Papers by Çağlar Karaca
Felsefe Dünyası, 2023
Bu makalede inançların öznel ve özneler arası temellerini ele alan bir felsefî analiz sunulmaktad... more Bu makalede inançların öznel ve özneler arası temellerini ele alan bir felsefî analiz sunulmaktadır. Analitik felsefede inanç-bilgi ilişkisini kesinlik ideali üzerinden açıklama girişimi eleştirilmekte ve inancın ilişkisel doğasını temel alan skeptik bir yaklaşım önerilmektedir. Güncel literatürde genellikle bir öznenin belirli bir önermeye inanması veya bu önermeyi bilmesinin anlamı üzerinde durulmaktadır. İnancın öznel gerçekliğini anlamak bakımından önermesel tutumların önemi kabul edilmelidir, ancak inanmak ve bilmek arasında, gönderimde bulunan özneye bağlı olarak ortaya çıkan değişkenlik de göz ardı edilmemelidir. Bu bağlamda, makalede Gettier sonrası epistemolojide inancın bilginin bir ön koşuluna indirgenmesi eleştirilmektedir. Alternatif olarak inancın özneler arası dinamikleri irdelenerek inancın refleksif bir doğası olduğu ileri sürülmektedir. İnançların refleksif olması, aynı zamanda kesinlik idealinin yerine kesinliğe yakınsama ilkesinin koyulması ve inançların süreçsel gerçekliğinin kabul edilmesi gerektiği anlamına gelmektedir.
Beytülhikme, 2023
Bu makalede, biyoloji felsefesinde son derece tartışmalı bir konu olan indirgemecilik problemi el... more Bu makalede, biyoloji felsefesinde son derece tartışmalı bir konu olan indirgemecilik problemi ele alınmaktadır. Canlılığın fizikalist bir çerçevede değerlendirilmesinin, biyolojinin fiziğe indirgenebileceği anlamına gelmediği savunulmakta ve bu bağlamda fizikalizm ile fiziğe indirgeme arasında ne tür farklılıklar olduğu ortaya konmaktadır. İndirgemeciliğin metodolojik, epistemolojik ve ontolojik boyutları ayrı ayrı değerlendirilmekte ve öncelikle bütünü parçalarına indirgeyen metodolojik yaklaşımın eleştirisine odaklanılmaktadır. Ardından indirgemeciliğin epistemolojik boyutu incelenmektedir. Teori indirgemesi düşüncesinin temelinde, evrimsel ve tarihsel süreçlerde hiçbir mantıksal ilke bulunmadığı ve bu nedenle doğaya ilişkin nihai açıklamaları sunan disiplinin, doğa yasalarını merkeze alan fiziğin olduğu varsayımı yatmaktadır. Bu düşünceye karşı bir alternatif olarak, bilimsel açıklamaların çoğulculuğu ile indirgemeci olmayan tarzda bütünleşmesinin bir arada var olabileceği ileri sürülmektedir.
Felsefe Arkivi, 2023
Spinoza genellikle zamanın gerçekdışı olduğunu düşünen bir filozof olarak değerlendirilmektedir. ... more Spinoza genellikle zamanın gerçekdışı olduğunu düşünen bir filozof olarak değerlendirilmektedir. Bu makale Spinoza'nın zamanla ilgili yaklaşımını ele almakta, bu kapsamda öncelikle onun bu konuda geliştirdiği kavramların ve genel olarak zaman anlayışının dikkatli bir şekilde analiz edilmesi gerektiğini vurgulamaktadır. Bunun yanında, Spinoza'nın zamanla ilgili düşüncelerinin tarihsel bağlamına, örneğin sonsuzluk, nedensellik, Tanrı ve Kartezyen felsefe ile ilgili tartışmalara odaklanmaktadır. Son olarak, Spinoza'nın zaman felsefesini Laplaceçı determinizm ve blok evren teorisi gibi modern görüşlerle karşılaştırmalı olarak değerlendirmektedir. Zamanın gerçekdışı olduğu yönündeki argümanlar genellikle gündelik zaman algımızın sorgulanması üzerine inşa edilmektedir. Spinoza, tüm varlıkların ebedî olanla ilişkisi içerisinde kavranması gerektiğini vurgulamıştır. Ona göre ebediyet özünde zamansızdır, ancak zamandaki öncesiz ve sonrasız olma durumunu gerektirir. Spinoza, süreyi varlığın ebedî doğasına benzer bir etkinlik olarak tanımlamıştır. Süre başlı başına zamansal değildir, ancak sürenin niceliksel karşılaştırmalar yoluyla sınırlandırılması sonucunda zaman ortaya çıkar. Spinoza'nın zamanı perspektife bağlıdır; bizle evren arasındaki ilişkiden doğar. Onun zorunluluğa dayanan zamansızlık düşüncesi blok evren teorisini çağrıştırır. Ne var ki Spinoza-blok evren teorisinin altında yatan düşüncelerden biri olan mekanistik anlayışı nedenselliği dışsal olarak ele almakla eleştirmiş, bunun yerine ebedî olanla fiziksel zorunluluğun ontolojik bütünleşmesini önermiştir.
FLSF (Felsefe ve Sosyal Bilimler Dergisi), 2023
Düzenlilik arz eden süreçlerin ve örüntülerin, belirleyici bir kalıp veya dışarıdan bir müda... more Düzenlilik arz eden süreçlerin ve örüntülerin, belirleyici bir kalıp veya dışarıdan bir müdahale olmaksızın çok sayıdaki bileşen arasındaki karşılıklı ilişkilere dayalı olarak ortaya çıkması anlamına gelen self-organizasyon, günümüzde üzerine giderek daha fazla araştırma yürütülen bir olgudur. Self-organizasyonla bağlantılı düşünceler felsefe tarihinde Antik Çağ’dan itibaren ileri sürülmüştür. Bu olgunun dengeden-uzak sistemler temelinde termodinamik açıdan ele alınması ise bu alanda yeni bir dönemi başlatmıştır. Self-organize sistemlerde ve canlı varlıklarda form maddedeki akışa bağlı olarak ortaya çıkmakta ve içsel olarak belirlenmektedir. Organizmanın gelişim sürecinin self-organizasyonla bağlantısının kurulması, Aristoteles’ten itibaren çözülmeye çalışılan, canlılıkta formun gelişimi problemine ışık tutmaktadır. Bu makale, son dönemde yürütülen bilimsel çalışmalar temelinde söz konusu bağlantı üzerinde durmakta ve meselenin felsefî boyutuna dair bir tartışma yürütmektedir. Morfogenez sürecinde Turing örüntüleri gibi self-organize etmenlerin rolü üzerindeki çalışmalar organizmanın formu probleminin çözümünde yeni bir kapı aralamaktadır. Felsefî açıdan ise, Simondon’un değişmez forma öncelik tanıyan tözcülüğe karşı formun belirimini temel alarak öne sürdüğü ontolojik yaklaşım self-organizasyon ile örtüşmektedir.
Uluslararası İnsan Çalışmaları Dergisi, Nov 23, 2022
Teknolojik keşiflerdeki ivmeyle birlikte tam otomasyonun gerçekleşme olasılığı artık beklenir hal... more Teknolojik keşiflerdeki ivmeyle birlikte tam otomasyonun gerçekleşme olasılığı artık beklenir hale gelmiştir. Bu durumla birlikte, tam otomasyonun geniş çaplı ve küresel ölçekte bir yapısal işsizliğe yol açacağı kaygısı doğmuş ve emeğin nasıl bir dönüşümden geçeceği sorgulanır hale gelmiştir. Bu çalışmada, tam otomasyonun gerçekleşme olasılığı ve sonuçlarının yanı sıra ilerici potansiyeli emek eksenli bir yaklaşımla tartışmaya açılmıştır. Bu amaçla, makalenin ilk bölümünde yakın dönemde robotik ve yapay zeka alanında gerçekleşen gelişmeler betimlenmiş ve ilgili toplumsal problemler insan-makine ilişkisinin felsefî boyutu açısından ele alınmıştır. Makalenin ikinci ve üçüncü bölümünde ise teknolojinin yol açtığı işsizlik, emeğin yabancılaşması ve yeni çevre problemleri ele alınmaktadır. Teknoloji-kapitalizm ilişkisindeki yapısal krizler ve sermayenin emeği kontrol altında tutmasına yarayan olanaklar çözümlenmeden, otomasyonla ilgili ütopik beklentiler temelsiz kalacaktır. Bununla birlikte, mevcut ekonomik koşullar açısından gerçekçi olmaya çağrı, teknolojinin yarattığı muazzam dönüştürücü potansiyeli reddetmeyi de gerektirmez. Teknoloji bir yandan işsizlik ve sosyal eşitsizlik yaratırken, diğer yandan da yüksek emek verimliliği aracılığıyla bolluk getirmektedir. Makalenin son bölümünde teknolojinin olumlu ve olumsuz yanları ele alınmakta, işsizlik konusundaki güncel çözüm önerileri tartışılmakta ve bu ETG gibi mevcut bazı yaklaşımlar eleştiriye tabi tutulmaktadır. Eleştirilen bu önerilere alternatif olarak, çalışma saatlerinin düşmesi talebinin hem gerçekçi hem de uzun vadeli bir çözüm olarak ilerici bir seçenek olduğu öne sürülmektedir. Bunun neden söz konusu talebin emeğin lehine bir durum yaratmanın yanı sıra, kapitalizmin geleneksel üretim biçimiyle makinelerin sunabileceği arzu edilir bir gelecek arasındaki çelişkiyi derinleştirecek ve post-kapitalist bir perspektifi gündemde tutacaktır.
Ankara Üniversitesi Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Dergisi, 2022
Bu makalede, içinde bulunduğumuz pandemi döneminde hayatî bir sorun haline gelen komplo teorileri... more Bu makalede, içinde bulunduğumuz pandemi döneminde hayatî bir sorun haline gelen komplo teorilerinin gelişimi, şüphecilik ve bilimsel otorite etmeniyle bağlantılı olarak ele alınmaktadır. Komplo teorileri, bilimin insanî bir etkinlik olması nedeniyle kaçınılmaz olarak beliren epistemolojik boşluklara yerleşmektedir. Bu bağlamda, insanları komplo teorilerine inanmaya sevk eden düşünce yapısındaki şüphecilik ve otoritenin sorgulanması etmenlerini çözümlemek, özünde olumlu olan bu etmenlerin komplo teorilerinde nasıl dogmatik bir yola saptığını anlamak adına önemlidir. Makalede, ilgili problem sosyal epistemoloji açısından tartışılmaktadır. Bilimsel düşünceyi destekleyen yapıcı (metodolojik) şüphecilik yaklaşımı, bilginin olanaksızlığına değin varan genel skeptik yaklaşımdan ayrı olarak değerlendirilmelidir. Bilimin şüpheci epistemolojik temellere sahip olması, açık uçlu ve tarih boyunca değişime uğrayan bir etkinlik oluşuyla yakından bağlantılıdır. Öte yandan, komplo teorilerinin şüph...
British Journal of Industrial Relations, 2022
Kilikya Felsefe Dergisi, 2021
Bu makalede, Erwin Schrödinger'in kuramsal biyolojiye önemli bir katkıda bulunan Yaşam Nedir? adl... more Bu makalede, Erwin Schrödinger'in kuramsal biyolojiye önemli bir katkıda bulunan Yaşam Nedir? adlı kitabındaki fikirlerini ve bu kitabın da etkisiyle gelişen gen-merkezci yaklaşımı eleştirel olarak değerlendirmeyi amaçlıyorum. Schrödinger'in canlılık konusundaki entelektüel mirasının tartışmaya açılması moleküler biyolojinin yaşam bilimlerinde hakim hale gelişinin ve yaşamın organizasyona dayalı temelinin anlaşılması açısından özel bir önem taşıyor. Yayınlandığından beri biyoloji felsefesinde önemli tartışmaları beraberinde getiren Yaşam Nedir? kitabı, yaşamı termodinamiğin yasaları doğrultusunda ele alması açısından biyolojide organizasyonu vurgular. Bununla birlikte Schrödinger'in canlılığın kodu olarak tasavvur ettiği aperiyodik kristal kavramı gen-merkezciliği destekleyen öncül fikirleri barındırmaktadır. Schrödinger, canlı varlıkların doğadaki entropi artışı eğilimiyle baş etmesi gereken nitelikte olması gerektiğini savundu ve bu görüş, canlılığa dair temel bir ilke olarak yaygın kabul gördü. Schrödinger'in yaşamın düzenliliğini mikro düzeyde aperiyodik kristal hipotezi ile açıklama girişimi ise nispeten daha tartışmalıdır. Makalede, bu tartışmalı konuları aydınlatmak amacıyla Schrödinger ve ardından gelişen gen-merkezci yaklaşımlara yönelik eleştirileri ele alıyorum. Ardından, gen-merkezciliğin sınırlılıklarına karşı yaşamın organizasyonunun organizma seviyesinde ele alınması değerlendiriyorum. Bu görüş, Kant'ın self-organizasyon kavramıyla tanımladığı, parça-bütün ilişkilerindeki karşılıklılığı temel alır. Son olarak, yaşamın organizasyonuna dair felsefî yaklaşımları ve entropinin buradaki rolünü tartışıyorum. Organizma düzeyinde ve organizma-çevre ilişkisindeki çoklu etmenlerin geri-besleme ilişkilerine dayanan ağ yapısı, gen-merkezciliğin indirgemeci yaklaşımına karşı kapsayıcı bir alternatif sunmaktadır.
Dört Öge, 2021
Bu makalede, günümüzde bilim dışı olarak görülen vitalizmin tarihsel temellerini ve felsef î mira... more Bu makalede, günümüzde bilim dışı olarak görülen vitalizmin tarihsel temellerini ve felsef î mirasını ele alıyorum. Çalışmanın ilk bölümünde Aristoteles' e dayandırılan vitalizm öncülü düşünceleri, ardından modern dönemde dirimsel kuvvet düşüncesinin gelişimini tartışıyorum. XVIII. yüzyıl sonlarında başlayan vitalizm tartışmalarında farklı yorumlar bulunmakla birlikte, vitalizm özü itibariyle yaşamın özel ontolojik statüsüne odaklanır ve canlılığa yönelik mekanist yaklaşıma karşı eleştirel bir tutum takınır. Vitalizmin söz konusu erken dönem yorumlarında, ortaya sürülen tezlerin çoğunlukla materyalizmle çelişkili olmadığı görülür. Vitalizmin bilimsel olmadığına yönelik eleştirilerde asıl olarak hedef tahtasına yerleştirilen ise Hans Driesch'ın neovitalizmi olmuş, bu durum Driesch öncesindeki yorumların çeşitliliğinin ortadan kalkmasını beraberinde getirmiştir. Bu nedenle, vitalizmin XIX. yüzyıldan itibaren yavaş yavaş bilim dışına itilmesi, bir ölçüde başlangıçtaki natüralist yaklaşımın göz ardı edilmesinin bir sonucudur. Çalışmanın ikinci bölümünde Montpellier ekolü gibi vitalist yaklaşımlar ve vitalizmi çürüttüğü iddia edilen Wöhler'in üreyi sentezlediği deneyler etrafındaki tartışmalara eğilerek vitalizmin bilimselliği problemine tarihsel açıdan kapsayıcı bir yanıt sunmayı amaçlıyorum. Son olarak, vitalizm-mekanizm tartışmasının günümüze uzanan etkisini materyalist eleştiriler ve biyolojide indirgeme karşıtlığı bağlamında inceliyorum.
History and Philosophy of the Life Sciences, 2021
In this paper, I discuss the neo-Aristotelian approaches, which usually reinterpret Aristotle’s i... more In this paper, I discuss the neo-Aristotelian approaches, which usually reinterpret Aristotle’s ideas on form and/or borrow the notion of formal cause without engaging with the broader implications of Aristotle’s metaphysics. In opposition to these approaches, I claim that biosemiotics can propose an alternative view on life’s form. Specifically, I examine the proposals to replace the formal cause with gene-centrism, functionalism, and structuralism. After critically addressing these approaches, I discuss the problems of reconciling Aristotelianism with the modern view of life’s organization. I claim that the notion of the final cause proposes a cosmological hierarchy and that this is the main problem with applying the formal cause to biology. An alternative categorization of conceptualizing life’s form involves (1) the processual identity, (2) relational property clusters, and (3) context-dependent transmission of representational units. The third category points to a semiotic basis of the form of life. In this context, I offer to readjust the focus of the problem of matter-form duality by pointing out that form is primarily an issue of the subject-object relation. Biosemiotics helps to understand the constructive role of symbolic representation in living systems, which is crucial to extend the analysis of the form from cognitive representations to external phenomena. Emergence of subjectivity and perspectivity of interactions are key elements to bridge the form and actual processes within a non-hylomorphic account. To demonstrate transitions from the physical influence of shapes to the organic recognition of forms, I address the biological studies on the synchronization of coincidental inputs and enzyme specificity.
Dört Öğe, 2020
Öz Bu makalede, doğa yasası kavramının tarihselliği, nesnelliği ve evrenselliği problemlerini bil... more Öz Bu makalede, doğa yasası kavramının tarihselliği, nesnelliği ve evrenselliği problemlerini bilim tarihi ve felsefesi perspektifinden ele alıyorum. Özellikle de nedensel zorunlulukların yasa metaforuyla ifade edilmesinin ardında yatan felsef î düşüncelerin açığa çıkarılmasını amaçlıyor, bu yolla doğa yasalarının olumsallıkla olan ilişkisini farklı yönlerden analiz ediyorum. Makalenin ilk bölümünde orta çağ ile modern dönem arasındaki süreklilikleri inceleyen bilim tarihi araştırmaları tartışılmasına, ikinci bölümünde ise günümüz perspektifinden doğanın yasalılığının felsef î temelinin sorgulanmasına yer veriyorum. Bu anlamda, doğa yasası kavramının evrensel geçerliliğinin önünde, kavramın kendisinden kaynaklanan sınırlılıklar kadar, epistemolojik ve ontolojik engellerin de var olduğu öne sürüyorum. Epistemolojik engel, yasaları ortaya koyan bilimsel kuramların sürekli bir bilgisel genişlemeyle yasa olma durumunu yeni baştan tanımlamaları, ontolojik engel ise yasaların tekabül ettiği sistematik yapıların nihaî anlamda bir evrenselliğe işaret etmekten ziyade farklı derecede genelliklerle karakterize olmalarıdır.
Özet
Newtoncu paradigma, neden-sonuç ilişkilerinin mekanik açıklamasına dair başarısı nedeniyle ... more Özet
Newtoncu paradigma, neden-sonuç ilişkilerinin mekanik açıklamasına dair başarısı nedeniyle on sekizinci yüzyıl Aydınlanma düşüncesinde ilham kaynağı olmuştur. Öte yandan, bilimsel problemlerin fiziğe indirgenmesine karşı getirilen eleştiri, günümüzde buna benzer bir durumu devre dışı bırakıyor. Hume tarafından ortaya konan doğadaki yasalılığın şüpheci bir temelde eleştirisi, bugün tesadüfün ontolojik gerçekliğinin öne sürülmesi anlamında farklı bir boyut kazanmıştır. Cartwright (1999) ise doğa yasalarının evrenselliğine karşı çıkmakta ve nedensellik konusunda plüralist bir yaklaşımı önermektedir. Bu yazıda, plüralizmin bilimin birliği konusunda bazı sorunları çözümsüz bıraktığı, felsefe ve bilim arasındaki karşılıklı bir yabancılaşmanın kuramsal göreceliğe paralel olarak geliştiği öne sürülmekte ve günümüzde Aydınlanmanın bir koşulu olarak sistematik ve bütüncül bilim sorununa geri dönüş önerilmektedir. Determinizm ve indirgemeciliğe alternatif olarak, evrim kuramında ortaya konan bilimsel birikimin olasılıkçı yorumu yeni bir sistematik perspektifin oluşturulmasına katkı sunabilir.
Abstract
The Newtonian paradigm has inspired the eighteenth century Enlightenment thought due to its success with mechanical explanation of cause-effect relations. On the other hand, this kind of paradigm is no longer available in our age because of the criticism against reducing scientific problems to physics. Hume’s sceptical criticism against the laws of nature has today acquired a new dimension with the assumption of ontological chance. Cartwright (1999) opposes the universalism of the laws of nature and suggests a pluralist approach on causality. In this paper, it is argued that the pluralism cannot solve some of the problems concerning the unity of science, and that a reciprocal alienation between philosophy and science has occurred as a consequence of theoretical relativism. It is suggested that we should address the question of systematic and unified science again, as a requirement of the Enlightenment today. As an alternative to determinism and reductionism, the nondeterministic interpretation of the evolutionary theory can help with developing a new systematic perspective.
Thesis Chapters by Çağlar Karaca
In this thesis, I discuss the organism's self-organization from the perspective of relational ont... more In this thesis, I discuss the organism's self-organization from the perspective of relational ontology. I critically examine scientific and philosophical sources that appeal to the concept of self-organization. By doing this, I aim to carry out a thorough investigation into the underlying reasons of emergent order within the ontogeny of the organism. Moreover, I focus on the relation between universal dynamics of organization and the organization of living systems. I provide a historical review of the development of modern ideas related to self-organization. These ideas have been developed in relation to various research areas including thermodynamics, molecular biology, developmental biology, systems theory, and so on. In order to develop a systematic understanding of the concept, I propose a conceptual distinction between transitional self-organization and regulative self-organization. The former refers to the spontaneous emergence of order, whereas the latter refers to the self-maintaining characteristic of the living systems. I show the relation between these two types of organization within biological processes. I offer a critical analysis of various theories within the organizational approach. Several ideas and notions in these theories originate from the early studies in cybernetics. More recently, autopoiesis and the theory of biological autonomy asserted certain claims that were critical toward the ideas related to self-organization. I advocate a general theory of self-organization against these criticisms. I also examine the hierarchical nature of the organism's organization, as this is essential to understand regulative self-organization. I consider the reciprocal relation between bottom-up and top-down dynamics of organization as the basis of the organism's individuation. To prove this idea, I appeal to biological research on molecular self-assembly, pattern formation (including reaction-diffusion systems), and the self-organized characteristic of the immune system. Finally, I promote the idea of diachronic emergence by drawing support from biological self-organization. I discuss the ideas related to constraints, potentiality, and dynamic form in an attempt to reveal the emergent nature of the organism. To demonstrate the dynamicity of form, I examine research into biological oscillators. I draw the following conclusions: synchronic condition of the organism is irreducibly processual and relational, and this is the basis of the organism's potentiality for various organizational states.
Full text is available on request, or online at https://ore.exeter.ac.uk/repository/handle/10871/37126
Bu çalışmada, ;bn Haldun'un tarih anlayışı ve toplumun yasalarını keşfeden bir tarih bilimine kat... more Bu çalışmada, ;bn Haldun'un tarih anlayışı ve toplumun yasalarını keşfeden bir tarih bilimine katkısı incelenmiştir. İbn Haldun, kendinden sonraki birçok tarih görüşüne esin kaynağı olmuştur. Ancak onun ününün yanında, Mukaddime‟deki fikirlerin ve tarihsel etkinliğin kuramsal bir değerlendirmesi sönük kalmıştır.
İbn Haldun, kurucusu olduğu umran biliminde tarihsel zorunlulukları, toplumun hal ve tavırlarını keşfetmeyi amaçlamaktadır. Bir Ġslam bilgini olarak, Aristoteles'ten etkilenmesine rağmen, onun siyaset felsefesi ve tarih anlayışından bağımsız bir çizgide ilerlemiştir. Ayrıca, İslamiyet‟in bedevî karakterini esas alarak, felsefeyi teolojik tartışmalarla birleştiren filozofları eleştirmiştir.
Mukaddime'de, tarih diyalektik yöntemle kavranmaktadır. Bu diyalektik, doğa ve toplumu, tarihsel bir bütünlükle ele almaktadır. İbn Haldun'un yönteminin tarihsel materyalizmle birlikte ele alınması bu yüzden önemlidir. Onun antropolojik temeli iyi anlaşıldığında görülecektir ki, tarihindeki döngüsellik gerçekçi bir zemine yerleştirilmiştir ve çağının tarihsel koşullarındaki bir sınırlılığa işaret etmektedir. Sonuç olarak, İbn Haldun tarihteki ereksel ve düz-çizgisel idealleştirmelerin karşısında, doğa-insan ilişkisi temelinde bir tarih etkinliğinin yolunu açmaktadır.
Books by Çağlar Karaca
Thomas S. Kuhn: Bilimsel Devrimlerin Yapısı'ndan Sonra Altmış Yıl, 2024
Bilim İnsanı Dr. Mustafa Eski'ye Armağan, 2020
Türkiye'nin üniversiteler tarihinin başlangıcı, Osmanlı Devleti'nde mo-dernleşme girişimleri kaps... more Türkiye'nin üniversiteler tarihinin başlangıcı, Osmanlı Devleti'nde mo-dernleşme girişimleri kapsamında kurulan ilk üniversite olan Darülfünun'a ve Mekteb-i Tıbbiye, Mekteb-i Mülkiye gibi birkaç fakülteye dayanmaktadır. Cumhuriyet öncesi dönemde, çağın gereksinimleri doğrultusunda uzmanlaşmış insan gücü yetiştirilmesi ön plana çıkmış, daha çok Batılı bilimsel kaynaklardan çeviri ve aktarımlar yapılmış, özgün akademik üretim konusunda ise pek fazla mesafe kaydedilememiştir. Cumhuriyet'in 10. yılında başlatılan üniversite reformu bilimsel çalışmalar konusundaki açığı kapatmayı hedefliyordu. Bu yola tek bir üniversi-te olarak İstanbul Üniversitesi ile çıkıldığı düşünülürse, yükseköğrenimde eksiğin ne denli büyük olduğu da anlaşılabilir. 1933'te İstanbul Üniversitesi, 1935'te ise Ankara' da Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi'nin kurulmasıyla birlikte, antropoloji, dilbilim ve tarih gibi sosyal bilimlerde kısa sürede önemli aşamalar kaydedilmiştir. Tarihsel arkaplanında önemli ve uzun vadeli bir bilimsel kültürün oluşması gere-ken doğa bilimleri, matematik ve felsefe alanlarında ise çok daha ciddi boyutta bir geri kalmışlık söz konusuydu. 1933 reform sürecinde, bu alanlarda çağı yakala-maya katkı sağlayabilecek iki büyük düşünür, matematikçi Richard von Mises ve bu makalede ele alınacak olan felsefeci Hans Reichenbach İstanbul Üniversitesi kadrosuna dahil edilmişlerdi. Sözü edilen üniversite reformuyla birlikte Darülfünun kapatılıp, İstanbul Üni-versitesi açılırken birçok hocanın görevine son verilip yerlerine çoğunluğu Alman olan akademisyenler getirildi. Bu dönüşüm, yükseköğrenimde Batı standartlarının yakalanması için iddialı bir atılımı beraberinde getiriyor ve böylece Darülfünun' da eleştiri konusu edilen başıboşluğa son vermeyi amaçlıyordu. Cumhuriyet'in bu atılımı ne ölçüde başarılı oldu ve sonraki yıllarda ne ölçüde devam ettirilebildi? Bu yazıda bu soruya felsefe özelinde yanıt aranacaktır. Hans Reichenbach'la başla-yan ve ardından Nusret Hızır'la devam eden bilim felsefesi etkinliğinin bugünkü durumundaki izlerini aydınlatmak amacıyla başlangıçta hedeflenen düzeyin ne ölçüde kök saldığı ve Nazi Almanya'sında barınamaz hale gelen akademisyenlerin Türkiye'ye gelmesiyle oluşan potansiyelin nederece değerlendirilebildiği tartışılacaktır. Sözü edilen tarihsel sorgulama bugün Türkiye’de akademik anlamda felsefeden ne anlaşıldığı, felsefî üretimin ne düzeyde gerçekleştiği ve hangi felsefî geleneklerin yerleşik hale geldiği sorularıyla sıkı sıkıya bağlantılıdır. Söz konusu bu güncel problemleri akılda tutarak, Cumhuriyet dönemi felsefe tarihinin bilim felsefesi odağında ele alınması önem arz etmektedir. Burada belirtilen dönemi ve etkilerini tarihsel olarak ele alan birçok çalışma bulunmakla birlikte, bu makalede farklı olarak Nusret Hızır’ın felsefî düşüncelerinin tartışılması hedeflenmektedir.
Conference Presentations by Çağlar Karaca
Bu bildiride, semiyotik ile biyolojik süreçlerin örtüşen yanları üzerinde durulacak ve bu temelde... more Bu bildiride, semiyotik ile biyolojik süreçlerin örtüşen yanları üzerinde durulacak ve bu temelde biyosemiyotiğin canlılığın bilimsel kavranışında neden önemli bir yaklaşım olduğu açıklanacaktır. Charles S. Peirce’ün semiyotik alanındaki çalışmalarının biyolojiye uygulanması ve Jacob von Uexküll’ün ortaya attığı umwelt kavramı temelinde ortaya çıkan biyosemiyotik, canlı varlıkların etkinliğinin semiyotik bir niteliği olduğunu, biyolojik süreçlerde normatif ilkelerin yerel düzeyde ve kendi kendini olumlayan şekilde belirlenebileceğini ileri sürer. Bunun yanında, semiyotik sistemlerin evrimsel olarak ortaya çıkması, canlılardaki mantıksal ilkelerin insan bilincini önceleyen bir temeli olduğunu gösterir. Moleküler düzeyden itibaren başlayarak daha ileri seviyelerde ortaya çıkan imleyici süreçler, canlılıktaki mantığın evrimsel bir perspektife dayalı olarak açıklanabileceği anlamına gelir. Diğer yandan, biyosemiyotik yaklaşım canlılığa dair getirilen mekanistik açıklamaya özne temelli bir alternatif sunmakta, böylece özneleşme ve biyolojik enformasyon olgularını kapsayan bir kuramsal çerçeve sağlamaktadır.
Uploads
Papers by Çağlar Karaca
Newtoncu paradigma, neden-sonuç ilişkilerinin mekanik açıklamasına dair başarısı nedeniyle on sekizinci yüzyıl Aydınlanma düşüncesinde ilham kaynağı olmuştur. Öte yandan, bilimsel problemlerin fiziğe indirgenmesine karşı getirilen eleştiri, günümüzde buna benzer bir durumu devre dışı bırakıyor. Hume tarafından ortaya konan doğadaki yasalılığın şüpheci bir temelde eleştirisi, bugün tesadüfün ontolojik gerçekliğinin öne sürülmesi anlamında farklı bir boyut kazanmıştır. Cartwright (1999) ise doğa yasalarının evrenselliğine karşı çıkmakta ve nedensellik konusunda plüralist bir yaklaşımı önermektedir. Bu yazıda, plüralizmin bilimin birliği konusunda bazı sorunları çözümsüz bıraktığı, felsefe ve bilim arasındaki karşılıklı bir yabancılaşmanın kuramsal göreceliğe paralel olarak geliştiği öne sürülmekte ve günümüzde Aydınlanmanın bir koşulu olarak sistematik ve bütüncül bilim sorununa geri dönüş önerilmektedir. Determinizm ve indirgemeciliğe alternatif olarak, evrim kuramında ortaya konan bilimsel birikimin olasılıkçı yorumu yeni bir sistematik perspektifin oluşturulmasına katkı sunabilir.
Abstract
The Newtonian paradigm has inspired the eighteenth century Enlightenment thought due to its success with mechanical explanation of cause-effect relations. On the other hand, this kind of paradigm is no longer available in our age because of the criticism against reducing scientific problems to physics. Hume’s sceptical criticism against the laws of nature has today acquired a new dimension with the assumption of ontological chance. Cartwright (1999) opposes the universalism of the laws of nature and suggests a pluralist approach on causality. In this paper, it is argued that the pluralism cannot solve some of the problems concerning the unity of science, and that a reciprocal alienation between philosophy and science has occurred as a consequence of theoretical relativism. It is suggested that we should address the question of systematic and unified science again, as a requirement of the Enlightenment today. As an alternative to determinism and reductionism, the nondeterministic interpretation of the evolutionary theory can help with developing a new systematic perspective.
Thesis Chapters by Çağlar Karaca
Full text is available on request, or online at https://ore.exeter.ac.uk/repository/handle/10871/37126
İbn Haldun, kurucusu olduğu umran biliminde tarihsel zorunlulukları, toplumun hal ve tavırlarını keşfetmeyi amaçlamaktadır. Bir Ġslam bilgini olarak, Aristoteles'ten etkilenmesine rağmen, onun siyaset felsefesi ve tarih anlayışından bağımsız bir çizgide ilerlemiştir. Ayrıca, İslamiyet‟in bedevî karakterini esas alarak, felsefeyi teolojik tartışmalarla birleştiren filozofları eleştirmiştir.
Mukaddime'de, tarih diyalektik yöntemle kavranmaktadır. Bu diyalektik, doğa ve toplumu, tarihsel bir bütünlükle ele almaktadır. İbn Haldun'un yönteminin tarihsel materyalizmle birlikte ele alınması bu yüzden önemlidir. Onun antropolojik temeli iyi anlaşıldığında görülecektir ki, tarihindeki döngüsellik gerçekçi bir zemine yerleştirilmiştir ve çağının tarihsel koşullarındaki bir sınırlılığa işaret etmektedir. Sonuç olarak, İbn Haldun tarihteki ereksel ve düz-çizgisel idealleştirmelerin karşısında, doğa-insan ilişkisi temelinde bir tarih etkinliğinin yolunu açmaktadır.
Books by Çağlar Karaca
Conference Presentations by Çağlar Karaca
Newtoncu paradigma, neden-sonuç ilişkilerinin mekanik açıklamasına dair başarısı nedeniyle on sekizinci yüzyıl Aydınlanma düşüncesinde ilham kaynağı olmuştur. Öte yandan, bilimsel problemlerin fiziğe indirgenmesine karşı getirilen eleştiri, günümüzde buna benzer bir durumu devre dışı bırakıyor. Hume tarafından ortaya konan doğadaki yasalılığın şüpheci bir temelde eleştirisi, bugün tesadüfün ontolojik gerçekliğinin öne sürülmesi anlamında farklı bir boyut kazanmıştır. Cartwright (1999) ise doğa yasalarının evrenselliğine karşı çıkmakta ve nedensellik konusunda plüralist bir yaklaşımı önermektedir. Bu yazıda, plüralizmin bilimin birliği konusunda bazı sorunları çözümsüz bıraktığı, felsefe ve bilim arasındaki karşılıklı bir yabancılaşmanın kuramsal göreceliğe paralel olarak geliştiği öne sürülmekte ve günümüzde Aydınlanmanın bir koşulu olarak sistematik ve bütüncül bilim sorununa geri dönüş önerilmektedir. Determinizm ve indirgemeciliğe alternatif olarak, evrim kuramında ortaya konan bilimsel birikimin olasılıkçı yorumu yeni bir sistematik perspektifin oluşturulmasına katkı sunabilir.
Abstract
The Newtonian paradigm has inspired the eighteenth century Enlightenment thought due to its success with mechanical explanation of cause-effect relations. On the other hand, this kind of paradigm is no longer available in our age because of the criticism against reducing scientific problems to physics. Hume’s sceptical criticism against the laws of nature has today acquired a new dimension with the assumption of ontological chance. Cartwright (1999) opposes the universalism of the laws of nature and suggests a pluralist approach on causality. In this paper, it is argued that the pluralism cannot solve some of the problems concerning the unity of science, and that a reciprocal alienation between philosophy and science has occurred as a consequence of theoretical relativism. It is suggested that we should address the question of systematic and unified science again, as a requirement of the Enlightenment today. As an alternative to determinism and reductionism, the nondeterministic interpretation of the evolutionary theory can help with developing a new systematic perspective.
Full text is available on request, or online at https://ore.exeter.ac.uk/repository/handle/10871/37126
İbn Haldun, kurucusu olduğu umran biliminde tarihsel zorunlulukları, toplumun hal ve tavırlarını keşfetmeyi amaçlamaktadır. Bir Ġslam bilgini olarak, Aristoteles'ten etkilenmesine rağmen, onun siyaset felsefesi ve tarih anlayışından bağımsız bir çizgide ilerlemiştir. Ayrıca, İslamiyet‟in bedevî karakterini esas alarak, felsefeyi teolojik tartışmalarla birleştiren filozofları eleştirmiştir.
Mukaddime'de, tarih diyalektik yöntemle kavranmaktadır. Bu diyalektik, doğa ve toplumu, tarihsel bir bütünlükle ele almaktadır. İbn Haldun'un yönteminin tarihsel materyalizmle birlikte ele alınması bu yüzden önemlidir. Onun antropolojik temeli iyi anlaşıldığında görülecektir ki, tarihindeki döngüsellik gerçekçi bir zemine yerleştirilmiştir ve çağının tarihsel koşullarındaki bir sınırlılığa işaret etmektedir. Sonuç olarak, İbn Haldun tarihteki ereksel ve düz-çizgisel idealleştirmelerin karşısında, doğa-insan ilişkisi temelinde bir tarih etkinliğinin yolunu açmaktadır.