Land of Truth in their real sense. In this paper,
the utopia of the city that Ibn al-Arabi presented as the Land of Truth will be discussed and his
political imagination, which he has built through Sufism, will be referenced. In addition to this, some
further considerations about the concept of religion and mystic emphasis on the popular city in
Europe will be added from time to time with the European texts such as Thomas More-Utopia,
Francis Bacon-The New Atlantis, Campanella and The Sun Country. It is possible to say that Ibn alArabi used many concepts as a remembrance. The rich inheritance of his pen in the name of
mysticism and philosophy also manifests itself in all aspects in the imagination of the city that he
presents
Giriş
İdeal şehir tasavvurları öteden beri ilgi çekmiş hatta refah ve özgürlük bakımından sınıflar arası
makasın açıldığı zamanlarda toplumsal hareketlenmelerin muharrik gücü olarak iş görmüştü. Belki
de buna en güzel misal XVI. yüzyıl Avrupa’sından Thomas More’un (1478-1535) hayatı ve onun
Ütopya isimli eseridir. More’un Katolik Hermesçiliği ile öne çıktığı bilinmektedir. Bu konuda Erol
Kılıç şunları kaydeder:
Dinî Hermesçilik İtalya’ya giden ve Ficino ve Pico ile görüşen Lefévre d’Etaples tarafından Fransa’ya
getirilir. Zira Ficino ve Pico “prisca theologia”yı ve Neo-Platonizmi Hristiyanlığa bir temel olarak
görmekteydiler. Bunların tesirleriyle XVI.yüzyılda gittikçe büyüyen bir Katolik Hermesçiliğine şahid
olunacaktır. Kıta Avrupasından yayılmaya başlayan bu kabil hermetik düşünceler Britanya adalarına da
ulaşır. Thomas More Ütopia’sında bu doğrultuda bir yaklaşım sergiler. Dönemin diğer düşünürleri
Agrippa, Robert Fludd ve Adhannasius Kircher’in hararetli Hermesçilik müdafaları vardır 1814.
More’un Ütopya’sına baktığımızda daha girişten itibaren kardinal kimliğinin veya genel manada din
adamı ve dini kimliğin öne çıktığı ve eserin tamamına da yayıldığı görülür1815. Hatta Ütopya’da
rahiplik en şerefli meslektir1816. Keza Katolik Hermesçiliğin 16. Yüzyılda gittikçe büyüdüğü ve bu
düşüncenin Kıta Avrupası’ndan Britanya adalarına kadar ulaştığı bilinmektedir1817. Britanya’da
hermetik yorumu merkez alan bir diğer şehir tasavvuru ise Francis Bacon’a (1561-1626) aittir1818.
Yeni Atlantis’te Bensalem Adası ki barışın oğlu veya Kudüs’ün oğlu manasında Kudüs şehrine atıf
yaparken bir bilim ve teknik yuvası olan Salomon Evi de Süleyman Mabedi’ne işaret eder1819.
Hıristiyan dinî kimlik ve Yahudilik bu şehir tasavvurunda öne çıkmaktadır 1820. Tommaso
Campanella (1568-1639) Güneş Ülkesi adıyla bilinen eserin de benzer bir tavır sergiler. Burada
kentin en büyük yöneticisi halkın Hoh ismini verdiği bir başrahiptir. Hoh’un, peygamberlerin
kitaplarını ve astrolojiyi adamakıllı incelemiş olması gerekmektedir 1821. Güneş Ülkesi’nde dua
önemli bir yer tutmaktadır1822. Dolayısıyla ideal şehir tasavvurlarını çoğunlukla hermetik düşüncenin
bir ürünü saymak mümkündür. Zira hermetik anlayış, ister hayale ister vecde dayansın ideal şehir
tasavvurlarının yeşermesi için çok uygun bir iklimdir. Hatta modern dönemde Marks ve Niçe’ye
kadar ideal yaşam veya şehir kurgularının hermetik düşünceden etkilendiğini söylemek mümkündür.
Bu hermetik alt yapı, hem sınıfçı-seçkinci bakış açısını beslemiş hem de ideal şehir formunu
desteklemiştir.
Bununla birlikte ütopik şehir kurgularını Thomas More ile başlatmak zordur. Zira Farabî veya
Eflatun’un ideal şehir tasavvurları bir yana İbnü’l-Arabî el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye’de bize “Hakikat
1814
Mahmut Erol Kılıç, “ Ebu’l-Hukema: Hikmetin Atası Hermetik Felsefenin İslâm Düşünce Tarihinden Görünümü”
Divan İlmî Araştırmalar, 1998/2, 15-16.
1815
Thomas More, Utopia, çev. (Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Mina Urgan), İstanbul, 2006, 11-22, 53.
1816
More, Utopia, 96.
1817
Mahmut Erol Kılıç, “Hermes” DİA, 17/230.
1818
Krş. Florian Ebeling, The Secret History of Hermes Trismegistus: Hermeticism from Ancient to Modern Times,
Cornell University Press, 2005, 100.
1819
Francis Bacon, Yeni Atlantis, çev. (Çiğdem Dürüşken), İstanbul, 2011, 53, 55, 79, 81.
1820
Bacon, Yeni Atlantis, 93, 95, 97, 105, 109.
1821
Campanella, Güneş Ülkesi, çev. (Vedat Günyol-Haydar Kazgan), İstanbul, 1996, 21, 30.
1822
Campanella, Güneş Ülkesi, 36, 58.
Ülkesi – Ardu’l-Hakîka” adında bir ütopya sunmaktadır. İster keşfî bir müşahede veya remiz dolu bir
tasvir olarak sunulsun isterse fantastik bir tasavvur olarak düşünülsün onun bu şehir kurgusu,
emsalleri arasındaki yerini almıştır. Şehir ütopyaları şüphesiz ki onu kaleme alan zihnin, içinden
geçtiği siyasî, iktisadî ve içtimaî sıkıntılardan kurtulma çabasının ve “olmayana” özlemin bir ürünü
sayılmalıdır. Çünkü yazar, çekilmiş çileleri ve yaşanmış zorlukları ilgili metinde sindirmeyi ve
böylece sadece zihin dünyasında da olsa ideal bir yaşam takdim etmeyi hedefler. İbnü’l-Arabî’nin
Hakikat Ülkesi de kendi zamanında, Moğollar’ın tahrip ettiği şehirlerin çektiği acılardan mülhem bir
ütopya olmalıdır
İbnü’l-Arabî’nin ifadesine göre kendisinde 13 şehir bulunan bu toprak/ülke Hz. Adem’in yaratıldığı
toprak hamurunun çok küçük bir parçasıydı. Allah, Adem’i ilk insan olarak yaratmış (evvelü cism
insanî) ve onu insanla ilgili varlıklar (ecsâm insâniyye) için bir asıl kılmıştı. Adem’in hamurunun
kalanından, şeriatın kız kardeş diye isimlendirdiği hurma ağacının yaratılmasının ardından susam
tanesi kadar (kadr es-simsime) küçük bir hamur parçası kalmış ve Hakk Teala kalan bu parçayı,
boşluğu geniş olan (vâsiate’l-fezâ) bir toprak olarak uzatmıştır. Öyle ki metindeki ifadesiyle Arş,
Kürsî, gökler ve yerler onun üzerine konulsaydı, sadece çöle atılmış bir yüzük kadar yer kaplardı.
İbnü’l-Arabî, Hakikat Ülkesi’nde aklın imkansız saydığı (el-muhâlât el-akliyye) pek çok şeyin
Allah’ın azamet harikası olarak arz-ı endam ettiğini kaydeder1823.
Bu ülkeyi ve oradaki tecelliyât-ı ilâhiyyeyi bir arifin dilinden aktaran Muhyiddin İbnü’l-Arabi pek
çok şeye bizzat şahit olduğunu da vurgular. Buna göre burada rahmet meclisi denilen bir meclis
vardır. Arifin anlattığına göre ona bu mecliste ilahi bir tecelli gelmiş ve bu tecelli onu kendinden alıp
başka bir aleme götürmemiş tam aksine, kendisini kendiyle bakî kılmış kısaca kendine getirmiştir.
Bu ifadelerden arifin dış dünyaya değil iç dünya ve insanî beden ve insanî kalbe doğru bir seyahat
yaptığını söylemek mümkün gözükmektedir. Bununla birlikte İbnü’l-Arabî bu seyahati, dış dünyaya
ait isimler ve tanımlamalarla daha anlaşılır kılmak ve daha basit tasvir etmek istemekte aynı zamanda
da daha ilgi çekici kılmaya çalışmaktadır. Arifin sözlerine bakılırsa dünyadaki bedenlerde (heyâkîl)
tecellî olduğunda onların kendilerinden geçmesine ve gördüklerinden habersiz kalmasına sebep
olmaktadır. Arif şöyle anlatır:
Girdiğim bu mecliste, ne manaya geldiği kapalı olduğundan şimdi anlatmamın doğru olmayacağı ve
görmeden idrak etmenin imkansız olduğu nice işler ve sırlara tesadüf ettim. Orada miktarını ancak Allah
Teala’nın bildiği nice bostanlar, bahçeler, canlılar ve madenler vardı. Oradaki her şey, her düşünen canlı
gibi diriydi (hayy) ve düşünüp konuşuyordu (nâtık). Oradaki şeyler dünyada durduğu gibi değildir.
Kalıcıdır. Yok olmaz ve değişime uğramaz. Bu ülkenin alemine/dünyasına ölüm yoktur.1824
Anlatılana göre bu toprak (ardu’l-hakîka), kendi dünyası ve özellikle de bize ait ruhlar dünyası
dışında, beşerî çamura bulanmış doğal cisimlerden (el-ecsâm et-tabîiyye et-tîniyye el-beşeriyye)
hiçbir şeyi kabul etmemektedir. Arifler bu dünyaya bedenleriyle değil ancak ruhlarıyla girmekte ve
bedenlerini bu dünyada bırakıp soyutlanarak oraya dahil olmaktadır. Hakikat Ülkesi’nde tuhaf olan
ve benzeri bulunmayan suretler vardır. Bu suretler, yeryüzü, gök, Cennet ve Cehennem gibi bizim
içinde bulunduğumuz âleme bakan sokakların (es-sikek el-müşrife alâ hâza’lâlem) başlarında
beklemektedirler. Anlatı şöyle devam eder:
İnsan, cin, melek veya Cennet ehlinden olsun, bizden yani ariflerden birisi bilgili olmak ve bedeninden
soyutlanmak şartıyla bu ülkeye girmek istediği zaman bu suretleri sokak başlarında bulur. Onlar bu işlere
tayin edilmiş ve Allah onları bu işin sorumlusu kılmıştır. Arif bu ülkeden içeri girince bunlardan biri
hemen koşar ve ona makamına göre bir hulle giydirir. Elinden tutar ve onu bu ülkede dolaştırmaya başlar.
“Dilediği yerde onu konaklatır”. Allah’ın yaratma sanatı hakkında tefekkür eder. Hangi ağaç, taş veya
tepecik ile karşılaşsa ve onunla konuşmak istese tıpkı arkadaşıyla konuşurmuş gibi onunla konuşur.
Hakikat Ülkesi’nde yaşayanların çok farklı dilleri vardır. Bu ülke, içine giren herkese, burada konuşulan
bütün dilleri anlama kabiliyeti kazandırır. Arif oradaki işini bitirip kendi bulunduğu yere dönmek
istediğinde, kendisini orada ağırlayan refakatçi, Hakikat Ülkesi’ne daha önce girmiş olduğu yere kadar
ona eşlik eder. Sonra da refakatçi onunla vedalaşıp ülkeye girerken giydirdiği hulleyi çıkartır ve arif
oradan ayrılır1825.
Evhadüddin Kirmanî’nin şeyhinin, bir emîrin bedenine girip sonra tekrar kendi bedenine dönmesine
de yer veren İbnü’l-Arabî, muhtemelen beden ve ruh arasındaki ayrıma ve bağımsızlığa dikkat
1823
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/258-259; İbnü’l-Arabî, Alemin Yaratılışı, Terc. (Ekrem Demirli), İstanbul,
2015, 67-69.
1824
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/259; İbnü’l-Arabî, Âlemin Yaratılışı, 70.
1825
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/260.
çekmek istemişti. Hakikat Ülkesi’ne giren diğer bir arifin dilinden oranın tasvirine devam eden
İbnü’l-Arabî şunları aktarır:
Hakikat Ülkesi’ne girdiğimde orada tamamı misk kokan bir yer gördüm. İçimizden birisi bu dünyada onu
koklasaydı rayihasının keskinliğinden helak olurdu. Bu koku Allah’ın dilediği yere kadar ulaşır. Orada
kırmızı yumuşak altından yapılmış bir yere girdim. Burada tamamı altın olan ağaçlar vardı. Ağaçların
meyveleri de altındı. İnsan portakal/elma veya başka bir meyveyi alıp yer. Onun tadının lezzetini ve
kokusunun güzelliğini hiç kimse betimleyemez. Cennet meyveleri onu nazaran eksik kalırken bu dünya
meyveleri onunla nasıl kıyaslanır? (…) Oradaki büyük meyvelerden birini gördüm ki o meyve gök ile yer
arasına yerleştirilseydi yeryüzündeki insanlar gökyüzünü göremezdi. (…) Fakat insan, bu büyüklüğe
rağmen onu eliyle avuçlayabilir. İşte bu durum, dünyada akılların imkansız saydığı bir iştir. Zünnun Mısrî
bunu (Hakikat Ülkesi’ni) müşahede ettiğinde, büyük olanı küçültmeden, küçük olanı da büyütmeden veya
dar olanı genişletmeksizin geniş olanı da daraltmaksızın, büyüğün küçük üzerine elde edilmesi (îrâd)
hakkında kendinden aktarılan şeyleri söylemiştir. Portakaldaki bahsettiğimiz büyüklük kalıcı (bâkî); küçük
bir el ile onu tutmak ve avuçlamak mevcûd; bu işin nasıl olduğu ise görülse de (meşhûde) aslı bilinmezdir
(mechûle). Buradaki marifet ise sadece Allah’a aittir. Zira bu bilgi, Allah’ın başkasına bildirmediği
türdendir. Bize göre zamanın aktığı bir gün, onlara göre pek çok senedir. Bu ülkenin zamanları, farklı
farklıdır1826.
Orada toprağı beyaz kâfûrdan yaratılmış bir yer ve ateşten daha sıcak çeşitli mekanlar vardır. Fakat
insan, buralara girdiğinde onu yakmaz. Yine burada ılık ve soğuk yerler vardır. Bu kocaman ülkedeki
(el-ard el-kebîra) her bir mekan öyle büyüktür ki bizim içinde bulunduğumuz gök oraya konulsaydı
çöle atılmış bin yüzük gibi kalacaktı. Hakikat Ülkesi’ndeki yerlerin bu arife göre en güzeli ve
mizacına en uygun olanı zağferan arzı idi. En geniş gönüllü ve dışarıdan gelenlere karşı en güler
yüzlü olanlar burada yaşayanlardı. Bunlar gelenleri “merhaba” ve “hoş geldiniz” diyerek
karşılıyorlardı. Hakikat Ülkesi’nin yiyeceklerinin tuhaf bir özelliği de her ne yersen sen onu koparır
koparmaz yerine yenisinin bitmesiydi. Bu öyle çarçabuk olur ki ancak zeki olan fark edebilirdi.
Neticede burada bir eksilme ortaya çıkmamaktaydı1827.
Bu ülkenin kadınları hakkında verilen bilgiler de oldukça ilgi çekicidir. Zira bizim dünyamızdaki
kadınlara nispetle Cennet hurileri ne kader güzelse, onlar da Cennet hurilerine nispetle o kadar
güzeldir. Onlarla cinsel ilişkinin lezzeti ise hiçbir hazza benzememektedir. Oranın ahalisi,
kendilerine gelen misafirleri en çok sevenlerdir.
Hakikat Ülkesi’nin binalarının bazısı doğrudan arzu (himmet) vasıtasıyla inşa edilirken bir kısmı da
bizdeki gibi alet kullanarak ve güzel sanat icra ederek meydana getirilir. Bu ülkenin denizleri
birbiriyle karışmaz. Nitekim Allah Teala “İki denizi birbirine kavuşmak üzere salıvermiştir.
Aralarında bir berzah vardır da karışmazlar”1828 buyurmuştur. Bu sebeple altın denizinin bittiği
yerde, dalgalarının demir denizine vurduğu görülür. Fakat birinden diğerine hiçbir şey karışmaz. Bu
denizlerin suları havadan daha latiftir.
Hakikat Ülkesi’nin yaratıkları (halkuhâ) tenasül olmaksızın diğer bitkiler gibi yerden biter. Hatta
içinde yaşadığımız dünyada haşeratın oluşması gibi oranın toprağından oluşur. Erkeklerin, erlik
sularından çocuk dünyaya gelmez. Onların cinsel ilişkileri sadece şehvet ve haz içindir. Binekleri,
binicinin isteğine göre büyür ve küçülür. Bu ülkenin halkı çeşitli haller içindedir. Bir kısmında şehvet
bir kısmında ise Allah’a karşı tazim galip gelmiştir1829.
Hakikat Ülkesi’nin şehirlerinin (medâin) kapılarında yakut taşından kemerler vardır. Bu kemerler beş
yüz zira’dan yüksektir. Burada güneş olmaksızın ardı ardına gelen nur ve zulmet vardır. Aydınlık ve
karanlığın ardışık gelmesiyle zamanı hesaplarlar. Hakikat Ülkesi’nin ahalisi husûmet ve düşmanlık
ya da apaçık bir bozgunculuk (fesâd beyyine) olmaksızın savaşırlar. Deniz yolculuğuna çıktıklarında
ve denize daldıklarında, deniz suyu, bu dünyadaki gibi onları yutmaz. Bilakis suda, deniz canlıları
gibi yürüyüp giderler ve sahile ulaşırlar. O ülkede ahalinin tavaf ettiği örtüsüz bir Kabe de vardır. Bu
Kabe, Mekke’deki Kabe’den çok daha büyüktür ve dört sütuna (erkân erbea) sahiptir. Bu Kabe,
kendisini tavaf edenlerle konuşur, onları selamlar ve onlara bilmedikleri ilimleri öğretir1830.
1826
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/263; İbnü’l-Arabî, Alemin Yaratılışı, 72-73.
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/264; İbnü’l-Arabî, Alemin Yaratılışı, 74.
1828
Rahman 55/19-20.
1829
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/265; İbnü’l-Arabî, Alemin Yaratılışı, 75.
1830
Krş. İbnü’l-Arabî, Alemin Yaratılışı, 77-78. Dört rükun, Kabe’nin yani Kalb’in ve Can’ın temeli olan dört unsurdan
remz de olabilir. Bkz. İbnü’-Arabî-Ahmed Avni Konuk, Tedbîrât- İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, haz. (Mustafa Tahralı),
İstanbul, 2013, 309.
1827
Arif kişi burada su gibi akan bir toprak denizi görmüştür. Büyük ve küçük taşlar, demirin mıknatısa
yapışması gibi birbirine yapışarak akmaktadır1831. Hatta bu özellik sebebiyle taşlar birbirlerine
eklenerek gemi sureti oluşturmaktadır. Orada yaşayanlar taşlardan bir sandal veya gemi oluştuğunda
onu toprak denizine doğru sürükler ve ona binerek istedikleri yere gitmektedirler1832. Bununla
birlikte bu gemilerin şekli ve yüzme tarzı epeyce farklıdır. Anlatılana göre geminin arkasına doğru
iki kanatta, geminin boyunu aşacak şekilde büyük sütun vardır. Geminin tabanı ise arkasından
sütunların olduğu yere kadar açık olup denizle eşittir. Denizdeki hiçbir kum tanesi açık olan yerden
içeri girmemektedir1833.
Bu ülkede nur şehirleri (medâinü’n-nûr) denen şehirler vardır. Bu şehirleri sadece seçkin bazı arifler
girebilmektedir. Bunların sayısı on üçtür ve dünyadaki gibi tek bir yüzeyde/katmanda değildir.
Burada yaşayanlar bir yere yerleşmek istedikleri zaman öncelikle etrafı büyük ve yüksek surlarla
çevrili küçük bir şehir kurarlar. Şehirlerini menfaat, maslahat ve sayılarını gözetecek şekilde
düzenlerler. Sonra ise şehrin uzak bir kenarına şehrin burçlarından daha yüksek ve şehri
çevreleyecek başka burçlar yaparlar. Daha sonra da bu yapıyı, önceki şehir için evin tavanı gibi
olacak şekilde taşla uzatırlar. Uzatılmış olan bu tavanı ise, önceki inşa ettikleri şehirden daha büyük
bir şehir yapmak için zemin olarak kullanırlar. Böylece burayı da mamur hale getirip yurt olarak
tutmuşlardır. Bu şehir de onlara dar gelince, bulundukları şehrin üzerine daha büyük bir şehir kurarak
bu sayıyı artırmışlar ve nihayet on üç şehir böylece kurulmuştur.
İbnü’l-Arabî’nin ifadesine göre Hakikat Ülkesi’nde beş hükümdar vardır1834. Bunlar Zü’l-urf, Sâbih,
Sâbık, Kâim bi-emrillah ve Râdi’ isimli sultanlardır1835. Bunlar sırasıyla, İyilik/Kudret sahibi,
Yüzücü/Tenzihçi, Öncü/Yarışçı, Yapıcı/Uygulayıcı ve Caydırıcı anlamlarına gelmektedir. İnü’lArabî
bu isimleri beden ülkesinin anatomik fonksiyonlarına atıfla veya kalp ülkesinin hallerine işaretle
kullanmış olmalıdır.
Şehirlerde yemek hazırlanınca, her evin elçisi olan ve kendilerine cübât (toplayıcı/dağıtıcı) denilen
sayılamayacak kadar çok yaratık (halk) yemeğin önünde beklerdi1836. Emin denilen kişi onlara her
ailenin ihtiyacı kadar mutfaktan yemek verir câbî de onu alır ve giderdi. Halkın rızkını (rızka’rraiyye) dağıtan ise sadece tek bir kişiydi. Onun câbî sayısı kadar elleri vardı. Böylece aynı anda
herkesin yemeğini kabına dolduruyordu. Yemeğin fazlası ise hazineye kaldırılır daha sonra ise
sultanın sarayının önünde toplanan yoksullara (sa’âlîk) dağıtılırdı. Her sultanın hâzin denilen ve
hazineden sorumlu yakışıklı bir adamı vardı1837.
Arif sarraflar çarşısını gezerken bütün şehirde sadece tek bir paranın geçtiğini görmüştür. Hakikat
Ülkesi’nin sakinleri Allah’ı en iyi bilen kimselerdir. Aklın deliliyle imkansız olduğunu ispat ettiği
şeylerin tamamının, burada mümkün ve vaki olduğunu görmüştür.
Aklın, zahiri manasını vermediği ve tevil ettiği her ayet ve hadisin zahiri manasını biz burada gerçekleşmiş
olarak bulduk. Melek veya cin gibi ruhanî varlıkların teşekkül ettiği her beden (cesed) ve uykudaki insanın
kendini içinde bulduğu her suret, hakikat Ülkesi’nin bedenlerindendir. Onların burada özel bir yeri vardır.
Hakikat Ülkesi’nin sakinlerinin uçsuz bucaksız bahçeleri (rakâik mümtedde) vardır. Her bahçede bir emin
bulunur. Bu emin, elindeki suretlerden birisi için olgunluk kazanmış bir ruhu bulunca Cebrail’e Dıhyetü’lKelbî’nin suretinin giydirilmesi gibi hemen o ruha bu sureti giydirirdi 1838. Bunun sebebi ise Allah
Teala’nın bu ülkeyi berzahta uzatmış olması ve ruhanilerin giydiği bedenler için özel bir konum belirlemiş
olmasındandır. Zira nefisler de uykuda ve öldükten sonra buraya intikal ederler. Dolayısıyla biz de
aslında, bu berzah aleminin bir parçasındayız. Hakikat Ülkesi’nin bir ucu Cennet’e gider ve Suretler
Çarşısı diye isimlendirilir1839.
İbnü’l-Arabî Hakikat Ülkesi’nin bu aleme bakan tarafının suretini örnekler. İnsan kandile, güneşe
veya aya bakarken bakan/göz ile aydınlık cisim arasına göz kapağının kirpikleri girmiş olsa, daha
önce aydınlık olan bu cisimden gözlerine doğru ışıktan çizgilere benzer şeylerin geldiğini görür.
1831
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/267.
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/268.
1833
Krş. İbnü’l-Arabî, Alemin Yaratılışı, 78-79.
1834
İbnü’l-Arabî, Alemin Yaratılışı, 80-81.
1835
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/270-271.
1836
İbnü’l-Arabî burada kanın damarlar vasıtasıyla vücutta dağıtımı sembolize etmiş olabilir.
1837
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/272.
1838
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/273.
1839
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/274.
1832
Bunlar mesela kandilden iki gözüne de pek çok defa ulaşır. Aydınlık cisim ile göz arasında kalan
kirpikleri, bakan kişi yavaş yavaş kaldırdığında ise uzayan bu çizgilerin aydınlık cisimde
kaybolduğunu görür. Aydınlık cisim, Hakikat Ülkesi’nde belirli bir yerdeki suretlerin örneği;
bakan/göz, âlemin örneği ve çizgilerin uzaması ise nefislerin, uykuda ve ölümden sonra ve Cennet
Çarşısı’nda intikal edecekleri ve ruhların giyecekleri suretlerin örneğidir. Göz/bakan ile aydınlık
cisim arasına giren kirpikleri kaldırma eylemiyle, çizgileri görmeye yönelmen ise istidat ve
kabiliyetin misalidir. Bahsi geçen durumda çizgilerin ortaya çıkması, istidat anında suretlerin ortaya
çıkması demektir. Aradaki perde kalkınca çizgilerin aydınlık cisimde kaybolması/dürülmesi ise
istidat kaybolduğunda, suretlerin Hakikat Ülkesi’ne dönmesinin örneğidir1840.
Sonuç
İdeal şehir tasavvurlarının çoğunlukla hermetik bir düşünce yapısından neşet ettiğini söylemek yanlış
olmamalıdır. Özellikle İbnü’l-Arabî’nin Hakikat Ülkesi ve sonrasındaki Ütopya, Yeni Atlantis, Güneş
Ülkesi gibi kurguların bu düşünce zemininden doğduğu en azından bu anlayışı barındırdığı
görülmektedir. Keza hermetik anlayışın topluma sınıfçı ve seçkinci bir açıdan baktığı da
kaydedilmelidir. Bu tavrın Marks ve Niçe’ye kadar geldiğini de ilave edebiliriz. İbnü’l-Arabî’nin
Hakikat Ülkesi bir şehir kurgusu olarak hem korunaklı ve güvenli hem de hikmetli ve pratiktir. Buna
göre Moğol zulmünden kurtulmak gayesiyle uyumlu olduğu kadar ahirette vaat edilen cennet tasviri
ile de bezenmiştir. Bu ülkedeki her varlık kendi gayesini ve vazifesini eksiksiz yerine getirmektedir.
Bununla birlikte Hakikat Ülkesi baştan sona bir remz ve sembollerden ibaret de görülebilir. Buna
göre İbnü’l-Arabi’nin kuantum fiziği veya mekaniğini andırırcasına atomcu bir bakışla küçük
dünyaları, içinde yaşadığımız dünya ile mukayese ettiği ifade edilebilir. Bu çerçevede insanın beden
ve ruh bütünlüğünü konu alan eserinde hem beden hem de ruh ülkesini detaylandırdığını görebiliriz.
Netice itibariyle ister bir keşif ve müşahedenin sonucu isterse bir hayalin ürünü olsun Thomas
More’dan çok önce kaleme alınan bu şehir kurgusu İbnü’l-Arabi’nin maddi manada Moğolların
baskı ve zulmünün bulunmadığı; manevi anlamda ise küfür, fesat ve nifakın nüfuz edemediği
korunmuş bir mekan sunma çabası olarak konumlanmaktadır.
KAYNAKÇA
Ebeling, Florian, The Secret History of Hermes Trismegistus: Hermeticism from Ancient to Modern
Times, Cornell University Press, 2005.
Francis Bacon, Yeni Atlantis, çev. Çiğdem Dürüşken, İstanbul, 2011, 53, 55, 79, 81.
İbnü’l-Arabî, Alemin Yaratılışı, Terc. Ekrem Demirli, İstanbul, 2015.
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, el-Mektebetü’l-Arabiyye, thk. Osman Yahya, 1405/1985.
İbnü’-Arabî-Ahmed Avni Konuk, Tedbîrât- İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, haz. Mustafa Tahralı,
İstanbul, 2013.
Kılıç, Mahmut Erol, “Ebu’l-Hukema: Hikmetin Atası Hermetik Felsefenin İslâm Düşünce
Tarihinden Görünümü” Divan İlmî Araştırmalar, 1998/2, 1-32.
Kılıç, Mahmut Erol, “Hermes” DİA, 17/230.
Thomas More, Utopia, çev. Sabahattin Eyüboğlu, Vedat Günyol, Mina Urgan, İstanbul, 2006.
Tommaso Campanella, Güneş Ülkesi, çev. Vedat Günyol-Haydar Kazgan, İstanbul, 1996.
1840
İbnü’l-Arabî, el-Fütûhâtü’l-Mekkiyye, 1/274. Krş. İbnü’l-Arabî, Alemin Yaratılışı, 84-85
VI. OTURUM
MAVİ SALON
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Mustafa ARSLAN
İBNÜ'L-ARABÎ’NİN EPİSTEMOLOJİSİ VE YANSIMALARI
Dr. Öğr. Üyesi Emrah KAYA
İBNÜ’L ARABİ’DE A’YÂN-I SÂBİTE KAVRAMI VE FELSEFÎ KÖKENLERİ
Arş. Gör. Armağan ATAR
İBNÜ'L ARABÎ'DE ADALET PRENSİBİ VE İLAHÎ HİKMET
Faik AYTEMİZ
İBNÜ’L-ARABÎ’ DE AYNA METAFORUNUN PSİKOLOJİK BAĞLAMDA ANALİZİ
Aynil SUNAY
İBNÜ’L-‘ARABÎ’NİN BİLGİ KAYNAKLARI VE BU KAYNAKLARDAN İSTİFADE
METODU
Emrah Kaya
Öz
İslam felsefe ve tasavvuf tarihinin en önemli simalarından olan İbnü'l-Arabî (ö. 1240) kullandığı
epistemolojik araçlar ile bir özgünlüğe sahip olmasa da bu araçların kullanılış metodu bakımından
oldukça özgün bir yaklaşım ortaya koymuştur. Doğru bilginin kaynağı olarak vahyi gören İbnü'lArabî, bu kaynağa erişim için en güvenli yol olarak keşf ve ilhamı kabul etmektedir. Kuran’ı
Kerim’in bizatihi konuşmadığı; aksine konuşturulduğu gerçeğinden hareketle ondaki inceliklere
vakıf olabilmenin yolu kalbi Allah’ın kontrolüne bırakmaktır. Böylece insanın doğru bilgiye
ulaşmasındaki en önemli kaynak vahiy olurken, alet ise mistik bilgi/tecrübe olmaktadır. Bilgi
edinmede tüm insanların sahip olduğu ortak alet olan akla gelince, ona göre akıl ʿiḳâl (zincir-bağ)
köküyle ortak olup bir nevi insanın hakikate ulaşmasına engel olmaktadır. Aklın öneminin altını
çizen İbnü'l-Arabî diğer taraftan onu hakikat bulucu/idrak edici bir mekanizma olarak görmez.
Anahtar Kelimeler: İbnü'l-Arabî, Epistemoloji, Keşf, Akıl, İlahi İsim ve Sıfatlar.
The Sources of Knowledge of Ibn al-ʿArabī and His Method of Using Those Sources
Abstract
Ibn al-ʿArabī (d. 1240) as one of the most significant figures of Islamic philosophy and taṣawwuf, by
means of epistemological tools that he used put forth a unique approach. In fact, the uniqueness
stems from his method where he determines a kind of epistemological hierarchy. Revelation,
including all the divine books, is the main source of the true knowledge according to Ibn al-ʿArabī.
On the other hand, he defends that the way of access to the revelation is unveiling (mukāshafa ilhām). Since the revelational books, for instance the Qur’ān, does not speak in itself, believers need
to make them speak through unveiling that is the most reliable way of acquiring the true meaning. As
for the human intellect (ʿaql), Ibn al-ʿArabī claims that the root of ʿaql and ʿiqāl (fetter) is the same,
and refers to restriction and limitation of the intellect on achieving the reality (ḥaqīqa). While for
various issues the intellect is a significant tool on human life, on attaining the reality it is not
sufficient and acceptable one.
Keywords: Ibn al-ʿArabī, Epistemology, Unveiling, Intellect, Divine Names and Attributes.
Giriş
Kuran ayetleri ve Hz. Peygamber’in örnekliğine dayanarak ortaya çıkan züht ve takva ile başlayan ve
daha sonra felsefî ve mistik unsurlar ile zenginleşen tasavvuf yolunun en önemli temsilcilerinden
biridir İbnü’l-‘Arabî. Hâris el-Muhâsibî, Ebû Nasr Serrâc et-Tûsî, Hücvirî, Kalebâzî, Abdulkerîm
Kuşeyrî, Gazzâlî ve Sühreverdî gibi önemli mutasavvıfların düşüncelerinden istifade etmek suretiyle
büyük bir tasavvufî hazineye sahiptir. İbnü’l-‘Arabî’nin ifadelerinin ve düşüncelerini dayandırdığı
birçok argümanın bu sayılan sufilerde de görüldüğünü bilmekteyiz. Bu durum, tasavvufa dışarıdan
bakan bir kimse için sıradan bir “etkilenme” şeklinde anlaşılabileceği gibi; tasavvufa içeriden bakan
biri için ise “aynı hakikatin farklı zaman ve kişilerde tecellisi” şeklinde anlaşılabilmektedir.
Tasavvufta farklı kavram ve üslup ile ifade edilmesine rağmen bilgi ya da marifet, bir ve aynı
hakikate işaret etmektedir. Bir hadis rivayetinde geçen “Allah önce kalemi yarattı, sonra kalem O’na
ne yazayım dedi. Allah da kaleme kıyamet gününe kadar olacak olanları yaz dedi.” ifadelerinden
kalemin yazdıklarının Levh-i mahfuz olduğunu anlıyoruz. Levh-i mahfuzun Allah’ın ilminin evrene
müteallik kısmı olduğunu söylemek yanlış olmasa gerekir. Her şeyin bilgisinin saklı bulunduğu
Levh-i mahfuzun bilgi hazinesi olması önemli bir noktadır.
Gazzâlî’nin İḥyâ eserinde çokça tekrar ettiği şekliyle müridin kalbi bir ayna gibidir ve o kalp aynası
Bu tebliğ, “A Comparative Study: Epistemology and Theology of Ibn al-ʿArabī and Ibn Taymiyya” (Nottingham
Üniversitesi, 2016) isimli doktora tezimden istifade edilerek hazırlanmıştır.
Dr. Öğr. Üyesi, Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi, İslam Felsefesi Anabilim Dalı,
[email protected]
parlatıldıkça hakikatler Levh-i mahfuzdan buraya yansır, tecelli eder. Bu epistemolojik yaklaşımın
İbnü’l-‘Arabî’de de görüldüğünü söyleyebiliriz. Elbette İbnü’l-‘Arabî’nin daha gelişmiş ve detaylı
yaklaşımını göz ardı etmememiz gerekir.
Bu tebliğde İbnü’l-‘Arabî’nin doğru-dini bilgi elde etmede kullanılan kaynak ve araçlara yönelik
yaklaşımı izah edilecektir.
1- Vahiy
Bütün ilahi kitapları kabul etmekle beraber İbnü’l-‘Arabî için Kuran çok ayrı bir yere sahiptir. Bu iki
nedene dayanır: Kuran, son ilahi kitaptır ve ilahi kitapların en kapsamlısıdır. “Biz kitapta hiçbir şeyi
eksik bırakmadık (Enam Suresi, 6/38) ayetini referans göstererek Kuran’da her şeyin bilgisinin
olduğunu savunmaktadır.1841 İbnü’l-‘Arabî’ye göre Kuran bu nedenle cem‘iyye (her şeyi kuşatma)
veya cevâmi‘ el-kelîm1842 (tüm sözleri toplayan) gibi kavramlar ile nitelenir.1843
Elbette İbnü’l-‘Arabî’ye göre Kuran’ın bu kuşatıcı, kapsayıcı özelliği sadece diğer şeriatlar ile sınırlı
kalmaz. Ona göre kâinatta olan biten ne varsa Kuran’da bulunur çünkü kâinatta Allah’ın bilgisi
haricinde bir şey gerçekleşemez ve Kuran da Allah’ın bilgisindendir. Bu hususta William Chittick de
–kur’ân- kelimesinin genel ve bilinen anlamının okumak, tilavet etmek olsa da bu kavramı İbnü’l‘Arabî’nin toplamak anlamında da kullandığını söyler. Bu bakış açısıyla meseleye yaklaşıldığında
tüm bilgileri toplayan, bir araya getiren bir kitap ortaya çıkmaktadır. 1844
İbnü’l-‘Arabî’nin Kuran’a bu şekilde yaklaşmasında elbette bir yüceltme söz konusu olduğu için
sorun görünmemektedir. Fakat Kuran’ı hem diğer şeriatların hem de tabiattaki her şeyin bilgisini
içeren bir kitap olarak görmesi ona yaklaşım metodunu da farklılaştırmıştır. Böylece, bir bütün
olarak Kuran’ı anlama amacıyla tesis edilen tefsir ilminin klasik ölçüt ve kurallarını son derece esnek
kullanabilmiştir. Çünkü İbnü’l-‘Arabî için Kuran, bir kulun Rabbinin rızasını kazanmak ve şeytanın
hilelerinden emin olmak için tabi olması gereken bir kitaptan çok daha fazlasıdır; geçmiş şeriatların
ve tüm tabii olayların da bilgisinin içinde gizli olduğu bir hazinenin kapısıdır.1845
Bu yaklaşımın ardında yatan düşünce ise Kuran’ın zahir ve batın yönlerinin olmasıdır. İbnü’l‘Arabî’nin batından anladığı Bâtınî düşünce diye nitelenen ve zahirin hakikatini reddeden
düşüncenin anlayışından oldukça farklıdır. Ona göre zahiri ifadeler Allah tarafından belli bir hikmete
binaen seçilmiş ve bu hikmet doğrultusunda sıralanmıştır. Bu nedenle batında gizli olan hakikatlere
ulaşmanın yolu zahirdeki hakikati kavramaktan geçer.1846 Dahası, düşünce sistemini neredeyse
tamamen tecelliler üzerine inşa eden İbnü’l-‘Arabî’ye göre Kuran metni bir yönüyle ilahi
tecellilerdir. Bu nedenle göz ardı edilmesi veya basit ve sıradan görülmesi mümkün değildir. Hatta
Hz. Peygamber’in Kuran’a kendinden hiçbir şey katmaması da bu ilahi tecellinin özgünlük ve
sıhhatinin korunmasına dayanmaktadır.1847
Bu noktada Kuran’ı anlama çabası ayrı bir önem kazanmaktadır. İlahi tecelliler veya Allah’ın
bilgisinden bir cüz’ olması hasebiyle Kuran’ı nasıl anlayacağımız sorusu güncelliğini korumaktadır.
Tefsir ve tevil kavramlarına da değinen İbnü’l-‘Arabî’ye göre tefsir, Allah dostlarının (evliya)
Kuran’ı anlama ve açıklama çabasıyken, tevil ise bu amaç doğrultusunda akılcı âlimlerin ortaya
koyduğu çabadır.1848 Bu ayrımın yanı sıra İbnü’l-‘Arabî kendisi ve diğer evliyanın Kuran’ı
yorumlamasını işaret (diğer bir ifadeyle işârî tefsir) olarak adlandırıyor. Mesela Tûr suresine dair
ifadelerini işaret olarak nitelemektedir.1849 Burada altı çizilmesi gereken husus hangi terimin ne
anlama geldiğinden ziyade İbnü’l-‘Arabî’ye göre akılcı âlimlerin Kuran’ı anlama ve açıklama
1841
Muhyiddîn İbnü'l-ʿArabî, Futûḥâtü’l-mekkiyye (Kahire: y. y., 1911), 3:56.
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 2:101.
1843
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 2:88.
1844
William C. Chittick, The Sufi Path of Knowledge: Ibn al-ʿArabī’s Metaphysics of Imagination (Albany: State
University of New York Press, 1989), 239.
1845
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 2:563. İbnü’l-‘Arabî bu hususta bir benzetme yapmaktadır. Kuran’ı İslam’a; diğer ilahi
kitapları/dinleri de yıldızlara benzetmektedir. Güneş’in doğmasıyla beraber yıldızların görünür oluşu sona erer fakat
yıldızların artık olmadığını, boş ve batıl olduğunu söylemek ise mümkün değildir. Dolayısıyla Kuran en kapsayıcı ve
kuşatıcı bilgileri haiz olmak suretiyle tüm şeriat ve kitapların üstündedir. Bkz. İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 3:153.
1846
John Renard, Knowledge of God in Classical Sufism: Foundations of Islamic Mystical Theology (New York:
Paulist Press, 2004), 56.
1847
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 3:158.
1848
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 3:257.
1849
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 3:526.
1842
metodunun zahiri ifadelerin, tarihsel bağlamların, gramer kurallarının ötesine geçemeyecek kadar sığ
olduğu; evliyanın metodunun ise, tabiri caizse, literal ifadeleri bir kapı olarak kullanmak suretiyle
asıl hazineye ulaştırdığı düşüncesidir.1850 Çünkü birinci gruptakiler daha sonra değineceğimiz keşf ve
ilhama sahip olmayan akılcı kimselerken evliya, meseleye iki göz (zahir ve batın) ile bakabilen
kimselerdir. Zahirin batına giden yolda bir nevi kapı olması nedeniyle İbnü’l-‘Arabî’nin
düşüncesinde semboller, rakamlar, ebced hesabı vb. literal ve zahiri olgular ayrı bir öneme sahip
olmaktadır. Bu bağlamda İbnü’l-‘Arabî’nin eserlerinde çok sayıda örnek bulmak mümkündür fakat
en önemli örneklerden birisi elif-lâm-mîm harflerine yüklenen anlamlar gösterilebilir.1851
İbnü’l-‘Arabî’nin Kuran’da her şeyin bilgisinin olduğuna dair inancı ve bunu sembolik ifade etme
üslubu onu, Kuran’ın her yeni okunuşunun yeni bir anlamı ortaya çıkarması gerektiği düşüncesine
ulaşılmıştır. Ona göre Arapça’nın dil yapısına uygun olmak koşuluyla ayetlere verilen her anlam
Allah’ın muradını yansıtmaktadır. “Bu anlam bu ayete verilmez” diyen kişi cahildir.1852 Böylece
Kuran’ı anlarken İbnü’l-‘Arabî, mesela, ceza anlamındaki ʿazâb kelimesini bazen ʿuzûb (tatlılık,
hoşluk) şeklinde; ʿaḳl kelimesini ʿiḳâl (zincir, bağ) şeklinde yorumlayabilmiştir. Dahası kâfir
kelimesini yeri geldiğinde Allah’ın kendilerine bahşettiği seçkinliği ve hikmeti örtüp gizledikleri için
Melâmiler için de kullanabilmiştir. “Ben insanları ve cinleri ancak bana kulluk etsinler diye
yarattım” (Zâriyat suresi, 51/56) ayetindeki ins kelimesini insanın zahiri, cinn kelimesini de insanın
batını (kalbi, ruhu) olarak yorumlayabilmiştir.1853 Özetle İbnü’l-‘Arabî’ye göre Kuran, Allah’ın
bilgisidir ve Allah’ın bilgisi de sınırsızdır.1854 Her anlam Kuran’da mahfuzdur ve Kuran’ın metni,
harfleri, diğer bir ifadeyle zahiri bu bilginin bir nevi kapısıdır.
İbnü’l-‘Arabî yaklaşımında Kuran’ı anlamanın veya hikmete, şüpheden uzak bilgiye vakıf olmada
Hz. Peygamber’in sözlerinin ve rehberliğinin önemi tartışılmazdır. Hadislere erişimi söz konusu
olunca Kütüb-ü Sitte önemli bir kaynak olmakla beraber bir sonraki bölümde değineceğimiz üzere
mükâşefe ile Hz. Peygamber’den doğrudan bilgi de alabilmektedir. Hz. Peygamber’in bilgi
konusunda bu denli önemli olmasının temelde iki nedeni bulunmaktadır. Birincisi o, her şeyin
bilgisini içeren Kuran’ın verildiği kişidir. Bu nedenle de Hz. Peygamber bu yüce bilgi deryasına
doğrudan vakıf olan kimsedir. Elbette böylesi önemli bir kitabın verildiği kimsenin de önemi büyük
olacaktır. İbnü’l-‘Arabî’nin bu bağlam içerisinde Kuran’a ve Hz. Peygambere yaklaşımını en güzel
şekilde ifade eden ve Hz. Peygamberin seçkinliğini vurgulayan şu sözler dikkate değerdir:
Bütün dinler (şerâʿî) birer ışıktır. Muhammed’in dini (şeriat) ise yıldızların ışıkları arasındaki Güneş ışığı
gibidir. Güneş ortaya çıktığında yıldızların ışığı gizlenir ve onların ışıkları Güneş ışığına dâhil olur. Onların
gizlenmesi, diğer dinlerin Muhammed’in dini sebebiyle mensûh olması gibidir. Yine de, onlar [dinler]
yıldızların ışıklarının varlığının devam etmesi gibi vardır. Bunun için biz tüm resullere ve onların dinlerine
inanmakla yükümlüyüz. Bu dinler nesih ile batıl olmamaktadır; aksi ise cahillerin düşüncesidir. 1855
İkincisi ise Hz. Peygamber’in olağanüstü fıtratı, yani yaratılışıdır. Bu düşünce de İnsan-ı kâmil
kavramı ile doğrudan alakalı olup Allah’ın isim ve sıfatlarının en mükemmel ve kapsamlı şekilde
tecelli ettiği kimseyi işaret etmektedir. Hatta bu bağlamda İbnü’l-‘Arabî “Muhammed’in sahip
olduğu yaratılışa sahip değilsin; mârifetullahta da Muhammed’den ne kadar aşağı seviyede olduğunu
bilmelisin” demektedir.1856 Hz. Peygamber’in yaratılış açısından yüceliğine ve ona verilenin kimseye
verilmediğine inanan İbnü’l-‘Arabî’ye göre Hz. Peygamber henüz Hz. Âdem yaratılmadan
1850
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 3:257. Henry Corbin, William Chittick, Eric Geoffroy gibi araştırmacıların tevil ve tefsir
tanımları ve bu terimlerin İbnü’l-‘Arabî’ye nispeti hakkında farklı görüşler ortaya koysalar da anladığımız kadarıyla
İbnü’l-‘Arabî’nin yaklaşımını zahirden yola çıkarak ulaşılan bir bâtınî hakikatin varlığını bulmaya yöneliktir.
1851
Elif-lâm-mîm harflerinin sembolik olarak sırasıyla Allah, Cebrail ve Hz. Muhammed ile ilişkilendirilmesi bu
bağlamda zikredilebilir. Muhyiddîn İbnü'l-Arabî, “Kitâbü'l-tecelliyât”, Rasâ’il İbnü'l-ʿArabî (Beyrut: Dâru'l-kutubi'lʿilmiyye, 2001), 323.
1852
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 3:128; 2:119, 567.
1853
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 3:198; 1:115-116; 2:134; 3:354. Ayrıca bkz. Gracia López Anguita, “On the Inner
Knowledge of Spirits Made of an Igneous Mixture: Chapter 9 of the Futūhāt al-Makkiyya”, Journal of the Muhyiddin
Ibn Arabi Society 44/ (2008): 1-25.
1854
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 1:36; 2:290; 3:121.
1855
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 2:134; 3:153; William C. Chittick, Imaginal Worlds: Ibn al-ʿArabī and the Problem of
Religious Diversity (Albany: State University of New York Press, 1994), 125; Emrah Kaya, “İbnü’l-Arabî’nin Din ve
İnançlara Yaklaşımının William Chittick Ve Reza Shah-Kazemi Perspektifiyle Evrenselci Yorumu”, Sakarya
Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi (SAUIFD) 18/33 (2016): 53-73.
1856
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 2:363, 107; 3:251.
peygamberdi ve Hz. Musa gibi müstakil şeriatı olan peygamberler dahi tüm peygamberler eğer
yaşıyor olsaydı Hz. Muhammed’e tabi olacaktı. Bu nedenle İbnü’l-‘Arabî’ye göre hakikatin bilgisini
elde etmek isteyen kişinin Hz. Peygamberden istifade etmemesi düşünülemez. Elbette İbnü’l‘Arabî’nin Hz. Peygamberden hadis almasının yolu bilinen geleneksel hadis ilmi kriterlerinden belli
ölçüde farklılaşmaktadır. İlerleyen sayfalarda buna değinilecektir.
2- Keşf-İlham
İbnü’l-‘Arabî’nin bilgi elde etme metodunun en önemli aracı şüphesiz ki keşf-ilhamdır. Elbette
insana rahmanî, şeytanî veya nefsanî düşüncelerin gelmesi muhtemeldir. Genel olarak keşf veya
ilham olarak bilinen bu sezgisel/mistik bilgi yolu feth, basiret, müşahede, tecrübe gibi birçok kavram
ile de karşılanmaktadır.1857 Duyu organlarının ve dolayısıyla duyu organlarından gelen veriler
doğrultusunda işlevsel olan aklın ötesindeki “görünmez hakikatleri” kavramanın yegâne yolu olarak
görülen keşf İbnü’l-‘Arabî’ye göre Allah’ın bazı seçkin kullarına lütfudur. Keşf söz konusu olunca
elbette keşfe dayanan bilginin tamamlayıcı unsurları olan evliya ve kalp kavramları da ele
alınmalıdır.
Evliya; Allah’ın kendisine bahşettiği bilgiler ile manaya nüfuz edebilen, görünmez hakikatleri idrak
edebilen kimsedir. Bu kimseler Allah, peygamberler ve diğer evliya ile metafizik bir iletişime sahip
olmakla inananlar içinde ayrı bir yere sahiptirler. Allah’ın kendilerine destek olduğuna inanılan bu
seçkin zümre için kullanılan hadis rivayeti oldukça meşhurdur.1858 Bu meşhur hadis rivayetinin yanı
sıra başka rivayetlere de İbnü’l-‘Arabî’de rastlamak pek mümkündür. Mesela, evliyadan oldukları
için peygamber veya şehit olmadıkları halde peygamber ve şehitlerin kıskandığı kimselerin olduğu
ifade edilmektedir. Dahası Nuh, İbrahim, Cebrail, Mikail ve İsrafil’in kalbi üzere belli başlı sayılarla
ifade edilen evliyaların olması, kutup, abdal vb. isimlerle anılan kimselerin (ricâlü’l-ğayb) varlığı
İbnü’l-‘Arabî düşüncesinde evliyanın önemine işaret eden başka bir unsurdur.1859
Kalp kavramına gelince, İbnü’l-‘Arabî kalbi, yüce hakikatlerin tecelli ettiği mahal olarak gördüğü
için önemsemektedir. Evliyaların sahip olduğu kalp, onların aklî bilgiye alternatif olarak
kullandıkları epistemolojik bir araç olarak tasavvur edilir. İlahi bilginin tecelligahı ve keşfin merkezi
olan kalp, türlü ibadet ve zikir ile temizlenmek suretiyle Allah’ın kontrolüne verilir. 1860 Bu ilahi
kontrol ve yönlendirme sayesinde yukarıda bahsettiğimiz ve insana gelen rahmani, şeytani ve nefsani
ilhamlardan sadece rahmani olanı Allah’ın velisine verilir ve diğer bilgi veya vesveseler ondan uzak
tutulur. Tabi ki kalbe rahmani bilgilerin gelmesinin ilk şartı kalbin dünyevî ve nefsani isteklerden
arındırılmasıdır. Ayrıca rasyonel/aklî düşünceler de kalbin hakiki bilgiye erişmesine bir engel teşkil
etmektedir fakat bu konuya ilerleyen sayfalarda değinilecektir.
İbnü’l-‘Arabî’ye göre kalp, mahsusata ve makulata ait her sureti ve manayı kavrayacak
kapasitededir. Allah’ın velinin kalbindeki perdeyi kaldırması sonucunda sınırsız bir idrak
kapasitesine ulaşan kalp, hakiki ve ilahi olan bilgiye erişmiş olur. Zahirin ötesine geçer, maddedeki
manayı bulur ve hakikate erişir. Bu bağlamda İbnü’l-‘Arabî “Kul, yüzünü tamamen Rabbine
çevirmeli ve kendisini O’ndan uzaklaştıracak her şeyden bağını kesmelidir. Bunu yaptığında Allah
ilahi nuruyla aydınlatarak ona ilahi bir bilgi verir ve böylece müşahede ve tecelli ile Allah’ın
herhangi bir şey ile kabul veya reddedilemeyeceğini öğretir. Bundan dolayı da Kuran’da ‘Muhakkak
1857
Chittick, Sufi Path of Knowledge, xiii, 168. Bu kavramların hepsi mistik bilgi edinme yolunu işaret etmekle
beraber aralarında ince farklar da gözetilmiştir. Mesela Chittick’e göre İbnü’l-‘Arabî düşüncesinde zevk, içsel/dâhili
bir bilgi edinimini ifade etmek için kullanılırken keşf, harici bir bilgi edinimi için kullanılmıştır. Chittick, Sufi Path of
Knowledge, 221.
1858
“Kim benim veli kuluma düşmanlık ederse ben de ona harp ilan ederim. Kulumu bana yaklaştıran şeyler
arasında en çok hoşuma gideni, ona farz kıldığım şeyleri eda etmesidir. Kulum bana nafile ibadetlerle yaklaşmaya
devam eder, sonunda sevgime erer. Onu bir sevdim mi artık ben onun işittiği kulağı, gördüğü gözü, tuttuğu eli,
yürüdüğü ayağı olurum. Benden bir şey isteyince onu veririm, benden sığınma talep etti mi onu himayeme alır,
korurum. Ben yapacağım bir şeyde, mü'min kulumun ruhunu kabzetmedeki tereddüdüm kadar hiç tereddüte
düşmedim: O ölümü sevmez, ben de onun sevmediği şeyi sevmem.” Buhârî, “Rikâk”, 38; Muhyiddîn İbnü'l-Arabî,
Divine Sayings: 101 Ḥadīth Qudsī, Mishkāt al-anwār of Ibn ʿArabī, trc. Stephen Hirtenstein - Martin Notcutt
(Oxford: Anqa Publishing, 2004), hadis no:91.
1859
Tirmizî, “Kitâbü’z-zühd”, 53. İbnü'l-Arabî, Mishkāt al-anwār, hadis no:3; İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 2:10; 1:160.
1860
Henry Corbin, Alone with the Alone: Creative Imagination in the Sufism of Ibn ʿArabī (Princeton: Princeton
University Press, 1997), 221.
bunda kalbi olan kimse için bir hatırlatma vardır’ (Kâf suresi, 50/37) denilmiştir.”1861
Bu arada İbnü’l-‘Arabî’ye göre her evliyanın kalbinin kapasitesi aynı değildir. Kalpteki perdeler
sayısızdır ve evliyanın mertebesine göre bu perdelerin azlığı-çokluğu değişmektedir. Diğer taraftan
kalbe gelen mistik bilgi ile aynı kaynaktan çıkıp gelen fakat farklı güzergâh takip eden su arasında
bir benzetme kurmaktadır. Kaynak birdir; fakat suyun aktığı toprağın, havanın, bölgenin etkisiyle
suyun renginde, kokusunda veya tadında bazı değişiklikler tabii olarak gerçekleşmektedir. Bu şekilde
de keşf ve ilham ile gelen mistik bilginin, evliyanın kalbinin kapasitesine göre, belli oranda derece ve
ton farkı olabilir.1862
Tüm farklı derece ve tonlarına karşın keşf ve ilham ile kalbe bırakılan mistik bilgilerin birbiriyle
çelişik olması düşünülemez çünkü bu bilgiler İbnü’l-‘Arabî’nin ifadesiyle Allah katından ehlullâhın
kalbine inmiştir (tenzîlen min ʿindillâhi ʿalâ ḳulûbi ehlullâh).1863 Hatta bu nedenle İbnü’l-‘Arabî’ye
göre Kuran’ı tefsir etmeye en layık olanlar evliyalardır. Böylesi bir iddianın dayandığı bazı temeller
vardır. Bunlardan birincisi, ona göre keşf ve ilhama dayanan bilginin vahiy ile tamamen uyumlu
olduğu düşüncesidir. İkincisi, bu bilginin duyu organlarının kısıtlılığından berî olduğu düşüncesi ve
üçüncüsü de Allah dostlarının keşf vasıtasıyla her şeyin bilgisine ulaşabilir olduğu düşüncesidir. Bu
ön kabulleri temel olarak tespit eden İbnü’l-‘Arabî keşfe dayanan bilginin şüpheye yer bırakmayacak
kadar yakîn ifade eden, tartışmasız ve güvenilir olduğunu kabul etmektedir.1864
Keşfin İbnü’l-‘Arabî düşüncesinde yeri o denli büyüktür ki kendisi eserlerinin de ilahi keşf ürünü
olduğunu söyler ve kendisinden bir şey katmadığını belirtir. Hatta kendisine bırakılsaydı Futûḥât’ın
düzeninde dahi farklılıkların olacağını iddia eder. Aynı şekilde Fuṣûṣ eserinin de kendisine Hz.
Peygamber tarafından rüyada verildiğini ve insanlara ulaştırılması gerektiğini söylediğini ifade
eder.1865
Mistik bir yol ile şüpheden arınmış, hakiki bilgiye ulaştığına inanan İbnü’l-‘Arabî sadece Kuran
ayetlerinin manalarına bu şekilde vakıf olmaz aynı zamanda Hz. Peygamber ile de sürekli bir manevi
bağ kurmuş olur. Hatta klasik hadis usulünü aşarak kendisine gelen rivayetlerin doğruluğunu bizzat
Hz. Peygambere sormaktadır çünkü ona göre, birçok hadis sadece senedindeki sorunlardan dolayı
sahih bulunmazken birçok rivayet de senedinde sorun olmaması nedeniyle muteber görülmektedir.
İbnü’l-‘Arabî ise bir rivayet duyduğunda bunu doğrudan Hz. Peygambere sorarak teyit ettiğini
söylemektedir.1866 Bu izahlardan da anlaşılacağı üzere İbnü’l-‘Arabî için keşf, doğru ve sarsılmaz
bilginin elde edilmesi için elzemdir.
3- Akıl
Keşfe dayanan bilgi ile akla dayanan bilginin sürekli bir karşılaştırmasının yapıldığı İbnü’l-‘Arabî
eserlerinde aklî bilginin konumu da, menfi bir anlam barındırsa da, oldukça önemlidir. Aklî bilginin
yadsınamaz bir bilgi türü olduğunda şüphe yoktur çünkü akıl, insanı diğer canlılardan ayıran temel
özelliktir. Felsefe tarihinde aklın mahiyetine, gelişimine, işlevine ve bilgi edinişine dair tartışmalar
çokça yapılmıştır. Tefsir, fıkıh, kelam ve felsefe ilimleriyle meşgul Müslüman âlimlerin de bu
tartışmalara girdiği açıktır. Ancak en önemli eleştirilerin ortaya konulduğu cenah muhtemelen
tasavvuftur çünkü yukarıda da bahsettiğimiz üzere tasavvuf akıldan daha değerli ve daha sıhhatli bir
epistemolojik aracı benimsemişlerdir.
İbnü’l-‘Arabî de eserlerinde aklî bilginin kaynağına, güvenilir olup olmadığına, doğru bilgi elde
etmede işlevsel olup olmadığına ve aklî bilginin sınırlarına çokça değinmiştir. Bilişsel (ilmî) ve ameli
kuvvelerin hayvanlarda da olduğunu kabul ettiğimizde insanın en ayırt edici özelliğinin fikrî, nazarî
ya da aklî diyebileceğimiz bir bilgi türüne sahip olmak olduğunu görebiliriz. Her ne kadar akıl
insanın alamet-i farikası olsa da akıl, bir görüşe göre zarûriyât hariç olmak üzere, duyu organlarımız
tarafından iletilen verilere dayanmaktadır. Duyu organlarımız ise kendi özü itibariyle sınırlı olan
fiziksel âlemi algılar ve akıl bu sınırlı olan fiziksel âlemden yola çıkarak bir takım metafiziksel
çıkarım ve önermeleri oluşturmaya çalışır. Nihayetinde akıl, kısıtlı ve sınırlı veriler üzerinde işlem
1861
1862
1863
1864
1865
1866
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 1:289.
Muhyiddîn İbnü'l-Arabî, "Fuṣûṣu'l-Ḥikem", ed. Abul Ela Affifi (Beyrut: Dâru'l-Kitâbi'l-ʿArabî, 1966)107.
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 1:280.
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 3:83.
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 1:59; 2:432, 389, 163; 3:457; İbnü'l-Arabî, Fuṣûṣu'l-Ḥikem, 47.
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 1:150.
yapmak zorundadır.
İbnü’l-‘Arabî’nin akla karşı sözlerinin temelinde yatan argüman aslında tam olarak budur. Hatta
bundan dolayı, daha önce işaret ettiğimiz gibi, ʿaḳl kelimesinin ʿiḳâl (zincir, bağ) kelimesi ile köken
birlikteliği içinde olduğunu söyleyerek aklı kullananların bağlanmış, kısıtlanmış olduğunu
düşünür.1867 Ona göre esas olarak üç çeşit bilgi vardır: aklî ilim (ilmü’l-ʿaḳl), hâl ilmi (ilmü’l-ahvâl)
ve sırlar ilmi (ilmü’l-esrâr). Bunlar arasında en düşük mertebede olan birincisi iken en üst mertebede
olan da üçüncüsüdür. Sırlar ilmi ile kastedilen ilim, Allah dostlarına verilen kutsî ve ilahi ilim olup
aklın sınırlarının ötesindedir.1868
İbnü’l-‘Arabî’ye göre akıl, hakikati bulma konusunda güvenilir bir araç değildir. Buna delil olarak da
gelmiş geçmiş en meşhur akılcı düşünürlerin aynı mesele üzerinde farklı görüşler ortaya koyması,
birbirlerine muhalefet etmesi ve hatta aynı düşünürün bir süre sonra önceki bir düşüncesini
reddetmesini gösterir. Diğer taraftan insanın şehevî yönü dikkate alındığında ise aklın otoritesini
kabul etmektedir. Buradan çıkarabileceğimiz düşünce şudur: akıl, insan nefsinde bulunan şehvet ve
öfke gibi, özü itibariyle insana yarayışlı fakat kontrol altına alınmadığında insanı felakete
sürükleyen, kuvvelerin kontrol altında tutulması meselesinde önemli bir görev üstlenmektedir.
Ancak, hakikate erişme, doğru ve katî bilgiye sahip olma söz konusu olduğunda ise akıl yetersiz
hatta yanıltıcı olmaktadır.1869
Bu anlayışla hareket eden İbnü’l-‘Arabî akla dayanan argümanlar ile düşünce ortaya koymaya
çalışan kelam ve felsefe âlimlerini de eleştirmiştir. Onların ayetleri anlamaktan ve Allah hakkında
doğru bir bilgiye sahip olmaktan uzak olduklarını düşünmektedir. Ayrıca İbnü’l-‘Arabî’nin bu
yaklaşımının altında yatan tek neden aklın kısıtlı veya yanıltıcı oluşu değildir. Bilginin amacı da o
bilginin elde edilişinde kullanılan araç ile ilişkilidir. Diğer bir ifadeyle akıl, fiziksel âlemi yani,
insanın dünya hayatını belli bir düzende devam ettirebilmesi için gereken araçtır. Hakiki ilim olan
Allah bilgisi ise akıl ile elde edilemeyecek bir bilgidir. Bu nedenle akıl sadece dünyevi yani, basit ve
süflî meseleler için kullanılmaktadır. Bu bağlamda fıkıh ilmini dahi eleştiren İbnü’l-‘Arabî aklî
bilgiden ziyade kalbî bilginin insan için faydalı olduğunu düşünmektedir. Hatta dünyevî nesne ve
amaçların yanı sıra aklî çabaları da kalbi körleştiren ve insanı cehaletin karanlığına iten bir etken
olarak görmektedir.1870
Sonuç
Nihayetinde İbnü’l-‘Arabî’nin epistemolojik hiyerarşisinde vahiy en üstte, hikmetin zirvesi
mesabesindedir. Sonrasında ise sırasıyla keşf ve akıl gelmektedir. Keşfin bu denli önemli olması da
İbnü’l-‘Arabî’ye yaratılış, nübüvvet, kader, ahiret ve özellikle de her şeyi kendileriyle ilişkilendirdiği
ilahi isim ve sıfatlar hakkında son derece esnek, kurallar ve sınırlar ötesinde bir yorum imkânı
tanımaktadır.
Tüm bu bilgi kaynak ve araçlarından sonra İbnü’l-‘Arabî’nin keşfe dayanan bilgiyi aklın önüne
koyduğuna tereddüt etmeden inanıyoruz. Kuranî hakikatleri anlamanın yolunun da akıl yürütme
olmadığını aksine çeşitli yollar ile kalbi temizledikten sonra en doğru ilmin orada zuhur etmesi
olduğunu görmekteyiz. İbnü’l-‘Arabî’nin bu yaklaşımı tasavvuf çevrelerinde kabul gördüğü kadar
tasavvuf harici çevrelerde tepkiyle karşılanmıştır. Bu tepkilerin en bilineni İbn Teymiyye (ö. 1328)
tarafından ortaya konulmuştur. İbn Teymiyye ve onun gibi âlimlerin muhalefetinin dayandığı temel
nokta İbnü’l-‘Arabî’nin Hâlik ile mahlûk arasında belirgin bir ayrım gözetmediği düşüncesidir.
Ancak dikkatli okunduğunda muhalif olanların genel olarak İbnü’l-‘Arabî’yi tek bir pencereden
gördüğü, onun mistik yorumlarını görmezden geldiği, keşfin İbnü’l-ʿArabî’de ne ölçüde önemli
olduğunu görmek istemedikleri ve onu son derece literal yorumladığı anlaşılmaktadır.
1867
1868
1869
1870
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 3:198.
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 1:31.
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 2:645, 389, 319, 191.
İbnü'l-ʿArabî, Futûḥât, 1:581; 3:369.
Kaynakça
Anguita, Gracia López. “On the Inner Knowledge of Spirits Made of an Igneous Mixture: Chapter 9
of the Futūhāt al-Makkiyya”. Journal of the Muhyiddin Ibn Arabi Society 44/ (2008): 1-25.
Chittick, William C. Imaginal Worlds: Ibn al-ʿArabī and the Problem of Religious Diversity.
Albany: State University of New York Press, 1994.
Chittick, William C. The Sufi Path of Knowledge: Ibn al-ʿArabī’s Metaphysics of Imagination.
Albany: State University of New York Press, 1989.
Corbin, Henry. Alone with the Alone: Creative Imagination in the Sufism of Ibn ʿArabī. Princeton:
Princeton University Press, 1997.
İbnü'l-Arabî, Muhyiddîn. Divine Sayings: 101 Ḥadīth Qudsī, Mishkāt al-anwār of Ibn ʿArabī. Trc.
Stephen Hirtenstein - Martin Notcutt. Oxford: Anqa Publishing, 2004.
İbnü'l-Arabî, Muhyiddîn. "Fuṣûṣu'l-Ḥikem". ed. Abul Ela Affifi. Beyrut: Dâru'l-Kitâbi'l-ʿArabî,
1966.
İbnü'l-Arabî, Muhyiddîn. “Kitâbü'l-tecelliyât”. Rasâ’il İbnü'l-ʿArabî. Beyrut: Dâru'l-kutubi'lʿilmiyye, 2001.
İbnü'l-ʿArabî, Muhyiddîn. Futûḥâtü’l-mekkiyye. Kahire: y. y., 1911.
Kaya, Emrah. “İbnü’l-Arabî’nin Din ve İnançlara Yaklaşımının William Chittick Ve Reza ShahKazemi Perspektifiyle Evrenselci Yorumu”. Sakarya Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi
(SAUIFD) 18/33 (2016): 50-73. https://doi.org/10.17335/sakaifd.261084.
Renard, John. Knowledge of God in Classical Sufism: Foundations of Islamic Mystical Theology.
New York: Paulist Press, 2004.
A’YÂN-I SÂBİTE VE FELSEFÎ KÖKENLERİ
Armağan ATAR1871
Özet:
A’yân-ı Sâbite kavramı İbn Arabî’nin Vahdet-i Vücud düşüncesinde merkezi bir öneme sahiptir.
Allah’ın ilmindeki ezelî ilmî suretler olarak bulunan a’yân-ı sâbite, harici dünyada var olan
varlıkların sabit hakikatleridir. Dış dünyadaki varlıklar, a’yân-ı sabitedeki bu hakikatlerine uygun
şekilde varlığa gelmektedirler. Bu bakımdan a’yân-ı sâbite Allah ile duyulur âlem arasında yer
almakta olup bir yönüyle Hakk’a diğer yönüyle de âleme dönüktür. Allah ile alem arasında hem
epistemolojik hem de ontolojik bir boyuta sahip olan ve bir çeşit imkan halini yansıtan ayân-ı
sabitenin İslam felsefesinde karşılık geldiği kökenleri bulunmaktadır. Bu noktada İbn Arabî’nin
kendisi de zaten eserlerinde a’yân-ı sabitenin felsefede mahiyet ve heyûlâya karşılık geldiğine işaret
etmiştir. Biz de tebliğimizde İbn Arabî düşüncesinde a’yân-ı sabitenin bulunduğu konum, onun
karşılık geldiği mahiyet ve heyula kavramları ve a’yân-ı sâbite ile bu kavramlar arasındaki benzerlik
ve farklılıkları ortaya koymaya çalışacağız.
Fixed Entities (A‘yân Thâbita) and Its Philosophical Origins
The concept of the “fixed entities” (a‘yân thâbita) has a central importance in Ibn Arabi's thought of
Wahdat al-Wujûd. The fixed entities, which exist as the eternal, immutable forms in the divine
knowledge, are the fixed truths of beings who exist in the external world. The existing entities (a‘yân
mawjûda) in the external world come into existence in accordance with the truth found in the fixed
entities. The fixed entities are located among God and the universe; therefore facing both the God
and the universe. The fixed entities, which have both an epistemological and an ontological
dimension between God and the universe, and reflect a kind of possibility, have origins in Islamic
philosophy. At this point, İbn Arabî himself pointed out in his works that the “fixed entities”
correspond to the essence and the first matter (heyûlâ/hyle) in Islamic philosophy. In this paper, we
will discuss the position of the “fixed entities” in Ibn Arabi’s thought, and the concepts of essence
and the first matter (heyula/hyle) that correspond to fixed entities, as well as try to reveal the
similarities and differences between these concepts.
Anahtar Kavramlar: A’yân-s Sâbite, Vahdet-i Vücud, Varlık, Mâhiyet, Heyûlâ
A’YÂN-I SÂBİTE VE FELSEFÎ KÖKENLERİ
Tasavvuf düşüncesini felsefî bir noktaya taşıyan isimlerden birisi olarak İslam düşünce
geleneğinde önemli bir yere sahip olan İbn Arabî, bilindiği kadarıyla, varlık düşüncesinde, a’yân-ı
sabite kavramını ilk kullanan isimdir. Allah ile alem arasında merkezi bir noktaya yerleştirmiş
olduğu bu kavram, kendisinden sonra oluşan gelenekte de önemini korumaya devam etmiştir.
Varlığın hakikati açısından bakıldığında İlahî Zât’a nispetle gölge varlık mesafesinde görülen a’yân-ı
sabite, hariçteki eşyanın varlığa gelişinde aracı bir rol üstlenmektedir. İbn Arabî’nin felsefesinde
böylesi önemli bir yere sahip olan bu kavram İslam felsefesinde neye tekabül etmektedir? Bu
tebliğimizde İbn Arabî’nin bu konuda yapmış olduğu açıklamalardan yola çıkarak a’yân-ı sabite
kavramının felsefede tekabül ettiği kavramları ele alacağız. Öncesinde a’yân-ı sabitenin ne olduğu ve
İbn Arabî düşüncesindeki yeri hakkında bilgi vereceğiz.
A’yân-ı Sâbite nedir?
Varlığın belli mertebelerden oluştuğu İbn Arabî düşüncesinde a’yan-ı sâbite, tek gerçek ve
Mutlak Varlık olarak kabul edilen İlahî Zât ile şehadet âlemi yani duyulur dünya arasında yer alan
mertebedir. Bu mertebeyi ifade etmek için kullanılan a’yan-ı sâbite’deki ayn; hakikat, zât ve mâhiyet
anlamına gelmektedir. Sabit veya sübût ile aklî ya da zihnî varlık kastedilmektedir. Mesela insanın
mahiyeti veya üçgenin zihindeki varlığı gibi.1872 Burada zihnî ya da aklî varlıktan kastedilen, insanın
fert olarak, üçgenin de dış dünyada gerçeklik kazandığı bir varolma hali gibi değildir. A’yân-ı sâbite
ile işaret edilen, duyulur ya da haricî âlemin dışında, akledilir mahiyetler olarak da ifade
edebileceğimiz eşyanın hakikatlerinin bulunduğu akledilir bir âlemdir. Dışta bir varlığı olmayan bu
1871
Arş. Görevlisi, Ankara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi,
[email protected];
[email protected]
Suad el-Hakîm, "Ayn-ı Sâbite/A’yân-ı Sâbite" maddesi, İbnü’l Arabî Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi, İstanbul,
2005, s. 90.
1872
âlem, dolayısıyla yokluk olarak nitelendirilmektedir.1873 İbn Arabî bu yokluğu, onların varlık kokusu
duymadıkları şeklinde ifade etmektedir.1874 Dolayısıyla da onlara nispet edilen vücut da onlar üzerine
zaid bir durum olmaktadır.1875
A’yân-ı sâbitede yer alan varlıklar, varlığa gelmeden önce Allah’ın ilminde
bulunmaktadır1876. İlahi ilim ezeli ve değişmez olduğundan, a’yân-ı sâbite de ilahi ilme nispetle ezeli
ve değişmezdir. Bu bakımdan bu varlık mertebesi "Allah’ın özel bir taayyün ve belirli bir nispet ile
ilim mertebesinde ilmî suretlerde tecelli ettiği hazret" şeklinde tanımlanmaktadır.1877 İlahî Zât’ın,
kendisinin taayyün etmediği mertebede yani la-taayyün mertebesinde, kendisinin sahip olduğu ve
ezeli ve değişmez olarak bildiği sonsuz taayyün imkânlarına nispetle de a’yân-ı sâbite, O’nun
bilgisinin değişmez nesneleri, değişmez-öz varlıklar anlamında kullanılmaktadır.1878 İbn Arabî’nin
sübut olarak isimlendirdiği şey, eşyanın dış dünyada varlığa gelmeden önce a’yân-ı sabitedeki, bu
değişmez ve sabit konumudur. Bir şeyin dış dünyada var olmasını ise vücud olarak
isimlendirmektedir. Bir şey, dış dünyada varlığa geldiğinde, o şeyin sübut boyutundaki varlığında
herhangi bir değişme olmaz, oradaki sabitlik aynen devam eder. 1879 Bu açıdan ayân’ı sâbite
"mümkinatın ilahi ilimde sabit olan hakikatleri"dir.1880 A’yân-ı sâbite, dış dünyada var olmadan önce
Allah’ın ilminde bulunması bakımından ilâhî zâttaki suret veya hallerdir. Bunlar hariçte var
olmamasına karşın Allah’ın ezelî ilminde var olan akledilir varlıklardır.1881
Tanrı’nın ilminde var olan bu ezelî ilmî suretlerin varlığa geçişi bir anlamda bu suretlerin
taayyün etmesi olarak ifade edilebilir. Dış dünyadaki varlıklar bu sabit hakikatlerine göre varlığa
gelirler ve İbn Arabî bu hakikatler suretleri olmayan nitelikler olarak görmektedir ki nispet olan şey
de var olan değil var olmayan şeydir.1882 Bu açıdan bakıldığında varlığa geliş taayyğnle
gerçekleştiğine göre, taayyün kelimesi "bir nesne/şey(ayn) olmak ya da o hale gelmek" anlamındadır.
Bu bağlamda ayn da "hakkında konuşulabilecek ya da kavranabilecek herhangi bir şey" olarak
anlaşılmaktadır.1883 Var olan her şey de, Tek Olan Varlık’ın kendisini izhar ettiği bir tarz olarak
açıklanabilir. Burada ayn ile Varlık arasında farklılık söz konusudur. Şöyle ki ayn, var olan herhangi
bir şey iken Varlık, şu veya bu bakımdan değil "her bakımdan bir şey"dir. O, âlem ya da insan gibi,
var olan herhangi bir şey değildir. Aksine o, şeylerden herhangi birinin özelliği ile sınırlanmış ve
tanımlanmış değildir. Bundan dolayı Varlık bir şey değil, her şeydir; var olan her şey de, Varlık’ın öz
tezahürüdür. Varlık’ın kendisi taayyün mertebelerinden birisi değildir çünkü o, taayyünlerinin
ötesindedir. Taayyün mertebelerinin kendileri, Varlık’ın taayyünleri veya Tek Olan Varlık’ın
kendisini izhar ettiği alanlardır.1884
A’yân-ı sâbitenin Allah’ın ilminde ezeli bir şekilde yer aldığından ve bunların varlığa
gelişinin de bu ilmî suretlerin taayyün etmesinden ibaret olduğunu ifade etmiştik. Bu noktadan
bakıldığında İbn Arabî düşücesinde yoktan yaratma anlayışının olmadığı görülmektedir. Çünkü
ezelden ilahi ilimde var olan şeyin, yoktan yaratılmış olması düşünülemez. Ancak böyle bir
düşüncesin ezelî alem fikrine ulaşmasına engel olmak için İbn Arabî varlık konusunda bir
sınıflamaya gitmiştir. Buna göre varlık mutlak ve mukayyed şeklinde iki kısma ayrılmaktadır.
Mutlak varlık tek hakikat olan ve kendisinde varlık mahiyet ayrımının yapılmadığı ve yokluk ile
vasıflanmayan Allah’tır. Mukayyed varlık ise, varlık ve yokluğun birtakım ilintilerle kendisine nispet
edildiği varlıktır. Bu mukayyed varlıklar iki yönlüdür. Bir yönden bunlar mahiyetler yada
1873
Suad el-Hakîm, a.g.e, s. 90.
İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, çev. ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yay., İstanbul, 2008, s. 74.
1875
İsmail Fenni Ertuğrul, Vahdet-i Vücûd ve İbn Arabi, İnsan Yay., İstanbul, 1991, s. 10.
1876
İbn Arabî, a.g.e., s. 46.
1877
İsmail Fenni Ertuğrul, a.g.e., s. 19.
1878
William C. Chittick, "el-Konevî’den el-Kayserî’ye Beş İlahî Hazret", İbn Arabî Geleneği ve Dâvûd elKayserî içerisinde, haz. Turan Koç, İnsan Yay., 2011, s. 157.
1879
Tahir Uluç, İbn Arabî’de Sembolizm, İnsan Yay., İstanbul, 2015, s. 97.
1880
İsmail Fenni Ertuğrul, a.g.e., s. 19.
1881
Tahir Uluç, a.g.e., s. 100.
1882
İbn Arabî, a.g.e., s. 47; 57.
1883
William C. Chittick, a.g.m., s. 155.
1884
William C. Chittick, a.g.m., s. 155-156.
1874
hakikatlerinin Allah’ın ilminde olmasından dolayı vardırlar ancak diğer taraftan hissi varlıkları
yönünden de yok hükmündedirler. Dolayısıyla bu varlıkların Allah’ın ilmindeki durumu, bir varlık
hali değil sübut halidir. Bunlar bizatihi yok iken Allah’ın onlara yönelmesi ile farklı bir varlık
sahasına çıkmaktadırlar.1885
O halde İbn Araabî’nin Vahdet-i Vücud anlayışında varlık açısından, Allah ile âlem
arasındaki ilişkide gerçek anlamda vücud, yalnızca Allah’ındır ve O’nun dışında hiç bir şeyin bu
Vücud’da ortaklığı söz konusu değildir. Âlemin bu Vücud’dan almış olduğu pay, yalnızca taayyün
ve tezahür etmekten ibarettir. Gerçek anlamda vücud yalnızca Hakk’a ait olduğu için alem ancak
Allah ile kaimdir ve bu alemin tek hakikati, ilahî ilimde yer alan suretleridir. Bu alem, sadece akıl ve
hisse göre fiilen ve hakikaten mevcuttur ancak kendi mahiyeti yahut hakikati itibariyle müstakil bir
varlığa sahip değildir. Bundan dolayı âlem, hayal durumunda kabul edilmektedir.1886 İbn Arabî
âlemi, Allah’ın vücudu ile kaim olan araz olarak görürken, bundan kastettiği, felsefede olduğu gibi,
arazın cevher ile kaim olması değildir. Bununla kastı, varlık bakımından hayal/gölge varlık olarak
gördüğü âlem ile Allah arasında gölgenin sahibi ile kaim olması gibi bir ilişkidir. Bu ilişkide her ne
kadar gölge sahibine muhtaç ise de sahibi gölgeye muhtaç değildir.1887
A’yân-ı sâbite çift doğaya sahip bir mertebedir. Bu alem bir yandan dış dünyada var olanların
kendisinden zuhur ettiği yer iken diğer taraftan yalnızca Tanrı’nın ilminde sabit olan ademî şeylerdir.
Dolayısıyla a’yân-ı sâbite bir yönü Allah’a diğer yönü de harici aleme bakmaktadır. Tanrı’nın
ilminde olan ayn ile âlemde mevcut olan ayn arasındaki farklılık, ilkinin dış âlemde madum,
diğerinin ise mevcud olmasında ortaya çıkmaktadır. Aslında ayn-ı sabite ile ayn-ı mevcudenin aynı
hakikat olmalarına rağmen aralarında bulunan fark, mümkünün varlık verilmiş hali ile henüz varlık
verilmemiş hali arasındaki farka benzetilebilir. Bununla birlikte, daha önce de ifade edildiği gibi,
sübut kavramı, mümkünün dış dünyada var olsa bile Tanrı’nın ilminde sabit ve madum olarak
kalmaya devam ettiği anlamını korumaktadır.1888 Bu yaklaşımıyla İbn Arabî bir yandan yokluk
kavramına var oluş nispet ederek onu mutlak yokluktan nispeten kurtarmış olmakta diğer taraftan da
var oluş kavramını da yokluk kavramına yaklaştırmış bulunmaktadır. Aslında O’nun düşüncesinde
bir şey ne varlıktan yokluğa ne de yokluktan varlığa geçebilir. Bir şeyin ancak mecazî anlamda bir
varlık alanından başka bir varlık alanına geçişi söz konusudur.1889 Bununla birlikte kendisi, muhal
denilen hiç bir şekilde yokluğu düşünülemeyen bir yokluk kavramından ayrı olarak, varoluşa oldukça
yakın olan ve adına sübut dediği bir başka yokluk kavramı ortaya koymuştur. 1890 Bunların ilki hiç bir
şekilde varlığı mümkün olmadığı için mutlak yokluk diğeri ise mümkün yokluktur. Mümkün
yokluğa karşılık gelen a’yân-ı sâbitedir. Çünkü bu, varlık sahasına çıkma imkan ve kabiliyetine sahip
olan alemin Allah’ın ilmindeki durumudur. Varlık ve yokluk hallerinden her ikisinde de
mümkündeki imkan vasfı sabit olup, ortadan kalkmaz.1891
İbn Arabî mümkün kategorisinde gördüğü bu varlıkların varlığa geçişini açıklarken istidat
teriminı kullanmaktadır. Buna göre mümkünlerin varlığa gelmesinde hem mümkünler için hem de
Tanrı için bir istidat durumu söz konusudur. Öncelikli olarak mümkün varlıkları muhalden ayıran
şey, onların varlığa gelme istidadına sahip olmalarıdır. Bu mümkünler muhalden ayrılmak suretiyle
varlığa gelmeyi kabul etmişlerdir. Tanrı’nın varlık verme istidadı, yani cömertliği ve kerem sıfatı,
ancak bu yaratılma istidadına sahip olan ayn’a ilişmektedir.1892 Var edenin, ol emri karşısında, var
olmanın kendisine nispet edildiği varlığın kendisinde bu varolma gücü bulunmasa o şey varlığa
gelemez.1893
İlk Taayyün/Feyz-i Akdes ve İkinci Taayyün/Feyz-i Mukaddes:
İbn Arabî düşüncesinde varlığa geliş Hakk’ın taayyünü ve tecellisi ile gerçekleşmektedir. Bu
Davut, Ağbal, İbn Arabî’de İşârî Tefsir, Litera Yay., İstanbul, 2017, s. 75.
İsmail Fenni Ertuğrul, a.g.e., s. 81-82.
1887
İsmail Fenni Ertuğrul, a.g.e., s. 219.
1888
Tahir Uluç, a.g.e., s. 102.
1889
Tahir Uluç, a.g.e., s. 122.
1890
Tahir Uluç, a.g.e., s. 257.
1891
Davut, Ağbal, a.g.e., s. 76-77.
1892
Tahir Uluç, a.g.e., s. 118.
1893
İbn Arabî, Fusus, s. 123.
1885
1886
taayyünü İbn Arabî iki kısma ayırmaktadır. Bunlar İlk Taayyün ve İkinci taayyün olarak
isimlendirildiği gibi ilkine feyz-i akdes ikincisine feyz-i mukaddes de denilmektedir. Taayyüne bu
şekilde iki kısım olarak bakıldığında ilk kısım, Mutlak Vücud’un kendi ahadiyyetini vahidiyete
dönüştürdüğü taayyündür. Bu mertebe, Mutlak Zat’ın isim ve sıfatlarını mücmelen bildiği mertebe
olup, mahlûkat açısından henüz yaratılmanın başladığı aşama değildir. Bu mertebede sıfatlar, Zat’ın
aynıdır ve burada herhangi bir çokluk söz konusu değildir. Bu özelliğinden dolayı filozofların
"Bir’den ancak bir çıkar" ilkesinin bu mertebe için geçerli olduğu şeklinde yorumlanmaktadır.1894 İlk
tecellinin aşamasının Zat’tan bölünme ve çoğalma olmaksızın tek bir tecelli şeklinde olması ve buna
ilaveten çoğalma ve farklılığın burada değil de ikinci taayyün mertebesinde başlaması açısından
bakıldığında yukardaki yorumun felsefedeki ‘birden ancak bir çıkar’ ilkesi ile paralelik gösterdiği
söylenebilir. İlk aşamada isim ve sıfatlarda herhangi bir ayrışma yok iken tecellinin ikinci
aşamasında bunlar birbirinden ayrılmaktadır. Dolayısıyla alemde farklılık ve çokluğun ortaya çıkışı
Zât ile değil, bu isim ve sıfatların vasıtası ile gerçekleşmektedir.
Hakikat-i Muhammediye olarak da isimlendirilen ikinci taayyün mertebesi ise, isim ve
sıfatların ve bunların gerektirdiği tüm külli ve cüzi manaların birbirinden ayrıldığı yerdir. İşte bu
mertebe a’yân-ı sâbite olarak adlandırılan eşyanın hakikatleri olan ilmî suretlerdir. Bu açıdan
bakıldığında a’yân-ı sâbite felsefedeki mâhiyetin karşılığı olarak yorumlanmaktadır.1895 A’yân-ı
sâbitenin makul âlemden duyulur âleme çıkması yani kuvveden fiile geçiş, feyz-i mukaddes ile
gerçekleşmektedir. Burada varlık ve yokluğun sabit olması, ayn üzerine bir nispettir. Mevcud olanın
üzerine ıtlak olunan sıfatlar değildir. Çünkü sübut, aklîdir aynî değildir.1896
A’yân-ı sâbitede bulunan bu ilmî suretler, bir yandan kendi aslî özellikleri olan yokluk üzere
bulunurken diğer taraftan da hariçte meydana gelen eşya bunların bir yansıması ve gölgesi
durumundadır.1897 Bu mertebede yer alan ilmî suretler, "ilk ezelî arketipler serisi olarak" ilahi ilimde
mevcuttur. Ahadiyet mertebesi herhangi bir çokluk, tezat ve taayyün barındırmazken; bunların İlahî
sıfatların vasıtasıyla yer aldığı mertebe a’yân-ı sâbitedir.1898
Bütün mevcudatın kendisinden zuhur ettiği yer olan a’yân-ı sâbite, aynı zamanda dış
dünyadaki bütün mevcudatı da içermektedir. Hakk’a bakan yönüyle bu mertebe, İlahi isimlere
nazaran pasif/kâbil konumda iken harici âleme nazaran aktif/belirleyici bir konumda yer
almaktadır.1899 Çünkü bu mertebe Allah ile alem arasında yer aldığından, Allah’tan isim ve sıfatların
tecelli ettiği mertebe olması bakımından burada bir aktiflik söz konusu olmamaktadır. Bu anlamda
a’yân-ı sâbite yalnızca alıcı konumundadır. Ancak duyulur alemde yer alan mahsusatı içermesi
bakımından, varlıkların ortaya çıkmasında ise aktif bir konumda bulunmaktadır. a’yân-ı sâbite’nin bu
yönünü daha iyi ifade etmesi açısından tasavvuf literatüründe çekirdek sembolü kullanılmaktadır.
Buna göre bir çekirdek içerisinde yaprak, dal, çiçek ve meyvelerinden oluşan bir ağaç
barındırmaktadır. Çekirdeğin barındırdığı bu ağaç henüz kuvve halindedir ve fiile çıkmamıştır. İşte
bu kuvve halinde çekirdekte yer alan ağaç, çekirdeğin ayn’ıdır. Çekirdeğin zâtı ahadiyet üzeredir ve
ağacı oluşturan unsurlar birbirlerinden ayrılmış değildir. Çekirdek, kendisinden zuhur edecek olan
ağaçların ve bu ağaçların teferruatlarının bütününün toplandığı yerdir.1900 İşte duyulu aleme bakan
yönü ile a’yân-ı sâbite de bu çekirdek semboline benzer şekilde dış dünyada var olan mevcudatın
içerilmiş olduğu alandır.
A’yân-ı Sâbitenin Felsefî Kökenleri:
İbn Arabî’nin a’yân-ı sâbite fikri, filozofların görüşleri ile oldukça benzer noktalar
taşımaktadır. Bu fikrin, felsefede neye tekabül ettiği konusunda İbn Arabî’nin kendisi, felsefi
terminoloji kullanarak eserlerinde buna işarette bulunmaktadır. Buna göre a’yân-ı sâbiteyi, bazen
mâhiyete bazen de heyûlâya karşılık olarak kullanılmaktadır.
Öncelikli olarak İbn Arabî’nin a’yân-ı sâbiteye karşılık olarak kullandığı mahiyeti ele alırsak,
Mahmud Erol Kılıç, Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş, Sufi Kitap, İstanbul, 2018, s. 291-292.
Mahmud Erol Kılıç, a.g.e., s. 299-300.
1896
Mahmud Erol Kılıç, a.g.e., s. 307.
1897
Mahmud Erol Kılıç, a.g.e., s. 300-301.
1898
Mahmud Erol Kılıç, a.g.e., s. 74.
1899
Mahmud Erol Kılıç, a.g.e., s. 308.
1900
Mahmud Erol Kılıç, a.g.e., s. 265.
1894
1895
filozofların mahiyet anlayışı ile İbn Arabî’nin mahiyet anlayışı arasında fark olduğu görülecektir. İbn
Arabî düşüncesinde Tanrı, Mutlak Varlık’tır ve varlık O’nun dışındaki her şeyin hakikati üzerine
zaiddir. Bir şeyin hakikatinden kastedilen ise, o şeyin ezelde ilahi ilimdeki taayyün ve suretidir. Bu
tasavvuf literatüründe a’yân-ı sâbite iken felsefede mahiyet olarak isimlendirilmektedir. Felsefede
mahiyet ise bir şey için sorulan "o nedir" sorusunun cevabıdır. Mesela insan nedir diye sorulduğunda
düşünen canlı cevabı onu mahiyetini teşkil eder. Düşünen canlı, zihnî iki kavramdır ve bunlar dış
dünyadaki vücudlarından başka bir vücuda sahip değillerdir. Ancak tasavvuf düşüncesi açısından
bakıldığında, Allah dışında hiç bir varlık gerçek anlamda bir varlığa sahip değildir. Eğer mahiyet ile
kastedilen, bir şeyin zatı ve hakikati ise, tasavvufta bir şeyin sabit ve var olması, ancak o şeyin kendi
hüviyet ve ayniyetini korumasıyla gerçekleşir. Halbuki dış dünyadaki varlıklar sürekli bir değişim
halinde olup bulundukları bir hal üzere devam etmemektedirler. Bu anlayış paralelinde Allah
dışındaki mevcudat, gölge varlık olarak kabul edilmekte1901 ve bunlar vücud-i mecazî veya vücud-i
itibarî olarak da isimlendirilmektedir. Bu varlıklar, İlahî Zât’ın tecellileri olmaları açısından muayyen
bir surete sahip oldukları için gerçektirler. Ancak onları bu metafizik bağlamlarından kopuk bir
şekilde düşündüğümüzde yani Vücud’dan bağımsız olarak ele aldığımızda hayalî yahut mecazî
varlıklardır. Çünkü bunlar kendi kendilerine var olabilen ve kendilerine yeten varlıklar
değillerdir.1902
Bu bağlamda bakıldığında felsefede bir şeyin mahiyeti bir gerçekliğe tekabül ederken İbn
Arabî düşüncesinde bu gerçeklik yalnızca İlahî Zât için geçerli olmaktadır. O’nun dışındaki varlıklar
sürekli bir değişim içerisinde olan hayalî varlıklardır.
Diğer taraftan vahdet-i vücud düşüncesinde, mesela çiçek vardır denildiğinde, burada tam
manasıyla var olan çiçek değildir. Gerçek anlamda var olan La-mukayyed olarak vücuddur. Çiçek
olmak ise yalnızca bu varlığın hususi bir tayyününden ibarettir. Çiçek, vücudu niteleyen ve çiçeği
görünür bir suret haline getiren bir arazdır. Vücud kendi yalınlığı içerisinde herhangi bir sıfata sahip
değildir. Bu anlamda vücud, basit bir birlik veya bir belirlenimsizlik ifade etmektedir. Dolayısıyla dış
düntyada algılanan tüm farklar yani mahiyetler gerçekte arazlardır.1903 Vücudun bu basit bir birlik
yahut bir belirlenimsizlik hali olarak görülmesi İbn Arabî düşüncesinde a’yân-ı sâbiteyi, buna karşlık
gelecek olan felsefedeki heyûlâ kavramına karşılık olmaya götürmektedir.
İbn Arabî’nin varlığı üç kısımda ele aldığı tasnifine bakıldığında ilk sırada vücud li-zatihi
olan Mutlak Varlık yani Allah yer almaktadır. İkincisi âlemdir. Üçüncü sırada ise ne varlık ne
yokluk; ne kıdem ne de hâdis ile nitelenemeyen eşya, yani a’yân-ı sâbite bulunmaktadır. Âlemin
kendisinden zahir olduğu Allah ile âlem arasında yer alan bu a’yân-ı sâbiteyi ifade etmek için İbn
Arabî’nin kullandığı felsefî terimlerden birisi heyûlâdır.1904 Kendisinin heyûlânın yanısıra hakîkatu’lhakâik, ilk madde, cinslerin cinsi gibi ifadeler de kullanmaktadır.1905
İslam felsefesi literatüründe yer alan ve İbn Arabî’nin zaman zaman ayân-ı sâbite ile özdeş
kıldığı bu kavram, Fârâbî ve İbn Sînâ tarafından cisimlerin kendisinden meydana geldiği ilk madde
anlamında madde ile eş anlamlı olarak kullanmaktadır. Bu bağlamda heyûlâ, suretleri kabul ederek
varlığa gelmeden önce bir imkan halini yansıtmaktadır.
Fârâbî’de zorunlu mümkün varlık ayrımında öncelik zorunlu varlığa aittir. Bununla birlikte
mümkün varlıklar ile ilgili zihinde iki tasavvur durumu söz konusudur. Bunlardan ilki, duyu yoluyla
değil yalnızca düşünce ve kavrama yoluyla kavranılan zihnî varlıktır. Diğeri ise dış dünyada var
olabilen, zatı ile mümkün varlıktır. Bu mümkün varlık hakkında Fârâbî "heyûlâ, hüviyetlerin
sonuncusu ve en güzelidir. Eğer heyûlâ suret almamış olsaydı, kendi yok olmuş olurdu. Öyle ise o,
suret almadan önce bilkuvve madum idi".1906 Bilkuvve olan heyûlânin bilfiilliğe geçmesi ise ancak
İsmail Fenni Ertuğrul, a.g.e., s. 127.
Toshihiko Izutsu, "Vahdet-I Vücud Üzerine Bir Tahlil", İslam’da Varlık Düşüncesi içerisinde, İnsan Yay.,
İstanbul, 2003, s. 60.
1903
Toshihiko İzutsu, a.g.e., s. 56.
1904
Toshihiko İzutsu, İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar Kavramlar, Kaknüs Yay., İstanbul, 2005, s. 218219; Mahmud Erol Kılıç, a.g.e., s. 250; İbn Arabî, İnşâu’d-Devâir, Kral Suud Üniversitesi Kütüphanesi,
5458/2, vr. 27-b.
1905
İbn Arabî, aynı yer.
1906
İbrahim Hakkı Aydın, Farabi’de Metafizik Düşünce, Bil Yay., İstanbul, 2000, s. 81.
1901
1902
suretle gerçekleştiğinden Fârâbî heyûlâyı bu bağlamda ele almaktadır. Buna göre madde ve suretin
her ikisi de birbirine muhtaçtır ancak karşılıklı bu muhtaç olma durumuna rağmen ilk amaç suretin
varlığıdır. Suret olmadığı takdirde maddenin varlığı anlamsız kalacaktır. Varlıklar arasında anlamsız
bir şey bulunamayacağı için de ilk madde herhangi bir suretten soyutlanmış olarak bulunamaz.
Dolayısıyla Fârâbî, maddeyi, bir fail (etken) ya da amaç olarak değil yalnızca konu almak için bir
ilke ve sebep olarak görmektedir. Madde, suretin kendisiyle kaim olduğu neden olduğundan madde
olmazsa suret varlığını devam ettirmez. Aynı şekilde madde de suret olmazsa var olmazdı.1907 Her ne
kadar heyûlâ suret olmaksızın bilkuvve madum hükmünde kabul edilse de heyûlâ ile madum
arasında fark bulunmaktadır. Heyula suret ile birleşmedikçe yok sayılır ancak tasavvur yoluyla akılda
vücudu olduğundan zatıyla mevcut kabul edilir. Madum ise zatıyla yoktur.1908
İbn Sînâ ise mutlak heyûlâyı "bir cevher ve varlığı bilfiil olan"1909 şeklinde tanımlamaktadır.
Onun meydana gelmesi, kendisinde bulunan suretleri alabilme kuvvetinden kaynaklanmaktadır. Bu
kuvvet sayesinde heyûlâ, cismî sureti kabul ederek varlığa gelmektedir. Heyûlânın kendi zatında bu
kuvvet anlamı dışında kendisine mahsus bir sureti bulunmamaktadır. Kendi zatından dolayı
heyûlânın varlığı, suret için bilfiil ortaya çıkmaktadır. Bundan dolayı İbn Sînâ ona cevher
demektedir. O, heyûlânın bu kabil olma özelliğine işaretle, bir çeşit kemâl ve kendisinde olmayan
herhangi bir şeyi kabul etme özelliğinden dolayı her şeye heyûlâ denilebileceğini ifade eder.
Böylece kendisinde olmayan bir şeye kıyasla heyûlâ; kendisinde olana kıyasla ile suret
olmaktadır.1910 Diğer taraftan unsur tanmında İbn Sînâ "kainatın kendisinden şekilllendiği suretleri,
dönüşerek kabul eden ilk mahal" olarak tanımladığı unsurun iki şekilde olduğunu söyler. Eğer bu
mutlak olursa ilk heyûlâ olduğunu, eğer cismîlik şartıyla olursa cisme ait suretleri kabul ederek
oluşan diğer cisimlerin meydana geldiği cisimlerin ilk mahalli olduğunu söylemektedir. 1911 Metafizik
adlı eserinde ise İbn Sînâ heyûlâyı suretle birlikte ele alarak madde ile eşanlamlı kullanılan heyûlânın
bilkuvve oluşuna işaret etmektedir. Bu anlamda heyûlâ, suret ile beraber bir şeyin varlığına dahil
olan ve varlığının bir parçası olan illettir. Suret bir şey için bilfiil iken heyûlâ bilkuvvedir. 1912
Dolayısıyla kuvve halinden fiil hale geçmek için surete ihtiyaç duymaktadır.
Görüldüğü gibi Fârâbî ve İbn Sînâ madde ile aynı anlamda kullandıkları heyûlâyı bilkuvve
bir imkan olarak görmektedir. Suretleri kabul etme yetisine sahip bir imkan olan heyûlânın fiil hale
geçmesi yalnızca suret ile mümkün olmaktadır. Aksi halde yalnızca akılla kavranılan bir ilke ya da
sebep olarak kalmaktadır. İbn Arabî’nin kendisinin de zaman zaman heyûlâ ile özdeş kıldığı ayân-ı
sâbite yokluk hükmünü koruyan bir imkan olması açısından filozofların heyûlâsı ile benzerlik
göstermektedir. Bu bağlamda İbn Arâbî’nin heyulâ ile benzerlik kurduğu bazı durumlar ve kullandığı
bazı kavramlar söz konusudur.
İbn Arabî’nin kullandığı bu kavramlardan birisi olan hebâ kavramı, tasavvufta "Allah’ın
içinde alemin suretlerini döktüğü şekilsiz madde" anlamında kullanılmaktadır. Bu ismi var olan
cismi olmayan şey için anka da denilmiştir.1913 Nitekim İbn Arabî ismi olup maddi olarak bir varlığı
olmamasından dolayı mitolojideki anka kuşuna kendilerinin ‘anka’ dediklerini, filozofların ise bunu
heyûlâ olarak isimlendirdiklerini söylemektedir.1914 İbn Arabî düşüncesinde hebâ "karanlık cevher ve
şekil kabul eden madde" anlamında kullanılmaktadır. Ona göre etkileyen konumundaki tabiat ile
etkilenen konumundaki hebâ birbirini tamamlayan varlıklardır ve bunların etkileşiminden külli
cismin sureti meydana gelmektedir.1915
İlahi tecellideki birinci ve ikinci taayyün, Allah ile alem arasındaki berzahtır. Bu iki tayyün
için kullanılan berzahu’l-berâzih, aynı zamanda ayân-ı sâbite, ulûhet, hakîkatu’l-hakâik ve ‘amâ’dır.
Fârâbî, Kitâbu’s-siyâse, çev. M. Aydın, A. Şener, M. R. Ayas, İstanbul, Kültür Bakanlığı Yay., 1980, s. 6;
Fârâbî, Medinetü’l- Fâzıla, çev. Ahmet Arslan, Vadi Yay., Ankara, 2004, s. 37.
1908
İbrahim Hakkı Aydın, a.g.e., s. 104.
1909
İbn Sînâ, Tanımlar Kitabı, çev. Aygün Akyol-İclal Arslan, Elis Yay., Ankara, 2013, s. 34-35.
1910
İbn Sînâ, a.g.e., s. 34-35.
1911
İbn Sînâ, a.g.e., s. 36-37.
1912
İbn Sînâ, Metafizik II, çev. Ekrem Demirli-Ömer Türker, Litera Yay., İstanbul, 2005, s. 2.
1913
Süleyman Uludağ, "Hebâ" maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 17, İstanbul, 1998, s. 147.
1914
Mahmud Erol Kılıç, a.g.e., s. 97.
1915
Süleyman Uludağ, a.g.m., s. 147.
1907
Ulûhet kavramı, Allah’ın zatında bulunan ve zuhura çıkacak, tecelli edecek isimlerin tamamını ifade
eder. Allah ile alem arasındaki ilişki de sıfatlar yoluyla sağlandığından ulûhet, alemdeki herşeyin
kendisine dayandığı bir kavram olmaktadır.1916 İlk ve ikinci tayyünü kapsayan ceberût alemi için
kullanılan ve heyûlâ olarak da isimlendirilen hakîkatu’l-hakâik kavramında daha çok ilahi ilim ile
olan ilişki ön plana çıkmaktadır. Çünkü bu mertebe ilahi ilmin muhtevasını içermektedir. Bundan
dolayı hem Allah ile alem hem de Allah ile insan arasındaki ontolojik ve epistemolojik berzahı temsil
etmektedir.1917 İbn Arabî düşüncesinde ilmin maduma taalluku, mahz olan adem için değil
gerçekleşmesi mümkün olan adem yani bir imkan hali için söz konusu olduğundan, hakîkatu’lhakâik İbn Arabî’nin eş-şey’üs-sâlis dediği, makul bir varlığı olan üçüncü şey olarak ifade
edilmektedir.1918 İbn Arabî tarafından kullanılan ve ayan-ı sabite ile ilgili ön plana çıkan
kavramlardan sonuncusu ‘amâ’ Hakk’ın zuhur ettiği ilk varlık alanıdır. Bu aşamada mümkün, hissi
varlık açısından yokluktur; ilmî varlık açısından ise sabittir. bu açıdan bakıldığında ‘amâ’, mümkün
varlıkların hariçteki varlığını vermek için onlara yönelen ilahi fiilllerin, içerisinde ortaya çıktığı
boşluktur.1919 Bu kavram bütün suretleri kabul eden alemin cevheri olması açısından "Allah’ın
dışındaki her şeyin vasıtasıyla yaratıldığı şey" olarak tanımlanmakta olan sübut halidir.1920
Görüldüğü gibi İbn Arabî’nin kullanmış olduğu tüm kavramlar a’yân-ı sâbite’nin İlahî Zât ve harici
alem arasındaki varlığa geçişi sağlayan bir çeşit imkan durmunu ifade etmektedir.
Sonuç olarak İbn Arabî’nin gerek a’yân-ı sabite kavramına getirdiği açıklamalar gerekse de
onunla ilgil kullandığı kavramlar açısından bakıldığında, hem mahiyet hem de heyûlâ kavramları ile
olan benzerlikler göze çarpmaktadır. A’yân-ı sabitenin, Allah ile harici alem arasında yer etmiş
olduğu imkan durumu ile harici eşyanın varlığa gelmesinde üstlendiği aracı rol, bu benzerliğin dikkat
çeken yanıdır. Diğer taraftan a’yân-ı sabiteyi maddi olmayan, şekilsiz bir madde olarak tanımlaması
da heyula ile olan benzerliği ortaya koymaktadır. Tabiki bu kavramların birbirleri ile olan bu
benzerliklere rağmen, her iki düşünce sistemi arasında yer alan farklılıkları ya da nüansları da
korunmaya devam etmektedir.
KAYNAKÇA
Ağbal, Davut, İbn Arabî’de İşârî Tefsir, Litera Yay., İstanbul 2017.
Aydın, İbrahim Hakkı, Farabi’de Metafizik Düşünce, Bil Yay., İstanbul, 2000.
Chittick, William C., "el-Konevî’den el-Kayserî’ye Beş İlahî Hazret", İbn Arabî Geleneği ve Dâvûd
el-Kayserî içerisinde, haz. Turan Koç, İnsan Yay., 2011, s. 149-174.
Ertuğrul, İsmail Fenni, Vahdet-i Vücûd ve İbn Arabi, İnsan Yay., İstanbul, 1991.
Fârâbî, Kitâbu’s-siyâse, çev. M. Aydın, A. Şener, M. R. Ayas, İstanbul, Kültür Bak. Yay., 1980
----------, Medinetü’l- Fâzıla, çev. Ahmet Arslan, Vadi Yay., Ankara, 2004.
İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, çev. ve şerh: Ekrem Demirli, Kabalcı Yay., İstanbul, 2008.
----------, İnşâu’d-Devâir, Kral Suud Üniversitesi Kütüphanesi, 5458/2.
İbn Sînâ, Tanımlar Kitabı, çev. Aygün Akyol-İclal Arslan, Elis Yay., Ankara, 2013.
----------, Metafizik II, çev. Ekrem Demirli-Ömer Türker, Litera Yay., İstanbul, 2005.
Izutsu,Toshihiko, İbn Arabî’nin Fusûs’undaki Anahtar Kavramlar, Kaknüs Yay., İstanbul, 2005.
----------, Toshihiko, "Vahdet-I Vücud Üzerine Bir Tahlil", İslam’da Varlık Düşüncesi içerisinde,
İnsan
Yay., İstanbul, 2003.
Kılıç, Mahmud Erol, Şeyh-i Ekber İbn Arabî Düşüncesine Giriş, Sufi Kitap, İstanbul, 2018.
Suad el-Hakîm, "Ayn-ı Sâbite/A’yân-ı Sâbite" maddesi, İbnü’l Arabî Sözlüğü, Kabalcı Yayınevi,
İstanbul, 2005.
Uluç, Tahir, İbn Arabî’de Sembolizm, İnsan Yay., İstanbul, 2015.
Uludağ, Süleyman, "Hebâ" maddesi, TDV İslam Ansiklopedisi, c. 17, İstanbul, 1998, s. 147-148.
Davut Ağbal, a.g.e., s. 90.
Davut Ağbal, a.g.e., s. 92.
1918
Davut Ağbal, a.g.e., s. 92.
1919
Davut Ağbal, a.g.e., s. 96.
1920
Suad el-Hakîm, a.g.e., s. 68.
1916
1917
İBNÜ'L ARABÎ'DE ADALET PRENSİBİ VE İLAHÎ HİKMET ANLAYIŞI
Faik AYTEMİZ
Özet:Gerek batı düşünce tarihinde gerekse İslâm düşünce dünyasında ahlâk düşüncesinin temel
problemleri bulunmaktadır. Bunlar irade ve hürriyet ilişkisi, kaza ve kaderin ahlâkla ilişkisi, adalet
prensibi, hayır ve şer problemi gibi hususlardır. Bu probleme birçok disiplin, örneğin; tasavvuf,
kelam ve felsefe kendi perspektiflerinden bakmıştır.
Bu çalışma ile, İbnü'l Arabî'de adalet prensibi ve ilahî hikmet anlayışı, bilhassa, ahlâkî değerler
olarak hayır ve şer açısından belirlemek amaçlanmıştır. Bu temel amaca dayalı olarak, araştırmada,
adalet, hikmet, hayır ve şer kavramlarının ne anlama geldiği, kötülüğün kaynağının ne olduğu,
insanın özgür ve sorumlu bir varlık olup olmadığı gibi sorulara cevap aranmaktadır. Çalışmaya İbnü'l
Arabî'de adalet, hikmet, hayır ve şerrin tanımı, ahlâkî sorumluluk, irade, insanın fillerinin mahiyeti,
ahiretteki cezanın-mükafatın mahiyeti ve insan-Tanrı ilişkisi dahil edildi.
Bir şeye hakkını vermenin adalet olduğunu, uygunca hareket etmenin ve uygun olanı yapmanın ise
hikmet olduğunu söyleyen İbnü'l Arabî, Âdil olan Allah'ın her şeyi yerli yerine koyduğunu ve O'nun
Hâkim olduğunu belirtmektedir. İbnü'l Arabî'ye göre, Tanrı kullarının yararını düşünür ve onlar için
en iyi olanını yapar.
Adl kelimesinin eğilmek anlamındaki ikinci sözlük anlamını alan ve onu meyletmek şeklinde
yorumlayan İbnü’l Arabî'de bu kelime (isim ve fiil olarak) yaratmanın ilkesi olmakta, onda hayır ve
şer varlığın mertebe ve zuhurlarıyla ilgili bulunmakta, varlık Hak ve onun tecellilerinden ibaret
olunca varlığın tümüyle hayır olması icab etmekte, başka bir ifadeyle hayır varlıkla eş anlamlı
olmakta, hayır olmayı var olmakla izaha çalışmaktadır.
İbnü'l Arabî'ye göre kötülük yokluk demektir ve yokluktan söz ettiğimiz ölçüde kötülükten söz
edebiliriz. Ona göre, hayırlar, Allah’tan; şerler ve kötülükler ise insanın kendi nefsindendir. Yine,
ona göre, hayır bütünüyle varlık, şer bütünüyle yokluk olup, âlemde meydana gelen her şey
faydalıdır ve alemin varlığı hayırdır. Ayıca, âlem Allah’tan olması gerektiği gibi meydana gelmiştir.
Esasta hiçbir kötülük söz konusu değildir. Kötülük mümkünde sürekli bulunmamaktadır ve sabit
değildir. Kötülük hayrın zıttıdır, hayırdan sadece hayır doğabilir, Allah da mutlak ve saf hayırdır.
Kötülük aslında gerçekliği olmayan bir şeyin ortaya çıkmasıdır. Bu yüzden kötülüğün bir varlığı
yoktur, bir yargıdır, yargılar ise bağıntılardır. Kötülüğün hayrın yoksunludur, kainatta bulunan şerler,
Allah’tan değildir, şerler ikinci derecede önemlidir, hakiki değildir. Hayır Allah’a, şer de kula nisbet
edilmesi gerekir.
Kötülük insanın mizacı, örfü ve Şari'nin insan için belirlediği alanla sınırlıdır. Bir davranış ancak
insan dünyasında kötü olabilir. Gerçekte kötülük olamaz. Allah da hiçbir zaman (İbn Arabî’nin
anladığı manada) kötülüğü yaratmaz. İbnü'l Arabî'ye göre de Tanrı kullarının yararını düşünür ve
onlar için en iyi olanını yapar.
İbnü’l Arabî’ye göre, yaşadığımız alemde Allah’ın mahlukattaki hikmetinin tahakkuk edebilmesi için
bir kısım eksikliklerin bulunması gereklidir. Zira, alemin kemali bunlara bağlıdır.
İbnü'l Arabî, cehennem ebedi ve daimi olsa bile cehennem ehlinin azabı ebedi olmayacağını, onların
cehennemde kaldıkları halde, oraya uygun bir nimete ulaşacaklarını ifade etmekte, buna gerekçe
olarak Cenab-ı Hakk'ın kendisini, Rahmetinin herşeyi kuşatması ile vasıflandırdığını belirtmekte,
cehennemin bir gün bitebileceğini ve bütünüyle rahmete dönebileceğini de imkân olarak kabul
etmektedir.
İbnü'l Arabî'nin düşünce sisteminde insanın özgürlüğü, gerçekten merkezi bir öneme sahiptir. İbnü'l
Arabî'de açık bir özgürlük anlayışından söz etmek mümkün değildir, pragmatist denebilecek bir
özgürlük anlayışına sahiptir. Peygamberlerin gönderilmesi özgürlüğün bir gereğidir. İbnü'l Arabî'nin
Recep Tayyip Erdoğan Üniversitesi Sosyal Bilimler Enstitüsü Felsefe ve Din Bilimleri ABD Din Felsefesi Doktora Öğrencisi
düşüncesinde özgürlüğü imkânsız yapan a'yân-ı sâbite düşüncesidir. Öyleyse sadece a'yân-ı
sâbiteden söz ederek özgürlük sonucu çıkarılamaz. Bu durumda İbnü'l Arabî mertebelerle sınırlanan
ve farklılaşan varlık anlayışından konuya yaklaşır. Mertebeler fikrinin ortaya çıkardığı göreli varlık
alanı, insan özgürlüğünü açıklayabileceğimiz tek imkân olarak görünmektedir. İbnü'l Arabî buradan
hareketle "insan seçime mecburdur." şeklinde ifade edilen paradoksal bir sonuca ulaşır.
İnsanın özü gereği kötülenmeyeceğini, yalnızca ondan çıkan davranışların kötülenmesi gerektiğini,
bununla birlikte insanın eylemlerinden dolayı sorumlu, hatta âlemdeki her şeye karşı yükümlü
olduğunu ifade eden İbnü'l Arabî, kulların fiillerinin, her ne olursa olsun tekvini emre uygun olarak
meydana gelmesinden hareketle hayır olduğunu belirtmekte, hayır olmayı da var olmakla izaha
çalışmaktadır. İbnü'l Arabî, kulun fiillerinde özgür olduğunu belirtmekte ve bunu Kur'an'a
dayandırmaktadır.
İbnü'l Arabî insanın sahip olduğu bütün kabiliyetleri geliştirmeyi hedefleyen bir ahlâk anlayışı
geliştirmiştir. Bu anlayışa göre gerçekte "âlemdeki tüm ahlâk" ilahi ahlâktır ve her bir varlıkta tecelli
eden bir ilahi isimdir.
Sonuç olarak, İbnü'l Arabî, ahlâkî düşüncenin temel problemleri bağlamında adalet ve ilâhî hikmete
dair düşünceleriyle felsefenin bu önemli ve tartışmalı alanına önemli katkılarda bulunmaktadır.
Anahtar Kavramlar: Adalet, Hikmet, Sorumluluk, İrade, Tanrı
IBN 'ARABI'S PRINCIPAL OF JUSTICE AND THE UNDERSTANDING OF WISDOM
Abstract: Both in the history of western idea and islamic idea, there are basic problems in terms of
morality. These problems are; the relation between will and freedom, the relation of predestination
and fate with morality, the basis of justice, the problem of goodness and evil. The disciplines, suchas
islamic mysticism, kalam, philosophy take this problem from their point of view.
With this study, it is aimed to define the Ibn 'Arabi's principal of justice and the understanding of
wisdom especially in terms of goodness and evil. In terms of this aim, these guestions are answered:
What do justice and wisdom mean? What is gooedness end evil? What is the root of the evil? Is
human behavior bad in nature? Is human a responsible being? Is human free? This study includes Ibn
'Arabi’s description of justice, wisdom, goodness, evil, the responsibility of moral, will, the
importance of human behaviors, the importance of the punisment-rewards of after-life and the
relationship betwen human and God.
Ibn 'Arabi, who thinks that giving something its due means justice, doing right and behaving right
means wisdom, states that the fair God puts everything where they must be and the fair God is the
only Lord. According to Ibn 'Arabi, the God thinks goodness of people and does the best for them.
The word "Adl"'s second meaning is to stop and Ibn 'Arabi takes it as the meaning of tenderness.
According to him it is the principal of creation and it has a relation with the goodness an evil.
Existing means God and God's creations, so existing must be related with goodness. In other words,
Googness is synonym with existing and Ibn 'Arabi expresses that Goodness means being existed.
Ibn 'Arabi's opinion, evil means nothingness and when we talk about nothingness and when we talk
about nothingness, it means we talk about evil, it means we talk about evil. According to him,
goodness is from the God, badness and evil are from nafs. Also, to him goodnes completely means
existence, badness completely means nothingness, everything in universe is useful and the existence
of universe means goodness. The universe is created as it must be. Actually, no badness is existant,
Badness is to be non- existant in possible and it isn’t stable. Badness is the opposite of goodness.
Goodness creates goodness. The God is vertain and pure goodness. Actually, evil is something which
dosen't have an existence, but a judgement, the judgements are relations. Evil means abscence of
goodness. The evil in the universe don't belong the the God. Evil has a lower importance, they are
not real. Goodness refers to God, evil refers to nafs.
Evil is restricted to human's nature, tradition and the zone defined by şari for human. A behaviors
can be bad in human's eorld. In reality, here can't be evil. The God never creates evil (according to
Ibnu'l Arabi). Ibnu'l Arabi'nin opinion, God acts in favour of human and does the best for human.
According to Ibn 'Arabi, in this universe,, it is a must to be abscence to relize the profundity of God
on created Universe's maturity bases on this.
Ibn 'Arabi states that even if the hell is forever and nonending, the wroth of the ones in the hell isn't
pternal, although they are in the hell, they will get a blessing since The God qualifies himself with
his mercy on everything and Ibnu'l Arabi accepts the possibility that the hell will end oneday and
turn into mercy completely.
According to Ibn 'Arabi, the freedom of human has a paramount importance. In his opinion, there is
no clear understanding of freedom, He has the pragmatic view of freedom understanding. Prophets
are sent because it is must of freedom. According to Ibnu'l Arabi, what makes freedom impossible is
the idea of a'yân-ı sâbite. Then, freedom can’t only be concluded from the idea of a'yân-ı sâbite. In
this case, Ibn 'Arabi approaches with an existence thought that is restricted to positions. Relative
existence area, which is emerged by the idea of positions, has been thought as the only factor to
explain human freedom. Ibnu'l Arabi reaches a paradoxial conclusion wich derives from the idea of
“The human is to choose.”
Ibn 'Arabi, who is against to discredit human in terms of self-essence and defends to discredit
human’s behaviors and supports the idea that human is a responsible being, expresses that humans’
behaviors are thought good since these behaviors are created by God, and goodness means
existence, Ibn 'Arabi supports the idea that human is free in his behaviors and he bases this idea on
Quran.
Ibn 'Arabi develops a philosophy of understtanding of morality which aims to improve human
abilities. According to this understanding, in reality all the morality in universe is God’s morality
and God's each name is reflected on every being.
In conclusion, Ibn 'Arabi contributes a lot to the important and contraversial subject of philosopy
with the idea of justice and devine truth in terms of basic problemlems of morality.
Keywords: Justice, Wisdom, Responsibility, Will, God
Adalet ve hikmetin tarifi
Adalet; Hakka riayetkârlık, hak tanırlık, haklılık, doğruluk,1921 düzenli ve dengeli davranma1922, her
şeyi kendi yerine koyma, ifrat ve tefrite (iki aşırı uç) kaçmadan ortada ve denge de olma1923
anlamlarına gelir. Daha ayrıntılı baktığımızda ise şunları görürüz:
Adl (Kelimenin kök harfleri) ayn, dal ve lam âdeta zıt gibi karşıt anlamlı bir köktür. Birincisi
düzgünlüğe işaret ederken öteki “eğilmek” demektir. Birinci anlama göre adil insan, gidişatı düzgün,
kendisinden hoşnut olunmuş kimse demektir. “Bu kişi adildir.” anlamında haza adlun denilir. “Bu
ikisi adildir.” anlamında hazani adlun denilir. Bu anlamda huma adlan (ikisi adildir) denilir. Çoğul
anlamda hum udul (onlar adildir) denilir. Adl “doğru hüküm vermek”tir. Bir şey başka bir şeye denk
olduğunda hüve adluhu (onun dengidir) denilir. Adl, “bir şeyin değeri ve karşılığı” anlamında
kullanılır. Bütün bu anlamlar muadile, yani “eşitlik” anlamından gelir. Adl haksızlığın zıddıdır.
İkinci köke gelince: Eğilmek için adele denilir, “büküldü” ve “eğildi” demektir.1924 Kur’anı
Ker’im’de; fidye, değer ve bedel1925; misal ve karşılık1926; haksızlığın zıddı, insaf1927; hoşnut olunan,
gidişatı düzgün kimse1928 anlamlarında kullanılmıştır.
İbnu’l-Arabî adl kelimesinin eğilmek anlamındaki ikinci sözlük anlamını alır ve onu meyletmek
şeklinde yorumlar. Adl, meyl demektir. Böylece kelime (isim ve fiil olarak) yaratmanın ilkesi
olur.1929
1921
Ferit Devellioğlu, Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara: Aydın Kitabevi Yay., 18. Basm, 2001, s 8.
Mehmet Doğan, Büyük Türkçe Sözlük, İz Yay., 11. Basm., 1996, s. 11.
1923
Hüdaverdi Adam, Kaza ve Kader, İstanbul: Eser Kitap, 2009, s. 260.
1924
Suad El Hakim, İbnu’l-Arabî Sözlüğü, (trc. Ekrem Demirli), Mucem’den naklen, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2005, s. 46.
1925
El-Bakara 2/48.
1926
El-Maide 5/95
1927
En-Nisa 4/58
1928
El-İnfitar 82/7
1929
Suad El Hakim, İbnu’l-Arabî Sözlüğü, a.y.
1922
Hikmet ise; felsefe, düşünme melekesinin itidal olması, uygulamayla birlikte olan bilgi, tecrübeyle
kazanılan doğru bilgi, Hakka uygun düşen söz, söz ve davranıştaki isabet, her şeyin en mükemmeli,
olanı olduğu gibi bilmek, evliyanın kalplerini güçlendiren Allah’ın bir ordusu1930; insanın gücü
oranında, dış âlemdeki (âfâktaki) nesnelerin hakikatını olduğu gibi bilip, ona göre hareket
etmesinden bahseden ilim1931 manaları ifade eder.
İbnü'l Arabî'ye göre hikmet, hususî bir mâlûmla alakalı bir ilimdir. Hikmet, hükmeden bir sıfattır.
Onunla hükmedilir, fakat ona hükmedilemez. Onun fail kalıbı hakîm kelimesidir. Hükmün ism-i faili
olması îtibâriyle hakîmin bir hükmü vardır. Ata hükmedebilmek için atın yuları da "hikmet"
kelimesiyle isimlendirilir. Bu sıfatla hakîme ait her bilgi hikmettir. Bu şekilde hikmetle hükmolunan
eşyâ, hikmetin kendisini ve ihtiyaç duyduğu şeye istîdâdını gerektirir. Hakîm, eşyâyâ bunu sadece
hikmet sıfatıyla verebilir. O'nun ismi Hakîm'dir. Hakîm olarak isimlendiği şeye istîdadları sayesinde
hükmeder veya hikmet sâhibi olarak onun eşyâda bir hükmü vardır ya da bunların hepsidir. Tek tek
istîdâda gelince, hâkimin buna bir etkisi yoktur. Biz ise, istîdâdıyla herhangi bir işi hak eden bir
kimse görürüz. O, alîmdir, ancak hakîm değildir. Cahil olduğu için hak ettiği şeyi ona vermez. O işi
hak ettiği şeyi bilme sıfatına sâhib olmakla birlikte, onun, hak ettiği şeye ulaşmasına mâni olur.
Bütün olarak da, tek tek de böyle değildir. Böylece anlanz ki, bu dördüncü bir duruma râcidir.
Dolayısıyla o hikmet değildir, hikmeti bilen de değildir, hikmet gerektiren herhangi bir işe istîdâdı da
yoktur. İşte bu fazladan olan durum, onu hak ettiği şeyi bildiği için, o işe hakkını vermeye götüren
durumdur. O zaman bu kişi "hakîm" olarak isimlendirilebilir. Böyle olmadıkça o hikmeti ve hak
ettiği şeyi bilen âlimdir. Bu işi istidâdıyla hak eden için hakîm ismi sadece böyle bir kullanımın
varlığından dolayı verilir.1932
Muhyiddin İbnü1-Arabî de Eş'arî anlayışa yakın bir hikmet fikrine sahiptir. O da Allah'ın fillerinin
bir hikmete mebni olarak meydana gelemeyeceğini, onları illete bağlamanın doğru olmadığını söyler.
Ona göre Allah'ın fiillerinde bir hikmet ve aramak söz konusu olursa O, fiillerini bunların
gerektirmesi dolayısıyla yapmış olur. Halbuki yegane fail ve gerektirici olan Allah'tır. Ezeli varlık
olması dolayısıyla da O'nun illetle sorgulanması imkânsızdır. Allah'ın fiillerini illete dayalı olarak
açıklamaya çalışanlar, İbnül-Arabi'ye göre Allah'ı hakkıyla bilip tanıyamayanlardır.1933
İbnü1 Arabî, Fusûsu'l Hikem'in hemen girişinde bu kavrama değinmektedir: "Ümmetlerin farklılığı
nedeniyle dinler ve mezhepler farklı farklı da olsa, hikmetleri en kadim makamdan tek ve en yakın
yolla kelimelerin kaplarine indiren Allah'a hamd olsun!"1934 Hikmet, şeylerin hakikatlerini
bulundukları hale göre bilmek demektir. Bulundukları hale göre bilmek ise eşyanın kökenine göre ve
gerçek konumuna gönderme yapar. Eşya ise köken olarak Tanrı'nın bilgisinde bulunur. Bu yönüyle
hikmet, eşyayı Tanrı'nın bilgisindeki haliyle bilmek demektir ki, gerçek bilgiye böyle ulaşılabilir.
Fusûsu'l Hikem şarihi, Davud Kayserî söz konusu cümlede "hikmet" denilip marifet ya da "bilgi"
denilmeyişine dikkat çekmiştir. Bunun sebebi olarak da "hikmet" kelimesinin 'marifet' ve 'bilgi'nin
yanı sıra eylemi de içerecek şekilde daha genel bir anlamda kullanılıyor oluşunu göstermiştir.
Hikmet, eşyayı bulunduğu hale göre bilmek demek olduğu kadar, bu biginin gerektirdiği davranışı
yerine getirmek anlamına da gelir. Başka bir ifadeyle, peygamberlerin hakikatlerine ve kalplerine
indirilmiş olan hikmet, onların aynı anda hem bilgiye sahip olmalarını hem de bu bilgiye uygun
davranmalarını gerektirir. Marifet, hakikatleri bulundukları hale göre idrak etmek; bilgi ise
hakikatleri ve onların ayrılmaz özelliklerini idrak etmek demektir. Bazı sûfîler, Kayserî'nin marifet
ile bilgi arasında gördüğü farkı özenle korumuş ve kendi bilgilerine daha çok 'marifet' ismini vermeyi
tercih etmişlerdir. Bu bağlamda Kayserî, marifetin unutulmuş bir şeyi hatırlayıp öğrenme anlamına
geldiğine dikkat çeker. Bu yönüyle insanın bilgisine marifet denilebilirken, unutulmuşlukla mamul
olamayan tanrısal bilgiye hiçbir şekilde marifet denilemez. Her durumda hikmet belirli bir davranışı
gerektirdiği için, hem bilgiden hem de marifetten daha üstündür ve peygamberler bu anlamda el-
1930
1931
1932
Süleyman Uludağ, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2. Bsm., 2005, s. 169.
Ethem Cebecioğlu, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul: Ağaç Kitabevi Yay., 5. Bsm., 2009, s. 276.
S. Sabri Yavuz, İslam İnancında Hikmet, Rize: Sts Yay., 2015, s. 20-21.
S. Sabri Yavuz, İslam İnancında Hikmet, s. 54.
1934
İbnü1 Arabî , Fusûsu'l Hikem, (çev. ve şerh: Ekrem Demirli), İstanbul: Kabalcı Yay., 1. Basm, 2006, s. 19.
1933
Hakîm isminin mazharıdır.1935
Allah Âdil'dir ve adâletin en temel tanımı, şeyleri ait oldukları yere koymaktır. Adâlet-i ilâhî,
Allah'ın insanları fıtraten ait oldukları yere koyduğu zaman zâhir olmaktadır. Son diyarlarına
vardıklarında mutlu olduklarını göreceklerdir.1936
İbn Arabî bir şeye hakkını vermenin adalet olduğunu, uygunca hareket etmenin ve uygun olanı
yapmanın ise hikmet olduğunu söyler. Âdil olan Allah her şeyi yerli yerine koyar ve Hâkim’dir “O
uygun olanı yapar, uygun olanı uygun olduğu için yapar.”1937
Her ne kadar bu iki isim (hikmet ve adalet) konum ve uygulamaları bakımından birbirlerinden
ayrılsalar da birbirinden ayrılmayan tek gaye ve manaya sahiptirler. Hatta o kadar ki, biri diğerini
gerektirmektedir: Âdil olan Tanrı ya da insan olsun fark etmez, doğal olarak hâkim olması gerekir.
Dahası, bu iki ismin -âdil ve hâkim- bağlamında, düşünürlerimiz bir başka önemli ismi Âlim’i
tartışırlar ki, bu isim diğer iki ismin işlevi için elzem olduğuna inanırlar. Yani bu demektir ki, adalet
diğer iki ismin içerikleri hesaba katmadan tam manasıyla anlaşılamaz.1938
İbn Arabî, Kur’an’dan bir âyeti tartışmaya dâhil eder; biraz alışılmadık fakat oldukça değerli bir
yorum ile verir. “Gökleri ve yerleri ve onların arasındakileri hak olmadan yaratmadık”1939 Ona göre
hakkın anlamı adalettir; ya da Tanrı’nın ebedi adaletidir ki o, yarattıklarına varlığa gelişte vermiştir.
Biraz daha açıklamak gerekirse, Tanrı her şeyin tabiatı neye ihtiyacı varsa veya neyi gerektiriyorsa
onu vermiş, ya da onu yaratılışına en uygun olanla uyumlu yaratmıştır. 1940 Bu nedenle bir başka
ayette bu husus “O da: Bizim Rabbimiz, her şeye hakikatini (varlık ve özelliğini) veren, sonra da
doğru yolu gösterendir, (..)1941” olarak daha açık bir biçimde ifade edilir. Dolayısıyla bu ayetlerden
anlaşılmalıdır ki, Tanrı âdil olduğundan, herkese onun mahiyetine hak ve en uygun olanı verir. İbn
Arâbî’ye göre, bütün varlıklar için özlerinin talebi kendi doğalarına uygun olarak ölçümlenmiş ve
karar verilmiştir. Bu ‘hikmet el vücut’, yani yaratılış hikmeti ve mükemmeliyetidir; Tanrı’nın
isimleri Âdil ve Âlim’i kapsar. Her şeyi uygun yerine koymadığı sürece, âlim ismini hakkıyla yerine
getirmezdi.1942 Bütün bunlardan sonra, “Âlim ismi onlardaki şeyleri dereceleri ve yerlerini kendi
ölçüleri içinde düzenler.”1943
İbnü'l Arabî'de hayır, şer, azab, cehenennem ve diğer konular genel olarak rahmet ilkesi ile işkili
olduğundan öncelikle bu konuda genel bir çerçeve çizmek yararlı olacaktır.
İlâhî Rahmet
İbnü'l Arabî, İlâhî Rahmet'in sınırsız genişliği ve yaygınlığı üzerinde ısrarla durmaktadır. "Bil ki
Allah'ın Rahmeti hem zâhirinde ve hem de bâtınında her şeyi istilâ etmiştir"1944 Onun anlayışına göre
Rahmet, her şeyden önce: "eşyâyı mevcûd kılma, onlara varlık verme fiili''dir. Bu, hiç kuşkusuz, fâil
tarafından sübjektif, hissî bir tutumla da renklenmiş olan bir ihsân, bir varlık vermedir.1945
Allah, Zâtı gereği, feyyâz-ı bi-l cûd'dur (cömertlikle pek bol vericidir), yâni Allah her şeye sınırsız ve
sonsuz vücûd vermektedir. Kaşânî'nin de dediği gibi "vücûd (varlık, mevcûdi- yet) her şeyi istilâ
ettiği söylenen Rahmet'in ilk feyzidir"1946
1935
Ekrem Demirli, Fusûsu'l Hikem (şerh içinde), s. 21.
William C. Chittick, İbnü'l Arabî Giriş Kitabı, İstanbul: Nefes Yayınları, 2014, s. 176.
1937
İbn Arabî, 1867:2/163.26; Chittick, 1989:174'den naklen Bilal Kuşpınar, (2017). Adalet Kavramı Konusunda Gazâlî, İbn
ve Mevlânâ’nın Görüşlerinin Analizi (çev. A. Y. Ümütlü). Beytulhikme An International Journal of Philosophy, 7 (2), s. 307.
1938
Bilal Kuşpınar, Adalet Kavramı, s. 307.
1939
Hicr 15/85
1940
İbn Arâbî, 1989:61'den naklen Bilal Kuşpınar, Adalet Kavramı, s. 309.
1941
Ta Ha 20/50
1942
İbn Arâbî, 1867: 2/163.19; Chittick, 1989: 174'den naklen Bilal Kuşpınar, Adalet Kavramı, s. 309.
1943
İbn Arâbî, 1867: 2/435.15; Chittick, 1989: 174'den naklen Bilal Kuşpınar, Adalet Kavramı, s. 309.
1944
Fusûs, s. 222/177/340/IV-4.'den naklen Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, İstanbul:
Kaknüs Yay., 1. Bas., 1998, s. 173.
1945
Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, s. 174.
1946
Kaşânî, Fusûs Şerhi, s. 222'den naklen Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, a.y.
1936
Arâbî
İbn Arabî de Allah'ın gazabını kabûl etmektedir. Bununla beraber, onun için gazab olağan bir hiddet
heyecânı değildir. Bu tıpkı, zıddı olan Rahmet gibi ontolojik mâhiyetli bir şeydir. Fakat Rahmet'e
göre ikinci dereceden bir yer işgal eder, çünkü gazabın kendisi de Allah'ın sınırsız Rahmet'inin bir
hedefinden başka bir şey değildir.1947
Bütün Vücûd (Varlık) âlemini kaplayıp istilâ eden Rahmet'in faaliyeti mutlak olarak tarafsız ve
seçmesizdir. Kelimenin tam anlamıyla her şeyi kaplar. Onun faaliyetinin mâhiyetini anlamağa
çalışırken ona, Rahmet kelimesinin genellikle izâfe ettirildiği herhangi beşerî bir şey
atfetmemeliyiz.1948
Böylesine, fark gözetmeyen ve karşılık taleb etmeyen Rahmet'e İbn Arabî "Rahmetü-l İmtinân"
(karşılıksız ihsân Rahmeti)1949 adını vermektedir. Bu, tamâmen karşılıksız olup herhangi özel bir
sebeb olmaksızın serbestçe lûtf olunmaktadır. Yâni bu, iyi bir amelin ödülü olarak verilmiş değildir.
Kâşânî'nin bunu tanımlamış olduğu vechile1950 "Rahmet-i İmtinân" istisnâsız bütün eşyâyâ yayılan
zâtî bir Rahmet'tir. Bu herhangi bir amelin ödülü olmadığı içindir ki ne olursa olsun her şeye yayılır.
Şu hâlde şey-lik (şey'iyyet) kazanan her şey bu Rahmet'i elde eder.
Bu anlamdaki Rahmet, Vücûd (Varlık) ile eş anlamlıdıdr. Ve "rahmet etmek" de karşılıksız ihsân
yoluyla varlık (vücûd) bahşetmek demektir. İşte bu da İbn Arabî için Kur'ân'daki: "Rahmetim herşeyi
kaplamıştır" (VII/156) meâlindeki âyetin anlamıdır. Bu, Hakk'ın herhangi bir fark gözetmeksizin her
şeye varlık bahşettiğine delâlet etmektedir.
Buna karşılık bir de tabîatı gereği daha beşerî olan yâni ifâ edilmiş olan belirli bir amelin ödülü
olarak bahşedilen bir "rahmet" türü vardır. İbn Arabî bu ikinci türden rahmete "Rahmetü-l Vücûb"
(gereklilik rahmeti) adını vermektedir. Bu kavram da Kur'ân'daki: "De ki ... Allâh Rahmet'i kendi
nefsine farz kıldı" (IV/12) meâlindeki âyete dayanmaktadır. Bu, fark gözeterek yâni her kimsenin
yapmış olduğu amele uygun olarak gösterilen Rahmet'tir. Ontolojik açıdan bu, her bir varlığın kendi
yeteneğine uygun olarak bahşedilen Rahmet'tir.
Bu i'tibârla, farklı iki Rahmet var demektir. Bunlara arapçada farklı iki isimle ifâde olunurlar:
bunlardan birincisi Er-Rahmân ve ikincisi de Er-Rahîm'dir. Rahmân, "Rahmetü-l İmtinân" icrâ eden
ve Rahîm de "Rahmetü-l Vücûb" icrâ eden anlamındadır.
İkinci kategorideki Rahmet fiili, (bütün eşyâya vücûd bahşetmekten ibâret olan) birinci kategorideki
Rahmet'in çok özel bir hâli olduğundan Rahîm İsmi Rahmân İsminin içindedir. Bu husus İbn Arabî
tarafından şu şekilde açıklanmaktadır1951:
(Rahmet iki türlü olup) Rahmân ve Rahîm'e (İsimlerine) tekâbül etmek üzere Rahmet-i imtinân (yâni herhangi bir amelin
karşılığı olmaksızın lûtf ve ihsân edilmiş olan Rahmet) ve Rahmet-i Vücûb (yâni belirli bir amel karşılığı olarak gerekli
kılınan Rahmet) tir. (Allah) herhangi bir amel karşılığı olmaksızın lûtf ve ihsân ettiği Rahmet'ini Rahmân adı altında icrâ
eder. (Buna karşılık) belirli bir amel için icrâ etmesi vâcib (yâni gerekli) olan Rahmet'ini de Rahîm adı altında izhâr
eder. Fakat bu türlü gereklilik itminânın bir cüz'ü olup böylece Rahîm de Rahmân içinde gizlidir. Allah Rahmet'i kendi
nefsine o türlü farz kılmıştır ki Rahmet, Kur'ân'da sözü edilmiş olan iyi amelleri ferden ifâ eden kullarına ödül olarak
yayılsın. Bu türlü Rahmet Allah'ın, iyi amelleri dolayısıyla bunu hak eden kullarına karşı kendini taahhüt altına soktuğu
bir gerekliliktir.1952
Rahmet-i İmtinân bakımından hatırlanması gereken en önemli husus bunun istisnâsız her şeyi
kaplayıp istilâ ettiği keyfiyetidir. Buna binâen tabiîdir ki İlâhî İsimlerin kendileri dahi bu türlü
Rahmet'e tâbî olurlar.
Allah: "Rahmetim her şeyi kaplamıştır" (VII/156) demekle Rahmet-i İtminân'ı bütün sınırlandırmaların ötesine koymuş
oldu. Bu i'tibârla bu, İlâhî İsimleri (yâni Allah'ın âlem ile olan) mümkün bütün ilişkilerinin gerçeklerini de kaplar.
Rahmet'in İsimler üzerindeki etkisi: bizi (yâni âlemi) üretmiş olmakdan ibârettir. Şu hâlde biz (yâni âlem) İlâhî İsimlerin
yâni Rubûbiyyet'e ait ilişkilerin (yâni Hakk'ın Rabb olması dolayısıyla ortaya çıkan çeşitli bağıntı ve nisbetlerin) üzerine
tesir eden Rahmet-i İmtinân'ın semeresiyiz1953.
1947
Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, s. 174.
Fusûs, s. 224/173/340-341/IV-6'den naklen Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, s. 180.
1949
Fusûs, s. 227/180/264/III-212'den naklen Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, s. 180.
1950
Fusûs, s. 227/180/264/III-212'den naklen Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, s. 180.
1951
Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, s. 180-181.
1952
Fusûs, s. 191/151/348-349/IV-23'den naklen Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, s. 181-182.
1953
Fusûs, s. 193/152/268-269/III-220 ilâ 222'den naklen Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, s.
1948
Rahmet-i İmtinân'ın bu fark gözetmeyen, kayıtsız şartsız ve evrensel mâhiyeti İbn Ara- bî'nin
ontolojisinin eşyânın değerleri ile meşgûl olan bölümünü tümüyle etkisi altına almaktadır. İbn
Arabî'nin bu meseledeki tutumu kısaca şu cümleyle tasvîr edilebilir: "Hayrın da şerrin de ötesinde!".
Görmüş olduğumuz gibi bu anlamıyla Rahmet her şeye varlık olarak varlık bahşetmekten başka bir
şey değildir. Ve bu da Hakk'ın kendisini mahlûk sûretlerde izhârıyla olmaktadır. Bu ontolojik fiilin
bizâtihî ahlâkî yargılarla bir ilişiği yoktur. Başka bir deyimle, Rahmet'in kendisine erişmiş olduğu
birşeyin hayr mı yoksa şer mi olduğu aslında önemli değildir. Eşyâ ancak kendisine evrensel Rahmet
yoluyla varlık bahşedildikten sonradır ki bunun gibi ve daha başka değerlendirme özellikleri
kazanabilir. Hâl-i hâzırdaki hayr ve şer v.s.. görünüşü Rahmet-i Vücûb'un faaliyetinin semeresidir;
çünkü bir şeyin bu çeşit özellikler kazanması o şeyin kendi mâhiyeti gereğidir.
Rahmet-i İmtinân varlık bahşetmek, vücûda büründürmektir. Bu, varlığı, varlık olarak ilgilendirir.
Bunun varlığın iyi ya da kötü olmasıyla ilgisi yoktur. İşte bu, İbn Arabî'nin âlem hakkındaki
telâkkisinin kilit noktalarından birini oluşturur. Kısaca ifâde edilecek olursa her şey Hakk'ın bir
tecellîsidir. Bu anlamda Rahmet her şeye sârîdir; ve her şey de bundan böyle doğru yol (sırât-ı
müstakim) üzerindedir. Bu safhada da hayr ile şer arasında hiçbir fark yoktur.
Gerçekten de Allah doğru yol (sırât-ı müstakim) üzerindedir. Bu yol her yerde görülebilir. Bu, büyük ya da küçük eşyâda,
gerçeğe ârif olanlar kadar ona câhil olanlarda da idrâk edilebilir. İşte bundan ötürüdür ki, ister alçak ve pespâye olsun
isterse azametli ya da haşmetli olsun, her şeyi O'nun Rahmet'i örter.
Şu hâlde (Kur'ân'da ifâde edildiği gibi): "Kımıldayan hiçbir varlık yoktur ki O, onun perçeminden tutmamış olsun!
Gerçekten de Rabb'im dosdoğru yoldadır" (XI/56). Buna binâen yeryüzünde kımıldayan her şeyin Rabb'in doğru yolu
üzerinde olduğu âşikârdır. Bu görüş açısından da hiç kimse ne "Allah'ın gazabına uğramışlardan" (I/7) ve ne de "doğru
yoldan sapanlardan" olur. Gerek "gazab" ve gerekse "doğru yoldan sapanlar" ancak ârızî olarak meydana gelirler. Her
şey, eninde sonunda, evrensel ve aslî olan (ve bütün ikinci dereceden ayrıntılardan önce gelen) Rahmet-i İmtinân'a
döner1954.
Allah her canlıyı bizzat perçeminden kavrayıp doğru yola sevketmektedir. Bu demektir ki her şey varlık
yönünden doğru ve haklı olup, önceden de görmüş olduğumuz gibi, Allah'ın bilfiil rızâsını da haizdir.
Bütün eşyâ Allah'ın kendi rehberliği altında doğru yolda bu türlü giderken her biri kendine has özelliğini izhâr
eder, yâni kendisine has çeşitli amelleri ferden işler durur. Bu ameller, her varlığın şahsına mahsûs Rabb'i
mesâbesinde tesir icrâ eden (zâtına mahsûs) İsmin somut birer tecellîsidir. Başka bir deyimle her şey
Rahmet'in ontolojik faaliyeti aracılığıyla doğru yola konulduktan sonra tecessüm ettirdiği İsmin ferdî
özelliğine uygun olarak tâlî bir biçimde kendi ayırdedici niteliklerini izhâr etmeğe başlar.1955
Hakk hâriç her şey (Kur'ân'da tasvîr edildiği gibi) yeryüzünde yürüyen hayvan hükmündedir. Çünkü rûha sâhiptir (zî
rûh'tur). Ve kendi nefsiyle hareket eden bir şey de yoktur. Hareket eden her şey ancak kendi nefsinden gayrı bir şeyle
hareket eder. Şu hâlde her şey doğru yol (sırât-ı müstakîm) üzere olan şeyin hükmüne tâbî olarak hareket eder. Zîrâ yol
ancak üzerinde yürünmekle yol olur1956.
Şu hâlde evvelemirde, her şeyin varlık olarak ne hayr ve ne de şer olduğunun beyânı isâbetlidir. Bununla
beraber, varlığın Hakk'ın Zâtî Rahmet'inin doğrudan doğruya bir tecellîsi olmasından ötürü her şeye, bu
anlamda, bizâtihî iyi (tayyîb) demek gerekir. Ne olursa olsun her şey varlığı yönünden iyidir. Ancak ne zaman
insân kendi nefsânî ve izafî görüş açısından hareketle bazı şeyleri sever, bazılarından da nefret ederse hayr ile
şer (iyi ile kötü) arasındaki fark ortaya çıkmış olur. İbn Arabî için hayr ve şer yalnızca izafî görü açıları
arasındaki bir meseledir.1957 İbn Arabî bunu şu ekilde açıklamakadır:
Sarımsağın kötülüğü hakkında Hazreti Peygamber: "O, kokusunu kerîh bulduğum bir bitkidir" dedi. (Tutup da): "Benim
için sarımsak kerîhtir" demedi, çünkü bir şey bizâtihî mekrûh olamaz; kerîh olması muhtemel olan ancak ondan zâhir
olandır. Şu hâlde kerâhet ya örf ve âdetten ötürü, ya bir şeyin tab'a ve maksada uygun olmamasından ötürü, ya şeriat'ın
vaz etmi oldu ğu bir kuraldan ötürü, ya da bir şeyin arzulanan kemâl mertebesine ulaşamamasından ötürü olur.
Bu saydıklarımdan başka bir sebeb olamaz. Ve âlemdeki şeyler de iyi (hayr) ve kötü (şer) diye iki kategoriye ayrılmış
olduklarından ötürü Hazret-i Muhammed de iyiden hoşlanan ve kötüden tiksinen bir tabîatta yaratıldı. Hazret-i
182.
Fusûs, s. 123-124/106/150-151/II-270 ve 271'den naklen Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar
Kavramlar, s. 183-184.
1955
Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, s. 184.
1956
Fusûs, s. 124/106/151/II-272'den naklen Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, s. 184.
1957
Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, s. 185.
1954
Peygamber melekleri tasvîr ederken de, insânın yapısındaki unsurlara has doğal çürüme ve kötü koku salma dolayısıyla,
insânların yayınladıkları kötü kokulardan bunların rahatsız olduklarını söyledi. Çünkü insân "kuru, şekil ve sûret
verilmiş balçıktan" yaratılmış olduğundan (XV/26) kerîh kokular yayar. Bok böceği, hoş bir kokusu olan gülün
kokusundan (mizâcı dolayısıyla) tiksinir. Zîrâ bok böceğine göre gülün hoş bir kokusu yoktur. Buna benzer şekilde,
tabîatı ve mâhiyeti gereği bok böceği gibi olan bir kimse de Hakk'dan tiksinir ve bâtıl ve boş şeylerle avunur. Bu da
"..bâtıla inanıp da Allah'a kâfir olanlara gelince.." (XXIX/52) âyetiyle işâret olunana uygundur. Ve Allah da bu gibi
kimseleri: "... onlardır hüsrâna uğrayanların ta kendileri" (XXIX/52) diyerek hüsrân ile nitelendirmiştir. Zîrâ bunlar iyi
ile kötüyü (hayr ile şerri) ayırdedemeyen tamâmen idrâksiz kimselerdir. Resûlullah'a ise Allah ancak her şeyin iyisini
sevmeği ilhâm etti. Hâlbuki, doğrusunu söylemek gerekirse, istisnâsız her ey (bizâtihî) iyidir.
Bununla beraber, "Acaba âlemde her şeyde yalnız iyiyi görüp de kötüyü bilmeyen bir mizâcın mevcûdiyeti tasavvur
edilebilir mi?" diye bize sorulmuş olsa biz bunun imkânsız olduğunu beyân ederiz. Çünkü biz kendisinden âlemin zâhir
olduğu asılda yâni Hakk'da dahi böyle bir şey bulamadık. Biz Hakk'ın kerîh bulduğu ve muhabbet ettiği ahvâlin olduğunu
bilmekteyiz. Hâlbuki kötü ( yâni habîs) olan ancak tiksinilen ve iyi olan da ancak sevilenden başka bir şey değildir. Âlem
ise Hakk'ın sıfatı (sûreti) üzere yaratılmış olup insân dahi hem Hakk'ın ve hem de âlemin sûretleri üzere yaratılmıştır. Bu
i'tibârla (insânın) âlemde her şeyin yalnızca bir vechesini (meselâ yalnız iyi yanını) idrâk edecek ekilde bir mizâcı
bulunmaz. Buna karşılık, (sübjektif izlenimle duyulan) zevk dolayısıyla kötü olanın zevkten sarf-ı nazar ederek bizâtihî iyi
olduğunu (idrâk edip) bilerek iyi ile kötüyü ayırdeden mizâcda (bir insân) mevcûd olabilir. Böyle bir insân için iyi
(vechenin) idrâki o kadar ağır basabilir ki bu ona kötü ( vechenin) idrâkini unutturabilir. Bu tamâmen mümkündür.
Fakat kötünün bu âlemden tamâmen kaybolması imkânsızdır.
Allah'ın Rahmet'i iyiye de kötüye de şâmildir. Herhangi kötü bir şey kendi nefsinin indinde iyididir; ve iyi olan şey de
onun indinde kötüdür. Şu hâlde varlık âleminde, bir bakıma, belirli bir mizâc hakkında kötü olmayan hiç bir şey yoktur.
Ve bunun tersi de böyledir.1958
Böylesine yüksekten bakıldığında dinî anlamda iyi olan ile kötü olan şeyler bile, yâni tâ'at ve
mâsiyet bile, sonunda, tek ve aynı bir şeyin iki vechesi olmaktadırlar.1959
Hayır ve Şer
İbn Arabî’ye göre, diğer canlılar arasından insan, fikir ve temyiz (iyiyi, kötüyü ayırma) sahibidir. O;
eğer seçiminde temyiz kabiliyetinden ayrılmaz ve isteklerine uymada hevesine mağlup olmazsa,
daima işlerden faziletlisini, mertebelerden şereflisini ve elde edilecek şeylerden en nefisini sever.1960
İbnü'l Arabî ve takipçileri tasavvufu tasavvuf yapan riyazet ve mücahadenin esası sayılan ahlâk
anlayışını sürdürmekle birlikte özellikle ilahi isimlerden kaynaklanan daha derin ve karmaşık bir
teori ekseninde düşüncelerini anlatmışlardı. Bu düşünceye göre, âlemdeki her varlık, fiil veya ahlâk,
ilahi isimlerin tezahür ve görünümlerinden ibaretti. Bu konu vahdet-i vücûd anlayışını benimseyen
sufilere pek çok eleştirinin yöneltilmesine yol açan çetin sorunlarından birisini oluşturan iyilikkötülük kavramlarının tahlilini içeren pek çok konuyla bağlantılıdır. Âlemde gözüken her varlık veya
fiil ve ahlâk Tanrı'nın isimlerinin bir tecellisiyse, bu durumda iyilikten, kötülükten ve daha önemlisi
sorumluluktan nasıl söz edebiliriz. İbnü'l Arabî bu sorunları ele alır ve vahdet-i vücûd anlayışının
sınırları dahilinde yanıtlar. En önemli sorun insanın yükümlülüğüyle irtibatıdır. Ahlâklanmaktan söz
etmek, insanın mevcut ahlâki durumunu iyileştirmek ve bulunduğu halden yükseltmek, yani kötü
veya değersiz olandan değerli ve üstün olana doğru seyr u sülük etmektir. Ancak İbnü'l Arabî bütün
ahlâkın ilahi ahlâk olduğunu söylemektedir. İnsan hangi ahlâkı bırakarak hangisine doğru
gidecektir?1961
Kötülük sorunu bilgi-eylem ilişkisi başta olmak üzere ilahi adalet, Tanrı'nın mükemmelliği gibi
sorunlarla ilgiliydi… Üzerinde durulan ilk sorun "kötülük" denen şeyin mahiyetidir. İbnü'l Arabî ve
takipçileri varlığı yokluğun karşılığı saymazlar. Varlık ile yokluk arasında kurulan ilişki, kötülük ve
iyilik arasında kurulacak ilişkinin tam olarak aynıdır. İbnü'l Arabî'ye göre kötülük yokluk demektir
ve yokluktan söz ettiğimiz ölçüde kötülükten söz edebiliriz. Sorunun ilk aşaması budur. Buradan
1958
Fusûs, s. 276-278/221/460-461/IV-363 ilâ 366'dan naklen Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar
Kavramlar, s. 185-186.
1959
Toshihiko İzutsu, İbn Arabî'nin Fusûs'undaki Anahtar Kavramlar, s. 186.
1960
İbn Arabî, Ahadiyet/Tehzibü'l Ahlak/Mev'ize- i Hasene Risaleleri,( trc. Abdülvehhab Öztürk), İstanbul: Sultan Yayınları,
2006, s. 51.
1961
Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, İstanbul: Kabalcı Yay., 1. Basm., 2012, s. 289.
vardığımız sonuç şudur: Gerçekte mutlak bir yokluk olamayacağı gibi kötülük varlıktaki asli ve
gerçek bir durum değildir. Gerçi böyle bir yaklaşım ilkesel olarak varlıktan kötülüğü reddetse bile
âlemde yaşanan hastalık, eksiklik, kemâlsizlik gibi durumları açıklamada başarısızdır. Bütün
bunların "kötülük" olduğunu reddedersek, bu kez tasavvufun insanın sülûku ve nefsinin arındırılması
gibi konulardaki düşüncelerini ve iddialarını da reddetmek gerekir. Çünkü kemâl talebi bir
itidalsizlik ve eksikliğin tespiti demektir ki, bu da bir tür "kötülük" veya İbnu’l-Arabî’nin
düşüncesiyle "varlık eksikliğidir." Öyleyse ilkesel olarak "kötülük yoktur" demek, âlemdeki her türlü
kötülük ve eksikliği reddetmek değil midir? İbnu’l Arabî böyle düşünmez. Bunun yerine, özellikle
insan davranışları söz konusu olduğunda "kötü" hükmünün kaynağını araştırır. Ona göre kötülüğün
üç kaynağı vardır, bunlar birbirleriyle bağlantılı olarak dörde çıkartılabilir veya ikiye indirilebilir:
Birincisi insanın mizacıyla ilişkisi nedeniyle bir şeyin iyilik veya kötülüğünden söz etmektir. Bazı
besinler bazı mizaçlara uygundur ve bu nedenle iyidirler. Oysa bazı besinler başka bazı mizaçlara
uygun değildir ve kötüdürler. İbnu’l Arabî iyilik ve kötülük yargısının kaynağını tespit ederken,
insanın mizacı ve alışkanlıkları unsuruna büyük önem vermiş, hatta ona merkezi bir rol yüklemiştir.
Diğer unsurlar bu etmeni dikkate almak zorundadır ve ona göre ortaya çıkmaktadırlar. Bu yönüyle
ikinci bir etmen olan örfü ve toplumsal alışkanlıkları mizacın bir alt bölümü saymak mümkündür. Bu
durumda iyilik veya kötülük hükmünün kaynağı, toplumsal alışkanlık ve adetlerdir. Bir topluma göre
iyi olan başka bir topluma göre kötü olabilir. İyilik ve kötülüğü belirleyen üçüncü kaynak Şari, yani
Allah ve peygamberidir. Bir şey tek başına Şari'nin belirlemesiyle de veya iyi olabilir. Şari iyi veya
kötü hükmünü verirken söz konusu şeyde herhangi bir özelliği dikkate alır mı? Bu konu Mutezile ile
Sunni kelamcılar arasında tartışma konusudur. Mutezile Şari'nin yasakladığı şeyleri kulla ilgili bir
takım zararlar nedeniyle yasakladığını belirtirken Eş'arîler böyle bir zorunluluğun olmadığını
düşünür. İbnu’l-Arabî bazen Mutezilenin görüşüne hak vermiştir. Örneğin sufilerin eşya hakkındaki
bilgilerinden söz ederken bir şeyin doğasını hissederek o şeyin helal veya haram olduğunu
bilebildiklerini söylerken Mutezileye yaklaşır. Öte yandan bu düşüncenin arka planını oluşturan
aslah alellah, yani Tanrı'nın insanlar için en iyi olanı yapma zorunluluğu ilkesini kabul eder. İbnü'l
Arabî'ye göre de Tanrı kullarının yararını düşünür ve onlar için en iyi olanını yapar. Bununla birlikte
bazı yönlerde Eş'arîlere yaklaşır. Bunların başında, ibadetlerdeki ana sebebin Şari'nin otoritesine
uymak olarak görmesi gelir. Emre uymak, zarar veya fayda taşımanın ötesinde Şari'nin emrine
uymak nedeniyle değerlidir. Şari her hangi bir zarar veya faydası esas almadan salt kendi emrine
itaati dikkate almıştır. Öyleyse İbnu’l-Arabî’ye göre din veya şeriat kötülüğün kaynağıdır. Bütün
bunlar bir şeye iyi veya kötü dememizin kaynağıdır. Ancak yine de sorun çözülmemektedir. Çünkü
bir fiili ve ahlâkı Tanrı'yla ilişkisinde kötü diye nitelemek mümkün değildir. Kötülük insanın mizacı,
örfü ve Şari'nin insan için belirlediği alanla sınırlıdır. Bir davranış ancak insan dünyasında kötü
olabilir. Gerçekte kötülük olamaz.1962
İbnü’l Arabî’ye göre hayırlar, Allah’tan; şerler ve kötülükler ise insanın kendi nefsindendir.1963 Yine,
ona göre, hayır bütünüyle varlık, şer bütünüyle yokluk olup, âlemde meydana gelen her şey
faydalıdır ve alemin varlığı hayırdır. Ayıca, âlem Allah’tan olması gerektiği gibi zuhur etmiştir.
Esasta hiçbir kötülük söz konusu değildir. Kötülük mümkünde sürekli bulunmamaktadır ve sabit
değildir. Kötülük hayrın zıttıdır, hayırdan sadece hayır doğabilir, Allah da mutlak ve saf hayırdır.
Kötülük aslında gerçekliği olmayan birşeyin ortaya çıkması olup, bu yüzden kötülüğün bir varlığı
olmadığını, bir yargı olduğunu, yargıların ise bağıntılar olduğunu ifade etmekte, kötülüğün hayrın
yoksunluğu olduğunu, kainatta bulunan şerlerin, Allah’tan olmadığını, mümkin varlıklar ihtiva ettiği
şerlerin arızi olduğunu, hakiki olmadığını vurgulamaktadır. Başka bir ifadeyle, hayrın Allah’a, şerrin
de kula nisbet edilmesini gerektiğini belirtmekte, hayır ve şerrin bilinmesinde insan aklının nispî
bakış açısına sahip olduğunu, dinin insan tabiatına yardımcı olarak geldiğini, hayır ve şerrin tespiti
meselesinde akılla dini birlikte değerlendirmekte, ikisinin bir araya gelmesiyle sağlıklı bir neticenin
alınabileceğini düşünmektedir. Ona göre, Allah yokluktan –ki kötülük demektir- âlemi sırf iyilik ve
hayır için çıkartmıştır ve hayır ile kastedilen sadece varlıktır. Hayrın mahiyetini öğrenmek
isteyenlerin, hayrın bütün güzel huyları kendinde toplamak olduğunu ifade eden İbn Arabî, bunların
1962
Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, ss. 289-291.
1963
Hüdaverdi Adam, Kaza ve Kader, İstanbul: Eser Kitap, 2009, s. 286.
da âdet ve şeriata göre iyi sayılan fiiller olduğunu bilmeleri gerektiğini, hayır ile kulun maksatlarına
uygun, tabiatına ve mizacına yatkın şeyleri kastettiğini; kötülük ile ise, insanın maksadına uygun
düşmeyen, tabiat ve mizacına yatkın olmayan şeyleri kast ettiğini ifade etmekte ve böylece İbn
Arabî'nin sırf hayır olan varlık tasavvurunda kötülüğe yer bırakmadığını görmekteyiz.
Hem İbn Arabî hem de Rûmî, Gazâlî ile evrende iyiliğin üstünlüğü ve zorunluluğu konusunda
hemfikirdirler, fakat açıklamalarında özellikle de kötüyle karşılaştırdıklarında ince detaylarda
farklılık gösteriyor gibidirler. Gazâlî gibi, onlar da iyiliğin kötülüğe nazaran tüm yarattıklarını
kuşatan önceliğini anlatırlar. İbn Arabî daha öteye taşır ve Allah’ın gazabı da sadece şefkatinden
vardır, der. İkinci olarak da varoluşsal olarak ve ilkesel manada her şeyi kuşatır.” 1964 Ontolojik
söylemde, her şey Hak yoluyla ve haktan varlığa geldiği için haktan başka bir şey yoktur, son
analizde sadece iyi yani (hayr), aynı zamanda varlık demektir. Diğer bir ifadeyle, İbn Arabî için tıpkı
Gazâlî ve Rûmî’deki gibi, evrende esas olan iyidir ki o birlik içinde varlık iken, kötülük iyiliğin
eksikliğidir dolayısı ile varlık değildir. Tanrı Hak ve varlık olarak tamamen iyidir ve bu demektir ki,
iyiden, iyiden başka hiçbir şey çıkmaz. Bu nedenle peygamber Hz. Muhammed, İbn Arabî’ye göre,
bu temel olguya dikkatimizi çekti; Tanrı’ya dualarında yalvardığında “Tüm iyilik senin elindedir,
kötülük sana göre değildir”1965 demekle, peygamber Tanrı’ya kötülük atfetmekten çekinmiştir, bu üç
biçimde yorumlanabilir; ilki, kötülük ontolojik bir nitelik değildir. Aksi takdirde, bu bir çeşit
kendinde varlık olacaktır. İkincisi, iyi varlıktır, kötülük varlık değildir.1966 Ya da zıt açıdan
baktığımızda varlık kendi bütünlüğünde iyidir, çünkü saf iyi özü itibari ile Tanrı’dır. 1967 Üçüncüsü
kötülük iyide sadece arızî olarak görünebilir ya da gerçekleşebilir.1968
Kötünün sahte görünüşü hakkında daha fazla incelendiğinde İbn Arâbî derin ve yeni bir bakış önerir
meseleye, özellikle Tanrı’nın düal emirleri konusundaki özgün teorisinde, bir varlığa getiren (el emir
el tekvin) ve diğeri kural koyucu (el emir el teklif). İlk emir “ol” ile tüm evren varlığa gelir. Hiçbir
istisna olmadan tüm varlıklar zorunlu olarak bu emre uyarlar ve bu nedenle bu noktadan hareketle,
yaratılışta kötü yoktur. İkinci emirde ise, yani kural koyucu emirde, Tanrı hukuku ve ilkeleri
insanoğlu için açığa çıkardığında , “bunu yap bundan uzak dur ya da acı çekersin” o anda bazısı itaat
eder, bazısı etmez. Sonuç olarak, insanlar bu emre itaat ederek ya da etmeyerek iyilik ya da kötülüğü
kendileri getirmektedirler.1969
Görüldüğü gibi, İbn Arabî’ye göre, Tanrı’nın yaratma emri tüm kozmosu varlığa getirir; bu noktada
kötülükten bahsedemeyiz, fakat kanun koyucu emrin gereklerine saygı duymada insanların yaptıkları
hatadan dolayı insanlar tarafından gerçekleştirilir. Bir başka deyişle, Tanrı’nın yaratma eylemine
itaatsizlik imkânsızdır, tam tersine tüm yaratılanlar, insanoğlu da dâhil olmak üzere titizlikle uyarlar.
Fakat kural koyucu emirlerine karşı koyabilir ve itaat etmeyebilirler, bunların sonuçları kötülük
olarak adlandırılabilir. Yine yaratıcı emir hakkında, kozmosta herhangi bir kusur yoktur, tüm
yaratılanlar Allah’ın onlar için arzu ve emrettiklerine uyarlar. Çünkü Tanrı tamamen mükemmeldir,
evreni sadece olabilecek en mükemmel biçimde yaratmamıştır, aynı zamanda yarattığı her şeye kendi
mükemmelliğinden vermiştir.1970
Ahlâki Değerler Olarak Hayır ve Şer
İbn Arabî’de hayır ve şer veya sevap ve günah da varlığın mertebe ve zuhurlarıyla ilgilidir. Varlık
Hak ve onun tecellilerinden ibaret olunca varlığın tümüyle hayır olması icab eder. Gerçekte de ona
göre hayır varlıkla eş anlamlıdır. Var olan her şey hayırdır. Yokluk ise şerdir veya şer yokluktur.
Bununla beraber varlığın en üst katında hiç bulunmayan kötülük aşağı katlarında gerçekten değilse
bile izafî ve itibarî olarak vardır. Yani Hak’ta bahis konusu olmayan kötülük halkta nisbî olarak
1964
Al-Ghazali (1992).. The Ninety-Nine Names Beautiful Names of God (a-Maqsad al-Asna fi Sharh asma Allah al-Husna)
(trans. D. B. Burrell and N. Daher). Cambridge: The Islamic Texts Society'den naklen naklen Bilal Kuşpınar, Adalet
Kavramı, s. 323.
1965
El-hayr küllühü fi yedeyk ve’ş-şer leyse ileyk. Hadisin farklı versiyonlarını görmek için, Sahih –i Buhârî, Enbiya’, 7,
Rikak, 46; Sahih-i Muslim, Musafirin, 201, Hac 19-21; Sunan Ebu Davud, Manasik, 26; Sunan al-Nasa’i, Iftitah, 17;
Sunan Ibn Mace, Manasik, 15'den naklen Bilal Kuşpınar, Adalet Kavramı, s. 323.
1966
İbn Arabî, 1867:III/373.26; Chittick, 1989:290'den naklen Bilal Kuşpınar, Adalet Kavramı, s. 309.
1967
İbn Arabî, 1867:III/528.6; Chittick, 1989:290'den naklen Bilal Kuşpınar, Adalet Kavramı, s. 323.
1968
İbn Arabî, 1867:III/315.6; Chittick, 1989:291'den naklen Bilal Kuşpınar, Adalet Kavramı, s. 223.
1969
İbn Arabî, 1867:III/593.10; Chittick, 1989:293'den naklen Bilal Kuşpınar, Adalet Kavramı, s. 323
1970
Bilal Kuşpınar, Adalet Kavramı, s. 309.
kabul edilir. İşte bu nisbîlik sebebiyle iyi ve hayır Allah’tan olduğu halde kötü ve şer insandandır,
denilebilir. İyilik ve kötülük sadece insan fiillerinde izafî olarak bulunur, bu da sevap-günah ve
ahlâka esas teşkil eder. Bunun dışında maddeler ve şeyler alanında zaten her şey iyidir, hiçbir şey
mutlak olarak kötü, zarar, abes, anlamsız ve çirkin değildir. “Hayır da şer de Allah’tandır”
şeklindeki sunî esasa dayanan İbn Arabî bu sonuca ulaşmada, yani bu esası Vahdet-i vücûd sistemine
göre yorumlamada fazla zorluk çekmemiştir.1971
İbn Arabî ahlâkî sorumluluk ve şer’i yükümlülük ile vahdet-i vücûd arasındaki ilişkiyi şöyle
yorumluyor: Allah’ın bir istemesi (meşiyeti) bir de dilemesi (iradesi) var. Allah bir şeyi istedi mi o
olur. Allah bütün insanların belli bir düşünce ve inanç üzere olmalarını isteseydi öyle olurdu, ama
böyle istediği için de başka türlü olması imkansızlaşmıştır. Allah’ın iradesi ise varlıkların türlü
şekillerde tecelli etmelerini sağlar. Meşiyet için bir seçenek olmadığı halde irade için seçenek
olabilir. İbn Arabî burada bir emirden bahsediyor. Bununla o, Allah’ın bütün şeylere var olmaları
için gerekli olan hususu vermeyi, a’yan-ı sâbiteye uygun biçimde dış âlemde vücud bulmalarını
kastediyor. Fakat bu geniş anlamdaki emir, biri tekvinî (yaratma ve icadla ilgili) diğeri teklifî (şer’î
hükümler ve ahlakî sorumlulukla ilgili) olmak üzere ikiye ayrılır. Tekvinî bir emirle bir şeye “ol”
denilince ol olur. Ama teklifî emirle bir şeyin olmasını istemek o şeyin gerçekleşmesini gerektirmez.
İbn Arabî bir adım daha ileri giderek günahkârın günah bir şeyi işlemesini de tekvinî emre bağlıyor
ve şöyle diyor: Zira bir fiil, onun ayan-ı sabitesi nasıl olmasını gerektiriyor ve nasıl olması takdir
edilmişse öyle meydana gelir. Ama bu nitelikteki bir davranışa günah ve sevap denmez. Bu davranış
ancak teklif türü emirlere ve şer’i ölçülerle kıyaslandığı zaman günah adını alır ve bu yüzden de ceza
konusu olur. Sevap olan davranışlar da ödüllendirilir.1972
İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem'de konuyla ilgili şöyle demektedir:
Varlıkta meşiyetin dışında bir şey gerçekleşmez ve hiçbir şey meşiyetin dışına çıkmaz; çünkü ilahi emir " günah" diye
isimlendirilmekle meşiyete aykırı olsa bile, o yalnızca dolaylı emirdir, tekvinî emir değildir. Bundan dolayı hiç kimse,
yaptığı işinde meşiyet yönünden Allah'a karşı gelememiştir. Meşiyet emri, fiilin kendisini var etmeye dönüktür, yoksa,
fiilin elinde gerçekleştiği kimseye dönük değildir. Dolayısıyla öyle bir fiilin [var] olmaması imkânsızdır. Fakat bu özel
yerde bazen 'ilahi emre aykırılık' diye isimlendirilir. Bazen ise ilahi emre uygunluk diye isimlendirilir. Bundan dolayı iyi
ve kötü yargısı, [meşiyet yönünden değil] gerçekleşen şeye göre verilir.
Durum belirttiğimiz gibi olunca, yaratıkların [sonunda] varacağı yer, farklı türleriyle hep mutluluk oldu. Bu
husus, [naslarda] rahmetin her şeyi kuşatması ve Hakkın gazabını geçmesi şeklinde ifade edildi. Öne geçen, [hükmü
itibarıyle] öndedir. Sonra gelen [gazap], bir insan hakkında hüküm verdiğinde, ardından önde giden [rahmet] onun
hakkında hüküm verir. Böylece rahmet, o kimseye ulaşır; çünkü rahmetten başka bir şey öne geçmemiştir.
İşte, kendisine ulaşanda hüküm sahibi olmak için, Allah'ın rahmetinin gazabını geçmiş olmasının anlamı budur;
çünkü rahmet sonda durmuştur ve herkes sona doğru yürür. Öyleyse herkesin rahmete ulaşması kaçınılmazdır. Başka bir
ifadeyle rahmete ulaşmak ve gazaptan ayrılmak zorunludur. Böylece kendisine ulaşan herkeste hüküm veren, o kişinin
halinin gereğine göre rahmet olacaktır.1973
İbn Arabî’nin kader ve irade konusundaki fikirlerinin cebircilik esasına dayandığı, bu yüzden
sorumluluk şuurunu yıkıp dinî davranış ve ahlâkî eylemlerde gevşekliğe sebep olduğu öteden beri
iddia edilmiştir. Ancak gerek İbn Arabî’nin, gerekse ona yakın olan öğrencilerinin son nefeslerini
verene kadar şer’î ve ahlâkî esaslar dahilinde faaliyetlerini sürdürdükleri dikkate alınırsa bu fikirler
ve inanç biçiminden tembellik ve ihmalkârlık anlamını çıkarmak yanlış olur. Vakıa bu sistemden
ibahilik anlamını bile çıkaranlar olmuştur ancak bunun vebali İbn Arabî’ye değil, onu yanlış
anlayanlara aittir. Aslında İbn Arabî cebir anlayışı içinde bir irade hürriyetini aramış ve bunu
bulmuştur. O, insanın fıtratında mevcut eğilimlere ve kendisi için takdir edilmiş hususlara göre
davranmayı cebricilik değil, irade hürriyeti saymıştır.1974
Hayır-Şer (Hüsn-Kubh) Problemi
1971
Süleyman Uludağ, İbn Arabî, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 1995, s. 176.
Süleyman Uludağ, İbn Arabî, ss. 176-177.
1973
İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, (trc. Ekrem Demirli), İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1. Basm, 2006, s. 179.
1974
Süleyman Uludağ, İbnü'l Arabî, ss. 178-179.
1972
İbnu’l-Arabî’ye göre, “hüsn ve kubh” pek çok insanın ayağının kaydığı büyük bir mes’eledir.1975
İbnu’l-Arabî, hayır ve şerrin tarifinde düşüncesini vücud ve adem nazariyesi üzerine bina etmiş
gibidir. Çünkü İbnu’l-Arabî’ye göre varlık “hayr-ı mahz” katıksız, sırfhayır; yokluk da sırf şerdir.”
İbnu’l-Arabî, yokluğun katıksız şer olduğunu insanların çoğunun anlayamadığını söyler. 1976 Hayrın,
muhakkak vücudda; şerrin yoklukta olduğunu ifade eden1977 İbnu’l-Arabî’ye göre kötülük, müspet
bir nitelik değildir. Sırf kötülük (şerr-i mahz) sırf yokluk (adem-i mahz) ve sırf karanlık (zulmet-i
mahz) sırf iyilik (hayr-ı-mahz) ise sırf varlık (vücud-u-mahz) ve sırf ışık (nur-u mahz)1978 tır.
Böylece, hayır ve şer meselesini varlık ve yokluğa dayandıran İbnu’l-Arabî varlık ve yokluk
mertebelerini üçe ayırır:
1) Mutlak vücud ki, Allah’tır. Allah kendisinde hiçbir şekilde şer bulunmayan sırfhayır, “hayr-ı
mahz”dır.
2) Mutlak yokluk. Buna vukuu mümkün olmayan, imkansız, gayr-ı kabil de denilir. Bu kısım saf
şerdir ki, bunda hiçbir şekilde hayır yoktur. Çünkü bunun varlık sahasına çıkması mümkün değildir.
3) Nispi veya izafi yokluk. Bu ise, varlık sahnesine çıkmadan önce, İlm-i İlahi’de sadece mücerred
mümkinler halinde bulunan bu alemin a’yan-ı sabitesi veya kainattır. İbnu’l-Arabî bunlara adem-i
izafi adını verir. Çünkü daha sonra kazanacakları varlık kendilerinden değildir, yani Allah’tandır.
Bunlar, gayb aleminden şehadet alemine çıkarlar, sonra da tekrar çıktıkları aleme dönerler. İbnu’lArabî bu gayb alemine de “Hazainu'l-Cud” veya “Hazainu’1-Cudi’l-İlahi” adını verir.1979
Varlığa çıkmayan mutlak yokluk, saf şerdir. Onun dışında bir de mutlak vücud izafi yokluk vardır.
Biz nispi yokluğu kabul ettiğimiz takdirde, bu alemdeki varlıkların izafi şerrini de kabul edebiliriz.
Bu şer, varlık elbisesini giymiştir; ancak bu, izafi bir şerdir. Ondaki şer asli değildir.1980
Bu durumda, şerrin Allah’a nisbetle hakiki varlığı yoktur. Zira Allah “hayr-ı mahz”, sırfhayırdır.
Çünkü Allah, kendisini semavatın ve arzın nuru olarak vasfetmiştir. O halde Allah, sırf hayır ve tam
varlıktır. Çünkü İbnu’l-Arabî’ye göre vücud nur, adem ise yokluk ve zulmettir. Öyle ise şer de
yokluktur.1981
Bu alemi varlık sahnesine çıkaran Allah olduğuna göre, İbnu’l-Arabî bu alemin asli olarak şerri
ihtiva etmeyeceği kanaatindedir. Bu alemdeki bazı varlıklarda şer olsa bile, bu şer İlahi hikmetle ve
arizi bir sıfatla meydana gelmiştir. Bu ilahi hikmet de şudur:
“Büyük bir hayrın yanında az bir şerrin bulunması, şer için hadd-i zatında bir varlık değildir.”
Bizim şer olarak gördüğümüz bu şey aslında şer değil, hayrın bir çeşididir. Yani bizim şer
addettiğimiz şey, zatında hayırdır. O, çok hayra ulaşmaya vesiledir. “Bu alem aslî olarak şerri
ihtiva etmesi mümkün değildir. Bu alem Allah’tan a’yan-ı sabitesinde bulunduğu hal üzere
zuhur etmiştir. Bu aynda ise şer yoktur.
Fakat alemde mevcûd olan bu arizi şerler kime nisbet edilecektir? Alemin kendisine mi, yoksa
Allah’a mı? Onları sırf varlık olan Allah’a nisbet etmemiz mümkün olmaz. Sırf hayır olan
Allah’ın tasarrufunda bulunduğu müddetçe onlan aleme de nisbet edemeyiz.1982 Bir tek ihtimal
kalıyor ki, bu arızi şerleri ancak bu mümkin varlıkların kendi tabiatlarına nisbet edebiliriz. Fakat
bu mevcudat bilfiil var olduğu müddetçe onda bulunan şerler arızidir. “Biz hasta olsak bile daima
hayırdayız. Çünkü, sonunda sıhhate kavuşuruz. Çünkü asli hükmünü icra edicidir ki o da
Nur’dur.”1983
1975
İbn Arabî, Fütûhât, nş. Y. Osman, Kahire, 1978, 6/457'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e. s. 280.
İbn Arabî, Fütûhât, Kahire, 1269, 1/50; Kahire, 1985, 1/212'’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
1977
İbn Arabî, Fütûhât, kahire, 1269, 1/50'den naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e. a.y.
1978
İbn Arabî, Fütûhât, Kahire, 1269, 1/520; A. E. Aflfi, The Mystical Philosophy of Muhiyiddin İbnu’l - Arabi,
Cambridge, 1935, s. 15, (trc. M. Dağ), Muhyiddin İbnu’l- Arabi’nin Tasavvuf Felsefesi, Ankara, 1975, s. 139'dan naklen
Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
1979
Hüdaverdi Adam, Kaza ve Kader, s. 281.
1980
Mahmûd Kasım, Muhyiddin İbnu’l-Arabî ve Leibntz, s.s. 77-18’den naklen, Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
1981
İbn Arabî, Fütûhât, Beyrut, ts, 3/315'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
1982
İbn Arabî, Fütûhât, Beyrut, ts, 3/386'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 282.
1983
İbn Arabî, Fütûhât, Beyrut, ts, 3/389'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
1976
Alemde bulunan şerler ârızîdir. İbnu’l-Arabî’ye göre, zati şer tasavvurru mümkün olmayan bir
şeydir. Çünkü zati şer, alem de Allah’ın varlığını irade ettiği şeyin zıddınadır. Bundan dolayı
İbnu’l-Arabî alemde meydana gelen herşeyin faydalı olduğu, onda fesad bulunmadığı
kanaatindedir. Çünkü bu fayda, bu alemin yaratıcısının muradı olarak meydana gelir.1984 Çünkü
Allah, hayır olması için bu alemi imkân sahasından bilfiil vücüd sahasına çıkarmıştır ve
Allah’ın bu alem için irade ettiği hayır, onu varlığa çıkarmaktır.1985
İbnu’l-Arabî bu görüşünü, alemin varlığını Allah’ın varlığına delil gösteren ayet-i kerimelere
istinad ettirir. Çünkü delil olan alem, delalet ettiği Allah’tan hayır sıfatını kazanıyor ve delil
medlulün suretiyle şeref kazanıyor. Çünkü alem, Allah’ın varlığına delildir. Allah’ın vücüdu ise,
sırf hayırdır. Öyleyse, alemin vücüdu da hayırdır. Bu istidlale sevkeden ayetler pek çoktur.
Mesela “Göklerin ve yerin yaratılışında, gecenin ve gündüzün gidip gelişinde elbette aklı selim
sahipleri için ibret verici deliller vardır”1986 ve “Göklerin, yerin melekûtuna ve Allah’ın yarattığı
şeylere ve ecellerinin yaklaşmış olabileceğine bak (ıp ibret al) madılar mı”1987 gibi pek ayet-i
kerime, insanları yaratıcının varlığına delil olması için kainata bakmaya teşvik etmektedir.1988
İşte bu açıdan İbnu’l-Arabî’ye göre, alemin varlığı hayırdır. Çünkü o, mutlak hayır olan Allah’a
delildir ve hakikat-ı ilahiye’ye müsteniddir. Safhayır olan Allah’tan ise hayırdan başka birşey
sudûr etnez. Bundan dolayı kainatta bulunan şerler, İbnu’l-Arabî’ye göre Allah’tan değildir. Zira
O, sırf hayırdır ve ondan hayır dışında bir şey sadır olmaz. Hayr-ı mahz olan Allah’ın
tasarrufunda bulunduğu müddetçe Şerler, aleme de nispet edilemezler.1989 Olsa olsa, bizzat
alemde bulunan mümkün varlıkların tabiatlarından olabilirler. Zira mümkin varlıklar, tam hayır
değillerdir. Onlar önce mümkin varlıklar iken, sonra varlık sahnesine çıkmışlardır. Bundan
dolayı mümkin varlıklar, mutlak varlık ile mutlak yokluk ortasındadırlar. İşte bunların ihtiva
ettiği şer arızidir, hakiki değildir.1990
İbnu’l-Arabî’nin hayır-şer mevzuundaki düşünceleri tamamen “Vahdet-i Vücüd” anlayışına
uygunluk arzeder. O’na göre, bu âlem hayır için yaratılmıştır, şer için değil. Öyleyse, alemin
saadetin tahakkuku için yaratıldığını söyleyebiliriz. Bazı varlıklar şer görünse bile, bunlar
Hikmet-i İlahiye’ye tabi ve ârızîdirler. Çünkü alemi var eden ve kendisinde hiç şer bulunmayan,
sırf hayır olan Allah’tan ancak O’na münasip şey sudür eder ki, o da hayırdır. Bundan dolayı
âlem de bizzat hayır içindir.1991
Fakat bu konuyu izah ederken, daima Allah’la kainatı ayrı düşünmek zorundayız. Zira, Allah
kainata muhtaç değildir; alem ise varlığı ve varlığının idamesi için devamlı surette Allah’a
muhtaçtır. Allah’ın varlığı zatındandır ve sırfvarlıktır. O’nda asla yokluk düşünemeyiz. Öyleyse,
alemi yaratıcı ile aynı düşünemeyiz. Alem, varlığı ve yokluğu kabul eden mümkin varlıktır. Şer
de bu mümkin varlıkla zahir olur. Çünkü O, varlıkla yokluk arasında bir noktadır. İşte bu ölçüler
içinde alemde şer ancak mümkinden zuhur etmiştir. Cenab-ı Hakk’tan değil.1992 O halde bütün hayır
Allah’tandır. Şer gibi görünen şeyler ise mahlûkattandır.1993
Hayır ve Şerrin Ölçüsü ve Kaynağı
1984
İbn Arabî, Fütûhât, Beyrut, ts, 2/486’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 282.
1986
Al-i İmran Sûresi, 190.
1987
el-A’raf 7/185.
1988
Hüdaverdi Adam, Kaza ve Kader, a.y.
1989
İbn Arabî, Fütûhât, Beyrut, ts, 3/386'’den naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e. s. 283.
1990
Hüdaverdi Adam, Kaza ve Kader, s. 283.
1991
Hüdaverdi Adam, Kaza ve Kader, a.y.
1992
İbn Arabî, Fütûhât, Beyrut, ts, 3/389'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., ss. 283-284.
1993
Hüdaverdi Adam, Kaza ve Kader, s. 284.
1985
Yukarıda da belirttiğimiz gibi İbnu’l-Arabî’ye göre “Allah, kendisinde hiç şer bulunmayan saf
hayırdır.”1994 Alemde bulunan herşey Allah’ın icad ettiği bir hikmettir. Çünkü, onu yaratan hikmet
sahibi yaratıcıdır. O’ndan hikmetine layık şey zuhur eder. Kim eşyanın hikmetine gözünü kapatır da
göremezse, onu bilemez. Kim bu şeyin hikmetli oluşunu anlayamazsa, onu yaratan hikmet sahibini
de anlayamaz ki, cehaletten daha çirkin birşey yoktur.1995
İbnü’l-Arabî bu sözleriyle, cehaletin çirkin olduğuna hükmediyor. Halbuki O, alemde bulunan
herşeyi hayır ve güzel olmakla vasfetmektedir. İşte bu noktadan gelen itiraza İbnü’l-Arabî şöyle
cevap verir: Cehalet varlığı olan birşey değildir. O sadece bir alaka ve nispetten ibarettir. “Cehalet,
bilmemeden ibarettir, başka birşey değildir. Varlığı olan birşey değildir. Adem ise, şerdir. Şer ise
kendi zatında çirkindir, kötüdür. Bundan dolayı sahih hadis-i şerifte Allah Resulü “Hayırların bütünü
Sen’in elindedir. Şerler ise, Sen’den değildir.” demek suretiyle, şerri Allah’a nispet etmemiştir. Eğer
şer varlığı olan bir şey olsaydı, onun da yaratılması Allah’a ait olurdu, Çünkü Allah’tan başka fail
yoktur. Öyleyse varlığın hepsi hayırdır. Varlık ise sırf hayır olan Allah’tandır.”1996
Bundan ötürü mahlukatta arızi olarak zuhur eden şer, İbnü’l-Arabî’ye göre Allah’ın yaratması
manasında zatında bir şer değildir. Fakat o, kendisine uygun gelmeyen yaratıklara göre şerdir. O,
ayni vücudu bakımından Allah’a ait olsa bile şer olması itibariyle Allah’a nisbet edilemez. Bundan
dolayı mü’min, Resulullah’ın “Şer Sen’den değildir, sana ait değildir.” sözüyle Allah’tan şerri
nefyetmelidir. Çünkü “Hayrın bütünü Allah’ın elindedir, Allah’tandır.” Allah tam, mükemmel varlık
olması itibariyle sırf hayırdır. O, yokluktan, imkan-ı ademden ve şibh-i ademden değildir. Ademe de
benzemez. Bundan ötürü, bütün hayırlar O’ndandır.”1997 Fakat şerler O’ndan değildir. Çünkü sırf şer,
yokluktur. Halbuki hayrın olmaması, Allah’a izafe edilemez, O’nun Celali’nin büyüklüğüne de
yakışmaz.1998
Öyleyse, mutlak yokluk olan sırf şer, Allah’a nisbet edilemediği gibi, alemde bulunan mukayyed ve
arızi şerler de ona nisbet edilemez. Bütün bunların hakikaten ve edeben Allah’a izafe edilmemesi
gerekir.1999
Bütün nebilerin edebindendir ki, onlar kendilerindeki güzellikleri Allah’a, kötülükleri de nefislerine
nisbet ederler. Onlar bu mevzuda, kendi cinslerinden ve kendi makamlarından olmayanların iştirak
etmedikleri bir yol takip ederler. Kendilerinde meydana gelen birşeyden dolayı kimseyi rahatsız
etmezler. Bu da Ahlak-ı İlahi’dendir. Onlar, Ahlak-ı İlahi’nin manalarını tahakkuk ettirmek ve
ahkamının zahirine mutabakat etmek için böyle olurlar. Kullara merhamet eder, onları taltif eder ve
ihsanda bulunurlar. Allah’a tevekkül ederler ve kendilerinde cari olan herşeyin kendi fiilleri olmayıp,
Allah’ın fiilleri olduğunu kendi ellerinde değil, Allah’ın elinde olduğunu izhar ederler. Kendilerinde
meydana gelen güzel fiillerini kendilerine vermekten teberri ederler. Fakat, şer olarak kabul edilen
şeyleri Allah’a değil, kendi nefislerine nispet ederler.2000 Hazret-i Hızır da öyle yapmış, geminin
batmasını kendisine nisbet etmişti, Allah’a değil. “Ben onu kusurlu hale getirmek istedim.”
demişti.2001
İbnü’l Arabî: “Sana gelen iyilik Allah’tandır. Başına gelen kötülük ise nefsindendir.”2002 ayetini delil
getirerek, kötülüğün insandan olduğunu, onun fiil olması açısından insanın kötülüğe mahal
olduğunu, fakat onu yaratması itibariyle Allah’ın kötülükle vasıflanamayacağını söyler. Allah’ın
yaratması açısından onun sadece fiil olduğunu, fiilin ise iyilik ve kötülükle vasıflanamayacağını, onu
kötü bulan insana göre kötü olduğunu ifade eder.2003
1994
İbn Arabî, Fütûhât, nş. Y. Osman, Kahire, 1985, 9/422; nş. Y. Osman, Kahire, 1268, 1/50; nş. Y. Osman, Kahire, 1985,1/212'den
naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 284.
1995
İbn Arabî, Fütûhât, 3/258’den naklen Hüdaverdi Adam, Kaza ve Kader, a.y.
1996
İbn Arabî, Fütûhât, 1/245’den naklen Hüdaverdi Adam Kaza ve Kader, a.y.
1997
İbn Arabî, Fütûhât, 6/263’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., ss. 284-285.
1998
İbn Arabî, Fütûhât, 6/263’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e. s. 285.
1999
İbn Arabî, Fütûhât, Beyrut, ts, 1978, 1/430, 6/263'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2000
Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 285.
2001
İbn Arabî, Fütûhât, Beyrut, ts, 1/245'den naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e. a.y.
2002
en-Nisa 4/79.
2003
İbn Arabî, Fütûhât, nş. Y. Osman, Kahire, 1983, 8/438-439'den naklen Hüdaverdi Adam, Kaza ve Kader, ss. 285-286.
İbnü’l Arabî bütün bunlarla, hayrın Allah’a, şerrin de kula nisbet edilmesini istemekte ve insan
düşüncesinde bir denge sağlamaya çalışmaktadır. Çünkü insan çoğu zaman Cenab-ı Hakk’ın lütuf,
ihsan ve ikramları karşısında haddini aşarak, “Ben yaptım, ben ettim, ben kazandım, ben bildim, ben
buldum.” gibi hezeyanlara kalkışır ve herşeyi kendi izafi kudret, kuvvet, kabiliyet ve zekasına verir.
İşte böyle durumlarda, Kader-i İlahi karşısına dikilip, onların Allah’tan geldiğini hatırlatıp, insanı
gururdan ve haddini aşmaktan kurtarır. Bütün güzellik ve hayırların sahibinin nefis değil, ancak
Allah olduğunu, buna karşılık bütün kötülük ve günahların nefisden kaynaklandığını ihtar eder.
Bundan dolayı İbnu’l-Arabî, fiillerin bazen kötü, bazen iyi olduğunu bazen yapıldığını, bazen de terk
edildiğini fakat, fiiilin yapılmasında veya terkinde hakiki müessirin Tevfik-i İlahi olduğunu2004
söyler.
Buradan da anlaşılacağı üzere İbnü’l-Arabî’ye göre hayırlar, Allah’tan; şerler ve kötülükler ise
insanın kendi nefsindendir.2005
Hayır ve şer meselesinin en muğlak ilahi meselelerden biri olduğunu belirten İbnü’l-Arabî, keşif ehli
sufilerin bu meseleyi nasıl anladıklarını izaha çalışır. Ona göre keşif ehli sufiler her şeyi Allah
Resulü’nün “Şüpheli olan şeyi terk et” ve “Müftüler fetva verse bile, sen kalbinden fetva iste”
sözlerine uyarak, herşeyi kalplerine havale ederler. Çünkü kalplerde bir İsmet-i İlahi vardır ki, onu
ancak murakabe ehli olan kimseler keşfedebilir.2006 İbnü’l-Arabî bu görüşüne şöyle delil getirir.
Allah verâ’ ehli olan sufilere helal ile haramı birbirinden ayırmayı ilham eder. Kaynağını veya
hakikatını bilemedikleri bir yiyecek yada içecek kendilerine takdim olunduğu zaman başkaları onda
herhangi bir sakınca görmezken, Allah onları bundan men’eder. İbnu’l-Arabî sonra da şöyle der:
“Çirkin, kendi zatında çirkindir. Güzel, kendi zatında güzeldir görüşü Mu’tezile’nin yoludur. Halbuki
doğru olan anlayış, şarabın içilmesinin haram olduğunu bilmektir.”2007
İbnü’l-Arabî burada hayrı ve şerri tespitteki ölçüsünü de ortaya koymaktadır. Çünkü O, bu
ifadeleriyle hayır ve şerrin tespitinde “Şer-i Şerifi ve Allah’ın bildirmesini” esas almaktadır.2008
İbnü’l-Arabî bu kapalı mes’elede şeriatın maksadını nasıl anladığını da Hz. Peygamber’in darlık ve
bollukta Allah’a hamdetmesindeki edebini anlatarak şöyle izah eder:
“Hz. Peygamber (s.a.v.) bir insandı. Bundan dolayı da hissi ve manevi lezzet aldığı gibi, hissi ve
nefsi elem de duyardı. Fakat O, her durumda Allah’a hamdederdi. Zira, alemde meydana gelen şeylerin insanlara aynı ve bir tek te’siri yoktur. Onların kabiliyetlerine göre te’sirleri farklı farklı olur.
Birisi ondan zarar görürken, diğerleri için faydalı olabilir. Yağmur ve ateşte olduğu gibi... Öyleyse illet, şahıslardadır. Çünkü “Allah'tan gelen şeylerin kaynağı aynıdır. Onda inkisâm yoktur. O ancak
bizde kısımlara ayrılır ve taaddüd eder”.2009 Zira, hayırdan ancak hayır çıkar. Hayır ise bütünüyle
vücud, şer ise bütünüyle ademdir. Bizim şer kabul ettiğimiz şeyler, bizim tarafımızdan verilmiş bir
hükümden ibarettir, Allah’a ait değildir. Hükümler ise nispidir ve şahıslara göre değişiklik gösterir.
Suretleri başka başka da olsa, varlıkta hayırdan başka birşey yoktur. Fakat bu hayırlar bazen, bazı
insanlar için şer gibi görünürler.2010 Zira şerrin hakiki varlığı olsaydı Allah’tan olması gerekirdi.
Çünkü herşeyin melekutu onun elindedir ve O, her şeyin yaratıcısıdır.2011
Bu âlemde meydana gelen herşey, insanlara lezzet ve elem kaynağı olmaya imkan verecek
durumdadır. İnsanlardan bazıları lezzet alırken, bazıları da aynı şeyden elem duyarlar. Fakat hangi
durumda olursa olsun, kulun Rabbine hamdetmesi gerekir. Hayır bulan Allah’a (Serra) bolluk hamdi
etmeli, kötülük bulan da (Darrâ) sıkıntı hamdi etmelidir. Bu, öfkelenmekten ve sıkılmaktan daha
efdaldir. Hatta sıkıntı anında kuluna hamdetmesini ilham etmesi Allah’ın bir çeşit fazlıdır. Allah, o
2004
İbn Arabî, Fütûhât, nş. Y. Osman, Kahire, 1983, s. 8/250'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 286.
Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 286.
2006
İbn Arabî, Fütûhât, Beyrut, ts, s. 1/246'’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., ss. 286-287.
2007
İbn Arabî, Fütûhât, Beyrut, ts, s. 1/299; Kahire, 1983, 2/211'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 287.
2008
Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2009
İbn Arabî, Fütûhât, Beyrut, ts,4/98'’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2010
İbn Arabî, Fütûhât, Beyrut, ts,3/373'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 287.
2011
İbn Arabî, Fütûhât, Beyrut, ts,3/369'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2005
sıkıntıyı gidermekle, fazl ve ihsanını ziyade eder. İbnu’l-Arabî her halükarda Allah’a hamdetmenin
ince bir mana olduğunu, bunun Resulullah’a verilen “Cevâmiu’l-Kelim” olduğunu”20126söyler.
O halde, Allah’a isnad ve nisbet edilmeden alemde bulunan bu arızi şerleri nasıl izah edeceğiz? Bu
arızi şerlerin menbaı nedir?
Şimdi de, kainatta bulunan bu arızi şerlerin menbaını araştıralım:
İbnu’l-Arabî’ye göre alemde bulunan şerler arızidir ve Allah’a nisbet edilemezler. Öyleyse bu şerler
nereden kaynaklanmaktadır? İbnu’l-Arabî böyle bir soruya cevap verirken alemi ikiye ayırır: 1)
Alem-i İlahi veya Alem-i Emir 2) Alem-i halk veya Alem-i Eşya
Alem-i İlahi, mutlak ve sırf hayırdır. Bu alemde şerlerin bulunmasına imkan yoktur.
Alem-i halk veya alem-i eşya ise birbirine zıd ve muhtelif unsurlardan terkip olunmuştur ki, şerler bu
alemde zuhur eder. Şerlerin bu alemdeki zuhuruna sebep de birbirine zıt ve muhtelif unsurlardan
terkip edilmesidir. Bu sebeple melekler insanı yarattığı zaman Cenab-ı Hakk’a, yeryüzünde fesad
çıkaracak, kan dökülmesine sebep olacak birini nasıl halife olarak yaratacağını 2013 sormuşlardır.
Onlar böyle bir hükme, insanın birbirine zıd unsurlardan terkip edilmesine bakarak varmışlardır.
Melekler insan hakkında söyledikleri sözlerinde bilhassa insanın iki özelliğine temas etmişlerdir:
Bozgunculuk yapmak, kan dökmek.
Gerçekte Allah’a gerekli olan işleri (övmek, takdir etmek gibi) melekler yerine getiriyordu. Ancak
meleklerin bilmedikleri hususlar vardı, onları Allah biliyordu.2014
Çünkü zıdlık, nizâa sebeptir. Nizâ ise fesada götürür. Fakat, Allah Hz. Ademi (insanı) yaratmıştır.
Çünkü onun yaratılmasına terettüp eden bir kısım şerler, hikmet-i İlahi ile meydana gelse bile onun
varlığı ile alemin göreceği fayda ve maslahat daha büyüktür. İnsanın yaratılmasında çok hayır vardır.
Yani, çok hayır için az şer kabul edilmiştir.69
Bundan dolayı bütün şerler, “halk alemine” (bu aleme) nisbet edilir. Fakat bütün hayırlar, “alem-i
emre” (ilahi aleme) nisbet edilir.2015
İbnu’l-Arabî’ye göre İlahi alemde, iyilik ve kötülük şeklindeki karşıt davaların tatbikatı yoktur.
Çünkü, İbnu’l-Arabî bu alana mutlak iyilik, “el-Hayru’l-Mahz” adını vermektedir. Görülen bu
alemde ise hem iyilik, hem de kötülüğün hakikatını kabul etmektedir.2016
İbnü’l-Arabî’ye göre, mümkin varlıkların tabiatları muktezası olarak meydana gelen şer, varlıkta
arızidir, asli değildir. Her arızi olan şey de, zail olucudur. O, şerlerin arizi olması meselesini de şöyle
izah eder: Allah kendisini herşeyi veren olarak (Mu’ti) tavsîf ederken,2017 Hz. Peygamber de
Esma’ül-Hüsna’yı zikrederken Allah’ın “Nafi” ve “Dar” yani elem ve muzarrat verici şeyleri
yaratmış olduğunu bildirmiştir.2018
Onun verdiği herşey faydalıdır. Bununla birlikte onun verdiği bu faydalı şeylerden veya İkram-ı
İlahi’den bazı varlıklar zarar görürler. Onlar zarar gördükleri bu şeyin mahiyetini ve onda bulunan
İlahi faydayı bilmediklerinden ona zarar adını verirler. Onların cehaletleri sebebiyle bu hüküm,
Allah’a râcî olmaz. Bilakis bu, muhtelif şeylerden mürekkep varlığın (Atay-ı İlahi’yi kabul eden
terkibin) tabiatına döner. Bu da tecrübeyle müşahede olunan bir durumdur. Zira bazı mizaçlara
faydalı olan bir şey, bazılarına zararlı olabilir.
Öyleyse mümkin varlıklar, terkibi sebebiyle hayır ve şerrin tabiatını kendileri tahdit ederler. Fakat
Allah’ın onlara verdiği her şey faydalıdır. Bundan dolayı Allah’tan gelen herşey tam hayırdır.
Allah’ın rahmeti herşeyi kuşatması sebebiyle zararını da kuşatmıştır. Rahmet dairesi içinde bulunan
2012
İbn Arabî, Beyrut, ts, Fütûhât, 4/98'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 288.
el-Bakara 2/30.
2014
Şerafeddin Gölcük, Kur’an’da İnsanın Değeri, İstanbul, 1383, s. 8'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e. s. 289.
2015
İbn Arabî, Fütûhât, Beyrut, ts, 2/575'den naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e. s. 289.
2016
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, (Kâşânî Şerhi ile birlikte), Kahire, 1309, s. 447'den Adam, Hüdaverdi, a.g.e. a.y.
2017
Tahâ 20/50; ed-Duhâ 93/5.
2018
Ali Osman Tatlısu, Esmâu’l-Hüsnâ Şerhi, İstanbul, 1972, ss. 221-229'den naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e. s. 290.
2013
bir zarar ise gerçekte zarar değildir. O, ancak hayırdır. Nimetler ve şekavetler “Atay-ı İlahi’yi kabul
veya reddeden mümkin varlıkların kendi tabiatlarındandır.
Bunun misali şudur. Soğuk ve sıcak, alemde faydaların meydana gelmesi için yaratılmışlardır.
Bunlar insanlığın muhtaç oldıuğu nebat ve ağaç hayatı için zaruridirler. Bununla beraber soğuk ve
sıcaktan rahatsız olan ve şikayet eden insanların da bulunduğunu görürüz. Fakat insan kendini
dinleyebilse, onların faydasının gerçekleşebilmesi için bu zararın gerekli olduğunu bilir.
Çok bariz bir şekilde biz burada İbnu’l-Arabî’nin iki prensibi anlattığını görürüz. Bunlardan
birincisine göre, “Büyük ve çok hayır için az ve cüzi şer kabul edilir.” Çünkü büyük hayrı netice
veren ve az şer terk edilirse sonunda çok ve büyük şer meydana gelmiş olur. İkincisi, Şerri
kazanmak, sebep olmak şerdir, yaratmak şer değildir. Zira İbnu’l-Arabî her ne kadar soğuk ve
sıcaktan zarar görenler olacaksa da ondan bütün mahlukatın fayda göreceğini, onlar zarar görmesin
diye soğuk ve sıcağın yaratılmaması durumunda ise bundan bütün mahlukatın zarar görmüş olacağını
anlatırken bu büyük faydanın meydana gelmesi için, o küçük zararın bulunmasının zaruri olduğunu
söyler. Fakat onu yaratmanın şer olmayacağını; zira onu şer olarak görenlerin kendi istidadları ile
ondan zarar gören kimseler olduklarını, yani o şeyin aslında onların zarar görmesi için
yaratılmadığını anlatır.
Demek ki kötülükleri isteyen insanın kendisi veya mümkün varlıkların kendi nefisleridir. İnsan bunu
kendi vicdanında hisseder. Güneşin yaratılmasının ne kadar hayırlara vesile olduğu bilinmektedir.
Ama , güneş ışınlarından kendi istidadlarına bağlı olarak bozulan şeyler de olabilir. Bozulmayı
yaratan Allah’tır. Ama bozulmayı isteyen, o eşyanın fıtratıdır. Mes’uliyet de dolayısıyla ona aittir.
Cenab-ı Hakk’a ait olan yaratma ve icad etme ise umumi faydaları itibariyle güzeldir ve de hayırdır.
Mesela, binlerce faydayı ihtiva eden yağmurdan zarar gören tembel bir adam, yağmurun rahmet
olmadığını iddia edemez, Çünkü yağmurdaki şer kendi tembelliğine râcîdir ve cüz’i bir şerdir. O
cüz’i şer için yağmurun yağmaması, bütün mahlukat için umumi bir şerri netice verir. Bundan dolayı
Allah’ın yaratmasında, etmesinde şer ve çirkinlik yoktur. Şerler kulların kazanmalarına ve
istidadlarına aittir.
İnsan ise kendisine uygun olan şeyleri hayır, kendisine uymayan şeyleri de şer olarak görür. Halbuki
Allah'ın bütün fiilleri hayırdır. Rüzgarda hem galibiyet hem de mağlubiyet gizlidir. Neticeleri farklı
farklı da olsa zararlı olanın da, faydalı olanın da kaynağı birdir. Rüzgar ışığı söndürüp ateşi yaksa da
aynı kaynaktandır.74 Anladığımız kadarıyla, İbnu’l-Arabî’ye göre iyilik ve kötülük izafidir. Fakat O,
bunu biraz farklı şekilde izah etmektedir. Zira, ona göre eşyanın iyi veya kötü olduğuna dair
hükmümüz bilgimize bağlıdır. Bir şeye, onda gizli olan iyiliği bilmeyişimizden dolayı da kötü deriz.
İbnu’l-Arabî’ye göre her şeyin bir zahiri, bir de bâtınî ciheti vardır. Onun batıni cihetinde
Yaratan’ın gayesi bulunmaktadır. Eğer biz bu gayeyi bilmiyorsak, böyle birşeye kötü dememiz
muhakkaktır. O, bunu bir ilaç misaliyle anlatıyor. İlaç kullanmada zahiri bir kötülük, yani onun
hoş olmayan tadından ötürü hoşnutsuzluk durumu olduğu gibi, bu ilaca kötü hükmünü veren
hastanın bilgi sahibi olmadığı müsbet bir iyilik durumu (yani ilacın tedavi ediciliği) da vardır.
Demek ki bir şey ilaç gibi iki sebeple kötü hükmünü alır.
1) Hastanın tad alma duyusuna hoş gelmemesi,
2) Onda bulunan menfaat ve faydayı bilememe.
Aslında ilaç kötü olarak da nitelenemez. Bu diğer bütün iyi ve kötü hükmünü alan eşya için de
geçerlidir.2019
Hayır ve Şerrin Akli Olup Olmaması meselesine gelince; İbnu’l-Arabî’ye göre, yaşadığımız
alemde Allah’ın mahlukattaki hikmetinin tahakkuk edebilmesi için bir kısım eksikliklerin
bulunması gereklidir. Zira, alemin kemali bunlara bağlıdır. Böyle olunca da alemde hayırlarla
şerler, hüsünlerle kubuhlar birlikte ve karışık olarak bulunmaktadırlar. Fakat insan neye hayır
neye şer diyecektir; neye güzel, neye de çirkin diyecektir? Hayırlar ve şerler nasıl ve neye göre
2019
A.E. Affifi, The Mystical Philosophy of Muhyiddin İbnu’l-Arabi, Cambridge, 1939, ss. 158-159; Muhyiddin İbnu’l-Arabi’nin
Tasavvuf Felsefesi, (trc. M. Dağ), Ankara: 1975, ss. 141-142'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
tespit edilecektir? Bu konuda akıl ne derece hürdür? Akılla bir şeyin iyi ya da kötü veya çirkin
olduğu bilinebilir mi?
İbnu’l-Arabî bu soruya cevap verirken, herşeyden önce hayır ve şerri, hüsün ve kubhu, iki gruba
ayırır. Birinci gruptakiler; kemal ve noksanlık gibi bazı hususi ölçüleri ile eşyadaki güzellik ve
çirkinlik yönleri akılla düşünerek, kıyas yaparak bulunabilir. İkinci gruptakiler; güzelliği veya
çirkinliği Cenab-ı Hakk tarafından dinlerle bildirilir. Burada dinlerin bildirmesi haber vermektir,
hüküm vermek değildir. Hayır ve şerrin bilinmesinde insan aklının bakış açısı nispidir. Fakat Şer-i
Şerif, insan tabiatına uygun olan şeyin hayır; uygun olmayan şeyin de şer olduğunu beyan edip
açıklar. Öyleyse din, ancak insan tabiatına yardımcı olmak için gelir. Bundan dolayı da İbnu’l-Arabî,
insan tabiatının iktiza ettiği şeyleri haram kabul etmeyen, dinin getirdiği hükümleri kabul etmeyen,
dinin getirdiği hükümleri kabul etmede zorluk gören insanlara hayret eder. Çünkü Allah, hayrı
tahakkuk ettirmek için bu tabiatleri göz önünde bulundurur. İbnu’l-Arabî, "insanlar ancak arzuları
sebebiyle helak olmuşlardır. Eğer onlar, arzularını Allah’ın irade ettiği şeye sarf etselerdi, istirahat
ederlerdi.”2020 der. Zira, herşey Allah’tan da olsa, Allah kulları için zorluk dilemez, kolaylık diler;
şer dilemez, hayır diler. Çünkü kemal ve noksanlığı ihtiva eden şu alemi yaratan Allah (c.c.) sadece
hayrı murad eder.2021
İbnü’l-Arabî hayır ve şerrin tespiti meselesinde akılla dini birlikte değerlendirmekte, ikisinin bir
araya gelmesiyle sağlıklı bir neticenin alınabileceğini düşünmektedir. O: “Allah, ancak sana hayırlı
olan şeyle emretmektedir. Bu, Allah yanında çok büyüktür. O’nun nehyettiği şey de senin için
terkedilmesi hayırlı olan şeydir. O’nun da Allah yanında haramlılığı büyüktür.” der.2022
İbnü’l-Arabî, nasihatini kabul eden herkese kalpte doğan şer
duygularına tabi olmasını nasihat eder. Şöyle der:
duygularına değil, hayır
Hayır ve şer ancak şeriatın bildirmesiyle bilinir. Senin içinde kötü birşey yapma duygusu doğarsa, bu lümmetü’şşeytan’dır.2023 Sonra da içinde bu şerri terketmeyi emreden bir duygu doğarsa bu da lümmetü’l-Melektir.2024 Sen bir
gemisin. Eğer inhirâf edersen sen de helâk olursun, sende bulunan herşey de helak olur. Öyleyse mut laka şeriatı bilmen
gerekir. Zira, sen bilmedikçe Allah’ın hudutlarını bilemezsin.2025
İbnü’l-Arabî bu düşüncesini teyid eder mahiyette, bir başka yerde şöyle demektedir:
Arif, düşünerek ve araştırarak, aklı ile anladığına göre değil, dinin getirdiği esaslara göre kulluk yapan kimsedir. Zira,
akılda heva ve arzuların gizli bir hükmü vardır ki, onu akıl ve düşünce sahipleri anlayamazlar. Onu ancak sufilerden
keşif sahibi kişiler farkedebilirler.der2026
Dinin getirdiği hükümlerin insan tabiatına muvafık olduğunu kabul eden İbnü’l Arabî’ye göre,
dinin esaslarından çıkanlara uygulanan cezalar da şer değildir. Bilakis günahkarlar için
hayırdırlar. Fertlere veya toplumlara gelen bela ve musibetlerde de durum aynıdır. Çünkü
bunlar, İnsanların yaptıkları amellerine terettüp eden muaccel cezalardır. Ve günahkarların bazı
hatalarının keffaretidirler.2027
2020
İbn Arabî, Fütûhât, Kahire, 1329, 2/187; Mahmûd Kasım, a.g.e., s. 90’dan naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 297.
İbn Arabî, Fütûhât, Kahire, 1329, 2/687-688; Mahmûd Kasım, a.g.e., s. 91-92’den naklen a. mlf. a.g.e., a.y.
2022
İbnu’l-Arabî, Fütûhat, Kahire, 1329, 4/410'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s.s. 297-298.
2023
Lümmetü’ş-Şeytan: İnsanın kalbine doğan mânâlar vardır. Tasavvuf erbabının “Havatır” dediği bu manalar bazan şeytandan,
bazen bizzat nefsin kendisinden bazen de Allah Teâlâ ve Meleklerden gelir. Şeytandan gelenlere Vesvese”, meleklerden
gelenlere “İlham”, nefisten gelenlere, “Hevacis” Allah Teâlâ’'dan gelenlere' de “Hatır-ı Hakk” denilmiştir. [Kuşeyri,
Risaletü’l-Kuşeyriyye, (trc. Süleyman Uludağ), İstanbul: 1978, s. 178] İnsandaki vesvesenin menbaını haber veren Peygamber
Efendimiz (s.a.v.) de şöyle. buyurur: Şübhesiz Âdemoğlu’nun kalbinde şeytanın bir lümmesi şerre yöneltmek ve Hakk’ı
yalanlamaktadır. Meleğin lümmesi ise hayra yöneltmek ve Hakk’ı tasdiktir. Kim bu ikincisini kendisinde hissederse bilsin ki o,
Allah’tandır. O zaman Allah’a hamdetsin. Kimi de diğerini hissederse, Allah’'ın rahmetinden kovulmuş şeytandan Allah’a
sığınsın.” (Tirmizi. Tefsir, 3) Buna göre “lümmetü’ş-şeytan” şeytanın vesveseleriyle kötülüklerin güzel gösterilmesidir” diyebiliriz
(Hüdaverdi Adam, Kaza ve Kader, s. 398).
2024
Lümmetü’l-Melek: Lümmetü’ş-Şeytan bahsinde zikrettiğimiz hadis-i şerif göz önüne alınacak olursa “Lümmetü’l-Melek”,
Meleğin insanı Hakk’a yönlendirmesi olarak düşünülebilir ki buna, Kuşeyri’nin de belirttiği gibi Meleğin kalbimizde hissettirdiği
manadır denebilir (Hüdaverdi Adam, Kaza ve Kader, s. 398).
2025
İbn Arabî, Fütûhât, Kahire, 1329, 4/462'den naklen naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 298.
2026
İbn Arabî, Fütûhât, Kahire, 1329, 4/409'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2027
Hüdaverdi Adam, a.g.e., ss. 298-299.
2021
İbnü’l Arabî hırsızlık ve zina yapanlara uygulanan şer’i cezaları bu manada değerlendirir.
Onların cezalandırılması şer değil, rahmetin bir çeşididir. Bundan dolayı din, bu cezaların
tatbikinde .şevkat etmeyi menetmiştir. Bunun için İbnu’l-Arabî, “Asilere dünyada uygulanan bu
cezalar, isyankarların temizlenmesidir; ahirette başları önlerine eğileceğine cezaların dünyada
verilmesi daha iyidir.“2028 der. Zira, dünyada gördüğü ceza kadar ahirette günah sahibinden
düşülecektir. İbnü’l Arabî’ye göre, Allah, “Çoğunluğunun yaptığı hatalardan dolayı onlara
belalar verir.” ki böylece onları bu dünyada temizlemek ister. 2029
Böylece İbnü’l-Arabî’nin hayır ve şerrin ölçüsü konusunda Ehl-i Sünnet dairesinde çözüm
aradığı neticesine varılabilir.2030
Hayır ve Şer Açısından İnsanın Fiilleri
İbn Arabî'ye göre: “Hayır kişinin garazına, arzularına ve yaratılışına uygun olan; şer ise, kişinin
garazına, tabiat ve mizacına uygun olmayan şeydir.”2031 Buna göre, kişiye hayır ve şerden ne isâbet
ederse, yine kendi nefsinden husûle gelir, nefislerinin haricinden gelmez, bu hususta hiç harici tesir
yoktur.2032 İbn Arabî’nin düşüncesine göre: “İnsan, ancak nefsine hamdetmeli ve
zemmeylemelidir.”2033 Hayır ve şer de varlığa çıkma ile Hakk’a aittir. Fakat a’yan-ı sabite Hakk’a ne
hüküm vermiş, ve Hakk’tan ne istemiş ise, ancak o zuhur ettiği için bunların hepsi kişinin a’yan-ı
sabitesindendir. Binaenaleyh eğer zulüm vaki olursa, mahlukattandır, Hakk’tan değildir. Bundan
dolayı Cenab-ı Hakk, “Biz onlara zulmetmedik, fakat onlar kendilerine zulmediyorlar,”2034
buyurmuştur.2035
O halde herkese hayır ve şerden ne gelirse, kendisinden gelir. Bu hususta hiçbir harici müessir
yoktur. Bundan dolayı: “Hayır” denildiğinde her şahsın garazına muvafık ve tab’ına uygun, “Şer”
denildiğinde de garazına ve tab’ına uygun olmayan şey murad olunur.”2036 İbn Arabî’ye göre, hayır
ve şerden meydana gelen herşey, eşyanın tabiatı muktezasınca, ezelde takdir olunmuştur. Hayır ve
şer de bundan neş’et etmektedir. Hayırlılar, hidayete ermişler; şerliler de dalalette kalanlar olarak
zuhur etmektedirler. “Zira, Allah eşyayı bulunduğu hal üzere bilir ve bildiği gibi de (varlığını) irade
eder.”2037 Öyleyse şer, Meşiet-i İlahiye muktezasınca meydana gelmektedir. Zira, şerri iktiza eden
a’yan-ı sabitesidir. Allah da a’yan-ı sabitenin iktizasınca şerri ezelde hükmetmiştir. Bu durumda fiil,
kendi zatında hayır veya şer olmakla vasıflanmaz. Ancak dini veya ahlaki ölçülere göre mukayese
edilirse -ki bu da teklifi emirlerdir- ancak o şekilde vasıflanabilir.2038
İbn Arabî’ye göre: “Allah’ın insanlar üzerine Hüccet-i baliğ’ası, (apaçık bir delili) vardır.
Binaenaleyh her kim bu hikmeti anlar ve onu kendisi için meşhud kılarsa; kendinin gayrına
taalluktan nefsine rahat verir ve hayır ve şerrin ancak kendinden geldiğini bilir.”2039 “Zira Allah,
günah fiilini takdir etmez ve veya kötülüğü yaratmaz.” O, bizim veya kendisinin ahlaki veya dini bir
ölçüye göre hüküm verip, doğru veya yanlış dediğimiz fiilleri takdir eder ve bizim veya kendisinin
iyi veya kötü olarak telakki ettiğimiz nesneleri yaratır. Allah fiilin aynını (yani fiili iyi veya kötü
2028
İbn Arabî, Fütûhât, Kahire, 1329, 4/304; Mahmûd Kasım, a.g.e., s. 96’dan naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 299.
a.mlf. a.g.e. s. 299.
2030
a.mlf. a.g.e. a.y.
2031
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, Beyrut, 1946, s. 118'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 323.
2032
Ahmed Avni Konuk, Fususu’l - Hikem Tercüme ve Şerhi II, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları,
5. Basm, 2011. s. 348 (özetlenmiştir).
2033
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, Beyrut, 1946, s. 83'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2034
en-Nahl 16/118.
2035
Ahmed Avni Konuk, a.g.e, 1989, s. 69'dan naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2036
Ahmed Avni Konuk, a.g.e. s. 347. (H. Adam tar. sadeleştirilmiştir).
2037
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, 118; Ta’likat Alâ Fususu’l-Hikem, Beyrut, ts, s. 146'dan naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s.
323.
2038
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 41; Ebu’l-Ala Affifi, Ta’likat Alâ Fususu’l-Hikem, s. 65; Tevfik et Tâvil, Felsefetu’lAhlâk es-Sûfiyye, Kitâbu’t-Tezkârî, Kahire, 1969'dan naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2029
2039
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, Beyrut, 1946, s. 118'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 324.
olarak değil, fiilin kendisini) irade eder. Ancak özel şartlarla işlendiği takdirde, fiile iyi veya kötü
denir.2040
Aslında kötü olan hiçbir şey yoktur. Allah da hiçbir zaman (İbn Arabî’nin anladığı manada)
kötülüğü yaratmaz. Yukarıda temas edildiği gibi, fiile, ancak özel şartlarda işlendiği takdirde şu
sebeplerden dolayı kötü denir:
1) Şu ya da bu din onları kötü saydığı için,
2) Belirli bir ahlaki ilkeye veya cemiyetin tasvip ettiği adet ölçüsüne kıyasla,
3) Bazı ferdi mizaçlara aykırı düştükleri için,
4) Ferdin bazı tabii, ahlaki ya da zihni arzularını tatmin edemedikleri için. 2041
Bundan dolayı fiiller aslında medih veya zemmin mevzuu değildirler. Fakat İbn Arabî, kullara
amellerinden dolayı cüz’î bir mesuliyet yükler. Meşiet-i İlahiye neticesi meydana gelen amelleri
onun kendi tabiatından neş’et ettiği için insanın sorumlu olduğunu kabul eder.2042 Ama İbn Arabî,
insana cüz’i dahi olsa bir mesuliyet yüklerken, iyinin de kötünün de netice itibariyle Allah’tan
geldiğini kabul eder. Zira var olan herşey Allah’ın tezahürleri ve bütün fiiller, O’nun fiilleridir.
Allah’ın rahmeti bütün eşyada ve fillerde görünür. Ancak biz onlardan bazılarına iyi, bazılarına da
kötü diyoruz.
Ona göre herşey O’nun rahmetiyle var olmuştur. Eşya, Allah tarafından çeşitli kemal derecelerini
gösterecek ve onlar hakkında (ahlaki ya da başka şekilde) hükümlerimizin doğmasına sebep olacak
şekilde yaratılmıştır. Kemal ve noksanlık, ahenk ve ahenksizlik, iyilik ve kötülük, itaat ve isyan,
rezalet ve fazilet, uygunluk ve uygunsuzluk düşüncelerine sahip olmamız Allah’ı ve kendimizi
bilmemiz için O’nun iradesi idi.2043
Herşey O’nun rahmetiyle var olunca, var olan herşey hayırdır. Zira, varlık Rahman’ın nefesidir ve
zatında hayırdır. Zira hayır varlığın; şer de, yokluğun eş anlamlısıdır. Öyleyse varlığı tahakkuk eden
herşey hayırdır.2044 İbn Arabî’ye göre: “Dönüş, herşeyi kuşatan rahmetedir.”2045 Buna göre Allah’ın
hayır olsun şer olsun kulların bütün fiillerinden razı olduğunu söyleyebiliriz. Çünkü Allah’ın rahmeti
kulların bütün fiillerini de kuşatmıştır. Zira;
1) Bütün fiiller, Allah’ın iradesi muktezasınca meydana gelmektedir. Çünkü, Allah’ın teklifi
emirlerine zıt olsa bile, kulların bütün fiilleri, Allah’ın tekvini emirlerine boyun eğmek ve hükmünü
kabul etmek zorundadır.
2) Bütün fiiller zatında hayırdır. Ancak arizi olarak şerle vasıflanabilirler. Fiillerin şer oluşu arizi
olunca, Allah’ın bu şer fiillerden dolayı olan gazabının da arizi olması gerekir.2046
İbn Arabî, kulların fiillerinin, her ne olursa olsun tekvini emre uygun olarak meydana gelmesinden
hareketle hayır olduğunu belirtmekte, hayır olmayı da var olmakla izaha çalışmaktadır. Çünkü İbn
Arabî’nin temel düşüncesine göre vücud, sırf hayır; adem ise sırf şerdir. Bu yönüyle bakıldığı
taktirde, günahların neticesi cehennem dahi olsa yokluğa göre rahmet sayılır. Zira, ebedi yokluktan,
cehennem dahi olsa var olmak, bin derece daha hayırlıdır.2047
2040
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, (Kâşânî Şerhiyle birlikte), Kahire, 1309, s. 319; A.E. Affîfî, The Mystical Philosophy of
Muhyiddin İbnu’l-Arabî, Cambridge, 1939, ss. 160-161; (trc. M. Dağ), Muhyiddin İbnu’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi,
Ankara, 1975, s. 143'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2041
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, (Kâşânî Şerhiyle birlikte), Kahire, 1309, s. 319; Fütûhât, Kahire, 1293, 2/760; Ebu’l-Ala Affîfî,
Ta’likat Alâ Fususu’l-Hikem, 339; The Mystical Philosophy of Muhyiddin İbnu’l-Arabî, Cambridge, 1939, s. 157; Muhyiddin
İbnu’l-Arabî’nin Tasavvuf Felsefesi, (trc. M. Dağ), 1975, s. 140'dan naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2042
Ebu’l-Ala Affîfî, Ta’likat Alâ Fususu’l-Hikem, Beyrut, 1946, ss. 228-229; Tevfik et Tâvil, Felsefetu’l-Ahlâk es-Sûfiyye, Kitâbu’tTezkârî, Kahire, 1969, ss. 168-169'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., ss. 24-325.
2043
A. E. Affîfî, The Mystical Philosophy of Muhyiddin İbnu’l-Arabî, Cambridge, 1939, s. 159; Muhyiddin İbnu’l-Arabî’nin Tasavvuf
Felsefesi, (trc. M. Dağ), Ankara, 1975, s. 141'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 325.
2044
Ebu’l-Ala Affîfî, Ta’likat Alâ Fususu’l-Hikem, Beyrut, 1946, s. 339'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2045
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, Beyrut, 1946, s. 106'dan naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 325.
2046
Ebu’l-Ala Affîfî, Ta’likat Alâ Fususu’l-Hikem, Beyrut, 1946, ss. 120-121'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 325.
2047
Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 326.
İbn Arabî, fiilleri Haktan soyutlayarak yalnızca kula veya (kuldan soyutlayarak) yaratmanın
bütünüyle hakka izafe edilmesini doğru bulmamaktadır. Buna gerekçe olarak, Hakk'ın yaratmayı
kendisine ol denilen şeye izafe ettiğini göstermektedir.2048
Cehennem Anlayışı
İbnü'l Arabî cehennemin ebediliği fikrini, azabın mizaca bağlı olmasıyla aştığı kadar cehennemin de
bütünüyle rahmete dönmesiyle açıklar.2049 İbn Arabî ahiretteki azabın ve nimetlerin, cezanın ve
mükafatın da farklı bir yorumunu yapar. Ona göre fiillerin karşılığı anlamına gelen ceza (bedel) adet
anlamına gelir. Adet ise hayır olsun şer olsun insana avdet eden (dönen) şey demektir. Bundan
maksat da insanın ayn-ı sabitesinin gerektirdiği hallerle karşı karşıya kalmasıdır. Yani ister hayır
ister şer olsun insanın amellerinin meyvelerini toplamasıdır. İbn Arabî ayn-i sabite-eylem-bedel
üçlüsü arasında zorunlu bir ilişki görür. Buradaki güçlüğün farkında olduğundan bunun olduğu gibi
kabul edilmesi gereken bir sır olduğunu söyler ve bu noktada aklî bir açıklama yapmanın zorluğuna
işaret eder. Onun sırr-ı kader dediği budur.2050 Konuyla ilgili İbnü’l Arabî, Fusûsu’l-Hikem'de şöyle
demektedir:
Cehennemliklere gelince, onların varacağı yer de nimettir. Fakat onların nimeti, ateşte gerçekleşir; çünkü cezalandırma
süreci bitince, ateşin içindekiler hakkında serin ve esenlik verici olması kaçınılmazdır. Cehennemdekilerin nimeti de
budur. Öyleyse cehennemliklerin cezalarının tamamlanmasından sonra nimete kavuşmaları, ateşe atıldığında Allah'ın
dostu İbrahim peygamberin [ateşte] nimet görmesine benzer...2051 Bu nimet ya çektikleri bir acının ortadan kalkmasıyla
gerçekleşir -ki bu durumda azap, kendilerinden kalkar ve böylece o acıyı çekmeleri, onların nimeti haline gelir- ya da
cennet ehlinin cennetteki nimetleri gibi, müstakil bir nimetleri olur.2052
İbnü’l Arabî’nin bütün eserlerinde ortaya çıkan üç temel özellikten biri, cehennemde azabın
daimi olmayışı (âdemü sermedeti’l-azâp) meselesi; diğeri Vahdet-i vücûd ve ilmin malûma tabi
oluşu yani herşeyin insanın a’yan-ı sabitesine göre oluştuğu fırsat ve kabiliyetine göre geliştiği
düşüncesidir.2053
Aslında İbnü’l Arabî’nin azabın devamlı olmayışı konusunda dayandığı en önemli delil, Allah’ın
rahmetinin herşeye şamil olması keyfiyetidir. Çünkü Cenab-ı Hakk Kur’an-ı Kerim’de: “Rahmetim
(dünyada) herşeyi kuşatmıştır.”2054 “O Rahman, arşı istila etti.”2055 “Rabbimiz size, rahmet ve
merhamet va’d buyurdu (Nefsine rahmeti farz kıldı).”2056 buyurmaktadır. İnsanların mahlukata
karşı, kendine aralarında birbirlerine karşı gösterdikleri merhamet, Cenab-ı Hakk’ın onlarda
yarattığı merhametin tezahürüdür. Ve bu rahmet, bilinmek için kainatı yaratan Allah’ın Zatı
merhametinden nebeân etmektedir. Allah ise herşeyi kuşatan umumi rahmetle merhamet
etmektedir.2057
İşte Allah’ın bu rahmet ve merhameti ile, âsîlerin ve cehennem ehlinin azabı izâle olunur. Her
sure başında bulunan besmele de, bu surede bulunan ilahi rahmetin mukaddimesidir. Allah’ın
rahmeti kulları için o kadar büyüktür ki, her şeyi kuşatmıştır ve hiçbir şey bunun dışında
olamaz. Bundan dolayı Cenab-ı Hakk “Muhakkak Rabbinin mağfireti çok geniştir. Rabbin
geniş mağfiretlidir”2058 buyurmaktadır. Bazıları Allah’ın bu geniş rahmet ve mağrifetini
daraltmak ve bunu belirli bir taifeye has kılmak isterler. Allah’ın genişlettiği rahmetini ve
merhametini daraltırlar. Halbuki Allah (c.c): “Seni de (ey Resulüm) alemlere rahmet olarak
gönderdik”2059 buyurarak, rahmetinin herşeye şamil olduğunu haber vermiştir. Cenab-ı Hakk
2048
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 124.
Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 295.
2050
Süleyman Uludağ, İbn Arabî, s. 178.
2051
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 184.
2052
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, s. 120.
2053
Adam, Hüdaverdi, a.g.e., a.y.
2054
el-A’raf 7/156.
2055
Tâhâ 20/5.
2056
el-En’am 6/54.
2057
Adam, Hüdaverdi, a.g.e., a.y.
2058
en-Necm 53/32.
2059
el-Enbiya 21/107.
2049
kendisini anlatırken de pek çok ayette: “Merhamet edenlerin en merhametlisi olduğu” 2060
müjdesini vermiştir.2061
Buradan da anlayacağımız gibi, Allah yaratıklarına bizden daha merhametlidir. O böylesine
merhametli iken kullarına nasıl ebedi olarak azap eder? Üstelik taatların Allah’a bir faydası,
isyanların da ona bir zararı yoktur ve her şey onun kazası, kaderi ve hükmü ile meydana
gelmektedir. Bundan dolayı İbnü’l Arabî’ye göre yaratılanlar ihtiyarlarında mecburdur, a’yan-ı
sabitelerinin dışına çıkamazlar. Fakat a’yan-ı sabitelerindeki kabiliyetleri de dışarıdan değil
kendilerindendir. Dışarıdan bir mecburiyet olmaması yönüyle hür gibi görünseler de, a'yun-ı
sabitelerinin dışına çıkmamaları yönüyle bu hürriyet içinde mecburdurlar. Allah da, “Ey kullarım”
diye kulları kendisine nispet eder. İbnü’l-Arabî’ye göre, Allah’ın umumi rahmeti ve rahmetinin
herşeye şamil olduğu bilinir ve Allah da onlara “kulum” diye hitap ederken azabın ebedi
oluşunu düşünmek mümkün değildir. 2062
Aslında İbnü’l Arabî bu ifadelerde de görüldüğü gibi cehennemi ve cehennem hayatını inkar
etmiyor. Onun demek istediği, cehennem ehli için de İlahi rahmetin zuhur edeceği,
cehennemden çıkmamakla birlikte orada elem ve azap duygusunu kaybedecekleri, bir
kısmının da günahı kadar azap gördükten sonra uykuda olan bir kimsenin rüyada gördüğü
hayalî nimetler şeklinde bir kısım nimetlere nail olacakları hususudur. 2063 Zira: “Onların en
son duaları da Elhamdülillah demektir.” 2064 ayetine göre son söz de “Elhamdülillah” olacaktır.
Zira İbnü’l-Arabî’ye göre, mahlukat en sonunda
-çeşitleri farklı farklı da olsa- saadete
ulaşacaktır. Çünkü Cenab-ı Hakk rahmetinin herşeyi kuşattığını ifade etmiş 2065 ve rahmetinin
gazabını geçtiğini2066 bildirmiştir. Yani sabık olan rahmet, gazaptan öncedir. 2067
Aslî olan Rahmet, ârızî olan da gazap olunca asılolan evvel olacağı için, sabık olan rahmet,
ârızî gazaptan öncedir. “Çünkü gazap, dini emre muhalif olan amellere karşı arız olur.
Halbuki, “De ki: Herkes bulunduğu hale göre iş yapar.” 2068 ayet-i kerımesine göre alemde
bulunanların hepsi meşiet emrine itaat üzeredir. Meşiet-i ilahiyye hükmü ile vücûd-i Hakk
âyînesinde a’yan-ı sabite peyda oldu. O a’yan ne suretle sübût buldu ise, o suretle Hakk’ın
malumu oldular. Binaenaleyh vücûd-i kevnide (bu görünen varlıkta) o vech ile zâhir olmaları
için irâde-i ilâhiye taalluk etti.” 2069
İşte bu noktada kul, İlahi iradeye boyun eğmiştir. Çünkü İbnü’l Arabî’ye göre herkes itaat veya
isyanı ile emr-i teklîfîye muhalefet etse bile, Emr-i Meşiet’e uymuş olur. Çünkü hiç kimsenin
Emr-i Meşiet’e itiraz etmesi mümkün değildir. “Ama madem ki rahmet öncedir; dînî emre
muhalefetinden dolayı kula hükmeden gazap ona ulaşınca rahmet hükmeder. Zira rahmet
önce, gazap sonradır. Rahmet asıl, gazap ârızîdir.. Böyle olunca da rahmet kula şâmil olur. Çünkü
rahmetten önce başka birşey yoktur ve hiç kimsenin Emr-i Meşiet’e muhalefet etmeye kudreti
yoktur.”2070
İşte Allah’ın, “Rahmetim, gazabımı geçmiştir” sözünün İbnu’l-Arabî’ye göre manası budur.2071
İbnü’l Arabî’ye göre, rahmet bir gayedir ve bütün mahlukat bu gayeye doğru yol almaktadırlar.
Neticede mutlaka bu rahmete ulaşacaklar ve gazaptan da uzaklaşacaklardır. Ama Allah, rahmete
2060
el-A’raf 7/151; Yûsuf 12/ 64, 92; el-Enbiya 21/83; el-Mü’minûn 23/105, 118
Adam, Hüdaverdi, a.g.e., s:398
2062
İbnu’l-Arabî, Fütuhat, 2/148, 244, 496, 662, 674; 3/25, 100, 101, 383, 466, 496; 4/146, 163; Beyrut, ts.; Mahmûd elĞurâb, el-Fıkh Inde’ş-Şeyh Muhyiddin İbnu’l-Arabî ,166-168; Dımeşk’ den naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e., a.y.
2063
İsmail Fenni Ertuğrul, Vahdet-i Vücûd ve İbnu’l-Arabî, s:145, Haz. Mustafa Kara; İstanbul, 1991’ den naklen Adam,
Hüdaverdi, a.g.e., s.399
2064
Yûnus 10/10.
2065
el-A’raf 7/156.
2066
Suyûtî, el-Câmiu’l-Kebir, 3/1604; 4973 numaralı hadis; Mısır, 1973; Münâvî, Feyzü’l-Kadir, 3/259; Beyrut,
1972’den naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e., a.y.
2067
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hîkem, 166’dan naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e., a.y.
2068
el-İsrâ 17/84.
2069
Konuk, Ahmed Avni, Fususu’l - Hikem Tercüme ve Şerhi III, s. 283,( Çeviren: Doç. Dr. Selçuk
Eraydın/ Prof. Dr. Mustafa Tahralı), M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı, İstanbul, 2003.
2070
a.mlf. a.g.e. s:284 (Adam, H., tar. sadeleştirilmiştir).
2071
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hîkem, 166’dan naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e., s:400.
2061
vasıl olanın haline yani kabiliyetine göre hükmedecektir.2072 Buna göre İbnu’l-Arabî’nin
düşüncesinde rahmetin nisbi olduğu anlaşılmaktadır.2073
Bir kimseye göre rahmet olan şey, diğerine göre azaptır. “Bundan dolayı bazı kimseler gazaptan
lezzet alırken, bazıları da rızâdan zevk alır. Birinciye göre cehennem, ikinciye göre de cennet, rahat
mahalli olurken, kimisi de başlangıçta azaptan, sonunda da rızadan zevk alırlar. Bunlar, önce
cehenneme sonra da cennete girenlerdir. Bunun benzerini burada da görmek mümkündür.
Mesela, necaset içinde bulunmak insan için azap olsa bile domuz ve necaset böceği için büyük bir
nimettir. Gül koklandıkça insana rahat verdiği halde, necaset böceği gül kokusundan rahatsız olur ve
bayılır. Onun için gül ve kokusu cehennem gibidir.2074
İbnü’l Arabî, cehennem ehlinin sonunda nimete ulaşsa bile bunun cehennem içinde olacağını kabul
eder.2075 Çünkü Kur'an-ı Kerim’de pek çok yerde haber verildiği gibi2076 onlar cehennemde ebedi
olarak kalacaklardır. İbnu’l-Arabî, zannedildiği gibi cehennem hayatını reddetmiyar. Zira o,
“Mişkâtû’l-Envâr” isimli hadis kitabında2077 cehennem hayatı ve azabı ile ilgili hadislere de yer
verdiği gibi,2078 fikirlerini açıkladığı yerlerde bunların değerlendirmelerini de yapmıştır.2079 O, şöyle
söylemiştir:
Azap müddetinin bitmesinden sonra, cehennem kendisinde bulunan insanlara selâmetli bir soğuk olacaktır ki, bu onlar
için büyük bir nimettir. Cehennem halkının, hakların yerine gelmesinden sonra ulaştıkları bu nimet, Halilullah’ın (Hz.
İbrahim) ateşe atıldığı andaki nimetidir. Çünkü O, her canlıyı yakacağını bildiğinden dolayı ateşi görmekten elem
duyuyordu. Halbuki, Allah’ın ateşteki ve kendisindeki muradını bilmiyordu. İnsanların gözünde hâlâ ateş olsa bile O,
Allah’ın kendisi için gösterdiği husûsî muamelesi ile ateşi berd-i selâm (selâmetli bir soğuk) olarak buldu.2080
İbnü’l Arabî’nin Fusûsu’l-Hîkem’indeki bu açıklamalardan anladığımıza göre O, cehennemin ebedi
oluşunu, orada kalmayı ve azab-ı İlahiyi reddetmiyor. Fakat O, cehennem hayatını Cenab-1 Hakk'ın
herşeye şamil olan rahmeti ile izaha çalışarak ikap müddetinin bitiminden sonra ateşin yakıcılığının
giderek, soğuk ve selametli bir hale geleceğini kabul ediyor.2081
İnsanların gördükleri şey yakıcı bir ateş iken, aynı ateşin Hz. İbrahim için selametli bir soğuk
olmasına bakarak İbnü’l-Arabî: “Bir tek şey bakanların gözlerinde mütenevvi olur. İlahi tecellinin
hükmü de böyledir.2082 demekte, böylece bir ve aynı olan İlahi tecellinin o tecelliye mazhar olan ve
kabul eden varlıkların istidadlarına göre muhtelif göründüğüne dikkat çekmektedir.2083
Böylece İbnü’l-Arabî, cehennemin ahirette asilerin kalacağı bir gazap yeri olduğunu
benimsemektedir. Fakat O’na göre, cehennem ebedi ve daimi olsa bile2084 cehennem ehlinin azabı
ebedi değildir. Onlar cehennemde kaldıkları halde, oraya uygun bir nimete ulaşırlar. Çünkü Cenab-ı
Hakk kendisini, Rahmetinin herşeyi kuşatması ile vasıflandırmıştır.2085
İbnü’l Arabî, cehennem hayatını kabul eder. Fakat, neticede herşeyi ihata eden İlahi rahmetin, orada
ebedi olarak kalsalar da cehennem ehline ulaşacağını ve kendilerine göre nimet olacağını ifade
etmektedir. Ayrıca insanın mes’uliyetini kabul etmenin tabii bir neticesi olarak kulun cehenneme
girmesine kendi amellerinin sebep olduğuna inanmaktadır.2086
İbnü’l Arabî, cehennemde cehennem ehlinin durumu hakkında Fütuhat- ı Mekkiyye’de oldukça
ayrıntılı açıklamalarda bulunur. Şöyle ki:
2072
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hîkem, 166’dan naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e., a.y.
Adam, Hüdaverdi, a.g.e., a.y.
2074
Bakara Sûresi, 25, 39, 81 ,217, 275; Âl-i İmrân Sûresi, 116; Tevbe Sûresi, 17; Yûnus Sûresi, 27; Hûd Sûresi, 5.
2075
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hîkem, 169’dan naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e., s:400.
2076
el-Bakara 2/ 25, 39, 81, 217, 275; Âl-i İmrân 3/116; et-Tevbe 9/17; Yûnus 10/27; Hûd 11/5.
2077
Demirci, Mehmet, Nurlar Hazinesi, İbn Arabî, İz Yayıncılık, 2. Bsm., İstanbul, 1994.
2078
a.mlf. a. e., s:74 (14. hadis), s:80 (19. hadis), s:86 (23. hadis)
2079
İbnu’l-Arabî, Fütûhât, 4/136; Beyrut, ts.’den naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e., a.y.
2080
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hîkem, 169-170’den naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e., s:401.
2081
Adam, Hüdaverdi, a.g.e., a.y.
2082
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hîkem, 170’den naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e., a.y.
2073
2083
2084
Adam, Hüdaverdi, a.g.e., s:402
İbn Arabî, Fütûhât, 4/137’den naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e., a.y.
2085
İbn Arabî, Fütûhât, 2/386’den naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e., a.y.
2086
İbn Arabî, Fütûhât, 3/385-386’den naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e., a.y.
…Bu zikrettiğimiz nedenlerden ötürü, dünya karışmıştır, yani nimetlerle, azaplar azaplar da nimetlerle karışmış
vaziyettedir. Yine bu zikrettiğimiz nedenlerden ötürü, Cennet bütünüyle nimettir, Cehennem ise bütünüyle azaptır. Bu
karışım (bu dünyadan öte dünyaya intikal eden) varlıklar için son bulacaktır, çünkü ahret hayatı dünya hayatında olduğu
gibi karışımı kabul etmez. İşte, dünya ile ahret hayatı arasındaki en önemli fark budur. Ancak Cehennem hayatı, yani
Cehennemlik olanların hayatı, ilahi gazap olanlarda son bulunca, sınır ve süre de Allah’ın Gazabını geçen Allah’ın
Rahmetine ulaşınca, Rahmet hükmü onlar için yeniden dönecektir; sureti yine aynı suret olarak kalacaktır,
değişmiyecektir. Eğer o rahmetin sureti değişmiş olsaydı, onlar azaba duçar olurlardı. Böylece, Allah’ın izniyle ve
tevliyesiyle, onlar üzerinde önce, en yüksek feleği izleyen ikinci feleğin hareketi, onlarda zuhur eden azap nedeniyle,
azabı kabul eden her mahalde onlar aleyhinde hüküm verir. Biz burada “ azabı kabul eden her mahalde ” dedik; bunun
nedeni Cehennemde azabı kabul etmeyen kimselerin de (örneğin Cehennem’in bekçileri gibi) bulunmuş olmasıdır.
Cehennem müddetini doldurunca, ki bu müddet kırk beş bin (45.000) senedir, Cehennem bu müddet zarfında
cehennemliklere gerçek bir azap olur, şöyle ki: Cehennem ehli önce cehennemde devamlı ve kesintisiz bir azaba
çarptırılır ve bu azap yirmi üç bin (23.000) sene devam eder. Sonra, Rahman onların üzerine bir uyku gönderir; bu uyku
içinde onlar bütün hislerini yitirirler. Bu hususu Allah Teala şöyle beyan etmektedir: “Şu muhakkak ki, kim Rabbine
günahkar olarak varırsa, cehennem sırf onun içindir. O kimse orada ne ölür ne dirilir”.2087 Aynı şekilde Cehenneme
gidecek olan Cehennem ehli hakkında Hz. Peygamber aleyhisselam da şöyle buyurmaktadır: ”Onlar orada ne ölürler ne
de dirilirler.”2088 Bu hadis, onların bütün hislerini yitirdikleri vakitlerdeki durumlarını anlatmak istiyor. Bu durum,
korkunun şiddetinden ve aşırı acının kuvvetinden dolayı bayılan bu dünyada azap ve işkence gören insanların durumuna
benzemektedir. Cehennem ehli böylece bu uyku halinde on dokuz bin (19.000) sene kalırlar.
Sonra, onlar bu baygınlık hâllerinden (gaşyetinden) uyanırlar ve “Allah onların derilerini başka derilerle değiştirir.” 2089
Ve o vaziyette onbeş bin (15.000) sene azap görürler. Sonra, tekrar baygınlık hâline geçirilirler. Bu hâlde onbir bin
(11.000) sene kalırlar. Sonra, takrar o baygınlık hâllerinden uyanırlar. “Onların derileri pişip acıyı duymaz hâle geldikçe,
yenden acıyı duysunlar diye Allah onların derilerini başka derilerle değiştirir.” 2090 Bu vaziyette yedi bin (7.000) sene o
çok elemli, çok acı veren azabı tadarlar. Sonra, tekrar üç bin yıl (3.000) boyunca baygınlık hâlinde kalırlar. Sonunda
uyanırlar. Bu kez Allah onlara bir lezzet, sevinç, neşe ve rahatlık ihsan eder. Tıpkı yorulup da uyuyan ve dinlenmiş
olarak uyanan bir insanın durumu gibi. İşte bu durum “Alllah’ın Rahmeti’nin Gazabını geçtiğinden” ve “Rahmetinin her
şeyi kapladığından”2091 dolayı böyledir. Dolayısıyla o esnada, Allah’ın Rahmeti onlar için, Allah’ın “El-Vasi”, yani
“Rahmet ve ilim bakımından her şeyi kuşatan”2092 anlamına gelen isminden türemiş bir hüküm, bir karar olmaktadır. O
zaman o varlıklar artık bir acı, bir elem, bir azap duymazlar. Artık bu durum onlar için böyle devam eder; onlar da bu
durumdan, bir ganimet gibi hoşlanırlar ve “Biz unutulduk, öyleyse bizlerin durumunun hatırlanmasından korktuğumuz
için başka bir şey istemiyoruz. Oysaki Allah “Oraya inin, aşağıya! Ve Bana konuşmayın! demişti”2093 derler. Artık orada
seslerini çıkaramazlar, sükût ederler. Tekrar geldilerine yeniden azabın gelmesi korkusu dışında, onlar üzerinde bir korku
kalmaz.
Onlar üzerinde ebedi olarak devam edecek olan azap, bu kadarıyla korkudur. Bu azap, ruhî bir azaptır, hissî değil. Hatta
bazı vakitlerde bunu da unuttukları olur. Onların mutlulukları, hissî azaptan kurtulup rahata ermiş olmalarıdır. Bu da,
Allah’ın “her şeyi kuşatan bir rahmet sahibi” olması nedeniyle onların kalplerine koyduğu şeyle olur. Nitekim Allah
Teâlâ bununla ilgili olarak şöyle buyurmaktadır: “Siz nasıl unutmuşsanız, Biz de bugün sizi öyle unutuyoruz”2094. İşte bu
hakikatten dolayı onlar artık acıları ve elemleri hissetmedikleri zaman “Biz unutulduk” derler. Aynı şekilde Allah
Teâlâ’nın şu sözü de bununla ilgilidir: “Onlar Allah’ı unuttular; Allah da onları unuttu”2095 . ”Aynı şekilde bugün de sen
unutuluyorsun.”2096, yani “Cehennemin içine terk ediliyorsun”, çünkü “unutma” (nisyan) terk etmedir. Eğer “tünsâ”
şeklinde değil de hemzeyle “tünseü” şeklinde okunursa, o zaman “geciktirme” anlamına gelir.
Cehennem ehlinin sahip olduğu mutluluk payı, azabın vaki olmamasıdır. Ceza payları ise, azabın bizzat vaki olmasıdır,
çünkü Cehennem ehli için, Allah’tan gelen haberler yoluyla hiçbir teminat yoktur. Bununla birlikte, onlar, kimi
vakitlerde azabın vuku bulmasına karşı korunurlar: Dolayısıyla bazen, o korkudan on bin (10.000) sene korunurlar.
Bazen iki bin (2.000) sene korunurlar. Bazen de altı bin (6.000) sene korunurlar. Ve o kadar zaman geçmedikçe, bu
zikredilen miktardan çıkmazlar. O kadar zamanın kendileri için geçmesi gerekir. Allah “Rahman” isminden onlara bir
nimet vermek, ihsanda bulunmak istediği zaman, onlar o anda kendilerinin içinde bulundukları duruma ve içinde
bulundukları azaptan çıkışlarına, kurtuluşlarına bakarlar. Dolayısıyla bu bakış miktarı kadar nimete kavuşurlar. Bu bakış
onla riçin bazen bin sene (1.000) devam eder; bazen dokuz bin (9.000) sene devam edr; bazen de beş bin (5.000) sene
devam eder. Bu süre daha fazla ya da daha az olabilir. İşte, Cehennem ehlinin Cehennemdeki durumları hep bu şekilde
devam eder, çünkü onlar artık oranın sakinleridir. İşte bütün bu anlattıklarımız “Muhammedî makam”dan miras olarak
gelen “İsevî ilim” kapsamında girer. “Allah, doğruyu, hakkı söyler! Ve doğru yola O eriştirir.”2097 2098
2087
Taha, 20/74; el- A’la, 87/12.
Bkz. Sahih-i Müslim, İman, 302; Sünen-i İbn Mace, Zühd, 37.
2089
Nisa, 4/56.
2090
Nisa, 4/56.
2091
A’raf, 7/156.
2092
Mümin, 40/7.
2093
Müminun, 23/108.
2094
Ahkaf, 45/34.
2095
Tövbe, 9/68.
2096
Taha, 20/16.
2097
Ahzab, 33/4.
2088
Bir şeyin varolması kendiliğinde bir rahmet ve iyilikse, azaba dönük ilk rahmet onun var edilmesidir.
Aynı şekilde cehenneme dönük ilk rahet de onun var edilmesidir… Cehennemde acının kaynağı ateş
veya cehennem değil, insanın mizaca yatkın olmayan bir şeyi bulmuş ve hissetmiş olmasıdır…
İnsanın mizacı ateşe yatkın hale gelebilir.. Ona göre cehennem ateşi bitmeyecek veya
başkalaşmayacaktir. Mizaç ondan haz alacak bir özellik kazanacaktır… Azabın varlığı terbiyenin
gereğidir…İbnü’l-Arabî, cehennemin bir gün bitebileceğini ve bütünüyle rahmete dönebileceğini de
imkân olarak kabul eder. Bunu ise başka bir düşüncesiyle irtibatlandırarak açıklar: İmkân dünyasında
zorunlu bir şey yok ise cehennemin ebedi olmasını veya cehennem içinde azabın sürekli olmasını
gerektirecek bir zorunluluk da yoktur. Böylelikle İbnü'l Arabî' cehennemin ebediliği fikrini, azabın
mizaca bağlı olmasıyla aştığı kadar cehennemin de bütünüyle rahmete dönmesiyle açıklar. 2099
İbn Arabî’ye göre, insanın nefsi için seçeceği, sonuna varmadan durmayacağı ve nihayetine
ermeden kusuruna razı olmayacağı şey tamam olmak ve kemale ermektir.2100 İbn Arabî insanın
kemale ermesini ahlâkla ilişkili açıklamaktadır: O, Tehzibü'l Ahlâk risalesinde şöyle demektedir:
İnsanın tamam olması ve kemale ermesi de yüce gönüllü ve güzel ahlaklı olması için çaba sarf etmesinde; kötü ve çirkin
ahlâklardan kaçmasındadır. Bunu yaparken de bütün hallerinde fazilet kanunlarına riayet etmeli ve bütün fiillerinde
rezalet yollarından uzak durmalıdır. Eğer böyle olursa, insanın, maksadını bütün kusurlardan uzak her sıfatı kazanmağa
çevirmesi, gayretini içine hiçbir kötü şeyin karışmadığı bütün sıfatları elde etmeğe sarf etmesi, çabasını bütün kötü ve adi
hasletlerden uzak durmağa harcaması, imkanını bütün kınanan şeyleri atmağa yöneltmesi lazımdır ki, ahlakını düzelterek
kemal sıfatını elde etsin, yumuşak ahlâkı (tacı) ile güzellik hüllelerini giysin, haklı olarak efendi ve onurlu kimselere karşı
iftihar etsin ve asalet ve şeref merdivenlerine çıkarak zirvelere ulaşsın. Ancak şu var ki, bu mertebeye ulaşmak için yeni
başlayan ve bu dereceye varmak için istekte bulunan kimse için, çoğu zaman araştırmak istediği güzel hasletler gizli
kalabilir ve hep maksadı onlardan sakınmak olan kötü huylar kendisi için belli olmayabilir. 2101
Özgürlük-Sorumluluk
Ahlâkî Bir Varlık Olarak İnsan: Mecburen "Özgür" Varlık
İbn Arabî'nin düşünce sisteminde insanın özgürlüğü, gerçekten merkezi bir öneme sahiptir.2102 İbn
Arabî, insanın özgür olup olmadığı sorusu söz konusu olunca, kabaca, insandan kaynaklanan
eylemler konusunda iki görüşün var olduğunu; birinci görüşün, eylemlerin insandan, ikinci görüşün
ise Tanrı'dan kaynaklandığını ileri sürdüğünü ifade ettikten sonra2103 kendi görüşünü de şöyle
açıklar:
Varlıklar ancak Tanrı'nın varlığıyla ortaya çıktı ... bu, kulların eylemlerinin, kendilerinden kaynaklanmakla birlikte, eğer
Tanrı olmasaydı, ortaya çıkmayacağı sonucunu doğurur. Bu kriter, eylemlerin şekil olarak kula, yaratma olarak Tanrı'ya
bağlanması durumunu açıklamaktadır.2104 İnsan, sınırlı dahi olsa, özgürlüğüyle, yalnızca kendi olmaya çalışmaz, aynı
zamanda kendi bilincine vararak, Tanrı ile bütünleşmenin mistik zevkini de yaşar. 2105
İbnü'l Arabî, her konuda olduğu gibi, ahlâk felsefesi alanında da paradoksal konuşmayı
benimsediğini görüyoruz.
İbnü'l Arabî'de açık bir özgürlük anlayışından söz etmek mümkün değildir.2106 Pragmatist
denebilecek bir özgürlük anlayışına sahiptir.2107 Peygamberlerin gönderilmesi özgürlüğün bir
gereğidir. İbnü'l Arabî'nin düşüncesinde özgürlüğü imkânsız yapan a'yân-ı sâbite düşüncesidir.
2098
Kanık, Mahmut, Marifet ve Hikmet, İbn Arabî, İz Yayıncılık, 9. Bas., s.s. 200-203, İstanbul, 2011.
Ekrem Demirli, a.g.e. ss. 294-295.
2100
İbn Arabî, Ahadiyet/Tehzibü'l Ahlak/Mev'ize- i Hasene Risaleleri, (trc. Abdülvehhab Öztürk), İstanbul: Sultan Yayınları,
2006, s. 51.
2101
İbn Arabî, Ahadiyet/Tehzibü'l Ahlak/Mev'ize- i Hasene Risaleleri, (trc. Abdülvehhab Öztürk), İstanbul: Sultan Yayınları,
2006, s. 51-52.
2102
Metin Yasa, İbn Arabî ve Spinoza'da Varlık, Ankara: Elis Yayınları, 2014, s. 150.
2103
İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, I, s. 174’dennaklen Metin Yasa, a.g.e. s. 151.
2104
İbn Arabî, Fütûhât-ı Mekkiyye, I, s. 171’dennaklen Metin Yasa, a.g.e. a.y.
2105
Metin Yasa, a.g.e. s. 152.
2106
Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, İstanbul: Kabalcı Yay., 1. Basm., 2012, s. 285.
2107
Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 287.
2099
Öyleyse sadece a'yân-ı sâbiteden söz ederek özgürlük sonucu çıkarılamaz. Bu durumda İbnü'l Arabî
mertebelerle sınırlanan ve farklılaşan varlık anlayışından konuya yaklaşır. Mertebeler fikrinin ortaya
çıkardığı göreli varlık alanı, insan özgürlüğünü açıklayabileceğimiz tek imkân olarak görünmektedir.
İbnü'l Arabî buradan hareketle "insan seçime mecburdur." şeklinde ifade edilen paradoksal bir
sonuca ulaşır.2108
İnsan için mutlak bir özgürlükten söz edilmese de sonuçta yükümlülüğü anlamlı kılacak bir
özgürlüğü kabul ettik. Bu durumda insan davranışları ve ahlâkı hakkında başka sorunlar ortaya çıkar.
Acaba insanın ahlâkı ne zaman iyi olarak nitelenir? Bu sorun tasavvufun daha çok üzerinde durduğu
bir sorundur. İlk sufiler "Allah'ın ahlâkıyla ahlâklanmak" anlamındaki bir hadisi esas alarak,
tasavvufun yöntemini ve gayesini bu ilkeye göre yorumlamışlardı. Kamil insandan söz etmek,
ahlâkını ilahi ahlâka göre tashih etmiş insandan söz etmek demektir. Tasavvufun temel ahlâk ilkeleri
Allah'ın nitelikleriyle bağlantılıdır. Sözgelimi cömertlik, kerem, bağışlamak, merhametli olmak gibi
bütün özellikler temelde Allah'a ait ahlâktır ve insan bunlarla ahlâklanmayla kemâle erebilir. İlahi
ahlâkın kaynağı ilahi isimlerdir.2109
İnsan âlemdeki her şeye karşı karşı yükümlüdür. Onun âlemdeki üstünlüğü, ilâhî bir yasaya tabî
kılmasına bağlıdır. İnsanın yükümlü varlık olması, ona verilen her şeyi "emanet" haline getirir.
İnsanın bütün güçleri kendisine verilmiş bir emanettir, insan insana emanettir, aile insana emanettir,
insan topluma emanettir, hayvanlar bitkiler ve genel anlamda tabiat insana emanettir. Hiçbir şekilde
sınırlama kabul etmeyen mutlak bir mülkiyet ve sahiplik iddiasıyla beslenen bencillik yerine emanet
fikrinin konulmasının İbnü'l-Arabî'nin insan ve ahlâk anlayışının temel ilkelerinden birisi olduğunu
hatırlamalıyız.2110
İbn Arabî insanı, eylemlerinden dolayı sorumlu kabul eder. Çünkü kulların kendileri olmalarını
sağlayan mahiyetleri yapılmış değildir. Yani kula ait olan vücut değil mahiyettir. Vücut tektir ve o da
Allah’a aittir. Allah mahiyetlere varlık vererek onları icat eder, yani onların varlık alanına çıkmasına
vesile olur. Bunun için eşyanın mahiyetlerince belirlenen ve başkaca bir şeyleri olmayan kulların
fiilleri bir açıdan Allah’a isnat edilemez. Kulların fiilleri ayanları itibariyle tamamen ilahidir; ancak
kulun fiili yapış gayesi kula aittir. Demek ki, eylem tek de olsa niyetler amelleri belirler. Ameller
niyetlere göredir ve niyetleri belirleyen şey cebir değildir.
İbnu’l-Arabî, görüşlerini serdederken sık sık Kur’an-ı Kerim’e müracaat eder ve âyet-i kerimelerden
deliller getirir. Meselâ onun bu konuda başvurduğu ayetlerden biri, bizi de, amellerimizi de yaratanın
Allah olduğunu haber veren âyet-i kerimedir.2111 Bu ve benzeri ayetlerde her ne kadar yaratma
Allah’a nisbet ediliyor ise de, İbnu’l-Arabî insanın mükellef kabul edilmesi noktasından hareketle
amellerinde kendine düşen bir payın bulunduğu görüşündedir. Yoksa insanın mes’uliyetini Allah’ın
hikmeti ile izah edemeyiz. İbnu’l-Arabi’ye göre kul, kendine düşen bu cüz’i hisse dolayısıyla
mes’uldür. Mes’ul olabilmesi için de amellerinde hür olması gerekir. Ona göre insanın hürriyeti
şöyle izah edilebilir: “Allah, insanın a’yân-ı sâbitesindeki hal üzere ona hükmeder. Allah’ın hükmü
ise bilmesidir.”2112
İbn Arabî, kulun fiillerinde özgür olduğunu belirtmekte ve bunu Kur'an'a dayandırmaktadır. Şöyle
ki: ... Allah mutluluğa giden yolu kendisine açıkladığında kulu hakkında, "Ya şükredicidir ya da
nankör"2113 demiştir. Öyleyse kul özgürdür. Bu nedenle ondan kabul ve ret gerçekleşmiştir,
ödüllendirilir ve cezalandırılır...2114
İnsanın fiili varlığında, yani bu dünyadaki hayatında insandan meydana gelen bütün fiiller, onun
kendi hür tabiatından, istidad ve kabiliyetinden çıkmaktadır. Zira Allah’ın onun hakkındaki bilgisi,
yani hükmü onun için zorlayıcı bir unsur değildir. Dolayısıyla insan kendisinden istenilen şeye
uyabilir de, uymayabilir de. Zira ilim maluma tabidir. Bundan dolayı da Allah’ın bilmesi mana2108
Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 288.
Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, ss. 288-289.
2110
Ekrem Demirli, İbn'ü'l Arabî Metafiziği, İstanbul: Sufi Kitap, 1. Basm, 2013, s. 159.
2111
Saffât, 37/96
2112
Hüdaverdi Adam, Kaza ve Kader, a.y.
2113
el-İnsan 76/3.
2114
İbn Arabî, Fütûhât- ı Mekkiyye, Cilt: VII, s. 203.
2109
sındaki hükmü, malum olan kendi a’yân-ı sabitesine bağlıdır. Allah eşya kendi zatından O’na ne
verirse eşyayı o vaziyette bilir. Dolayısıyla eğer ortada bir zulüm varsa, zalim olan hakkında hüküm
veren kendileridir.2115 Aslında, insanın mükafat ve azaba, yani sevap ve ikaba hak kazanabilmesi için
vahy-i ilâhi ile gelen hükümleri kabul veya reddetme hürriyetine sahip olması gerekir. Çünkü insan,
yaptığı bazı amellerden dolayı övülürken, bazı amellerinden dolayı da yerilmektedir.2116
İbnu’l-Arabi’nin kaza ve kadere yüklediği anlamı ve konuyu nasıl ele alıp değerlendirdiğini daha iyi
anlamak için a’yan-ı sâbite konusunun idrak edilmesi gerekmektedir.2117
İlâhî irâde’nin kazâ-kaderle ilgisi ile ilgili olarak şunları söyleyebiliriz: İbnu’l-Arabî, bütün
amellerimizin yazılıp hüküm verilmesine kaza, sonra da bunların açılıp, tafsil edilmesine kader
diyordu. Allah’ın hükmü olan kaza, O’nun ilmidir. İlim de maluma tâbîdir. Malum ise bizim
a’yân-ı sâbitelerimizdeki istidat ve kabiliyetlerimizdir. Dolayısıyla O’nun hakkımızda verdiği
hüküm bizden neş’et etmektedir.2118 İbnu’l-Arabi’ye göre ilmin malumda tesiri yoktur. Bilakis
malumun âlimde tesiri vardır.2119 Öyleyse biz, amellerimizde zorlanmış ve cebren onları işlemiş
değiliz. Tam tersine a’yan-ı sâbitemizle Cenâb-ı Hakk’ın hakkımızda o hükmü vermesini
kendimiz istemişizdir. Binaenaleyh eğer zulüm varsa, zâlim bizizdir. Bunun için Cenâb-ı Hakk;
“Onlar kendi nefislerine zulmettiler.”2120 buyurur.2121 Bu konuda da Allah için apaçık bir delil
(hüccet-i bâliğa) vardır.2122
“Bundan ötürü insan, başkasını suçlamamalı, ancak kendi nefsini zemmetmeli, ya da kendi nefsine
hamdetmelidir.”2123 Hakkikatı gören Ehl-i Şuhud, kendilerinden olan şeyin hepsinin kendilerinden
olduğunu bilir.2124 ve hiçbir hak talebinde bulunmaz.2125 Zira, onlar, kazanın Allah’ın eşyadaki
hükmü olduğunun farkında2126 bunun da kendilerinden neş’et ettiğinin şuurundadırlar.”2127
Dolayısıyla Allah’ın kaza ve kaderinin, İlm-i İlâhi ile bilme ve hüküm verme açısından bir
münasebeti vardır. İlim ise maluma yani bizim a’yan i sabitelerimize bağlıdır.2128
İbnu’l-Arabî’ye göre, Allah’ın kullar için irade ettiği şeyler Allah’ın ilmine bağlıdır. Yani Allah
bildiği şeyi ister. Bildiği şey ise malumdan, eşyanın kendinden ve a’yân-ı sabitesinden gelmektedir.
Dolayısıyla Allah, onların irâdelerini devre dışı bırakıp onları mecbur etmemekte, bilakis onlar kendi
kendilerini mecbur etmektedirler. Bundan dolayı İbnu’l-Arabî’ye göre iyilik olsun, kötülük olsun
hepsini kendine bulaştıran insandır. Öyleyse o kendi övgüsünü ve yergisini kendisi yapsın. Bu
hususta Allah’ın yaptığı şey, sadece belirli fiillerin gerçekleşmesini buyurmaktadır. Bu irâde ise,
2115
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem; (Kâşânî Şerhiyle Birlikte), Kahire, 1329, s. 159-160'den naklen Hüdaverdi Adam,
a.g.e., ss. 185-186.
2116
Mahmûd Kasım, Muhyiddin İbnu’l-Arabî ve Leibnitz, Kahire, 1972, s.154’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 186.
2117
Ayn-ı Sâbite/Ayân-ı Sâbite. Ayn-ı Sâbite iki lafızdan oluşur: İbnu’l-Arabî ayn ile hakikatı zâtı ve mahiyeti kastederken, sübût
veya sabit ile de insan mahiyetinin veya üçgenin zihindeki varlığı gibi zihnî veya akli varlığı kasteder. Söz konusu zihnî varlık,
insan bireylerinin veya üçgen bireylerinin (tikel üçgenlerin) dıştaki varlığı gibi, zaman ve mekânda, zihnin dışında gerçekleşmek
anlamındaki varolma halinin zıddıdır. O halde, İbnu’l-Arabî a’yân-ı sâbiteden söz ettiğinde, varlıkların şahıslarının bulunduğu
duyulur ve harici âlemin yanında eşyanın hakikatlerinin veya akledilir mahiyetlerinin bulunduğu akledilir âlemin varlığını ifade
etmiş olur. Dış varlıklardan yoksun bu a’yân-ı sâbiteyi İbnu’l-Arabî genellikle yok olan şeyler anlamında madûmat veya umûr-i
ademiyye diye niteler… ( Suad El Hakim, İbnu’l-Arabî Sözlüğü, trc. Ekrem Demirli, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2005, s. 90.). Ona
göre nesneler dış âlemde zuhur etmeden evvel Allah’ın onlar hakkında ezelî bilgisi vardır. Tüm nesneler hakkındaki bu ilahî bilgiye
a’yân-ı sâbite (tekil olarak ayn-ı sâbite) denir. Allah’ın bunlar hakkındaki bilgisi aynı zamanda kendisi hakkındaki bilgisinin
aynıdır… (Süleyman Uludağ, İbn Arabî, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 1995, s.129).
2118
İbn Arabî, Fususi’l-Hikem, s. 130’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 169.
2119
İbn Arabî, Fususi’l-Hikem, s. 82-83’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2120
El-Bakara 2/57.
2121
İbn Arabî, Fususi’l-Hikem, s. 130’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., ss. 169-170.
2122
İbn Arabî, Fususi’l-Hikem, s. 96’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 170.
2123
İbn Arabî, Fususi’l-Hikem, s. 96’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2124
İbn Arabî, Fususi’l-Hikem, s. 118’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2125
İbn Arabî, Fususi’l-Hikem, s. 96’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2126
İbn Arabî, Fususi’l-Hikem, s. 96’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2127
İbn Arabî, Fususi’l-Hikem, s. 96’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2128
Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 170.
onların ayân-ı sâbitele-riyle belirlenen bilgisi tarafından takdir edilmiştir.2129 Çünkü Allah’ın iradesi,
a’yan-ı sâbitenin iktizâsına göre taalluk eder.2130
Ona göre, mümkinin mümkin olmaktan çıkması, iki kudretin yani kudret-i ilâhi ile insan kudretinin
birlikte olmasına bağlanmıştır.2131 İnsan tamamen devre dışı değildir ve insan, teklifi emirlere isyan
veya itaat ederek2132 sevap veya günâha hak kazanır. Fakat hidayet ve dalaleti, sevap ve günâhı
yaratan Allah’tır.2133 Öyleyse biz, program ve kaderin hakim olduğu bir kâinatta, kendimizi başıboş
göremeyiz. Mutlaka bizim de bir kaderimiz vardır. Allah herşeyi önceden tespit ederken sonsuz
ilmiyle herşeyi, geçmişi, hazırı ve geleceği nokta gibi görerek yazmaktadır. Fakat biz, amellermizi ve
fiillerimizi O öyle yazdığı için yapmayız. O bizim a’yan-ı sâbitemize göre onları yazar. Öyleyse
“İlim, maluma tabidir” kaidesine göre, Allah onları bizim öyle yapacağımızı a’yan-ı sâbitelerimizin
verdiği malumatla yazar. Fakat o bunu yazarken kesinlikle bizi devre dışı bırakmaz, irâdemizle bizi
mükellef tutarak tekvini ve teklifî emirlerde bulunur. Biz her ne kadar tekvînî emirlere boyun eğmek
zorunda olsak bile, teklîfî emirlerden mes’uluzdür. Sevap ya da ikaba hak kazanırız.2134
Kazâ-Kader ve İnsan Hürriyeti İlişkisi
İbnu’l-Arabî, kaderin, insan iradesini iptal ederek, onu eli kolu bağlı amellerini işletmeye mecbur
etmediği kanaatini taşır ve cebir düşüncesini reddeder. Çünkü İbnu’l-Arabî’ye göre “Hazainu’lCûdi’l-İlâhi” dediği, yokluktaki a’yân-ı sabiteyi ihtiva eden İlm-i İlahî’de mümkinat yani varlık
sahnesine çıkmaları da, oldukları hal üzere kalmaları da mümkün ve muhtemel olan, çünkü henüz
yaratılmamış bulunan a’yan-ı sabite tamamen hürdür.2135 Henüz varlık elbisesini giymemiş a’yan-ı
sabite, İbnu’l-Arabî’nin “el-Cûdi’l-İlâhî” dediği İlm-i İlahi’de, izafi ademden, yokluk zulmetinden
varlık nuruna çıkmayı beklemektedir.2136
İbnu’l-Arabî, aslında mutlak yokluk, “adem-i mutlak” düşüncesini de kabul etmemektedir.2137 Zira,
O’na göre, varlıklar mutlak yokluktan değil, nispi veya izafi yokluk diyebileceğimiz İlm-i İlahî’den
varlık sahnesine çıkmaktadırlar. Bundan dolayı da bu varlıklar, her ne kadar bu alemdeki varlığa
sahip değiller ise de, zihni ve ilmi bir vücudları vardır. İşte bu sebeple İbnu’l-Arabî, kelamcıların
Allah’ın varlığını ispatta kullandıkları en meşhur delil olan “hudus” delilini tenkid ederek
reddeder.2138
İşte İbnu’l Arabî’ye göre henüz varlık sahnesine çıkmamış olan bu mümkin varlıklar, orada
kaldıkları sürece tamamen hürdürler. Fakat onlar, bizim içinde yaşadığımız harici varlık sahasına
çıktıkları andan itibaren artık mutlak hür olarak kabul edilemezler. Çünkü onlar, istidadlarına boyun
eğmek zorundadırlar. Bu, Cebriyecilerin anladığı manada bir cebir değildir. Fakat buna, her şahsın
zatından gelen bir zorunluluk diyebiliriz. Bu görüşü, İbnu’l-Arabî’nin Cebriyecilerden ayrıldığı çok
önemli bir noktadır. Çünkü her ne kadar İbnu’l-Arabî’de de bir cebrilik hissedilse bile, bu ne
Deterministlerin, ne de Cebriyecilerin anladığı manada bir zorlama değil, tamamen kişinin kendi
istîtâdlarından kaynaklanan bir zorunluluktur. Çünkü İbnu’l-Arabî’ye göre, kişinin bütün fiilleri
harici bir te’sir olmadan, doğrudan doğruya kendi zatından ve şahsından kaynaklanmaktadır.2139
İşte İbnu’l-Arabî’nin “Mümkin varlık, sadece mümkin olması yönünden Hazâinu’l-Cüd’de (İlm-i
İlâhî) bulunduğunda kendisinde hiçbir ubudiyet bulunmayan mutlak hür iken, varlık sahasına
2129
İbn Arabî, Fususi’l-Hikem, 120, 123, 160, 239-240; (Kaşani şerhiyle birlikte), Kahire, 1309; (trc. Nuri Gencosman),
65, 93, 154-155’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 171.
2130
İbn Arabî, Fususi’l-Hikem, Beyrut, 1946, s. 165'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2131
İbn Arabî, Fütûhât, nş. Y. Osman, Kahire, 1985, 9/201’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 171.
2132
İbn Arabî, Fususi’l-Hikem, Beyrut, 1946, s. 165'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2133
İbrahim 14/4.
2134
Hüdaverdi Adam, a.g.e., ss. 171-172.
2135
Mahmud Kasım, Muhyiddin İbnu’l·Arabî ve Leibnitz, s. 156.‘den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 212.
2136
Mahmud Kasım, a.g.e., s. 157’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 212.
2137
İbn Arabi, Fütûhât, nş. Y. Osman, 1985, 9/251'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
İbnu’l-Arabî’ye göre yokluk varlığın anlaşılmasını sağlayan bir kavramdır. Yokluk, kendisinde varlığın tecelli ettiği bir aynadır,
varlık kendini bu aynada gösterir (Süleyman Uludağ, İbn Arabî, s. 122.)
2138
İbnu’l-Arabî, Fütûhat, Kahire, 1269, 1/90'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 212.
2139
Hüdaverdi Adam, Kaza ve Kader, ss. 212-213.
çıktıktan sonra muhtaç bir kul olur. “İşte bu durumda, bizim için mutlak hürriyet makamı yoktur.
Ancak zikrettiğimiz şeyin bizim meşhedimiz olması vardır” şeklindeki sözlerini daha iyi
anlayabiliriz.2140
Zaten İbnu’l-Arabî, mümkin varlığın kendisinden faydalandığı mutlak hürriyeti (eşyanın varlık
sahnesine çıkışını) anlatan tabloyu tasvir ederken, şöyle der:
Mümkin varlık nefsinde daha önce bulunan mutlak hürriyet sahibi olduğunu iddia etmeye güç yetiremediği gibi, varlık
sahnesine çıkışından sonra yoklukla müteessir olmaya devam eder. Gerçekten o (mümkin varlık) bütün hürriyetini
kaybetmeyecek, fakat hürriyeti sınırlı olacaktır. Çünkü hayatını devam ettirip, muhafaza eden Allah’a ihtiyacı devam
edecektir. Allah’ın dışında kimseye boyun eğmeyecektir. Fakat o, kendi varlığında zaman zaman keşfettiği özel
kabiliyetlerine boyun eğecektir.2141
Öyleyse İbnu’l Arabî’ye göre insan hürriyetinin sınırlarının tespiti, fertlerin özel kabiliyetlerine bağlı
olarak ortaya çıkmaktadır. Demek ki O’na göre: “Olan her şey kişinin istidadına göre oluyor. Olan
haller; küfür, iman, itikad, hayır, şer vs. Bunların cümles; kimde zuhura gelecekse, onun hal dili ile,
Hak’tan talebine bağlı oluyor. Zatında mevcut istidat ve kabiliyete göre zuhur ediyor.” 2142 Fakat
burada akla bir soru geliyor ”Bu istidadı veren Hakk olduğuna göre, bu da bir başka cebir olmaz
mı?” İbnu’l-Arabî bu soruya da şöyle cevap veriyor:
Hayır, bütün itikad faslını inceleyen zatlar katında istîdâd yapılmış ve yaratılmış değildir. Zira, birşeyin mahiyetini
yapma olmadığına göre onun zatında mevcut olan istidat ve kabiliyeti de yapma olmaması gerekir. Mahiyet, ilâhî ilmin
sûretlerine derler ki, onda henüz yapma ve yaratma faslı yoktur. Herkesin, sabit durumu 2143 ne gerektirirse, onu yapmaya
mecburdur. İlâhî kaderin sırrı böyle iktiza eder.2144
İşte bu noktada, İbnu’l-Arabî’nin cebriliği izah tarzı ortaya çıkmaktadır. İbnu’l-Arabî açıklamalarına
devam eder ve şöyle der:
Her şey istidada bağlı ve merbut olduğunu bilerek, sabit olan durumu ne ise işlerini ona göre yapar. Haline muhalefet
edemez. Kendinde peş peşe, zamanı geldikçe olacak şeyler olur. O zat, bu yoldaki istidadın noksan olduğunu sezerse
sadece elem çeker. Yine haddi zatında hiç cebir yoktur.2145
İbnu’l-Arabî’nin eserleri üzerinde çalışan şarihler de bu meseleyi onun anlayışı istikametinde izah
etmeye çalışırlar. Ancak burada onların bu cebriliğe verilecek isim konusunda tam ittifak
edemedikleri görülür. Mesela, buradaki izah tarzına uygun olarak meseleyi telakki eden Ahmed Avni
Konuk şöyle demektedir:
… Madem ki, îcad ve i’dâm ancak meşietin hükmü ile vaki olmaktadır. Bu takdirde meşiet bi’t-tabî abden sadır olan fiilin
‘ayn’nının îcâdına teveccüh eder. Yoksa kendisinden fiil sâdır olan abd üzerine teveccüh etmez. Zîrâ cebir yoktur. Belki
abdin iki eli üzerinde zâhir/olan fiil kendi isti’dâd-ı ezelîsi hasebiyledir. Eğer abd fiilinde mecbûr ise, bu cebir Hakk
tarafından değil, belki kulun kendi tarafındandır. Abdin isti’dâd-ı ezelîsine gelince, bu isti’dâd mec’ûl ve mahlûk değildir
ki, “Bu isti’dâdı ona kim vermiştir?” suâli vârid olabilsin.2146
Kısmen sadeleştirerek verdiğimiz metinde şârih, cebrin kulun kendi zatından kaynaklandığını ifade
ederek, başka bir yerde de bunu izaha çalışarak şöyle der:
Ayan-ı Sabite (değişmez, mahiyet, asıl öz) hükmü veren ve sahib-i atâ olan Vücud-u Hakk (Cenab-ı Hakk), hükmü kabul
edendir. Daha sonra ise Hakk, hâkim; a'yan-ı sabite de hükmü kabullenen olmuştur. Binaenaleyh cebir, her ayn’ın asıl
kabiliyetlerinden kendi üzerlerine vakidir.2147
Bu ifadelerden açıkça anlaşıldığı gibi, önce istidadlar hakimdir. Kendi haklarındaki hükmü kendileri
vermiş, Cenab-ı Hakk da onların verdiği hükmü kabul ederek, onları istidadları üzere var etmiştir.
Fakat onlar Cenab-ı Hakk’ın verdiği vücudu kabul etmek suretiyle de Cenab-ı Hakk’ın hükmünü
kabul etmişlerdir.2148
2140
Mahmûd Kasım, a.g.e., s. 197’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 213.
İbnu’l-Arabî, Fütûhât, 2/248-249, 9/251, Mahmûd Kasım, a.g.e., s. 158’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 213.
2142
İbnu’l-Arabî, Özün Özü,( trc: İsmail Hakkı Bursevi), İstanbul: Kırkambar Kitaplığı, 2005, ss. 71-72.
2143
A’yan-ı sabitesi
2144
İbnu’l-Arabî, a.g.e. s. 72.
2145
İbnu’l-Arabî, a.g.e., a.y.
2146
Ahmed Avni Konuk, Fususu’l - Hikem Tercüme ve Şerhi III, İstanbul: Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Yayınları, 4. Basm, 2011, s. 281.
2147
A. Avni Konuk, a.g.e., İstanbul, 1987, 1/122'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e. s.s. 214-215.
2148
Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 215
2141
Ahmed Avni Konuk bu meseleyi izah ederken, a’yan-ı sabitenin, Cenab-ı Hakk’ın; Cenab-ı Hakk’ın
da a'yan-ı sabitenin aynası olduğunu yani kulların zatları ezelde Hakk’a ne ilim vermişlerse, imkan
âleminde o şekilde meydana geldiklerini belirtir.2149
İbnu’l-Arabî, istidad meselesini değerlendirirken de “istidad suâlin, duanın en gizlisidir” der. Duayı
lafzi, hali ve istidadla yapılan olmak üzere üç gruba ayırır. 2150 Ona göre lafızla yapılan duanın,
istenen şeyde kesin olarak tesiri yoktur. Fakat hal ile yapılan dua, aslında istidad ile yapılan duaya
râcîdir. İstidadla yapılan dua ise, Cenab-ı Hakk’ın hakikaten icabet ettiği duadır. Çünkü, herhangi
birşeyin varlık sahasına çıkması herhangi bir şekil üzere takdir edilmişse ve o şeyin tabiatı da takdir,
olunan bu şeyi isterse, istediği şey hemen meydana gelir. Varlık sahasına çıkan şeylerin hepsi
mutlaka bu kanuna tabidir. Varlığa çıkmanın başka yolu yoktur.2151
Burada, İbnü’l Arabî’nin cebriliği açık bir şekilde ortaya çıkmaktadır. Fakat bu cebrîlik, mekanik ya
da gayr-i akil donuk bir tabiâta raci maddî bir cebrîlik değildir, bilakis, Leibniz’in ileri sürdüğü bir
çeşit “ezeli ahenk”tir (Pre-established harmony). Aynı zamanda bu cebrilik, İbnu’l-Arabî’nin
dışındaki Müslümanların ileri sürdüğü cebrilik de değildir. Çünkü İslam kelamındaki cebrilik, Allah
ve alemin varlığını gerektiren “düalist” karakterde bir cebriliktir, İbnu’l-Arabî ise, bir tek varlık
hakikatini benimsemektedir. Varlığın nizamı, onun tabiatında yer alan ve gerçekte ilâhî ve tabii
kanunlardan ibaret olan kurallar, her anda alemin davranışını belirlemektedir. Bu eğilim, Stoacıların
İlahiyat felsefelerindeki eğilimlerinde oldukça yakındır.
Bu sistemin tasaavufi açıdan pratik sonucu ise, Allah’ın kaza ve kaderine mutlak teslimiyet ve
sûfînin, Hak ile olan zâtî birliğinin kendisinde gerçekleşmesi için –imkânı ölçüsünde- benlik
köleleğinin esaretinden kurtulmaya çalışmaktır.2152
Buradan şöyle bir sonuca da gidebiliriz. İbnu’l-Arabî’ye göre gerçek hürriyet, bir olan (zatıyla,
sıfatlarıyla ve fiilleriyle) Allah’a kullukla gerçekleşir. Çünkü kul, Allah’ın kendisi hakkında irade
ettiklerini isteyebilmek için, kendi şahsi hürriyetinden vazgeçerse, gerçek manasıyla kulluğa ulaşır.
Bundan dolayı olsa gerektir ki, İbnu’l-Arabî bu manada “Muhakkak ki hürriyet, İlahi Zâtî bir
makamdır. Kul onu gerçek manada elde edemez” der. Çünkü, o Allah’ın kuludur. Ubudiyet ise, hür
olmayı kabul etmez. Zira o, daima yaratıcısına muhtaç bir mümkin olarak kalacaktır.
Bu sebeple, İbnü’l Arabî’ye göre bütün yönleriyle gerçek hürriyet, Allah’ın dışındaki her şeye karşı
hür olmakla tahakkuk eder. Buna “ubudiyet-i mahza” (tam kulluk) denir. Bunun da tahakkuku,
kişinin ahlak-ı İlahiye ile ahlaklanabilmek için kendi zati sıfatlarından tamamıyla tecerrüd etmesiyle
mümkün olabilecektir. İşte onu tahakkuk ettirebilirse, o zaman gerçek manada hür olur. Bunun
içindir ki İbnu’l-Arabî: “Bu şahıs için hürriyetin ispatı, onun Allah’ın Celâline uygun (…) Hakk’ın
gayr-i değil, aynı olan bu sıfatların ahkâmının mahalli olmasıdır”2153 der. Buna göre gerçekten hür
oları kimse, Allah’ın Zatı’nın aynı bulunan sıfatların ahkâmını tecellî ettirerek kendi şahsiyetinden
sıyrılmış olur. Bu ise İbnu’l-Arabî’nin düşüncesine göre insan-ı kâmil mertebesidir. Çünkü insan-ı
kâmil, kendisinde Cenâb'-ı Hakk’ın işlerine karışarak inkâra sebebiyet veren hürriyet iddiasında
bulunmayan tam bir kuldur.2154
Hikmeti ilahi açısından kaza ve kader meselesine bakınca şunları söyleyebiliriz: Bu bölümde ilimmalum münasebetini incelerken İbnü’l Arabi’nin kula mes’uliyet verebilmek için “İlm-i İlâhi’nin
malûmda bir tesiri olmadığını” söylediğini gördük. Yani İbn Arabî’ye göre, insan, ilm-i ilahide
tespit edilip, Levh-i Mahfuz’da yazıldığı için öyle yada böyle davranmaya mecbur değildir. Tam
tersine Allah, dünya hayatında a’yan-ı sabitesi gereğince onun ne yapacağını önceden bilir. Levh-i
Mahfuz’da seviyesinde güzel veya çirkin durumuna getiren bu hür iradenin kaynağı nedir? İbn
Arabî’ye göre sorunun cevabı açıktır. Çünkü o, ferde dışarıdan yüklenen zorunluluk anlamında hiçbir
şeyi kabul etmez. Öyleyse bu seçme gücünün kaynağı yine insanın kendi zatî tabiatı, şahsî
2149
Ahmed Avni Konuk, a.g.e., İstanbul, 1987, 2/186'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e. a.y.
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, Beyrut, 1946, s. 60'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2151
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, Beyrut, 1946, s. 60'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2152
A.E. Afîfî, Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, (trc. Ekrem Demirli), İstanbul: İz Yay., 2. Basm, 2002, s. 94.
2153
İbn Arabî, Fütûhât, s. 214’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e. s. 216.
2154
Mahmûd Kasım, a.g.e., s. 159’dan naklen, Hüdaverdi Adam, a.g.e., ss. 216-217.
2150
istidatlarıdır. Bunlar ise, İbn Arabî’nin ifadesiyle ezelden, varlık nimetine erişinceye kadar onu
özleyen mümkinâttandır. Çünkü ona göre, bütün mümkinâtın en son hedef varlık sahnesine çıkmaktır
ve onlar bunu ezelden beri özlemektedirler. Bundan dolayı Allah, onu kudretiyle Varlık sahnesine
çıkardığı zaman îcâdına ihtiyacı olduğu için değil, onu varlıkla nimetlendirmek için var etmiştir. Bu
sebeple, onun hakikatlerini ve ahvalini parça parça ortaya çıkarır.2155
Madem ki, Allah herşeyi kuşatan muhit ilmiyle mümkinâtı oldukları şekilde bilmektedir ve onun bu
ilmi de malûma tâbidir. Madem ki, İlahi kudret varlık alemine çıkan mümkinin bütün hususiyetlerini
peyderpey bizzat kendisinden ortaya çıkarmaktadır. Öyleyse hiçbir varlık bu hayattaki gidişatında,
“O bildiğinden dolayı ben böyle yapıyorum” diyemez.
Öyleyse, Allah’ın eşyaya, onun zatî tabiatına ve şahsi kabiliyetlerine göre hükmetmesi onun hikmet
ve adaletinin neticesidir. Çünkü eşya, kendisi hakkında kendisi hükmetmiştir. Zİra Allah eşyaya
onun istıdadıyla hükmetmiştir. Böyle olmasaydı hükümde bir zulm olabilirdi. O zaman da Allah adil
değil -hâşâ- zalim, adaletsiz olurdu.2156
Herkes, kendi tabiatının ve takatinin iktiza ettiği hudutlar içinde kendinden sorumludur. Dolayısıyla
bu hudutlar içinde iyi ya da kötü işler yapabilir. Yükselmesi veya alçalması da takat ve tabiatının
hudutları içindedir. Yükseldiği veya alçaldığı kadar da karşılığı hayır veya şer olacaktır.2157
Çünkü ona göre, bu kazâ mertebesi ki, kim onun hakikatına vâkıf olursa kader sırrını bilir. Kader
sırrı da şudur: Allah eşyaya eşya ile hükmetmiştir. Ona dışarıdan hiçbir te’sir gelmemiştir.2158
Her ferd zaten vicdanen de bilir ki, tabiatında bulunan hür seçme gücünden ve istediği şeyi
yapabilmesinden mes’uldür. Bu konuda Allah (c.c): “Allah onlara zulmetmedi”,2159 “Biz onlara
zulmetmedik”,2160 “Fakat onlar kendi kendilerine zulmediyorlar”2161 ve “Fakat zalimler
onlardır”2162 buyurmaktadır. Yani, “Onların nefisleri zâlimdir”2163
Demek ki Hikmet-i İlahiye gereğince her insan, tabiatının hudutları içinde mes’uldür. Kemale ve
noksanlığa kabiliyetlidir. Öyleyse bunların karşılığını da görecektir. Ama bütün bunlar onun zâtı ve
şahsî tabiatının hududları dahilinde cereyan etmektedir.2164
Bu noktada insanın ihtiyarı ile Meşiet-i İlahiyye birbirine zıt değildir. Fakat Allah’ın meşieti hiçbir
zaman değişmez. Allah’ın azap sözü, ancak ameli ile ona hak kazanan için geçerli olur. Çünkü Allah
“Ben kullara zulmedici değilim.”2165 buyurmaktadır. Mümkîn varlıklar da hakikatleri itibariyle
hidayete de, dalalete de kabiliyetlidirler. Fakat Allah neticede onların hangisini kabul edeceklerini
bilir. Çünkü bu O’na göre malûmdur.2166
Bunun için cezayı hak eden kimsenin kazâ ve kaderle delil getirmesi (ihticâc) onu sebep göstermesi
lüzümsuzdur. Çünkü, kendi nefsine bizzat kendisi zulmetmiştir. Hak ettiği hükmü kendisine verene
zulüm isnâd etmek ise en büyük bir zulümdür. İnsan kendi hakkındaki hükmü de kendisi
vermiştir.2167
Bunun için cezayı hak eden kimsenin kazâ ve kaderle delil getirmesi (ihticâc) onu sebep göstermesi
lüzümsuzdur. Çünkü, kendi nefsine bizzat kendisi zulmetmiştir. Hak ettiği hükmü kendisine verene
2155
İbnu’l-Arabi, Fütûhat, Kahire, 1329, 1/162, 4/46'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., ss. 261-262.
İbnu’l-Arabi, Fütûhât, Kahire, 1329, 4/235'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 262.
2157
Mahmud Kasım, Muhyiddin İbnu’l-Arabî ve Leibnitz, Kahire, Mektebetu’l-Kahire el-Hadîse, s. 197’den naklen
Hüdaverdi Adam , a.g.e., ss. 262-163.
2158
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hîkem, (Kaşani Şerhi ile birlikte), Kahire, 1329, s.s. 105,157,224’den naklen Hüdaverdi
Adam, a.g.e., s. 263.
2159
Âl-i İmrân 3/117.
2160
Hûd 11/100.
2161
en-Nahl 16/118.
2162
ez-Zuhrûf 43/76.
2163
İbnu’l-Arabî, Fusûsu’l-Hîkem, (Kaşani Şerhi ile birlikte), Kahire, 1329, 75/77'’den naklen Hüdaverdi Adam,
a.g.e., s. 263.
2164
Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2165
Kâf 50/29.
2166
İbnu’l-Arabî, Fütuhat, 1/162; Beyrut, ts.’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2167
İbnu’l-Arabî, Fütuhat, 4/176; Mahmud Kasım, a.g.e., 167’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., ss. 263-264.
2156
zulüm isnâd etmek ise en büyük bir zulümdür. İnsan kendi hakkındaki hükmü de kendisi
vermiştir.2168
Özetle; İbn Arabî, kaderi insan ve cinlere hasretmekte, tek bir mertebe için yaratıldıklarını iddia
ettiği diğer varlıklar için kaderin bulunmadığını ileri sürmektedir. Ona göre kader, Allah’ın değişmez
bilgisidir.2169 Aslında bu tanımlama tam bir cebr anlayışının ürünü olarak görülmekle birlikte İbn
Arabî cebri ikiye ayırır: mutlak cebr (el-ırdıraru’l-mutlak), özel cebr (el-ızdıraru’l-has). Bütün alem,
insan da dahil olmak üzere mutlak cebrin kapsamına girer. Ancak mükellef varlık olan insan ve cin
özel cebrin kapsamı dışında tutulmak suretiyle yükümlülükleri sağlanmış olur.2170 Bu Matüridîlerin
küllî ve cüzî irade ayrımını hatıra getirmektedir. Nitekim onlara göre cüzî irade de Allah’ın insana
verdiği küllî iradenin belli bir yöne kullanılmasıdır.2171 Her iki tez aslında aynı sonuca çıkmaktadır.
Mutlak cebir içerisinde kendisine özel bir alan tahsis edilen insan, bir nevi cüzî irade imkanına
kavuşmuş olmaktadır ki, bu da kişinin fiilinden sorumlu olması demektir. Zira kendisine tanınan
hürriyet imkanı ile bizzat fiilin gerçekleşmesine katkıda bulunma konumuna gelmiş olmaktadır. Her
ne kadar hakikatte fiilin yaratıcısı Allah ise de, söz konusu fiile verilecek hükmün belirleyicisi, ona
mahal teşkil eden insandır.2172
İbn Arabî, kaderi teraziye benzetir. Nasıl ki, terazi tartılan şeyin ölçüsünü belirliyorsa, kader de
kişilerin fiillerini belirlemektedir. Tartılan şeyin ölçüsüne terazinin müdahalesi olmadığı gibi,
kaderin de fiilin belirlenmesinde bir katkısı yoktur. İbn Arabî kader ve kaza terimlerini birbirinin
yerine kullanmaktadır. Örneğin kaderi, “vaktin, halinin, zamanının ve sıfatının tayininin bilgisi”2173
olarak tanımlar. Bu, Matüridîlerin kaderin gerçekleşmesi olarak tarif ettikleri kaza tanımına
benzemektedir.2174
Kaderin bilinmesi konusunda ise İbn Arabî, vukuundan önce kesinlikle kaderin bilinemeyeceğini
ileri sürmekle birlikte, peygamberlerin risalet dolayısıyla değil de râsih olmaları sebebiyle bir ölçüde
kaderi bilebileceklerini iddia eder. Ona göre kader Allah’ın bilgisi olduğuna göre, O’nu bilme
ölçüsünde kul kaderi bilebilir. Bunu kader bilinemez ancak onun sırrı ve yaratılmışlar üzerin-deki
tahakkümü bilenebilir diye ifade eder. O, kaderin alemdeki tezahürlerine bakılarak onun hakkında bir
takım ipuçlarının elde edilebileceğini düşünmektedir. Nasıl ki, alemden hareketle Allah’ı bilebilme
imkanına sahibiz, Allah’ı bilme oranında da onun bilgisine yani kaderin sırrına muttali olabiliriz
demek istemektedir. Ancak her ne surette olursa olsun kaderin sırrına vakıf olan kim-senin onu
gizlemesi emredilmiştir. Bu da aslında herkesin bu bilgiye ulaşamayacağını, ulaştığını iddia
edenlerin de bilgilerinin test edilmesi imkanının bulunmaması dolayısıyla objektif bilgi
sayılamayacağını gösterir. Nitekim şu sözleri bunun destekler mahiyettedir: “Eğer kul kaderin
hükümlerini bilmiş olsa Allah’a ihtiyacı kalmaz ve kendisini müstakil hissetmeye başlar”. 2175
Allah’ın Hükmünün (Sözünün) Değişmemesi
İlim ve malum münasebetinin ele alındığı yerde karşımıza çıkan problemlerden biri de, Allah’ın
hükmünün değişip değişmeyeceğidir. Dini nasslara oldukça bağlı ve bu nasslar arasında deliller
arayan İbnu’l-Arabî bu konuyu Kur’an-ı Kerim’den getirdiği ayetlerle vüzuha kavuşturmak ister.
O’na göre Allah’ın kelimeleri yani maluma tabi olan ilmin değişmesi imkansızdır. Buna
“Determinizm” adı verilebilir. Fakat İbnu’l-Arabî’ye göre, Allah’ın fiilleri hakikat noktasından cebr
ve ihtiyar ile vasıflanmaz. Çünkü Hikmet-i İlahisi sebebi ile Allah’ın fiilleri daima hayra
2168
İbnu’l-Arabî, Fütuhat, 4/176; Mahmud Kasım, a.g.e., 167’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., ss. 263-264.
İbn Arabî, Fütûhât, nş. Y. Osman, Cilt: 4, ss. 147-148’den naklen Cağfer Karadaş, Muhyiddin İbn Arabî’nin İtikadı,
Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi ( İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1), [2008], sayı: 21, ss. 86.
2170
İbn Arabî, Fütûhât, nş. Y. Osman, Cilt:10, ss. 203-204.’den naklen a.mlf. a.g.m., s. 86.
2171
A. Saim Kılavuz, Anahatlarıyla İslam Akaidi ve Kelama Giriş, İstanbul, 1987, s. 124.’den naklen a.mlf. a.g.m., s. 86.
2172
Cağfer Karadaş, Muhyiddin İbn Arabî’nin İtikadı, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma Dergisi ( İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1),
[2008], sayı: 21, ss. 86.
2173
İbn Arabî, Fütûhât, nş. Y. Osman, Cilt: 12, s.s. 228-234.’den naklen a.mlf. a.g.m., ss. 86-87.
2174
Cağfer Karadaş, a.g.m. s. 87.
2175
İbn Arabî, Fütûhât, nş. Y. Osman, Cilt:12, s. 228-234; (DS), Cilt: 2, s. 429.’den naklen a.mlf. a.g.m., s. 87.
2169
müteveccihtir. Bu ise Cenab-ı Hakk’ın Zâtî bir meylidir. Hiç kimse onu bu konuda zorlayamaz.
Bundan dolayı da Allah, ilminin ve hikmetinin gerektirdiği şekilde eşyanın efdalini seçer.2176
Allah’tan ancak ilminin sebkat ettiği (önceden bildiği) şey meydana gelir. Çünkü Allah’a göre imkan
(var olmaya da yoklukta kalmaya da muhtemel olma) yoktur. Bundan dolayı Allah’a göre eşyanın ya
olması vardır, ya da olmaması.2177 Olmaya da olmamaya da imkan yoktur, imkan bize göredir.2178
İbn Arabî şöyle demektedir: Allah ya mümkin olan en efdal alemi icad eder, ya ha hiç icad etmez.
Allah indinde aslında bir tek emir vardır. Mahlukatta da vaki olan ancak bir emir vardır. Onu bilen
bilir, bilmeyen bilmez.2179
Acaba burada bir cebrilik de söz konusu edilebilir mi? İbnu’l-Arabî buna bulduğu orjinal bir ifade ile
cevap veriyor: “Evet, her mevcud ihtiyarında mecburdur.” İbnu’l-Arabî’nin konuyu takdimdeki
enteresan tespit ve izahlardan biri de herhalde budur. Aslında bu Vahdet-i Vücûd çizgisi içinde
nasslara uygun bir izah aramasından tezahür eden bir sıkıntıdır. Çünkü başta da belirttiğimiz gibi
İbnu’l-Arabî dini nasslara iltizamı olan bir şahsiyettir. Bunun neticesinde o, Vahdet-i Vücud anlayışı
ile dini nassları cem edebilecek bir ifade yakalamaya çalışır. “İhtiyarında mecbur olma” da böyledir.
Çünkü buradaki cebrilik bizim bildiğimiz klasik cebrilikten oldukça farklıdır.
“Benim indimde kavl (hüküm) tebdil olunmaz.”2180 ayetinin iktizasına göre her mevcûd ihtiyarında
mecburdur. Fakat Cenab-ı Hakk cebirle vasıflanamaz. Allah’ın işleneceği bildiği amel mutlaka
işlendiği gibi, terkedileceğini bildiği amel de muhakkak terkedilir. İbnu’l-Arabî’nin burada kastettiği
cebir budur. Yani İlm-i İlahi içinde dışarıdan zorlama olmaksızın değişmezlik veya İlm-i İlahi
hudutları içinde bir hürriyet. Cenab-ı Hakk, eşyayı olduğu gibi diler. Çünkü “İrade ilme, ilim de
maluma muhalefet etmez. Malum ise, vuku bulan ve zuhur eden şeydir ki, Allah’ın kelimatında
herhangi bir değişiklik olmaz.2181
İbnü'l Arabî insanın sahip olduğu bütün kabiliyetleri geliştirmeyi hedefleyen bir ahlâk anlayışı
geliştirmiştir. Bu anlayışa göre gerçekte "âlemdeki tüm ahlâk" ilahi ahlâktır ve her bir varlıkta tecelli
eden bir ilahi isimdir. Peki "ahlâklanmak" niçin vardır? dersek bunun yanıtı açıktır: Ahlâklanma,
kendiliğinde herhangi bir değer taşımayan ve fıtraten sahip olunan özelliklere uygun yer
göstermektir.2182
Sonuç
Bir şeye hakkını vermenin adalet olduğunu, uygunca hareket etmenin ve uygun olanı yapmanın ise
hikmet olduğunu söyleyen İbnü'l Arabî, Âdil olan Allah'ın her şeyi yerli yerine koyduğunu ve O'nun
Hâkim olduğunu belirtmektedir. İbnü'l Arabî'ye göre, Tanrı kullarının yararını düşünür ve onlar için
en iyi olanını yapar.
Adl kelimesinin eğilmek anlamındaki ikinci sözlük anlamını alan ve onu meyletmek şeklinde
yorumlayan İbnu’l-Arabî'de bu kelime (isim ve fiil olarak) yaratmanın ilkesi olmakta, onda hayır ve
şer varlığın mertebe ve zuhurlarıyla ilgili bulunmakta, varlık Hak ve onun tecellilerinden ibaret
olunca varlığın tümüyle hayır olması icab etmekte, başka bir ifadeyle hayır varlıkla eş anlamlı
olmakta, hayır olmayı var olmakla izaha çalışmaktadır.
İbnü’l Arabî’ye göre hayırlar, Allah’tan; şerler ve kötülükler ise insanın kendi nefsindendir. Yine,
ona göre, hayır bütünüyle varlık, şer bütünüyle yokluk olup, âlemde meydana gelen her şey
faydalıdır ve alemin varlığı hayırdır. Ayıca, âlem Allah’tan olması gerektiği gibi zuhur etmiştir.
Esasta hiçbir kötülük söz konusu değildir. Kötülük mümkünde sürekli bulunmamaktadır ve sabit
2176
Mahmud Kasım, a.g.e., s. 167’den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., s. 264.
İbnu’l-Arabî, Fütuhat, Kahire, 1329, 1/591'den naklen Adam, Hüdaverdi, a.g.e., a.y.
2178
İbnu’l-Arabî, Fütuhat, Kahire, 1329, 1/591'den naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e., a.y.
2179
a.mlf., a.g.e., a.y.
2180
Kâf 50/29.
2181
Mustafa Tahralı, Vahdet-i Vücud ve Gölge Varlık, Fusüsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi Mukaddemesi, İstanbul, 1990,
3/25'den neklen naklen Hüdaverdi Adam, a.g.e. s. 265.
2182
Ekrem Demirli, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, s. 292.
2177
değildir. Kötülük hayrın zıttıdır, hayırdan sadece hayır doğabilir, Allah da mutlak ve saf hayırdır.
Kötülük aslında gerçekliği olmayan birşeyin ortaya çıkması olup, bu yüzden kötülüğün bir varlığı
olmadığını, bir yargı olduğunu, yargıların ise bağıntılar olduğunu ifade etmekte, kötülüğün hayrın
yoksunluğu olduğunu, kainatta bulunan şerlerin, Allah’tan olmadığını, mümkin varlıklar ihtiva ettiği
şerlerin arızi olduğunu, hakiki olmadığını vurgulamaktadır.
İbnü'l Arabî, cehennem ebedi ve daimi olsa bile cehennem ehlinin azabı ebedi olmayacağını, onların
cehennemde kaldıkları halde, oraya uygun bir nimete ulaşacaklarını ifade etmekte, buna gerekçe
olarak Cenab-ı Hakk'ın kendisini, Rahmetinin herşeyi kuşatması ile vasıflandırdığını belirtmekte,
cehennemin bir gün bitebileceğini ve bütünüyle rahmete dönebileceğini de imkân olarak kabul
etmektedir.
İbnü'l Arabî'de açık bir özgürlük anlayışından söz etmek mümkün değildir. Pragmatist denebilecek
bir özgürlük anlayışına sahiptir. Peygamberlerin gönderilmesi özgürlüğün bir gereğidir. İbnü'l
Arabî'nin düşüncesinde özgürlüğü imkânsız yapan a'yân-ı sâbite düşüncesidir. Öyleyse sadece a'yân-ı
sâbiteden söz ederek özgürlük sonucu çıkarılamaz. Bu durumda İbnü'l Arabî mertebelerle sınırlanan
ve farklılaşan varlık anlayışından konuya yaklaşır. Mertebeler fikrinin ortaya çıkardığı göreli varlık
alanı, insan özgürlüğünü açıklayabileceğimiz tek imkân olarak görünmektedir. İbnü'l Arabî buradan
hareketle "insan seçime mecburdur." şeklinde ifade edilen paradoksal bir sonuca ulaşır. İnsan için
mutlak bir özgürlükten söz edilmese de sonuçta yükümlülüğü anlamlı kılacak bir özgürlüğü kabul
etmek durumundayız.
İnsanın özü gereği kötülenmeyeceğini, yalnızca ondan çıkan davranışların kötülenmesi gerektiğini,
bununla birlikte insanın eylemlerinden dolayı sorumlu, hatta âlemdeki her şeye karşı karşı yükümlü
olduğunu ifade eden İbnü'l Arabî, kulların fiillerinin, her ne olursa olsun tekvini emre uygun olarak
meydana gelmesinden hareketle hayır olduğunu belirtmekte, hayır olmayı da var olmakla izaha
çalışmaktadır. İbn Arabî, kulun fiillerinde özgür olduğunu belirtmekte ve bunu Kur'an'a
dayandırmaktadır.
İbnü'l Arabî insanın sahip olduğu bütün kabiliyetleri geliştirmeyi hedefleyen bir ahlâk anlayışı
geliştirmiştir. Bu anlayışa göre gerçekte "âlemdeki tüm ahlâk" ilahi ahlâktır ve her bir varlıkta tecelli
eden bir ilahi isimdir.
Sonuç olarak, İbnü''l Arabî, ahlâkî düşüncenin temel problemleri bağlamında adalet ve ilâhî hikmete
dair düşünceleriyle felsefenin bu önemli ve tartışmalı alanına önemli katkılarda bulunmaktadır.
KAYNAKÇA
Adam, Hüdaverdi, Kaza ve Kader, İstanbul: Eser Kitap, 2009.
Afîfî, A.E., Fusûsu’l-Hikem Okumaları İçin Anahtar, trc. Ekrem Demirli, İstanbul: İz Yay., 2.
Basm, 2002.
Afîfî, A.E., Muhyiddin İbnu’l-Arabi’nin Tasavvuf Felsefesi, trc. M. Dağ, Ankara: 1975.
Cağfer Karadaş, Muhyiddin İbn Arabî’nin İtikadı, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma
Dergisi ( İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1), [2008], sayı: 21.
Cebecioğlu, Ethem, Tasavvuf Terimleri ve Deyimleri Sözlüğü, İstanbul: Ağaç Kitabevi Yay.,
5. Bsm., 2009.
Chittick, W. C., İbnü'l Arabî Giriş Kitabı, İstanbul: Nefes Yayınları, 2014.
Demirci, Mehmet, Nurlar Hazinesi, İbn Arabî, İz Yayıncılık, 2. Bsm., İstanbul, 1994.
Demirli, Ekrem, İbnü'l Arabî Metafiziği, İstanbul: Sufi Kitap, 1. Basm, 2013.
Demirli, Ekrem, İslam Metafiziğinde Tanrı ve İnsan, İstanbul: Kabalcı Yay., 1. Basm., 2012.
Devellioğlu, Ferit, Osmanlıca - Türkçe Ansiklopedik Lûgat, Ankara: Aydın Kitabevi Yay., 18.
Basm, 2001.
Doğan, Mehmet, Büyük Türkçe Sözlük, İz Yay., 11. Basm., 1996.
İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, trc. ve şerh: Ekrem Demirli, İstanbul: Kabalcı Yayınevi, 1. Basm,
2006.
İbn Arabî, Özün Özü, trc: İsmail Hakkı Bursevi, İstanbul: Kırkambar Kitaplığı, 2005.
İbn Arabî, Ahadiyet/Tehzibü'l Ahlak/Mev'ize- i Hasene Risaleleri, trc. Abdülvehhab Öztürk,
İstanbul: Sultan Yayınları, 2006.
İbn Arabî, Marifet ve Hikmet, trc. Mahmut Kanık, İstanbul: İz Yayıncılık, 9. Basm., 2011.
Konuk, Ahmed Avni, Fususu’l - Hikem Tercüme ve Şerhi III, s. 283, Çeviren: Doç. Dr.
Selçuk Eraydın/ Prof. Dr. Mustafa Tahralı, M.Ü. İlahiyat Fakültesi Vakfı, İstanbul,
2003.
Konuk, Ahmed Avni,, Fususu’l - Hikem Tercüme ve Şerhi II, İstanbul: Marmara Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Yayınları, 5. Basm, 2011.
Kuşpınar, B. (2017). Adalet Kavramı Konusunda Gazâlî, İbn Arâbî ve Mevlânâ’nın
Görüşlerinin Analizi (çev. A. Y. Ümütlü). Beytulhikme An International Journal of P
hilosophy, 7 (2).
Suad El Hakim, İbnu’l-Arabî Sözlüğü, trc. Ekrem Demirli, Mucem’den naklen, İstanbul:
Kabalcı Yayınları, 2005.
Yavuz, Salih Sabri, İslam İnancında Hikmet, Rize: Sts Yay., 2015,.
Uludağ, Süleyman, Tasavvuf Terimleri Sözlüğü, İstanbul: Kabalcı Yayınları, 2. Bsm., 2005.
Uludağ, Süleyman, İbn Arabî, Ankara: Türkiye Diyanet Vakfı Yay., 1995.
Yasa, Metin, İbn Arabî ve Spinoza'da Varlık, Ankara: Elis Yayınları, 2014.
MUHYİDDÎN İBNÜ’L-ARABÎ’ DE AYNA METAFORUNUN PSİKOLOJİK
BAĞLAMDA ANALİZİ
Aynil SUNAY*
Özet: Tasavvufta soyut hakikatleri, somut olarak izah edebilmek için mecazî yaklaşımlardan
faydalanılmıştır. Bu bağlamda, tasavvufî alanda kompleks ve iç içe geçmiş hususların izahında İbnü’lArabî’ nin de başvurduğu ayna metaforu sıklıkla kullanılmaktadır. O’na göre; insan bir açıdan Allah’
ın aynası iken; başka bir açıdan da Allah, insanın aynasıdır. Nitekim Allah, farklı aynalarda farklı
biçimlerde tecelli etmektedir. Allah’ ın kulda tecellisi; kulun aynasının parlaklığı ile ilişkilidir.
Mümkün varlıkların aynasında yansıyanlar, aynanın mahiyetine ve niteliğine göre ortaya çıkan
görüntülerdir. Öte yandan, İbnü’l-Arabî’ ye göre tüm varlık esasında büyük bir aynadır ve özünde
bölünemez durumdadır. Mümkünler aynasında müşahede edilenler, ayan-ı sabitelerin vücud
bulmasıyla oluşan fenomenlerin insan idrakinde oluşturduğu yanılsamalardır. Tüm bunlar, Allah’ ın
yansımalarıdır ve bu yansımaların bütüncül hali birliğe (vahdet-i vücut) işarettir. Bu nedenle insan,
karşısındakinin aynalığında, özden gelen birlik hasebiyle esasında kendini görmekte ve karşıdaki
insandan yansıyan ayıplar ve kusurlar, aynı potada olan bizim de payımıza düşmektedir. Aynı özden
gelindiğini idrak eden bir bilinç, çevresindeki kimseleri değerlendirirken bu bakış açısını mi’yar
edinmelidir. Bu düşünce yapısında, karşıdakinin kusur ve hatalarının kişiye yansıyan hali kritik
edilerek ve kendinde yoklanarak aynı hataları yapmamaya ve önlem almaya işaret edilmektedir.
Hiçbir insan küçük görülmemelidir çünkü herkes, o birliğin içindedir. Buradan hareketle, seküler
psikolojide Sigmund Freud’ un öne sürdüğü savunma mekanizmalarından olan yansıtma kuramı,
kişinin kendinde ya da kendisi ile alakalı durumlarda var olan istenmeyen bir özelliğin, karşıdaki
kişiler ya da durumlarda varmış gibi algılanmasıdır. Aslında bu durum insan aynasında, kişinin kendi
iç dünyasının yansımalarından ibarettir. Aynadan yansıyan ve kişinin kıyasıya eleştirdiği görüntüler,
özünde kendi ruh dünyasındaki eksiklikler, kusurlar ve hatalar olabilmekteyken; kişi, kendini
seyrettiğinin farkına varamamaktadır. Çalışmamızda, İbnü’l-Arabî’ nin ele almış olduğu ayna
metaforu, insan psikolojisi bağlamında seküler kuramlar eşliğinde yapılan yoklamalarla incelenmiş;
bilhassa Sigmund Freud’ un öne sürdüğü yansıtma kuramının İbn Arabî’ nin ayna metaforundaki
karşılıkları tahlil edilmiştir.
Anahtar Kelimeler: İbnü'l-Arabî, ayna metaforu, modern psikoloji, Yansıtma Kuramı, Sigmund Freud
Analysis of Mirror Metaphor of Muhyiddin Ibn Al-Arabı In Psychological Context
Abstract: Metaphorical approaches have been used in order to explain the abstract truths in Sufism. In
this context, the mirror metaphor, which Ibn al-Arabi refers to in complex and intertwined matters, is
frequently used in the Sufism. According to him; in a way human being is the mirror of God; in
another way, God is the mirror of human. As a matter of fact, God manifests itself differently in
different mirrors. God' s manifestation in man; it is associated with the brightness of the person's
mirror. Reflections in the mirror of possible assets are the images that appear according to the nature
of the mirror.On the other hand, according to Ibn al-Arabi, the whole being is a great mirror and is
indivisible in its essence. What is observed in the mirror of the possible ones is the illusions created by
the phenomena formed by the incarnation of the a’yan-ı sabite. All of this is the reflection of Allah
and the totality of these reflections is a sign of unity (wahdat al-wucud). For this reason, human, in the
mirror of the other, from the essence of the core of the union is seen by itself and the opposite of the
shame and imperfection reflected from the human, in the same pot is our share. A consciousness that
recognizes that it has come from the same essence must acquire this perspective when evaluating the
*
İstanbul Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Felsefe ve Din Bilimleri/Yüksek Lisans Öğr.,
[email protected]
people around it. In this thought structure, it is pointed out that the imperfaction and mistakes of the
other person are reflected on the person are criticized and not to make the same mistakes and take
precautions. No one should be contempt as small because everyone is in that unit. Thus, the theory of
reflection, which is one of the defense mechanisms proposed by Sigmund Freud in secular
psychology, is the perception that an undesirable feature that exists in the situations of oneself or in
oneself, as if they exist in the persons or situations. In fact, this is the reflection of a person's inner
world in the human mirror. Reflected from the mirror and criticized by the person to the images, in
essence deficiencies, defects and errors in their own spirit world can be; the person does not realize
that he is watching himself. In our study, mirror metaphor of Ibn al-Arabi has been examined with the
examinations carried out in the context of secular theories in the context of human psychology; in
particular, the reflection theory proposed by Sigmund Freud was analyzed in Ibn al-Arabi' s mirror
metaphor.
Key Words: Ibn al-Arabi, mirror metaphor, modern psychology, reflection theory, Sigmund Freud
Giriş
İnsanlar, tarih boyunca içerdiği anlamın doluluğu itibarıyla izahı ve betimlenmesi kolay olmayan
hususların aktarımında metaforik dilin aydınlatıcı üslubuna başvurmuşlar ve birçok simgeden
faydalanmışlardır.2183 Ayna, çeşitli din, edebiyat, kültür, mistik inanç ve felsefî düşünce
sistemlerinde metafizik gerçekliklerin anlatmak amacıyla sıklıkla kullanılan bir metafordur. 2184 Ayna
simgesi, mevcut simgelerin arasında mistisizmin özünü ifade etmeye en uygunu ve aynı zamanda
irfanî veya aklî özelliğe sahip olanıdır. Ayna, öznenin ve nesnenin birliğini temsil eden haliyle
manevî tefekkürün dolaysız simgelerinden biridir.2185 Bu nedenle, gerçekliğin değişik boyutlarına
işaret eden ve bir yandan da çelişkili görünebilen çeşitli anlamlarının, kendi içinde tutarlılık sağlayan
yapısının ve bütün halinde uyum içinde var olduklarının bir simge ile etkileyici biçimde izah
edilebileceğini göz önüne sermektedir.2186
Kişi, dürtü ve güdüleriyle perdelenen nefsi sebebiyle kendinde göremeyeceği halleri, bir başkasının
bilerek ya da bilmeyerek üstlendiği ayna vazifesi dolayısıyla gözlemleyebilir. Kendi özelliklerini
başkasında gördüğünde çirkin huyların fenalığını, güzel huyların ise doğruluğunu kritik
edebilmektedir.2187 Bu sayede güzellik ve kötülükleri, artan idrak kapasitesiyle içselleştirerek daha
net görebilmektedir. Aynı zamanda başka bir açıdan mümin, mümine kusurlarını uygun bir dille
söyleyerek bu durumun yanlışlığına ayna vazifesi yaptığı gibi bazen de söz konusu kusur ve hataları
kasten işleyerek hal dili ile bu durumun yanlışlığına ayna olabilmektedir. 2188
Ayna her zaman olanı göstermektedir. Aynada bir kusur görüldüğünde, kişinin kendine dönerek
akseden görüntülerin kendinden kaynaklandığının ayırdına varması gerekmektedir. “Mümin,
müminin aynasıdır”2189 hadisi uyarınca kişinin, karşısındakinde görüp de tahkir ettiği, kötü bulduğu
huylar ve davranışlar esasında kendisinde bulunmaktadır. Hz. Peygamber’ in kendisine ne kadar
çirkinsin diyen Ebu Cehil’ e de ve yine ardı sıra kendisine ne kadar güzelsin diyen Hz. Ebubekir’ e
de “Haklısın!” cevabını vermesinin altında Hz. Peygamber’ in aynalığı ile kendi güzelliğini ve kendi
çirkinliğini gören kimselerin durumu aktarılmaktadır.2190 Hz. Peygamber, mümine ayna olduğunu
hatırlatarak onda bir farkındalık oluşturmak istemektedir.
2183
Titus Burckhardt, Aklın Aynası, Çev. Volkan Ersoy, İstanbul, İnsan Yayınları, 1994, ss. 127-181
Ahmet Ögke, “İbnü’l-Arabî’ nin Fusûsu’l-Hikem’ inde Ayna Metaforu”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), Sayı:23, 2009, s. 75
2185
Titus Burckhardt, a.g.e., s. 127
2186
Titus Burckhardt, a.g.e., s. 127
2187
Fevzi Yiğit, “İbn Arabî’ de Ayna Sembolizmi”, İntizar Dergisi, C.I, Sayı:2, 2014, ss. 55-65
2188
Süleyman Uludağ, “Ayna”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.IV, s.261
2189
Ebû Dâvûd, Edeb, 49; Ahmed Ziyâûddin Gümüşhanevî, Ramûz El-Ehâdis, Çev. Abdulaziz Bekkine, C.I, s. 230
2190
Osman Nuri Topbaş, “Hakikat-ı Muhammediyye’ yi İdrakte; Ebubekîr-radıyallâhu anh- ve Ebû Cehil Farkı”,
Yüzakı Dergisi, Yıl: 8, Sayı:93, Kasım 2012, s. 15
2184
Esasında bir yönüyle de insan, kendisi hakkındaki bilgiyi karşısındaki benliklerin tuttuğu aynalardan
öğrenmektedir. Ayna, çözüme yönelik yol gösterici konumunda bulunmasından ötürü hatayı ve
kusuru en ince ayrıntısına kadar gözlemlemeyi ve ıslah için atılacak adımlarda yol haritası olacak
görüntüleri sağlamaktadır; öte yandan da akseden güzelliklerin, çemberin dışından temaşa edilerek
mahiyetine hakkıyla varılabilmesine vesile olmaktadır. Dolayısıyla, aynı özün bir parçası olunduğu
ve tüm insanların birbirini tamamladığı hakikatini canlı tutmak gerekmektedir. Her insanın, misalen
alfabenin birer harfini temsil ettiği ve kiminin sesli, kiminin sessiz harflerden oluştuğu ancak
nihayetinde herkesin bir bütün olarak anlamlı bir eser meydana getirdiği şeklinde bir benzetim,
insanların birbirini temsil ettiği hususunu etkili biçimde betimlemektedir.2191
Çalışmamızın ana teması olan ayna metaforunu, bilhassa vahdet-i vücud öğretisinin meşruiyeti ve
izahı noktasında veciz bir izahla kullanmış olan Muhyiddîn İbnü'l-Arabî (v.638/1240), kendi
döneminden günümüze değin şahsiyeti ve düşünceleriyle İslam düşünce ikliminin merkezinde
konumlanmış bir mütefekkirdir. Tasavvuf metafiziğinin kurucularından olup vahdet-i vücud öğretisi
ile literatüre varlık felsefesi alanında oldukça önemli katkılar yapmış bir İslam düşünürüdür. Bu
bağlamda elinizdeki çalışmada, öncelikle Muhyiddîn İbnü'l-Arabî’ nin varlık felsefesi ve metafizik
anlayışı hakkında bilgi verilerek onun düşünce ikliminde oldukça önemli bir yere haiz olan vahdet-i
vücud anlayışından bahsedilecektir. Daha sonra vahdet anlayışının izahında kullanmış olduğu ayna
metaforuna değinilecek ve bu metaforik yaklaşımın modern psikolojide ortaya koyduğu psikanaliz
kuramı, bilinç-bilinçaltı teorileri ve savunma mekanizmaları ile çığır açan Sigmund Freud’ un
yansıtma teorisi ile ilişkisinin çeşitli boyutları ele alınacaktır.
A. İbnü’l-Arabî’ de Ayna Metaforu
Tasavvufî düşüncenin bireysel çerçeveden sosyal çerçeveye doğru devinim gösteren gelişimiyle
paralellik seyreden ayna, ilk başlarda kalbin sembolü olan metafor iken İmam Gazzalî (v.505/1111)
düşüncesiyle mistik birlik (vahdet) boyutunu ayna-suret formu ile anlamlandıran bir hal almıştır.
Nitekim Gazzalî’ nin hayat verdiği bu anlayışı Şeyhü’l-Ekber Muhyiddîn İbnü’l-Arabî (v.638/1240)
daha da zenginleştirmiş ve vahdet-i vücud düşüncesinin izahında sıklıkla kullanmıştır.2192 Bu
noktada ayna metaforundan; Allah ve alemin aynı anda hem özdeşliğine hem de başkalığına işaret
etmek için faydalanmıştır.2193
Sufî düşüncede vahdet esastır ve kesret ise itibarî ve vehmîdir. Bu durumu açıklamak üzere İbnü'lArabî tarafından ayan-ı sabite anlayışı ortaya konulmuştur. Buna göre; ayan-ı sabite varlıkların
modelleri ve kalıpları olarak değerlendirilmiş ve nasıl ki bir şeyin şeklinin, farklı ve değişik
nitelikteki aynalarda aynı anda çeşitli biçimlerde yansıyarak çokluk meydana getirmesi gibi ayna
konumundaki ayan-ı sabiteye akseden Hakk’ ın varlığı da kesret görüntülerine sahne olmaktadır.2194
Bu anlayış, manevî gelişim seyrindeki farklılıklar neticesinde yaşanan çatışmaların önlenebilmesi
için her insanın kendinde var olan özün sınırlarını bilmesi ve hemcinslerinde mevcut olan hakikatleri
de görebilmesinin önemini vurgulamaktadır.2195
İbnü'l-Arabî’ nin tevhid öğretisi; tevhid-i efal, tevhid-i sıfat ve tevhid-i zat olmak üzere üç mertebeye
ayrılmaktadır. Tevhid-i efal; bir fiilin tecellisi olup, kişinin husule gelen tüm hal ve hareketleri
masivallahtan ayrılarak Allah’ tan bilmesidir. Tevhid-i sıfat; Allah’ ın her tecelli ve sıfatında Haktan
gayrısını görmemek; tevhid-i zat ise; vücutta yalnız Allah’ı görmek, Allah’ tan başka mevcut
olmadığını bilmektir.2196 Bu öğretinin anahtar kavramlarından hareketle, İbnü'l-Arabî’ nin Hakk’ ın
tek gerçek olduğu hakikatine işaret ettiği görülmekte ve mümkün varlıkların mahiyet ve ahvallerinin
kaynağının Mutlak Varlık’ a izafe edilmesinin zorunluluğundan bahsedilmektedir. İbnü'l-Arabî
ontolojisinde Varlık, tektir; ancak görünümleri açısından farklı mazharlara sahiptir.2197
2191
Muammer Duran, “Mümin, Müminin Aynasıdır”, Altınoluk Dergisi, Sayı:151, Eylül 1998, s. 33
Ahmet Ögke, “İbnü’l-Arabî’ nin Fusûsu’l-Hikem’ inde Ayna Metaforu”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), Sayı:23, 2009, s. 77
2193
Tahir Uluç, “İbn Arabi’ de Mistik Sembolizm”, Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi SBE İslam Felsefesi Bilim Dalı,
Konya, 2005, ss. 88-100
2194
Süleyman Uludağ, “A’yân-ı Sâbite”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.IV, İstanbul, 1991, s. 199
2195
İbrahim Işıtan, “Sufilerin Tevhid Anlayışı ve Boyutları”, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, C.VI,
Sayı:5, 2017, s. 3206.
2196
Muhyiddîn İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye, Çev. Selâhaddin Alpay, İstanbul, Esma Yayınları, 2013, s. 601-602.
2197
Fevzi Yiğit, “İbn Arabî’ de Ontolojik Açıdan İnsan”, Erciyes Üniversitesi SBE Dergisi, C.XL, Sayı: 1, 2016, s.208.
2192
İbnü'l-Arabî, vahdet-i vücud öğretisi ile İslam felsefe tarihinde adından söz ettirmiş ve derin
anlamlara haiz düşünce ikliminde bu öğretinin bütün cihetleriyle anlaşılması için yoğun bir çaba
sarfetmiştir. Bu bağlamda metaforik betimlemelere başvurmuş; ışık, harf ve ayna sembollerini
vücud/varlık hakkında fikirlerini ifade etmek için sıklıkla kullanmıştır.2198 Daha özel manada ayna
sembolizmi ile öğretisini idrak seviyesine taşımayı hedefleyen İbnü'l-Arabî’ nin Fusûsu’l-Hikem
eserinde Allah ve alem ilişkisi ekseninde insan, insan-ı kamil ve kalp kavramlarını açıklamak üzere
ayna metaforundan faydalanılmıştır.2199
İbnü'l-Arabî’ nin yaklaşımında, ilahî toplayıcılığın bünyesinde toplanan üç hakikat mevcuttur. İsim
ve sıfatlar mertebesi olan Vahidiyyet mertebesinde, her bir mevcuda özel bir yön bulunmaktadır. Bu
mertebenin altında bulunan her bir mertebedeki herhangi bir mevcud, bu mertebede mevcut olan bir
ismin görünme yeridir, gölgesidir.2200 Diğer hakikatlerden biri olan imkaniyye mertebesi, bütün
imkan dahilinde olan hakikatleri ve dolayısıyla çoklukları toplamıştır.2201 Küllî tabiat mertebesinde
ise vahidiyyet ve imkaniyye mertebesi birleşmiştir ve madde alemi, bu mertebe tarafından
kuşatılmıştır. Uluhiyyet, külli tabiatın batını iken; bu mertebe de uluhiyyetin zahiridir. İlahî isimlerin
suretleri, bu alemde küllî tabiat ile açığa çıkmaktadır.2202 Külli tabiat, uluhiyyetin zahire çıkmış hali
olan tek hakikattir. Birbirine zıt bazı hususiyetlere sahip olan tabiat suretleri, her mertebede, o tek
hakikatten açığa çıkmakta ve çeşitli taayyünlere bürünmektedir. Dolayısıyla, tabiat ve genel manada
tabiat cisimlerinin tamamı, hakikat yönünden tek bir ‘ayn’ olmakla beraber ortaya çıkan ve beliren
halleri bakımından çok ‘ayn’lardır.2203 İbnü'l-Arabî’ ye göre; Hak Teâlâ, kendi bağıntıları ve işleri
olan sonsuz isimlerinin ‘ayn’larını görmeyi dilediği zaman, onların suretlerinin yansıyabileceği
aynanın vücudu gerekmiştir. Nitekim mertebe mertebe alem halk edilmiştir. Allah, Adem’ i
yaratmakla alem aynasını parlak ve cilalı kılmıştır; çünkü Adem, Hakk’ ın isimlerinin tecellilerinin
hepsini kabul etmeye donanımlı halde yaratılmıştır. Dolayısıyla, görünür alemde ondan daha makbul
ve mükemmel olanı bulunmamaktadır. Hak, Adem aynasında kendi zatını kemali ile müşahede
etmektedir. Bu nedenledir ki, Adem tüm mertebeleri kendinde toplamıştır.2204 Alem cisminin küçük
bir parçası olan insan, cismen küçük ve manen ise büyüktür. Çünkü manen, alemi dahi kendinde
toplamıştır.2205 Öte yandan İbn Arabî, bir yandan insan ve alemi Hakk için ayna mertebesinde
tutarken başka bir cihetten ise Hakk’ ı alem ve insan için ayna konumuna getirmiştir. Öyle ki, insanın
Hakk’ ın aynalığında kendi gayret ve yeteneği ölçüsünde yansımaları husule gelecektir. Bu hususu
İbnü'l-Arabî şu şekilde izah etmiştir: “O halde Hakk, kendini görmen için senin aynandır. Sen de,
isimlerini görmede ve bu isimlerin hükümlerinin ortaya çıkmasında Hakk’ ın aynasısın.”2206 Bu
hususta, Hallac-ı Mansur kendisinin Allah’ a ve Allah’ın da ona aynalık yaptığına nispetle “enel hak”
demiştir. Tecelli edenle tecelli mahalli içiçe geçerek birleşmiş; iltibas ve ittihad etmiştir. 2207 Nitekim
“Beni gören, Hakk’ı görmüştür”2208 buyurarak Hz. Peygamber, kendisinin kamil manada tecelli
makamı olduğunun altını çizmiş ve ilahi tecelliyi aksettiren ayna olduğunu izah etmiştir.2209
Varlık, farklı büyüklük, uzaklık ve şekillerdeki aynalarda birbirinden değişik akisler meydana getirir.
Buradan hareketle çeşitli ayan-ı sabitelerde tecelli eden tek varlık olan Allah da bu şekilde çok olarak
görünmektedir. Aynaların niteliklerindeki farklılıkların, tecelli eden görüntünün kalitesini de
etkilemektedir. Öyle ki, insan diğer varlıklara nazaran Allah’ ın mükemmel yaratılış hakikatlerini,
2198
Tahir Uluç, “İbn Arabi’ de Mistik Sembolizm”, Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi SBE İslam Felsefesi Bilim Dalı,
Konya, 2005, ss. 76-232
2199
Ahmet Ögke, “İbnü’l-Arabî’ nin Fusûsu’l-Hikem’ inde Ayna Metaforu”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), Sayı:23, 2009, s. 75
2200
Ahmed Avni Konuk, Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, C.I, Hazırlayanlar: Selçuk Eraydın ve Mustafa Tahralı,
İstanbul, İFAV Yayınları, 2005, s.122
2201
Ahmed Avni Konuk, a.g.e., s. 122-123
2202
Ahmed Avni Konuk, a.g.e., s.123
2203
Ahmed Avni Konuk, a.g.e., s. 124
2204
Ahmed Avni Konuk, a.g.e., s.119
2205
Ahmed Avni Konuk, a.g.e., s. 120
2206
İbnü'l-Arabî, Fusûsu’l-Hikem, Çev. Ekrem Demirli, İstanbul, Alfa Yayıncılık, 2006, s. 48
2207
Süleyman Uludağ, “Ayna”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.IV, s.261
2208
Buhârî, Tab’ir, 10
2209
Süleyman Uludağ, “Ayna”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.IV, s.261
kudretini, yaptıklarının hikmetini çevresine en iyi aksettiren makamken, bu durum veli ve nebilerin
mertebesinde daha da mükemmel bir hal almaktadır. 2210 Yansıma kanunu gereğince nesne aynanın
biçimine ve konumuna göre tam ya da eksik, az ya da çok berrak biçimde görünebilmektedir. Bu
husus manevî yansımaya nisbet edildiğinde suyun içinde bulunduğu kabın rengini alması gibi, Allah
da kulunun kalbinin biçimini almaktadır.2211 Dolayısıyla insan-ı kamil, kemal bakımından Allah’ ın
en mükemmel ve hakiki tecellilerinin pürüzsüz bir biçimde aksettiği ayna mesabesindedir.2212 Diğer
cihetten, Hakk’ ın bilgisine ilişkin sınırsız kabiliyete haiz olan kalbin de ayna vazifesi görmesi
vesilesiyle insanın lahutî alemle irtibatı gözetilerek, ruhanî bilgi ve hikmetten nasibini alması
sağlanmıştır.2213 Kalp aynasının kirden ve pastan arındırılması, hakiki tecellilerin kusursuz
akislerinin vücut bulmasına vesile olacaktır. İbnü'l-Arabî’ ye göre kalp, varlığın değişik koşul ve
imkanlarını bünyesinde barındırmakta ve en mükemmel haliyle inanmış kimsede kendini
gerçekleştirmektedir.2214 Nitekim bu manada öncelikle kamil insanın kalp aynasına yansıyanlar, daha
sonra onun kalbinden aleme dağılmaktadır.2215 Bu noktada insanın sorumluluğu, sahip olduğu
yansıtma özelliğini, istidaatına uygun şekilde kullanarak gönlündeki tecellinin berraklaşması ve
kemale erişmesi için aynasını cilalı ve lekesiz tutmaktan geçmektedir.2216
Öte yandan İbnü'l-Arabî’ nin düşünce ekseninde; her ferdin aklı, nefsi ile perdelenmiştir. Ayrıca, her
nefsin kendinde gördüğü kemal, diğerlerinin kemalini görmeye perde olmaktadır ve her bir kuvvet,
Allah katında her yüksek makam ve derece için kendi zannına göre nefsinde yeterlilik görmektedir.
Bu durum ancak bir zan ve tasavvurdan ibarettir.2217 Halden hale giren nefisle yüzleşmek, insanın
içindeki düşmanı hakkıyla tanıması ve örtüyü kaldırarak derinlere saklandığı düşünülen nefs-i
emmare halleriyle karşı karşıya kalabilmek demektir. Her zaman başkalarını hedef göstererek
kendini aklamayı ve kandırmayı tercih eden nefs, kişiye ötelediği ve başkalarına yaftaladığı kusur ve
hatalardan sıyrılıp doğru yolda olduğu telkinini vermektedir. Nitekim insan, başkasının kusuru ve
hatasını bilmekle bir rahatsızlık hissi yaşamıyor ise, nefsine kulak vermiş demektir çünkü nefis, hep
başkalarını hedef göstermektedir. Kişi, rahatsızlığın sebebini kendinde bulmadıkça, gerçek sebepten
uzaktır ve kendisiyle yüzleşmemiştir.2218
Toplumsal manada birlik ve bütünlük sağlayabilmenin yolu, bireylerin birbirlerinde kendilerinden
parçalar görebilmesi ve ortak olan noktaların çokluğunun farkına varılması ile mümkün olmaktadır.
Bu bağlamda tasavvuf ehlinin manevî yolculuğunun asıl amacı olan Allah’ ta fani olabilmek için
öncelikle O’ nun yarattıklarında fani olmak lazım gelmektedir. Yaratıcıyla bütünleşmenin, toplumsal
anlamda bütünleşme ile doğru orantılı olduğu kabul edilmektedir ve ruhsal anlamda tevhide ulaşmayı
ifade eden fenâ fillâh (Allah’ ta fani olma) mertebesi, sosyal çerçevede fenâ fil-ihvân (kardeşlerde
fani olma)’ ı yani inanan kimselerle birleşme ve bütünleşmeyi de kapsamaktadır. 2219 Bireyler
arasında husule gelen birlik ve bütünlük duygu ve düşüncesinin esas gayesi, Bir’ den gayrısını
görmemektir. Sufilerin tevhid anlayışının en önemli özelliği de vahdet düşüncesini bireyin zihnine ve
kalbine yerleştirebilme gücüdür. Bu anlayışı odak noktası kılan bakış açısı, her türlü davranış, duygu
ve düşünceyi Yaratıcı etrafında şekillendirerek ona izafe etme ve yaşama aynı merkezden bakabilme
düşüncesine gereken zemini hazırlamaktadır.2220 Öyle ki Şems ve Mevlânâ arasındaki ilişkinin yönü
2210
Süleyman Uludağ, “Ayna”, Diyanet İslam Ansiklopedisi, C.IV, s.261.
Titus Burckhardt, a.g.e., s. 130
2212
Ahmet Ögke, “İbnü’l-Arabî’ nin Fusûsu’l-Hikem’ inde Ayna Metaforu”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), Sayı:23, 2009, s. 85
2213
Ahmet Ögke, “İbnü’l-Arabî’ nin Fusûsu’l-Hikem’ inde Ayna Metaforu”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma
Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2), Sayı: 23, 2009, s. 86-88
2214
Fevzi Yiğit, “İbn Arabî’ de Ontolojik Açıdan İnsan”, Erciyes Üniversitesi SBE Dergisi, C.XL, Sayı:1, 2016, s. 211
2215
Ahmed Avni Konuk, a.g.e., s. 129
2216
Huriye Martı, “Mümin Müminin Aynasıdır Rivayeti Üzerine Bir İnceleme”, Selçuk Üniversitesi İlahiyat Fakültesi
Dergisi, Sayı:27, Bahar 2009, s. 55
2217
Ahmed Avni Konuk, a.g.e., s. 119-122
2218
Meryem Irmak, “Mümin, müminin aynasıdır”, (Çevrimiçi) 27 Mart 2009,
www.akademik.semazen.net/author_article_detail.php?id=1350, 06 Eylül 2018
2219
İbrahim Işıtan, “Sufilerin Tevhid Anlayışı ve Boyutları”, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, C.VI,
Sayı:5, 2017, s. 3207-3208
2220
İbrahim Işıtan, “Sufilerin Tevhid Anlayışı ve Boyutları”, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları Dergisi, C.VI,
Sayı:5, 2017, s. 3210
2211
de bu doğrultuda şekillenmiştir. Bu ‘ikiz ruhlar’ iki ayrı bedende tek bir ruha kavuşmuş, ikisi şeyhlik,
halifelik, müritlik makamlarının daha da ötelerini aşarak ve birbirlerine ayna olarak hakikatin
terennümüdürler.2221
Birlik kategorisi, farklı deneyimleme biçimleri ve farklılaşmamış birlik olan iç ve dışsal türlere
ayrılır. En önemli fark, içsel birliğin, deneyimleyenin içindeki bir “iç dünya” üzerinden yaşandığı ve
dışsal birliğin ise, deneyimleyenin dışındaki dış dünya aracılığıyla duyularla algılandığıdır.2222
Algılanan nesnelerin ampirik çokluğuna rağmen, özne-nesne dikotomisi paradoksal anlamda
çözülmektedir. Bir seviyede nesneler ayrıdır, ancak aynı zamanda daha temel seviyede ve başka bir
anlamda, özne ile birdirler.2223 En temel düzeyde tek bir birliğin parçası olduğu görülür. Dış
bütünlüğün en eksiksiz şekli hem derinliğe hem de genişliğe sahiptir. Bireysel nesneler ya da insanlar
aracılığıyla yaşanan derin birliğin, her şeyin altında yatan birliğin bir parçası olduğu hissedilir. 2224
Walter Phanke, mistik birlik anlayışında dış birlik olarak adlandırdığı durumun, fiziksel duyularla
dışa doğru algılandığını ifade etmekte ve ampirik çokluğun arkasında yatan bir birliğin hissedildiğini
vurgulamaktadır. Özne ya da gözlemci, kendisi ile bir dış nesne (cansız ya da canlı) arasındaki
olağan ayrılığın artık temel anlamda mevcut olmadığını hisseder. Bu aynı olguyu ifade etmenin bir
başka yolu da, nesnelerin özlerinin en derin seviyede sezgisel olarak deneyimlenmesidir. Özne, dış
birlik algısı ile bütünlük duygusu duymaktadır çünkü en temel düzeyde, aynı farklılaşmamış birliğin
bir parçası olduğunu görmektedir.2225
Sonuç itibarıyla, İbnü'l-Arabî’ ye göre; insan kesret aynasına baktığı zaman, vahdaniyeti görebilmeli
ve kesretin vahdette toplanıp odaklandığını idrak etmelidir. İnsan, öz olarak var olan ve tek olan
Mutlak Varlığı, bulunduğu suret ve imgeler aleminde kendi ölçüsünde idrak etmeye çalışacaktır.
Mümkün varlıklar, aslında insan idrakinin yanılsamasıdır ve alemin hakikatine bakılacak olduğunda
bu alemin, bir gölgeden ibaret olduğu anlaşılacaktır.2226 Özetle, mümkün varlıklar, Allah’ ı bilmek
için bir alamet mesabesindedir. Ayan-ı sabite denilen varlık kokusu almamış mümkünler, kendilerini
ancak ve ancak varlık aynasında görebilmektedir.2227 İbnü'l-Arabî’ nin kendine has insan anlayışında,
insan ruh, nefis ve beden gibi cüzlerden oluşan ama aslında tek bir hakikat ve varlıktır. İnsanı
görünür kılan her suret, tek olan insanlık özünü görünür kılan farklı yüklemlerdir. 2228 Her bireysel
varlık, bir tek tohumdan birçok varlığın çıkması gibi külli ve camid varlığın bir görüntüsüdür.2229 Her
birey, piramitsel dizilimin bir kademesinde yer alarak diğer fertlerden ayrılır ancak nihayetinde
piramitsel bütünün parçalarını oluşturmaktadırlar ve bu sebeple de birdirler.2230
B. Sigmund Freud’ un Yansıtma Kuramı
Avusturyalı bir psikiyatr ve nöroloji uzmanı olan S. Freud’ un (1856-1938), ortaya koyduğu en
önemli kuramlardan biri; bilinçaltının karanlık dünyasını aydınlatmayı hedeflediği psikanaliz
kuramıdır. Kişiliğe dair bir kuram olan ve bazı hastalıkların tedavisinde bir yöntem olarak
kullanılmaya başlayan psikanaliz, beraberinde birçok bilim adamının yaklaşımını da etkisi altına
almıştır. S. Freud’ un bilinç-bilinçaltı kişilik gelişimiyle ilgili ortaya koymuş olduğu kuramlar ve
kişilik modelleri, birçok farklı çalışma sahasında kendine yer edinebilmiş ve gerek Batı’ da gerekse
2221
Bayram Ali Çetinkaya,““Benlik Duvarından Kerpiç Koparmak” Şems-Mevlânâ Dostluğu (Benliğin Kaybolduğu
Dostluk)”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl:6, Sayı:14, Ankara, 2015, s. 218
2222
P. 46
2223
Walter T. Stace, Mysticism and Philosophy, Philadelphia and New York: J. B. Lippincott, 1960, pp. 64-65, akt.
Walter N. Pahnke, “Drugs and Mysticism An Analysis of The Relationship Between Psychedelic Drugs and the Mystical
Conciousness”, Doktora Tezi, Cambridge: Harvard University, 1963, p. 58
2224
Walter N. Pahnke, “Drugs and Mysticism An Analysis of The Relationship Between Psychedelic Drugs and the
Mystical Conciousness”, Doktora Tezi, Cambridge: Harvard University, 1963, p. 59
2225
Walter N. Pahnke, “Drugs and Mysticism”, The International Journal of Parapsychology, Vol. VIII, No: 2,
1966, pp. 296
2226
Muhyiddîn İbn Arabî, Fütûhat-ı Mekkiyye, Çev. Selâhaddin Alpay, İstanbul, Esma Yayınları, 2013, s.601
2227
Fevzi Yiğit, “İbn Arabî’ de Ayna Sembolizmi”, İntizar Dergisi, C.I, Sayı:2, s. 64
2228
Fevzi Yiğit, “İbn Arabî’ de Ontolojik Açıdan İnsan”, Erciyes Üniversitesi SBE Dergisi, C.XL, Sayı:1, 2016, s.211
2229
Fevzi Yiğit, “İbn Arabî’ de Ontolojik Açıdan İnsan”, Erciyes Üniversitesi SBE Dergisi, C.XL, Sayı:1, 2016, s.225
2230
Fevzi Yiğit, “İbn Arabî’ de Ontolojik Açıdan İnsan”, Erciyes Üniversitesi SBE Dergisi, C.XL, Sayı:1, 2016, s.226
Doğu’ da farklı açılardan ele alınarak zengin argümanların üretilmesine vesile olmuştur.
Çalışmamızda ele alınacak olan yansıtma kuramı, psikanalizde önemli rol oynayan savunma
mekanizmaları çatısı altında bulunmaktadır. Savunma kavramı, ilk olarak S. Freud tarafından 1894
yılında “Savunma Psikonevrozları” isimli çalışmasında ortaya atılmış ve egonun, acı veren ya da
kabullenilmeyen düşünce, fantezi ve duygulanımlara karşı verdiği tepki olarak tanımlanmıştır.2231
Savunma mekanizmaları ise; bireyin doyumsuz kalan ihtiyaçlarının yarattığı kaygı ve iç gerilimden
kurtulmak ve kendi bütünlüğünü korumak üzere başvurduğu davranış biçimleridir.2232 Bastırma,
gerileme, tepki oluşturma, yapıp bozma, yansıtma, içe yansıtma, yalıtma, kendine yöneltme,
yüceltme, karşıtına çevirme olmak üzere ayrıntılı biçimde betimlenen on savunma mekanizması
mevcuttur. ‘Ben’in (ego) emrinde, dürtü, güdüler ve duygulanımlarla olan savaşında bu on değişik
yöntem bulunmaktadır.2233 Bununla beraber; ben, savunma eyleminde kullanacağı biçimleri
oluşturmada sınırsız bir özgürlüğe sahip değildir. Nevrotik semptomların varlığı, benin yenilgisini
gözler önüne koymaktadır. Diğer yandan savunma çabaları yardımıyla ben, kaygı ve hoşnutsuzluğun
ortaya çıkışını engelleyebiliyor, id ve superego arasında dengeyi gözeterek ve dürtülerin kontrolünü
ele alarak uyum sağlayabiliyor ise savunma çabaları başarıya ulaşmış demektir.2234 Bazı ego
savunmalarının esnek ve uyum sağlayıcı olduğu görüşü ileri sürülmekle beraber klasik psikanalistler,
ego savunmalarını olumsuz ve istenmeyen zihinsel işleyiş tarzları olarak görmüşlerdir. 2235 Öte
yandan psikanalistler, savunma süreçlerinin herkeste belli bir derecede bulunduğunu ifade ederek
önemli olan noktanın bireyin bazı savunmaları kullanıp kullanmamasından öte bu savunmaların ne
derece yoğunlukla kullanıldığının üzerinde durmuşlardır.2236 Nitekim bu hususta Freud, savunma
mekanizmalarının amacının tehlikeleri uzaklaştırmak olduğundan ve egonun gelişim seyrinde
gerekliliğinden bahsetmiş, öte yandan da bu mekanizmaların tehlikenin ta kendisi olabileceklerinin
de altını çizmiştir.2237
Araştırmanın anahtar kavramlarından yansıtma kuramı, ilk kez S. Freud tarafından 1911 yılında
tanımlanmıştır.2238 Savunma mekanizmalarından biri olan yansıtma mekanizması, kişinin kendi
eksiklikleri ve yenilgilerinin sorumluluğunu başkalarına yüklemekle birlikte aynı zamanda suçluluk
uyandıracak nitelikteki dürtüleri, duyguları, düşünceleri ve istekleri diğer insanlara mal
etmektedir.2239 Yansıtmanın öncesinde, inkar vardır.2240 Kişi; kendisi ile bağdaştıramadıklarını ve
kendisine yakıştıramadıklarını başkalarına izafe etmektedir. Bazı kimseler, kendisinde var olan ve
kabullenmekte zorlandıkları özellikleri, çevresindeki insanlarda gördüklerinde kıyasıya
eleştirmektedir. Yansıtma mekanizmasında özel bir gelişim seyri izleyen ben; eleştiriyi içselleştirerek
üstbenin bir parçası haline getirmekte, buna mukabil suçlama ve kendi yasak itkilerini ise
dışsallaştırma imkanına kavuşmaktadır. Böyle bir ben, kendisine karşı sert davranmaktan çok
çevresine karşı hoşgörüsüz olmayı tercih etmektedir.2241 Böylelikle ben, hem neyi mahkum edeceğini
kestirebilmekte hem de kendisini özeleştirinin yaratacağı hoşnutsuzluktan kurtarmayı
2231
Anna Freud, Ben ve Savunma Mekanizmaları, Çev. Yeşim Erim, İstanbul, Metis Yayıncılık, 2011, s. 36
MEB, Çocuk Gelişimi ve Eğitimi-Savunma Mekanizmaları, Ankara, Meb Yayınları, 2014, s. 3; Güler Bahadır ve
Nilüfer Alçalar, “Ego Savunma Mekanizmaları”, Kişilik ve Psikoanalitik Kuram Notları, İstanbul, 2016, s. 29,
http://istanbultip.istanbul.edu.tr/ogrenci/wpcontent/uploads/2016/10/Ego.Savunma.Mekanizmalar%C4%B1.2016.pdf
2233
Anna Freud, a.g.e., s. 37
2234
Anna Freud, a.g.e., s. 122
2235
Erkan Kalem, “Life Style Index Ego Savunma Mekanizmaları Testinin Türkçe Formu Dil Eşdeğerliliği, Güvenilirlik
ve Geçerlilik Çalışmaları”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi SBE Psikoloji Bölümü, İstanbul, 1999, s. 11
2236
Erkan Kalem, “Life Style Index Ego Savunma Mekanizmaları Testinin Türkçe Formu Dil Eşdeğerliliği, Güvenilirlik
ve Geçerlilik Çalışmaları”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi SBE Psikoloji Bölümü, İstanbul, 1999, s. 11
2237
Sigmund Freud, Analysis Terminable and Interminable, The Standard Edition of The Complete Psychological Works
of Sigmund Freud, Ed. Strachey, J., Vol.23, London Hogarth Press, 1957, p. 237, Akt. Erkan Kalem, “Life Style Index
Ego Savunma Mekanizmaları Testinin Türkçe Formu Dil Eşdeğerliliği, Güvenilirlik ve Geçerlilik Çalışmaları”, Yüksek
Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi SBE Psikoloji Bölümü, İstanbul 1999, s. 11
2238
Erkan Kalem, “Life Style Index Ego Savunma Mekanizmaları Testinin Türkçe Formu Dil Eşdeğerliliği, Güvenilirlik
ve Geçerlilik Çalışmaları”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi SBE Psikoloji Bölümü, İstanbul, 1999, s. 14
2239
Engin Geçtan, Psikanaliz ve Sonrası, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1998, s. 84.
2240
Erkan Kalem, “Life Style Index Ego Savunma Mekanizmaları Testinin Türkçe Formu Dil Eşdeğerliliği, Güvenilirlik
ve Geçerlilik Çalışmaları”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi SBE Psikoloji Bölümü, İstanbul, 1999, s. 14
2241
Anna Freud, a.g.e., s. 85
2232
hedeflemektedir. Çevredeki suçluya karşı duyulan öfke, kişinin kendi suçluluk duygusunun yerini
tutarak onun bir öncülü olmaktadır. Kişinin kendi suçunu algılayabilmesinin kolay olmadığı
durumlarda, karşıdakine duyacağı öfke de orantılı olarak artmaktadır.2242
Üstben gelişimindeki bu ara dönem (yansıtma mekanizmasına başvurulan), ahlakî gelişimde ön
basamağı oluşturmakla önemli bir role sahiptir. Hakikatler; üstbenin çizdiği çerçeve kapsamında
içselleştirilen eleştiri ile benin kendi hatasını algılaması çakıştığı zaman ortaya çıkmaktadır. 2243
Dolayısıyla, eleştiri oklarını kendine doğrultarak hataları ile yüzleştiğinde gerçekler kendini
gösterecektir. Böylelikle dışa dönük sertlik azalmaya başlayarak yerini hoşgörüye bırakacaktır. Öte
yandan bazı bireyler, üstben oluşum sürecinde bu ara dönemden kurtulamayıp olayları
içselleştirememektedir. Bu kimseler, kendi suçlarını algılamalarına rağmen çevreye karşı
saldırganlıklarını devam ettirmektedirler.2244 Her ne kadar özdeşleşme ve yansıtma mekanizmaları,
paranoyaya ait özellikleri barındıran takıntılı ve saplantılı hallere evrilebilecekleri çeşitli durumlar
var olabilse de yine de ben eyleminin olağan biçimleridir.2245
Yansıtma tepkilerini gösteren eğilim, kendisini katı değer yargıları ile yöneten kimselerde daha sık
görünmektedir. Bu kişiler, bilince ulaşmasını sakıncalı gördükleri eğilimlerini neden bulma gibi
mekanizmalarla denetleyemediklerinde yansıtma metoduna başvurarak bu istekleri başka birine
hamlederler. Böylelikle kişi, kendi arîliğini korumuş olmakta ve duygularını yansıttığı insanı kötü
amaçlı biri olarak görmeye başlamaktadır.2246 Ayrıca bazı insanlar, kendi çaresizliklerinden
kaynaklanan düşmanca duygularını, çevrelerinden kendilerine yöneltilmiş gibi yaşama eğilimi
göstermektedirler.2247
Yansıtma mekanizmasının oluşturduğu etki, ‘ben’i dürtüsel itkilerin düşünce ikliminden
uzaklaştırmaktır. Bastırma mekanizması ile benzer özellikler taşımakla birlikte bastırmada karşı
çıkılan düşünce ‘id’e geri itilirken, yansıtmada ise çevreye yönlendirilmektedir. Bu durum, küçük bir
çocuk üzerinden örneklendirilirse; çocuğun yasak ve tehlikeli dürtüsel itkilerini, suçluluğunu
kendinden uzaklaştırarak çevresinde bunların yükünü üstlenebilecek yeni bir suçlu aramasına ve bu
doğrultuda hislerini etrafına dağıtmasına benzemektedir.2248 Dolayısıyla dürtü itkilerini kendi
beninde yargılayarak suçlu bulmaktan imtina eden ben, benzer dürtüleri etrafında gördüğünde
hoşgörüsüz bir tutum takınarak bu olumsuz güdü ve itkileri karşısındakine devretmekten
çekinmemektedir.
C. İbnü'l-Arabî’ nin Ayna Metaforunun S. Freud’ un Yansıtma Kuramı ile İlişkisi
Hz. Mevlânâ’ ya göre; insan eğer din kardeşinde bir ayıp görürse o ayıp kendisindedir ancak onda
görmektedir bu nedenle, incindiği ayıbı öncelikle kendisinden izale etmesi gerekmektedir. Pir, şu
misalle konuyu açmaktadır: “Bir fili su içmek için bir pınara getirdiler. Suyun içinde kendini görünce ürktü.
Başkasını gördüğünü sanmıştı, ürktüğü görüntünün kendine ait olduğunu bilemedi. Bundan sebep; sen de zulüm, kin,
hased, hırs, kibir gibi bütün ahlak-ı zemîme olduğu halde bundan münfail değilsin. Bunları bir başkasında görünce
münfail olup, ürkmektesin. Aslında sen, kendinden incinir, ürkersin. Kişi, kendi noksanını, yarasını beresini çirkin
görmez iken, yaralı parmağı ile yemek yer, ondan tiksinmez iken; başkasında gördüğü yaradan midesi bulanır,
hazmedemez. Tıpkı bunun gibi ahlak-ı zemîme de çıbanlara ve kusurlara benzemektedir.”2249
İnsan, başkasında çok açık biçimde gördüğü kusurları, kötü davranışları, tasvip edilmeyen halleri;
kendine dönüp baktığında aynı netlikte görememektedir. Bu noktanın ayırdına varanlar ise, önce
kendi nefislerine düşman olmaktadırlar. Öyle ki, kusurlar; takınılan renkli gözlükler gibi kişinin
bakışını etkileyerek örneğin kibir ve gazap gözlüğünü takan kimselerin herkeste o sıfatları görmesine
sebep olmaktadır.2250 Mevlânâ, Mesnevî’ de; “…Ey başkasının yüzünde kötü bir ben gören! Gördüğün kendi
beninin aksidir, ondan nefret etme!...Mümin, müminin aynasıdır. Bu haberi Peygamber’ den rivayet etmediler mi?
Gözünün önüne gök renkli bir cam koymuşsun, o sebepten alem sana gök görünüyor” şeklinde izahta
2242
Anna Freud, a.g.e., s.85
Anna Freud, a.g.e., s.85
2244
Anna Freud, a.g.e., s.86
2245
Anna Freud, a.g.e., s.86-87
2246
Engin Geçtan, a.g.e., s. 85
2247
Engin Geçtan, a.g.e., s. 88
2248
Anna Freud, a.g.e., s.87-88
2249
Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, terc. Ahmed Avni Konuk, İstanbul, İz Yayıncılık, 2007, s. 24-25
2250
Selçuk Eraydın, “Fîhi Mâ Fîh Hakkında” (Editörün Notu), içinde; Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, terc. Ahmed Avni Konuk,
İstanbul, İz Yayıncılık, 2007, s. 349-350
2243
bulunmuştur.2251 Aynı eserde başka beyitlerde de bu durum vecîz ifadelerle betimlenmiştir: “…Ey
adam! İnsanlarda gördüğün birçok zulümler, senin huyundur; sen, kendi huyunu onlarda görüyorsun… Senin varlığın,
nifakın, zulmün, gafletin onlara aksetmiştir. Sen, o’ sun, sen kendini yaralamaktasın. O anda lanet ipliğini kendine,
kendin dokuyorsun! O kötülüğü sen kendinde açıkça görmüyorsun. Görsen, kendine kendin, candan düşman
olurdun…”2252
İnsan, nefsani sıfatlarından arınamadığı müddetçe, bakışlarına yerleşmiş kusurlu akislerden
sıyrılamayacaktır. Her insan, vehm ve görüntüden ibaret olan maddî alemde oynanan hayalî filmin
başrol oyunculuğu vazifesini üstlenmiştir ve Mutlak Varlık’ ı görünür kılması hasebiyle bir ayet
hükmündedir .2253 Ancak birey, nefsani sıfatlardan arınmadığı müddetçe, bakışlarına yerleşmiş
kusurlu akislerden sıyrılamayacaktır. Aynanın görüleni niteliğine (uzunluk, tümseklik, çukurluk,
yuvarlaklık gibi) göre yansıtmasına nisbetle insanda bu durumu mizaç farklılıklarına hamletmek
isabetli olacaktır. Mizaç bakımından en mükemmel ve düzgün kişi ise yüce bir ahlak üzere olan Hz.
Muhammed’ dir.2254
Müminin mümine ayna olması hususuna yeniden değinecek olursak; öncelikle varlık bir aynadır ve
görüntüler bu aynadaki suretlerdir. Suretleri farklılaştıran ise, mümkündür.2255 Nitekim İbnü'l-Arabî,
Hakk’ ın varlık aynasında, mümkünlerin hakikatlerinin birbirini idrak ettiğini ifade etmektedir. 2256
Müminler, tek bir inançta farklı unsurlar taşısalar da birdirler. Ayrıca bir mümin, diğer mümine
baktığında aslında kendini görmektedir. İnsanlık denilen külli kavram, ancak bireyler vasıtasıyla
anlaşılabilen bir hakikattir. Dolayısıyla bireyler insanlığı çoğaltmamakta lakin görünür
kılmaktadır.2257 Buradan hareketle, insanın karşısındaki hakkında dile getirdikleri aslında kendisi
hakkındaki değerlendirmelerdir. Çünkü Hakk’ ın aynalığında mümkün varlıkların suretleri değişse de
hakikatleri Bir’ den müteşekkildir. Bu düstura nisbetle, nasıl ki görünüme çeki düzen vermek üzere
ayna karşısına geçildiği gibi kişinin kendi ayıp ve eksikliklerini görüp ıslahı için çevresindekileri
ayna bilmesi, İbnü'l-Arabî’ nin vecîz betimlemelerindendir.2258
Aynı nüvenin kişinin kendisinde de haiz olmasından dolayı karşı tarafa yöneltilen okların hızını
kesmek gerekmektedir. Aslında öteki sanılan, bakanın kendisidir. Gözlemlenen, eleştirilen, kusurları
ve hatalarıyla yerilmekte olan; yine bakan kişinin kendisidir. Bireyin kendi iç dünyasındaki çelişkili
fikirler, kompleks ve kaygılar, etrafına karşı önyargılarla kuşatılmış etiketleme mekanizmasının
devreye girmesine sebep olmaktadır. Eleştiriye önce kendi içinde bulunan kusurlu, hatalı davranış ve
hallerin mevcudiyetini sorgulayarak ve tırpanlayarak başlamak gerekmektedir. Kendinde bu kusur ve
hatanın bulunmadığından emin olarak var güçle karşıdakini kınamak, aynı özden gelindiğini ve
taşınan nüvelerin öz olarak birliğini bilmemekten kaynaklanmaktadır. Nefsî duygular, hatalar,
uygunsuz davranışlar, bireyin öncelikle iç dünyasını yokladığında göreceği üzere kendi kodlarında
da bulunmaktadır. Bu doğrultuda, kusurlu bir davranış için muhtemel bir kanı olarak karşıdaki
mümin kimsenin, bunun üstesinden gelebilmede zorlandığı düşüncesine kanî olunabilir.
İlahî tecellînin makamı olmakta kusur eden kimsenin yargılanması, bu hatanın başlangıç noktası
benliğinde kodlu olan ancak nefsine hakim olup bu hatayı işlemeyen kimsenin elinde sınırsız bir
eleştiri gücü olarak bulunmayacaktır. Çünkü bireylerinin her birinin bir ayet hükmü taşıdığı
insanlığın, ayrı ayrı değişik biçim ve formda yansıyan akislerinin vahdette toplanacak olan kesretin
yanılsaması olduğunu hatırda tutarak ‘bir’lik çerçevesini idrak etmek önem arzetmektedir. Bireyin,
kendi bünyesinde esamesinin bulunmadığını düşündüğü hata ve kusurların çekirdeklerini taşıdığını
akıldan çıkarmaması gerekmektedir. Benzer kusurları, hataları ve dürtüleri taşıyan kodlar, tüm
insanlıkta mevcuttur.
İnsanlar, kimi zaman güzel haslet ve davranışları kendi halesine çekerek bünyesine hamlederken,
kusurları ise ötekileştirerek aynalık yapanın omuzlarına yüklemektedir. Bu noktada, S. Freud’ un
ileri sürdüğü yansıtma kuramı devreye girmektedir. Bir önceki bölümde de değinildiği üzere;
2251
Mevlânâ Celâleddin Rumî, Mesnevî, I/108, Beyit: 1325
Mevlânâ Celâleddin Rumî, Mesnevî, I/107-108, Beyit: 1315-1320
2253
Fevzi Yiğit, “İbn Arabî’ de Ontolojik Açıdan İnsan”, Erciyes Üniversitesi SBE Dergisi, C.XL, Sayı:1, 2016, s.231
2254
Muhyiddîn İbn Arabî, Futuhât-ı Mekkiyye, C. 12, Çev. Ekrem Demirli, İstanbul, Litera Yayıncılık, 2011, s. 247
2255
Fevzi Yiğit, “İbn Arabî’ de Ayna Sembolizmi”, İntizar Dergisi, C.I, Sayı:2, 2014, s. 57
2256
Muhyiddîn İbn Arabî, Futuhât-ı Mekkiyye, C. 16, Çev. Ekrem Demirli, İstanbul, Litera Yayıncılık, 2011, s. 248
2257
Fevzi Yiğit, “İbn Arabî’ de Ayna Sembolizmi”, İntizar Dergisi, C.I, Sayı:2, s. 58
2258
Muhyiddîn İbn Arabî, Futuhât-ı Mekkiyye, C. 14, Çev. Ekrem Demirli, İstanbul, Litera Yayıncılık, 2011, s. 60
2252
yansıtma mekanizması, bireyin, kendi eksikliklerini, suçluluk uyandıran dürtü, düşünce ve
duygularını diğer insanlara yönlendirmektedir.2259 Yansıtmanın öncesinde inkarın varlığı, kişinin
kötü davranış ve duyguları kendisine yakıştıramayıp kabullenememesinden ve bu sorumluluğun
ağırlığından kaçmak istemesinde kaynaklanmaktadır. Bireyin kendindeki kusurlu davranışları
gözlemlemesinin ve kendi suçunu algılayabilmesinin kolay olmadığı durumlarda, karşıdakine
yönelteceği öfke de bu durumla doğru orantılı olarak artmaktadır. 2260 Psikolojik açıdan yansıtma
mekanizmasının, benliğin iç gerilimden kurtulmak amacıyla kendini savunduğu bir yöntem olduğu
ileri sürülse de2261, Allah inancına sahip bir bireyin sorgulamalarının dışarıya yönlenmeden önce
kendi iç dünyasında başlaması gerektiğinin ve nefsî duyguların, yaratılanların her birinde var olduğu
kabulünden hareketle kendini temize çıkarmaması hakikatinin altını dikkatle çizmek gerekmektedir.
İnsanın kendisiyle bağdaştıramadığı ve imtina ederek kabullenemediği hatalı davranışlar ve kötü
duyguları öteleyerek ve çevresine yansıtarak kendi bütünlüğünü korumayı hedefleyen ben merkezli
tavırlarından sıyrılması, bu konunun mihenk noktasını oluşturmaktadır.
Esasında karşıdakinde hoşnutsuzlukla izlenilenler, dizginlenmeye çalışılarak uykuda bekleyen ve
gaflet anında gün yüzüne çıkmayı kollayan dürtü ve güdülerdir. Kişinin, gözlemlediği hataların
kendisinden fersah fersah uzak olduğunu düşünmesindense; bu hatalardan kaçınmış olmanın
doğruluğu ve isabetliliğini karşı tarafın tuttuğu ayna üzerinden gözlemleyip ders alması gerekmekte
hatta mümin olarak Mutlak Varlık’ a izafe olan vahdetin bütünlüğü içerisinde bir olunduğu
inancından hareketle gaflet içindeki kimseleri de uyandırması lazım gelmektedir. Nitekim, Hakk’ ın
layıkı ile husule gelecek olan yansımaları, bütünlük içindeki tüm bileşenlerin kemale ermek için
birbirlerine engel değil, destek olmasından geçmektedir.
S. Freud’ un yansıtma kuramının mümin kimsenin manevî aleminde karşılık bulmaması gerekirken,
mevcut manzara tam aksi durumu ortaya koymaktadır. Bir müminin çevresinde şahit olduğu kötü
manzaralar ve muameleler, toplumun ve dolayısıyla insanlığın ortak bir karnesi hükmündedir.
Çünkü, her insan yüce birliğe yönelik bir parça taşımaktadır ve tüm parçalar, birbiriyle bütünleşerek
vahdet çemberinin içinde dolanmaktadır. Bu nedenle, Allah inancını taşıyan kimsenin, çevresi
hakkında değerlendirmelerde bulunurken aslında kendi değerini de ortaya koyduğuna dikkat etmesi
gerekmektedir. Kişi, kusur ve hataların kendisine yansıyan hallerini kritik ederek bu kusurların
kendisindeki konumlarını yoklamalı ve tedbir almalıdır. Aynı zamanda ayna olduğu vazifesinin
bilinciyle kendisi de bu hasletlerin vuku bulmasına hal dili ile engel olmaya çalışmalıdır.
Sonuç
Her insan mizaç ve idrak boyutunda birbirinden farklı olsa da mevcut ihtilafları fitne sebebi değil
rahmet vesilesi olarak değerlendirmek gerekmektedir. Bu hususta hata ve kusurların faili olan kişiye
değil bilhassa bu davranışların kendisine yönelik tepki geliştirmenin ehemmiyeti ön plana
çıkmaktadır. Tüm kainat, özü itibarıyla ilahi bir çekirdek taşımaktadır. İbnü'l-Arabî’ nin de değindiği
üzere vahdetten bu dünya alemine akseden kesret görüntüleri, ancak ve ancak o Mutlak Varlık’ tan
husule gelindiğinin delilleridir. Farklı form ve nitelikteki yansımalar, tutulan aynanın kalitesini
ortaya koysa da özelde insan ve genelde alem, Allah’ ın tecellileridir. Muhatabı yine kendinden ve
dolayısıyla aynı özü taşımalarının esrarı gereği kendi benliğinden bilip ayırmadan muamelede
bulunmak, vahdet-i vücud öğretisi ekseninde anlamını bulmaktadır. Herşeyde Allah katından bir
nüve bulunmaktadır.
Kur’an-ı Kerim’ de “Kendini sürekli kınayan nefse yemin ederim”2262 ayetinde buyurulduğu üzere
insanın daima tetikte olması ve nefs-i emarenin fasılasız yoklanması işaret edilmektedir. Burada,
Allah’ ın rızasını kazanmak için nefs üzerinde kontrollü olarak yürütülecek özeleştiri
mekanizmasının ve kendini gerçekleştirmeyi düstur edinen mümin için farkındalığın gerekliliği
vurgulanmaktadır. Öz eleştiriden kaçınmayarak hata ve kusurlarını sorgulayan ve bu durumdan
gocunmayan insan, sırat-ı müstakim üzere pusulasını doğrultmaya çalışmaktadır. Başkalarının
hatalarını ve uygunsuz davranışlarını görmek ve bu tavırları eleştirmek ne denli kolay ise; insanın
2259
Engin Geçtan, a.g.e., s. 84.
Anna Freud, a.g.e., s.85
2261
Bkz. Anna Freud, Ben ve Savunma Mekanizmaları, Çev. Yeşim Erim, İstanbul, Metis Yayıncılık, 2011; Sigmund
Freud, “Inhibitions, Symptoms and Anxiety”, in Freud-Complete Works, Ed. Ivan Smith, E-book Edition, 2010, p. 4283
2262
Kıyamet, 75/2
2260
kendisinde var olanlar kusurları kabullenip okları kendine doğrultması o denli zordur. İnsan,
etrafında sürekli kötü ve kusurlu davranışların varlığından şikayet ederek eleştiriyorsa, bu durum
bilinçaltında perdelenen kendi kusur ve hatalarının algısından kaçarak çevreye bu perdenin ardından
bakması sonucudur. Her zaman çevredekileri kusurlu görmek, insanın taktığı gözlüklere bu
kusurların mıhlanmış olduğuna işaret etmektedir.
Sigmund Freud’ un savunma mekanizmalarından biri olan yansıtma teorisinde de ifade edildiği
üzere, birey benliğini korumak adı altında iç gerilimden kurtulabilmek için kabullenemediği ve
yakıştıramadığı dürtülerini, sakıncalı bulduğu davranış ve düşüncelerini çevresine yöneltmektedir.
Seküler psikolojide, benliğin yaşadığı gerilimi azaltmak için sığınılan savunma mekanizmaları
psikanalistler tarafından çift yönlü olarak değerlendirilmiş; bu savunma tepkilerinin her insanda belli
bir oranda bulunan olağan ego eylemleri olduğu ancak nevrotik durumların, bu mekanizmaların
yoğun olarak kullanılmasıyla ortaya çıkabileceği ifade edilmiştir. Bu minvalde; bireyin yansıtma
mekanizmasına tutunarak kendi içindeki dürtülerin, nefsî istek ve düşüncelerin varlığını yadsımayı
ve tüm olumsuz tutum ve davranışları çevresindekilere hamletmeyi kanıksaması, benliğindeki ruhî
gerilimlerin derinliğini de arttıracaktır. Çünkü ‘bir’lik ekseninden kaymalar yaşamaya başlayacaktır.
İnanmış bir kimsenin, mümkünlerin aynasında oluşan farklı akislerin vehmettiği kesret halinin
özünde vahdet bütünlüğüne ilhak edildiğinin idrakinde olarak hareket etmesi gerekmektedir. Vahdeti vücud öğretisi gereği Vacibu’l-Vücud’ dan gelmiş olmanın kabulü neticesinde karşıdakinin
aynasında görülenler bakanın kendinde de mevcut olan hallerdendir. Mümin kimseler, birbirlerinde
ancak kendilerini görmektedir. Hoşnutsuz ve eleştirel bir tavırla çevrede izlenilenler, aslında kişinin
gaflet anını kollayarak gün yüzüne çıkmayı bekleyen dürtü ve güdülerdir. Bu nedenle, hatalardan arî
olunmadığını bilmenin yanı sıra hataları işlemekten imtina eden nefs halinin sürekliliği için de dua
etmek gerekmektedir. Öte yandan Hakk’ ın layıkı ile husule gelecek olan yansımalarının, bütünlük
içindeki tüm bileşenlerin birbirlerine kemale erme noktasında destek olmasından geçtiği inancıyla
gaflet içindeki kimselerin de uyandırılması lazım gelmektedir. Mümkün olmayacağı halde alemin
dönüşünü uzaktan seyretmek için direnmek, kusurlar, hatalar, olumsuz duygu, dürtü ve güdülerin
fenalığını benliğinden sıyırarak etrafa saçmak ve ağırlığı tüm yüküyle çevreye yöneltmek yerine
süregelen döngüye katılarak rüzgar gülü misali renk paletinde bir parça olmak asıl meseledir. Nasıl
ki tüm renkler döndükçe tek bir renge deviniyor ise; alemin önlenemez dönüşünde bütünlük
bilincinden ayrılmayarak karşıdakini kendinden görmek esastır.
Sonuç itibarıyla; gerçekliği olanca imkanıyla göz önüne sererek kuşatıcı anlamlar hamleden bir
metafor halini alan ayna, kamil manada olgunlaşmanın yol haritasını çizmeye çalışmaktadır.
Müminin diğer müminin aynasında gördüklerinin, kendinden ve Hakk’ tan yansımalar olduğu
düsturu benimsenmektedir. Her insan vahdet çemberinin içinde birbiriyle bütünleşerek tamamlanan
parçalardan müteşekkildir.
Kaynaklar
Bahadır, Güler ve Nilüfer Alçalar: “Ego Savunma Mekanizmaları”, Kişilik ve Psikoanalitik Kuram
Notları, İstanbul, 2016, s. 29
http://istanbultip.istanbul.edu.tr/ogrenci/wpcontent/uploads/2016/10/Ego.Savunma.Mekanizmalar%C4%B1.2016.pdf
Buhârî, Ebû Abdullah Muhammed İbn İsmail: Sahîh-i Buhârî ve Tercümesi, C.I-XVII, Çev. Mehmed
Sofuoğlu, İstanbul, Ötüken Yayınları, 1990
Burckhardt, Titus: Aklın Aynası, Çev. Volkan Ersoy, İstanbul, İnsan Yayınları, 1994
Çetinkaya, Bayram Ali: ““Benlik Duvarından Kerpiç Koparmak” Şems-Mevlânâ Dostluğu (Benliğin
Kaybolduğu Dostluk)”, Tasavvuf İlmî ve Akademik Araştırma Dergisi, Yıl:6, Sayı:14, Ankara, 2015,
s. 179-220
Duran, Muammer: “Mümin, Müminin Aynasıdır”, Altınoluk Dergisi, Sayı:151, Eylül 1998, s. 33
Ebû Dâvûd, Süleyman b. el-Eş’as es-Sicistânî: Sünen-i Ebû Dâvûd, C.I-XVII, Terc. Hüseyin
Kayapınar ve Necati Yeniel, İstanbul, Şamil Yayınevi, 2008.
Eraydın, Selçuk: “Fîhi Mâ Fîh Hakkında” (Editörün Notu), içinde Mevlânâ, Fîhi Mâ Fîh, terc.
Ahmed Avni Konuk, İstanbul, İz Yayıncılık, 2007, ss. 337-350
Freud, Anna: Ben ve Savunma Mekanizmaları, Çev. Yeşim Erim, İstanbul, Metis Yayıncılık, 2011
Freud, Sigmund: “Inhibitions, Symptoms and anxiety”, in Freud-Complete Works, Ed. Ivan Smith,
E-book Edition, 2010, pp. 4248-4324
Geçtan, Engin: Psikanaliz ve Sonrası, İstanbul, Remzi Kitabevi, 1998
Gümüşhanevî, Ahmed Ziyâûddin: Ramûz el-ehâdis, C.I-II, Çev. Abdulaziz Bekkine, İstanbul, Gonca
Yayınları, 2015
Irmak,
Meryem:
“Mümin,
müminin
aynasıdır”,
(Çevrimiçi)
27
Mart
2009,
www.akademik.semazen.net/author_article_detail.php?id=1350 , 06 Eylül 2018
Işıtan, İbrahim: “Sufilerin Tevhid Anlayışı ve Boyutları”, İnsan ve Toplum Bilimleri Araştırmaları
Dergisi, C.VI, Sayı:5, 2017, ss. 3203-3227
İbnü'l-Arabî, Muhyiddîn: Fütûhat-ı Mekkiyye, Çev. Ekrem Demirli, C.I-XVIII, İstanbul, Litera
Yayıncılık, 2012
İbnü'l-Arabî, Muhyiddîn: Fusûsu’l-Hikem, Çev. Ekrem Demirli, İstanbul, Alfa Yayıncılık, 2006
Kalem, Erkan: “Life Style Index Ego Savunma Mekanizmaları Testinin Türkçe Formu Dil
Eşdeğerliliği, Güvenilirlik ve Geçerlilik Çalışmaları”, Yüksek Lisans Tezi, İstanbul Üniversitesi SBE
Psikoloji Bölümü, İstanbul, 1999
Karaman, Hayrettin, vd.: Kur’ân-ı Kerîm Açıklamalı Meali, Ankara, Diyanet İşleri Vakfı Yayınları,
2009
Konuk, Ahmed Avni: Fusûsu’l-Hikem Tercüme ve Şerhi, C.I-IV, Hazırlayanlar: Selçuk Eraydın ve
Mustafa Tahralı, İstanbul, İFAV Yayınları, 2005
Martı, Huriye: “Mümin Müminin Aynasıdır Rivayeti Üzerine Bir İnceleme”, Selçuk Üniversitesi
İlahiyat Fakültesi Dergisi, Sayı:27, Bahar 2009, s. i55
MEB: Çocuk Gelişimi ve Eğitimi-Savunma Mekanizmaları, Ankara, Meb Yayınları, 2014
Ögke, Ahmet: “İbnü’l-Arabî’ nin Fusûsu’l-Hikem’ inde Ayna Metaforu”, İlmî ve Akademik
Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-2, Sayı:23, 2009, s. 75-89
Pahnke, N. Walter: “Drugs and Mysticism An Analysis of the Relationship Between Psychedelic
Drugs and the Mystical Conciousness”, Doktora Tezi, Cambridge: Harvard University, 1963
Pahnke, N. Walter: “Drugs and Mysticism”, The International Journal of Parapsychology, Vol.
VIII, No: 2, 1966, pp. 295-313.
Rumî, Mevlânâ Celâleddin: Mesnevî, I-VI, Çev. Veled İzbudak, İstanbul, Meb Yayınları, 1953
Rumî, Mevlânâ Celâleddin: Fîhi Mâ Fîh, Terc. Ahmed Avni Konuk, İstanbul, İz Yayıncılık, 2007
Topbaş, Osman Nuri: “Hakikat-ı Muhammediyye’ yi İdrakte; Hz. Ebubekîr-radıyallâhu anhve Ebû Cehil Farkı”, Yüzakı Dergisi, Yıl: 8, Sayı:93, Kasım 2012, ss. 12-16
Uluç, Tahir: “İbn Arabi’ de Mistik Sembolizm”, Doktora Tezi, Selçuk Üniversitesi SBE İslam
Felsefesi Bilim Dalı, Konya, 2005
Uludağ, Süleyman: “Ayna”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), C.IV, Türkiye Diyanet
Vakfı, Ankara, 2012, ss. 260-262
Uludağ, Süleyman: “A’yân-ı Sâbite”, Türkiye Diyanet Vakfı İslam Ansiklopedisi (DİA), C.IV,
Türkiye Diyanet Vakfı, Ankara, 2012, ss. 198-199
Yiğit, Fevzi: “İbn Arabî’ de Ayna Sembolizmi”, İntizar Dergisi, C.I, Sayı:2, Ekim 2014, ss.55-65
Yiğit, Fevzi: “İbn Arabî’ de Ontolojik Açıdan İnsan”, Erciyes Üniversitesi SBE Dergisi, C. XL,
Sayı: 1, 2016, ss. 207-234
VI. OTURUM
PEMBE SALON
Oturum Başkanı:
Prof. Dr. Mehmet KUBAT
METİNSEL ŞİDDET: FUSÛSU’L-HİKEM ÖRNEĞİ
Doç. Dr. Şahin EFİL
İBNÜ’L-ARABÎ’NİN HİLAFET ANLAYIŞI
Doç Dr. Mehmet BİRSİN
İBNÜ’L-ARABÎ’NİN SİYASET DÜŞÜNCESİNDE İMAMET’İN ŞARTLARI
Dr. Öğr. Üyesi Mehmet KARAKUŞ
XV. YÜZYIL ANADOLU’SUNDA FUSÛSU’L-HİKEM YORUMCULUĞU YAZICIZÂDE
KARDEŞLERİN FUSÛS ŞERHLERİ VE İBNÜ’L ARABÎ DÜŞÜNCESİNE YAKLAŞIMLARI
Arş. Gör. Mehmet Bilal YAMAK
METİNSEL ŞİDDET: FUSÛSU’L-HİKEM ÖRNEĞİ
Şahin EFİL
Özet: İbn Arabî, Malatya’ya yolu düşen ve fikirleri bu şehrin ruhuna sinmiş olan büyük
bir düşünürdür. Bu tip çalışmaları, bu ruhu açığa çıkarmaya ve yorumlamaya dönük
mütevazı çabalar olarak görmek mümkündür. İslam düşünce tarihinde ve bugün en çok
tartışılan, eleştirilen, özellikle tekfir edilen isimlerin başında İbn Arabî gelmektedir. O,
tasavvufi ve felsefi fikirleri, özellikle Varlığın Birliği öğretisi ile tartışmaların odağı
haline gelmiş bir isimdir. Bu öğreti bağlamında onun tekfir edildiği, özellikle Fusûsu’lHikem adlı eserleriyle şiddete maruz kaldığı bilinen bir gerçektir. Bu bildiride bugün İbn
Arabî’nin söz konusu eserine baskı ve şiddet uygulayanların, bu şekilde onu mahkûm
edenlerin temel iddiaları incelenecek, analiz edilecek ve eleştirel bir bakışla ortaya
konacaktır. Burada metinsel şiddetin iki temel nedeni karşımıza çıkmaktadır: İlki, İbn
Arabî’nin Fusûs’u “rüya”sında Hz. Peygamberin kendisine verdiğini söylemesidir. Bu
yüzden, bu eser, kimileri tarafından bir tür “vahiy” olarak algılamış, özellikle bu
noktadan hareketle yazar tekfir edilerek şiddete maruz kalmıştır. Diğeri ise, Fusûs’ta
geliştirilen ve kullanılan paradoksal dildir. Bu metinde İbn Arabî’nin kendine özgü, özel
veya “üst dil” diyebileceğimiz bir dil inşa ettiği ve kullandığı söylenebilir. Böyle bir dil
geliştirmenin altında ise, Varlığın Birliği öğretisini ortaya koyma ve dile getirme çabası
yatmaktadır. Fusûs’un tasavvufi ve felsefi bir metin olması, doğal olarak onu ağır ve
anlaşılması zor bir metin haline getirmektedir. Bu yüzden, onu anlamanın, açıklamanın
ve yorumlamanın zorluğu ortadadır. Sonuçta ise, bu iddiaların sahici gerekçelere
dayanmadığı, Fusûs’un övgü ve sövgü mantığı çerçevesinde şizofrenik bir okumaya tabi
tutulduğu, onun geniş halk kitlelerinin nezdinde itibarsızlaştırılmak istendiği, İbn
Arabî’nin otoritesini ve meşruiyetini sarsmaya dönük bir hamle olduğu vurgulanacaktır.
Dolayısıyla burada Fusûs’taki bazı örneklerden hareketle metinsel şiddetin mahiyetine,
doğasına ve dini, kültürel ve felsefi olarak doğurduğu olumsuz sonuçlara dikkat
çekilecektir.
Anahtar Kelimeler: Metinsel şiddet, paradoksal dil, İbn Arabî ve felsefe.
Textual Violence: Example of Fususu-l-Hikem
Abstact: İbn Arabî is one of the greatest thinkers in the History of Islamic Thought.
Along with his mystical and philosophical ideas, especially the doctrine of the Union of
Being, he is a name who has become the focus of discussions. This doctrine is discussed
as a whole in his book Fususul-Hikem. İbn Arabî mostly has been declared as someone
an unbeliever in the context of this doctrine, especially he has been exposed to violence
with this book. This paper aims at examining, analyzing and evaluating the main claims
of those who sentenced it, who apply pressure and violence on Fususul-Hikem with a
critical approach. In conclusion, here it will be indicated to the nature of textual violence
and its negative consequences as religious, cultural and philosophical ones with reference
to some concrete examples in Fususul-Hikem.
Keywords: Textual violence, paradoxical language, İbn Arabî and philosophy
Giriş
Bilindiği gibi, şiddetin manevi, dini, fiziksel, ideolojik, hukuki, entelektüel ve
toplumsal şiddet gibi birçok türü vardır. Şiddet deyince bundan genellikle, bir canlıya veya
insan ve hayvana uygulanan gerek ruhsal gerekse fiziksel olsun, her türden baskı
anlaşılmaktadır. Şiddet, sözlü ve yazılı olabileceği gibi fiziksel bir güç kullanarak da
Doç. Dr., İnönü Üniversitesi, Felsefe Bölümü (e-mail:
[email protected]).
gerçekleştirilebilir. Bu şiddet türleri içinde düşünebileceğimiz bir şiddet türü daha vardır ki, o
da “metinsel şiddet”tir veya bu noktada böyle bir adlandırma yapmak mümkündür. Bu
şiddetin de en az diğer şiddet türleri kadar zararlı, tehlikeli ve sorunlu olduğu rahatlıkla
söylenebilir. Bu bağlamda akla şu türden sorular gelmektedir: Metinsel şiddet nedir? Bir
metin nasıl ve niçin şiddete maruz bırakılmaktadır? Soruyu daha özel bağlamda sorarsak, İbn
Arabî’nin Fusûsu’l-Hikem adlı eseri bugün niçin en çok şiddetin hedefi haline gelen
metinlerin başında gelmektedir? Onu şiddetin merkezinde konumlandıran şeyler nedir?
Acaba başkalarına ve hayvanlara şiddet uygulamayı yeterli bulmayan insan kendini tatmin
etmek için şiddet alanını genişleterek klasik metinler üzerinde de bir baskı kurma gereği mi
duymaktadır?
Her metnin bir yazarı olduğu bilinmektedir. Bu bakımdan bir metin yazarının niyetini
ve söylemlerini içerir. Buna göre bir metne şiddet uygulamak, aynı zamanda o metnin
yazarına da şiddet uygulamak demektir. Metnin yazarının hayatta veya ölmüş olması bu
gerçeği değiştirmez. Dolayısıyla buradaki şiddeti, sadece metinle sınırlandırmak ve yazarı
görmezden gelmek, meseleyi anlamamak demektir. Peki, okurun böyle bir hakkı var mıdır?
Okur, ne hakla hem metin hem de yazar üzerinde baskı kurmaktadır? Acaba okurun bir metni
şiddete maruz bırakmasının veya ona baskı uygulamasının arka planında ne vardır?
Hemen belirtelim ki, bir metni bağlamından (tarihi-kültürel koşullarını) kopararak
anlamak, onu aşırı yoruma tabi tutmak, metni tahrip etmek ve yazarını itibarsızlaştırmak,
gerçek dışı bilgilerle (doxa) onu yargılamak, onlar üzerinde toplumsal, dini, ideolojik vs.
baskı kurmaktır. Şiddet sadece bir metni tahkir etmek değil, aynı zamanda onu gereğinden
çok ve abartılı bir biçimde takdir (övgü) de ona şiddet uygulamaktır. Örneğin “Eğer Kuran
olmasaydı, Gazali’nin İhya’sı bize yeterdi” gibi maksadını aşan ve oldukça sorunlu görünen
bir cümle bunun tipik bir örneğidir. Klasik bir metni, ilmî ve fikri açıdan eleştirmek başka,
onu bir takım spekülasyonlarla tahrip edip deformasyona uğratmak ise çok daha başka bir
şeydir. Doğal olarak her metin dini, ilmi ve fikri açıdan eleştiriye açıktır ve eleştirilmelidir.
Ancak her şeyden önce bunun için metni ciddiye almak, iyi okumak, metin üzerinde kafa
yormak ve belli bir bilgi birikimine sahip olmak gerekir. Bu yüzden, bir metni anlama veya
yorumlama faaliyetinin şu kriterleri zorunlu kıldığı söylenebilir: Metnin dilini, yazarını,
tarihsel ortamını ve yorum geleneğini bilmek gerekir.2263Bir metni anlayabilmek,
değerlendirebilmek ve sağduyu çerçevesinde ona eleştiriler yöneltebilmek için bunlar
gereklidir. Oysa metinsel şiddetin özünde genelde cehalet, ideolojik okuma, sövgü (tekfir,
hakaret, aşağılama vs.) ve aşırı övgü, kötü niyet, (değişmez bir) hakikat anlayışı, metnin ağır
oluşu ve ele aldığı konunun mahiyeti, duygusallık ve kapasite sorunu gibi birçok unsur
bulunmaktadır. Bunların olduğu yerde ise ciddiye alınabilecek bir eleştiri ve düşünceden, ilmi
ve fikri çabadan bahsetmek mümkün değildir. Bu sebeplerin çoğu, Fusûs’un maruz kaldığı
şiddetin temel nedenleri olarak görülebilir.
-IBunların yanı sıra Fusûs’a uygulanan şiddetin özü itibariyle iki önemli temel nedeni
olduğu kanısındayız: İlki ve belki de en önemlisi, İbn Arabî’nin bu eseri bir rüya üzerine
kaleme almış olmasıdır. O, rüyasını Fusûs’un başında şu şekilde anlatır:
Bir gün Şam’da iken rüyada Hz. Peygamber’i gördüm. Elinde bir kitap vardı. Bana ‘bu Fusûsu’l-Hikem
[Hikmetlerin Özü] kitabıdır. Onu al ve yararlanmaları için insanlara ulaştır’ diye emretti… Böylece…
herhangi bir ekleme ve çıkarma yapmaksızın Allah’ın elçisinin belirttiği tarzda bu kitabı insanlara
ulaştırmak için kastımı arındırdım… Bu işi yaparken kendince yorumlayan birisi değil, yalnızca bir
tercüman olayım. Kitabı okuyan kalp ve müşahede sahibi insanlar, onun nefsanî amaçlardan uzak olan
mukaddeslik makamından geldiğine tam olarak kanaat getirsin. Duamı işittiğinde yakarışıma kulak
vermesini Cenab-ı Haktan niyaz ederim. Böylece yalnızca bana aktarılanı aktarayım, yalnızca bana
indirilmiş şeyleri bu satırlara yazabileyim. [Ama ben] ne resulüm ne Peygamber. Ben yalnızca bir vâris
ve ahretimin bekçisiyim2264
Fusûs’un ilk sayfalarında yer alan bu ifadelerin bir kısmı, ilk bakışta bu metnin bir tür
vahiy gibi algılanmasına sebep olmuş olabilir. Kaldı ki, bu tip örnekleri klasik İslam düşünce
2263
2264
Burhanettin Tatar, Hermenötik, İnsan Yayınları, İstanbul 2004, s. 77-83.
İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, (çeviri ve şerh. Ekrem Demirli), Kabalcı Yayınları, İstanbul 2006, s. 19-20.
tarihinde sıklıkla görmek mümkündür.2265Ancak biraz daha dikkatle bakıldığında bunun öyle
olmadığı açıkça görülmektedir. Kanaatimizce, İbn Arabî’nin bu rüyası iki nedenden dolayı
vahiy olarak algılanamaz: Birincisi, Hz. Peygamberin ‘onu al insanlara anlat’ sözü, ‘bana
aktarılan’ ve ‘bana indirilmiş şeyler’ gibi ifadeler bir vahiy değil, ilham olsa gerektir. Nitekim
bu ifadeleri, “bana ilham olunan şey”ler2266 şeklinde de tercüme etmek ve anlamak
mümkündür. Kanaatimizce, ilham, burada üzerinde durulması gereken anahtar kavramlardan
birisidir. Bu nasıl bir ilham (rüya) ki, İslam düşünce tarihinde hakkında onlarca şerhin
yazılmasına sebep olan oldukça etkili ve üst düzey bir metnin ortaya çıkmasına sebep
olmuştur (Ekberî gelenek). Anladığımız kadarıyla burada bir rüya üzerine, rüyanın etkisiyle
veya rüyadan alınan ilham ile İslam düşünce tarihinin en etkili metinlerinden biri kaleme
alınmıştır. Aslında okurun dikkat kesilmesi gereken noktalardan biri budur.
Bu da, her şeyden önce İbn Arabî’nin kapasitesini, çapını, bir şeyi tasavvur edebilme
gücünü ve derin bir düşünür olduğunu göstermektedir. Fusûs, bir rüyanın metne, bir ‘düş’ün
düşünce’ye dönüşmüş hali olsa gerektir. Burada düşünce ile düş görme arasında ne kadar sıkı
bir ilişki olduğuna dikkat çekmek isteriz. Bu bakımdan, burada sözü edilen ilham, hem
epistemolojik hem de ontolojik bir boyut taşımaktadır. Dolayısıyla Fusûs’un arka planı
kognitif/bilişsel olmanın yanı sıra, duygusal ve tecrübî bir düzleme de sahiptir. Bu metinde
ele alınan konulara, yapılan açıklama ve analizlerine bakıldığında bu rüyanın İbn Arabî’yi
derinden etkilediği anlaşılmaktadır. Unutmamak gerekir ki, “ilham da sezgi de çalışana”2267,
ömrünü ilme ve fikre adayanlara verilir.
İkincisi ve daha da önemlisi, rüyasını anlattıktan sonra İbn Arabî’nin ‘Ama ben ne
resulüm ne Peygamber. Ben yalnızca bir vârisim’ şeklindeki ifadeleri, kimilerinin iddia ettiği
gibi, Fusûs’un bir vahiy metni gibi değil, tam tersine bir insan tarafından kaleme alındığını ve
beşeri bir metin olduğunu göstermektedir. En azından İbn Arabî, bu gerçeği açıkça
vurgulamaktadır. Kanaatimizce, bu alıntının en can alıcı noktası budur. Çünkü bu metin
üzerinden ileri geri konuşanlar, genelde bu noktayı ya gözden kaçırmakta ya da görmezden
gelmektedirler.
Hemen belirtelim ki, bu tip rüyaların tasavvuf literatüründe genelde dini bir bilgi
kaynağı olarak kabul edildiğini biliyoruz.2268 Dini bakımdan beraberinde çok ciddi sorun/lar
getirdiği için böyle bir yaklaşımı kabul etmek ve savunmak mümkün değildir. Ancak burada
amacımız, Fusûs’un böyle anlaşılmaması gerektiğini ve söz konusu rüyanın bir ilhamdan
ibaret olduğunu vurgulamaya çalışmaktır. Görebildiğimiz kadarıyla Fusûs’a şiddet
uygulayanların en önemli gerekçesi, orada dile getirilen rüyanın tıpkı bir vahiy gibi
algılanmış olmasıdır. Şiddet taraftarları, bu rüyayı keyfi olarak veya işlerine geldiği gibi
yorumlama cihetine gitmiş, alıntının sonundaki ‘ama ben ne resulüm ne Peygamber. Ben
yalnızca bir vâris’im’ ifadelerini dikkate almamışlardır. İşte bu, bir metne uygulanabilecek en
büyük ve en sert şiddet örneklerinden birisidir. Burada asıl sorun veya en büyü şiddet beşeri
bir metni, ilahi bir metin gibi algılamak ve o şekilde yorumlamaktır. Böylece onlar daha
metnin başında onun yazarını tekfir ve tahkir ederek şiddete maruz bırakmakta ve mahkûm
etmektedirler. Burada şiddetin sapık, zındık, mülhid ve müşrik gibi maksadını aşan ifadelerle
dile getirildiği görülmektedir. Başka bir deyişle, sözlü/dilsel şiddet, metnin yazarına Şeyh-i
Ekfer lakabı takmak ve onu “küfür” veya “şirk” ile damgalamak, itham etmek ve esere yasak
koymaktır. Bu, şiddetin en uç noktasıdır ve onun daha ötesi yoktur.
Bir Müslümanı küfür veya şirk ile itham etmek, hem insani hem de dini bakımdan
2265
Örneğin Mevlana, Mesnevi için “Tanrı vahyi” ifadesini kullanmaktadır. Bkz. Mevlana, Mesnevi, (çev.Veled
İzbudak), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1991, IV, s. 151, 1853b.
2266
Bkz. İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, (çev. Nuri Gençosman), M. E. B. Yayınları, İstanbul 1992, s. 20. Nitekim metnin
Arapçasında geçen “elgâ” (legıye) kelimesinin ilham etmek, fısıldamak ve ilga etmek gibi anlamlara gelmesi ilham
anlamını doğrular niteliktedir. (Bkz. Râgıp el-İsfahanî, Müfredât, çev. Yusuf Türker, Pınar Yayınları, İstanbul 2007, s.
1338). Kaldı ki, vahiy kelimesinin anlamalarından biri, ilham etmek, ima ve işaret etmektir. (Bkz. İsmail Cerrahoğlu, Tefsir
Usülü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1989, s. 37).
2267
İhsan Fazlıoğlu, Sözün Eşiğinde, Papersense Yayınları, İstanbul 2015, s. 6.
2268
Mustafa Kara, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergâh Yayınları, İstanbul 1985, s. 82-85, 135-140.
ciddi bir sorun ve sorumsuzluk örneğidir. Ardından da, bu şiddet, Fusûs’u okumanın insanı
dinden çıkaracağı ve sapıklığa sürükleyeceği, dolayısıyla bunun dini açıdan oldukça tehlikeli
bir çaba olacağına kanaat getirilmekte ve okuyanlara da yasak konulmaktadır. Bu şekilde bir
tür aforoz sistemi devreye girmektedir. Ne yazık ki, düşünce tarihinde de bu tür örnekleri
sıkça görmek mümkündür. Nitekim Ortaçağda Katolik Kilisesi, otoritesini sarsacak ve
kendisi için tehdit oluşturabilecek kitapları yasaklamış, onları yazan ve okuyanları şiddete
(maddi ve manevi işkenceye) maruz bırakmıştır. Ardından da, onların yazarlarını ve bu
yazarları okuyanları aforoz ederek dinin ve toplumun dışına atmıştır. Özellikle bunun çarpıcı
örneklerin biri, Ortaçağda bir ara İbn Sina, İbn Rüşd, Gazali vs. birçok İslam düşünürünün
Latince’ye çevrilen eserlerini okuyan ve bu görüşleri savunanların başına gelmiştir. Dikkat
edilecek olursa, burada kilise yasak koyarak kitaplara, işkence ve aforoz ederek onları yazan
ve okuyanlara dini ve fiziksel baskı uygulamıştır.
Metne yönelik en büyük tahribat, kendini sözlü ve yazılı şiddet olarak göstermektedir.
Dilsel şiddet, kısa bir süre içinde kin ve nefret duygusunu tahrik ederek kolaylıkla toplumda
veya sosyal medyada insanların birbirini tekfir ve tahkir eden söylemlerine dönüşmektedir.
Ne yazık ki, bugün sosyal medya bu türden metinsel şiddet örneklerinin sergilendiği bir
arenaya dönmüş durumdadır. Zaten bu örnekler bir insanın dengesini bozmaya, psikolojisini
altüst etmeye, ufkunu daraltmaya ve gözünü kör etmeye yeter de artar bile. Daha açık
konuşmak gerekirse, Fusûs’u eline alan bir okur, ilk sayfalarda kitabın yazılma gerekçesini
okuduğunda zaten devamını getirmeyecektir. Böylece o, metnin içinde ne olup bittiğine bile
bakmaksızın sanki ilgili metni baştan sona kadar dikkatle okumuş gibi davranacak,
önyargılarını metne yükleyecek, bu noktada aslı astarı olmayan bir yığın iddialarla hem
kendini hem de başkalarını aldatma cihetine gidecektir. Bu bakımdan metinsel şiddet, bir
toplumun kültürünü ve dini anlayışını erozyona uğratmaktadır.
Görebildiğim kadarıyla burada şiddetin asıl amacı, hem metni hem de yazarını toplum
nezdinde ve tarih önünde itibarsızlaştırmak, ötekileştirilmek, otoritesini sarsmak ve
meşruiyetini ortadan kaldırmaktır. Bu açıklamalardan sonra Fusûs’un (sahte) bir vahiy metni
olarak görülmesi ve o şekilde lanse edilmesi, hem İbn Arabî’ye hem de kaleme aldığı metne
yapılan büyük bir iftira ve asılsız bir mesnettir. Öyle görünüyor ki, şiddet yanlıları,
çevrelerine de yanlış ve yanıltıcı bilgi vererek bu şiddete başkalarını da ortak etmekte,
böylece şiddetin dozunu giderek artırmaktadır.
İbn Arabî, daha önce analizini yapmaya çalıştığımız rüyanın yanlış anlaşılabileceğini
tahmin ederek bunun önüne geçmek için bu konuda okura bazı tavsiyelerde bulunmaktadır.
Bu bakımdan o, “konuya aşina olmayan okuyucusuna anlamadığı görüşler karşısında
reddetme ve suçlayıcı bir tavır takınmak yerine, çekimser kalmayı önerir.”2269 Ne var ki,
bunları bir bütün olarak görmeyen veya görmek istemeyenler, metne dair olmadık iddialar
ileri sürerek onu merkezin (ana düşüncenin, ehl-i sünnet) dışına atmayı hedeflemişlerdir.
Böylece onun İslam düşünce tarihindeki yerini ve önemini ortadan kaldırmaya çalıştıkları
anlaşılmaktadır. Şiddetin kökeninde yanlış ve yanlı anlamalar kadar cehalet (övgü, sövgü,
bilgisizlik) ve ön-yargılar da önemli bir rol oynamaktadır.
-IIFusûs’a uygulanan şiddetin bir başka nedeni ise, İbn Arabî’nin kullandığı temel
kavramların ve orada inşa ettiği paradoksal dil’in (üst dil) bilinmemesi ve doğru
anlaşılmamış olmasıdır. Nitekim İbn Arabî,
tasavvufta pek çok yeni terimin ortaya çıkmasını sağlamıştır… Birincisi, İbn Arabî’nin geliştirdiği
terimler. İkincisi… İbn Arabî’nin önceki tasavvufta bilinegelen terimleri yeniden yorumlamasıyla
terimlerin kazandığı yeni anlamlardır… bu gelenekteki metinlerde karşılaşılan sorunlardan birisi
terimlerdeki bu anlam farklılaşması ve değişmesidir.2270
Açıkçası, İbn Arabî, Fusûs’ta yeni bir dil ve farklı bir söylem tarzı ortaya koymasına,
2269
İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, (çeviri ve şerh. Ekrem Demirli), s. 24 (14.dipnot). İbn Arabî, bir yandan görmüş olduğu
rüyayı ciddiye alırken ve onu Nebevi bir bilgi gibi takdim ederken, diğer yandan da, söz konusu rüyanın vahiyle ilgilisi
olmadığını, kendisinin bir beşer ve bir insan olduğunu, dolayısıyla bu rüyanın bir vahiy gibi algılanmaması gerektiği
uyarısında bulunmaktadır.
2270
Ekrem Demirli, “Bir Tasavvuf Klasiği Olarak Fusûsu’l-Hikem”, Fusûsu’l-Hikem, (çeviri ve şerh. Ekrem Demirli),
Kabalcı Yayınları, İstanbul 2006, s. 16.
kavramlardaki anlam farklılığı ve değişimine rağmen, okur bu durumu bilmemekte, orada
kullanılan bazı temel kavramları tasavvufta bilinen kavramlarla birbirine karıştırmış
görünmektedir. (Bu dili anlamak için sadece önbilgi değil, aynı zamanda kapasite de gerekir).
Bununla birlikte Fusûs, tasavvufi ve felsefi bir metin olması nedeniyle İslam düşünce
tarihinin en ağır ve kapalı metinlerinden biridir. Diğer bir deyişle bu metin, klasik anlamda
bir tasavvuf metni değil, bir “metafizik”2271 veya bir tasavvuf felsefesi metnidir. Dolayısıyla
hem böyle bir dil, hem de metnin ağırlığı, metne nüfuz edilmesini ve onun anlaşılmasını
oldukça zorlaştırmakta, zaman zaman da imkânsız hale getirmektedir. Ayrıca metafiziğin ne
olduğu hakkında hiçbir fikri olmayan ve onu bir din gibi telakki eden bir okurun Fusûs gibi
bir metni (doğru) anlama ve yorumlama şansı zaten yoktur. (Felsefenin önemli bir bölümü
olan metafiziğin genel olarak din veya dini yorumla pek ilgisi yoktur). Buna rağmen kimi
okurlar, kusuru kendilerinde değil, işin kolayına kaçarak metinde bulmaktadır.
İbn Arabî tarafından geliştirilen ve metafizik bir sistem olan Varlığın Birliği öğretisini
de bu bağlamda (üst dil) değerlendirmek gerekir. Çünkü bu paradoksal dil ile söz konusu
metafizik sistem arasında ciddi bir ilişki olduğunu fark etmek zor değildir. Burada sözü edilen
dil, İbn Arabî’nin metafizik sistemini ortaya koymak ve açıklamak için geliştirilmiş olan bir
dildir. Peki, bu dilden tam olarak ne anlaşılmaktadır? Hemen belirtelim ki, bu dil, paradoksal
veya ironik bir dildir. İbn Arabî’nin paradoksal dili, nasıl kullandığına dair örneği rüyayla
ilgili alıntının son cümlelerinde görmek mümkündür. O, bir yandan, bu kitabın kendisine
indirildiğini veya ilham edildiğini, diğer yandan da, kendisinin bir Nebi ve bir Resül değil, bir
beşer olduğunu vurgulamaktadır. Dikkat edilecek olursa, İbn Arabî, burada meramını bir
paradoks ile ifade etmeyi tercih etmiştir. Bu tip örnekleri Fusûs’ta sıklıkla görmek
mümkündür. Eğer bir okur, paradoksun bir tarafını dikkate alıp diğer tarafını görmezden
gelirse, o zaman karşısında ne dediği belli olmayan, oldukça kapalı veya tamamen çelişkili ve
tutarsız gibi görünen bir metin bulacaktır. Yine Fusûs’da dikkat çekici paradokslardan bir
diğeri de şu şekilde karşımıza çıkmaktadır:
Olursun sınırlayan benimsersen tenzihi,
Sınırlarsın yine benimsersen teşbihi,
Kabul edersen ikisini birden, doğru yoldasın. 2272
Burada kullanılan tenzih ve teşbih kavramları, ilk planda çelişkili gibi görünen bir
mantıksal örgü içinde kullanılmıştır. Oysa diğer ifadeye baktığımızda durumun hiçte öyle
olmadığı, bu iki temel kavramı birlikte ve bir bütün olarak dikkate almak gerektiği
anlaşılmaktadır. Burada paradoksu anlamanın yolu, verilen bilgilere bir bütün olarak bakmak
ve İbn Arabî’nin düşünce sistemi ve bu sistemi nasıl bir dil örgüsü içinde açıkladığına dair
genel bir bilgi sahibi olmaktır. İslam düşünce tarihinde tevhid’in anlaşılmasında ve
yorumlanmasında tenzih daima ön palana çıkarken, teşbih de hep geri planda kalmıştır.
(Örneğin ‘Allah zaman ve mekândan münezzehtir’ şeklinde sıkça dile getirilen ifade de
daima tenzih fikri vurgulanmıştır. Yine İslam sanatının hep soyuta yönelmesi tenzihin ön
plana çıkışını gösteren örneklerdir). Oysa İbn Arabî’ye göre, tenzih veya teşbihten birini öne
çıkarmak, Allah’ı ve onun sıfatlarını sınırlayacağı ve tam olarak yansıtamayacağı için asla
doğru bir yaklaşım değildir. Bu yüzden, onlar birlikte ve bütün olarak işlev görmektedir.
Böylece İbn Arabî, tevhidin İslam düşünce tarihinde ortaya konulandan oldukça farklı,
özellikle Batı’da Süreç Felsefesi’ne benzer bir yorum geliştirmiş görünmektedir. 2273
Dolayısıyla İbn Arabî’nin Fusûs’ta Varlığın Birliği öğretisiyle “tevhidi basit bir itikat
olmaktan çıkarıp Tabiat ve Hayatı yorumlayan metafizik bir ilke”ye2274dönüştürdüğü
söylenebilir. Dolayısıyla bu öğreti, tevhidin metafiziksel bir açıklaması ve yorumudur.
Paradoksal dilin mahiyetini daha iyi anlamak ve meseleyi daha açık hale getirmek
için bir örnek daha vermek yararlı olsa gerektir. Fusûs’ta onun
birçok yerde bu âlemin mükemmelliğinden ve güzelliğinden bahsederken, birçok yerde de doğal ve
2271
Ekrem Demirli, “Bir Tasavvuf Klasiği Olarak Fusûsu’l-Hikem”, s. 12.
İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, (çeviri ve şerh. Ekrem Demirli), s. 63.
2273
İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, (çeviri ve şerh. Ekrem Demirli), s. 63. Ayrıca bu konuda geniş bilgi için bkz. Metin Yasa,
“Panenteizmin Tarihsel Ardalanı Üzerine,” Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Dergisi, 2005, sayı: 18-19, s.
134-146.
2274
İhsan Fazlıoğlu, Sözün Eşiğinde, s. 211.
2272
ahlaki kötülüklerden söz etmesi… bir taraftan kötülüğü Tanrı’ya iliştirmezken, diğer taraftan da bunları
O’nunla ilişkilendirmesi.” Kısacası “varlık-yokluk, iyilik-kötülük, nur-zulmet ve tenzih-teşbih gibi
kavram çiftleri onun paradoksal söyleme bağlı olarak bir paradoksal dil geliştirdiğine işaret
etmektedir.2275
Burada sorulması gereken soru şudur: İbn Arabî niçin paradoksal bir dil geliştirme
ihtiyacı duymuştur? Yahut böyle ilk bakışta kafa karıştırıcı ve oldukça zor görünen kavramlar
kullanmak ve bunlara dayalı bir dil inşa etmek kaçınılmaz bir durum mudur? Yoksa keyfi bir
şey midir? Hemen belirtelim ki, Aristo, madde-sûret; Farabi, zorunlu varlık-mümkün varlık;
Heidegger, Deisen ve onto-teoloji gibi yeni kavramları niçin geliştirmek durumunda kaldıysa,
İbn Arabî de, aynı gerekçelerden dolayı yeni bir dil geliştirmek zorunda kalmıştır. (Buna
benzer bir paradoksal dili ve yapıyı bilimsel alanda, özellikle kuantum mekaniğinde bile
görmek mümkündür: Dalga-parçacık paradoksu). Diğer bir deyişle, İbn Arabî, burada yeni bir
hakikat (varlık) anlayışı ortaya koymak durumunda olduğu için böyle bir dil geliştirmek
zorunda kalmış görünmektedir. Çünkü yeni bir anlayışı, eski kelimelerle inşa etmek ve dile
getirmek mümkün değildir.
Burada paradoksal dilin (üst dilin) Fusûs’un anlaşılmasını güçleştirdiği ve onu
düşünce tarihinin en zor metinlerinden birisi haline getirdiği bir gerçektir. Dili kadar ele
alınan konunun mahiyeti de bu metnin anlaşılmasını güçleştirmiş ve onu ağır metinlerden
birisi haline getirmiştir. (Fusûs’ta Tanrı, âlem, insan ve Tanrı-âlem-insan ilişkisi sistematik
bütünsellik içinde veya metafiziksel açıdan ele alınmıştır). Nitekim Fusûs’un anlaşılması ve
açıklanması için İslam düşünce tarihinde pek çok şerhin kaleme alınması bunu
göstermektedir. Dolayısıyla Fusûs, bugüne dek İslam düşünce tarihinde hakkında en çok şerh
yazılan metinlerin başında gelmektedir.2276 Bu yüzden, İslam düşünce tarihinde bu tip klasik
ve ağır metinler, tek başına değil, daima onlara vakıf olan bir hocayla birlikte okunmuştur.
İnsanların bir kısmı -ille de Fusûs okumak istiyorlarsa- bu dili anlamaya çalışmak
yerine işin kolayına kaçarak kafalarına göre kelimelere ve metne anlam yükleyerek şiddeti
başka bir boyuta taşımaktadır. Diğer bir deyişle metnin bir bütün olarak neden bahsettiği
(konu), orada kelimelerin ve dilin nasıl kullanıldığı gibi hususların hiçbirine dikkat
kesilmeden kimi okurların zihinsel dünyalarında tasarladıkları ve aslında Fusûs’ta dile
getirilen hakikatle uzaktan yakından alakası olmayan bir anlamı metne yükleyerek
anakronizme sürüklendiği görülmektedir. Ne yazık ki, anakronizm çağımızda sıkça
başvurulan ve yaygın bir biçimde karşılaştığımız bir metinsel şiddet türüdür. Bu şekilde
okunmaya çalışılan metin, ister istemez, kendi özgün bağlamından koparılarak soyut ve
anlamsız bir gerçekliğe dönüşmektedir. Bir metni tahrip etmek, aynı zamanda onun yazarını
da bu tahribatın bir parçası haline getirmektir.
Sözün özü, okurun Fusûs’a dair bir anlama zemini yoksa o metin ister istemez
tahribatın ve yanlış anlamaların merkezi haline gelebilir. Tersinden söylersek okurun
Fusûs’un bilinen anlamda klasik bir tasavvuf metninden ziyade bir metafizik veya tasavvuf
felsefesi metni olduğuna, onun Varlığın Birliği öğretisinden bahsettiğine dair bir ön bilgisinin
olması, bu metnin anlaşılmasını ve yorumlanmasını kolaylaştıracaktır. Ayrıca, metnin ortaya
koyduğu hakikat ile okurun kafasındaki hakikat birbirine uymayınca okur işin kolayına
kaçarak baştan itibaren bu uyumsuzluğun metinden kaynaklandığını ve olayın kendisiyle
hiçbir ilgisi olmadığını varsaymaktadır. Dolayısıyla okur, sorun kendisinde olsa bile, onu
metne mal ederek kendisini olayın dışında tutmaktadır. Böylece o, kendi hakikat anlayışıyla
yüzleşmek yerine bundan kaçmayı ve kolay olana yönelmeyi tercih etmektedir. Bu tip
okurlar, hakikate açık olmadıkları gibi onlarla yüzleşmeyi de göze alabilecek bir bilgi
birikimine ve cesarete sahip değildirler. “Bir düşünür, kendi milletinin kültürünü tenkit
edebilir, ama tahkir edemez… Bizim aydınımız önce kendi insanını ve kendi kültürünün
değerlerini tahkir eder, küfreder.” Çünkü “tenkit bilmeyi şart koşar; tahkir ise yalnızca bir
2275
Şahin EFİL, “İbn Arabî’ye Göre Tasavvuf Felsefesinde Kötülük Problemi ve Teodise”, Felsefe Dünyası,
2011/1, Sayı 53, s. 107.
2276
Örnek olarak bkz. Sadrettin Konevî, Fusûsu’l-Hikem’in Sırları, (çev. Ekrem Demirli), İz Yayıncılık, İstanbul 2009;
Dâvûd el-Kayserî, Fususu'l-Hikem’e Giriş, (çev. Turan Koç-Mehmet Çetinkaya), İnsan Yayınları, İstanbul 2015; Ahmet
Avni Konuk, Fususu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi, (çev. Mustafa Tahralı-Selçuk Eraydın), Marmara Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Yayınları, İstanbul 2013.
kaçış”ın2277 ve cehaletin göstergesidir.
Sonuç
İbn Arabî, İslam düşünce tarihinde ve bugün en çok tartışılan, eleştirilen, tekfir ve
tahkir edilen isimlerin başında gelmektedir. Geçmişte ve bugün yaşayan bir düşünürün ortaya
koyduğu düşüncelerin çeşitli açılardan (dini, bilimsel ve felsefi) tahlil edilmesi ve
eleştirilmesi gayet doğaldır. Ne var ki, Fusûs örneğinde olduğu gibi meseleyi tekfir ve tahkir
noktasına taşımak dini, ahlaki ve insani bakımdan oldukça sorunlu bir hadisedir. Çünkü tekfir
ve tahkir, insanı metnin konusundan uzaklaştırıp meseleyi tamamen duygusal ve şizofrenik
bir boyuta taşıyarak onu tahrip ederek üzerinde baskı kurmaktır. Burada hem metni hem de
yazarını ciddi bir biçimde yok sayma ve yok etme çabası görülmektedir.
Bir Müslüman için tekfirin ne dini ne de başka türden bir mazereti veya açıklaması
olabilir. Bu mekanizmasının önü sorumsuz bir biçimde açıldığında bunun sonu
gelmeyecektir. Çünkü İslam düşünce tarihinin erken dönemlerinde tekfirin o dönemde
toplumda ne türden (dini ve siyasi) sorunlara ve parçalanmışlıklar yol açtığını, bunun
olumsuz etkilerinin bugün bile hala devam ettiğini biliyoruz. 2278İnsan olarak asıl görevimiz
önüne geleni sorumsuzca tekfir ve tahkir etmek değil, oturup adam gibi ilmî ve fikri
çalışmalar yapmak, bu tip klasik metinlerden olabildiğince yararlanmak suretiyle bugün
toplumumuzun karşı karşıya kaldığı dini, kültürel, tarihsel, felsefi, edebi, sanatsal vs.
sorunlarla yüzleşmek ve onları çözmeye çalışmak, içinde yaşadığımız dünyanın
güzelleşmesine katkı sağlamak ve bu dünyaya sahici şeyler söylemeye çalışmaktır. Ancak
bunu yaparken İslam düşünce tarihinde etkili olmuş ve ön plana çıkmış düşünürleri, âlimleri
ve onların yazdığı metinleri fetişe dönüştürmemek gerekir.
Geçmişte olduğu gibi bugün de Fusûs gibi metinlere uygulanan şiddeti hiçbir şekilde
tasvip etmek ve şiddetin gerekçelerini gerçekçi bulmak mümkün değildir. Bunlar önemli
ölçüde tasavvufa karşı önyargılı bir tutumun, bu metnin dilini ve ortaya koymaya çalıştığı
hakikat anlayışını anlayamamanın veya ideolojik bir okumanın neticesinde ortaya çıkmış
görünmektedir. Ne yazık ki, Fusûs’la sınırlı olmayan metinsel şiddet örnekleri, bugün
ülkemizde, belki İslam dünyasının birçok bölgesinde oldukça yaygın görünmektedir.
Özellikle sosyal medya bu türden şiddetin sayısız örnekleriyle doludur. Nerdeyse bütün klasik
metinler ve yazarları aşırı bir biçimde şiddete maruz kalmış, mahkûm edilmiş, ötekileştirilmiş
ve itibarsızlaştırılmıştır. Bütün şiddet türleri, özü itibariyle yıkıcı, ötekileştirici, tahrip edici
ve yok edicidir. Çünkü şiddet, “kendisine maruz kalan şeyi deforme ederken onu
başkalaştırır, yerinden eder, yabancılaştırır, orijinal karakterinden soyutlar, pasifleştirir…
nesneleştirir ve tekdüze bir varlığa dönüştür”ür.2279 Bir metnin “nesneleştirilmesi”, onun
zaman, mekân ve tarihten soyutlanarak boşlukta duran basit bir nesne gibi algılanması
demektir. Kanaatimizce ötekileştirme, nesneleştirme, itibarsızlaştırma, deformasyon, yok
etme, tahkir ve tekfir tıpkı oryantalizm gibi hem metinsel şiddetin bir türü hem de İslam
düşüncesine uygulanan kültürel bir törer eylemidir. Eğer metinsel şiddete dair bu yaklaşım
doğru ise, o zaman bunun (ister büyük bir âlim isterse sıradan bir insan olsun fark etmez) bir
Müslüman tarafından gerçekleştirilmesi ciddi bir sorumsuzluk ve büyük bir skandaldır. Bunu
yapanlar, bilerek veya bilmeyerek bu toprakların ilmi, fikri ve dini birikimini, tarihi
tecrübesini, ortak hafızasını ve irfanını yok etmekte ve tüketmektedir.
Tarihi örnekler açıkça metinsel şiddetin bugüne kadar insana ilmi, fikri ve dini
bakımdan sorunlardan başka bir katkısı olmadığını göstermiştir. Bütün bunlar, kişisel egonun
ve bir takım duygusal düşüncelerin tatmin edilmesinden başka bir şey değildir. Geçmişle
gelecekte karşılaşmak veya geçmişi ‘mevcut an’a getirmek için dini, felsefî, edebî, ilmî ve
fikrî olarak kaleme alınmış bütün klasik metinlerimizi ciddiye almamız ve onlardan
olabildiğince yararlanmamız gerekir. Çünkü bugünün dünyasını ve orada olup biten
2277
İhsan Fazlıoğlu, Sözün Eşiğinde, s. 37.
Haricilerin Hz. Ali’yi tekfir etmesi neticesinde Hz. Ali şehit edilmiş, bu olay toplumda büyük bir infial yaratmış, böylece
tekfir tarih boyunca birileri tarafından sürekli kullanılan ve toplumda dini, siyasi ve toplumsal bölünmelere yol açan bir
mekanizmaya dönüşmüştür.
2279
Burhanettin Tatar, “Kuran’da İnsan: Varlığının Asli Boyutları”, (Kollektif), Kuran’ı Anlamanın Fikri Arkaplanı:
26.09.2018Varlık, Bilgi, İnsan, Kuramer, İstanbul 2018, s. 317.
2278
hadiseleri anlayabilmek, karşılaştığımız çeşitli sorunları aşmak veya onlarla hesaplaşmak için
Fusus gibi öncü ve ufuk açıcı eserlere ihtiyacımız var. (Bu tür metinler, yeni bir dil ve yeni
bir söylem tarzı geliştirmek için bize rahatlıkla bir fikir veya ilham verebilir). Bu bakımdan,
okurun odaklanması gereken asıl nokta bir takım polemikleri ve gerçeği yansıtmayan önyargıları bir tarafa bırakıp metnin konusuna odaklanmaktır. Böylece metne (Fusûs) nüfuz
etmeye çalışarak onun bugünün dünyasına konuşmasına izin vermek veya onu
konuşturabilmektir.
KAYNAKÇA
Cerrahoğlu, İsmail, Tefsir Usülü, Türkiye Diyanet Vakfı Yayınları, Ankara 1989.
Dâvûd el-Kayserî, Fususu'l-Hikem’e Giriş, (çev. Turan Koç-Mehmet Çetinkaya), İnsan
Yayınları, İstanbul 2015.
Demirli, Ekrem, “Bir Tasavvuf Klasiği Olarak Fusûsu’l-Hikem”, Fusûsu’l-Hikem içinde,
(çeviri ve şerh. Ekrem Demirli), Kabalcı Yayınları, İstanbul 2006.
EFİL, Şahin, “İbn Arabî’ye Göre Tasavvuf Felsefesinde Kötülük Problemi ve Teodise”,
Felsefe Dünyası, 2011/1, Sayı 53.
Fazlıoğlu, İhsan, Sözün Eşiğinde, Papersense Yayınları, İstanbul 2015.
Kara, Mustafa, Tasavvuf ve Tarikatlar Tarihi, Dergah Yayınları, İstanbul 1985.
İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, (çeviri ve şerh. Ekrem Demirli), Kabalcı Yayınları, İstanbul
2006.
İbn Arabî, Fusûsu’l-Hikem, (çev. Nuri Gençosman), M. E. B. Yayınları, İstanbul 1992.
Konevî, Sadrettin, Fusûsu’l-Hikem’in Sırları, (çev. Ekrem Demirli), İz Yayıncılık,
İstanbul 2009.
Konuk, Ahmet Avni, Fususu'l-Hikem Tercüme ve Şerhi, (çev. Mustafa Tahralı-Selçuk
Eraydın), Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Yayınları, İstanbul 2013.
Mevlana, Mesnevi, (çev.Veled İzbudak), Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul
1991, IV.
Râgıp el-İsfahanî, Müfredât, (çev. Yusuf Türker), Pınar Yayınları, İstanbul 2007.
Tatar, Burhanettin, “Kuran’da İnsan: Varlığının Asli Boyutları”, (Kollektif), Kuran’ı
Anlamanın Fikri Arkaplanı: Varlık, Bilgi, İnsan, Kuramer, İstanbul 2018.
Yasa, Metin, “Panenteizmin Tarihsel Ardalanı Üzerine,” Ondokuz Mayıs Üniversitesi İlahiyat
Fakültesi Dergisi, 2005, sayı: 18-19, ss. 134-146.
İBNU’L-A’RABÎ’NİN HİLAFET ANLAYIŞI
Mehmet BİRSİN
Özet:İbnu’l-A’râbî, Davut Peygamber’e yapılan ihsanlar arasında “Ey Davut! Biz seni Yeryüzünde Halife kıldık”
ayetinin gösterdiği gibi hilafet makamı bulunduğunu ifade etmektedir. İbnu’l-A’rabî, Davut Peygamber’in hilafeti ile
Adem Peygamber’in hilafeti arasında ilişkiler kurmakta, Allah’a hilafet ve Peygambere hilafet kavramlarını gündeme
getirmektedir. Hilafeti zahir ve batın şeklinde taksim ettiği görülmektedir. Tebliğimizde İbn A’rabinin hilafet kavramına
yüklediği anlam bu kavramsal bağ yardımıyla gösterilmeye çalışılacaktır.
Anahtar Kavramlar: Hilafet, İnsanın Hilafeti, Zahir hilafeti, Batın Hilafeti, İmamet,
THE CONCEPT OF CALİPHATE ACCORDİNG TO IBN AL-A'RABİ
Ibn al-A'rābī expresses that among God's bestowals to the Prophet David there is a Caliphate . Ibn al-A'rabi compares the
caliphate of the Prophet David with the caliphate of the Prophet Adam. He is distinguish between the the concepts of
caliphate from prophet and the caliphate from Allah. It appears that he have been divided caliphate to zahir and batin. In
our papper, Ibn 'Arabin's concept of caliphate will be tried to be shown with the help of this conceptual link
Key Words: Caliphate, Human’s caliphate, Imamah, Esoteric caliphate
1. Giriş:
Hilafet, Arapça “h-l-f” kök fiilinin mastarı olup birinin arkasından gelip onun konumuna
yerleşmek2280 anlamlarına gelir. Zarf olan “half” formu, önün zıddı olan arka taraf, “halef” formu
ise sonra gelen2281 anlamına gelmektedir. Bu anlamı ile Kur’an’da, “Mûsâ, kardeşi Harûn’a
“kavmimin arasında yerimi al (ihlifnî) dedi”2282 ayetinde kullanılmaktadır. İstihlaf formu ise birini
kendisinin yerine atamak, halife yapmak anlamına gelmektedir.2283 “Halîfe” ise öncekinin yerine
gelen kişiye verilen addır.2284
Kur’an’da halife ve türevleri genelden özele doğru üç katmanlı bir kapsam yapısına sahiptir. En
geniş kapsamda bütün insanlar için2285 yeryüzünde tasarrufta bulunmak ve medeniyet kurma
hakkı ve sorumluluğu anlamında kullanılmıştır.2286 İkinci katmanda, iman ve sâlih amel ile
kendilerinden öncekilerin yerine yeryüzüne yerleştirilen, orada güç ve iktidar sahibi yapılan
(istihlaf) toplumları tasvir eder.2287 En dar katmanda ise yeryüzünde iktidar ve güç sahibi kılınan
toplumların yönetimine gelen yöneticiler için kullanılır. Bu anlamda kendisinden önceki
meliklerin yerine halef kılınan Hz. Dâvûd için halife kavramı kullanılmıştır.2288
İslam siyasal düşünce geleneğinde dini ve siyasi lider için kullanılan diğer kavram
imam/imamettir. Sözlükte imam, “doğruyu göstersin veya göstermesin bir toplumun sözüne ya da
davranışına uyduğu bir insan veya bir kitap ya da bunların dışında kendisine uyduğu şey” için
Doç. Dr. İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi İslam Hukuku Anabilim Dalı
Ezherî, Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed (ö.370/980), Tehzîbu’l-Luğa, (Tahk.: Ali Huseyn Hilâlî), ed-Dâru’lMısriyye li’t-Te’lîfi ve’t-Terceme, Kâhire 1384/1964, VII/393; İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemâluddin Muhammed b.
Mukrim el-Ifrıkî el-Mısrî, Lisânu’l-Arab, Dâru Sâdır, et-Tab’atu’s-sâlise, Beyrût 1414, IX/82.
2281
er-Râzî, Muhammed b. Ebî Bekr b. Abdulkâdîr, Muhtâru’s-Sıhah, Thk. Mahmûd Hâtır, Mektebetu Lübanân
Nâşirûn, Beyrût 1415/1995, s.78.
2282
A’raf, 7/142.
2283
el-Ezherî, Tehzîb,VII/413.
2284
İbn Manzûr, Lisân, IX/83.
2285
Bakara, 2/30; el-En’âm,6/165; Fâtır, 35/39; Hûd, 11/62.
2286
Udeh, Abdulkadir, İslâm ve Siyasi Durumumuz, (çev. Beşir Eryarsoy), Pınar yayınları, İstanbul 1989, s.22.
2287
Nûr,24/55.
2288
Sa’d, 38/25. Bu ayeti Mâverdî, Dâvûd’un halife kılınması ile ilgili iki görüş olduğunu kaydetmektedir: 1. ‘Bizim
halifemiz’ şeklinde yapılan taktirdir. Bu durumda hilafet nübüvvet olmaktadır. 2. Yönetimde senden önce geçenlere
halife kıldık taktiridir. Bu durumda hilafet hükümranlık (mülk) olmaktadır. el-Mâverdî, Ebu’l-Hasen Ali b.
Muhammed b. Habîb, Edebu’l- Kâdî, Thk, Muhyî Hilal es-Serhân, Matbaatu’l-İrşâd, Bağdâd 1391/1971, I/117. ezZecâc’da aynı ayete dayanarak halifelere “Allah’ın yeryüzünde halifeleri” denmesini caiz görmüştür. İbn Manzûr,
Lisân, IX/84.
2280
kullanılır.2289 Kur’an’da “imam” ve çoğulu “eimme” biçimleriyle2290 kendisine uyulan
insanlar,2291 kitap ve adetleri2292 ve bir şeyin aslı ve anası2293 anlamında kullanılmıştır.
Kur’an’ın kullanımlarına baktığımızda imam, teknik manada bir yöneticiyi değil, toplumları inanç
ve yaşam tarzı bakımından sürükleme kudretine sahip kişi veya kişiler ya da kural ve inançlar için
kullanıldığı görülmektedir. Sünni çevrelerde bu kelimenin öncü ve lider anlamı “mezhep imamı”
örneğinde olduğu üzere kullanılmaya devam etmiştir. Şiî mezhepler ise, kelimeye, mezhep
inançlarına uygun yeni bir anlam kazandırmışlardır. Bu mezheplerde imam, Allah’ın
yeryüzündeki hücceti olarak söz ve fiillerinde masum olan ve ancak kendisine tabi olmakla
hakikate ulaşılabilen kişi veya kişilerdir. Şia’nın bu terimi tercih etme sebeplerinin başında,
ihtiyaç duydukları dinî/karizmatik lider tipini resmetmeye daha elverişli olmasıdır.
İmam teriminin Raşit halifelerin hitap ve yazışmalarında kullanıldığı görülmemektedir. Bununla
birlikte kelamcılar ile mezhepler tarihçilerinin daha çok imam terimi kullanmayı tercih ettikleri
görülmektedir. Bu terimin literatürde yaygınlık kazanmasının başlıca sebebi, konuyu ilk defa
inceleme ve tartışma kapsamına çeken Şia’nın bu terimi tercih etmiş olmasıdır.2294
2. İbnu’l-Arabî’de Hilafet Kavramı
İbnü’l-Arabî, hilafeti, halife olunanın nitelikleriyle donanmak, onun adına işlem tesis etmek ve onu
temsil etmek şeklinde kavramlaştırır. Bu bağlamda İbnü’l-Arabî, Allah’a Hilafet ve Rasule Hilafet
olmak üzere temelde iki tür hilafet üzerinde durur. Allah’a hilafeti, insanlığın Allah’ın suretinde
yaratılmış olmaları noktasından hareketle genel hilafet ve Allah’tan şeriat almak anlamından hususi
hilafet niteliğinde iki kategori içerisinde tahayyül eder. Peygamber’e Hilafeti ise, Peygamber’den
gelen şeriate tabi oluş biçimine göre zahir ve hilafeti şeklinde taksim eder. Bu denkleme siyasi ve
askeri güç sahibi olmayı da bir unsur olarak ekleyen İbnü’l-Arabî’nin hilafet anlayışı, bu
değişkenlerin bir araya geliş şekline göre belirginleşir.
Yukarıda verilen değişkenler dikkate alarak İbn Arabî’ye göre hilafet ve çeşitlerini aşağıdaki gibi
tasnif edebiliriz:
2.1. Genel Hilafet: İnsanlığın hilafeti
İbnu’l-Arabî, genel anlamda varlığın özel anlamda insanın yaratılışını ilahi esmanın kendisini
görünür kılmak istemesiyle açıklar.2295 İbnu’l-Arabî’nin görünür kılma isteğini zata değil, sıfata
verdiğine dikkat çekilmelidir. Âlemlerden müstağni olması sebebiyle ilahi zatın böyle bir talebi
bulunmaz. Ona göre ilahi esma, ancak genelde varlığın özelde insanın var olmasıyla varlık
kazanmakta ve ancak onda bir anlama kavuşmaktadır. Bu sebeple esma bilinmek için insana
muhtaçtır.2296 Bu itibarla Yüce Allah, sayılmayacak sayıdaki esmasının aynlarını –buna aynını da
diyebilirsin- hepsini birleştiren bir varlıkta görmek istediğinde insanı var etmiştir.2297 Aslında
kâinatın tamamı esmadan başka bir şey değildir. Her biri kevn kelimesinin harici bir görünürlüğüdür.
İnsan ise bütün varlıklara dağılmış olan esmayı tek vücutta toplayan bir varlıktır. Bu özelliği ile
bütün harici varlıklar, ilahi ruhun kendilerine yürümesi sayesinde varlık niteliği kazanmışlardır.2298
İbnü’l-Arabî, genelde evrenin özelde insanın yaratılmasını esmanın bilinirliği üzerine kurar. Bu
bağlama onun teorisi “Ben gizli bir hazine idim, bilinmek istediğim için mahlûkatı yarattım” ( كنت كنز
... )مخفياrivayetinin açılımı üzerine kurulmuştur. Mutlak zat bütün ilişki ve bağlardan soyutlanmıştır.
2289
İsfehânî, er-Râğıb, Müfredâtu elfâzi’l-Kur’ân, Thk. Safvân Adnân Dâvûdî, ed-Dâru’ş-Şâmiyye & Dâru’l-Kalem,
Dımeşk 1412/1992; İbn Manzûr, Lisân, XII/25.
2290
Bakara,2/124; Tevbe,9/12; Hûd,11/17; Hicr, 14/79; İsrâ, 17/71; el-Enbiyâ, 21/73; Kasas, 28/5; Secde, 32/24;
Yâsîn,36/32
2291
Bakara,2/124; Tevbe,9/12; el-Enbiyâ, 21/73; Furkân, 25/74.
2292
Hûd,11/17; Ahkâf,46/12.
2293
Yâsîn,36/32.
2294
Rayyıs, M. Ziyauddin, İslâm’da Siyasi Düşünce Tarihi, çev. Ahmet Sarıkaya, Nehir Yayınları, İstanbul 1990, s.
125-126; Umâra, el-İslâm ve Felsefetu’l-Hukm, s.33.
2295
İbnü’l-Arabî, Muhyiddin, Fusûsu’l-hikem, (Tahk.: Ebu’l-alâ Afîfî), Dâru’l-kitâbi’l-arabî, Beyrut 1400/1980, I/48.
2296
Afîfî, Ebu’l-alâ, “et-Ta’likât” -Fusûsu’l-hikem’in içerisinde-, Dâru’l-kitâbi’l-arabî, Beyrut 1400/1980, s. II/6.
2297
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. I/48.
2298
Afîfî, Ebu’l-alâ, “et-Ta’likât”, II/8.
Bu sebeple zatın bilinirlik talebi olmadığı gibi bilinme imkânı da yoktur. Ancak esma tecellileriyle
bilinir. Buna göre varlığın maksadı, Allah’ın, sıfat ve esmasının tecelli ettiği bir surette nefsini
görmesidir. Diğer bir ifadeyle kendisini âlemin aynasında görmesidir.2299
İbnu’l-Arabî, esmanın insanda görünür olmasını “ayna” metaforu ile anlatır. Yüce Allah alemin
zuhurunu irade ettiğinde nefsinin orada görünmesi bu alemin cilalanmasını gerektirdi. Çünkü alem
cilası olmayan bir ayna gibiydi. İşte Âdem bu âlemin cilasıdır. İlahi sıfatların kemalatı bu cila
olmadan görünür olmaz. İbnu’l-Arabî’nin dilinde aynanın anlamı, varlığın “esrarının akıl ve kalp
nuru ile keşfedilmesi”dir.2300 İnsan olmayınca bu mümkün değildir.
Afîfî’nin ifadesiyle İbnu’l-Arabî’ye göre insan “cisim, tabiat, akıl ve ruh” sahibi bir varlıktır. Diğer
bir ifadeyle insan cismani, tabii, akli ve ilahi bir varlıktır. Bu nitelikleri bir arada taşıması sebebiyle
başka bir varlık ona benzemez. Allah’a hilafete ve küçük âlem olarak adlandırılmaya bu sebeple hak
sahibi olmuştur.”2301 İbnu’l-Arabî’ye göre insan, Allah’ın kendisiyle yaratılmışlara nazar edip rahmet
ettiği varlıktır.2302 İbnu’l-Arabî’nin şârihleri burada kullanılan rahmet kelimesinin Allah’ın eşyaya
varlık kazandırması anlamında kullandığını ifade etmişlerdir.2303
İbnu’l-Arabî’ye göre insanın hilafeti Allah’ın esmasının tamamının üzerinde tecelli etmesinden
kaynaklanmaktadır. O, insanın bütün esmanın üzerinde temessül etmiş olması sebebiyle meleklerden
ayrışıp üstün kılındığını hatırlatır. Bu bağlamda Adem’e esmanın öğretilmesi, aslında Âdem’de
esmanın zuhurudur. Yeryüzünün halifesi kılınması da esmanın zuhuruyla ilgilidir. Meleklerin “sen
orada kan dökecek bozgunculuk çıkaracak birini mi arıyorsun” ()أتجعل فيها من يفسد فيها ويسفك الدماء
şeklindeki itirazları, Âdem’in konumunu kavrayamamaktan kaynaklanmaktadır. Gerçekte “Hiçbir
şey yoktur ki, O’nu hamd ile teshbih etmesin, fakat siz onların teshbihlerini duymuyorsunuz” ( وإن من
)شيئ اال يسبح بحمده ولكن ال تفقهون تسبيحهمayetinde ifade edildiği gibi Âdem de tesbih edecektir. Tesbih ise,
her varlığın tabiatına uygun bir şekilde ilahi kemalatı ızhar etmesinden ibarettir. Her varlık
kendisinde tecelli eden ilahi esma kadar kamil olur. Bu oranda da tesbihi ali olur. Bir varlık ancak
dengi olduğu varlıkların tesbihini duyabilir. Meleklerin Âdem’in tesbihini kavrayamayışı Âdemin
câmi olduğu esmaya sahip olmayışları sebebiyledir. Benzer şekilde de Âdem de meleklerin tesbihini
duymaz. En yüce teshibi ise varlık mertebesi en yüce olan yapar. Varlık mertebesinin yüceliği
varlığın üzerinde tecelli eden esmanın çokluğuyla ortaya çıkar. Buna göre, bir varlık üzerinde tecelli
eden esma ne kadar çok ise varlık o kadar yüksek bir dereceye sahip olur ve tesbihi de o kadar büyük
olur.
İbnu’l-Arabî’ye göre insanın hilafeti, varlığında meleklerden daha fazla esmanın bir araya gelmiş
olmasından kaynaklanır. Bu sebeple bilinmek isteyen esmayı en geniş bir şekilde yansıtır ve en
yüksek düzeyde tesbih eder. Çünkü bütün ilahi kemalata mazhar olmuştur. Fakat İbnu’l-Arabî,
kemâlattan yalnızca ahlaki nitelikli olanı anlamaz. Ona göre kemal her hangi bir açıdan varlığı
gerçekleştiren bütün sıfatlardır. Bu sıfatların ahlaki nitelikte olması veya olmaması, hayır veya şer
niteliğinde olması arasında fark yoktur. Her iki türü de varlık düzeyindeki kemale katkı sunarlar.
Örneğin itaat, mün’im, rahîm ve buna benzer cemal isimlerinin görünürlüğüdür (mezâhir). Buna
karşılık masiyet ise, müntekîm, muazzib vb. esmanın görünürlüklerinden ibarettir.2304
Bu değerlendirmelerden anlaşıldığına göre İbn Ârabî’ye göre insanın hilafeti, Allah’ın esma ve
sıfatına en fazla sahip varlık olmasıyla ilgilidir. İster itaat şeklinde ortaya çıksın ister masiyet
şeklinde ortaya çıksın neticede insanın varlığında Allah’ın esması câmi olarak ortaya çıkmaktadır.
İnsan bu yönüyle diğer varlıklarda bulunmayan bir kemâlata sahip olmakta ve diğer varlıklardan
daha fazla Allah’a halife olmaya hak sahibi olmaktadır. Bu hilafet türünde bütün insanlar ortaktır. Bu
Allah’ın insanı kendi suretinde yaratmasının aslında bir gereği ve izahıdır.
2.2. Hususi Hilafet (Zahir-Batın Hilafeti)
İbnu’l-Arabî, insanlık türüne ait genel hilafetin yanı sıra ikinci bir hilafet katmanı olduğunu kabul
2299
Afîfî, Ebu’l-alâ, “et-Ta’likât”, II/7.
Afîfî, Ebu’l-alâ, “et-Ta’likât”, II/10.
2301
Afîfî, Ebu’l-alâ, “et-Ta’likât” -Fusûsu’l-hikem’in içerisinde-, Dâru’l-kitâbi’l-arabî, Beyrut 1400/1980, s. II/11
2302
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. I/51.
2303
Afîfî, Ebu’l-alâ, “et-Ta’likât”, II/11.
2304
Afîfî, Ebu’l-alâ, “et-Ta’likât”, II/14.
2300
eder. Bu ikinci katman rasuller, nebiler ve veliler için söz konusudur. Bunların dışında iktidarı elinde
bulunduran zahir halifeleri de bulunmaktadır. İbnu’l-Arabî, hilafetin bu türünü “şeriatı doğrudan
Allah’tan alma” ve “önceki Resulün şeriatına uyma”, “dünyevi güç ve iktidara sahip olma” şeklinde
tespit ettiğimiz kriterleri kullanarak iç tasnifler yapmaktadır.
2.2.1. Zahir ve Batın Hilafeti (Rasul-Halife )
İbnu’l-Arabî zahir ve batın hilafeti temellendirirken risaletin, kesbi olmayışından yola çıkar. Ancak
kesbin geçerli olmadığını ifade etiği nübüvvetten kastı, yeni bir teşri getiren nübüvvettir. Nübüvvetin
bu türü Allah’ın bir nimeti ve hibesidir. Hibe olmasından ötürü nübüvvet sebebiyle nebilerden
istenen bir karşılık da yoktur. Nebilerin Allah’ın onlara verdiği bu nimetler için şükretmiş olmaları
Allah’tan gelen bir talep sebebiyle değil, kendiliklerinden yaptıkları bir teberru niteliğindedir. İbnü’lArabî, geçmiş ve gelecek bütün günahları bağışlandığı halde Hz. Peygamber’in ayakları şişinceye
kadar ibadet etmesini ve niye böyle yaptığı sorulduğunda “şükreden bir kul olmayayım mı?”
şeklindeki cevabını görüşünü desteklemek için kaydeder. Yine Allah’ın Nuh hakkında “o şükreden
bir kuldu” buyruğunu bu kapsamda değerlendirir.2305
İbnu’l-Arabî’ye göre, Dâvut peygamber örneğinde ortaya çıkan zahir ve batında birlikte gerçekleşen
hilafet iki temel unsura sahiptir. Bunlardan ilki, resul-halifelere müstakil bir teşriîn verilmesidir.
İkincisi ise, zahiri hüküm kudretine sahip kılınmalarıdır. Ziyade hüküm koymak resul olmanın ayırıcı
vasfıdır. Bu sebeple İbnu’l-Arabî, halife resulün, eksiltme ve arttırma yoluyla önceki resulün beyanı
ile sübut bulmuş hükümlere ziyade yapabileceği görüşündedir.2306 Resulün ziyade hüküm getirmesini
Hz. İsa’nın peygamber olarak gönderilmesi üzerinden örnekler. Ona göre Yahudiler, Musa’nın
şeriatına her hangi bir ziyade getirmediğini tahayyül ettiklerinde İsa’ya inandılar ve onu tasdik
ettiler. İsa, resul olması hasebiyle, Musa’nın koyduğu hükümlere ziyade bir hüküm koyduğunda veya
birini nesh ettiğinde ise onu kabul etmediler ve katlini istediler.2307
Zahir ve batında birlikte hilafetin ikinci unsuru zahiri güç ve iktidara sahip olmaktır. İbnu’l-Arabî
bunu hüküm hilafeti olarak adlandırır. Ona göre hüküm hilafeti ancak Allah’a hilafet ile mümkün
olur.2308 Hz. Musa’nın “Rabbim bana hüküm verdi ve beni resullerden kıldı” [ َب ِلي َر ِّبي ُح ْك ًما َو َج َعلَ ِني
َ فَ َوه
ْ
َسلِين
ِ (Şuara,20/26) ifadesini yaklaşım biçimine uygun olarak yorumlar. Ona göre ayette yer
َ ]منَ ال ُم ْر
bulan “bana hüküm verdi” ifadesinden hilafet kastedilmektedir. “Beni resullerden kıldı” kısmı ise
risaleti haber vermektedir. Hilafeti hüküm kavramıyla risaletten ayıran İbnu’l-Arabî, halifenin “kılıç,
azletme ve vilayet sahibi” olduğunu, resulün ise böyle olmadığı tespitini yapar. Resul yalnızca tebliğ
ile sorumludur. Ancak eğer resul, tebliğ ettiği uğruna savaşırsa ve onu kılıç ile korursa, bu durumda
rasul-halife olur. Buna uygun olarak her resülün halife olmadığı ve her halifenin de resul olmadığı
sonucuna ulaşır.2309
İbnu’l-Arabî, zahir ve batında birlikte gerçekleşen hilafetin doğrudan nass ile tayinini Hz. Dâvud’a
özgü bir nimet kabul eder. Ona göre Allah, Dâvud’a, isim harflerinin bitişmemesi, dağların
kendisiyle birlikte tesbih etmesi nimetlerinin yanı sıra en büyük ve ona özgü bir nimet olarak hüküm
halifeliğini vermiş ve bunu nass ile haber vermiştir. Ona göre nass ile halife kılınma, Dâvud
peygamber cinsinden olan hiçbir nebi için söz konusu olmamıştır. Hatta bu rasuller arasında halife
olanlar bulunsa da hiçbiri için bu, nass ile sabit olmamıştır. Dâvud’u halife kılan nass şöyledir:
َّ سبِي ِل
َّ س ِبي ِل
َّللاِ لَ ُه ْم
ِ َّض فَاحْ ُك ْم بَيْنَ الن
ِ يَادَ ُاوود ُ إِنَّا َجعَ ْلنَاكَ َخ ِليفَةً فِي ْاأل َ ْر
َ َضلُّون
َ ع ْن
ِ ََّللاِ ِإ َّن الَّذِينَ ي
َ ُضلَّكَ َع ْن
ِ ق َو َال تَتَّبِعِ ْال َه َوى فَي
ِ ّ اس بِ ْال َح
ب
َ َعذَاب
ُ َشدِيد ِب َما ن
ِ سا
َ سوا يَ ْو َم ْال ِح
“Ey Dâvud seni yeryüzünde halife kıldık. İnsanlar arasında adaletle hükmet. Seni Allah’ın yolundan
saptıracak olan hevaya uyma. Allah’ın yolundan sapanlara hesap gününü unutmaları sebebiyle
şiddetli bir azap vardır.” (Sâd, 38/26)
İbnü’l-Arabî ayeti yorumlarken “adelet ile hükmet” ifadesini “benden gelen vahiy dışında aklına
gelen şeyle hüküm verme”2310 şeklinde te’vil etmektedir. “seni Allah’ın yolundan saptıracak”
2305
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s.161.
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 164.
2307
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 163-164.
2308
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, I/162.
2309
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, I/207.
2310
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, I/161.
2306
ifadesini, “resullerime vahyolunan yoldan saptırır” şeklinde açıklamaktadır. Sonra Allah Teala
doğrudan Dâvud’a yönelerek değil, genel bir ifadeyle yolundan sapanları azap ile tehdit etmektedir.
Burada özel bir hitabın değil umumi bir hitabın seçilmiş olmasını İbn Arabi, Allah’ın peygamberine
karşı seçtiği edep gözeten özel bir üslup olarak değerlendirmekte ve bunu “teeddüb” kelimesiyle
ifade etmektedir.2311
İbnu’l-Arabî, görüşüne yönelebilecek çeşitli itirazları ele alır ve cevaplamaya çalışır. Bu itirazlardan
ilki, Âdem’in halife kılınması meselesidir. İbnu’l-Arabî, öncelikle Hz. Dâvud hakkında sabit olan bir
nassın benzerinin Hz. Âdem için mevcut olmadığını ifade eder. Allah, meleklere yalnızca “ben
yeryüzünde bir halife var edeceğim” demiştir. Ben Âdem’i yeryüzünde halife kılacağım dememiştir.
Kaldı ki İbnu’l-Arabî’ye göre böyle bir şey söylemiş olsaydı, bu, Hz. Dâvud hakkındaki “seni halife
kıldık” sözü gibi olmazdı. Çünkü Dâvud hakkındaki söz gerçekleşmiş, bu söz ise benzer şekilde bir
gerçekliğe ulaşmamış olurdu. Ona göre Kur’an’da aktarılan Âdem kıssası, Âdem’in Allah’ın nass ile
bildirdiği hususi bir hilafete, hüküm hilafetine atandığını göstermemektedir. 2312 Eğer Âdemin
hilafeti, daha önce yeryüzünde yaşamış olanlara halef olma şeklinde anlaşılırsa –ki İbnu’l-Arabî bu
ihtimali mümkün görmektedir- bu durumda “ben bir halife var edeceğim” ifadesinin manası
gerçekleşmiş olur. Ancak bu durumda da Âdem, Allah’ın kulları arasında ilahi hüküm ile
hükmetmek hususunda Allah’ın naibi olarak atanmış değildir. İbnu’l-Arabî bu değerlendirmelerden
sonra, kendisinin hüküm hilafetinin nass ile atama (tansîs) şeklinde gerçekleşmesi ve bunun tasrihi
ile ilgili olduğunu söyleyerek bunun iddiasını nakzetmediğini düşünmektedir.2313
İbnu’l-Arabî, yalnızca Hz. Davûd’un nass ile atandığı görüşüne Kur’an’da İbrahim Peygamber için
“ben seni insanlara imam kılacağım” [اس ِإ َما ًما
ِ َّ( ] ِإنِّي َجا ِعلُكَ ِللنel-Bakara, 2/124) hitabıyla itiraz
edilebileceğini kaydetmektedir. Ancak ayetin, nass ile hilafete atamaya delil olarak ileri sürülmesinin
yerinde görmemektedir. Bu bağlamda ayette “halife” kelimesinin değil, “imam” kelimesinin
kullanılmış olduğuna dikkat çeker. Ona göre, ayetteki imamet kelimesinden hilafetin kastedilmiş
olduğu bilinse dahi bu ayet, nass ile hüküm hilafetine atama yapıldığını göstermez. Çünkü imamet
hilafetin misli/dengi değildir. Çünkü hilafet, bu makamın hususi bir ismidir, ayet İbrahim hakkında
bu hususi ismi kullanmamıştır.2314
İbnu’l-Arabî, Hz. Süleyman’ı da zahir ve batın hilafetine birlikte sahip bir resul-halife kabul eder.
Süleyman’ın (as) “Rabbim bena mağfiret eyle ve bana benden sonra kimsenin ulaşmayacağı bir
hükümranlık (mülk) bağışla, sen çokça bağışlayansın” (Sâd, 38/35) [ قا َل َربّ ِ ا ْغ ِف ْر ِلي َوهَبْ ِلي ُم ْل ًكا َال َي ْنبَ ِغي
ُ ] ِأل َ َح ٍد ِم ْن َب ْعدِي ِإنَّكَ أَ ْنتَ ْال َو َّهابduası zahir hilafeti kapsamaktadır. Bu duası ve tarihsel verilere göre Hz.
Süleyman’a da zahir hilafet olan hükümranlık (mülk) verilmiştir.2315
İbnu’l-Arabî, Muhammed (as.)’da Dâvud ve Süleyman peygamberlerde olduğu gibi zahir ve batın
hilafetin birleştiği görüşündedir.2316 İbnu’l-Arabî’ye göre, Hz. Muhammed, şeriatı Allah’tan alması
bakımından Allah’ın halifesidir. Şeriatın bazı kurallarını kendilerinden alması sebebiyle önceki
rasullerin halifesidir.2317 İbnu’l-Arabî bu görüşünü, “onlar Allah’ın hidayete eriştirdiği kişilerdir,
َّ ( ] أُولَئِكَ الَّذِينَ َهدَىel-En’âm, 6/90) ayetini Hz. Muhammed’e (as.)
onların hidayetine uy”[َّللاُ فَ ِب ُهدَا ُه ُم ا ْقتَ ِد ْه
yönelen emrin kapsamıyla açıklamaktadır. Ancak Hz. Muhammed’in önceki şeraitlerden aldığı
hükümlerin bizim için bağlayıcı olması, önceki şeriatlarda bu hükümlerin yer almasına değil, Hz.
Peygamber tarafından onaylanmış olmasına dayanır.2318 Bu veriler ışığında İbnu’l-Arabî’ye göre,
Hz. Musa, Dâvud, Süleyman ve Hz. Muhammed rasul-halifelerdir. Bunlar şer’î hükümleri doğrudan
Allah’tan almış ve bunların tebliği ve korunması için güç kullanmışlardır. Bu hilafet türünü İbnu’lArabî, Allah’a hilafet veya teşrî’ hilafeti olarak da adlandırmıştır.2319
2311
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, I/162.
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 162.
2313
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 162.
2314
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 162.
2315
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. I/152; Afîfî, Ebu’l-alâ, “et-Ta’likât”, II/208.
2316
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, I/152; Afîfî, Ebu’l-alâ, “et-Ta’likât”, II/208.
2317
Afîfî, Ebu’l-alâ, “et-Ta’likât”, II/222.
2318
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, I/163.
2319
Afîfî, Ebu’l-alâ, “et-Ta’likât”, II/222.
2312
2.2.2. Sade Zahir hilafeti (Halife)
İbnu’l-Arabî (638/1240), Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan, Raşid Halifeler (632-661)
ve Emevilerden (661-750) sonra Abbasiler (750-1258) tarafından sürdürülen ve halifenin verdiği
meşruiyet ile Anadolu’da Selçuklu hanedanı (1077-1308); Suriye, Yemen, Filistin ve Kuzey
Afrika’da Eyyubîler (1171-1252) tarafından kullanılan iktidarı “bugünün hilafeti” ve “kılıcı olan
zahir hilafet” olarak adlandırmıştır.2320 İbnu’l-Arabî, bu hilafeti bir olgu olarak kabul etmiş ve
bunlarla çeşitli ilişkiler kurmuştur. Yaptığı görüşme ve yazışmalarla çeşitli telkinlerde
bulunmuştur.2321
Bilindiği gibi hilafet, Hz. Peygamber’in kurucusu olduğu Medine merkezli siyasal yapıda onun
vefatının ardından ortaya çıkan bir yönetim şeklidir. Beni Saide Çardağında Ensar ve Muhacirler
arasında gerçekleşen müzakereler sonucunda çatısı çatılmıştır.2322 Sakîfe toplantısı, Sahabenin, Hz.
Peygamber’in bulunmadığı bir dünyada kendi toplumsal varlıklarını algılama biçimini ve bir siyasal
toplum olarak var olmamın koşulları hakkında yaptıkları ilk değerlendirmedir. Bu toplantıda
söylenenler kadar bu söylenenlerin üzerine bina edildiği ancak dillendirilmeyen ortak kabuller de
önem arz etmektedir. Bu toplantıda hiç dillendirilmemiş olsa da Hz. Peygamber’i siyasi bir mirasının
olduğu tarafların ortak kabulü niteliğindedir. Tartışma bu siyasi mirasın yönetecek kişinin
belirlenmesiyle ilgilidir. Medineli (ensar) ve daha sonra Mekkeli Müslümanların katılımıyla
gerçekleşen toplantı, Hz. Peygamber sonrası dönemde ortaya çıkacak olan yönetim modelinin
temelini atmış ve Hz. Ebu Bekir’i bu modelin ilk yöneticisi olarak seçmiştir.
Bu toplantıda “emr” kavramı üzerinde yürütülen tartışmanın Hz. Ebu Bekr’in seçilmesiyle
sonlanmasını ardından adlandırma sorununun gündeme geldiği tarihi rivayetlerden anlaşılmaktadır.
“Allah’ın halifesi” anlamına gelen “Halifetullah” şeklinde bir hitaba muhatap olan Ebu Bekr’in bunu
reddettiği ve “Allah’ın Resulünün Halifesi” (Halifetu Rasulillah) şeklindeki unvanı kabul ettiği ve
yazışmalarında kullandığı bilinmektedir. Hz. Ömer’in iktidarının başlangıcında kendisine “Allah’ın
Rasulünün Halifesinin Halifesi” şeklinde hitap edilmeye başlandığını; ancak Ömer’in bunun hitap
zorluğu doğuracağı düşüncesiyle reddettiği ve “Mü’minlerin Emiri” (Emîru’l-Mu’minîn) unvanını
kullanmayı tercih ettiğini tarihi veriler göstermektedir.2323
İbnü’l-Arabî’nin zahir hilafet adını verdiği ve Hz. Peygamber’in vefatından sonra Medine’de ortaya
çıkan bir yönetim modeli olarak hilafet ile Kur’an’da yer alan Halife/hilafet kelimesi ve türevleri
arasında doğrudan bir bağ bulunmamaktadır.2324 Kur’an’ın kullanımında halife/hilafet ve türevlerinin
ortak noktasını önceki bir sorumluluğa, nimete ve şerefe sonradan gelenlerin ulaşması veya
yüklenmesi oluşturmaktadır. Bu kullanımlarda Allah’ın halifesi tamlaması yer almadığı gibi açık bir
şekilde belirli bir siyasal sistem modelinin öngörüldüğü de söylenemez.
Hadis kaynaklarında, çok sayıda halifenin geleceğini bildiren rivayetlerin yanı sıra sınırlı sayıda
halife olacağını belirten rivayetler yer de almıştır. Çok sayıda halife bulunacağını haber veren
rivayet, “Beni İsrâîl’i nebiler yönetirdi. Bir nebi vefat ettiğinde başka bir nebi gelirdi. Ancak benden
sonra nebi yoktur. Halifeler olacak ve çok olacaktır…”2325 şeklinde bir çerçeve belirlemektedir. Bu
rivayetin karşısında “hilafetin otuz yıl olduğunu” 2326 ifade eden rivayetler yer almıştır. Bu
2320
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, I/163.
İbnü’l-Arabî’nin 612’de (1215) Konya’ya sultanı Hıristiyanlara karşı kışkırtmak için geldiği ileri sürülmüştür. Yine
bu yıllarda Selçuklu Sultanı I. İzzeddin Keykâvus’a hıristiyanlara karşı tâvizkâr davrandığı için uyardığı, Sivas’ta iken de
Keykâvus’un Antakya’da Franklar’a karşı cihad ilân edeceğini ve muzaffer olacağını rüyasında görüp bir şiirle
Malatya’dan kendisine bildirdiği bilgisi bulunmaktadır. İbnü’l-Arabî’nin yalnızca Selçuklu sultanlarıyla değil,
Eyyûbîler’in Halep emîri el-Melikü’z-Zâhir ve Dımaşk emîri el-Melikü’l-Âdil ile ilişkilerinin bulunduğu görülmektedir.
Kılıç, M. Erol, “İbnü’l-Arabî”, DİA, yıl: 1999, cilt: 20, s. 494-495.
2322
Mâverdî, Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Habîb, el-Hâvi’l-Kebîr, Tahk. Alî Muhammed Muavved ve Âdil Ahmed
Abdulmevcûd, Dâru’l-kutubi’l-ilmiyye, Beyrût1414/1994, XIV/98.
2323
Mâverdî, Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Habîb, el-Ahkâmu’s-sultâniyye ve’l-vilâyâtu’d-dîniyye, (Tahk:.
Hâlid Abdullatîf es-Seb’ el-İlmî, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrût 1410/1994, s.50. Hamîdullah, Muhammed,
Mecmûatu’l-Vesâiki’s-Siyâsiyye li’l-Ahdi’n-Nebevî ve’l-hilâferi’r-Râşide, Dâru’n-Nefâis, Beyrût 1407/1987, s. 371545.
2324
Umâra, Muhammed, el-İslâm ve Felsefetu’l-Hukm, Dâru’ş-Şurûk, Kâhire 1409/1989, s.28-29.
2325
Müslim, İmârâ, 10. Ayrıca hilafet lafzı için bkz. Buhârî, Ahkâm,42.
2326
Bu hadislerin bir biri ile telif edilme uğraşları için bkz. El-Munâvî, Abdurraûf, Feydu’l-Kadîr, el-Mektebetu’lTicariyyetu’l-Kubrâ, Mısır 1356, III/509.
2321
rivayetleri, ilki kâmil olan olmayan bütün hilafetleri, ikincisi kâmil olan hilafetleri kapsamaktadır,
şeklinde cem etme eğilimi yaygın kanaati temsil etmektedir. Ancak ilk rivayetin halifeleri, Beni İsrail
nebileriyle kıyaslaması, hilafeti nebilerin misyonuyla ilişkilendirmesi, rivayetin iddia edilenin aksine
nakıs hilafetleri kapsadığını söylemeyi güçleştirmektedir. Bu sebeple biri Râşid Halifeler sonrası
siyasi gelişmeleri onaylayan, diğeri muhalif olan, iki ağızdan çıktığı intibaı veren bu hadisler,
dönemin şartları gereği Hz. Peygamber’in dilinden aktarılmış izlenimi vermektedir. Kabul etmemiz
gerekir ki, bu ve benzeri hadisler, dönemin siyasal tartışmalarını Hz. Peygamber’in dili ile
yorumlama ve mevcut sorunları peygambere çözdürme çabalarının ürünüdürler. 2327 Zaten halife ve
hilafet kavramları bu kadar açık ve net olsaydı, Saide toplantısındaki tartışmada bu ismin kullanılırdı.
Ebu Bekir ve Ömer için hangi unvanın kullanılacağı hususunda herhangi bir tartışma yaşanmazdı.
Ömer’in bütün yazışmalarında halife yerine “Emiru’l-mü’minîn” unvanını kullanması söz konusu
olmazdı. Bu bakımdan hadislerde geçen “halîfe” ve çoğulu ile “hulefâ” kelimelerinin daha sonraki
tecrübelerle yoğrulduğu hatta ifadenin bu terime yüklenen sonraki anlamlarla yeniden inşa edildiğini
düşünmek zorlama bir yaklaşım değildir.
Ancak tarih, hadis ve kelam kaynakları ile sonraki dönemlerde fıkıh kaynakları tarafında hilafet
başlığı altında yürütülen tartışma, Hz. Peygamber’den geriye doldurulması gereken siyasi bir makam
kaldığı görüşünün İslam toplumu tarafından sürdürüldüğünü göstermesi bakımından önemlidir. Bu
bağlamda Şiî ve Sünnî mezhepler arasındaki temel tartışmalardan biri olan Halifenin seçim ile mi,
yoksa nass ile mi tayin edildiği meselesi, her iki kesimin ortaklaşa bir kabul ile halifenin gerekliliğini
kabul ettiklerini göstermektedir. Seçim ve nass ile tayine ilişkin görüş ayrılığı, halifenin misyonuna
ilişkin yaklaşım farklılıklarının sonucudur. Halife’ye dini liderlik (hüccet) misyonu veren Şia, nass
ile tayini ileri sürmüş, halifenin siyasi misyonunu öne çıkaran Sünnî mezhepler ise seçim tezini
savunmuştur.
İbnü’l-Arabî, ne Sünî teoriyle ne de Şiî teoriyle ilgilidir. O bambaşka bir hilafet tasarımına sahiptir.
Bununla birlikte İbnü’l-Arabî, Allah’ın Rasulü’nün vefat ettiğinde kendisinden sonra kimseyi ardıl
(halife) olarak tayin etmediği görüşündedir.2328 Bu cümle Sünni düşünceye destek verdiği şeklinde
yorumlanmaya müsait olsa da İbnü’l-Arabî’nin esas amacı bu değildir. Onun meselesi, bir sonraki
başlıkta anlatacağımız batın hilafetine zemin oluşturmaktır. Bununla birlikte İbnu’l-Arabî, “bu günün
hilafeti” olarak adlandırdığı bir hilafetin Hz. Peygamber’in vefatının adından oluşup geldiğini kabul
etmektedir. Ona göre bu halifeler, Hz. Muhammed (as)’ın getirdiği şeriata tabi olarak zahiri iktidarı
kullanan zahir halifeleridir.
İbnü’-Arabî, zahir hilafete sahip birden fazla halifenin olmasının mümkün olmadığı düşüncesindedir.
Bu görüşünü Hz. Muhammed’in (as) “iki halifeye biat edildiğinde bunların sonuncusunu öldürün”
hadisine dayandırmaktadır. İbnü’-Arabî, halifelerden birinin öldürülmesiyle ilgili hükmün zahir
hilafet ile sınırlı olduğu görüşündedir.2329 İki halifeye biat edilmesi halinde İbnü’l-Arabî, adil olanın
peygamberin zahir halifesi olduğunu kabul eder. Ona göre, Hz. Peygamber’in kılıç kullanan yani
siyasi ve askeri güç sahibi iki halifesinin olmasını kabul etmek iki ilahın varlığını kabul etmek gibi
olanaksızdır. Hatta bunu olanaklı kabul etmek mümkün olsaydı, bu, iki ilahın varlığını kabul
hususunda bir asl olurdu. Kur’an, “yerde ve gökte iki ilah olsaydı her ikisi de fesat bulurdu”
buyurmaktadır. Çünkü iki mutlak irade ve kudret sahibi ilahın daima ittifak edemeyecekleri, ihtilaf
ettiklerinde ancak birinin hükmünün yürürlük kazanacağı ve hükmü nafiz olanın ilah, diğerinin ilah
olmadığı açıktır.2330
İbnü’l-Arabî’nin bugünün halifeleri olarak adlandırdığı halifelerin zahir halifeleri olmasının sebebi,
Hz. Peygamber’den geldiği sabit olan şeriata uymaları ve bunda azaltma veya çoğaltma
yapamamalarıdır. Bu halifeler hükümleri, rivayetler yolu ile peygamberden almakta ve ona
uymaktadırlar. Bu halifeler yalnızca içtihat yoluyla sabit olmuş şer’î hükümleri eksiltebilir veya
arttırabilir. Muhammed (as.) koyduğu şeriatta ise böyle bir şey yapamazlar.2331
2327
Hatiboğlu, Mehmet Said, İslamda İlk Siyâsî Kavmiyetçilik Hilâfetin Kureyşliliği, Ankara Üniversitesi, İlâhiyat
Fakültesi Dergisi, Cilt:XXIII, Ankara 1978, s.186.
2328
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, I/163.
2329
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 164.
2330
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 165.
2331
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 164.
İbnü’l-Arabî’ye göre herhangi bir zahir halifenin bir hadise muhalif hüküm verdiği görülebilir.
Ancak bu, Hz. Peygamber tarafından konulmuş bir şeriatı değiştirmesi anlamında değildir. Bu
duruma yol açan şey, halifenin aykırı davrandığı hadisin ona göre, Hz. Peygamber’e ait olduğunun
tespit edilememesidir. Çünkü bu halifeler haberleri, adil kişiden adil kişiye nakil yoluyla
almaktadırlar. Adil kişiler ise vehimden ve mana yoluyla nakilden masum değildirler. 2332 Bu
bakımdan bu hilafet türü, Hz. Peygamber’den geldiği sabit hükümlere tabi olur ve faaliyetlerini bu
hükümler çerçevesinde gerçekleştiririler.
2.2.3. Sadece Batın Hilafeti (Veli)
İbnü’l-Arabî, Hz. Peygamber’in şeriatını takip eden ve kılıç gücüne sahip olan zahir halifelerin
varlığını bir olgu olarak kabul eder. Ancak onu asıl ilgilendiren “bizim emsallerimizin ancak
bildiği”2333 diyerek genel bilinebilirliğin dışına çıkardığı batın hilafetidir.
Ona göre batın halifeleri, zahir halifelerinden farklı olarak bilgilerini rivayetler yolu ile elde
etmezler. Onlar bilgilerini Peygamber’in aldığı kaynaktan alırlar. Bu sebeple Allah’ın aramızdaki
halifeleridirler. İbnü’l-Arabî’ye göre, Hz. Peygamber’in vefatından sonra kendisine halife olacak
herhangi bir kişiyi belirlememiş olmasının sebebi, ümmeti arasında hilafeti, bu şekilde Rabbinden
alacak kişilerin olduğunu bilmiş olmasıdır.2334 Bu özelliği ile batın hilafeti seçim ile değildir.
Allah’ın peygamber kılması gibi vehbî de değildir. Bu hilafet, resulün maddesiyle aynı maddeye
sahip olan kişilerin2335 kesb yoluyla ulaştıkları bir makamdır.
Batın halifeleri, bilgiyi peygamber’in aldığı kaynaktan almaları sebebiyle Allah’ın halifeleridir.
Ancak bunların resullerden farkı, şeriata ilave veya eksiltme yapma yetkilerinin bulunmamasıdır. Bu
sebeple bu halifelerin, ulaştığı bilgiler resulün tebliğ ettiklerine aykırı olamaz. Bu durum göz önüne
alındığında Resule tabi olan halifeler gibi anlaşılırlar. Fakat hakikatte bilgiyi doğrudan aldıkları için
Allah’ın halifesidirler. Allah tarafından batın halifelerine, Rasul’e verilen hükümlere aykırı bir
hüküm verilmediği için zahir bakımından uyan ve aykırı davranmayan kişilerdir. 2336 Ancak
doğrudan Allah’tan aldığı hükümler bakımından hususidirler ve muvaffak kılınmışlardır.2337
İbn Arabî, bu halifelerinin hükümleri doğrudan Allah’tan almaları bakımından sahip oldukları
konumu, Hz. Peygamber’in, önceki Peygamberlerin şeriatına ait hükümlerin bir kısmını
onaylamasına benzetmiştir. Hz. Peygamber’in ikrar ettiği hükümlere önceki peygamberler için şeriat
kılınması sebebiyle değil, onun ikrarı sebebiyle tabi oluruz. Çünkü bu hükümleri doğrudan Allah’tan
almıştır. Batın halifesinin Allah’tan aldığı hükümler, Hz. Peygamber’in getirdiği ahkâma benzese de
bu hükümlere tabi oluşu Allah’tan almış olması sebebiyledir. Ancak bu olgunun biri zahir diğeri
batın şeklinde iki görünüşü vardır. Bu sebeple “keşf lisanı ile Allah’ın halifesi”, “zahir lisanı ile
Rasulün halifesi” olarak adlandırılır.2338 Batın halifesinin hali keşif yolu ile bilindiği için onun
hükümleri Allah’tan aldığı yargısını ancak bu özelliklere sahip kişiler verebilirler. Zahir ile
yetinenler ise onları Rasülün halifesi olarak görürler.
Batın halifesi, zahir halifesinden farklı olarak kılıç kullanmaz. Bu sebeple zahir halifesinin tek olması
gerekirken batın halifesinin tek olması gerekmez. Birden fazla batın halifesi olabilir. Hz.
Peygamber’in biat edilen bir halifeden sonra ortaya çıkan halifenin öldürülmesini emreden hadisinin
gerekli kıldığı hüküm batın halifelerine tatbik edilmez. Çünkü batın hilafette katl yoktur. 2339
3. Sonuç
İbnu’l-Arabî, varlığı Allah’ın zatının değilse de esmasının bilinmek istemesiyle açıklar. Bu şekilde
varlıklar esmanın tecellileri şeklinde ortaya çıkar. İnsan dışındaki varlıklarda bütün esma tecelli
etmez, onlar kısmi ve sınırlı esmayı yansıtırlar. İnsan ise bütün esmanın tecelli ettiği bir varlık olarak
esmanın bilinmek istemesini gerçekleştirir. Bu itibarla insan, Allah’ın bütün isimlerinin üzerinde
tecelli ettiği en mükemmel varlıktır. İbnu’l-Arabî’ye göre insanın Allah’ın halifesi olması da bu
2332
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 164.
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 162.
2334
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 163.
2335
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 163.
2336
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 163.
2337
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 163.
2338
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 163.
2339
İbnü’l-Arabî, Fusûsu’l-hikem, s. 165.
2333
sebepledir. İbnu’l-Arabî’nin kavramlaştırdığı şekliyle insan cinsinin Allah’a hilafeti Kitap ve
sünnette yer almaz. Ancak yukarıda verdiğimiz düşünme biçimiyle İbnu’l-Arabî, insan cinsinin
Allah’ın halifesi olduğu sonucuna ulaşır.
İbnu’l-Arabî, insanın genel hilafetinin yanı sıra zahir, batın ve hüküm hilafetinden de söz eder.
Hususi hilafet olarak adlandırılabilecek olan bu hilafet türleri, esasında rasul, nebi ve veli olarak
nitelenen insanlar içindir. Bunların dışında iktidarı elinde bulunduran zahir halifeleri de
bulunmaktadır. İbnu’l-Arabî, hilafetin bu türünü “şeriatı doğrudan Allah’tan alma” ve “önceki
Resulün şeriatına uyma”, “dünyevi güç ve iktidara sahip olma” şeklinde tespit ettiğimiz kriterleri
kullanarak iç tasniflere tabi tutar. Hilafeti bu kriterler ekseninde tasnif ettiğimizde;
a. Resul-Halifeler hakkında gerçekleşen zahir ve batın hilafeti ortaya çıkmaktadır. İbu’l-Arabî’ye
göre bu hilafet, Hz. Davud hakkından bizzat Kur’an nassı ile sabittir. Onun dışında Hz. Musa,
Süleyman ve Hz. Muhammed hakkında da bu hilafet türü sabit olmuştur. Bu resul halifeler hem
Allah’tan şeriat almışlar hem de bu şeriatı güç kullanarak savunmuşlardır.
b. Bir resulün getirdiği dinin ahkamını siyasi güç ile tatbik etmek için ortaya çıkan hilafet. İbnu’lArabî buna zahir hilafeti adını vermektedir. Hz. Peygamber’in vefatından sonra ortaya çıkan Raşit
Halifeler, Emeviler ve Abbasîler tarafından sürdürülen hilafeti bu kapsamda ele almaktadır.
c. Resulün bilgi aldığı kaynaktan bilgi almak suretiyle gerçekleşen hilafet. İbnu’l-Arabî bu hilafeti
batın hilafeti olarak adlandırmaktadır. Batın halifeleri siyasi güce sahip olmak zorunda değildir.
Onları halife kılan şey, resulün bilgi aldığı kaynaktan bilgi almalarıdır. Bu kişilere resule verilen
ahkamın aynısı verilmiştir. Bu sebeple zahiren resule uymuş görünürler. Fakat hakikatte bu kişiler
Allah’tan aldıkları bilgiye tabi olmuşlardır. Bunların döneminde yaşadıkları resulün getirdiği ahkamı
değiştirme yetkileri yoktur. Çünkü bu yetkilerinin olması onların da resul olması anlamına gelir.
Ancak onlar resul değildir. Ancak bu kişiler resulün getirdiği bilgiyi rivayet yolu ile değil, resulün
bilgiyi aldığı kaynaktan doğrudan almaları sebebiyle sahih hükümleri sakiminden kolayca ayırırlar.
Bu duruma İsa’nın nüzulüyle Hz. Muhammed’in getirdiği ahkâmda içtihatlar yoluyla oluşan
çeşitlilik ve karışıklığı sona erdirmesini örnek olarak verir. Bu şekilde kelam ve fıkıh ilimlerinin
metodolojilerinin dışında şer’î bilgi elde etmenin yeni bir kaynağı olduğunu savunur. İlham
kavramıyla ifade edilen bu yeni kaynak, bilginin ispatlanabilir bir araç ile değil, doğrudan Allah’tan
alınması veya ona tasdik ettirilmesi şeklinde işlev görür.
4. Kaynakça
Afîfî, Ebu’l-alâ, “et-Ta’likât” -Fusûsu’l-hikem’in içerisinde-, Dâru’l-kitâbi’l-arabî, Beyrut
1400/1980.
Ezherî, Ebû Mansûr Muhammed b. Ahmed (ö.370/980), Tehzîbu’l-Luğa, (Tahk.: Ali Huseyn Hilâlî),
ed-Dâru’l-Mısriyye li’t-Te’lîfi ve’t-Terceme, Kâhire 1384/1964.
Hamîdullah, Muhammed, Mecmûatu’l-Vesâiki’s-Siyâsiyye li’l-Ahdi’n-Nebevî ve’l-hilâferi’rRâşide, Dâru’n-Nefâis, Beyrût 1407/1987.
Hatiboğlu, Mehmet Said, İslamda İlk Siyâsî Kavmiyetçilik Hilâfetin Kureyşliliği, Ankara
Üniversitesi, İlâhiyat Fakültesi Dergisi, Cilt:XXIII, Ankara 1978.
İbn Manzûr, Ebu’l-Fadl Cemâluddin Muhammed b. Mukrim el-Ifrıkî el-Mısrî, Lisânu’l-Arab, Dâru
Sâdır, et-Tab’atu’s-sâlise, Beyrût 1414.
İbnü’l-Arabî, Muhyiddin, Fusûsu’l-hikem, (Tahk.: Ebu’l-alâ Afîfî), Dâru’l-kitâbi’l-arabî, Beyrut
1400/1980.
İsfehânî, er-Râğıb, Müfredâtu elfâzi’l-Kur’ân, Thk. Safvân Adnân Dâvûdî, ed-Dâru’ş-Şâmiyye &
Dâru’l-Kalem, Dımeşk 1412/1992.
Kılıç, M. Erol, “İbnü’l-Arabî”, DİA, yıl: 1999, cilt: 20, s. 494-495.
Mâverdî, Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Habîb, Edebu’l- Kâdî, Thk, Muhyî Hilal es-Serhân,
Matbaatu’l-İrşâd, Bağdâd 1391/1971.
Mâverdî, Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Habîb, el-Ahkâmu’s-sultâniyye ve’l-vilâyâtu’d-dîniyye,
(Tahk:. Hâlid Abdullatîf es-Seb’ el-İlmî, Dâru’l-Kitâbi’l-Arabî, Beyrût 1410/1994.
Mâverdî, Ebu’l-Hasen Ali b. Muhammed b. Habîb, el-Hâvi’l-Kebîr, Tahk. Alî Muhammed
Muavved ve Âdil Ahmed Abdulmevcûd, Dâru’l-kutubi’l-ilmiyye, Beyrût1414/1994.
Munâvî, Abdurraûf, Feydu’l-Kadîr, el-Mektebetu’l-Ticariyyetu’l-Kubrâ, Mısır 1356.
Rayyıs, M. Ziyauddin, İslâm’da Siyasi Düşünce Tarihi, çev. Ahmet Sarıkaya, Nehir Yayınları,
İstanbul 1990, s. 125-126;
Râzî, Muhammed b. Ebî Bekr b. Abdulkâdîr, Muhtâru’s-Sıhah, Thk. Mahmûd Hâtır, Mektebetu
Lübanân Nâşirûn, Beyrût 1415/1995.
Udeh, Abdulkadir, İslâm ve Siyasi Durumumuz, (çev. Beşir Eryarsoy), Pınar yayınları, İstanbul
1989.
Umâra, Muhammed, el-İslâm ve Felsefetu’l-Hukm, Dâru’ş-Şurûk, Kâhire 1409/1989.
İBN ARABÎ’NİN SİYASET DÜŞÜNCESİNDE İMAMET’İN ŞARTLARI
Mehmet KARAKUŞ2340
Özet: İbn Arabî, felsefe ve tasavvufun her alanına dair görüşlerine rastladığımız ve bu
görüşleriyle hem Batı hem de Doğu düşüncesini etkilemiş önemli bir şahsiyettir. İslam düşünce
tarihi içerisinde önemli bir yer işgal eden İbn Arabî, ontolojik ve epistemolojik yaklaşımları
yanında siyasete dair kendisine has fikirleriyle de dikkatleri çekmiştir. Siyaset felsefesini
imamet görüşü üzere temellendiren İbn Arabî, imamet için on şartın varlığını zaruri görüp bu
şartlardan altısının yaratılıştan dördünün de çalışılarak kazanıldığını belirlemiştir. Bu çerçevede
siyaset felsefesi açısından kendinden önceki düşünce birikimi olan Farabi ve İhvân-ı Safâ’dan
faydalanmakla birlikte, İslam siyaset geleneğinin fikirlerini de özümseyerek farklı bir imamet
anlayışını ortaya çıkarmıştır. İşte bu çalışmada Farabi ve İhvân-ı Safâ düşüncesindeki riyasetle
ilgili görüşlerin İbn Arabî’nin siyaset görüşleri üzerindeki izdüşümleri araştırılmıştır.
Kendinden önceki gelenekten farklı olarak İbn Arabî, bir toplulukta iki yöneticinin
olmayacağını, bedendeki akıl ve heva’nın mücadelesi bağlamında ortaya koyduğu analoji ile
ifade etmiştir. Bu düşünceye göre bedenin sağlıklı ve doğru yol üzere olabilmesi için nasıl ki
aklın başkanlığına ihtiyaç duyulup heva’nın uzaklaştırılması esas ise aynı kanun yöneticilik
için de geçerli olacaktır. Bu yönüyle hilafeti, zahire ve batine olmak üzere ikiye ayıran İbn
Arabî, asıl olan hilafetin bâtıni hilafet olduğunu ve bunun doğru bir şekilde anlaşılmasının da
hilafeti zahire üzerinden gerçekleştirildiğini ifade etmiştir.
The Conditions of Imamate in the Politics Concept of Ibn Arabi
Abstract: Ibn Arabi is an important person, who, as we encounter, has viewpoints on every
field of philosophy and mysticism and influenced both Western and Eastern thought with these
viewpoints of his. Ibn Arabi who occupies an important place in the history of Islamic thought,
attracted much attention with his unique ideas on politics beside his ontological and
epistemological approaches. Ibn Arabi, who constructed his political philosophy on the idea of
imamate, determines that the existence of ten conditions is a must for imamate, and that six of
these were innate, and the remaining four are to be acquired by labor. In this respect,
accompanied with his making use of the accumulation of thoughts of the previous scholars
such as Farabi and Ihwan-i Safa in terms of political philosophy, he proposes a different
understanding of imamate also adopting the ideas of Islamic political tradition. Herein this
study, the projections of the viewpoints of Farabi and Ihwan-i Safa on the political viewpoints
of Ibn Arabi are investigated. Unlike the tradition before him, Ibn Arabi expresses that there
could not be two rulers in the same community via an analogy he puts forth within the context
of the struggle between the mind and the imagination (hawa/id) in the body. Accordingly, just
as it is of the essence that the head is the chief in the body and hawa is warded off in order for
the body to remain healthy and on the right path; the same order applies to the institution of
administration. In this context, as he divides the practice of the caliphate into two, such as
zahiri (i.e. apparent) and the batini (i.e. esoteric), Ibn Arabi states that the batini (i.e. esoteric)
caliphate is of the element in respect with the practice of caliphate, however, the correct
understanding of the batini caliphate would happen through the zahiri (i.e. apparent) caliphate.
2340
Dr. Öğr. Üyesi Kilis 7 Aralık Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Öğretim Üyesi
Giriş
İbn Arabî (560-638/1165-1240), İslam düşünürleri arasında değişik konular üzerinde eser yazmış
ender kişilerden biri olup, uzlaştırdığı fikirlerin çeşitliliği ve sisteminin genişliği bakımından
müstesna bir yere sahiptir.2341
Asıl adı Muhyiddin Muhammed b. Ali b. Muhammed el-Arabî et-Tai el-Hatimi olan Muhyiddin elArabî, 560/1165’te Endülüs’ün Mürsiye kasabasında doğmuş2342, aldığı bir davet üzerine Konya’ya
gelerek, orada 606/1209-10’da Risâletü’l-Envâr’ı yazmıştır. Bir süre Urfa, Diyarbakır ve Sivas’ta
bulunan İbn Arabî, Sadreddîn-i Konevî’nin babası Mecdüddin İshak’la birlikte Malatya’ya gelmiş,
615/1218’de Mecdüddin İshak’ın vefatı üzerine onun eşiyle evlenmiş ve Malatya’ya yerleşmiştir.2343
Daha sonra buradan da ayrılan İbn Arabî Şam’da 638/ 1240 tarihinde vefat etmiştir.2344
İbn Arabî İslam âleminin batısında ve doğusunda birçok yönetici ile bir araya gelmiştir. Yöneticiler
İbn Arabî ile istişare etmek, öğütlerinden istifade ile onun terbiyesinden geçmek istemişlerdir.
Şeyh’in hayatından öğrendiğimiz kadarıyla Mağrip’te, en azından beş emir onunla temas kurmuştur.
Bunlar Şeyh’e büyük saygı göstermişlerdi. Bunların başında meşhur muvahhit halifesi Ebu Yusuf
Yakub el-Mansur (ö:594) gelmektedir.2345
Felsefe ve Kelam ile meşguliyetin arttığı, Tasavvuf hayatının yoğun olarak yaşandığı bir bölge olan
İspanya’da İbn Arabî’nin yaşadığı dönemde siyaseten karışık bir yapı göze çarpmaktadır. 2346 Aynı
durum Doğu İslam dünyası için de geçerlidir. Taht kavgalarının sürekli yaşandığı bu coğrafyada
siyasi karışıklıklar insanları canlarından bezdirmiştir. Bu yıllar İslam alemi için oldukça kötü yıllardı.
Abbasiler zayıflamış, işler ellerinden çıkmış, her emirlik kendi bölgesinde bağımsızlığını ilan etmişti.
Görüşlerinin farklılığı dolayısıyla Aleviler de aktif hale gelmiş, aşırı guruplar oluşturmuş ve sert
tutumlarla ayaklanmışlardı.2347
İbn Arabî’nin hayatının bir dönemini geçirdiği Anadolu topraklarında o vakit Selçuklular hüküm
sürmektedir. Selçuklu hükümdarları hayatının yaklaşık on yılını geçirdiği bu topraklarda İbn
Arabi’ye hürmet etmişlerdir. O da sahip olduğu birikimi ile Selçuklu hükümdarlarına yol göstermiş
ve onların devlet anlayışının şekillenmesinde önemli rol oynamıştır.2348 Osmanlı devletinin manevi
mimarlarından olan Şeyh Edebali’nin ve Molla Fenari’nin üzerinde etkisinin olduğu görülen 2349 İbn
Arabî’ye Anadolu’da uzun süre hüküm sürmüş olan Selçuklular ve Osmanlılar üzerindeki bu
etkilerinden dolayı Türklerin milli şeyhi nitelendirmesi bile yapılmıştır.2350 Şeyh Edebali Osmanlı
devletinin manevî kurucularından olup Şam’da İbn Arabî ve Konevî ile görüştüğü ve onlardan feyz
aldığı rivâyet edilir. Şam’dan dönüşünde Bilecik’te bir zaviye kuran Şeyh Edebali zamanında,
Osman Gazi’nin ve Osmanoğullarının en büyük destekçisi olmuştur. Şeyh Edebali’nin Osman Gazi
ile olan yakınlığı, tıpkı gelenekte İbnü’l-Arabî’ye ait olduğu kabul edilen Şeceretü’n-Numaniye fi’d2341
Hilmi Ziya Ülken, İslam Felsefesi, Cem yaY. İstanbul 1993, s.278.
Addas, Claude, Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, çev. Atilla Ataman, Gelenek Yay. İstanbul 2003, s.36; M. Erol Kılıç,
İbnü'l-Arabî, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, Ankara 1999, 20. Cild, s. 493.
2343
M. Erol Kılıç, “İbnü’l-Arabî”, s. 494.
2344
Ethem Cebecioğlu, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin (560/1165-638/1240) Hayatı ve Eserleri, Tasavvuf | İlmî ve
Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1), yıl: 9 [2008], sayı: 21, s.16, ss. 9-25.
2345
Abdulbaki Miftah, (Derleyen), Hatmu’l Kur’an Kur’an Mührü, Şeyhu’l Ekber Muhyiddin İbn Arabî’nin Kendi
Kaleminden Hayatı Ailesi, Seyahatleri, Eğitim Evreleri, Üstadları, İlmi Yönü, Tasavvufî Görüşleri, çev. Vahdettin İnce,
1. B. Kitsan Kitap Basım Yayın Dağıtım Ltd. Şti. İstanbul 2007, s.174
2346
Mahmut Erol Kılıç, Şeyh-i Ekber, Sufi Kitap İstanbul 2011, s.26.
2347
Kemal Yazıcî, Anton Gutas Kerem, Alamu’l-Felsefeti’l-Arabiyye, Mektebetü Lübnan, Beyrut 1990, s.399; Cafer Al
yasin, Felasifu’l-Müslimun, Dar el-Şuruk, 1.B. Kahire-Beyrut 1987, s.54; Ahmed Emin, Zuhru'l-İslam, Dar el-Kutub elİlmiyye, Beyrut-Lübnan, 2007, 2.B., C.2, s.110
2348
Mahmut Erol Kılıç, Şeyh-i Ekber, s.44.
2349
Mahmut Erol Kılıç, Şeyh-i Ekber, s.84.
2350
Mahmut Erol Kılıç, Şeyh-i Ekber, s.82; Ayrıca bk. Osman Türer, Osmanlı’nın Temelindeki Manevi Harç: Kuruluş
Döneminde Anadolu’da Tasavvuf, Yeni Türkiye Yayınları, Ankara 1999, C. 4, s.376; Ömer Cide, Osmanlı’nın
Kuruluşunu Anlamak, Kitabî yayınları, İstanbul 2016, s.70-71.
2342
Devleti’l-Osmaniye adlı esrârengiz risâle gibi Osmanlı Hanedanı’nın manevî meşruiyetinin kuvvetli
bir delili olarak yorumlanmıştır.2351 Aynı şekilde Hicrî 605’te Malatya’da doğan Muhyiddin İbn
Arabî’nin manevî oğlu ve halifesi Sadreddin Konevî aracılığıyla Vezir Pervâne Muinüddin, Atabek
Mecdiddin Müstevfi, Hatıroğlu Celaleddin Mahmud, Emir Nizameddin Evhad, ileride Germiyanoğlu
beyliğini kuracak olan Yakub Bey’in babası Seyfeddin Ali Şir Bey gibi devrin önemli siyasî isimleri
üzerinde de etkisi bulunmaktadır. Babasının talebelerinden olan Selçuklu Sultanı II. İzzeddin
Keykavus’un büyük değer verdiği ve şeyhülislamlık makamına getirdiği Sadreddin Konevî dönemin
siyasî mücadelelerine karışsa da bu mücadelenin bütün taraflarından saygı görmüş bir kişi olarak
doğrudan ve dolaylı bir şekilde İbn Arabi’nin siyasi yaklaşımıyla Anadolu coğrafyasına etki
etmiştir.2352
Batıda ve Doğuda hem halk hem yöneticiler nezdinde büyük itibar gören İbn Arabî gerek batı İslam
dünyası ve gerekse doğu İslam dünyasındaki karışıklık ve çalkantılardan hem etkilenmiş hem de
içinde yaşadığı toplumun problemlerine çözüm arayan bir sûfi olarak siyasete ilgisiz kalmamış ve
çözüm önerilerinde bulunmuştur. Haddizatında sufilerin siyasete ilgileri konusunda farklı
yaklaşımlar mevcut olmakla birlikte toplum meseleleriyle ilgilenen ve özellikle ahlaki anlamda
toplumu arındırma gayretinde olan sufilerin hem halk hem de yönetici ile ilgili görüşlere sahip
olmaları son derece doğaldır. Zira yönetici, yeryüzünde Allah’ın halifesidir.
Unutulmaması gerekir ki, içtimai hayat herkes için bir zarurettir. Filozoflar, kendi ıstılahlarınca,
böylece bir arada toplanan yerlere “Medine” adını verirler. İçtimai hayat teşekkül ederek dünya
mamur olduktan sonra birbirlerinin saldırganlığından kendilerini korumak için insanlar yasakçıya
(hükümet ve hâkime) muhtaçtırlar. Yoksa düşmanlık ve zulüm insanın hayvani olan bir tabiatı
olduğu için, insanlar birbirlerine saldırırlar ve tecavüzlerde bulunurlar, hükümet olmadığı takdirde
onları bu tecavüzlerden kimse koruyamaz. İnsanlar için bu hâkimiyet zarurettir.2353 Dolayısıyla
birinin buyruk vermesi, bir başkasının ise söz dinlemesi olgusuna ilkece karşı konamaz; bu hem
zorunlu hem de faydalıdır. Gerçekten, bazı şeyler daha doğdukları anda böyle ayrılmışlardır: Bazıları
yönetecekler, bazıları da yönetileceklerdir. Bu yöneten-yönetilen ilişkisinin birçok çeşitleri vardır ve
bu ilişkilere her yerde rastlanır. Sürekli ya da kesintili ögelerden oluşan ve sonuçta ortak bir birliği
olan her şeyde, yöneten-yönetilen ilişkisi ortaya çıkar. Bu bütün doğaları gereğince, özellikle canlı
yaratıklarda görülür; canlı yaratık ilk önce zihin ile bedenden oluşur, bunlardan birincisi yöneten,
ikincisi yönetilendir.2354
Yöneten–yönetilen ilişkisinin temellendirildiği siyaset düşüncesinin İslam düşüncesi içinde pek fazla
bir çeşitlilik gösterdiği söylenemez. Tartışma daha ziyade halife ve ona itaat düşüncesi üzerinden
yürütülmüştür. Bu durumu Lewis, “İslam siyaset literatürü; hükümdarın seçimi, atanması ve başa
geçişi, hükümdarın tebaasına, tebaanın da hükümdara karşı borçlu olduğu yükümlülükler ve bunun
sonucu olarak otorite ve itaatin kapsamı ve sınırlarını ifade eder”2355 şeklinde özetler.
Halife veya imam, İslam ümmetinin başındaki yöneticiye verilen bir ad olarak, kamusal işlerin
yürütülmesi konusunda sorumluluk yüklenen emir sahiplerine verilen bir isimdir. Bu anlamda imam
ya da halife, İslam toplumunun idari ve siyasi işlerini yürüten hükümetin reisidir. İslamiyet, her ne
kadar toplumsal hayatın her alanına yönelik düzenlemeler yapan bir din olsa da devlet yapısı ve
modeline yönelik açık bir hüküm ortaya koymamıştır. Yani İslam dininde Kur’an ve Hadisler
yoluyla ne siyasi bir rejim ne de siyasi yöneticinin seçilmesine dair tavsiye edilen veya emredilen kurallar vardır. Hatta
Hz. Muhammed, kendisinden sonra gelecek siyasi lideri dahi belirlemeden vefat etmiş; anlaşıldığı kadarıyla bu işi
Müslümanların kendi aralarında çözüme kavuşturmalarını istemiştir.
2351
2352
2353
Yetkin İlker Jandar, İbnü’l-Arabî Ve Ekberîlik, Ataç Yayınları, İstanbul 2010, s.165-166.
Yetkin İlker Jandar, İbnü’l-Arabî Ve Ekberîlik, s.142.
İbn Haldun, Mukaddime I, çev. Zakir Kadiri Ugan, MEB, İstanbul 1989, s.100-104.
Aristoteles, Politika, çev. Mete Tuncay, Remzi Kîtabevi, 1.B. İstanbul 1975, Kitap 1 Bölüm 5, s.13.
2355
Bernard Lewis, İslam’ın Siyasal Dili, çev. Fatih Taşar, Rey Yayıncılık, İstanbul, 1992, s.105.
2354
Hilafet meselesi, günümüzde de bir problem alanı olarak görülmeye devam etmektedir. Hilafeti o
günün şartlarına göre şekillenmiş siyasi bir kurum olarak görmeyerek onu, sanki kuralları belirlenmiş
ve değişmez esaslara sahip bir kurum olarak değerlendirmek isteyen çevreler ise az değildir. Ne var
ki bu konu hakkında açık bir nas bulmak imkânı yoktur. Kur’an ve Peygamber’in hayatına bakıldığında,
temel bazı ahlaki ilkelerin varlığıyla birlikte bu konudaki belirlemenin müminlere, akıl, ilim ve toplumsal
zorunluluklar çerçevesinde belirlemek üzere geniş serbestlik verdiği görülmektedir.
Hilafetin salt bir hükümdarlık konusu olmayıp dini bir mahiyet taşıması ve imamlık statüsü de
olması, İslam dünyasında üzerinde çokça tartışılmasına, zaman zaman ihtilaflar oluşmasına neden
olmuştur.2356 Bu nedenle İslam devletinin siyasi yapısına yön vermek ve yöneticilere tavsiyelerde
bulunmak üzere yazılan siyasetnamelerin özellikle halifelik konusu üzerinde ehemmiyetle
durmasının İslam dünyası için ayrı bir önemi bulunmaktadır.2357
Felsefenin bir branşı olan siyaset bilimi İbn Arabî tarafından da muteber bir konu olarak kabul
edilmiş dahası, İbn Arabi siyaset bilimine ilişkin çalışmalar yapmaya da müsaade etmiştir. Bununla
beraber İbn Arabî’ye göre siyaset bilimi entelektüel bir çaba olduğu için vahyedilmiş ilahi şer’i
hukuktan daha aşağı bir mertebededir.2358
Siyaset ilmini nebevî hikmetin bir dalı olarak gören İbn Arabî, bu ilmi rab ismiyle irtibatlandırarak
açıklamıştır. Rab ismi insanlara bir sınır koyar ve memleketin ıslahı için bazı resmî düzenlemeler
getirir. İbn Arabî, siyasî hikmete dair Aristo’ya atfedilen Sırrü’l-Esrâr adlı eserin Şeyh Ebû
Muhammed el-Mevrûrî’yi ziyareti sırasında kendisine gösterilip görüşünün sorulması üzerine bu
soruya, aynı konuyu daha farklı bir seviyede işleyen et-Tedbîrâtü’l-ilâhiyye adında bir kitap telif
ederek karşılık verir.2359 Sırru’l-Esrâr’ın anahatları, şeyhinin talebi üzerine, İbnü’l-Arabî tarafından
tasavvufî açıdan ele alınarak bu eserde incelenir.2360 Felsefî-tasavvufî siyasete dair bir metin olma
özelliği ile bir ilk olan bu eser ile İbn Arâbî, siyâsî hikmete dair Aristoteles’e atfedilen Sırrü’l-Esrâr
adlı eseri farklı bir seviyede işler.2361
İbni Arabî’nin siyâset üzerine telif ettiği bu eserin tam adı ise, “İnsan Memleketinin Islahı Hakkında
İlahi Tedbirler”, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye fî Islâhı Memleketi’l-İnsâniyye’dir. İbn Arabî bu eserinde,
evrendeki kötü-fenâ ve mükemmel-latif şeylerin insandaki tezâhürünü, siyâsî yapı ile
ilişkilendirilerek anlatmıştır. Eserde devlet yönetimi, varlık âlemindeki tedbîr ve tasarruf göz önünde
bulundurularak “şer’î” ve “mânevî siyâset” anlayışı, veciz ifadelerle2362 başka bir söyleyişle, hikemi
2356
Mehmet Salih Geçit, “Maverdi’nin Hilafet Anlayışında Meşruiyet Sorunu”, EKEV Akademi Dergisi, Yıl: 17 Sayı: 57,
Güz 2013, s.312, ss.311-328
2357
Mehmet Salih Geçit, “Maverdi’nin Hilafet Anlayışında Meşruiyet Sorunu”, s.326; Hükümdarlara öğüt vermek için
yazılan siyasetnamelerin sayısı, özellikle V-VI. / XI-XII. yüzyıldan itibaren hatırı sayılır oranda artmıştı. Sâsânî
kültürünün etkisinin artması, İslam coğrafyasının çok parçalı siyasî yapısı ve bu yapı içerisindeki siyasal ve dinî
çatışmalar bu artışın sebepleri içerisinde gösterilebilir. Gazzâlî (ö.505/1111), Nizamülmülk (ö.485/1092), Maverdî
(ö.450/1058), Yusuf Has Hacib (ö.470/1077), Turtuşî (ö.520/1126) ve Sühreverdî (ö.563/1168) gibi birçok isim, sahip
oldukları ideal yönetim anlayışlarına dair fikirlerini ve önerilerini içeren eserler kaleme almışlardır. Eserlerinde Kuran-ı
Kerim’den, hadislerden, peygamberlerin, halifelerin ve İslam âlimlerinin hayatlarından örnekler vererek İslamî
dönemden referanslara yer/verdikleri gibi, başta Sâsânî hükümdarlarının hayatları olmak üzere Roma, Bizans, Hind ve
Çin hükümdarlarının hayatları ile Sokrates, Aristoteles, Zu’l-karneyn gibi İslam öncesi dönemde yaşamış isimlerden de
alıntılar yaparak görüş ve tavsiyelerini temellendirmeye çalışmışlardır. Aktarılan bu anekdotlar, müellifin bakış açısına
uygun birtakım küçük uyarlamaları bünyesinde ihtiva etse de, devrin siyaset düşüncesinin anlamlandırılmasında son
derece önemli yerleri vardır. Bk. Nurullah Yazar, “Gazzâlî’nin Nasihatü’l-Mülûk Adlı Eserinde Hükümdarlık Teorisi”, I.
Türk İslam Siyasi Düşüncesi Kongresi Bildiriler Kitabı, (8–10 Ekim 2015 Aksaray), s.149-150, ss.149-159
2358
Franz Rosenthal, “Felsefe ve Tasavvuf Arasında İbn Arabî”, çev. Ercan Alkan, Tasavvuf İlmi ve Akademik Araştırma
Dergisi, 24(2009/2), s.140, ss. 113-149.
2359
M. Erol Kılıç, İbnü’l-Arabî, s. 512.
2360
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, trc. Ahmed Avni Konuk, Yay. Hazırlayan: Mustafa Tahralı, İz
Yayıncılık, İstanbul 2004, s.69-70.
2361
M. Erol Kılıç, “İbnü’l-Arabî, s.512
2362
Tahralı, Mustafa, (takdim), İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s. XVII.
sözlerle dile getirilir.2363 Kısacası Tedbîrâtü’l-İlâhiyye’de sanki Platon’un “Devlet”i ya da Farabi’nin
“el-Medinet’ül-Fadıla”sı gibi ideal bir devlet ve devlet yönetimi arzu ediliyor. Anlaşıldığı kadarıyla
İbn Arabi, zamanındaki yönetimlerden memnun değil. Ancak bunu açık bir dille ifade ederek mevcut
yönetim aleyhinde söz söylemek kişi hayatını tehlikeye sokacak ölçüde problemli. O da sembolik bir
dille, özlediği yönetim ve yöneticinin özelliklerini sıralayarak çözüm üretmek peşindedir.
Tedbîrâtü’l-İlâhiyye’de İbn Arabî, bir yandan İslâm dünyasında hükümdarlık makamında bulunan
“halîfe”ye nasihat ederken, bir yandan da tasavvufî anlamda Allah’ın yeryüzündeki halîfesi olan
“insan-ı kâmil”e işaret eder. Bu eser ile İbn Arabî, Mükemmel bir devlet yapısını sağlıklı insan
vücudunun bölümleri ile şematize ederek “insan-ı kâmil” ile “ideal devlet” in nasıl olması gerektiği
sorularına cevap verir. Yine devletin mükemmel bir şekilde idaresi için imamın yapması gerekenler
anlatılırken, insanla bir benzerlik kurularak, bedenin yöneticisi olan ruhun kemâle erişmesi için
yapması gerekenler de anlatılır. Mükemmel bir devlet yapısını sağlıklı insan vücudunun
uzuvlarıymış gibi tasavvur eden İbn Arabî, aynı zamanda yetkin insanı da tanımlamış olur. İbn
Arabî, büyük âlem olan evrende olan her şeyin tertibinin insanda yani küçük âlemde muhkem
olduğu2364 şeklindeki sözleriyle insanın evrenin özü olduğunu ve evrende olan her şeyin tertibinin
insanın yaradılışında mevcut bulunduğunu ifade ederek açıklar.
İbn Arabî’ye göre evrenin merkezinde insan bulunmaktadır. Bundan dolayı onun düşünce sisteminin
merkezini de insan oluşturmaktadır. İbn Arabi’nin, âlemi, “en büyük insan” (insanu’l-ekber) veya
“en büyük şahıs” (eş-şahsu’l-ekber) şeklindeki görüşü geliştiren ilk düşünür olduğu kabul
edilmektedir.2365 Bu anlayışını dile getirdiği “insan-ı kâmil” ifadesi onun, düşünce ve inanç
dünyamıza kazandırmış olduğu kavramlardan biridir.
İbn Arabî’nin, sistemini kurarken faydalandığı kaynak ve doktrinlerin çok farklı oluşu ve İslâmî olup
olmayışına bakmadan kendi görüşlerine uygun düşecek her kaynağa başvurmakta bir sakınca
görmeyişi tenkit edilmekle birlikte onun sisteminin İslâm eksenli olduğunda şüphe yoktur. Nitekim
kaynakları arasında Kur’an ve hadis başta gelmektedir.2366
Gerçekten de İbn Arabi’nin düşüncesini etkileyen kaynaklar İslami ve İslami olmayan kaynaklar
olmak üzere iki kısma ayrılabilir. Felsefi bakımdan İbn Arabi büyük ölçüde Yeni Eflatuncudur.
Anlaşıldığı kadarıyla onun bildiği ve tanıdığı Yeni-Eflatunculuk ise İhvân-ı Safâ’nın anladığı YeniEflatunculuktur. Aynı şekilde Yunan ve Hristiyan felsefeleri ile karışmış olan Yeni-Eflatunculuk İbn
Arabi’ye bu kanaldan ulaşmış olsa gerektir.2367 Bu yönüyle belirli bir felsefe ya da tasavvufun, İbn
Arabi’nin bütün sisteminin kaynağı olduğunu söylemek fiilen imkânsızdır. İbn Arabi malzemesini
doğru bulduğu her kaynaktan elde etmekten çekinmiyordu. Sistemi son derece eklektik (derleyici)
idi. Fakat daha önce gelen filozof, sufi ve kelâmcıların eserlerinde bu sistemin birçok bölümlerinin
gelişmesini sağlayan tohumları kolayca bulabiliriz. İslami ya da gayri İslami, Sünni ya da gayri
Sünni olan her türlü kaynaktan fikirler derlemiştir.2368 Aynı derleme ve doğru bulduğu görüşü kabul
ederek felsefesine temel yapma eğilimini İhvân-ı Safâ Risalelerinde de görmek mümkündür. Bu
yönüyle de İbn Arabi’nin bu eklektik fikir anlayışının arka planında İhvân-ı Safâ’dan alınmış olduğu
izlenimini görmek mümkündür.
İbn Arabî’nin çeşitli felsefe ve antik kültürlerle ilişki kurmasında vasıta rolü oynayan en önemli
kaynak İhvân-ı Safâ’nın Meşşâî, Yeni Eflâtuncu, Maniheist, Hermetik ve gnostik karakterli bilim,
2363
Franz Rosenthal, “Felsefe ve Tasavvuf Arasında İbn Arabî”, çev. Ercan Alkan, Tasavvuf İlmi Ve Akademik Araştırma
Dergisi, 24 (2009/2), s.138, ss.113-149.
2364
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.2; İbn Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye fî Islâhı Memleketi’l-İnsâniyye,
Dar el-Kutup el-İlmiyye, II: B. Beyrut 2003, s.1.
2365
Fazlur Rahman, İslam, çev. Mehmet Dağ, Mehmet Aydın, Selçuk Yay. Ankara 1992, s.178.
2366
Mahmut Kaya, İbnü'l-Arabî, TDV İslâm Ansiklopedisi, Ankara 1999, 20. Cild, s.520
2367
A. E. Affifi, “Muhyiddîn İbnu’l-Arabi’nin Tasavvuf Felsefesi”, çev. Mehmet Dağ, Ankara Ünv. İlahiyat Fak. Yay.
Ankara 1975, s.162.
2368
A. E. Affifi, “Muhyiddîn İbnu’l-Arabi’nin Tasavvuf Felsefesi”, s. 153.
felsefe ve kültürlerin sentezini içeren Resâilü İhvâni’s-Safâ adlı ansiklopedik eserleridir. İbn Arabî,
felsefesinde ağırlıklı olarak görülen Yeni Eflâtuncu etkilere Fârâbî ve İbn Sînâ’nın eserlerinden
ziyade bu risâleler kanalıyla ulaşmıştır. Zira onun gibi seçmeci bir doktrin kuran kimse için bu
risâlelerden daha zengin ve daha elverişli bir kaynak olamazdı. Ancak İbn Arabî, buradan aldığı
malzemeyi farklı üslûp ve sembolik ifadelerle işleyerek kendi felsefesine uyarlamada çok başarılı
olmuştur. Onun nasları felsefî-fikrî unsurlarla işleme ve onları tevil etme metodu da İhvân-ı Safâ ile
aynıdır. Bu ayniyetin, her olguyu zahir ve batın yoluyla açıklama teşebbüsünde de ortaya çıktığı
söylenebilir.2369
Diğer taraftan İhvân-ı Safâ’nın bütünüyle âlemi canlı bir organizma şeklinde telakki etmesi, nefsin
mahiyeti, insan nefsini küllî nefsin bir hali ve bir yansıması olarak görmesi, beşerî nefsin gayesinin
küllî nefse dönmek olduğu ve nefsi yeryüzünde Allah’ın halifesi şeklinde algılaması, nihayet bâtıni
bilgiyi bir doktrin olarak kabul etmesi, masum imam hakkındaki düşüncesi, ayrıca kökleri Stoa
felsefesine dayanan küçük âlemle büyük âlem arasında kurduğu benzerlikle ulaşmak istediği ideal
insan anlayışı tamamen İbn Arabî’nin sistemine yansımıştır.2370 Affifi’nin ifadeleriyle benzer bir
şekilde İhvan-ı Safâ risalelerinde ansiklopedik bir şekilde İslam Rasyonalizmini, Sufiliği, Maniliği,
Zerdüştlüğü ve daha birçok İran ve Yunandan alınmış fikirleri ve mezhep farklılıklarını bir arada
bulmaktayız. Bunları daha küçük ölçüde İbn Arabi’nin kitaplarında buluyoruz.2371
Temelde İhvan-ı Safâ’daki “mutlak insan” veya “el-Halife” adı verilen görüşün İbn Arabî’nin kâmil
(yetkin) insan görüşünün ilk örneğini teşkil ettiği anlaşılmaktadır. Özellikle de küçük âlemle büyük
âlem arasında ortaya koydukları ortak noktalar2372 göz önüne alındığında İhvân-ı Safâ’nın, İbn Arabî
üzerindeki etkisi daha belirgin olarak görülebilmektedir. Bütün bu benzerlikler nedeniyle İbn
Arabî’nin fikir ve düşünce dünyasında İhvân-ı Safâ düşüncesinin izlerini sürmek mümkün
olmaktadır. Siyaset ile ilgili çoğu görüşlerinin arkasında da bu etkiyi görebilmekteyiz. Bu noktada
İhvân-ı Safâ’nın başkanlığı cismani ve ruhani olarak iki kısımda değerlendirmesi örneği verilebilir.
Ruhani ve erdemli bir şehir oluşturmamız gerekir diyen İhvan,bu şehrin binası, nefis ve bedenlere
sahip olan büyük şeriat sahibinin krallığında olmalıdır der. Çünkü nefislere sahip olan bedenlere de
sahip olur. Nefislere sahip olamayan bedenlere de sahip olamaz.2373
İbn Arabi Farabi’den de birçok şey öğrenmiştir.2374 Siyaset felsefesi tarihinde devlet teşkilatında en
mühim unsurun reis (başkan) olduğuna dair hakikati ilk defa ileri süren Farabi olmuştur.2375 Erdemli
devletin başında bulunan başkana mahsus sıfatlar ve özellikler bulunması gerekir. Bu özellikler bir
kişide bulunursa onun mutlaka başkan olması gerekirken, o varken başka birinin başkan olmaması
gerekir.2376 Aynı zamanda Farabi, devleti insan bedenine benzetir. İnsan bedenindeki organları
işlevlerine göre değerlendiren Farabi’ye göre bu organlar içinde en değerli organ kalptir. Bedendeki
kalbin devlet yönetimindeki karşılığı başkandır. Nasıl ki bedende kalbe yöneticilik yapacak başka bir
organ yoktur aynı şekilde devlette başkan da kendisine başkanlık yapacak kimsenin olmadığı kişidir.
Kalp bozulduğunda hayat bozulduğu gibi başkan bozulduğunda da toplum-devlet bozulur.2377
Farâbi, bedende ilk oluşan organın kalp olduğunu düşünür. Bundan dolayı insanlar arasında reis olma
özelliğini taşıyan birinin toplumun oluşması için gerekli olduğunu savunur.2378 Buna göre, yönetici
2369
İhvan-ı Safâ, Resâilü İhvâni’s-Safâ’ ve Hullâni’l-Vefâ, Dâru Sâdir, Beyrut 1957, IV, s.128.
Mahmut Kaya, İbnü'l-Arabî, s.521; ayrıca bu konular için bk. İhvan-ı Safâ, III, s.25-28; IV, s.107-117, 120, 153, 178,
180, 190, 221-222.
2371
A. E. Affifi, “Muhyiddîn İbnu’l-Arabi’nin Tasavvuf Felsefesi”, s.162-163
2372
A. E. Affifi, “Muhyiddîn İbnu’l-Arabi’nin Tasavvuf Felsefesi”, s.166.
2373
İhvan-ı Safâ, IV, s.171.
2374
A. E. Affifi, “Muhyiddîn İbnu’l-Arabi’nin Tasavvuf Felsefesi”, s.163
2375
Sadri Maksudi Arsal, Fârâbî’nin Hukuk Felsefesi, Kenan Matbaası, İstanbul 1945, s. 631.
2376
Fârâbî, Kitâbü Arâi Ehli'l-Medîneti'l-Fâzıla ve Mudaadatiha, Takdim: Ali Bu Mülhim, 1. B. Dâr ve Mektebetü Hilal,
Beyrut 1995, s.124.
2377
Fârâbî, Kitâbü Arâi Ehli'l-Medîneti'l-Fâzıla ve Mudaadatiha, s.114-119
2378
Fârâbî, Kitâbü Arâi Ehli'l-Medîneti'l-Fâzıla ve Mudaadatiha, s.116
2370
olan organ kalptir ve kalp ile erdemli bir şehrin yöneticisi arasında benzerlik vardır. Benzer durum
İbn Arabî de vardır ve O da yönetici olacak kişiyi çok önemser. Nasıl ki vücutta kalp önemli ise ve
işler onunla idare ediliyorsa aynı şekilde devlette de imam o derece önemlidir, Zira işler onunla
yapılmaktadır. Bu şekilde mükemmel bir devlet ve ideal bir yönetim için imamı merkeze alan bir
siyaset anlayışını öngören İbn Arabî’ye göre imâm sâlih yani uygun ve iyi olduğu vakit, raiyye yani
tebaa da sâlih olur ve fâsid yani bozuk ve elverişsiz olduğu vakit, tebaa da fâsid olur. Üstelik bunu
ilahi bir kanun olarak değerlendiren İbn Arabî’ye göre bu adetullah olup câri ve hikmet-i ilahîyeye
uygun olandır.2379
Benzer şeklide İbn Arabi, tebaa ile imamın varlığını, beden ile ruh arasındaki ilişkiye benzeterek
ifade eder. Buna göre sağlam ve salim bir ruhun vücuda yaptığı etkinin bedenin en küçük bir
parçasında dahi görüldüğünü belirleyerek, her şeyin yerli yerinde çalışmasının ve görevlerini
eksiksiz biçimde yerine getirmesinin sebebi olarak ifade eder. Fakat ruh bulanır veya mizacı
bozulursa o ruhun bulunduğu beden de bozulur. Hiçbir organ yapması gereken görevi
yapamadığından vücutta bir kargaşa hali ortaya çıkar. Tüm organlarına bu karmaşa ve dengeden
sapma hali bulaşır ve organlar hasta olup işlevini yürütemez hale gelir ve neticede de helake doğru
bir gidiş başlar.
İbn Arabî’nin, büyük âlem olan evrende her şeyin tertibinin, insanda yani küçük âlemde muhkem
olduğu2380 şeklindeki görüşü, benzer bir şekilde Farabi’nin ideal düzen arayışları ekseninde
kurguladığı erdemli şehir için de geçerlidir. Onun şehri, aynı zamanda canlı bir organizma gibidir.
“Fazıl şehir tam sıhhatte bir vücuda benzer. Bütün uzuvları onu hayat devresinin sonuna kadar
muhafaza etmek hususunda yardımlaşırlar. Bir vücudun uzuvları nasıl çeşitli iseler yaradılış ve
kuvvetleri bakımından nasıl birbirlerinden üstün iseler ve hepsinin başında başrolü oynayan kalp
adında bir uzuv varsa ve hakim uzva mertebece yakın olan uzuvlar ve bunların her biriyle sıkı
münasebette bulunan diğer uzuvlar varsa ve bu son uzuvlarla ilgili olan ve emirleriyle hareket eden
aşağı derecede uzuvlar varsa ve tabi uzuvlara bağlı başka uzuvlar ve nihayet işleri güçleri yalnız
başkalarına hizmet olan daha aşağı uzuvlar varsa şehir de böyledir, yani şehri teşkil eden unsurlar,
yaradılışta ve birbirinden üstün yapıdadırlar.”2381
İhsau’l-Ulum’da siyaseti açıklarken Farabi, İnsanın hakiki mutluluğu elde edeceği şeyin iyilikler,
güzellik ve faziletler olduğunu bunlardan başka olan şeylerin ise kötülükler, çirkinlikler ve
noksanlıklar olduğunu, bunların insanda bulunmasının da hareketler ve faziletli işlerin şehirler ve
milletler arasında bir düzen üzere dağılmış olması ve müşterek olarak gerçekleştirilmesi gerektiğini
açıklar. Bütün bunların başkanlık sayesinde mümkün olduğunu bu fiiller, işler, seciye, melekeler ve
ahlakın kaybolmaması için başkanlığın bunları korumaya çalıştığını açıklar. İşte bu meslek/sanat,
melikiyyet (hükümdarlık) olup, melik veya ona isim olarak her ne verilirse budur. Siyasette
mesleğin/sanatın yaptığı iştir. Yani başkanlık için iki şartın ileri sürüldüğü görülmektedir. Bunlardan
biri tabii kabiliyet ve meleke iken diğeri uygulama ve tecrübeye bağlı olan bilgisidir. Biri meleke
iken diğeri de mihnedir.2382
İbn Arabî’ye göre insanda akıl ile heva’nın mücadelesi vardır. Ve bunlardan her birinin diğerini elde
edebilmek için yönetici olma arzusu vardır. Aynı durum memleketler için de geçerlidir. Fitneleri ve
savaşları ortadan kaldırmak için riyaset talebinde bulunması da zaruridir. Ancak kimin reis olacağı
noktasında ciddi çatışmalar vardır. Doğrusu imametin şartlarını taşıyanın bu görevi üstlenmesidir.
Burada öncelik verilecek şey ancak şartların, yani imametin şartlarını taşıyanın bu görevi
üstlenmesini gerektirir. Kimde bu şartlar bulunursa imamet için mukaddem olur. Ve kendisinde bu
şartlar oluşmayan kimse hal‘ olunur. Ve eğer inat ve ısrar edip verilen emre rıza göstermezse
2379
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.106; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s. 32
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.2; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.1.
2381
Farabi, el-Medinetü’l Fâzıla, çev.Nafiz Danışman, MEB Yayınları, İstanbul 1990, s.80-81.
2382
Farabi, İhsau’l-Ulum, Tak: Ali Bu Mülhim, Dar ve Mektebetü Hilal, Beyrut 1996, s.80.
2380
öldürülür.2383 Şimdi ikisinin iradesi müttehit olsa bile iki müdebbir arasında mülkün idâmesi sahih
olmaz.2384 Dolayısıyla bir memlekette iki yönetici olamaz. Şartları sağlayan yönetici olurken böyle
bir iddiada bulunup şartları sağlamayan kişiyle savaşılır ta ki yönetici tek kişi olsun. Nasıl ki birden
fazla ilah olsa âlemin düzeni bozulur ise yeryüzünde de bir başkan, yönetici, hükümdar olmaksızın
işler düzenli bir biçimde yürüyemez. Bir belde de iki hükümdar olunca nasıl istikamet kalmayıp
düzensizlik hâkim olursa, âlemin tümü de ancak bir olan Allah'ın yetkisi ve gücü altında düzeni
koruyabilir.
Farabi’ye göre toplumların yapısı yöneticisinin durumuna bağlıdır. Yönetici mükemmel ise toplum
da mükemmel olur. Farabi’nin Başkan/Reis kavramı irdelendiğinde onun siyaset felsefesinde
“Otorite” kaynağının tek kişide olduğu görülür. İktidarı elinde bulunduran kişi çeşitli vasıf ve
özelliklere sahip olmalıdır. Fakat bu belirlenmiş olan özelliklere sahip olmayan kişi reis olamaz
dememektedir. Bu özelliklerden birine, bilhassa Hikmet’e sahip olması onun reis olması için
yeterlidir. Ancak geri kalan diğer özellikleri taşıyan kişileri devlet idaresine dâhil ederek mükemmel
reisin özelliklerini tamamlamış olur. Farabi, devletin tek kişi üzerinde odaklanmasında ısrar
etmemektedir. Bununla beraber Hükümdar’da aranacak özellikler konusunda ısrarcıdır.2385
Gerçekten başkan, bir devlet için son derece önemlidir. Başı olmayan devletlerin yıkılması
mukadderdir. Beşer cinsinin cemiyetler halinde bir araya toplanarak yaşamaları için başlarında bir
başkanın bulunması ve bu cemiyeti kendi maslahat ve menfaatlerine göre idare edecek, kuvvet ve
kahrı ile onları bozuk ve kötü işlerden alıkoyacak bir başkanın bulunması siyasi ve hayati bir
zarurettir. Bu zat hükümdardır.2386
Yöneticinin şahsında olması gereken özellikleri sayarken İbn Arabî de, yöneticinin Allah tarafından
seçilmiş ve yeryüzünde Allah’ın halifesi olduğunu unutmadan dünya işlerini düzene koymak üzere
görev ve sorumluluklarını yerine getirmesi gerektiğine vurgu yapar. Her ne kadar, ilahi bir desteğe
sahip olsa da hükümdarın halkı idare etmek için birtakım meziyetlere haiz olması da gerekmektedir.
Bu meyanda ulemanın zikrettiği üzere diyerek İbn Arabî, imametin şartlarının on olduğunu belirler.
Bunlardan altı şartın yaratılıştan geldiğini ve kazanılarak elde edilmediğini dört şartın da sonradan
kazanıldığını söyleyen İbn Arabî’ye göre imamın doğuştan taşıması gereken altı özellik: Bülûğ
çağına erişmesi, Akıllı olması, Özgür olması, Erkek olması, Nesebinin Kureyş kabilesinden olması
ile görme ve işitme duyularının tam olmasıdır. İmamın sonradan kazandığı dört özellik ise Necdet
yani cesaret ve metanet sahibi olması, kahramanca halkının güvenliğini sağlaması, İlim sahibi
olması, Kifayet sahibi olması ki bununla doğruyu yanlıştan ayırabilmesi, adaleti sağlaması ve bunu
yapabilecek düşünce yapısına sahip olmasıdır. Son olarak da Vera sahibi olması ki bu özellik dini
kurallara olan bağlılığını gösteren en önemli özelliğidir.2387
Ulema diye kastettiği kişilerden birinin de Gazali olduğunu düşünmekteyiz. Gazali’ye göre de,
halifenin sahip olması gereken on sıfat söz konusudur. Bunların altısı doğuştandır ve halifenin
olmazsa olmaz sıfatlarıdır: Buluğ çağına ermiş olmak, aklî yeterlik, hürriyet, erkek olmak, işitme ve
görme duyularının sağlam olması ve nihayetinde Kureyş kabilesine mensup olmak. Geriye kalan dört
şart ise kesbîdir, sonradan kazanılır. Halifenin sonradan kazanmaya bağlı dört sıfatı yiğitlik,
yeterlilik, ilim ve vera’dır. Yiğitlikten maksat güçlü olmaları, maddi imkânlarının bolluğu ve askerî
varlıktır. Benzer şekilde yönetimde kifayet ve ilim sıfatları da dirayetli vezirleri işbaşına getirmek ve
âlimlerle istişare etmek suretiyle gerçekleşecektir. Ancak Gazali dinî emirlere bağlılık ve
günahlardan kaçınma özelliğinin mutlaka halifede olması gerektiğini söyleyerek, biraz da halifeyi
daha dindar olma noktasında gayret göstermeye sevk eder.2388
2383
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s. 131; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.37.
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s. 151; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.42.
2385
Bayraktar Bayraklı, Farabi’de Devlet Felsefesi, Doğuş Yay. İstanbul 1983, s.128-129.
2386
İbn Haldun, Mukaddime I, çev. Zakir Kadiri Ugan, MEB, İstanbul 1989, s.587.
2387
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s. 133; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.38
2388
Gazâlî, Bâtınîliğin İçyüzü (Fedaihu’l-Bâtıniyye/el-Mustazhirî), çev. Avni İlhan, TDV Yay., Ankara, 1993, s.113-122;
Gazâli, El İktisat Fil Îtikad, (İtikattta Orta Yol), çev. Osman Demir, Klasik Yay, İstanbul 2012, s.193; ayrıca daha geniş
2384
İbn Arabi, imamda bulunması gereken özellikleri sıralarken bunların iki şekilde değerlendirilmesi
gerektiğini belirler. Bu özellikleri havassı hamse-i zahire ve havassı batine olarak ayıran İbn Arabi,
aslında ruha hitap edilerek, halifeye zahir için hisse almasını öğütlüyor. Başka bir deyişle batında
ruha zahirde imama hitap ediyor.
İmamda bulunması gereken bu özellikleri kısaca açıklayan İbn Arabî’ye göre ilk şart “bülûğ'”dur.
Zîrâ imâmet çocukların yapabileceği bir iş değildir. Bülûğ’un rûhdaki itibârı emr-i şer'idir. Ve bülûği rûh onun ilâhiyyete ittisalidir. Dolayısıyla büluğ, zahiren olgunluğa erişme ve mükellef olma
haliyken asıl itibariyle ulûhiyetle bir olmasıdır. Bu durumda ruh şerefini ve yüceliğini, ilahla ittisal
ettiğinde ancak elde eder. Hak Teâlâ Elest bezminde “ben sizin rabbiniz değil miyim? (Arâf, 7/172)
buyurduğunda eğer ervâh gayr-i bâliğa ola idi, onlardan bu cevap tasavvur olunmaz ve onlar üzerine
bu hitap tevcih olunmaz idi.
İkinci şart “akıl”dır. Şüphesiz İmâmet deliler için söz konusu olmaz; Aklı olmayan kimseye bir şey
söylenmez ve ona bir şey teklif olunmaz. Hâlbuki imam kulların işlerini yerine getirmekle
mükelleftir. Riyaseti üstlenebilecek kimsenin Allah'ın emirleri karşısında sorumlu olabilmesi ve
sorumluluğun gerektirdiği şeyleri kullara karşı uygulayabilmesi için sağlam bir akıl sahibi olması
gerekir. Onun ruhda itibârı Allah Teâlâ’dan üzerine vârid olan şeyleri taakkul etmesidir. Ve bunun
İçin “Belâ” dedi. Ve o onunla kaim olan bir sıfattır ki, bizim rûh için vezir yaptığımız akil ondan
sâdır oldu.2389 Akıl, zahiren kendisi hakkında tasarrufta bulunabilme, iyiyi kötüden, hakkı batıldan
ayırt edebilme gücü iken gerçekte Rabbinden gelecek ilahi emirleri anlama ve onlara bağlanma
kapasitesidir. Zira ruhu Allah’tan gafil olan başka şeylere meyledeceğinden doğru karar vermiş
olamaz.
Üçüncü şart “hürriyyet” yani özgürlüktür. Bu günümüzde anlaşıldığı şekliyle bazı haklardan
mahrumiyeti ifade eden bir kısıtlama değil de nesep yönüyle köle olanları ifade etmek içindir.
Muhakkak imamet köleler için söz konusu olamaz. Çünkü imamet, imamın zamanının halkın işlerine
ayrılmasını gerektirir ancak bu köle için uygun olmaz. Çünkü onun efendisi/sahibi onun mâlikidir.
Sahibi, çoğu zaman ona yapmak üzere işler verecek o da onlarla meşgul olması hasebiyle halk için
yapması gerekenleri yapamayacaktır. Ruhdaki İtibârı budur ki, hürriyeti ondan eşedd ve ekmel olan
bulunmaz. Zîrâ onun üzerinde Allah Teâlâ’dan gayri hiç bir kimsenin mülkü yoktur. 2390 Bu şartta ise
İbn Arabi, yönetici olacak kişinin Allah’tan başkasına kulluk yapmaması gerektiğine vurgu yapıyor.
Dördüncü şart, “zükûriyyet” yani imamın erkek olmasıdır. Muhakkak imâmet kadın için olmaz.
Bundan meneden şey de, ekser-i hükûmâtta onun için mansıb-ı kazâ ve mansıb-ı şehadet şeran
yoktur demesidir. İbn Arabî’ye göre onun bu itibârı açıktır, nefsinde muhtâc-ı şerh değildir. Her ne
kadar sıfât-ı kemâl ile muttasıf olsa dahi, nefsi imâm olmaktan men‘ eden şey budur ki, o kevnde
hicâb-ı suver tahtındadır. Ve o bu imâmın kerimesi ve halilesidir ve o mahall-i fücûr ve takvâdır. Ve
illet iki hilâfette de berâberce müttehhiddir der.2391 İbn Arabi, tıbben, idareten ve ahlaken kadınların
yönetici olmasını doğru bulmaz. Kadına karşı takınılan bu olumsuz yaklaşım İhvân-ı Safâ
Risalelerinde de göze çarpmaktadır. Onlara göre de kadınlar ilimlerin hakikatlerini bilmezler ve
onları anlamazlar. 2392Aynı yaklaşım İlk Çağ filozofu Aristoteles’te de görülmektedir. Çünkü ona
göre de erkek, yönetmeye dişiden daha yeteneklidir, meğerki koşullar büsbütün doğaya aykırı olsun;
ayrıca yaşlılar ve tam olgun olanlar da, (yönetim için) gençlerden ve toylardan daha yeteneklidir.2393
Günümüzde yadırganacak bir görüş olsa da, kadının bu statüsüne, düşünce insanlarının yaşadıkları
bilgi için bk. İsmail Akbal ve Zehra Küçükaslan, “Gazali’nin Siyasi Düşüncesinde Devlet, Devlet Adamı ve Bürokrasi
Meselesi”, 1. Türk İslam Siyasi Düşüncesi Kongresi Bildiriler Kitabı, (8-10 Ekim Aksaray), www.turkdusuncesi.com, s.
204-205, ss.193-216.
2389
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.133-134; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.38
2390
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.134; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.38-39
2391
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s. 133-134;İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s. 39.
2392
İhvan-ı Safâ, III-305.
2393
Aristoteles, Politika, çev. Mete Tuncay, Remzi Kîtabevi, 1.B. İstanbul 1975, Kitap1, Bölüm 12, s.26.
çağlar göz önüne getirilerek, siyasi güç ve egemenliğin vazgeçilmezliği ile değerlendirilmesi gerekir.
Beşinci şart “neseb”dir. Onun itibârı makamât-ı muhammeddiyyeye duhûldür. Hz. Muhammed her
ne kadar son olarak gönderilmiş olsa da onun devri hem başlangıç ve hem de sondur. Efendimiz’e:
“Ne vakitten beri nebisin?” denildiğinde Efendimiz “Âdem su ile toprak arasında iken nebi idim”
buyurdular. Muhammed (aleyhi’s-selâm) nasıl ki bütün âlemlere gönderildi ise, rûh dahi öylece
bütün bedene gönderilmiştir. Şimdi bu, rûha nesebin fâidesidir.2394
Altıncı şart “hasse-i sem‘ ve basarın selâmeti” yani işitme ve görme duyularının tam olmasıdır. Zîrâ
kör ve sağır olan kimse kendi nefsini yönetmekten âcizdir; başkasını nasıl yönetir? Rûhun itibârı
onun Hak ile dinlemesi ve Hak ile nazarıdır. Binâenaleyh âfetten mukaddes ve münezzehtir.
Binâenaleyh duyması ve görmesi Hak olan kimse, nasıl kendi nefsini ve onun gayrini
yönetemez!2395
Yedinci ve sekizinci şart “necdet” ve “kifâyet”tir. Ve bunlar ervâhın sıfatlarındandır. Görmez misin,
Allah Teâlâ kullarına yardım etmeyi murad ettiği vakit onlara melekleriyle yardım eder ve onları
onunla destekler diyen İ. Arabî’ye göre bunlar ruhanilerin sahip olduğu niteliklerdir.
Dokuzuncu şart “ilim”dir. Ve bu isimlerin tamamını öğrettiği zaman Âdem (as) hakkında zâhir oldu.
Bu o kadar aşikâr bir şarttır ki İbn Arabi’ye göre şimdi biz o şartın zikrine muhtaç değiliz.
Onuncu şart “vera‘”dır. Bu özellik yöneticinin dinî emirlere bağlılık ve günahlardan kaçınmasıdır.
Zîrâ şerîat onun dış giysisi ve hakikat ise iç giysisidir. Halife bu ikisiyle birlikte ancak tamam olur ve
hilafeti de geçerli olur.2396
İbn Arabî’nin ideal yönetici nasıl olmalıdır görüşlerinin yanında yapılması gereken tutum ve
davranışlardan da bahsetmesi önemlidir. Bu yönüyle siyaset felsefesi büyük ölçüde ahlak anlayışına
dayanmaktadır. Bu da iyi ahlak sahibi yönetici ile iyi ahlak sahibi tebaanın birlikteliğiyle mümkün
olacaktır. Sultanın şahsiyetinin kemâle ermiş olması tek başına hükmetmek için yeterli bir meziyet
değildir. Bu yönüyle İbn Arabi, hükümdarın davranışlarıyla ve hükümdarlığının pratik sonuçlarıyla
da ilgilenmiştir. Kişisel özelliklerine ilaveten, yönetim esnasında da birtakım hususları göz önünde
2394
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s. 138-139; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.39; Halifenin
Kureyşten olması ile ilgili olarak tartışmalar günümüzde dahi devam etmektedir. “İmamlar Kureyş'tendir” hadîsi mâna
yönüyle ele alındığında sıhhatinden şüphe edilemeyecek bir rivâyet özelliğini taşımaktadır. Ancak hadîs halîfeler değil,
Hz.Peygamber’in tayin ettiği seriyye komutanları ve kafile başkanları hakkında vârid olmuştur. Kureyş kabîlesinin diğer
kabîleler arasındaki yüksek mevkıi ve emîr tayin ettiği kişilerin ehliyetli oluşu sebebiyle, Hz.Peygamber, emîrleri,
genellikle Kureyş’e mensup kişiler arasından seçerdi. O günün kabîle yapısı ve sosyolojik gerçekleri böyle bir
uygulamayı gerekli kılıyordu. Aynı sosyolojik gerçekler ve gereklilikler Hz.Ebû Bekir’in halîfe seçildiği sırada da
mevcut olduğu için, hadîsin Benî Sâide toplantısında kullanılmış olmasında hiçbir mahzuru bulunmamakta, hatta
kullanılması daha uygun düşmektedir. Hadîsin Benî Sâide toplantısında kullanılıp kullanılmadığını tam olarak
bilmiyoruz. Kullanıldığına dair rivayetler güçsüz, kullanıldığı konusunda bir kayıt bulunmayan rivayetler ise daha
güçlüdür. Eğer hadîs halîfelikle ilgili olsaydı, kullanılması gereken ilk yer, Hz.Ebû Bekir’in halîfe seçildiği Benî Sâide
toplantısı olmalıydı. Ancak şurası bir gerçektir ki hadîs ister kullanılsın ister kullanılmasın, Hz.Ebû Bekir’in Kureyş'e
mensubiyetinden dolayı halîfe seçilmesinde önemli bir rol oynamadığı açıktır. Hz.Ebû Bekir’in halîfe seçilmesinde
hakim unsur, kabîle mantığı ve sosyolojik şartlardı. Mekkeli Muhâcirler, devletin siyasî istikrarını temin etme
noktasından, kendilerinden birisinin başa geçmesi görüşündeydiler. Sahâbe hilâfet meselesini, mezkûr hadîse dayanarak
değil, sırf siyasî bir yolla çözüme kavuşturmuştur. Mezhep imamları devrine gelindiğinde “İmam” lafzının halîfeler için
de kullanılmaya başlanması ve seçilen halîfelerin Kureyş’ten olması sebebiyle, zamanla hadîsin gerçek anlamı unutuldu
ve hadîs, halîfeliğe mahsus bir nass olarak kabul edildi. Böylece özü itibariyle delil olan Sünnet’e dahil olmayan bu söz,
delil olan Sünnet’ten sayıldı. Vâkıaya da uygunluğu sebebiyle Osmanlıların Mısır’ı fethine kadar bu hadîsle ilgili ciddi
anlamda bir problem ortaya çıkmamıştır. Sadece bazı âlimler meseleyi teorik olarak tartışmakla yetinmişlerdir. Bağlam
sorununun gözardı edilmesi, asırlar boyunca hadîsin yanlış anlaşılmasına sebebiyet vermiştir. Ali Bakkal, Ebû Bekir’in
Halîfe Seçilmesinde “İmamlar Kureyş'tendir” Hadîsinin Rolü Üzerine, İstem Dergisi, Yıl:3, Sayı:6, 2005, s. 87-103;
Ayrıca bu konuda geniş bilgi için bk. Mehmet Sait Hatipoğlu, Hilafetin Kureyşliliği, AÜİFD, C. XXIII, s.172-185.
2395
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.138-139; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.39.
2396
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.142; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.40.
bulundurması ve ona göre hükmetmesi gerekmektedir. Ona göre bir devlet başkanının yumuşak
huylu oluşu, sıradan bir insanın yumuşak huylu oluşundan çok daha önemlidir.2397
İ. Arabî’ye göre her birine mevkî ve sınıfına göre bol bol bağışta bulunmalı, mârûf ile emr ve
münkerden nehy etmelidir. Tebaasından, nefs-i emmâre ve levvâme mevkiî ve sınıfında olanların
durumunu dikkatle tâkip etmeli ve vezirine (akıl) onlara lutf ile muâmele etmesini emretmeli ve
onları doğru yola getirmek için onu vazifelendirilmelidir. İmam her işini îtidâl (adi, adâlet, denge,
orta yol) üzere yapmalıdır. Böyle bir idâre neticesinde cibâyât (vergiler, hazîne gelirleri, sâlih
ameller) çoğalır. Hazînesi zengin bir hükümdar da düşmana (şeytan, hevâ, şehvet) gâlip olur.2398
Tebaa ile mülâyemetle muâmele etmeli, onlarla müşâvere edip güç ve tâkatlerine göre mükellefiyet
yüklemelidir. Olağanüstü ve olağandışı davranış, (hark-ı âdet, kerâmet) ten sakınmalıdır. Kötü
arkadaş ve çevreden kendini korumalı düşmana (şeytan, hevâ) karşı dâimâ harp (cihâd, mücâhede)
etmelidir. Dost ve yakınlarını (saray çevresi, devlet me’murları) dîninde, ahlâk ve davranışlarında
güzellik ve üstünlük olanlardan seçmeli, sohbet ve arkadaşlığı onlarla yapmalıdır.2399
İmama yaptığı öğütler arasında şu da akla verdiği değeri göstermesi bakımından dikkat çekicidir. İbn
Arabi’ye göre bir yönetici, veziri (akıl) ile konuşup müşâvere etmeden, mülkünde (âlem, ülke,
beden) bir işi îfâ ve infâz etmekten sakınmalıdır. Vezirle (akıl) meşveret vezirin kalbine sevgiyi
yerleştirir. Sevgi şefkati, şefkat nushu, nush da “adalet”i doğurur. Memleket ve devletin devam ve
bakâsı ise adalet iledir.2400
İbn Arabî devlet yönetiminin temelinde adaletin olması gerektiğini ifade ederek yönetici üzerine
adaletin vacip kılındığını ve Allah Teâlâ’nın adaleti yöneticinin üzerinde ibkâ ettiğini ifade
etmiştir.2401
İdarecinin Allah’ın hoşnutluğunu kazanmasını halkına karşı adil davranmasına bağlayan İbn
Arabî’ye göre mülkün hükümdarı cesed; ve o hükümdârın rûhu da adalettir. İ. Arabî eğer sen mülk-i
vücûdunun bakasını ve mülkünde olan düşmanlarına zafer ve galebeyi istersen raiyyenin ve teb'anın
ahkâmına adli mutasarrıf kıl! Ve senin hükümlerini icrâ eden ancak adl olsun! der.2402
Yine o, hükümdarların ülkelerini kalkındırmak için gayret göstermeleri gerektiğini, bunun da ancak
adalet ile mümkün olacağını belirterek ancak adâletin müteveccih olduğu bir şehir ve bir memlekette
bereketin zâhir olacağını ve erzâkın nemâ bulacağını ifade eder. Bununla birlikte adalet sadece belli
konularda ve belli durumlarda gerçekleştirilecek keyfi bir uygulama da değildir. Adalet uygulandığı
takdirde bilcümle umûrda mîzân ve intizâm taammüm eder. Adalet yeryüzünde, Hak tarafından
konulmuş bir mîzândır ki, bütün işlerin ziyâdeliği ve noksanlığı ve ifrâtı ve tefriti onunla ölçülür. 2403
İbn Arabî dünyanın mamuriyetini de harabiyyetini de sultanın adilliği ile ilişkilendirerek, adâletin
olmadığı vakitlerde mülkün harap olacağını belirterek, adaletin mülkün temeli olduğunu
vurgulamıştır.2404
Yapılan açıklamalardan anlaşılan o ki, adalet ve itidal bütün durumlarda ve herkes için geçerli bir
kanundur. Bundan dolayı da İbn Arabî, adaletin kişinin nefsine, ehil ve evlâdına, hizmetçi ve
kölelerine, dost ve arkadaşlarına ve kendisine teveccüh edip münâsebette bulunanların tamamına;
hükümdar ise yürüttüğü işler hakkındaki hükmüne hâkim kılmasını tavsiye eder.2405
Sonuç
Selçuklu ve Osmanlı devlet yöneticilerine doğrudan ya da dolaylı etkisi olduğu düşünülen İbn
Arabî’nin siyasi görüşlerinin araştırılması ve özellikle devlet yöneticisi olan imamda aradığı
özelliklerin belirlenmesi yönüyle böylesi bir çalışmaya ihtiyaç duyulmuştur.
İbn Arabî’ye göre her durumun zahir ve batın yönü vardır. Asıl olan batın yönünü anlayabilmek ise
2397
İbn Arabî, Mekarimu’l-Ahlak, çev. Vahdettin İnce, Kitsan Yay İstanbul, s.54.
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.170-172; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s. 47
2399
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.173; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.47-48
2400
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.180;İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.49
2401
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.193;İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.52
2402
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.193; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.52.
2403
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.193; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.52
2404
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.193; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.52
2405
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, s.194; İbni Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye, s.53
2398
de zahirini de ihmal etmemek gerekmektedir. İnsanın ruhunu aydınlatılması ve mutluluğa
kavuşulması esasken, bedenin ihtiyaçlarının giderilmesi de gerekmektedir. İşte bu noktada siyaset
ortaya çıkar. Dünyanın imarı ve salahı doğru ve iyi bir yöneticiyle mümkündür. İşte bu iyi yönetici
sayesinde toplum maddi mutluluğa kavuşabilir. Dünyanın imarı ve güzel bir doğru yol üzere
olabilmek için sürekli çatışma halinde olan akıl ve heva mücadelesinde aklın başkanlığına ihtiyaç
duyulurken heva’nın uzaklaştırılması esastır.
İbn Arabî siyaset felsefesi konusunda kendisinden önce yaşamış siyaset teorisyenleri diyebileceğimiz
Farabi ile İhvan-ı Safa risalelerinden istifade etmiştir. Özellikle de bu istifade, yöneticinin sahip
olması gereken özelliklerde ortaya çıkmaktadır. İbn Arabî, tasavvuf ve siyaset arasında bir sentez
yaparak yöneticiyi zahir ve batın yönüyle değerlendirmiş ve farklı bir bakış açısıyla katkı sunmuştur.
İbn Arabi’nin arzu ettiği yönetici on özelliğe sahip olmalıdır. Bu özelliklerden altısına yaratılışı
gereği sahip olması gerekirken dördünü çalışarak elde etmelidir. Ancak yönetici/imam/halife sahip
olduğu özellikler yanında hukuk kurallarının uygulanması ve adaletin tesisi adına da çaba
göstermelidir. İbn Arabî’ye göre yönetici tek kişi olmalıdır. Ancak kararlarında çevresinde bulunan
vezirleri başta olmak üzere istişareye önem vermelidir. İbn Arabî, imamın Allah tarafından
seçildiğini ve doğrudan ona karşı sorumlu olduğuna inanır. İbn Arabî’nin ideal yönetici nasıl
olmalıdır görüşlerinin yanında yapılması gereken tutum ve davranışlardan da bahsetmesi önemlidir.
Kaynak olarak İhvân-ı Safâ ve Farabi gibi filozoflardan etkilense de tespit ve tavsiyelerinin ana
omurgasını İslam dini ve ahlaki değerler oluşturmaktadır. Burada da Maverdi ve Gazali’yi referans
aldığını söylemek mümkündür.
Kaynakça
Addas, Claude, Kibrit-i Ahmer’in Peşinde, çev. Atilla Ataman, Gelenek Yay. İstanbul 2003.
Affifi, A. E. “Muhyiddîn İbnu’l-Arabi’nin Tasavvuf Felsefesi”, çev. Mehmet Dağ, Ankara Ünv. İlahiyat Fak.
Yay. Ankara 1975.
Akbal, İsmail ve Küçükaslan, Zehra, “Gazali’nin Siyasi Düşüncesinde Devlet, Devlet Adamı ve Bürokrasi
Meselesi”, 1. Türk İslam Siyasi Düşüncesi Kongresi Bildiriler Kitabı, (8-10 Ekim Aksaray),
www.turkdusuncesi.com, ss.193-216.
Aristoteles, Politika, çev. Mete Tuncay, Remzi Kîtabevi, 1.B. İstanbul 1975.
Arsal, Sadri Maksudi, Fârâbî’nin Hukuk Felsefesi, Kenan Matbaası, İstanbul 1945.
Bayraklı, Bayraktar, Farabi’de Devlet Felsefesi, Doğuş Yay. İstanbul 1983, s. 128-129.
Cebecioğlu, Ethem, Muhyiddin İbnü’l-Arabî’nin (560/1165-638/1240) Hayatı ve Eserleri, Tasavvuf | İlmî ve
Akademik Araştırma Dergisi (İbnü’l-Arabî Özel Sayısı-1), yıl: 9 [2008], sayı: 21, ss. 9-25.
Cide, Ömer, Osmanlı’nın Kuruluşunu Anlamak, Kitabî yayınları, İstanbul 2016.
Farabi, el-Medinetü’l Fâzıla, çev. Nafiz Danışman, Milli Eğitim Bakanlığı Yayınları, İstanbul 1990.
Farabi, İhsau’l-Ulum, Tak: Ali Bu Mülhim, Dar ve Mektebetü Hilal, Beyrut 1996.
Fârâbî, Kitâbü Arâi Ehli'l-Medîneti'l-Fâzıla ve Mudaadatiha, Takdim: Ali Bu Mülhim, 1. B. Dâr ve Mektebetü
Hilal, Beyrut 1995.
Fazlur Rahman, İslam, çev. Mehmet Dağ, Mehmet Aydın, Selçuk Yay. Ankara 1992, s.178.
Gazâlî, Bâtınîliğin İçyüzü (Fedaihu’l-Bâtıniyye/el-Mustazhirî), çev. Avni İlhan, TDV Yay., Ankara 1993.
Gazâli, El İktisat Fil Îtikad, (İtikattta Orta Yol), çev. Osman Demir, Klasik Yay, İstanbul 2012.
Geçit, Mehmet Salih, “Maverdi’nin Hilafet Anlayışında Meşruiyet Sorunu”, EKEV Akademi Dergisi, Yıl: 17
Sayı: 57, Güz 2013, ss.311-328,
İbn Arabî, Mekarimu’l-Ahlak, çev. Vahdettin İnce, Kitsan Yay, İstanbul.
İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, trc: Ahmed Avni Konuk, Yay. Hazırlayan: Mustafa Tahralı, İz
Yayıncılık, İstanbul 2004.
İbn Arabî, Tedbîrâtü’l-İlâhiyye fî Islâhı Memleketi’l-İnsâniyye, Dar el-Kutup el-İlmiyye, II: B. Beyrut 2003.
İbn Haldun, Mukaddime I, çev. Zakir Kadiri Ugan, MEB, İstanbul 1989.
İhvan-ı Safâ, Resâilü İhvâni’s-Safâ’ ve Hullâni’l-Vefâ, Dâru Sâdir, Beyrut tsz.
Jandar, Yetkin İlker, İbnü’l-Arabî Ve Ekberîlik, Ataç Yayınları, İstanbul 2010.
Kaya, Mahmut, İbnü'l-Arabî, TDV İslâm Ansiklopedisi, 20. Cild, Ankara 1999.
Kılıç, Mahmut Erol, İbnü'l-Arabî, Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi, 20. Cild, Ankara 1999.
Kılıç, Mahmut Erol, Şeyh-i Ekber, Sufi Kitap İstanbul 2011.
Lewis, Bernard, İslam’ın Siyasal Dili, çev. Fatih Taşar, Rey Yayıncılık, İstanbul, 1992.
Miftah, Abdulbaki, (Derleyen), Hatmu’l Kur’an Kur’an Mührü, Şeyhu’l Ekber Muhyiddin İbn Arabî’nin Kendi
Kaleminden Hayatı Ailesi, Seyahatleri, Eğitim Evreleri, Üstadları, İlmi Yönü, Tasavvufî Görüşleri, çev.
Vahdettin İnce, 1. B. Kitsan Kitap Basım Yayın Dağıtım Ltd. Şti. İstanbul 2007.
Rosenthal, Franz, “Felsefe ve Tasavvuf Arasında İbn Arabî”, çev. Ercan Alkan, Tasavvuf İlmi ve Akademik
Araştırma Dergisi, 24(2009/2), ss. 113-149.
Seyyid Muhammed Akil b. Ali el-Mehdilî, Felsefî Tasavvuf, çev. Mustafa Kılıçlı, Birey Yay., İstanbul 1998.
Tahralı, Mustafa, (takdim), İbn Arabi, Tedbîrât-ı İlâhiyye Tercüme ve Şerhi, (trc.: Ahmed Avni Konuk).
Türer, Osman, Osmanlı’nın Temelindeki Manevi Harç: Kuruluş Döneminde Anadolu’da Tasavvuf, Yeni Türkiye
Yayınları, C. 4, Ankara 1999.
Ülken, Hilmi Ziya, İslam Felsefesi, Cem yay. İstanbul 1993.
Yazar, Nurullah “Gazzâlî’nin Nasihatü’l-Mülûk Adlı Eserinde Hükümdarlık Teorisi”, I. Türk İslam Siyasi
Düşüncesi Kongresi Bildiriler Kitabı, (8 – 10 Ekim 2015 Aksaray), ss.149-159.
ULUSLARARASI İBNÜ’L-ARABÎ SEMPOZYUMU DEĞERLENDİRME OTURUMI
Oturum Balkanı: Prof. Dr. Fikret Karaman:
Konuşmacılar: Doç. Dr. Mahmut Çınar
Prof. Dr. Mustafa Arslan
Prof. Dr. Mevlüt Uyanık:
Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç:
Başkan:
Bismillahirrahmanirrahim, değerli arkadaşlarımız, dün sabah başlayan ve bugün de devam
eden İbnü’l-Arabî Sempozyumu ile ilgili tebliğlerin sunulduğu oturumlar tamamlanmıştır. Şu
anda değerlendirme oturumu için bir aradayız. İnşallah bu değerlendirme oturumumuz
gerçekleştikten sonra programın bilimsel yönü tamamlanmış olacak. Zamanı ıyi
değerlendirmemiz gerekir. Çünkü il dışından gelen misafirlerimizi Malatya merkez ve Battalgazi
gibi yakın ziyaret yerlerini gezdirmek istiyoruz. Bu bakımdan hemen konuya geçmek istiyorum,
Şu anda aramızda bulunan ve değerlendirme toplantısına katılacak dört hocamız var: Prof. Dr.
Mevlüt Uyanık, Prof. Dr. Mustafa Arslan, Doç. Dr. Mahmut Çınar ve Prof. Dr. Mahmut Erol
Kılıç.
Süremiz kısıtlı olduğu için her hocamıza beşer dakika vermek istiyorum. Çünkü yapılan
konuşmalar Arapçaya da tercüme edilecektir. O bakımdan ben Doç. Dr. Mahmut Çınar Bey’e
hemen sözü vermek istiyorum. Sayın Hocam, sizin daha önce de İbnü’l-Arabî ile ilgili
çalışmanız olduğunu biliyorum. Konu ile ilgili birikimiz var. Konu ve sempozyum hakkındaki
özet mesajlarınızıönce alalım. Daha sonra Arapçaya tercüme edilecek. Buyurun Hocam.
Doç. Dr. Mahmut Çınar
Çok teşekkür ederim. Özellikle Malatya İnönü Üniversitesi İlahiyat Fakültesi çok önemli
uluslararası programlar yapıyor. İslam ve Yorum Sempozyumu, İbnü’l-Arabî Sempozyumu çok
önemli programlar bunlar. Başta İlahiyat Fakültesi Dekanı olmak üzere görevli ve ilgili
arkadaşlara teşekkür etmek istiyorum. Çok başarılı bir sempozyum oldu. Her alana mensup bilim
adamları, akademisyenler tarafından çok faydalı tebliğler sunuldu. Bizler de istifade ettik.
İnşallah medeniyetimiz için, bölgemiz için, ülkemiz için, İslam ümmeti için hayırlara vesile olur.
Doğrusu şu anda İslam ümmeti çok önemli bir dönemden geçiyor. Belki de bir kriz döneminden
geçiyor. Müsamahanın, karşılıklı birbirine sabretmenin son derece azaldığı bir dönemde
yaşıyoruz. Müslümanlar arasında birbirilerini ötekileştirme, birbirlerini tekfir etme, tahkir etme
gibi çok sıkıntılı dönemlerden geçtiğimiz hepimiz için malumdur. Ülkemizde de maalesef zaman
zaman böyle şeylerle karşılaşıyoruz. Böyle bir ortamda İbnü’l-Arabî gibi çok geniş bir
perspektiften dine bakan, dini düşünceyi geniş bir alanda değerlendiren belki de bir filozofa –
benim kanaatime göre o da felsefe yapıyor- bu açıdan baktığımız zaman istifade edeceğimiz
hususlar var. Bu açıdan baktığımızda faydalı olacağını ve insanımıza önemli mesajlar vereceğini
düşünüyorum.
İbnü’l-Arabî’nin felsefesi insan merkezli bir felsefedir. Dolayısıyla insanı, insanlığı ve insani
özellikleri öne çıkaran bir felsefedir. Belki dini açıdan baktığımızda özellikle fıkıh ve kelam
perspektifinden baktığımız zaman birçok sorunla karşılaşmamız mümkündür ama bunları
paranteze alarak onun insan merkezli bir düşünce, fikir ve tefekkür ortaya koymaya çalıştığını
öne çıkararak belki şu anda insanları birbirlerini hoş görmelerini, birbirlerine dayanmalarını,
kardeşlik algısını ve düşüncesini biraz daha yaygınlaşmasına katkıda sunabilir. Bu anlamda
İbnü’l-Arabî’nin –benim şahsen bu toplantıda da vardığım sonuç bu oldu- bize vereceği en
önemli mesaj çoğulcu bir mesajdır. Çoğulcu düşünmeyi bize öğreten yönüdür. Bu açıdan
baktığımız zaman o da bizim düşünce tarihimizin -birçok ekole mensup olan yıldızlar vardır- bir
parçasıdır. Ve bizim oldukça geniş olan soframızda buna da yer verip istifade etmeye
çalışmalıyız. Böyle yaptığımızda kendisinden faydalanmış oluruz.
Kuşkusuz İslam dini evrensel bir dindir. Kıyamete kadar varlığını sürdürecek olan bir
dindir. Hz. Muhammed’den (s.a.v.) sonra hiçbir peygamber gelmeyecektir. Bu nedenle İslam
dinin anlaşılması ve Allah’ın insanlara gönderdiği vahyin anlaşılması ancak yorumla olur. Yorum
da farklı yöntemlerle olabilir. Bu yöntemlerden bir tanesi de belki İbnü’l-Arabî’nin kullandığı
sûfî yöntem diyebileceğimiz bir yöntemdir. Bu yöntemin de kendine göre birtakım avantajları
içerdiğini görüyoruz. Bu konuda hiç kuşku yok. Bu açıdan istifade ettiğimiz zaman belki de
ümmetimiz için önemli bir açılım olacaktır diyorum ve bu duygularla tekrar düzenleme
kurulunu tebrik ediyorum. Teşekkür ediyorum. Hepinize saygılarımı sunuyorum.
Başkan
Ben de Mahmut Beye, bu veciz konuşmalarından dolayı teşekkür ediyorum. Şimdi de sözü
Malatya İnönü Üniversitesi ve aynı zamanda İlahiyat Fakültemizin öğretim üyesi Prof. Dr.
Mustafa Arslan Beye veriyorum. Buyurunuz hocam.
Prof. Dr. Mustafa Arslan:
Yurtdışından olsun yurtiçinden olsun çok seçkin, farklı branşlardan ve farklı yerlerden
gelen, değerli konuşmacıları ve katılımcıları misafir etmekten hem kendi adıma hem de
üniversitem adına memnuniyet duyduğumuzu belirtmek istiyorum. Hoş geldiniz, şeref verdiniz.
Konuşmamı üç başlıkta toplamak istiyorum. Birincisi düzenleme kurulumuz ve amaçladığımız
şey, ikincisi Malatya ve İbnü’l-Arabî ve üçüncüsü de İbnü’l-Arabî’nin nasıl değerlendirileceği
konusundadır. İlk olarak biz burada farklı açılardan İbnü’l-Arabî’nin değerlendirilmesine imkân
vermeye çalıştık. Dünyanın doğusundan batısına yani İngiltere’den, Fransa’dan, Cezayir’den,
Fas’tan ve ülkemizden de farklı yerlerden ve branşlardan konuşmacılarımıza burada imkân
sağlamaya çalıştık. Burada doğu ve batı perspektifinden İbnü’l-Arabî’nin anlaşılmasına çalışıldı.
Umarım bu gayeye ulaşılmıştır. Tebliğler bastırılacağı zaman daha da iyi görülecektir. İlahiyatın
farklı branşları açısından, geleneksellik ve modernlik açısından ve diğer İbnü’l-Arabî’nin yazdığı,
söylediği farklı ekollerden benim görebildiğim çok zengin bir tebliğ çeşitliği oluştu. İkinci olarak
bir iki tebliğ vardı belki ama Malatya ve İbnü’l-Arabî açısından bunu tam olarak sağlayamadık.
Yani İbnü’l-Arabî’nin on yıllık Malatya macerası, tabi bu biraz da İlahiyat Fakültesinin alanın
dışında tarih ile ilgilenen bölümleri ilgilendiriyor. Lakin buna Tasavvuf tarihi, Kelam tarihi gibi
dalları da eklememiz mümkündür. Burada Mahmut Erol hocamıza çok teşekkür ediyoruz.
Açılışta İbnü’l-Arabî ile Malatya bağlantısını çok güzel kurdu. Hatta orada Habeşî isminde bir
zattan ve onun kitabından bahsetti. Ben kendisine sordum “Hocam İnşallah bu Türkçe’ye
çevrilir.” Onu çevireceğini söyledi. Ben bu değerlendirme oturumunda özellikle söylemek
istiyorum. Hocam onu çevirirseniz İnönü Üniversitesi Yayınevinde bastırılabilir. Yani Malatyalı
İbnü’l-Arabî olsun diğer Malatyalı şahsiyetlerin eserlerinin basılmasını veya çeşitli önemli
kurumlara isim olarak verilip anısının devam ettirilmiş olmasını önemsediğimi belirtmek
istiyorum. Son olarak hızlıca İbnü’l-Arabî’nin, tabi İbnü’l-Arabî tartışılırken -çok yönlü bir
şahsiyet- bir takım gerilimler veya savunmalar oluyor. Ben burada İbnü’l-Arabî’nin bu
sempozyumda farklı yönleri ile tartışıldığını söyledim. Burada İbnü’l-Arabî’nin üç şekilde
değerlendirileceğini düşünüyorum: Birincisi onu anlama ve şerh etme açısından. Mutlaka burada
farklı şeyler olacaktır. Örnek vermek gerekirse İbnü’l-Arabî evren tasavvurunda yeni bir
mertebeye dayanıyor. Lakin gezegenler Ortaçağ döneminde yedi olarak biliniyor idi. Avni
Konuk’un şerhlerinde dokuz yapmaya çalışıyor. Çünkü yeni gezegenler keşfedilmiş. Onun gibi
siz onu anlamaya, şerh etmeye de çalışsanız mutlaka yeni bilgiler doğrultusunda birtakım
ayarlamalar ve düzenlemeler yapmak zorundasınız.
İkincisi İbnü’l-Arabî fıkıh, hadis, felsefe, kelam gibi farklı ekoller açısından
değerlendirilmelidir. Ki o burada yapılmaya çalışıldı. Ve bunun neticesinde burada mutlaka
farklı ekollerin yaklaşımı bağlamında bir tartışma çıkacaktır. Üçüncüsü de İbnü’l-Arabî’yi bir
düşünür olarak, düşünce sistematiği açısından değerlendirildiğinde mutlaka çelişkiler
olabilecektir. Mutlaka bir takım problematikler ortaya çıkabilecektir. Bunlar da hem geleneksel
ilimler açısından hem de modern ilimler açısından değerlendirilmeli ve kritiğe, eleştiriye tabi
tutulmalıdır. Ben bu sempozyumda bu anlamda tebliğler de gördüm. Bundan sonra da farklı
yönleri olan bir düşünür olması hasebiyle farklı açılardan mutlaka değerlendirilecektir,
yorumlanacaktır ve kritiğe tabi tutulacaktır. Ve tutulmalıdır diye düşünüyorum. Teşekkür
ediyorum.
Başkan:
Mustafa Beye teşekkür ediyorum. Şimdi de sözü Çorum Hitit Üniversitemizin değerli
hocamız Prof. Dr. Mevlüt Uyanık Beye veriyorum. Hocam buyurunuz.
Prof. Dr. Mevlüt Uyanık:
Çok teşekkür ediyorum. Hürmetlerimi arz ediyorum. Hemen hızlıca arz edeyim; İslam
felsefecisi olarak burada olmaktan onur duyuyorum. Neden? Çünkü Biz 610 ile 632 yılları
arasındaki tarihe müdahale eden bir geleneğin –yani din anlamında ister isim ister sıfat olarak
alın ilk insanlar olarak- son versiyonuyuz. İslam felsefesi, Hz. Muhammed’in (s.a.v.) getirdiği
versiyonun felsefi olarak bütün dünyaya nasıl anlatılabileceği ile ilgilenen bir disiplindir.
Dolayısıyla İbnü’l-Arabî’yi ben bu açıdan çok önemsiyorum. Felsefe, tasavvuf, kelam ve fıkıh
disiplinlerinin eş güdümlü olarak okunmasının şart olduğunu ben bu sempozyumda gördüm. Ve
bu anlamda gördüğüm diğer bir ikinci husus da bu akademik disiplinlerden doğrudan haberdar
olmayan insanların İbnü’l-Arabî üzerinde konuşmaları afakidir. Üçüncü öğrendiğim ise bir
anlama kılavuzunun gerekliliğidir. Yani bu coğrafyadaki İbnü’l-Arabî’nin jeo-felsefik olarak bu
topraklarda yetişmesinin İbnü’l-Arabî’nin lügatinin, anlamasının bu dört disiplin bağlamında
nasıl kademeli bir şekilde analiz edilebilir? En çok önemsediğim husus bu bölümdür. Neden?
Çünkü bizim felsefe tanımımız “yolda olmak” şeklindedir. Bunu ister batı felsefesinden ister
Efendimizin “Beşikten mezara dek ilim tahsil etmek” hadisinden alın. Yoldaş olmayı da biz şöyle
tarif ediyoruz: Dünyanın seçkin zekâları ile birlikte hemhal olmak. Onların kayıtlarını
paylaşmak ve “bugüne ne diyor” sorusunu sormak. İşte bunlardan birisi İbnü’l-Arabî’dir. Ama
üzerinde o kadar çok tanım var ki bunun gerçekleriyle birlikte anılması gerektiğini
düşünüyorum. Bunun sağlanmasının da 610 ile 632 tarihleri arasında tarihe müdahale eden
geleneğin İskenderiye hattı üzerinden yani İbrahimî gelenek üzerinden tevarüs eden İslam
felsefecilerinin metinleri anlaşılmadan gerçekleşmeyeceğini düşünüyorum. Neden? Şöyle ki biz
Muallim-i Sâni Farabi’yi merkeze alıyoruz. Whitehead “Felsefe Platon’a düşülen dipnotlardır.”
diyor. Ben de İskenderî gelenekten gelen Eflatun’un öğrencisi Muallim-i Evvel’in takipçisi
Muallim-i Sâni’yi merkeze alıyorum. Farabi’den sonra da İbn Sîna’nın onun felsefesini yani
doğru felsefesini hikmet-i meşrikiyye kavramını eğer çözemezsek özellikle istirham ediyorum
Makamatü’l-ârifîn’i analiz edilmezse İbnü’l-Arabî’nin ihsan mertebesindeki arif kavramının
çözülmesi mümkün değildir.
Ben özellikle Gazzali okuturken Gazzali’nin filozofların tekfir edilmesi meselesini
anlattıktan sonra onu veriyorum. Bunu şunun için anlatıyorum: İbnü’l-Arabî’yi eğer siz bu
geleneği Sühreverdi ile İşraki geleneği bir doğu felsefesine dönüşmesini gözden kaçırırsanız
vahdet-i vücudun olası yanlış anlamalarını gidermeye çalışan vahdet-i şuhûd öğretilerinin
hükmü kaybolur. Burada, bu sempozyumda benim anladığım bu olmuştur. Bundan dolayı Sayın
Dekanım sahsınızda bütün emeği geçenlere çok teşekkür ediyorum.
Eğer biz bunu yaparsak –günümüz için şunu söylüyorum- tarikatların, kendilerine ehl-i
tasavvuf diyen insanların aslında tasavvuf ve tasavvuf felsefesi ile bir alakalarının olmadığını
Sünnîlik adı altında Selefî zihniyetin ve felsefe karşıtı bir söylemin temsilciliğini yaparak, felsefe
karşıtı bir söylem oluşturduklarını biz İbnü’l-Arabî üzerinden vurgulayabiliriz. Çünkü İbnü’lArabî hakikaten simge bir isimdir ve İslam’ın ikinci tarihinin bir nevi yön belirleyicisidir.
Fıkıh ve tasavvuftaki bazı bildirilerde felsefî arka plandan haberdar olmayınca, faal akıl
haberdar olmayınca, Ruhu’l-kudus kavramına yüklenen anlamlar fizik-metafizik irtibatının nasıl
kurulacağını bilmeyince tasavvufu salt, müstakil bir disiplin gibi ve sanki İslam ahlak felsefesinin
gereksizliğini savunan arkadaşların böyle düşünmelerini bu disiplinlerin parçalanmasından
kaynaklandığını düşünüyorum. Ve onun için bu batıdan Endülüs’ten gelip bu coğrafyada bu
disiplinleri zirveye taşıyan İbnü’l-Arabî’dir. Yine orada İbn Mace ve İbn Rüşt vardır. Tedbirü’lmütevahhdi, Tedbirü’l-müdün ve Tedbirü’l-menzil bunları da gözden kaçırırsak, özellikle
Tedbirü’l-ilahiyye’deki arif kavramı Cibril Hadisini felsefi olarak yorumlamayı; İman, İslam ve
İhsan üzere yorumlamadaki bütünselliği kaçırırsak, Efendimiz ’in “Alimler peygamberlerin
varisleridir” hadisinin manasını kaçırmış oluruz. Yani biz bireyselliğimizi müstağni olmadan
müstakilliğimizi sağlamak istiyorsak bunu güzel, seçkin adam İbnü’l-Arabî üzerinden yapmamız
gerekir. O tekfir ikilemine düşmek istemiyorsak, Ekrem Demirli’nin dediği gibi bunu da
tarihimizin yol gösteren mürşitlerinden, hâdilerinden herhangi birisi –burasını önemle
vurguluyorum- onu son derece önemli birisi olarak görmek istiyorsak bizim bunları bütünlük
içerisinde okumamız gerekmektedir.
Bir de bu perspektifte Sayın Dekanım şunu söylüyorum: Biz Türkler Müslüman olduk.
Müslüman olmamızdaki önemli isimlerden bir tanesi Hallâc’tır. Neden? Çünkü bizim daha
önceki Tek Tanrı geleneğinin tahrif olmuş şekli denilebilecek Şaman geleneğinde fizik-metafizik
irtibatını sunan erkek ve kadın şamanlarımız vardı. Cezbe halinde o ihsan mertebesine erişmiş, o
zamansızlık ve imkânsızlık boyutuna erişmiş seçkin insanların örneğini gördüğümüz için bizim
Müslüman olmamız daha kolay oldu. Dolayısıyla Ahmet Yesevî geleneğini bizim ihmal
etmememiz lazım. Çünkü Ahmet Yesevî bunu sistematize ediyor. Fukahanın helal ve haram
kıskacına girmeden takvanın – İbnü’l-Arabî de aynısını söylüyor- takvanın, veranın şüpheden
kaçınmanın olduğunu söyleyen bir sistem kurmasına çok dikkat etmemiz lazım. Bu bağlamda
belki Sayın Dekanım bir sonraki sempozyumda Yesevî’yi de gündeme alırsak varlığın birliği
öğretisine, hakkal’l-yakîn öğretisine, hakikatü hakka’l-yakîn diye ondan yüz sene evvel
sistematize ettiğini de gündeme getirirsek bizim Türkistan ile Türkiye arasındaki irtibatta
Malatya tekrar bir dönüm noktası olabilir. Çok teşekkür ediyorum, esenlikler diliyorum.
Başkan
Ben de hocama teşekkür ediyorum. Mahmut Erol Kılıç Bey’i İbnü’l-Arabî
Sempozyumunun düşünce planından bugüne kadar hep yanımızda gördük. İstişarelerimizde bize
rehberlik ederek yol gösterdi. Manevi desteklerini esirgemedi. Bu arada görevi değişti ve T.C.
Endonezya’ya Büyükelçiliğine atandı. Yeni, görevine başlamanın arifesinde Malatya’ya gelerek
programımıza zenginlik kattılar. Dün hepimiz birlikte gördük sempozyumun giriş panelinde
büyük katkısı oldu. Özellikle Malatyalılara ve İbnu’l Arabi’nin burada yaşadığı dönem ile ilgili
önemli açıklamalarda bulundular. Sözü hemen hocama veriyorum. Son mesajlarını almak
umudu ile süre kendilerinin takdirindedir.
Prof. Dr. Mahmut Erol Kılıç:
Çok teşekkür ederim hocam. Ben de her şeyden evvel değerli hocalarım gibi bu
sempozyumun tertiplenmesinde yukarıdan aşağıya emeği geçen bütün arkadaşlarıma teşekkür
ederek konuşmama başlamak istiyorum. Konuşmamın devamına girmeden evvel müsaadenizle
iki tane tenkidimi iletmek istiyorum. Bir tanesi “Acele şeytandır” diye bir söz ile büyütüldük.
Böyle iki dakika, beş dakika bitti, doldu şeklinde konuşmanın ne kadar zor olduğunu, böyle bir
baskı altında olamayacağımızı bildirmek istedim. İlk konuşmamızda da on dakika –tabi diğer
hocalarımıza da böyle beşer dakika verildi- tanınmıştı. Tam görüşlerimizi ifade edemediğimizi
zannediyorum. Aceleye gerek yok. Teenni ile hareket edip o anı yakalamamız lazım.
Süratlendirdiğimiz zaman o içindeki hikmeti, irfanı kaybediyoruz. Onu belirtmek istedim Sayın
Hocam. İkinci tenkidim de ben arzu ederdim ki salonumuz dolu olsun, öğrenci kardeşlerim daha
fazla rağbet göstersin ama artık vize haftası mı neye denk geldi bilmiyorum ama –vize haftası idi
belki de- öğrenci arkadaşlarımız çok fazla gelememişler. Biz tabir caizse kendin pişir kendin ye
gibi kendi başımıza konuşuyoruz. Olsun o da bir şeydir.
Her şeyden evvel bu isim altında Malatya’da bir sempozyumun tertip ediliyor olması
birçok açıdan önem ifade ediyor. Zira önce şöyle bir genel giriş yapmak istiyorum. Muhyiddin
İbnü’l-Arabî gibi bilgelerin -günümüzde hâlihazırdaki İslam dünyasının şu anki fikri seviyesi ki
hepimizin yakından bildiği bir durum, tasvire gerek yok. İslam dünyasının tefekkürsüz, irfansız,
hikmetsiz şu anki halinde- çok önemli reçeteler sunabilecek bilgelerimizden bir bilge olması,
İbnü’l-Arabî’nin yeniden keşfi bizim irfan, hikmet ve tefekkür seviyemizi artıracağına
inanıyorum. Özellikle bu topraklardaki İslam’ın, yaşanılan, tecrübe edilen İslam’ın bu gelenekten
beslendiğini de hem tarifi hem de ilmi bir gerçek olarak bir kere daha dikkatinize sunmak
istiyorum. Geleneksel yani ananevi, tiradisyonel (traditional) İslam anlayışımız, SelçukluOsmanlı çizgisindeki İslam anlayışı son devirlerdeki kırılmanın haricinde, son devirlere
gelinceye kadar bu “Biz iki anneden süt emdik: Birisi İbnü’l-Arabî diğeri Mevlâna ” fikirleri ile
inşa edilmiş bir İslam anlayışıydı. Bu sadece âfâkî bir cümle değil belgelere dayalı bir cümledir.
Bunu delillendirmeye başladığımız zaman ilk kurulan ilim müessesinin İznik medreselerinin baş
müderrisi olarak tanınan kimsenin Davudu’l-Kayserî isimli bir zat olması, Davudu’l-Kayserî’nin
İbnü’l-Arabî mektebinden olması, onların torunu sayılabilecek bir kimse olması, bizzat
medresede Fusûs derslerinin yapılıyor olmasıdır. Daha sonra şeyhu’l-İslamlık müessesesinin inşa
edilmesi ve sonra ilk şeyhu’l-İslam -bakınız tekke şeyhinden bahsetmiyorum hukuk
müessesesinin başı olan- Molla Fenârî’nin Misbâhu’l-üns isimli Sadreddin-i Konevî’nin en zor
metinlerinden birisi olan Miftâhu’l-gayb’a şerh yazmıştır. Bir hukukçu aynı zamanda kendisi
şeyhu’l-İslam, ama biz onları İlahiyat eğitimlerinde sadece ve sadece hukuk görüşleri ile tanıdık.
Onun metafizikçi olduğunu, ârif olduğunun, sûfî olduğunun nedense üstünü örttük. Bu
gelenekten kopan biz modern İlahiyatçılar kendi tahayyülümüzü tarihe indirdik ve şu anki
duruşumuzdan geriye doğru bir okuma yaptık. Oysaki bu ortaya yanıltıcı bir fotoğraf çıkardı.
Tarihteki, gelenekteki İslam’ımız neydi diye, Taşköprüzade Ahmed Efendi’nin Mevzuât-ı
Ulûm’una, orada ilimler hiyerarşisini nasıl yaptığına baktığımız zaman hiç başka yere gitmeye
gerek yok.
Fıkıh ilmi ki mevzuu hukuktur. Mevzusu kişinin çağından sonra ancak devreye girdiği bir
ilmin adıdır ve ürün ile beraber biter. Görülmeyen âlemle ilgili bir hüküm veremez. Görülen
mesleler ve olaylar hakkında hüküm veren bir ilim dalı ile metafizik yapılamayacağını
Taşkörüzade bildirir. O zaman dini ilimlerde âlî ilimler yani yüksek ilimler ve araç ilimler
ayrımını kendisi yapar. Hepimiz Arapça tahsil ettik. Değişik şekillerde Sarf-Nahiv okuduk. Ama
şunu biliyoruz netice itibariyle Arapça bir araçtır, amaç değildir. Amaç olsaydı Ebu Cehil de
Arapça biliyordu. İslam’ı, Kur’an’ı anlardı ama anlamadı. O zaman dini ilimlerde gaye neydi,
Marifetullah’ı elde etmek neydi, nasıldı? gibi soruları sorduğumuz zaman ortaya eğer alerji
duyanınız varsa adına tasavvuf demeyebileceğimiz bir şey çıkıyor. İsimlendirmek tasavvufî
ilimlerde çok fazla önemli değildir, mana önemlidir. Adını bir kenara atabilirsiniz. Sûfilik
adından da hoşlanmayan bir kenara atabilir. Biz mevzuyu ele alalım. Eğer bizim gayemiz bu
kayıtlı, sınırlı yeryüzü hayatında Rabbi tanımak, Allah’ı tanımak, “Allah’ın ahlakıyla
ahlaklanınız” veya “O’nun boyası ile boyanma” ise ancak ondan sonra marifet elde edebilmek ise
ve Allah bize kutsal kitabında Kur’an-ı Kerim’imizde “Siz neredeyseniz ben sizinle beraberim”
diyorsa, bir kurbiyye teolijisi inşa ediyordur. Bizzat kendisi bunu söylüyorsa “En yakın” diye bir
kelime kullanıyorsa, maiyyet teolijisi yapıyorsa, ardından “Ben size kendi ruhumu üfledim”
diyorsa, başka bir ruh üflemedim diyorsa, bizzat kendi ruhumdan üfledim diyorsa, o zaman insan
ile Allah’ı arasında bizim kavramsal analizlerimizin ötesinde çok sıcak, çok yakın bir ilişki olsa
gerektir. Bu ilmin nasıllığı, ilişkinin nasıl kurulacağı üzerinde kafa yormuş, bazı fikirler
serdetmiş adına ârifler dediğimiz o kervanın günümüze gelinceye kadar ki haliyle İslam
âlemindeki hâkim rolünü yeniden keşfetmemiz gerekiyor. Her şeyden evvel ilimler
hiyerarşisinin yeniden inşa edilmesi gerekiyor. Çünkü tepetaklak bir durum söz konusudur. Yani
araç olması gereken ilimler amaç olmuş; amaç olması gereken araç olmuştur. Dini ilimlerde,
İlahiyat ilimlerinde özellikle bir keşmekeş, bir kaotik bilgi anarşisi yaşanıyor. Herkes bu
piramitteki hiyerarşideki gibi yerini almalıdır. Yeni bir şey teklif etmiyoruz, yeni bir şey icat da
etmiyoruz. Var olanın tesisini, hani batılı tabirle “reconstruction” diyorlar ya yeniden yapım
aşamasıyla açıklamaya çalışıyoruz. Bunun da mimarları olarak Muhyiddin İbnü’l-Arabî gibi
büyük mimarları görüyoruz.
Şimdi İbnü’l-Arabî hakkında söylenecek o kadar çok şey var ki ama bu toplantılar esnasında
ben tabi ki bütün tebliğlere iştirak edemedim, dinleyemedim. Bazı dostlarla ilgilendik. Ondan
dolayı toplantılardaki konuşulan konuları bire bir burada değerlendirme oturumunda
değerlendirmemiz mümkün değil. Ondan dolayı o değerlendirmeyi bekleyen arkadaşlardan özür
dilerim. Ama salona girmeden evvel bana bazı sorular tevcih eden arkadaşlar oldu. Onların bir
kaç tanesi çok önemli. Her zaman karşımıza çıkan sorulardı. Ona bilebildiğim kadarıyla cevap
vermeye çalışayım. Hocam nedir bu vahde-i vücûd?
Vahdet-i vücûd nedir? Sorusuyla biz her zaman karşılaşırız. Sayın değerli üniversite
sekreterimiz de bu soruyu sordu: “Hocam anlat şunu da bilelim” anlamında. Tabi ki kısaca ancak
şu kadarını söyleyebileceğim arkadaşlar. Bir kere şunu bilelim ki Muhyiddin İbnü’l-Arabî
Hazretleri –ki tek kitabı Fütühât-ı Mekkiyye otuz altı defterdir. On bin sahifedir.- hiçbir
eserinde ve hiçbir yerde vahdet-i vücûd diye bir tabir kullanmaz. Bir kere bunu bir kenara
koyayım. İlk defa vahdet-i vücûd tabirini kullanan İbn Teymiyye’dir. “Onlar, onlar” dediği
kimseler için kullanmıştır. Bu mektep kendine böyle bir isim seçmiş değildir. Bunu bir kere
bilelim. Diğerleri, dışardan bir yakıştırma yapılmıştır. Kavram belki kullanılmamıştır ama
mevzuu itibariyle la be’se bihtir.
Varlığın birliği. Eyvallah! Evet, varlığın birliğini anlatıyoruz. Ama teknik tabir olarak
geçmemiştir. Varlığın birliği derken İbnü’l-Arabî’nin kast ettiği nedir arkadaşlar? İbnü’l-Arabî
“Bir kere sonlu bir varlığa varlık diyemiyoruz. Vücud ismini ona veremiyoruz” diyor. Yani daha
evvel yoktu, şimdi var. Daha sonra yok olacak bir şeye başı ve sonu neyse ortasına da onunla
hükmediyor. Hepimizin olduğu gibi acizâne bendenizin bir doğum tarihi var. Her doğum tarihi
olanın bir de vefat tarihi var. Allah hepimize hayırlı, uzun ömürler versin. İsterseniz yüz sene,
isterseniz iki yüz yaşayalım. Bunun başında ben yoktum. Doğduk bir anneden ve babadan ve
gidiyoruz bir yere doğru. Başında yoktum. Daha sonra da yoksam İbnü’l-Arabî diyor ki:
“Ortasında da yoksun.” Hüküm baş ve sona göredir. O her zaman varsa, her zaman vardır. ElEvvelü Allah ve’l-Ahiru Allah! “İlk benim son da benim” diyorsa o zaman ortası da O’na aittir.
Pekiyi -kelam ilminde özellikle- “mümkün varlık” diye bir problem çıktı ortaya. İbnü’l-Arabî bu
vardaki tezahürü inkâr etmiyor. Fakat onlara varlık ismini verdiğinde “Lekelemeyin bu ismi”
diyor. “O Varlık ismi sadece O’na aittir” diyor. Pekiyi bu mümkün varlık için kelamcılardan “O
zaman varlığı nasıl tanımlayacağız?” gibi bir soruları ortaya varit oluyor. Orada gerek Mevlâna,
gerekse birçok sûfinin kullandığı bir sembol, bir benzetme var. Müsaadenizle onu sizlerle
paylaşmak isterim. Biraz güncelledim ben o benzetmeyi.
Sigara içmek çok iyi bir şey değildir. Tavsiye de etmem. Sigara içmeyiniz. Ama onların
ateş ile verdikleri örneği ben sigara benzetmesi ile yapacağım. Değerli arkadaşlar düşününü ki bu
oda zifiri karanlık. Göz gözü görmüyor. Kimse kimseyi görmüyor. Ben elimde bir tane sigara
yakıyorum. Sigarayı yaktığım zaman size doğru uzatıyorum. Siz beni dahi görmüyorsunuz. Ama
yaktığım sigaranın ucunda kırmızı bir ışık var. Ve soruyorum size: Ne görüyorsunuz? Elbette
gözü salim olan herkes diyecektir ki: “Bir kırmızı nokta görüyoruz.” Çok güzel. Ben misina gibi
ince bir ip bağlıyorum sigaranın ucuna. Başlıyorum sallamaya ve sigarayı şu şekilde sallamaya
başlıyorum. Sallandığı zaman size soruyorum: Nasıl bir şekil görüyorsunuz? Ne görüyorsunuz?
Sizler de ister istemez diyeceksiniz ki: “Bir yarım daire, bir kavs görüyoruz.” Çok güzel üçüncü
merhaleye geçiyorum. Tasavvuf erbabı tecellinin hızlanması der bu duruma. Hızlandırmaya
başlıyorum. Elim sabit duruyor. O kadar hızlı çeviriyorum ki –hızlandığı için de alev daha da
canlanıyor- ortaya bir şekil çıkıyor. Size soruyorum: Ne görüyorsunuz? Herkes diyecektir ki: Bir
daire görüyorum. Şimdi sorumuz geliyor: Fizik ilmine göre bir dairenin, bir çemberin oluşması
için en az kaç noktanın bir araya gelmesi gerekiyor? Biliyoruz ki en az üç yüz almış tane noktayı
bir ara getirirsek bir çember görüntüsü elde edebiliriz. Size o zaman bir çember gösterebilirim.
Bir daire gösterebilirim. O zaman soru şu: Elimde üç yüz almış tane sigara var mıydı? Hayır, yalız
bir tane var. Üç yüz elli dokuz tanesi yok. Bir var. Allahu Ahad! Yalnız O vardır. Onun
tecellisinin şiddetinden diğer varlıklar tezahürde var gibi gözüküyorlar. Tecelliyi hafiflettiğin
anda, geriye doğru makarayı filmi çevirdiğimiz anda ortada gene tek bir sigara kalıyor. Bu kadar.
Teşekkür ederim.
Başkan
Hocam zor bir konuyu veciz ve anlaşılır bir üslupla anlattı. Ben bir kez daha teşekkür
ediyorum. Allah razı olsun. Öncelikle iki gündür devam eden bu zengin program gerçekten
verimli oldu. Şöyle ifade edeyim. Mahmut hocama tamamen hak veriyorum. Keşke zaman olsa
da birkaç hocamız daha uzun süreli konuşabilselerdi. Fakat yurtiçinden ve yurtdışından gelen
yaklaşık seksen bilim insanımız var. Bunların ayrı ayrı oturumları, programları oldu. Dolayısıyla
bir saate bağlı olarak bu sempozyum icra edildiği için sürede bir sıkıntı çektiğimiz doğru.
Tamamen katılıyorum. Bütün katılımcılarımıza teşekkür ediyorum. Allah’a emanet olunuz.