Hafıza çalışmaları akademide toplumsal hafıza ve kültürel bellek gibi farklı konularda çalışılmay... more Hafıza çalışmaları akademide toplumsal hafıza ve kültürel bellek gibi farklı konularda çalışılmaya başlanmış ve sözlü tarih çalışmalarını da içine alan bir disiplin alanı oluşturmuştur. Hafızanın göç, mekân, savaş, tarih, deprem ve soykırım gibi birçok kavramla yakından ilişkisi vardır. Hafızanın göç ve mekânla olan ilişkisini ele alan ve daha önce böylesine kapsamlı bir çalışma yapılmadığı için akademik çalışmalar içinde özgünlüğünü koruyan Göç-Hafıza-Mekân Fenomenolojik Bir Araştırma başlıklı çalışma, Betül Ok Şehitoğlu’nun doktora tezinin kitaplaştırılmasıyla oluşmuştur. Bu çalışmada göçmenin hafızasının mekân üzerinde nasıl bir etkisi olduğu araştırılmış ve yapılan mülakatlarla birtakım veriler elde edilmiştir. Kitap ön söz, giriş, son söz, kaynakça, ekler ve dizin bölümü hariç toplamda üç bölümden oluşmaktadır. Kitabın yazılma serüvenini Ön Söz bölümünde anlatan yazar, saha çalışması sırasında evlerine gittiği Suriyeli bir göçmenle olan konuşmasından söz eder. “Evinizi özlüyor musunuz? Sorusunu yönelttim. O da “Çok özlüyorum. Hatta şu oturduğunuz kanepe, Suriye’de de evin tam bu köşesinde duruyordu. Kapıdan girince soldaydı. Ev seçerken buna dikkat ettik. Fazla seçeneğimiz yoktu ama rast geldi. Sırf burayı evim gibi hissetmek, evime benzetmek için kanepeyi buraya koydum. Orayı hatırlamak ve unutmamak için” (s. 14). Bu diyalog kitabın yazılma amacını oluşturmakla beraber göçmenin mekân aracılığıyla yaşadığı deneyimlerin nasıl hatırlandığına dikkat çekiyor.
Çankırı Karatekin Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2023
Bellek çalışmalarına olan ilginin artmasının sebebi; insanların geçmişe olan merakı ve toplumsal... more Bellek çalışmalarına olan ilginin artmasının sebebi; insanların geçmişe olan merakı ve toplumsal değişimlerdir.
Birçok disiplinle yakından ilgisi olan bellek kavramı
edebî metinler aracılığıyla da ele alınmaya başlanmış
kimlik, kültür ve tarih bilinci gibi kavramlarla olan ilişkisine bakılmıştır. Belleğin varlığı bu kadar önemliyken onun yitirilmesi, diğer bir deyişle geçmişi kaybetmek
büyük bir dramdır. Bellek, geçmişi ilk günkü kadar taze hatırlamasa da birorganizmanın sahip olabileceği bu hatırlama yeteneği sayesinde geçmişi akan zamana rağmen diri tutmayı başarır. 2000 sonrası çağdaş yazarlardan olan Burhan Sönmez, dördüncü romanı olan Labirent’te Boratin isimli bir müzisyenin Boğaz Köprüsü’nden atlayıp intihar ettikten sonra geçirdiği bellek yitimini ve hatırlamak adına çektiği sancıları anlatır. Boratin kendisinin kim olduğundan başlayıp evinin yoluna kadar her şeyi unutmuştur. Bedensel olarak kırık bir kaburgayla hayata dönmeyi başarsa da kendi varlığına dair bütün izleri kaybetmesi onun bellek sınırlarının dışına atıldığını
göstermiştir. Roman boyunca Boratin’in hatırlama arzusu okuyucuya bellek kavramını yeniden düşündürtmeyi başarmıştır. Bellek bilgiyi çeşitli yollarla yani kodlama ve depolama gibi süreçlerden geçirerek ona yeni anlamlar yükler. Bellek kişinin geçmişte algıladığı birtakım sahneleri belirli koşullar sağlandığında okuyucuya hatırlatmayı
ihmal etmez. Bu hatırlama ediminin yetersiz olması ise Boratin’in boş bir bellekle İstanbul’un sokaklarını dolaşırken anısal belleğe dair hiçbir ize rastlamamasından
anlaşılır. Bu çalışmada tespit edilen başlıklarla bellek yitiminin nasıl bir yokluklar evreni kurduğu incelenmiş, toplumsal bellek, nostalji, bellek metaforları ve rüya gibi
kavramların bellekle olan ilişkisinden söz edilmiştir. Belleğin insanı bireysel, toplumsal, kültürel olarak her yönden hayata hazırladığı açık olmakla birlikte bunların eksikliği sonucunda çekilen benlik ve varoluş sancıları Labirent romanı ve Boratin karakteri üzerinden okuyucuya aktarılmıştır.
AFRICA 3RD INTERNATIONAL CONFERENCE ON NEW HORIZONS IN SCIENCE , 2023
Orhan Pamuk, Türk edebiyatında postmodern roman bağlamında üretken ve önemli yazarlardan
birisidi... more Orhan Pamuk, Türk edebiyatında postmodern roman bağlamında üretken ve önemli yazarlardan birisidir. Mart 2021 yılında yayımlanan son romanı Veba Geceleri yine postmodern tekniklerle yazılmış bir roman olup Osmanlı’nın hayali küçük bir vilayeti olan Minger Adası’nda ortaya çıkan devletin ve halkın veba salgınıyla olan mücadelesini anlatır. Pamuk, roman anlatıcısını tarih araştırmacısı Mina Mingerli’yi seçerek her zaman ki gibi romanının kurgu olduğunu samimiyetle okuruna söylemeyi tercih etmiştir. Romanın yoğun tarih bilgisiyle yazılmış olması okuru yer yer sıksa da meselenin güncele yakın tutulması okumayı kolaylaştırmıştır. Veba salgının ortaya çıkışı, salgının nasıl ve hangi yollarla bulaştığı, karantina süreci ve buna karşı alınan önlemler COVID-19 salgınında yaşananlara benzediği için roman içerisinde okuyucunun bu süreci kabul etmesi daha kolay olmuştur. Veba salgını insanların sadece fiziksel anlamdaki ağrılarla mücadele ettiği bir hastalık değil, aynı zamanda psikolojik bir çöküşün, kaygının ve ölüm korkusunun derinden hissedildiği bir hastalıktır. Güven duygusunu sarsıldığı, insanlar arasındaki iletişim kanallarının kapandığı veba salgını dönemi, bütün bir dünyayı derinden etkilemiş ve birçok kişinin ölümüne sebep olmuştur. Vebanın bitişinden sonra insanların eski hayatlarına dönmesi ise Minger için tam bir dönüm noktası olmuştur çükü ada kendi varoluş hikâyesini kendisi yazmıştır. Bu çalışmada Minger Adası’nın güzelliklerinden hareketle salgın hakkında bilgi verilmiş ve edebiyatta salgın, hastalık gibi konuların nasıl işlendiği üzerine durulmuştur. Roman içinde uzun uzadıya iki kere girilmiş olan karantina dönemi ve o süreçte insanların çektiği bedensel sancılar ve bunalımlı ruh hâlleri değerlendirilmiştir. Veba Geceleri okuru bir karantina süreciyle yüzleştirip yakın zamanda yaşanan pandemi gerçeğiyle okuru kolayca etkilemeyi de başarmıştır.
Artvin Çoruh Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, 2023
Geçmişin bellekte yer edinmesi için birtakım hatırlatma figürlerine ihtiyaç vardır. Bunu en iyi s... more Geçmişin bellekte yer edinmesi için birtakım hatırlatma figürlerine ihtiyaç vardır. Bunu en iyi sağlayan şey ise bir coğrafya ya da kültürün içinde tekrarlanarak kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel malzemelerdir. Şarkılar, maniler, süslemeler, kutlama ritüelleri, danslar, giyim-kuşam, yeme-içme gibi bu malzemeler kültürün ve belleğin aktarıcı unsurlarındandır. Bu çalışmada Sevinç Çokum'un "Rozalya Ana" isimli öykü kitabının "Kütahyalı Kız" öyküsü kültürel bellek kavramı aracılığıyla incelenmiş, Kütahya'nın kimlik vurguları, kutsal metinler, Mevlevilik, şiirler, maniler, şehre ait süslemeler ve yemek gibi kültürel kodların nasıl işlendiğine dikkat çekilmiştir. Öykünün başkarakteri İstanbul'da görev yapan ve resmi tatilden dolayı doğup büyüdüğü Kütahya'daki ailesini ziyaret eden edebiyat öğretmeni Seyfi'dir. Kütahya'ya dönüş aynı zamanda geçmişe, yaşadığı toplumun hayat tarzına ve kültürel belleğe dönüştür. Seyfi, babası Çinici Feyzullah Bey'le şehrin sokaklarını dolaşıp tarihi yerlerine göz atarken çocukluğunu ve gençken hoşlandığı nakışçı kız Sülün'ü hatırlar. Öyküde Kütahyalı kız tamlamasını karşılayan kişi ise Sülün'dür. Bütün bunlarla birlikte şehrin her köşesi onun belleğinde yeniden kurulur ve şekil alır. Sevinç Çokum'un şehir olarak Kütahya'yı seçmesinin sebebi ise onun Türk kültürüne sağladığı katkılardır. Kısacası bu çalışmada öykü gibi kurmaca bir metin üzerinden bir coğrafyanın gelenekleri ve yaşam tarzı anlatılmış, aynı kültürü yaşayan insanların nasıl ortak bir belleğe sahip oldukları görülmüştür.
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Türk edebiyatında roman ve hikâyeciliğin en üretken ve önemli yazarlarınd... more Hüseyin Rahmi Gürpınar, Türk edebiyatında roman ve hikâyeciliğin en üretken ve önemli yazarlarından birisidir. Çeşitli konuları eserlerine taşımakla birlikte toplumun psikolojik, toplumsal ve kültürel portresini geniş ölçüde yansıtmıştır. Yazarın romanlarının ve hikâyelerinin geneli, sosyolojik anlamda okumalar yapmaya müsait olduğu için bu çalışmada da "kadın" odaklı bir araştırma yapılmıştır. Kadının eğitimi, çalışma hayatı, sosyal hayattaki konumu, toplum içinde maruz kaldığı baskılar, aşk ve tutkuları her dönem için tartışmaya açık meselelerdir. Kadın vasıtasıyla toplum hayatının yozlaşmış meseleleri ile ahlak ve namus sorunlarını işleyen Gürpınar, bunu yaparken ataerkinin kadınların ezilmesi üzerine kurulu bir ideoloji olduğunu yansıtmadan geçemez. Toplumsal düzen içerisindeki cinsiyet rollerinin kadın ve erkek arasında ayrım yaratacak kadar ortaya çıkması, Hüseyin Rahmi'nin Evlere Şenlik Kaynanam Nasıl Kudurdu? romanında ayrıntılı bir biçimde incelenmiştir.
Ferit Edgü Türk edebiyatında küçürek öykünün başarılı örneklerini vermekle tanınmanın yanı sıra ş... more Ferit Edgü Türk edebiyatında küçürek öykünün başarılı örneklerini vermekle tanınmanın yanı sıra şiir, öykü, roman ve deneme gibi türlerde de yazmış bir yazardır. İlk baskısını 1999 yılında yaptığı ve üç bölümden oluşan “İşte Deniz, Maria” adlı öykü kitabının ilk öyküsü olan “Perisiz Ev”, yazarın 1985’te yazdığı ev ve sahibi arasındaki fantastik bir hesaplaşmaya dayanır. Sahipleri tarafından terk edilen eve seneler sonra evin oğlu gelir ve içinde biriktirdiği öfkeyi, çocukluğuna dair yaşadığı geçmiş anılarını eve hesap sorarak dile getirir. Öyküde ev sahibinin erkek olması dışında kendisine dair pek bir bilgiye verilmez. Anlatıcı pozisyonunda olan ev sahibi belleğinde yer edinen ilk aşkını, oyunlarını ve bahçedeki ağaçlarını ev sayesinde hatırlamaya çalışır çünkü mekanın bellek üzerindeki işlevi insandan ayrı düşünülemez. İnsanın neyi hatırladığı kadar neyi nerde, hangi mekanlarda hatırladığı da önemlidir. Geçmişin şimdi de anlatılmasında ise bellek kavramı önemli bir çalışma alanı sunmaktadır. Bu yüzden anlatıcı sadece eski evine dönmez hatırladıkları ve belleğinde sakladıklarıyla birlikte geçmişine de döner. Bellek aracılığıyla geçmişi anımsamak veya çağırmak belli nesneler, kokular, mekanlar ve bunun gibi birçok şey üzerinden gelişir. Bellek, insan hatırladıkça yeniden ve yeniden inşa edilen bir kavramdır. Anlatıcı belleğin girdaplarında dolaşmak için doğup büyüdüğü ve aslında hiç unutmadığı eve dönmek zorunda kalmıştır. Mekanlar, belleği canlandırır ve hiç beklemediği anda kendisinin dahi unuttuğunu sandığı hatıralarla yüz yüze getirir. Bu çalışmada bellekte depolanan hatıraların mekan ve içindeki nesnelerle olan ilişkisi başlıklar altında incelenmiş ve mekanın varlığının aynı zamanda hatıraların varlığına işaret ettiği görülmüştür.
3. Uluslararası Mardin Artuklu Bilimsel Araştırmalar Kongresi , 2020
Günümüz Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından biri olan Barış Bıçakçı, Bizim Büyük
Çaresizliği... more Günümüz Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından biri olan Barış Bıçakçı, Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı romanında aynı evde yaşayan ve yıllarca arkadaşlık yapan Ender ve Çetin adlı roman kişilerinin hem ruh dünyalarına hem de yaşantılarına yer verir. Bıçakçı, romanın geneline yaydığı aşk, dostluk ve imkânsızlık gibi kavramlardan oluşturduğu bir aşk üçgeni çizer. Bu aşk üçgeninin tepesinde Ender ve Çetin’in yakın arkadaşları Fikret’in kız kardeşi Nihal yer alır. Nihal, romanda önemli bir yere sahiptir ve çalışmanın içeriği bakımından Ender ve Çetin’in hem iç dünyalarına hem de sosyal yaşantılarına ışık tutar. Çalışmada, roman üzerinden serbest zaman kavramı kullanılarak, kişilerin kendi iradelerine bağlı olarak özgürce yaptıkları birtakım etkinliklerden söz edilecektir. Bu etkinliklerle birlikte roman kişilerinin kendilerine ait bir zaman dilimi yarattıkları görülmektedir. Müzik, edebiyat ve sanat gibi etkinlikler salt boş zamanı değerlendirmek amacı taşımaz. Aksine kişiyi besleyen, ona yeni bir kimlik kazandıran ve ruhsal mekanizmaları diri tutan bu etkinlikler için özel bir zaman gereklidir. Ender, yaşananları aktarırken sürekli kendisinin ve Çetin’in dış görünüşünden, geçmiş yaşantılarındaki aşklarından ve uzun yıllar süren birlikteliklerinden söz eder. Yazarın anlatıcı olarak Ender’i seçmesinde hem çevirmenlik mesleğinin hem de edebiyat ve kitaplara olan tutkusunun etkisi yadsınamaz. Çevirmenlik dışında edebiyat, müzik ve sinema onda serbest zaman etkinliğidir. Yer yer Çetin’in de bu etkinliğe katıldığını görmekle birlikte onun halı saha maçlarında daha etkin bir konumda olduğu da açıktır. Ender ve Çetin’in sıkı dostluğu ekseninde ele alınacak olan serbest zaman ve sanat kavramı çalışmanın odak noktasını oluşturmakla birlikte romandaki bütün serbest zaman etkinliklerinin eğlenme ve hoş zaman geçirme amacıyla gerçekleştirildiği görülmektedir. Son olarak Bir özgürlük alanı olan serbest zamanın kişilerin yaşantılarına ne gibi etkileri olduğu da incelenecektir
İKSAD 4. Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi , 2019
Murathan Mungan’ın Üç Aynalı Kırk Oda adlı kitabı toplamda üç hikâyeden oluşmaktadır.
Hikâyeler ... more Murathan Mungan’ın Üç Aynalı Kırk Oda adlı kitabı toplamda üç hikâyeden oluşmaktadır. Hikâyeler sırasıyla; Alice Harikalar Diyarında, Aynalı Pastane ve Gece Elbisesi’dir. Biz bu çalışmamızda ikinci hikâye olan Aynalı Pastane’yi ele alarak hikâyenin baş kahramanı olan Aliye’nin kendini keşfetme ve kendisi olma sürecini irdelemeye çalışacağız. Aliye’nin bütün yaşadıkları, gördükleri ve hissettikleri ona yeni bir benlik kazandırarak yeni bir Aliye olmasına sebep olacaktır. Murathan Mungan, bütün bunları anlatırken ayna metaforunu kullanır çünkü ayna Aliye’nin yeni bir yaşam alanına girmesi için gerekli bir kapıdır. Ayna ondaki değişim ve dönüşümü sağlayan en önemli objedir. Ayna kişinin hem geçmişine hem şimdisine hem de geleceğine ışık tutan bir metafordur. Pastanenin aynalı oluşu Aliye’yi hem fiziksel anlamda hem de ruhsal anlamda birçok değişime uğratır. Bu değişimler sonucunda ise yazar yepyeni bir Aliye yaratır. Yazar, bu yeni Aliye’nin yaşam serüvenine bizleri tanık tutarak bizi de o serüvenin içine çekmiş olur. Kişinin kendini gerçekleştirmesi ve kendi beninin oluşturması için bir yolculuğa çıkması gerekir. Kadın satıcısı Muştik tarafından yolculuğa çıkarılan Aliye, var olma sorunlarıyla mücadele eder. Aliye, bütün bu mücadelelerden sonra birey olma ve kimlik kazanma yoluna girer. Bu yola girmesi için de aynanın öbür tarafından geçmesi gerekir. Bu geçişle de aynanın yarattığı başkalaşım roman boyunca Aliye üzerinden kendini gösterir. Bu çalışmada ise hikâyenin baş kahramanı olan Aliye’nin, kendini gerçekleştirme süreci boyunca yaşadıkları ele alınacaktır.
İKSAD 4. Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi, 2019
Sevgi Soysal, romanlarının konusunu genel olarak 12 Mart dönemi uygulamalarından alan
önemli yaz... more Sevgi Soysal, romanlarının konusunu genel olarak 12 Mart dönemi uygulamalarından alan önemli yazarlarımızdan biridir. Bu dönemin tipik romanlarından biri de hiç şüphesiz yazarın son romanı olup 1975 yılında yayımlanan “Şafak”tır. Roman Sevgi Soysal’ın 12 Mart dönemi Adana’sında yaşadığı sürgünlerden, acılardan ve hatıralardan izler taşır. Soysal o dönemin hem tanığı hem de sanığı olması hasebiyle yaşanan olaylara, birtakım sorunlara ve günler boyu süren sorgulamalara hem toplumsal hem gerçekçi hem de kadın bakış açısıyla bakabilmiştir. Sevgi Soysal Şafak’ın baş kadın kahramanı olan Oya Ertem’in duygu ve düşünce dünyasına ışık tutmuş, onu hem bir kadın hem de bir siyasi olarak okuyucuya sunmuştur. Oya dışındaki kadınlar –Ali’nin karısı Gülşah ve onun kız kardeşi Ziynet- her ne kadar silik birer kadın kahraman gibi görünseler de hem kadın sorunlarının yansıtılması hem de Oya’yı değerlendirmek, ondan farklı hayat tarzı ve düşünce yapısına sahip olmaları açısından önemlidirler. Bunların dışında Oya’nın cezaevinde tanıştığı kadınlar da oldukça dikkat çekici ve gerçekçidirler. Oya ve onun gibiler toplumda kadın olarak var olmaya çalışan hatta kadın oldukları için suçlanan ve sahip oldukları haklardan mahrum bırakılarak toplum dışına atılan kişilerdir. Bu çalışmada başta Oya olmak üzere kadınların yaşamları, toplum içindeki yerleri ve yaşadıkları sorunlar ele alınmıştır.
ABANT 1. Uluslararası Güncel Akademik Çalışmalar Sempozyumu, 2022
Günümüz Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olan Barış Bıçakçı, romanlarının kişi
kad... more Günümüz Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olan Barış Bıçakçı, romanlarının kişi kadrosunu erkeklerden seçerek onlara birtakım feminen özellikler yükleyip erkeklik meselesi üzerine konuşma ve yazma fırsatı sunar. Türkiye’deki geleneksel erkeklik rollerinin dışına çıkan bu karakterler, kırılgan, edilgen ve bağımlı oluşlarıyla dikkat çekerken bir taraftan da erkekliğin bu tarz pratikleri olduğunu da göstermiştir. Erkeklik inşasının geleneksel boyutuyla algılanmayacağını ve yeni erkeklik modellerinin de olduğuna dikkat çeken bu çalışma, yazarın 2000 yılında yayımlanan ilk romanı olan Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’de incelenmiştir. Roman, olay örgüsünün iç içe geçmesi, kişilerin sürekli değişim göstermesi ve banka, park, çay bahçesi gibi çeşitli mekânların aniden birbirinin yerini alması gibi sebeplerden dolayı, tek bir olay örgüsü ve başkişiye sahip değildir. Bu yüzden romanda üzerinde durulacak tek bir erkek karakter değil, çeşitli erkek karakterlerin olduğu görülmüştür. Romandaki olay örgülerin farklı kişiler dahilinde sürekli akıp gitmesi toplumdaki erkek profillerinin de ne kadar çeşitli olduğunu göstermektedir. Barış Bıçakçı bu ilk romanla sonraki romanların varlığına ve erkek karakterlerine hazırlık yapmıştır. Bu romanda okurun karşısına çıkan erkekler, yazarın daha sonraki yazdığı romanlarda daha detaylı bir şekilde görülmüştür. Bu çalışmada toplumsal bir kimlik teşkil eden çeşitli erkeklik modellerinin olduğu görülmüştür. Romanda erkeklerin nicelik bakımından yoğun olup eril rollere mesafeli olması, onları çoğu zaman yaşadıkları ortamda alay konusu yapmıştır. Toplum aracılığıyla var olan rollerin dışına çıkıldığı an dışlanma tehlikesiyle karşı karşıya gelen bu erkekler, güçlü erkeğin yanı sıra çaresiz ve zayıf erkeklik inşalarının da olduğunu göstermektedir.
Akademi 1. Uluslararası Göç Çalışmaları Kongresi , 2023
Nursel Duruel, 1980 kuşağının önde gelen öykücülerinden biridir. Öykülerinin yalnızlık,
yabancıl... more Nursel Duruel, 1980 kuşağının önde gelen öykücülerinden biridir. Öykülerinin yalnızlık, yabancılaşma, kentleşme ve göç gibi temaları vardır. 1982 yılında ilk baskısını yaptığı ve kitabına da ismini veren “Geyikler, Annem ve Almanya” öyküsü küçük bir kız çocuğunun dilinden ve bakış açısından okura sunulur. Dış göç olgusunun işlendiği bu kısa öykü, Almanya’da çalışan babasının yanına gidecek olan annenin kızıyla hiç tanımadıkları bir evde geçirdikleri son geceyi anlatır. Küçük kız da dahil öyküdeki hiçbir karakterin ismi verilmemiştir. Bunun belki de en büyük sebebi öykünün taşıdığı duygusal birtakım yönlerle herkese hitap etmesidir. Göçün bir aileyi nasıl parçaladığı ve bundan en çok çocukların etkilendiği bu öyküyle açık bir şekilde anlatılmıştır. Küçük kızın babasından ayrı büyümesi ve annesinden de ayrılacak olması onu oldukça sarsmış ve annesiyle geçirdikleri son geceyi gördüğü pembe rüyalarla süsleyerek anlatmıştır. Göç, insanların belli amaçlarla yer değiştirmesi gibi basit bir tanımla ifade edilse de bu kavramın sosyolojik boyutlar kapsamında duygusal olarak hissettirdikleri tarih ve toplum açısından göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Türk toplumunun yaşadığı bütün değişimler aynı zamanda romanlarına da yansımıştır. Bu meselelerden biri de iç ve dış göçtür. Göç olgusunun sadece fiziksel bir boyutunun olmadığı bunun yanında psikolojik ve sosyal anlamlarının da olduğu “Geyikler, Annem ve Almanya” öyküsünde görülmüştür. Bu çalışmada göçün bir aileyi çıkmaza soktuğu ele alınmış ve bunun en büyük şahidi olarak çocukların ayrılık ve köksüzlükle nasıl mücadele ettiği işlenmiştir. Göç edenler ve göçten geriye kalanlar iki farklı eksen üzerinden çalışmanın odak noktasını oluşturmuştur.
Bursa 3. Uluslararası Bilimsel Araştırmalar Kongresi , 2022
Kemal Varol, günümüz Türk edebiyatının önemli yazarlarından biridir. 2019 yılında ilk
baskısını ... more Kemal Varol, günümüz Türk edebiyatının önemli yazarlarından biridir. 2019 yılında ilk baskısını yaptığı Âşıklar Bayramı romanı, 2019 Dünya Kitap Yılın Telif Kitabı Ödülü’nü ve 5. Attilâ İlhan Roman Ödülü’nü alarak edebiyat camiasında ses getirmiştir. Kemal Varol bu romanında yirmi beş yıl sonra bir araya gelen baba Heves Ali ve oğul Yusuf’u beraber bir yolculuğa çıkartır. Hasta, yorgun ve pişman olan babanın son isteği Kars’ta düzenlenen âşıklar bayramına gitmektir. Diyarbakır’dan Kars’a gitmek üzere yola çıkan baba-oğulun yol boyunca geçtikleri şehirler, kültürler ve konuştukları insanlar yolun karakterlerin hayatlarında yeni bir devri başlattıklarını açıkça göstermiştir. Yol sayesinde bazı hatıralar canlanmış, bazı sırlarla eksik de olsa yüzleşilmiştir. Yolculuk teması daima edebi eserleri beslediği için zamanla yol ve yolculuk romanlarının artış gösterdiği görülmüştür. Âşıklar Bayramı romanının büyük bir kısmının yolda geçmesi romanı fiziksel ve duygusal anlamıyla tam bir yol romanı yapmıştır. Karakterlerin üç günlük yol boyunca hem iç konuşmaları hem de çevreyle kurdukları ilişkiler üzerinde durulmuştur. Toplum, aile ve kültürle donatılan insanın yolculuk süresince içsel sorunlarının nasıl ve ne gibi durumlarda meydana geldiği de incelenmiştir. Çeşitli sebeplerden ötürü başlayan yolculuk metaforunda çoğu kez amaç bir yere varmak değil, yol boyunca yaşanılan, görülen ve yol arkadaşıyla konuşulan şeylerdir. Kemal Varol’un yol arkadaşı olarak baba ve oğulu seçmesi ikisinin ortak bir geçmişinin olduğunu ve orada gizli saklı ne varsa yol aracılığıyla ortaya çıkmasıdır. Bu çalışma aracılığıyla yol ve yolculuk olgusunun karakterlerin hayatında ne gibi değişimler gösterdiği ya da saklı olan ne gibi gerçekleri ortaya çıkarttığı çeşitli başlıklar altında incelenerek açıklanmaya çalışılmıştır. Hayatlarındaki kadınlardan, geçmişten kalan bir fotoğrafa kadar irdelenen bu roman, yolun fiziksel ve psikolojik anlamda sabit bir görevinin olmadığı yol değiştikçe insanın da değiştiğini göstermektedir.
Bursa 3. Uluslararası Bilimsel Araştırmalar Kongresi , 2022
Şermin Yaşar, günümüz Türk Edebiyatının okuyucuyu yakalayan farklı anlatım tarzıyla önde
gelen ö... more Şermin Yaşar, günümüz Türk Edebiyatının okuyucuyu yakalayan farklı anlatım tarzıyla önde gelen önemli öykücülerden biridir. Edebiyat alanı kadar reklam ve medya sektöründe de metin yazarlığı ve reklam yazarlığı yapmıştır. Çocuk edebiyatına kazandırdığı birçok kitapla da her kesimden insana hitap etmiştir. Bu çalışmada Şermin Yaşar’ın üç ayrı öykü kitabındaki öykülerle duyguların yoğun ve coşkulu bir şekilde okuyucuya nasıl aktarıldığı ve en önemlisi yazarın nasıl, hangi üslupla ifade ettiği üzerinde durulmuştur. Yaşar, öykülerinde kendisine özgü anlatış biçimini iyi kurguladığından akıcı bir üslupla konuşan öykü karakterlerinin sevgi dolu sözleri ve sevgiliye olan yakarışları okuyucuyu hem çok güldürür hem de çok etkiler. Bu çalışmada ele alınan öyküler farklı isimlerle aynı kişiye yani Muazzez’e olan romantik ve aşk dolu söylemlerdir. Anlatıcı kişi Muazzez’i öyle çok sever ki aslında sürekli de kendisiyle konuşur gibidir. Ona olan hayranlığını sorduğu sorularla yine kendisi cevap vererek karşılar. Kimi yerlerde hem Muazzez’e yazar hem de Muazzez olur. Öyküler Muazzez’e olan aşkın serisi gibidir. Yaşar’ın her öykü kitabında muhakkak okuyucunun karşısına çıkar. Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu (2019) kitabında “Teessüf Ederim Muazzez” öyküsü, Gelirken Ekmek Al (2020) kitabında “Yine Muazzez” öyküsü ve Sait Faik Hikâye Ödülü alan Deli Tarla (2021) kitabında ise “Muazzez ve Yelkovan Çetesi” öyküsü anlatıcının çoşkulu bir dille romantik bir biçimde kurduğu öykülerdir. Anlatıcı bunları mektup formatına yakın bir şekilde yazmıştır. Muazzez’le ayrıldıktan sonra ona söylemek istediklerini komik aynı zamanda da hisli bir üslupla yazmaya çalışır. Bu çalışmada yazarın üç farklı öyküde aynı kişiye seslenişin lirizm ve ironiyle üslup bağlamında nasıl kurulduğu incelenmiştir.
2. Uluslararası Dergi Karadeniz Sosyal Bilimler Sempozyumu , 2019
Erdal Öz’ün “Yaralısın” romanı 12 Mart 1971 askeri müdahalesinin tipik romanlarından biridir. Rom... more Erdal Öz’ün “Yaralısın” romanı 12 Mart 1971 askeri müdahalesinin tipik romanlarından biridir. Romanın adını bilmediğimiz tutuklu kahramanı hem psikolojik hem de fiziksel anlamda bir baskı altındadır. Roman boyunca ona yapılan işkencelere ve hakaretlere şahit oluruz. Roman kişisine, bilmediği bir suç fiziksel şiddetle kabul ettirilmeye çalışılır. Bütün bunlar karşısında her ne kadar dirense de sonuç olarak hem bedensel hem de ruhsal acılar çeker. Roman kişisinin bedeni üzerine yapılan işkenceler onun yavaş yavaş nesneleşmesini sağlar çünkü şiddeti yapanlar karşısında savunmasızdır. Ona karşı yapılan her türlü küfür ve hakaret fiziksel şiddetin yanında birer psikolojik şiddettir. Bu romanda şiddet faillerinin yapmak istediği şey kişilik yıkımıdır. Her türlü iğrençlikle roman kişisinin kendisinden utanması sağlanarak onun insan olma ya da birey olma gibi hakları elinden alınır. Ruhen ve bedenen yaralı olan roman kişisinin çektiği işkenceler onu yalnızlaştırarak, onda özgüven problemi ve aşağılanma hissi yaratır. Bu çalışmada ise fiziksel şiddet diyebileceğimiz işkencelerin roman kişisinde yarattığı psikolojik durum ve gerilimler incelenecektir
2. Uluslararası Dergi Karadeniz Sosyal Bilimler Sempozyumu, 2019 Giresun, 2019
Topluma yabancılaşma ve kişilik kurgusu bağlamında incelenecek olan Mehmet Rauf’un Eylül ile Saff... more Topluma yabancılaşma ve kişilik kurgusu bağlamında incelenecek olan Mehmet Rauf’un Eylül ile Saffet Nezihi’nin Zavallı Necdet romanları aynı dönemde yazılmış iki romandır. Hem aynı dönemde yazılmaları hem de Saffet Nezihi’nin, Mehmet Rauf’tan etkilenmesi romandaki kişilerin büyük oranda birbirine benzemesine sebep olmuştur. Bu iki romandaki merkez kişilerin hemen hemen birbirinde karşılıkları mevcuttur. Özellikle merkezdeki kadın kişiler olan Suat ve Meliha gerek toplum içindeki davranışları gerekse de birtakım arzu, istek ve tutumlarıyla birbirine yakınlık gösterirler. Zaman, mekân ve diğer kişilerle ilişkilerini de bu benzerliğe dâhil edecek olursak bu iki kadın kahramanın birbirine yakın sınırlarla çizildiği görülmüş olur. Bu benzerliğin yanı sıra okur tarafından bunların farklı algılanması da söz konusudur çünkü Meliha’nın aşka olan düşkünlüğü onu her ne kadar acımasız ve hırslı yapmışsa, Suat’ı da o kadar yüceltmiştir. Toplumdan ayrı düşünemediğimiz bu insanlar içinde bulundukları şartlardan dolayı toplumdan uzaklaşmış bir nevi kaçmışlardır. Her birinin kendi değerleri ve ilgi alanları onları topluma birer yabancı kılmıştır. Bu yabancılık her ne kadar romanların erkek kahramanlarında tezahür etse de diğer kişilerin de etkilenmesine sebebiyet vermiştir. Bu makalede Suat ve Meliha karakterlerinde topluma yabancılaşma da göz önünde tutularak birer kişilik çözümlemesi yapılacaktır. Her ikisinde de ele alınan ‘ben kimim?’ sorusuna yazarın kurguladığı kişileri tanıma ve anlama açısından ‘sen kimsin?’ sorularının cevabı verilecektir. Roman kişilerinin eylem içerisinde nasıl betimlendiği, insanlarla ve toplumla ilgili kişilerin nasıl kurgulandığı gibi unsurlar üzerinde durulacaktır.
Günümüz Türk Edebiyatı'nın önemli yazarlarından biri olan Barış Bıçakçı'nın romanlarındaki erkekl... more Günümüz Türk Edebiyatı'nın önemli yazarlarından biri olan Barış Bıçakçı'nın romanlarındaki erkeklik meselelerini ele almayı amaçlayan bu çalışma, geleneksel erkeklik rolleri ve bu rollerin dışına çıkan erkekler üzerinde durmuştur. Cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ataerkillik, erkeklik ve hegemonik erkeklik kavramlarını merkeze alan tez çalışması, her bir romandaki erkeklik sorunuyla ayrı ayrı ilgilenmiştir. Erkek karakterlerin hem iç dünyaları hem de sosyal yaşantılarıyla çatışma halinde olan erkeklik pratikleri, onlar hakkında yeni bir erkeklik inşası yapmayı gerekli kılmıştır. Türkiye'deki geleneksel erkeklik inşasına göre, erkeklerin erkeklik rollerini toplumun istediği şekilde gerçekleştirdikleri görülmektedir. Bu tez çalışmasındaki erkek karakterler ise, genel anlamda toplumsal cinsiyet normlarına uymamakla birlikte her biri kendi erkeklik inşasını bu normlardan uzak bir şekilde tamamlamaya çalışmıştır. Tezin başlığından erkeklik inşası olarak bahsetmek, toplumda eril toplumsal cinsiyet normlarına uygun hareket etmeyen erkeklerin de yaşam sürdüğüne ve onların da kendilerine ait bir erkeklik inşaları olduğuna vurgu yapılmasıyla doğrudan ilgilidir. Romandaki erkek karakterlerin atandıkları cinsiyet haricindeki rollere bürünmeleri, onların sorunlu ve kırılgan erkeklik kimliklerinin olduğunu göstermektedir. Toplumsal bir yapı teşkil eden erkeklik kavramı, roman kişileriyle sürekli çatışma içerisindedir. Duygusal anlamda huzursuz, takıntılı, bağımlı, kaygılı, özgüvensiz ve zayıf hisseden erkekler, fiziksel anlamda da oldukça pasif ve güçsüzdürler. Romandaki erkek karakterler bu yönleriyle eril norma mesafeli olmakla birlikte içe dönük bir yaşam sürerler. Toplum ihtiyaca göre bir sürü erkeklik modeli üretir ve bu modellere uymayan erkekleri toplumsallaşamadıkları için dışlar. Barış Bıçakçı'nın roman karakterlerinin evde, dışarda ve bütün toplu yaşam alanlarında nasıl bir "erkeklik kimliği" sergilediklerine dair yapılacak olan bu çalışmada, romanlardaki erkeklerin, erkeklik pratiklerine göre davranma ve davranmama yönleri ele alınıp incelenecektir
Uluslararası Sosyal Bilimlerde Covid-19 Çalışmaları Kongresi Fenerbahçe Üniversitesi , 2021
Covid-19 salgını bütün dünyayı sarsan ve yaşamın hemen hemen bütün alanlarını olumsuz etkileyen b... more Covid-19 salgını bütün dünyayı sarsan ve yaşamın hemen hemen bütün alanlarını olumsuz etkileyen bir sağlık krizidir. Salgın toplumsal, sosyal, ekonomik ve psikolojik yönden toplumda değişimler yarattığı için cinsiyet ve toplumsal cinsiyet gibi rollerin de esnemesine sebep olmuştur. Kadının ve erkeğin arasına birtakım sınırlar çizerek toplum tarafından onlara atfedilen roller, beklentiler, tutum ve davranışlar kadınların aleyhine işleyerek erkeği ayrıcalıklı konuma taşımıştır. Eril toplumsal cinsiyet rollerinin erkeğe sunduğu konfor alanı, ataerkinin ve erkek egemen sistemin iktidar ilişkilerinde daha çok güç elde etmesini sağlamıştır. Erkeklerin keyfini sürdüğü bu alan ve üstlenilen roller “erkek olma” kavramını daha da pekiştirmiştir. Ataerkinin bütün pratiklerine uyarak bir şekilde kendini iktidarın bir parçası olarak tutan erkeklik kavramı, Covid-19 salgınıyla birlikte erkekliğin gerçekleştirilmesi için gerekli koşullar, mekânlar ve rollerin sınırlandırılmasıyla sekteye uğratılmıştır. Tarihten günümüze gelen erkeklik inşası, model alarak ve birbirinden etkilenme yoluyla kurulur. Erkeklerin, başka erkeklerden etkilenmesi için ortak birtakım alanları ve pratikleri paylaşması gerekmektedir fakat pandemi süreci kamusal alanı rahat kullanan erkekleri, kadınlar için tasarlanmış karanlık, dar ve sessiz mekân olan eve kapatmıştır böylece erkekliğin büyük bir bölümünün şekillenmesi için gerekli kamusal alanlar (dışarı) boş kalmıştır ve erkekler sosyalleştiği homososyal alanlardan uzak kalarak erkeklik krizine girmiştir. Erkeklik toplum aracılığıyla gelişen bir varoluş özelliği olduğu için kahvehaneler, futbol stadyumları, camiler, kışlalar, erkekler hamamı ve at yarışı hipodromları gibi mekânlar önemlidir. Covid-19 salgını sebebiyle kapalı tutulan bu homososyal mekânlar erkekliğin oluşumunu engellediği için aynı zamanda bir erkeklik yıkımıdır. Bu alanlardan uzaklaşan erkekler, erkekliğin aktif yönünden koparak psikolojik anlamda da bir çöküşe uğramışlardır. Kafa dağıtmak için gidilen kahvehanelerin yokluğu, eril tahakkümü ve kas gücünü göstermek için inşa edilen futbol stadyumlarının boş kalması erkekliğin hem güç kaybettiğinin hem de onların gelişim, değişim ve dönüşüm süreçlerinin yavaşladığını göstermektedir. Erkeklik sürekli birilerine göstermekle inşa edildiği için toplumla iç içe olması gereken erkeklerin toplumdan soyutlanması, onların sosyalleşmesine de engel olmaktadır. Pandemi sürecinde erkeğin sadece dışarıyla değil ayrıca erkekliğiyle de bağı kopmuştur. Erkekliğin ve erkeksi davranışların sergilendiği kişiler ve ortamların azalması ise kadınsılaşma endişesini tetiklemiştir. Erkekliğin sürekli test edilip onay alınması gereken bir olgu olduğu düşünülürse bunun içinde gerekli mekânların ve ortamların sürekli açık tutulması gerekmektedir. Toplumsallık duygusunu taşıyan erkek ise sağlıklı bir ruh haline sahip olmakla birlikte, erkeklik kimliğiyle birlikte toplumun her alanında rahatça var olur. Covid-19’la birlikte erkeklerin yaşam alanı değişmiş ve toplum tarafından üretilen erkeklik modelinin uzağına atılan erkekler eşit koşullarda çoğalmıştır. Salgının sadece bir sağlık krizi değil, erkeklik krizi de olduğu görülmüştür.
Istanbul University Journal Of Women's Studies, 2022
The cultural, historical, political and social differences of masculinity and femininity identiti... more The cultural, historical, political and social differences of masculinity and femininity identities are explained by the
concept of gender. Gender, on the other hand, includes the masculinity identity as a concept, but also expresses the
expectations, behaviors, attitudes and actions imposed on men by the society. Behçet Çelik, one of the important names
of Contemporary Turkish Literature, provided the opportunity for a masculinity study by drawing attention to the inner
world of the character Taner, which he created with his novel Soluk Bir An. Taner entered the process of questioning
his manhood after he fell in love with his wife’s close friend Esra. Although Taner is in conflict with the rules and norms
regulated by the society, he is not a character who acts completely outside the expectations of the society. Turning to his
inner world through love, Taner confronts his masculine identity. Reviewing the past, present and future thanks to his
love for Esra, Taner realizes his fears, weaknesses and masculine self. For this reason, he begins to question his masculine
identity, especially his inner world. Since the discourse of masculinity shaped by gender norms varies, Taner is one of
the examples of masculinity considered for this discourse. Although the problem of masculinity started with Taner’s
conflicting relationships with his father in his childhood, the main breaking point and crisis emerged after marriage
because marriage is an important door for transition to masculinity rituals. Although Taner is one of the cracks formed in
the hard wall of masculinity for today’s literature, he also laid the groundwork for the birth of new masculinity by getting
rid of traditional masculinity roles.
Hafıza çalışmaları akademide toplumsal hafıza ve kültürel bellek gibi farklı konularda çalışılmay... more Hafıza çalışmaları akademide toplumsal hafıza ve kültürel bellek gibi farklı konularda çalışılmaya başlanmış ve sözlü tarih çalışmalarını da içine alan bir disiplin alanı oluşturmuştur. Hafızanın göç, mekân, savaş, tarih, deprem ve soykırım gibi birçok kavramla yakından ilişkisi vardır. Hafızanın göç ve mekânla olan ilişkisini ele alan ve daha önce böylesine kapsamlı bir çalışma yapılmadığı için akademik çalışmalar içinde özgünlüğünü koruyan Göç-Hafıza-Mekân Fenomenolojik Bir Araştırma başlıklı çalışma, Betül Ok Şehitoğlu’nun doktora tezinin kitaplaştırılmasıyla oluşmuştur. Bu çalışmada göçmenin hafızasının mekân üzerinde nasıl bir etkisi olduğu araştırılmış ve yapılan mülakatlarla birtakım veriler elde edilmiştir. Kitap ön söz, giriş, son söz, kaynakça, ekler ve dizin bölümü hariç toplamda üç bölümden oluşmaktadır. Kitabın yazılma serüvenini Ön Söz bölümünde anlatan yazar, saha çalışması sırasında evlerine gittiği Suriyeli bir göçmenle olan konuşmasından söz eder. “Evinizi özlüyor musunuz? Sorusunu yönelttim. O da “Çok özlüyorum. Hatta şu oturduğunuz kanepe, Suriye’de de evin tam bu köşesinde duruyordu. Kapıdan girince soldaydı. Ev seçerken buna dikkat ettik. Fazla seçeneğimiz yoktu ama rast geldi. Sırf burayı evim gibi hissetmek, evime benzetmek için kanepeyi buraya koydum. Orayı hatırlamak ve unutmamak için” (s. 14). Bu diyalog kitabın yazılma amacını oluşturmakla beraber göçmenin mekân aracılığıyla yaşadığı deneyimlerin nasıl hatırlandığına dikkat çekiyor.
Çankırı Karatekin Üniversitesi Türkiyat Araştırmaları Dergisi, 2023
Bellek çalışmalarına olan ilginin artmasının sebebi; insanların geçmişe olan merakı ve toplumsal... more Bellek çalışmalarına olan ilginin artmasının sebebi; insanların geçmişe olan merakı ve toplumsal değişimlerdir.
Birçok disiplinle yakından ilgisi olan bellek kavramı
edebî metinler aracılığıyla da ele alınmaya başlanmış
kimlik, kültür ve tarih bilinci gibi kavramlarla olan ilişkisine bakılmıştır. Belleğin varlığı bu kadar önemliyken onun yitirilmesi, diğer bir deyişle geçmişi kaybetmek
büyük bir dramdır. Bellek, geçmişi ilk günkü kadar taze hatırlamasa da birorganizmanın sahip olabileceği bu hatırlama yeteneği sayesinde geçmişi akan zamana rağmen diri tutmayı başarır. 2000 sonrası çağdaş yazarlardan olan Burhan Sönmez, dördüncü romanı olan Labirent’te Boratin isimli bir müzisyenin Boğaz Köprüsü’nden atlayıp intihar ettikten sonra geçirdiği bellek yitimini ve hatırlamak adına çektiği sancıları anlatır. Boratin kendisinin kim olduğundan başlayıp evinin yoluna kadar her şeyi unutmuştur. Bedensel olarak kırık bir kaburgayla hayata dönmeyi başarsa da kendi varlığına dair bütün izleri kaybetmesi onun bellek sınırlarının dışına atıldığını
göstermiştir. Roman boyunca Boratin’in hatırlama arzusu okuyucuya bellek kavramını yeniden düşündürtmeyi başarmıştır. Bellek bilgiyi çeşitli yollarla yani kodlama ve depolama gibi süreçlerden geçirerek ona yeni anlamlar yükler. Bellek kişinin geçmişte algıladığı birtakım sahneleri belirli koşullar sağlandığında okuyucuya hatırlatmayı
ihmal etmez. Bu hatırlama ediminin yetersiz olması ise Boratin’in boş bir bellekle İstanbul’un sokaklarını dolaşırken anısal belleğe dair hiçbir ize rastlamamasından
anlaşılır. Bu çalışmada tespit edilen başlıklarla bellek yitiminin nasıl bir yokluklar evreni kurduğu incelenmiş, toplumsal bellek, nostalji, bellek metaforları ve rüya gibi
kavramların bellekle olan ilişkisinden söz edilmiştir. Belleğin insanı bireysel, toplumsal, kültürel olarak her yönden hayata hazırladığı açık olmakla birlikte bunların eksikliği sonucunda çekilen benlik ve varoluş sancıları Labirent romanı ve Boratin karakteri üzerinden okuyucuya aktarılmıştır.
AFRICA 3RD INTERNATIONAL CONFERENCE ON NEW HORIZONS IN SCIENCE , 2023
Orhan Pamuk, Türk edebiyatında postmodern roman bağlamında üretken ve önemli yazarlardan
birisidi... more Orhan Pamuk, Türk edebiyatında postmodern roman bağlamında üretken ve önemli yazarlardan birisidir. Mart 2021 yılında yayımlanan son romanı Veba Geceleri yine postmodern tekniklerle yazılmış bir roman olup Osmanlı’nın hayali küçük bir vilayeti olan Minger Adası’nda ortaya çıkan devletin ve halkın veba salgınıyla olan mücadelesini anlatır. Pamuk, roman anlatıcısını tarih araştırmacısı Mina Mingerli’yi seçerek her zaman ki gibi romanının kurgu olduğunu samimiyetle okuruna söylemeyi tercih etmiştir. Romanın yoğun tarih bilgisiyle yazılmış olması okuru yer yer sıksa da meselenin güncele yakın tutulması okumayı kolaylaştırmıştır. Veba salgının ortaya çıkışı, salgının nasıl ve hangi yollarla bulaştığı, karantina süreci ve buna karşı alınan önlemler COVID-19 salgınında yaşananlara benzediği için roman içerisinde okuyucunun bu süreci kabul etmesi daha kolay olmuştur. Veba salgını insanların sadece fiziksel anlamdaki ağrılarla mücadele ettiği bir hastalık değil, aynı zamanda psikolojik bir çöküşün, kaygının ve ölüm korkusunun derinden hissedildiği bir hastalıktır. Güven duygusunu sarsıldığı, insanlar arasındaki iletişim kanallarının kapandığı veba salgını dönemi, bütün bir dünyayı derinden etkilemiş ve birçok kişinin ölümüne sebep olmuştur. Vebanın bitişinden sonra insanların eski hayatlarına dönmesi ise Minger için tam bir dönüm noktası olmuştur çükü ada kendi varoluş hikâyesini kendisi yazmıştır. Bu çalışmada Minger Adası’nın güzelliklerinden hareketle salgın hakkında bilgi verilmiş ve edebiyatta salgın, hastalık gibi konuların nasıl işlendiği üzerine durulmuştur. Roman içinde uzun uzadıya iki kere girilmiş olan karantina dönemi ve o süreçte insanların çektiği bedensel sancılar ve bunalımlı ruh hâlleri değerlendirilmiştir. Veba Geceleri okuru bir karantina süreciyle yüzleştirip yakın zamanda yaşanan pandemi gerçeğiyle okuru kolayca etkilemeyi de başarmıştır.
Artvin Çoruh Üniversitesi Uluslararası Sosyal Bilimler Dergisi, 2023
Geçmişin bellekte yer edinmesi için birtakım hatırlatma figürlerine ihtiyaç vardır. Bunu en iyi s... more Geçmişin bellekte yer edinmesi için birtakım hatırlatma figürlerine ihtiyaç vardır. Bunu en iyi sağlayan şey ise bir coğrafya ya da kültürün içinde tekrarlanarak kuşaktan kuşağa aktarılan kültürel malzemelerdir. Şarkılar, maniler, süslemeler, kutlama ritüelleri, danslar, giyim-kuşam, yeme-içme gibi bu malzemeler kültürün ve belleğin aktarıcı unsurlarındandır. Bu çalışmada Sevinç Çokum'un "Rozalya Ana" isimli öykü kitabının "Kütahyalı Kız" öyküsü kültürel bellek kavramı aracılığıyla incelenmiş, Kütahya'nın kimlik vurguları, kutsal metinler, Mevlevilik, şiirler, maniler, şehre ait süslemeler ve yemek gibi kültürel kodların nasıl işlendiğine dikkat çekilmiştir. Öykünün başkarakteri İstanbul'da görev yapan ve resmi tatilden dolayı doğup büyüdüğü Kütahya'daki ailesini ziyaret eden edebiyat öğretmeni Seyfi'dir. Kütahya'ya dönüş aynı zamanda geçmişe, yaşadığı toplumun hayat tarzına ve kültürel belleğe dönüştür. Seyfi, babası Çinici Feyzullah Bey'le şehrin sokaklarını dolaşıp tarihi yerlerine göz atarken çocukluğunu ve gençken hoşlandığı nakışçı kız Sülün'ü hatırlar. Öyküde Kütahyalı kız tamlamasını karşılayan kişi ise Sülün'dür. Bütün bunlarla birlikte şehrin her köşesi onun belleğinde yeniden kurulur ve şekil alır. Sevinç Çokum'un şehir olarak Kütahya'yı seçmesinin sebebi ise onun Türk kültürüne sağladığı katkılardır. Kısacası bu çalışmada öykü gibi kurmaca bir metin üzerinden bir coğrafyanın gelenekleri ve yaşam tarzı anlatılmış, aynı kültürü yaşayan insanların nasıl ortak bir belleğe sahip oldukları görülmüştür.
Hüseyin Rahmi Gürpınar, Türk edebiyatında roman ve hikâyeciliğin en üretken ve önemli yazarlarınd... more Hüseyin Rahmi Gürpınar, Türk edebiyatında roman ve hikâyeciliğin en üretken ve önemli yazarlarından birisidir. Çeşitli konuları eserlerine taşımakla birlikte toplumun psikolojik, toplumsal ve kültürel portresini geniş ölçüde yansıtmıştır. Yazarın romanlarının ve hikâyelerinin geneli, sosyolojik anlamda okumalar yapmaya müsait olduğu için bu çalışmada da "kadın" odaklı bir araştırma yapılmıştır. Kadının eğitimi, çalışma hayatı, sosyal hayattaki konumu, toplum içinde maruz kaldığı baskılar, aşk ve tutkuları her dönem için tartışmaya açık meselelerdir. Kadın vasıtasıyla toplum hayatının yozlaşmış meseleleri ile ahlak ve namus sorunlarını işleyen Gürpınar, bunu yaparken ataerkinin kadınların ezilmesi üzerine kurulu bir ideoloji olduğunu yansıtmadan geçemez. Toplumsal düzen içerisindeki cinsiyet rollerinin kadın ve erkek arasında ayrım yaratacak kadar ortaya çıkması, Hüseyin Rahmi'nin Evlere Şenlik Kaynanam Nasıl Kudurdu? romanında ayrıntılı bir biçimde incelenmiştir.
Ferit Edgü Türk edebiyatında küçürek öykünün başarılı örneklerini vermekle tanınmanın yanı sıra ş... more Ferit Edgü Türk edebiyatında küçürek öykünün başarılı örneklerini vermekle tanınmanın yanı sıra şiir, öykü, roman ve deneme gibi türlerde de yazmış bir yazardır. İlk baskısını 1999 yılında yaptığı ve üç bölümden oluşan “İşte Deniz, Maria” adlı öykü kitabının ilk öyküsü olan “Perisiz Ev”, yazarın 1985’te yazdığı ev ve sahibi arasındaki fantastik bir hesaplaşmaya dayanır. Sahipleri tarafından terk edilen eve seneler sonra evin oğlu gelir ve içinde biriktirdiği öfkeyi, çocukluğuna dair yaşadığı geçmiş anılarını eve hesap sorarak dile getirir. Öyküde ev sahibinin erkek olması dışında kendisine dair pek bir bilgiye verilmez. Anlatıcı pozisyonunda olan ev sahibi belleğinde yer edinen ilk aşkını, oyunlarını ve bahçedeki ağaçlarını ev sayesinde hatırlamaya çalışır çünkü mekanın bellek üzerindeki işlevi insandan ayrı düşünülemez. İnsanın neyi hatırladığı kadar neyi nerde, hangi mekanlarda hatırladığı da önemlidir. Geçmişin şimdi de anlatılmasında ise bellek kavramı önemli bir çalışma alanı sunmaktadır. Bu yüzden anlatıcı sadece eski evine dönmez hatırladıkları ve belleğinde sakladıklarıyla birlikte geçmişine de döner. Bellek aracılığıyla geçmişi anımsamak veya çağırmak belli nesneler, kokular, mekanlar ve bunun gibi birçok şey üzerinden gelişir. Bellek, insan hatırladıkça yeniden ve yeniden inşa edilen bir kavramdır. Anlatıcı belleğin girdaplarında dolaşmak için doğup büyüdüğü ve aslında hiç unutmadığı eve dönmek zorunda kalmıştır. Mekanlar, belleği canlandırır ve hiç beklemediği anda kendisinin dahi unuttuğunu sandığı hatıralarla yüz yüze getirir. Bu çalışmada bellekte depolanan hatıraların mekan ve içindeki nesnelerle olan ilişkisi başlıklar altında incelenmiş ve mekanın varlığının aynı zamanda hatıraların varlığına işaret ettiği görülmüştür.
3. Uluslararası Mardin Artuklu Bilimsel Araştırmalar Kongresi , 2020
Günümüz Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından biri olan Barış Bıçakçı, Bizim Büyük
Çaresizliği... more Günümüz Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından biri olan Barış Bıçakçı, Bizim Büyük Çaresizliğimiz adlı romanında aynı evde yaşayan ve yıllarca arkadaşlık yapan Ender ve Çetin adlı roman kişilerinin hem ruh dünyalarına hem de yaşantılarına yer verir. Bıçakçı, romanın geneline yaydığı aşk, dostluk ve imkânsızlık gibi kavramlardan oluşturduğu bir aşk üçgeni çizer. Bu aşk üçgeninin tepesinde Ender ve Çetin’in yakın arkadaşları Fikret’in kız kardeşi Nihal yer alır. Nihal, romanda önemli bir yere sahiptir ve çalışmanın içeriği bakımından Ender ve Çetin’in hem iç dünyalarına hem de sosyal yaşantılarına ışık tutar. Çalışmada, roman üzerinden serbest zaman kavramı kullanılarak, kişilerin kendi iradelerine bağlı olarak özgürce yaptıkları birtakım etkinliklerden söz edilecektir. Bu etkinliklerle birlikte roman kişilerinin kendilerine ait bir zaman dilimi yarattıkları görülmektedir. Müzik, edebiyat ve sanat gibi etkinlikler salt boş zamanı değerlendirmek amacı taşımaz. Aksine kişiyi besleyen, ona yeni bir kimlik kazandıran ve ruhsal mekanizmaları diri tutan bu etkinlikler için özel bir zaman gereklidir. Ender, yaşananları aktarırken sürekli kendisinin ve Çetin’in dış görünüşünden, geçmiş yaşantılarındaki aşklarından ve uzun yıllar süren birlikteliklerinden söz eder. Yazarın anlatıcı olarak Ender’i seçmesinde hem çevirmenlik mesleğinin hem de edebiyat ve kitaplara olan tutkusunun etkisi yadsınamaz. Çevirmenlik dışında edebiyat, müzik ve sinema onda serbest zaman etkinliğidir. Yer yer Çetin’in de bu etkinliğe katıldığını görmekle birlikte onun halı saha maçlarında daha etkin bir konumda olduğu da açıktır. Ender ve Çetin’in sıkı dostluğu ekseninde ele alınacak olan serbest zaman ve sanat kavramı çalışmanın odak noktasını oluşturmakla birlikte romandaki bütün serbest zaman etkinliklerinin eğlenme ve hoş zaman geçirme amacıyla gerçekleştirildiği görülmektedir. Son olarak Bir özgürlük alanı olan serbest zamanın kişilerin yaşantılarına ne gibi etkileri olduğu da incelenecektir
İKSAD 4. Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi , 2019
Murathan Mungan’ın Üç Aynalı Kırk Oda adlı kitabı toplamda üç hikâyeden oluşmaktadır.
Hikâyeler ... more Murathan Mungan’ın Üç Aynalı Kırk Oda adlı kitabı toplamda üç hikâyeden oluşmaktadır. Hikâyeler sırasıyla; Alice Harikalar Diyarında, Aynalı Pastane ve Gece Elbisesi’dir. Biz bu çalışmamızda ikinci hikâye olan Aynalı Pastane’yi ele alarak hikâyenin baş kahramanı olan Aliye’nin kendini keşfetme ve kendisi olma sürecini irdelemeye çalışacağız. Aliye’nin bütün yaşadıkları, gördükleri ve hissettikleri ona yeni bir benlik kazandırarak yeni bir Aliye olmasına sebep olacaktır. Murathan Mungan, bütün bunları anlatırken ayna metaforunu kullanır çünkü ayna Aliye’nin yeni bir yaşam alanına girmesi için gerekli bir kapıdır. Ayna ondaki değişim ve dönüşümü sağlayan en önemli objedir. Ayna kişinin hem geçmişine hem şimdisine hem de geleceğine ışık tutan bir metafordur. Pastanenin aynalı oluşu Aliye’yi hem fiziksel anlamda hem de ruhsal anlamda birçok değişime uğratır. Bu değişimler sonucunda ise yazar yepyeni bir Aliye yaratır. Yazar, bu yeni Aliye’nin yaşam serüvenine bizleri tanık tutarak bizi de o serüvenin içine çekmiş olur. Kişinin kendini gerçekleştirmesi ve kendi beninin oluşturması için bir yolculuğa çıkması gerekir. Kadın satıcısı Muştik tarafından yolculuğa çıkarılan Aliye, var olma sorunlarıyla mücadele eder. Aliye, bütün bu mücadelelerden sonra birey olma ve kimlik kazanma yoluna girer. Bu yola girmesi için de aynanın öbür tarafından geçmesi gerekir. Bu geçişle de aynanın yarattığı başkalaşım roman boyunca Aliye üzerinden kendini gösterir. Bu çalışmada ise hikâyenin baş kahramanı olan Aliye’nin, kendini gerçekleştirme süreci boyunca yaşadıkları ele alınacaktır.
İKSAD 4. Uluslararası Sosyal Bilimler Kongresi, 2019
Sevgi Soysal, romanlarının konusunu genel olarak 12 Mart dönemi uygulamalarından alan
önemli yaz... more Sevgi Soysal, romanlarının konusunu genel olarak 12 Mart dönemi uygulamalarından alan önemli yazarlarımızdan biridir. Bu dönemin tipik romanlarından biri de hiç şüphesiz yazarın son romanı olup 1975 yılında yayımlanan “Şafak”tır. Roman Sevgi Soysal’ın 12 Mart dönemi Adana’sında yaşadığı sürgünlerden, acılardan ve hatıralardan izler taşır. Soysal o dönemin hem tanığı hem de sanığı olması hasebiyle yaşanan olaylara, birtakım sorunlara ve günler boyu süren sorgulamalara hem toplumsal hem gerçekçi hem de kadın bakış açısıyla bakabilmiştir. Sevgi Soysal Şafak’ın baş kadın kahramanı olan Oya Ertem’in duygu ve düşünce dünyasına ışık tutmuş, onu hem bir kadın hem de bir siyasi olarak okuyucuya sunmuştur. Oya dışındaki kadınlar –Ali’nin karısı Gülşah ve onun kız kardeşi Ziynet- her ne kadar silik birer kadın kahraman gibi görünseler de hem kadın sorunlarının yansıtılması hem de Oya’yı değerlendirmek, ondan farklı hayat tarzı ve düşünce yapısına sahip olmaları açısından önemlidirler. Bunların dışında Oya’nın cezaevinde tanıştığı kadınlar da oldukça dikkat çekici ve gerçekçidirler. Oya ve onun gibiler toplumda kadın olarak var olmaya çalışan hatta kadın oldukları için suçlanan ve sahip oldukları haklardan mahrum bırakılarak toplum dışına atılan kişilerdir. Bu çalışmada başta Oya olmak üzere kadınların yaşamları, toplum içindeki yerleri ve yaşadıkları sorunlar ele alınmıştır.
ABANT 1. Uluslararası Güncel Akademik Çalışmalar Sempozyumu, 2022
Günümüz Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olan Barış Bıçakçı, romanlarının kişi
kad... more Günümüz Türk edebiyatının önde gelen isimlerinden biri olan Barış Bıçakçı, romanlarının kişi kadrosunu erkeklerden seçerek onlara birtakım feminen özellikler yükleyip erkeklik meselesi üzerine konuşma ve yazma fırsatı sunar. Türkiye’deki geleneksel erkeklik rollerinin dışına çıkan bu karakterler, kırılgan, edilgen ve bağımlı oluşlarıyla dikkat çekerken bir taraftan da erkekliğin bu tarz pratikleri olduğunu da göstermiştir. Erkeklik inşasının geleneksel boyutuyla algılanmayacağını ve yeni erkeklik modellerinin de olduğuna dikkat çeken bu çalışma, yazarın 2000 yılında yayımlanan ilk romanı olan Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’de incelenmiştir. Roman, olay örgüsünün iç içe geçmesi, kişilerin sürekli değişim göstermesi ve banka, park, çay bahçesi gibi çeşitli mekânların aniden birbirinin yerini alması gibi sebeplerden dolayı, tek bir olay örgüsü ve başkişiye sahip değildir. Bu yüzden romanda üzerinde durulacak tek bir erkek karakter değil, çeşitli erkek karakterlerin olduğu görülmüştür. Romandaki olay örgülerin farklı kişiler dahilinde sürekli akıp gitmesi toplumdaki erkek profillerinin de ne kadar çeşitli olduğunu göstermektedir. Barış Bıçakçı bu ilk romanla sonraki romanların varlığına ve erkek karakterlerine hazırlık yapmıştır. Bu romanda okurun karşısına çıkan erkekler, yazarın daha sonraki yazdığı romanlarda daha detaylı bir şekilde görülmüştür. Bu çalışmada toplumsal bir kimlik teşkil eden çeşitli erkeklik modellerinin olduğu görülmüştür. Romanda erkeklerin nicelik bakımından yoğun olup eril rollere mesafeli olması, onları çoğu zaman yaşadıkları ortamda alay konusu yapmıştır. Toplum aracılığıyla var olan rollerin dışına çıkıldığı an dışlanma tehlikesiyle karşı karşıya gelen bu erkekler, güçlü erkeğin yanı sıra çaresiz ve zayıf erkeklik inşalarının da olduğunu göstermektedir.
Akademi 1. Uluslararası Göç Çalışmaları Kongresi , 2023
Nursel Duruel, 1980 kuşağının önde gelen öykücülerinden biridir. Öykülerinin yalnızlık,
yabancıl... more Nursel Duruel, 1980 kuşağının önde gelen öykücülerinden biridir. Öykülerinin yalnızlık, yabancılaşma, kentleşme ve göç gibi temaları vardır. 1982 yılında ilk baskısını yaptığı ve kitabına da ismini veren “Geyikler, Annem ve Almanya” öyküsü küçük bir kız çocuğunun dilinden ve bakış açısından okura sunulur. Dış göç olgusunun işlendiği bu kısa öykü, Almanya’da çalışan babasının yanına gidecek olan annenin kızıyla hiç tanımadıkları bir evde geçirdikleri son geceyi anlatır. Küçük kız da dahil öyküdeki hiçbir karakterin ismi verilmemiştir. Bunun belki de en büyük sebebi öykünün taşıdığı duygusal birtakım yönlerle herkese hitap etmesidir. Göçün bir aileyi nasıl parçaladığı ve bundan en çok çocukların etkilendiği bu öyküyle açık bir şekilde anlatılmıştır. Küçük kızın babasından ayrı büyümesi ve annesinden de ayrılacak olması onu oldukça sarsmış ve annesiyle geçirdikleri son geceyi gördüğü pembe rüyalarla süsleyerek anlatmıştır. Göç, insanların belli amaçlarla yer değiştirmesi gibi basit bir tanımla ifade edilse de bu kavramın sosyolojik boyutlar kapsamında duygusal olarak hissettirdikleri tarih ve toplum açısından göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Türk toplumunun yaşadığı bütün değişimler aynı zamanda romanlarına da yansımıştır. Bu meselelerden biri de iç ve dış göçtür. Göç olgusunun sadece fiziksel bir boyutunun olmadığı bunun yanında psikolojik ve sosyal anlamlarının da olduğu “Geyikler, Annem ve Almanya” öyküsünde görülmüştür. Bu çalışmada göçün bir aileyi çıkmaza soktuğu ele alınmış ve bunun en büyük şahidi olarak çocukların ayrılık ve köksüzlükle nasıl mücadele ettiği işlenmiştir. Göç edenler ve göçten geriye kalanlar iki farklı eksen üzerinden çalışmanın odak noktasını oluşturmuştur.
Bursa 3. Uluslararası Bilimsel Araştırmalar Kongresi , 2022
Kemal Varol, günümüz Türk edebiyatının önemli yazarlarından biridir. 2019 yılında ilk
baskısını ... more Kemal Varol, günümüz Türk edebiyatının önemli yazarlarından biridir. 2019 yılında ilk baskısını yaptığı Âşıklar Bayramı romanı, 2019 Dünya Kitap Yılın Telif Kitabı Ödülü’nü ve 5. Attilâ İlhan Roman Ödülü’nü alarak edebiyat camiasında ses getirmiştir. Kemal Varol bu romanında yirmi beş yıl sonra bir araya gelen baba Heves Ali ve oğul Yusuf’u beraber bir yolculuğa çıkartır. Hasta, yorgun ve pişman olan babanın son isteği Kars’ta düzenlenen âşıklar bayramına gitmektir. Diyarbakır’dan Kars’a gitmek üzere yola çıkan baba-oğulun yol boyunca geçtikleri şehirler, kültürler ve konuştukları insanlar yolun karakterlerin hayatlarında yeni bir devri başlattıklarını açıkça göstermiştir. Yol sayesinde bazı hatıralar canlanmış, bazı sırlarla eksik de olsa yüzleşilmiştir. Yolculuk teması daima edebi eserleri beslediği için zamanla yol ve yolculuk romanlarının artış gösterdiği görülmüştür. Âşıklar Bayramı romanının büyük bir kısmının yolda geçmesi romanı fiziksel ve duygusal anlamıyla tam bir yol romanı yapmıştır. Karakterlerin üç günlük yol boyunca hem iç konuşmaları hem de çevreyle kurdukları ilişkiler üzerinde durulmuştur. Toplum, aile ve kültürle donatılan insanın yolculuk süresince içsel sorunlarının nasıl ve ne gibi durumlarda meydana geldiği de incelenmiştir. Çeşitli sebeplerden ötürü başlayan yolculuk metaforunda çoğu kez amaç bir yere varmak değil, yol boyunca yaşanılan, görülen ve yol arkadaşıyla konuşulan şeylerdir. Kemal Varol’un yol arkadaşı olarak baba ve oğulu seçmesi ikisinin ortak bir geçmişinin olduğunu ve orada gizli saklı ne varsa yol aracılığıyla ortaya çıkmasıdır. Bu çalışma aracılığıyla yol ve yolculuk olgusunun karakterlerin hayatında ne gibi değişimler gösterdiği ya da saklı olan ne gibi gerçekleri ortaya çıkarttığı çeşitli başlıklar altında incelenerek açıklanmaya çalışılmıştır. Hayatlarındaki kadınlardan, geçmişten kalan bir fotoğrafa kadar irdelenen bu roman, yolun fiziksel ve psikolojik anlamda sabit bir görevinin olmadığı yol değiştikçe insanın da değiştiğini göstermektedir.
Bursa 3. Uluslararası Bilimsel Araştırmalar Kongresi , 2022
Şermin Yaşar, günümüz Türk Edebiyatının okuyucuyu yakalayan farklı anlatım tarzıyla önde
gelen ö... more Şermin Yaşar, günümüz Türk Edebiyatının okuyucuyu yakalayan farklı anlatım tarzıyla önde gelen önemli öykücülerden biridir. Edebiyat alanı kadar reklam ve medya sektöründe de metin yazarlığı ve reklam yazarlığı yapmıştır. Çocuk edebiyatına kazandırdığı birçok kitapla da her kesimden insana hitap etmiştir. Bu çalışmada Şermin Yaşar’ın üç ayrı öykü kitabındaki öykülerle duyguların yoğun ve coşkulu bir şekilde okuyucuya nasıl aktarıldığı ve en önemlisi yazarın nasıl, hangi üslupla ifade ettiği üzerinde durulmuştur. Yaşar, öykülerinde kendisine özgü anlatış biçimini iyi kurguladığından akıcı bir üslupla konuşan öykü karakterlerinin sevgi dolu sözleri ve sevgiliye olan yakarışları okuyucuyu hem çok güldürür hem de çok etkiler. Bu çalışmada ele alınan öyküler farklı isimlerle aynı kişiye yani Muazzez’e olan romantik ve aşk dolu söylemlerdir. Anlatıcı kişi Muazzez’i öyle çok sever ki aslında sürekli de kendisiyle konuşur gibidir. Ona olan hayranlığını sorduğu sorularla yine kendisi cevap vererek karşılar. Kimi yerlerde hem Muazzez’e yazar hem de Muazzez olur. Öyküler Muazzez’e olan aşkın serisi gibidir. Yaşar’ın her öykü kitabında muhakkak okuyucunun karşısına çıkar. Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu (2019) kitabında “Teessüf Ederim Muazzez” öyküsü, Gelirken Ekmek Al (2020) kitabında “Yine Muazzez” öyküsü ve Sait Faik Hikâye Ödülü alan Deli Tarla (2021) kitabında ise “Muazzez ve Yelkovan Çetesi” öyküsü anlatıcının çoşkulu bir dille romantik bir biçimde kurduğu öykülerdir. Anlatıcı bunları mektup formatına yakın bir şekilde yazmıştır. Muazzez’le ayrıldıktan sonra ona söylemek istediklerini komik aynı zamanda da hisli bir üslupla yazmaya çalışır. Bu çalışmada yazarın üç farklı öyküde aynı kişiye seslenişin lirizm ve ironiyle üslup bağlamında nasıl kurulduğu incelenmiştir.
2. Uluslararası Dergi Karadeniz Sosyal Bilimler Sempozyumu , 2019
Erdal Öz’ün “Yaralısın” romanı 12 Mart 1971 askeri müdahalesinin tipik romanlarından biridir. Rom... more Erdal Öz’ün “Yaralısın” romanı 12 Mart 1971 askeri müdahalesinin tipik romanlarından biridir. Romanın adını bilmediğimiz tutuklu kahramanı hem psikolojik hem de fiziksel anlamda bir baskı altındadır. Roman boyunca ona yapılan işkencelere ve hakaretlere şahit oluruz. Roman kişisine, bilmediği bir suç fiziksel şiddetle kabul ettirilmeye çalışılır. Bütün bunlar karşısında her ne kadar dirense de sonuç olarak hem bedensel hem de ruhsal acılar çeker. Roman kişisinin bedeni üzerine yapılan işkenceler onun yavaş yavaş nesneleşmesini sağlar çünkü şiddeti yapanlar karşısında savunmasızdır. Ona karşı yapılan her türlü küfür ve hakaret fiziksel şiddetin yanında birer psikolojik şiddettir. Bu romanda şiddet faillerinin yapmak istediği şey kişilik yıkımıdır. Her türlü iğrençlikle roman kişisinin kendisinden utanması sağlanarak onun insan olma ya da birey olma gibi hakları elinden alınır. Ruhen ve bedenen yaralı olan roman kişisinin çektiği işkenceler onu yalnızlaştırarak, onda özgüven problemi ve aşağılanma hissi yaratır. Bu çalışmada ise fiziksel şiddet diyebileceğimiz işkencelerin roman kişisinde yarattığı psikolojik durum ve gerilimler incelenecektir
2. Uluslararası Dergi Karadeniz Sosyal Bilimler Sempozyumu, 2019 Giresun, 2019
Topluma yabancılaşma ve kişilik kurgusu bağlamında incelenecek olan Mehmet Rauf’un Eylül ile Saff... more Topluma yabancılaşma ve kişilik kurgusu bağlamında incelenecek olan Mehmet Rauf’un Eylül ile Saffet Nezihi’nin Zavallı Necdet romanları aynı dönemde yazılmış iki romandır. Hem aynı dönemde yazılmaları hem de Saffet Nezihi’nin, Mehmet Rauf’tan etkilenmesi romandaki kişilerin büyük oranda birbirine benzemesine sebep olmuştur. Bu iki romandaki merkez kişilerin hemen hemen birbirinde karşılıkları mevcuttur. Özellikle merkezdeki kadın kişiler olan Suat ve Meliha gerek toplum içindeki davranışları gerekse de birtakım arzu, istek ve tutumlarıyla birbirine yakınlık gösterirler. Zaman, mekân ve diğer kişilerle ilişkilerini de bu benzerliğe dâhil edecek olursak bu iki kadın kahramanın birbirine yakın sınırlarla çizildiği görülmüş olur. Bu benzerliğin yanı sıra okur tarafından bunların farklı algılanması da söz konusudur çünkü Meliha’nın aşka olan düşkünlüğü onu her ne kadar acımasız ve hırslı yapmışsa, Suat’ı da o kadar yüceltmiştir. Toplumdan ayrı düşünemediğimiz bu insanlar içinde bulundukları şartlardan dolayı toplumdan uzaklaşmış bir nevi kaçmışlardır. Her birinin kendi değerleri ve ilgi alanları onları topluma birer yabancı kılmıştır. Bu yabancılık her ne kadar romanların erkek kahramanlarında tezahür etse de diğer kişilerin de etkilenmesine sebebiyet vermiştir. Bu makalede Suat ve Meliha karakterlerinde topluma yabancılaşma da göz önünde tutularak birer kişilik çözümlemesi yapılacaktır. Her ikisinde de ele alınan ‘ben kimim?’ sorusuna yazarın kurguladığı kişileri tanıma ve anlama açısından ‘sen kimsin?’ sorularının cevabı verilecektir. Roman kişilerinin eylem içerisinde nasıl betimlendiği, insanlarla ve toplumla ilgili kişilerin nasıl kurgulandığı gibi unsurlar üzerinde durulacaktır.
Günümüz Türk Edebiyatı'nın önemli yazarlarından biri olan Barış Bıçakçı'nın romanlarındaki erkekl... more Günümüz Türk Edebiyatı'nın önemli yazarlarından biri olan Barış Bıçakçı'nın romanlarındaki erkeklik meselelerini ele almayı amaçlayan bu çalışma, geleneksel erkeklik rolleri ve bu rollerin dışına çıkan erkekler üzerinde durmuştur. Cinsiyet, toplumsal cinsiyet, ataerkillik, erkeklik ve hegemonik erkeklik kavramlarını merkeze alan tez çalışması, her bir romandaki erkeklik sorunuyla ayrı ayrı ilgilenmiştir. Erkek karakterlerin hem iç dünyaları hem de sosyal yaşantılarıyla çatışma halinde olan erkeklik pratikleri, onlar hakkında yeni bir erkeklik inşası yapmayı gerekli kılmıştır. Türkiye'deki geleneksel erkeklik inşasına göre, erkeklerin erkeklik rollerini toplumun istediği şekilde gerçekleştirdikleri görülmektedir. Bu tez çalışmasındaki erkek karakterler ise, genel anlamda toplumsal cinsiyet normlarına uymamakla birlikte her biri kendi erkeklik inşasını bu normlardan uzak bir şekilde tamamlamaya çalışmıştır. Tezin başlığından erkeklik inşası olarak bahsetmek, toplumda eril toplumsal cinsiyet normlarına uygun hareket etmeyen erkeklerin de yaşam sürdüğüne ve onların da kendilerine ait bir erkeklik inşaları olduğuna vurgu yapılmasıyla doğrudan ilgilidir. Romandaki erkek karakterlerin atandıkları cinsiyet haricindeki rollere bürünmeleri, onların sorunlu ve kırılgan erkeklik kimliklerinin olduğunu göstermektedir. Toplumsal bir yapı teşkil eden erkeklik kavramı, roman kişileriyle sürekli çatışma içerisindedir. Duygusal anlamda huzursuz, takıntılı, bağımlı, kaygılı, özgüvensiz ve zayıf hisseden erkekler, fiziksel anlamda da oldukça pasif ve güçsüzdürler. Romandaki erkek karakterler bu yönleriyle eril norma mesafeli olmakla birlikte içe dönük bir yaşam sürerler. Toplum ihtiyaca göre bir sürü erkeklik modeli üretir ve bu modellere uymayan erkekleri toplumsallaşamadıkları için dışlar. Barış Bıçakçı'nın roman karakterlerinin evde, dışarda ve bütün toplu yaşam alanlarında nasıl bir "erkeklik kimliği" sergilediklerine dair yapılacak olan bu çalışmada, romanlardaki erkeklerin, erkeklik pratiklerine göre davranma ve davranmama yönleri ele alınıp incelenecektir
Uluslararası Sosyal Bilimlerde Covid-19 Çalışmaları Kongresi Fenerbahçe Üniversitesi , 2021
Covid-19 salgını bütün dünyayı sarsan ve yaşamın hemen hemen bütün alanlarını olumsuz etkileyen b... more Covid-19 salgını bütün dünyayı sarsan ve yaşamın hemen hemen bütün alanlarını olumsuz etkileyen bir sağlık krizidir. Salgın toplumsal, sosyal, ekonomik ve psikolojik yönden toplumda değişimler yarattığı için cinsiyet ve toplumsal cinsiyet gibi rollerin de esnemesine sebep olmuştur. Kadının ve erkeğin arasına birtakım sınırlar çizerek toplum tarafından onlara atfedilen roller, beklentiler, tutum ve davranışlar kadınların aleyhine işleyerek erkeği ayrıcalıklı konuma taşımıştır. Eril toplumsal cinsiyet rollerinin erkeğe sunduğu konfor alanı, ataerkinin ve erkek egemen sistemin iktidar ilişkilerinde daha çok güç elde etmesini sağlamıştır. Erkeklerin keyfini sürdüğü bu alan ve üstlenilen roller “erkek olma” kavramını daha da pekiştirmiştir. Ataerkinin bütün pratiklerine uyarak bir şekilde kendini iktidarın bir parçası olarak tutan erkeklik kavramı, Covid-19 salgınıyla birlikte erkekliğin gerçekleştirilmesi için gerekli koşullar, mekânlar ve rollerin sınırlandırılmasıyla sekteye uğratılmıştır. Tarihten günümüze gelen erkeklik inşası, model alarak ve birbirinden etkilenme yoluyla kurulur. Erkeklerin, başka erkeklerden etkilenmesi için ortak birtakım alanları ve pratikleri paylaşması gerekmektedir fakat pandemi süreci kamusal alanı rahat kullanan erkekleri, kadınlar için tasarlanmış karanlık, dar ve sessiz mekân olan eve kapatmıştır böylece erkekliğin büyük bir bölümünün şekillenmesi için gerekli kamusal alanlar (dışarı) boş kalmıştır ve erkekler sosyalleştiği homososyal alanlardan uzak kalarak erkeklik krizine girmiştir. Erkeklik toplum aracılığıyla gelişen bir varoluş özelliği olduğu için kahvehaneler, futbol stadyumları, camiler, kışlalar, erkekler hamamı ve at yarışı hipodromları gibi mekânlar önemlidir. Covid-19 salgını sebebiyle kapalı tutulan bu homososyal mekânlar erkekliğin oluşumunu engellediği için aynı zamanda bir erkeklik yıkımıdır. Bu alanlardan uzaklaşan erkekler, erkekliğin aktif yönünden koparak psikolojik anlamda da bir çöküşe uğramışlardır. Kafa dağıtmak için gidilen kahvehanelerin yokluğu, eril tahakkümü ve kas gücünü göstermek için inşa edilen futbol stadyumlarının boş kalması erkekliğin hem güç kaybettiğinin hem de onların gelişim, değişim ve dönüşüm süreçlerinin yavaşladığını göstermektedir. Erkeklik sürekli birilerine göstermekle inşa edildiği için toplumla iç içe olması gereken erkeklerin toplumdan soyutlanması, onların sosyalleşmesine de engel olmaktadır. Pandemi sürecinde erkeğin sadece dışarıyla değil ayrıca erkekliğiyle de bağı kopmuştur. Erkekliğin ve erkeksi davranışların sergilendiği kişiler ve ortamların azalması ise kadınsılaşma endişesini tetiklemiştir. Erkekliğin sürekli test edilip onay alınması gereken bir olgu olduğu düşünülürse bunun içinde gerekli mekânların ve ortamların sürekli açık tutulması gerekmektedir. Toplumsallık duygusunu taşıyan erkek ise sağlıklı bir ruh haline sahip olmakla birlikte, erkeklik kimliğiyle birlikte toplumun her alanında rahatça var olur. Covid-19’la birlikte erkeklerin yaşam alanı değişmiş ve toplum tarafından üretilen erkeklik modelinin uzağına atılan erkekler eşit koşullarda çoğalmıştır. Salgının sadece bir sağlık krizi değil, erkeklik krizi de olduğu görülmüştür.
Istanbul University Journal Of Women's Studies, 2022
The cultural, historical, political and social differences of masculinity and femininity identiti... more The cultural, historical, political and social differences of masculinity and femininity identities are explained by the
concept of gender. Gender, on the other hand, includes the masculinity identity as a concept, but also expresses the
expectations, behaviors, attitudes and actions imposed on men by the society. Behçet Çelik, one of the important names
of Contemporary Turkish Literature, provided the opportunity for a masculinity study by drawing attention to the inner
world of the character Taner, which he created with his novel Soluk Bir An. Taner entered the process of questioning
his manhood after he fell in love with his wife’s close friend Esra. Although Taner is in conflict with the rules and norms
regulated by the society, he is not a character who acts completely outside the expectations of the society. Turning to his
inner world through love, Taner confronts his masculine identity. Reviewing the past, present and future thanks to his
love for Esra, Taner realizes his fears, weaknesses and masculine self. For this reason, he begins to question his masculine
identity, especially his inner world. Since the discourse of masculinity shaped by gender norms varies, Taner is one of
the examples of masculinity considered for this discourse. Although the problem of masculinity started with Taner’s
conflicting relationships with his father in his childhood, the main breaking point and crisis emerged after marriage
because marriage is an important door for transition to masculinity rituals. Although Taner is one of the cracks formed in
the hard wall of masculinity for today’s literature, he also laid the groundwork for the birth of new masculinity by getting
rid of traditional masculinity roles.
III. GENÇ TÜRKOLOGLAR ÇALIŞTAYI BİLDİRİLER KİTABI, 2022
Gaye Boralıoğlu günümüz Türk Edebiyatı’nın önde gelen yazarlarından biridir. İlk baskısını 2018 y... more Gaye Boralıoğlu günümüz Türk Edebiyatı’nın önde gelen yazarlarından biridir. İlk baskısını 2018 yılında yaptığı Dünyadan Aşağı ile 2019 yılında Duygu Asena Roman Ödülü’nü kazanmıştır. Romanın başkişisi Hilmi Aydın’ın Türk Edebiyatı’nda tıpkı Selim Işık, Hikmet Benol ve Zebercet gibi zihinlere kazınmış bir tip olarak kalması kaçınılmazdır. Hilmi Aydın’ın hem bu kadar aciz hem de bu kadar herkese meydan okuyacak kadar üç kağıtçı olması onun toplumsal cinsiyet normları açısından yeni bir erkeklik örneği sunduğunu göstermiştir. Babasıyla olan mesafeli ilişkisi, kadınlar tarafından sevilme arzusu ve hayata karşı söylediği bütün yalanlar onu en sonunda dünyanın aşağısına atar. Babadan kalan Kapelika lokantasını işletemediği gibi yirmi yıllık evliliğini de sürdüremez. Onun böylesine savruk bir tip oluşu erkeklik kimliği açısından da bir yıkımdır. Kariyerini, aile reisliğini, ev içi iktidarını ve baba travması yarattığı oğlu Ali Cemal’i, bunların hiçbirini hayatında tutamaz. Bu çalışmada Hilmi Aydın’ın yeni bir erkeklik modeli üretirken geleneksel erkeklik rollerinden nasıl uzaklaştığı incelenmiştir. Hilmi Aydın erkeklik değerleri arasındaki iktidar ilişkilerini hiçbir zaman sağlam bir şekilde kuramaz çünkü onun yalancı, kurnaz, pimpirikli ve tembel hâlleri bu değerlere aykırıdır.
Academy 2. Uluslararası Göç Çalışmaları Kongresi, 2024
Göç, ekonomik, siyasal ve kültürel olmak üzere çeşitli sebeplerle bir yerden başka bir yere
bire... more Göç, ekonomik, siyasal ve kültürel olmak üzere çeşitli sebeplerle bir yerden başka bir yere bireysel ya da kitlesel olarak yer değiştirmenin en genel ismidir. Makineleşmenin etkisiyle kırsalda geçinemeyen insanlar kente ya kent dışına göç ederek işçi göçünü başlatmışlardır. Almanya ve Türkiye arasında 1961 yılında imzalanan İşgücü Anlaşması Avrupa ülkelerine işçi gönderimini sağlayarak Almanya’daki istihdam ihtiyacını karşılamıştır. Bu uzun süreli göçlerin sinemayı etkilemesi ise meydana gelen toplumsal değişimlerle birlikte önemli bir meseledir. Türk sinemasında iç ve dış göç olgusunu temel alan birçok film çekilmiş olmakla birlikte bunlardan biri de Korhan Yurtsever’in 1979 yılında çektiği Kara Kafa’dır. Film “dost ülke Almanya’nın gururuyla” oynandığı gerekçesiyle senelerce sansürlü kalmıştır. Bu yüzden dış göç olgusunu ele alan filmlerle ilgili yapılan çalışmalar arasında bu filmi görmek pek mümkün olmamıştır. Cafer öncesinde gittiği Almanya’da kendisine küçük bir düzen kurduktan sonra eşi ve çocuklarını da yanına alır. Cafer’in daha çok para kazanma hırsı, çocuklarının oraya uyum sağlayamaması ve eşi Hacer’in kadın haklarıyla ilgili birtakım toplantılara katılması işçi bir ailenin sinema aracılığıyla yansıtılan dramatik yaşantısının bir örneğidir. Cafer ve ailesi Türkiye’ye dönme amacıyla Almanya’ya gitseler de orada kimlik ve yaşam tarzlarıyla gösterdikleri uyumsuzluk ön plana çıkmıştır. Hacer’in ataerkil sistemde gösterdiği kadın direnişi ise kadınların feminist tavırlarına örnek teşkil etmiştir. Bu çalışmada sinemada dış göçün nasıl işlendiği Kara Kafa filmiyle ele alınarak göçün bir işçi aile üzerinde bıraktığı psikolojik, ekonomik ve sosyolojik etkilere dikkat çekilmiştir.
11. Türkiye Lisansüstü Çalışmalar Kongresi, Mardin , 2023
Toplumsal cinsiyet normları toplumun kültürel, toplumsal, siyasal birtakım özelliklerine göre har... more Toplumsal cinsiyet normları toplumun kültürel, toplumsal, siyasal birtakım özelliklerine göre hareket etmek ve bu normlar aracılığıyla toplumda yer edinmeye çalışmakla açıklanmaktadır. Toplumsal normlarla erkeğe geniş ve refah bir şekilde açılan bu alan, kadınların yaşam enerjisini, özgürlüğünü ve bedenini dışlayarak onları ötekileştirmiştir. Kadına zorunlu bir boyun eğiş uygun görülürken, erkek elde ettiği bütün ayrıcalıklarla toplumda avantajlı konumlarda yer almıştır. Günümüz Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından biri olan Şermin Yaşar’ın Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu adlı kitabında yer alan “Fehime Halamı Kaybedip Tekrar Bulduğumuz Gün” hikayesi, kadının toplumdaki yeri, özel alandaki görevleri, kamusal alana çıktığı an başına gelecek felaketleri hikayedeki Fehime karakteriyle ele alıp inceleme fırsatı sunmuştur. Fehime’nin yenilmişliği ise on beş yaşında zorla alıkonulmasıyla başlayıp genç yaşta çocuk doğurup ve bu çocukları tek başına büyütmek zorunda kalmasıyla olmuştur. Kadının birtakım geleneksel uğraşlara mecbur kalması onun evrensel anlamda hizmetçi ya da köle olarak kullanılmasına işaret etmektedir. Bu çalışmada Fehime’nin toplumsal cinsiyet yasalarıyla ezilip ötekileştirildiğine dikkat çekilerek Fehime’nin eril iktidar tarafından çalınmış kadın kimliği, hayatı ve bedeni çeşitli başlıklar etrafında incelenmiştir.
ACADEMY 1. ULUSLARARASI DEPREM ÇALIŞMALARI KONGRESİ , 2023
Deprem en genel tanımıyla yerkabuğundaki kırılmalardan ortaya çıkan titreşimlerin dalgalar şeklin... more Deprem en genel tanımıyla yerkabuğundaki kırılmalardan ortaya çıkan titreşimlerin dalgalar şeklinde yayılarak mevcut bulunduğu ortamı sarsan bir doğa olayıdır. Depremin sebep olduğu yıkımlar göz önüne alındığında fiziksel, duygusal, ekonomik ve sosyal açıdan birçok yaptırımı vardır. Türkiye büyük depremlere tanıklık etmiş bir ülke olmakla birlikte yakın zamanda yaşanan Maraş depremiyle de yasa boğulmuştur. Bu çalışma, deprem gibi yıkıcı bir felaketin bireylerin ve toplumların belleklerinde yer edinen izlerin nasıl silindiği ve yok edildiği üzerine yoğunlaşmıştır. En başta ölüme yani fiziksel bir yıkıma sebep olan depremler hayatta kalanlar için ise evin, eşyaların, anıların, fotoğraf albümlerinin yok olmasıyla birlikte bellek yitimine yol açmaktadır. İnsana geçmişini, hatıralarını ve deneyimlerini hatırlatacak şeylerin yok olması demek kişinin her geçen gün benliğini ve kimliğini biraz daha unutmasına ve aidiyet hissinin yok olmasına sebep olmaktadır. Depremin insanların doğup büyüdüğü ve anılarıyla kök saldığı şehirleri ve evleri yıkmasının yanı sıra ruhun ve belleğin ölümünü de hızlandırdığı söylenebilir. Kişi, çocukluğuna ve ilk gençliğine dair fotoğraflar ve eşyalar sayesinde yeniden tazelenir, zaman aktıkça da geçmiş ve şimdi arasındaki mesafenin büyümesine az da olsa engel olur. Enkaz altında kalan anne, baba ve akraba gibi kayıpların yaşanması depremin sürüklediği en büyük çaresizlik olsa da kalanlar için belleklerin canlı tutulması hayata dair bir ümit ışığı niteliğindedir. Kişinin geleceği inşa etmesi aynı zamanda geçmişin ne kadar iyi hatırlandığına ve geçmişle olan bağın ne kadar canlı tutulduğuna bağlıdır. Bu yüzden deprem sadece bedenin değil, ruhun, geçmişin, anıların ve belleğin de ölümüdür. Bu çalışma aracılığıyla deprem felaketi ve bellek arasındaki ilişki incelenmiştir.
Hars Akademi Uluslararası Hakemli Kültür Sanat Mimarlık Dergisi, 2023
Yahya Kemal her ne kadar şair kimliğiyle tanınmış olsa da bu kimlik dışında birçok özelliği vardı... more Yahya Kemal her ne kadar şair kimliğiyle tanınmış olsa da bu kimlik dışında birçok özelliği vardır. Bilim, sanat, musiki ve mimari gibi alanlara ilgi duymakla birlikte aynı zamanda da bir filozoftur. H. Ömer Özden, Yahya Kemal üzerine yaptığı farklı çalışmalarla onun filozof kimliğine açıklık getirmiş, şiire ve şiirin problemlerine estetik açıdan nasıl baktığına dikkat çekmiştir. Kullandığı dil, ses ve imgeler onun şiirinin fiziksel boyutunu gösterdiği için sanat ve estetiğin Yahya Kemal’in şiirleri üzerinden anlamlandırılması olası bir durumdur. Tarihin Estetik Yankısı isimli bu çalışma daha önce Estetik ve Tarih Felsefesi Açısından Yahya Kemal adıyla 2001’de Kültür ve Turizm Bakanlığı tarafından yayımlanmış sonrasında yazarın ekleme ve genişletmeleriyle 2018’de bu çalışmadaki ismiyle tekrar basılmıştır. Yazarın Tarihin Estetik Yankısı isimli kitabı yazmasındaki amaç, Yahya Kemal’in önemsenmediğini düşündüğü felsefi yönünün incelenmesidir. Yazarın bu kitabı dışında Yahya Kemal’i anlattığı Bir İnanç ve Kültür Terkipçisi Yahya Kemal isimli kitabı da genel anlamda dindeki estetik unsurları ele almıştır.
Uploads
Papers by Meliha Tatli
Şehitoğlu’nun doktora tezinin kitaplaştırılmasıyla oluşmuştur. Bu çalışmada göçmenin hafızasının mekân üzerinde nasıl bir etkisi olduğu araştırılmış ve yapılan mülakatlarla birtakım veriler elde edilmiştir. Kitap ön söz, giriş, son söz, kaynakça, ekler ve dizin bölümü hariç toplamda üç bölümden oluşmaktadır. Kitabın yazılma serüvenini Ön Söz bölümünde anlatan yazar, saha çalışması sırasında evlerine gittiği Suriyeli bir göçmenle olan konuşmasından söz eder. “Evinizi özlüyor musunuz? Sorusunu yönelttim. O da “Çok özlüyorum. Hatta şu oturduğunuz kanepe, Suriye’de de evin tam bu köşesinde duruyordu. Kapıdan girince soldaydı. Ev seçerken buna dikkat ettik. Fazla seçeneğimiz yoktu ama rast geldi. Sırf burayı evim gibi
hissetmek, evime benzetmek için kanepeyi buraya koydum. Orayı hatırlamak ve unutmamak için” (s. 14). Bu diyalog kitabın yazılma amacını oluşturmakla beraber göçmenin mekân aracılığıyla yaşadığı deneyimlerin nasıl hatırlandığına dikkat çekiyor.
Birçok disiplinle yakından ilgisi olan bellek kavramı
edebî metinler aracılığıyla da ele alınmaya başlanmış
kimlik, kültür ve tarih bilinci gibi kavramlarla olan ilişkisine bakılmıştır. Belleğin varlığı bu kadar önemliyken onun yitirilmesi, diğer bir deyişle geçmişi kaybetmek
büyük bir dramdır. Bellek, geçmişi ilk günkü kadar taze hatırlamasa da birorganizmanın sahip olabileceği bu hatırlama yeteneği sayesinde geçmişi akan zamana rağmen diri tutmayı başarır. 2000 sonrası çağdaş yazarlardan olan Burhan Sönmez, dördüncü romanı olan Labirent’te Boratin isimli bir müzisyenin Boğaz Köprüsü’nden atlayıp intihar ettikten sonra geçirdiği bellek yitimini ve hatırlamak adına çektiği sancıları anlatır. Boratin kendisinin kim olduğundan başlayıp evinin yoluna kadar her şeyi unutmuştur. Bedensel olarak kırık bir kaburgayla hayata dönmeyi başarsa da kendi varlığına dair bütün izleri kaybetmesi onun bellek sınırlarının dışına atıldığını
göstermiştir. Roman boyunca Boratin’in hatırlama arzusu okuyucuya bellek kavramını yeniden düşündürtmeyi başarmıştır. Bellek bilgiyi çeşitli yollarla yani kodlama ve depolama gibi süreçlerden geçirerek ona yeni anlamlar yükler. Bellek kişinin geçmişte algıladığı birtakım sahneleri belirli koşullar sağlandığında okuyucuya hatırlatmayı
ihmal etmez. Bu hatırlama ediminin yetersiz olması ise Boratin’in boş bir bellekle İstanbul’un sokaklarını dolaşırken anısal belleğe dair hiçbir ize rastlamamasından
anlaşılır. Bu çalışmada tespit edilen başlıklarla bellek yitiminin nasıl bir yokluklar evreni kurduğu incelenmiş, toplumsal bellek, nostalji, bellek metaforları ve rüya gibi
kavramların bellekle olan ilişkisinden söz edilmiştir. Belleğin insanı bireysel, toplumsal, kültürel olarak her yönden hayata hazırladığı açık olmakla birlikte bunların eksikliği sonucunda çekilen benlik ve varoluş sancıları Labirent romanı ve Boratin karakteri üzerinden okuyucuya aktarılmıştır.
birisidir. Mart 2021 yılında yayımlanan son romanı Veba Geceleri yine postmodern tekniklerle
yazılmış bir roman olup Osmanlı’nın hayali küçük bir vilayeti olan Minger Adası’nda ortaya
çıkan devletin ve halkın veba salgınıyla olan mücadelesini anlatır. Pamuk, roman anlatıcısını
tarih araştırmacısı Mina Mingerli’yi seçerek her zaman ki gibi romanının kurgu olduğunu
samimiyetle okuruna söylemeyi tercih etmiştir. Romanın yoğun tarih bilgisiyle yazılmış olması
okuru yer yer sıksa da meselenin güncele yakın tutulması okumayı kolaylaştırmıştır. Veba
salgının ortaya çıkışı, salgının nasıl ve hangi yollarla bulaştığı, karantina süreci ve buna karşı
alınan önlemler COVID-19 salgınında yaşananlara benzediği için roman içerisinde okuyucunun
bu süreci kabul etmesi daha kolay olmuştur. Veba salgını insanların sadece fiziksel anlamdaki
ağrılarla mücadele ettiği bir hastalık değil, aynı zamanda psikolojik bir çöküşün, kaygının ve
ölüm korkusunun derinden hissedildiği bir hastalıktır. Güven duygusunu sarsıldığı, insanlar
arasındaki iletişim kanallarının kapandığı veba salgını dönemi, bütün bir dünyayı derinden
etkilemiş ve birçok kişinin ölümüne sebep olmuştur. Vebanın bitişinden sonra insanların eski
hayatlarına dönmesi ise Minger için tam bir dönüm noktası olmuştur çükü ada kendi varoluş
hikâyesini kendisi yazmıştır. Bu çalışmada Minger Adası’nın güzelliklerinden hareketle salgın
hakkında bilgi verilmiş ve edebiyatta salgın, hastalık gibi konuların nasıl işlendiği üzerine
durulmuştur. Roman içinde uzun uzadıya iki kere girilmiş olan karantina dönemi ve o süreçte
insanların çektiği bedensel sancılar ve bunalımlı ruh hâlleri değerlendirilmiştir. Veba Geceleri
okuru bir karantina süreciyle yüzleştirip yakın zamanda yaşanan pandemi gerçeğiyle okuru
kolayca etkilemeyi de başarmıştır.
Çaresizliğimiz adlı romanında aynı evde yaşayan ve yıllarca arkadaşlık yapan Ender ve Çetin
adlı roman kişilerinin hem ruh dünyalarına hem de yaşantılarına yer verir. Bıçakçı, romanın
geneline yaydığı aşk, dostluk ve imkânsızlık gibi kavramlardan oluşturduğu bir aşk üçgeni
çizer. Bu aşk üçgeninin tepesinde Ender ve Çetin’in yakın arkadaşları Fikret’in kız kardeşi
Nihal yer alır. Nihal, romanda önemli bir yere sahiptir ve çalışmanın içeriği bakımından
Ender ve Çetin’in hem iç dünyalarına hem de sosyal yaşantılarına ışık tutar.
Çalışmada, roman üzerinden serbest zaman kavramı kullanılarak, kişilerin kendi iradelerine
bağlı olarak özgürce yaptıkları birtakım etkinliklerden söz edilecektir. Bu etkinliklerle birlikte
roman kişilerinin kendilerine ait bir zaman dilimi yarattıkları görülmektedir. Müzik, edebiyat
ve sanat gibi etkinlikler salt boş zamanı değerlendirmek amacı taşımaz. Aksine kişiyi
besleyen, ona yeni bir kimlik kazandıran ve ruhsal mekanizmaları diri tutan bu etkinlikler için
özel bir zaman gereklidir. Ender, yaşananları aktarırken sürekli kendisinin ve Çetin’in dış
görünüşünden, geçmiş yaşantılarındaki aşklarından ve uzun yıllar süren birlikteliklerinden söz
eder. Yazarın anlatıcı olarak Ender’i seçmesinde hem çevirmenlik mesleğinin hem de
edebiyat ve kitaplara olan tutkusunun etkisi yadsınamaz. Çevirmenlik dışında edebiyat, müzik
ve sinema onda serbest zaman etkinliğidir. Yer yer Çetin’in de bu etkinliğe katıldığını
görmekle birlikte onun halı saha maçlarında daha etkin bir konumda olduğu da açıktır.
Ender ve Çetin’in sıkı dostluğu ekseninde ele alınacak olan serbest zaman ve sanat kavramı
çalışmanın odak noktasını oluşturmakla birlikte romandaki bütün serbest zaman
etkinliklerinin eğlenme ve hoş zaman geçirme amacıyla gerçekleştirildiği görülmektedir. Son
olarak Bir özgürlük alanı olan serbest zamanın kişilerin yaşantılarına ne gibi etkileri olduğu
da incelenecektir
Hikâyeler sırasıyla; Alice Harikalar Diyarında, Aynalı Pastane ve Gece Elbisesi’dir. Biz bu
çalışmamızda ikinci hikâye olan Aynalı Pastane’yi ele alarak hikâyenin baş kahramanı olan
Aliye’nin kendini keşfetme ve kendisi olma sürecini irdelemeye çalışacağız. Aliye’nin bütün
yaşadıkları, gördükleri ve hissettikleri ona yeni bir benlik kazandırarak yeni bir Aliye
olmasına sebep olacaktır. Murathan Mungan, bütün bunları anlatırken ayna metaforunu
kullanır çünkü ayna Aliye’nin yeni bir yaşam alanına girmesi için gerekli bir kapıdır. Ayna
ondaki değişim ve dönüşümü sağlayan en önemli objedir. Ayna kişinin hem geçmişine hem
şimdisine hem de geleceğine ışık tutan bir metafordur. Pastanenin aynalı oluşu Aliye’yi hem
fiziksel anlamda hem de ruhsal anlamda birçok değişime uğratır. Bu değişimler sonucunda ise
yazar yepyeni bir Aliye yaratır. Yazar, bu yeni Aliye’nin yaşam serüvenine bizleri tanık
tutarak bizi de o serüvenin içine çekmiş olur.
Kişinin kendini gerçekleştirmesi ve kendi beninin oluşturması için bir yolculuğa çıkması
gerekir. Kadın satıcısı Muştik tarafından yolculuğa çıkarılan Aliye, var olma sorunlarıyla
mücadele eder. Aliye, bütün bu mücadelelerden sonra birey olma ve kimlik kazanma yoluna
girer. Bu yola girmesi için de aynanın öbür tarafından geçmesi gerekir. Bu geçişle de aynanın
yarattığı başkalaşım roman boyunca Aliye üzerinden kendini gösterir.
Bu çalışmada ise hikâyenin baş kahramanı olan Aliye’nin, kendini gerçekleştirme süreci
boyunca yaşadıkları ele alınacaktır.
önemli yazarlarımızdan biridir. Bu dönemin tipik romanlarından biri de hiç şüphesiz yazarın
son romanı olup 1975 yılında yayımlanan “Şafak”tır. Roman Sevgi Soysal’ın 12 Mart
dönemi Adana’sında yaşadığı sürgünlerden, acılardan ve hatıralardan izler taşır. Soysal o
dönemin hem tanığı hem de sanığı olması hasebiyle yaşanan olaylara, birtakım sorunlara ve
günler boyu süren sorgulamalara hem toplumsal hem gerçekçi hem de kadın bakış açısıyla
bakabilmiştir.
Sevgi Soysal Şafak’ın baş kadın kahramanı olan Oya Ertem’in duygu ve düşünce dünyasına
ışık tutmuş, onu hem bir kadın hem de bir siyasi olarak okuyucuya sunmuştur. Oya dışındaki
kadınlar –Ali’nin karısı Gülşah ve onun kız kardeşi Ziynet- her ne kadar silik birer kadın
kahraman gibi görünseler de hem kadın sorunlarının yansıtılması hem de Oya’yı
değerlendirmek, ondan farklı hayat tarzı ve düşünce yapısına sahip olmaları açısından
önemlidirler. Bunların dışında Oya’nın cezaevinde tanıştığı kadınlar da oldukça dikkat çekici
ve gerçekçidirler. Oya ve onun gibiler toplumda kadın olarak var olmaya çalışan hatta kadın
oldukları için suçlanan ve sahip oldukları haklardan mahrum bırakılarak toplum dışına atılan
kişilerdir.
Bu çalışmada başta Oya olmak üzere kadınların yaşamları, toplum içindeki yerleri ve
yaşadıkları sorunlar ele alınmıştır.
kadrosunu erkeklerden seçerek onlara birtakım feminen özellikler yükleyip erkeklik meselesi
üzerine konuşma ve yazma fırsatı sunar. Türkiye’deki geleneksel erkeklik rollerinin dışına
çıkan bu karakterler, kırılgan, edilgen ve bağımlı oluşlarıyla dikkat çekerken bir taraftan da
erkekliğin bu tarz pratikleri olduğunu da göstermiştir. Erkeklik inşasının geleneksel boyutuyla
algılanmayacağını ve yeni erkeklik modellerinin de olduğuna dikkat çeken bu çalışma, yazarın
2000 yılında yayımlanan ilk romanı olan Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’de incelenmiştir.
Roman, olay örgüsünün iç içe geçmesi, kişilerin sürekli değişim göstermesi ve banka, park, çay
bahçesi gibi çeşitli mekânların aniden birbirinin yerini alması gibi sebeplerden dolayı, tek bir
olay örgüsü ve başkişiye sahip değildir. Bu yüzden romanda üzerinde durulacak tek bir erkek
karakter değil, çeşitli erkek karakterlerin olduğu görülmüştür. Romandaki olay örgülerin farklı
kişiler dahilinde sürekli akıp gitmesi toplumdaki erkek profillerinin de ne kadar çeşitli olduğunu
göstermektedir. Barış Bıçakçı bu ilk romanla sonraki romanların varlığına ve erkek
karakterlerine hazırlık yapmıştır. Bu romanda okurun karşısına çıkan erkekler, yazarın daha
sonraki yazdığı romanlarda daha detaylı bir şekilde görülmüştür.
Bu çalışmada toplumsal bir kimlik teşkil eden çeşitli erkeklik modellerinin olduğu görülmüştür.
Romanda erkeklerin nicelik bakımından yoğun olup eril rollere mesafeli olması, onları çoğu
zaman yaşadıkları ortamda alay konusu yapmıştır. Toplum aracılığıyla var olan rollerin dışına
çıkıldığı an dışlanma tehlikesiyle karşı karşıya gelen bu erkekler, güçlü erkeğin yanı sıra çaresiz
ve zayıf erkeklik inşalarının da olduğunu göstermektedir.
yabancılaşma, kentleşme ve göç gibi temaları vardır. 1982 yılında ilk baskısını yaptığı ve
kitabına da ismini veren “Geyikler, Annem ve Almanya” öyküsü küçük bir kız çocuğunun
dilinden ve bakış açısından okura sunulur. Dış göç olgusunun işlendiği bu kısa öykü,
Almanya’da çalışan babasının yanına gidecek olan annenin kızıyla hiç tanımadıkları bir evde
geçirdikleri son geceyi anlatır. Küçük kız da dahil öyküdeki hiçbir karakterin ismi
verilmemiştir. Bunun belki de en büyük sebebi öykünün taşıdığı duygusal birtakım yönlerle
herkese hitap etmesidir. Göçün bir aileyi nasıl parçaladığı ve bundan en çok çocukların
etkilendiği bu öyküyle açık bir şekilde anlatılmıştır. Küçük kızın babasından ayrı büyümesi ve
annesinden de ayrılacak olması onu oldukça sarsmış ve annesiyle geçirdikleri son geceyi
gördüğü pembe rüyalarla süsleyerek anlatmıştır.
Göç, insanların belli amaçlarla yer değiştirmesi gibi basit bir tanımla ifade edilse de bu
kavramın sosyolojik boyutlar kapsamında duygusal olarak hissettirdikleri tarih ve toplum
açısından göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Türk toplumunun yaşadığı bütün değişimler
aynı zamanda romanlarına da yansımıştır. Bu meselelerden biri de iç ve dış göçtür. Göç
olgusunun sadece fiziksel bir boyutunun olmadığı bunun yanında psikolojik ve sosyal
anlamlarının da olduğu “Geyikler, Annem ve Almanya” öyküsünde görülmüştür. Bu çalışmada
göçün bir aileyi çıkmaza soktuğu ele alınmış ve bunun en büyük şahidi olarak çocukların ayrılık
ve köksüzlükle nasıl mücadele ettiği işlenmiştir. Göç edenler ve göçten geriye kalanlar iki farklı
eksen üzerinden çalışmanın odak noktasını oluşturmuştur.
baskısını yaptığı Âşıklar Bayramı romanı, 2019 Dünya Kitap Yılın Telif Kitabı Ödülü’nü ve 5.
Attilâ İlhan Roman Ödülü’nü alarak edebiyat camiasında ses getirmiştir. Kemal Varol bu
romanında yirmi beş yıl sonra bir araya gelen baba Heves Ali ve oğul Yusuf’u beraber bir
yolculuğa çıkartır. Hasta, yorgun ve pişman olan babanın son isteği Kars’ta düzenlenen âşıklar
bayramına gitmektir. Diyarbakır’dan Kars’a gitmek üzere yola çıkan baba-oğulun yol boyunca
geçtikleri şehirler, kültürler ve konuştukları insanlar yolun karakterlerin hayatlarında yeni bir
devri başlattıklarını açıkça göstermiştir. Yol sayesinde bazı hatıralar canlanmış, bazı sırlarla
eksik de olsa yüzleşilmiştir.
Yolculuk teması daima edebi eserleri beslediği için zamanla yol ve yolculuk romanlarının artış
gösterdiği görülmüştür. Âşıklar Bayramı romanının büyük bir kısmının yolda geçmesi romanı
fiziksel ve duygusal anlamıyla tam bir yol romanı yapmıştır. Karakterlerin üç günlük yol
boyunca hem iç konuşmaları hem de çevreyle kurdukları ilişkiler üzerinde durulmuştur.
Toplum, aile ve kültürle donatılan insanın yolculuk süresince içsel sorunlarının nasıl ve ne gibi
durumlarda meydana geldiği de incelenmiştir. Çeşitli sebeplerden ötürü başlayan yolculuk
metaforunda çoğu kez amaç bir yere varmak değil, yol boyunca yaşanılan, görülen ve yol
arkadaşıyla konuşulan şeylerdir. Kemal Varol’un yol arkadaşı olarak baba ve oğulu seçmesi
ikisinin ortak bir geçmişinin olduğunu ve orada gizli saklı ne varsa yol aracılığıyla ortaya
çıkmasıdır.
Bu çalışma aracılığıyla yol ve yolculuk olgusunun karakterlerin hayatında ne gibi değişimler
gösterdiği ya da saklı olan ne gibi gerçekleri ortaya çıkarttığı çeşitli başlıklar altında incelenerek
açıklanmaya çalışılmıştır. Hayatlarındaki kadınlardan, geçmişten kalan bir fotoğrafa kadar
irdelenen bu roman, yolun fiziksel ve psikolojik anlamda sabit bir görevinin olmadığı yol
değiştikçe insanın da değiştiğini göstermektedir.
gelen önemli öykücülerden biridir. Edebiyat alanı kadar reklam ve medya sektöründe de metin
yazarlığı ve reklam yazarlığı yapmıştır. Çocuk edebiyatına kazandırdığı birçok kitapla da her
kesimden insana hitap etmiştir. Bu çalışmada Şermin Yaşar’ın üç ayrı öykü kitabındaki
öykülerle duyguların yoğun ve coşkulu bir şekilde okuyucuya nasıl aktarıldığı ve en önemlisi
yazarın nasıl, hangi üslupla ifade ettiği üzerinde durulmuştur. Yaşar, öykülerinde kendisine
özgü anlatış biçimini iyi kurguladığından akıcı bir üslupla konuşan öykü karakterlerinin sevgi
dolu sözleri ve sevgiliye olan yakarışları okuyucuyu hem çok güldürür hem de çok etkiler. Bu
çalışmada ele alınan öyküler farklı isimlerle aynı kişiye yani Muazzez’e olan romantik ve aşk
dolu söylemlerdir. Anlatıcı kişi Muazzez’i öyle çok sever ki aslında sürekli de kendisiyle
konuşur gibidir. Ona olan hayranlığını sorduğu sorularla yine kendisi cevap vererek karşılar.
Kimi yerlerde hem Muazzez’e yazar hem de Muazzez olur. Öyküler Muazzez’e olan aşkın serisi
gibidir. Yaşar’ın her öykü kitabında muhakkak okuyucunun karşısına çıkar.
Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu (2019) kitabında “Teessüf Ederim Muazzez” öyküsü,
Gelirken Ekmek Al (2020) kitabında “Yine Muazzez” öyküsü ve Sait Faik Hikâye Ödülü alan
Deli Tarla (2021) kitabında ise “Muazzez ve Yelkovan Çetesi” öyküsü anlatıcının çoşkulu bir
dille romantik bir biçimde kurduğu öykülerdir. Anlatıcı bunları mektup formatına yakın bir
şekilde yazmıştır. Muazzez’le ayrıldıktan sonra ona söylemek istediklerini komik aynı zamanda
da hisli bir üslupla yazmaya çalışır. Bu çalışmada yazarın üç farklı öyküde aynı kişiye seslenişin lirizm ve ironiyle üslup bağlamında nasıl kurulduğu incelenmiştir.
adını bilmediğimiz tutuklu kahramanı hem psikolojik hem de fiziksel anlamda bir baskı altındadır. Roman
boyunca ona yapılan işkencelere ve hakaretlere şahit oluruz. Roman kişisine, bilmediği bir suç fiziksel
şiddetle kabul ettirilmeye çalışılır. Bütün bunlar karşısında her ne kadar dirense de sonuç olarak hem
bedensel hem de ruhsal acılar çeker. Roman kişisinin bedeni üzerine yapılan işkenceler onun yavaş yavaş
nesneleşmesini sağlar çünkü şiddeti yapanlar karşısında savunmasızdır. Ona karşı yapılan her türlü küfür
ve hakaret fiziksel şiddetin yanında birer psikolojik şiddettir.
Bu romanda şiddet faillerinin yapmak istediği şey kişilik yıkımıdır. Her türlü iğrençlikle roman kişisinin
kendisinden utanması sağlanarak onun insan olma ya da birey olma gibi hakları elinden alınır. Ruhen ve
bedenen yaralı olan roman kişisinin çektiği işkenceler onu yalnızlaştırarak, onda özgüven problemi ve
aşağılanma hissi yaratır.
Bu çalışmada ise fiziksel şiddet diyebileceğimiz işkencelerin roman kişisinde yarattığı psikolojik durum ve
gerilimler incelenecektir
Nezihi’nin Zavallı Necdet romanları aynı dönemde yazılmış iki romandır. Hem aynı dönemde yazılmaları
hem de Saffet Nezihi’nin, Mehmet Rauf’tan etkilenmesi romandaki kişilerin büyük oranda birbirine
benzemesine sebep olmuştur. Bu iki romandaki merkez kişilerin hemen hemen birbirinde karşılıkları
mevcuttur. Özellikle merkezdeki kadın kişiler olan Suat ve Meliha gerek toplum içindeki davranışları
gerekse de birtakım arzu, istek ve tutumlarıyla birbirine yakınlık gösterirler. Zaman, mekân ve diğer
kişilerle ilişkilerini de bu benzerliğe dâhil edecek olursak bu iki kadın kahramanın birbirine yakın sınırlarla
çizildiği görülmüş olur. Bu benzerliğin yanı sıra okur tarafından bunların farklı algılanması da söz
konusudur çünkü Meliha’nın aşka olan düşkünlüğü onu her ne kadar acımasız ve hırslı yapmışsa, Suat’ı da
o kadar yüceltmiştir.
Toplumdan ayrı düşünemediğimiz bu insanlar içinde bulundukları şartlardan dolayı toplumdan uzaklaşmış
bir nevi kaçmışlardır. Her birinin kendi değerleri ve ilgi alanları onları topluma birer yabancı kılmıştır. Bu
yabancılık her ne kadar romanların erkek kahramanlarında tezahür etse de diğer kişilerin de etkilenmesine
sebebiyet vermiştir.
Bu makalede Suat ve Meliha karakterlerinde topluma yabancılaşma da göz önünde tutularak birer kişilik
çözümlemesi yapılacaktır. Her ikisinde de ele alınan ‘ben kimim?’ sorusuna yazarın kurguladığı kişileri
tanıma ve anlama açısından ‘sen kimsin?’ sorularının cevabı verilecektir. Roman kişilerinin eylem
içerisinde nasıl betimlendiği, insanlarla ve toplumla ilgili kişilerin nasıl kurgulandığı gibi unsurlar üzerinde
durulacaktır.
Erkeklik toplum aracılığıyla gelişen bir varoluş özelliği olduğu için kahvehaneler, futbol stadyumları, camiler, kışlalar, erkekler hamamı ve at yarışı hipodromları gibi mekânlar önemlidir. Covid-19 salgını sebebiyle kapalı tutulan bu homososyal mekânlar erkekliğin oluşumunu engellediği için aynı zamanda bir erkeklik yıkımıdır. Bu alanlardan uzaklaşan erkekler, erkekliğin aktif yönünden koparak psikolojik anlamda da bir çöküşe uğramışlardır. Kafa dağıtmak için gidilen kahvehanelerin yokluğu, eril tahakkümü ve kas gücünü göstermek için inşa edilen futbol stadyumlarının boş kalması erkekliğin hem güç kaybettiğinin hem de onların gelişim, değişim ve dönüşüm süreçlerinin yavaşladığını göstermektedir. Erkeklik sürekli birilerine göstermekle inşa edildiği için toplumla iç içe olması gereken erkeklerin toplumdan soyutlanması, onların sosyalleşmesine de engel olmaktadır. Pandemi sürecinde erkeğin sadece dışarıyla değil ayrıca erkekliğiyle de bağı kopmuştur. Erkekliğin ve erkeksi davranışların sergilendiği kişiler ve ortamların azalması ise kadınsılaşma endişesini tetiklemiştir. Erkekliğin sürekli test edilip onay alınması gereken bir olgu olduğu düşünülürse bunun içinde gerekli mekânların ve ortamların sürekli açık tutulması gerekmektedir. Toplumsallık duygusunu taşıyan erkek ise sağlıklı bir ruh haline sahip olmakla birlikte, erkeklik kimliğiyle birlikte toplumun her alanında rahatça var olur. Covid-19’la birlikte erkeklerin yaşam alanı değişmiş ve toplum tarafından üretilen erkeklik modelinin uzağına atılan erkekler eşit koşullarda çoğalmıştır. Salgının sadece bir sağlık krizi değil, erkeklik krizi de olduğu görülmüştür.
concept of gender. Gender, on the other hand, includes the masculinity identity as a concept, but also expresses the
expectations, behaviors, attitudes and actions imposed on men by the society. Behçet Çelik, one of the important names
of Contemporary Turkish Literature, provided the opportunity for a masculinity study by drawing attention to the inner
world of the character Taner, which he created with his novel Soluk Bir An. Taner entered the process of questioning
his manhood after he fell in love with his wife’s close friend Esra. Although Taner is in conflict with the rules and norms
regulated by the society, he is not a character who acts completely outside the expectations of the society. Turning to his
inner world through love, Taner confronts his masculine identity. Reviewing the past, present and future thanks to his
love for Esra, Taner realizes his fears, weaknesses and masculine self. For this reason, he begins to question his masculine
identity, especially his inner world. Since the discourse of masculinity shaped by gender norms varies, Taner is one of
the examples of masculinity considered for this discourse. Although the problem of masculinity started with Taner’s
conflicting relationships with his father in his childhood, the main breaking point and crisis emerged after marriage
because marriage is an important door for transition to masculinity rituals. Although Taner is one of the cracks formed in
the hard wall of masculinity for today’s literature, he also laid the groundwork for the birth of new masculinity by getting
rid of traditional masculinity roles.
Şehitoğlu’nun doktora tezinin kitaplaştırılmasıyla oluşmuştur. Bu çalışmada göçmenin hafızasının mekân üzerinde nasıl bir etkisi olduğu araştırılmış ve yapılan mülakatlarla birtakım veriler elde edilmiştir. Kitap ön söz, giriş, son söz, kaynakça, ekler ve dizin bölümü hariç toplamda üç bölümden oluşmaktadır. Kitabın yazılma serüvenini Ön Söz bölümünde anlatan yazar, saha çalışması sırasında evlerine gittiği Suriyeli bir göçmenle olan konuşmasından söz eder. “Evinizi özlüyor musunuz? Sorusunu yönelttim. O da “Çok özlüyorum. Hatta şu oturduğunuz kanepe, Suriye’de de evin tam bu köşesinde duruyordu. Kapıdan girince soldaydı. Ev seçerken buna dikkat ettik. Fazla seçeneğimiz yoktu ama rast geldi. Sırf burayı evim gibi
hissetmek, evime benzetmek için kanepeyi buraya koydum. Orayı hatırlamak ve unutmamak için” (s. 14). Bu diyalog kitabın yazılma amacını oluşturmakla beraber göçmenin mekân aracılığıyla yaşadığı deneyimlerin nasıl hatırlandığına dikkat çekiyor.
Birçok disiplinle yakından ilgisi olan bellek kavramı
edebî metinler aracılığıyla da ele alınmaya başlanmış
kimlik, kültür ve tarih bilinci gibi kavramlarla olan ilişkisine bakılmıştır. Belleğin varlığı bu kadar önemliyken onun yitirilmesi, diğer bir deyişle geçmişi kaybetmek
büyük bir dramdır. Bellek, geçmişi ilk günkü kadar taze hatırlamasa da birorganizmanın sahip olabileceği bu hatırlama yeteneği sayesinde geçmişi akan zamana rağmen diri tutmayı başarır. 2000 sonrası çağdaş yazarlardan olan Burhan Sönmez, dördüncü romanı olan Labirent’te Boratin isimli bir müzisyenin Boğaz Köprüsü’nden atlayıp intihar ettikten sonra geçirdiği bellek yitimini ve hatırlamak adına çektiği sancıları anlatır. Boratin kendisinin kim olduğundan başlayıp evinin yoluna kadar her şeyi unutmuştur. Bedensel olarak kırık bir kaburgayla hayata dönmeyi başarsa da kendi varlığına dair bütün izleri kaybetmesi onun bellek sınırlarının dışına atıldığını
göstermiştir. Roman boyunca Boratin’in hatırlama arzusu okuyucuya bellek kavramını yeniden düşündürtmeyi başarmıştır. Bellek bilgiyi çeşitli yollarla yani kodlama ve depolama gibi süreçlerden geçirerek ona yeni anlamlar yükler. Bellek kişinin geçmişte algıladığı birtakım sahneleri belirli koşullar sağlandığında okuyucuya hatırlatmayı
ihmal etmez. Bu hatırlama ediminin yetersiz olması ise Boratin’in boş bir bellekle İstanbul’un sokaklarını dolaşırken anısal belleğe dair hiçbir ize rastlamamasından
anlaşılır. Bu çalışmada tespit edilen başlıklarla bellek yitiminin nasıl bir yokluklar evreni kurduğu incelenmiş, toplumsal bellek, nostalji, bellek metaforları ve rüya gibi
kavramların bellekle olan ilişkisinden söz edilmiştir. Belleğin insanı bireysel, toplumsal, kültürel olarak her yönden hayata hazırladığı açık olmakla birlikte bunların eksikliği sonucunda çekilen benlik ve varoluş sancıları Labirent romanı ve Boratin karakteri üzerinden okuyucuya aktarılmıştır.
birisidir. Mart 2021 yılında yayımlanan son romanı Veba Geceleri yine postmodern tekniklerle
yazılmış bir roman olup Osmanlı’nın hayali küçük bir vilayeti olan Minger Adası’nda ortaya
çıkan devletin ve halkın veba salgınıyla olan mücadelesini anlatır. Pamuk, roman anlatıcısını
tarih araştırmacısı Mina Mingerli’yi seçerek her zaman ki gibi romanının kurgu olduğunu
samimiyetle okuruna söylemeyi tercih etmiştir. Romanın yoğun tarih bilgisiyle yazılmış olması
okuru yer yer sıksa da meselenin güncele yakın tutulması okumayı kolaylaştırmıştır. Veba
salgının ortaya çıkışı, salgının nasıl ve hangi yollarla bulaştığı, karantina süreci ve buna karşı
alınan önlemler COVID-19 salgınında yaşananlara benzediği için roman içerisinde okuyucunun
bu süreci kabul etmesi daha kolay olmuştur. Veba salgını insanların sadece fiziksel anlamdaki
ağrılarla mücadele ettiği bir hastalık değil, aynı zamanda psikolojik bir çöküşün, kaygının ve
ölüm korkusunun derinden hissedildiği bir hastalıktır. Güven duygusunu sarsıldığı, insanlar
arasındaki iletişim kanallarının kapandığı veba salgını dönemi, bütün bir dünyayı derinden
etkilemiş ve birçok kişinin ölümüne sebep olmuştur. Vebanın bitişinden sonra insanların eski
hayatlarına dönmesi ise Minger için tam bir dönüm noktası olmuştur çükü ada kendi varoluş
hikâyesini kendisi yazmıştır. Bu çalışmada Minger Adası’nın güzelliklerinden hareketle salgın
hakkında bilgi verilmiş ve edebiyatta salgın, hastalık gibi konuların nasıl işlendiği üzerine
durulmuştur. Roman içinde uzun uzadıya iki kere girilmiş olan karantina dönemi ve o süreçte
insanların çektiği bedensel sancılar ve bunalımlı ruh hâlleri değerlendirilmiştir. Veba Geceleri
okuru bir karantina süreciyle yüzleştirip yakın zamanda yaşanan pandemi gerçeğiyle okuru
kolayca etkilemeyi de başarmıştır.
Çaresizliğimiz adlı romanında aynı evde yaşayan ve yıllarca arkadaşlık yapan Ender ve Çetin
adlı roman kişilerinin hem ruh dünyalarına hem de yaşantılarına yer verir. Bıçakçı, romanın
geneline yaydığı aşk, dostluk ve imkânsızlık gibi kavramlardan oluşturduğu bir aşk üçgeni
çizer. Bu aşk üçgeninin tepesinde Ender ve Çetin’in yakın arkadaşları Fikret’in kız kardeşi
Nihal yer alır. Nihal, romanda önemli bir yere sahiptir ve çalışmanın içeriği bakımından
Ender ve Çetin’in hem iç dünyalarına hem de sosyal yaşantılarına ışık tutar.
Çalışmada, roman üzerinden serbest zaman kavramı kullanılarak, kişilerin kendi iradelerine
bağlı olarak özgürce yaptıkları birtakım etkinliklerden söz edilecektir. Bu etkinliklerle birlikte
roman kişilerinin kendilerine ait bir zaman dilimi yarattıkları görülmektedir. Müzik, edebiyat
ve sanat gibi etkinlikler salt boş zamanı değerlendirmek amacı taşımaz. Aksine kişiyi
besleyen, ona yeni bir kimlik kazandıran ve ruhsal mekanizmaları diri tutan bu etkinlikler için
özel bir zaman gereklidir. Ender, yaşananları aktarırken sürekli kendisinin ve Çetin’in dış
görünüşünden, geçmiş yaşantılarındaki aşklarından ve uzun yıllar süren birlikteliklerinden söz
eder. Yazarın anlatıcı olarak Ender’i seçmesinde hem çevirmenlik mesleğinin hem de
edebiyat ve kitaplara olan tutkusunun etkisi yadsınamaz. Çevirmenlik dışında edebiyat, müzik
ve sinema onda serbest zaman etkinliğidir. Yer yer Çetin’in de bu etkinliğe katıldığını
görmekle birlikte onun halı saha maçlarında daha etkin bir konumda olduğu da açıktır.
Ender ve Çetin’in sıkı dostluğu ekseninde ele alınacak olan serbest zaman ve sanat kavramı
çalışmanın odak noktasını oluşturmakla birlikte romandaki bütün serbest zaman
etkinliklerinin eğlenme ve hoş zaman geçirme amacıyla gerçekleştirildiği görülmektedir. Son
olarak Bir özgürlük alanı olan serbest zamanın kişilerin yaşantılarına ne gibi etkileri olduğu
da incelenecektir
Hikâyeler sırasıyla; Alice Harikalar Diyarında, Aynalı Pastane ve Gece Elbisesi’dir. Biz bu
çalışmamızda ikinci hikâye olan Aynalı Pastane’yi ele alarak hikâyenin baş kahramanı olan
Aliye’nin kendini keşfetme ve kendisi olma sürecini irdelemeye çalışacağız. Aliye’nin bütün
yaşadıkları, gördükleri ve hissettikleri ona yeni bir benlik kazandırarak yeni bir Aliye
olmasına sebep olacaktır. Murathan Mungan, bütün bunları anlatırken ayna metaforunu
kullanır çünkü ayna Aliye’nin yeni bir yaşam alanına girmesi için gerekli bir kapıdır. Ayna
ondaki değişim ve dönüşümü sağlayan en önemli objedir. Ayna kişinin hem geçmişine hem
şimdisine hem de geleceğine ışık tutan bir metafordur. Pastanenin aynalı oluşu Aliye’yi hem
fiziksel anlamda hem de ruhsal anlamda birçok değişime uğratır. Bu değişimler sonucunda ise
yazar yepyeni bir Aliye yaratır. Yazar, bu yeni Aliye’nin yaşam serüvenine bizleri tanık
tutarak bizi de o serüvenin içine çekmiş olur.
Kişinin kendini gerçekleştirmesi ve kendi beninin oluşturması için bir yolculuğa çıkması
gerekir. Kadın satıcısı Muştik tarafından yolculuğa çıkarılan Aliye, var olma sorunlarıyla
mücadele eder. Aliye, bütün bu mücadelelerden sonra birey olma ve kimlik kazanma yoluna
girer. Bu yola girmesi için de aynanın öbür tarafından geçmesi gerekir. Bu geçişle de aynanın
yarattığı başkalaşım roman boyunca Aliye üzerinden kendini gösterir.
Bu çalışmada ise hikâyenin baş kahramanı olan Aliye’nin, kendini gerçekleştirme süreci
boyunca yaşadıkları ele alınacaktır.
önemli yazarlarımızdan biridir. Bu dönemin tipik romanlarından biri de hiç şüphesiz yazarın
son romanı olup 1975 yılında yayımlanan “Şafak”tır. Roman Sevgi Soysal’ın 12 Mart
dönemi Adana’sında yaşadığı sürgünlerden, acılardan ve hatıralardan izler taşır. Soysal o
dönemin hem tanığı hem de sanığı olması hasebiyle yaşanan olaylara, birtakım sorunlara ve
günler boyu süren sorgulamalara hem toplumsal hem gerçekçi hem de kadın bakış açısıyla
bakabilmiştir.
Sevgi Soysal Şafak’ın baş kadın kahramanı olan Oya Ertem’in duygu ve düşünce dünyasına
ışık tutmuş, onu hem bir kadın hem de bir siyasi olarak okuyucuya sunmuştur. Oya dışındaki
kadınlar –Ali’nin karısı Gülşah ve onun kız kardeşi Ziynet- her ne kadar silik birer kadın
kahraman gibi görünseler de hem kadın sorunlarının yansıtılması hem de Oya’yı
değerlendirmek, ondan farklı hayat tarzı ve düşünce yapısına sahip olmaları açısından
önemlidirler. Bunların dışında Oya’nın cezaevinde tanıştığı kadınlar da oldukça dikkat çekici
ve gerçekçidirler. Oya ve onun gibiler toplumda kadın olarak var olmaya çalışan hatta kadın
oldukları için suçlanan ve sahip oldukları haklardan mahrum bırakılarak toplum dışına atılan
kişilerdir.
Bu çalışmada başta Oya olmak üzere kadınların yaşamları, toplum içindeki yerleri ve
yaşadıkları sorunlar ele alınmıştır.
kadrosunu erkeklerden seçerek onlara birtakım feminen özellikler yükleyip erkeklik meselesi
üzerine konuşma ve yazma fırsatı sunar. Türkiye’deki geleneksel erkeklik rollerinin dışına
çıkan bu karakterler, kırılgan, edilgen ve bağımlı oluşlarıyla dikkat çekerken bir taraftan da
erkekliğin bu tarz pratikleri olduğunu da göstermiştir. Erkeklik inşasının geleneksel boyutuyla
algılanmayacağını ve yeni erkeklik modellerinin de olduğuna dikkat çeken bu çalışma, yazarın
2000 yılında yayımlanan ilk romanı olan Herkes Herkesle Dostmuş Gibi’de incelenmiştir.
Roman, olay örgüsünün iç içe geçmesi, kişilerin sürekli değişim göstermesi ve banka, park, çay
bahçesi gibi çeşitli mekânların aniden birbirinin yerini alması gibi sebeplerden dolayı, tek bir
olay örgüsü ve başkişiye sahip değildir. Bu yüzden romanda üzerinde durulacak tek bir erkek
karakter değil, çeşitli erkek karakterlerin olduğu görülmüştür. Romandaki olay örgülerin farklı
kişiler dahilinde sürekli akıp gitmesi toplumdaki erkek profillerinin de ne kadar çeşitli olduğunu
göstermektedir. Barış Bıçakçı bu ilk romanla sonraki romanların varlığına ve erkek
karakterlerine hazırlık yapmıştır. Bu romanda okurun karşısına çıkan erkekler, yazarın daha
sonraki yazdığı romanlarda daha detaylı bir şekilde görülmüştür.
Bu çalışmada toplumsal bir kimlik teşkil eden çeşitli erkeklik modellerinin olduğu görülmüştür.
Romanda erkeklerin nicelik bakımından yoğun olup eril rollere mesafeli olması, onları çoğu
zaman yaşadıkları ortamda alay konusu yapmıştır. Toplum aracılığıyla var olan rollerin dışına
çıkıldığı an dışlanma tehlikesiyle karşı karşıya gelen bu erkekler, güçlü erkeğin yanı sıra çaresiz
ve zayıf erkeklik inşalarının da olduğunu göstermektedir.
yabancılaşma, kentleşme ve göç gibi temaları vardır. 1982 yılında ilk baskısını yaptığı ve
kitabına da ismini veren “Geyikler, Annem ve Almanya” öyküsü küçük bir kız çocuğunun
dilinden ve bakış açısından okura sunulur. Dış göç olgusunun işlendiği bu kısa öykü,
Almanya’da çalışan babasının yanına gidecek olan annenin kızıyla hiç tanımadıkları bir evde
geçirdikleri son geceyi anlatır. Küçük kız da dahil öyküdeki hiçbir karakterin ismi
verilmemiştir. Bunun belki de en büyük sebebi öykünün taşıdığı duygusal birtakım yönlerle
herkese hitap etmesidir. Göçün bir aileyi nasıl parçaladığı ve bundan en çok çocukların
etkilendiği bu öyküyle açık bir şekilde anlatılmıştır. Küçük kızın babasından ayrı büyümesi ve
annesinden de ayrılacak olması onu oldukça sarsmış ve annesiyle geçirdikleri son geceyi
gördüğü pembe rüyalarla süsleyerek anlatmıştır.
Göç, insanların belli amaçlarla yer değiştirmesi gibi basit bir tanımla ifade edilse de bu
kavramın sosyolojik boyutlar kapsamında duygusal olarak hissettirdikleri tarih ve toplum
açısından göz ardı edilemeyecek kadar önemlidir. Türk toplumunun yaşadığı bütün değişimler
aynı zamanda romanlarına da yansımıştır. Bu meselelerden biri de iç ve dış göçtür. Göç
olgusunun sadece fiziksel bir boyutunun olmadığı bunun yanında psikolojik ve sosyal
anlamlarının da olduğu “Geyikler, Annem ve Almanya” öyküsünde görülmüştür. Bu çalışmada
göçün bir aileyi çıkmaza soktuğu ele alınmış ve bunun en büyük şahidi olarak çocukların ayrılık
ve köksüzlükle nasıl mücadele ettiği işlenmiştir. Göç edenler ve göçten geriye kalanlar iki farklı
eksen üzerinden çalışmanın odak noktasını oluşturmuştur.
baskısını yaptığı Âşıklar Bayramı romanı, 2019 Dünya Kitap Yılın Telif Kitabı Ödülü’nü ve 5.
Attilâ İlhan Roman Ödülü’nü alarak edebiyat camiasında ses getirmiştir. Kemal Varol bu
romanında yirmi beş yıl sonra bir araya gelen baba Heves Ali ve oğul Yusuf’u beraber bir
yolculuğa çıkartır. Hasta, yorgun ve pişman olan babanın son isteği Kars’ta düzenlenen âşıklar
bayramına gitmektir. Diyarbakır’dan Kars’a gitmek üzere yola çıkan baba-oğulun yol boyunca
geçtikleri şehirler, kültürler ve konuştukları insanlar yolun karakterlerin hayatlarında yeni bir
devri başlattıklarını açıkça göstermiştir. Yol sayesinde bazı hatıralar canlanmış, bazı sırlarla
eksik de olsa yüzleşilmiştir.
Yolculuk teması daima edebi eserleri beslediği için zamanla yol ve yolculuk romanlarının artış
gösterdiği görülmüştür. Âşıklar Bayramı romanının büyük bir kısmının yolda geçmesi romanı
fiziksel ve duygusal anlamıyla tam bir yol romanı yapmıştır. Karakterlerin üç günlük yol
boyunca hem iç konuşmaları hem de çevreyle kurdukları ilişkiler üzerinde durulmuştur.
Toplum, aile ve kültürle donatılan insanın yolculuk süresince içsel sorunlarının nasıl ve ne gibi
durumlarda meydana geldiği de incelenmiştir. Çeşitli sebeplerden ötürü başlayan yolculuk
metaforunda çoğu kez amaç bir yere varmak değil, yol boyunca yaşanılan, görülen ve yol
arkadaşıyla konuşulan şeylerdir. Kemal Varol’un yol arkadaşı olarak baba ve oğulu seçmesi
ikisinin ortak bir geçmişinin olduğunu ve orada gizli saklı ne varsa yol aracılığıyla ortaya
çıkmasıdır.
Bu çalışma aracılığıyla yol ve yolculuk olgusunun karakterlerin hayatında ne gibi değişimler
gösterdiği ya da saklı olan ne gibi gerçekleri ortaya çıkarttığı çeşitli başlıklar altında incelenerek
açıklanmaya çalışılmıştır. Hayatlarındaki kadınlardan, geçmişten kalan bir fotoğrafa kadar
irdelenen bu roman, yolun fiziksel ve psikolojik anlamda sabit bir görevinin olmadığı yol
değiştikçe insanın da değiştiğini göstermektedir.
gelen önemli öykücülerden biridir. Edebiyat alanı kadar reklam ve medya sektöründe de metin
yazarlığı ve reklam yazarlığı yapmıştır. Çocuk edebiyatına kazandırdığı birçok kitapla da her
kesimden insana hitap etmiştir. Bu çalışmada Şermin Yaşar’ın üç ayrı öykü kitabındaki
öykülerle duyguların yoğun ve coşkulu bir şekilde okuyucuya nasıl aktarıldığı ve en önemlisi
yazarın nasıl, hangi üslupla ifade ettiği üzerinde durulmuştur. Yaşar, öykülerinde kendisine
özgü anlatış biçimini iyi kurguladığından akıcı bir üslupla konuşan öykü karakterlerinin sevgi
dolu sözleri ve sevgiliye olan yakarışları okuyucuyu hem çok güldürür hem de çok etkiler. Bu
çalışmada ele alınan öyküler farklı isimlerle aynı kişiye yani Muazzez’e olan romantik ve aşk
dolu söylemlerdir. Anlatıcı kişi Muazzez’i öyle çok sever ki aslında sürekli de kendisiyle
konuşur gibidir. Ona olan hayranlığını sorduğu sorularla yine kendisi cevap vererek karşılar.
Kimi yerlerde hem Muazzez’e yazar hem de Muazzez olur. Öyküler Muazzez’e olan aşkın serisi
gibidir. Yaşar’ın her öykü kitabında muhakkak okuyucunun karşısına çıkar.
Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu (2019) kitabında “Teessüf Ederim Muazzez” öyküsü,
Gelirken Ekmek Al (2020) kitabında “Yine Muazzez” öyküsü ve Sait Faik Hikâye Ödülü alan
Deli Tarla (2021) kitabında ise “Muazzez ve Yelkovan Çetesi” öyküsü anlatıcının çoşkulu bir
dille romantik bir biçimde kurduğu öykülerdir. Anlatıcı bunları mektup formatına yakın bir
şekilde yazmıştır. Muazzez’le ayrıldıktan sonra ona söylemek istediklerini komik aynı zamanda
da hisli bir üslupla yazmaya çalışır. Bu çalışmada yazarın üç farklı öyküde aynı kişiye seslenişin lirizm ve ironiyle üslup bağlamında nasıl kurulduğu incelenmiştir.
adını bilmediğimiz tutuklu kahramanı hem psikolojik hem de fiziksel anlamda bir baskı altındadır. Roman
boyunca ona yapılan işkencelere ve hakaretlere şahit oluruz. Roman kişisine, bilmediği bir suç fiziksel
şiddetle kabul ettirilmeye çalışılır. Bütün bunlar karşısında her ne kadar dirense de sonuç olarak hem
bedensel hem de ruhsal acılar çeker. Roman kişisinin bedeni üzerine yapılan işkenceler onun yavaş yavaş
nesneleşmesini sağlar çünkü şiddeti yapanlar karşısında savunmasızdır. Ona karşı yapılan her türlü küfür
ve hakaret fiziksel şiddetin yanında birer psikolojik şiddettir.
Bu romanda şiddet faillerinin yapmak istediği şey kişilik yıkımıdır. Her türlü iğrençlikle roman kişisinin
kendisinden utanması sağlanarak onun insan olma ya da birey olma gibi hakları elinden alınır. Ruhen ve
bedenen yaralı olan roman kişisinin çektiği işkenceler onu yalnızlaştırarak, onda özgüven problemi ve
aşağılanma hissi yaratır.
Bu çalışmada ise fiziksel şiddet diyebileceğimiz işkencelerin roman kişisinde yarattığı psikolojik durum ve
gerilimler incelenecektir
Nezihi’nin Zavallı Necdet romanları aynı dönemde yazılmış iki romandır. Hem aynı dönemde yazılmaları
hem de Saffet Nezihi’nin, Mehmet Rauf’tan etkilenmesi romandaki kişilerin büyük oranda birbirine
benzemesine sebep olmuştur. Bu iki romandaki merkez kişilerin hemen hemen birbirinde karşılıkları
mevcuttur. Özellikle merkezdeki kadın kişiler olan Suat ve Meliha gerek toplum içindeki davranışları
gerekse de birtakım arzu, istek ve tutumlarıyla birbirine yakınlık gösterirler. Zaman, mekân ve diğer
kişilerle ilişkilerini de bu benzerliğe dâhil edecek olursak bu iki kadın kahramanın birbirine yakın sınırlarla
çizildiği görülmüş olur. Bu benzerliğin yanı sıra okur tarafından bunların farklı algılanması da söz
konusudur çünkü Meliha’nın aşka olan düşkünlüğü onu her ne kadar acımasız ve hırslı yapmışsa, Suat’ı da
o kadar yüceltmiştir.
Toplumdan ayrı düşünemediğimiz bu insanlar içinde bulundukları şartlardan dolayı toplumdan uzaklaşmış
bir nevi kaçmışlardır. Her birinin kendi değerleri ve ilgi alanları onları topluma birer yabancı kılmıştır. Bu
yabancılık her ne kadar romanların erkek kahramanlarında tezahür etse de diğer kişilerin de etkilenmesine
sebebiyet vermiştir.
Bu makalede Suat ve Meliha karakterlerinde topluma yabancılaşma da göz önünde tutularak birer kişilik
çözümlemesi yapılacaktır. Her ikisinde de ele alınan ‘ben kimim?’ sorusuna yazarın kurguladığı kişileri
tanıma ve anlama açısından ‘sen kimsin?’ sorularının cevabı verilecektir. Roman kişilerinin eylem
içerisinde nasıl betimlendiği, insanlarla ve toplumla ilgili kişilerin nasıl kurgulandığı gibi unsurlar üzerinde
durulacaktır.
Erkeklik toplum aracılığıyla gelişen bir varoluş özelliği olduğu için kahvehaneler, futbol stadyumları, camiler, kışlalar, erkekler hamamı ve at yarışı hipodromları gibi mekânlar önemlidir. Covid-19 salgını sebebiyle kapalı tutulan bu homososyal mekânlar erkekliğin oluşumunu engellediği için aynı zamanda bir erkeklik yıkımıdır. Bu alanlardan uzaklaşan erkekler, erkekliğin aktif yönünden koparak psikolojik anlamda da bir çöküşe uğramışlardır. Kafa dağıtmak için gidilen kahvehanelerin yokluğu, eril tahakkümü ve kas gücünü göstermek için inşa edilen futbol stadyumlarının boş kalması erkekliğin hem güç kaybettiğinin hem de onların gelişim, değişim ve dönüşüm süreçlerinin yavaşladığını göstermektedir. Erkeklik sürekli birilerine göstermekle inşa edildiği için toplumla iç içe olması gereken erkeklerin toplumdan soyutlanması, onların sosyalleşmesine de engel olmaktadır. Pandemi sürecinde erkeğin sadece dışarıyla değil ayrıca erkekliğiyle de bağı kopmuştur. Erkekliğin ve erkeksi davranışların sergilendiği kişiler ve ortamların azalması ise kadınsılaşma endişesini tetiklemiştir. Erkekliğin sürekli test edilip onay alınması gereken bir olgu olduğu düşünülürse bunun içinde gerekli mekânların ve ortamların sürekli açık tutulması gerekmektedir. Toplumsallık duygusunu taşıyan erkek ise sağlıklı bir ruh haline sahip olmakla birlikte, erkeklik kimliğiyle birlikte toplumun her alanında rahatça var olur. Covid-19’la birlikte erkeklerin yaşam alanı değişmiş ve toplum tarafından üretilen erkeklik modelinin uzağına atılan erkekler eşit koşullarda çoğalmıştır. Salgının sadece bir sağlık krizi değil, erkeklik krizi de olduğu görülmüştür.
concept of gender. Gender, on the other hand, includes the masculinity identity as a concept, but also expresses the
expectations, behaviors, attitudes and actions imposed on men by the society. Behçet Çelik, one of the important names
of Contemporary Turkish Literature, provided the opportunity for a masculinity study by drawing attention to the inner
world of the character Taner, which he created with his novel Soluk Bir An. Taner entered the process of questioning
his manhood after he fell in love with his wife’s close friend Esra. Although Taner is in conflict with the rules and norms
regulated by the society, he is not a character who acts completely outside the expectations of the society. Turning to his
inner world through love, Taner confronts his masculine identity. Reviewing the past, present and future thanks to his
love for Esra, Taner realizes his fears, weaknesses and masculine self. For this reason, he begins to question his masculine
identity, especially his inner world. Since the discourse of masculinity shaped by gender norms varies, Taner is one of
the examples of masculinity considered for this discourse. Although the problem of masculinity started with Taner’s
conflicting relationships with his father in his childhood, the main breaking point and crisis emerged after marriage
because marriage is an important door for transition to masculinity rituals. Although Taner is one of the cracks formed in
the hard wall of masculinity for today’s literature, he also laid the groundwork for the birth of new masculinity by getting
rid of traditional masculinity roles.
bireysel ya da kitlesel olarak yer değiştirmenin en genel ismidir. Makineleşmenin etkisiyle
kırsalda geçinemeyen insanlar kente ya kent dışına göç ederek işçi göçünü başlatmışlardır.
Almanya ve Türkiye arasında 1961 yılında imzalanan İşgücü Anlaşması Avrupa ülkelerine işçi
gönderimini sağlayarak Almanya’daki istihdam ihtiyacını karşılamıştır. Bu uzun süreli göçlerin
sinemayı etkilemesi ise meydana gelen toplumsal değişimlerle birlikte önemli bir meseledir.
Türk sinemasında iç ve dış göç olgusunu temel alan birçok film çekilmiş olmakla birlikte
bunlardan biri de Korhan Yurtsever’in 1979 yılında çektiği Kara Kafa’dır. Film “dost ülke
Almanya’nın gururuyla” oynandığı gerekçesiyle senelerce sansürlü kalmıştır. Bu yüzden dış
göç olgusunu ele alan filmlerle ilgili yapılan çalışmalar arasında bu filmi görmek pek mümkün
olmamıştır. Cafer öncesinde gittiği Almanya’da kendisine küçük bir düzen kurduktan sonra eşi
ve çocuklarını da yanına alır. Cafer’in daha çok para kazanma hırsı, çocuklarının oraya uyum
sağlayamaması ve eşi Hacer’in kadın haklarıyla ilgili birtakım toplantılara katılması işçi bir
ailenin sinema aracılığıyla yansıtılan dramatik yaşantısının bir örneğidir. Cafer ve ailesi
Türkiye’ye dönme amacıyla Almanya’ya gitseler de orada kimlik ve yaşam tarzlarıyla
gösterdikleri uyumsuzluk ön plana çıkmıştır. Hacer’in ataerkil sistemde gösterdiği kadın
direnişi ise kadınların feminist tavırlarına örnek teşkil etmiştir. Bu çalışmada sinemada dış
göçün nasıl işlendiği Kara Kafa filmiyle ele alınarak göçün bir işçi aile üzerinde bıraktığı
psikolojik, ekonomik ve sosyolojik etkilere dikkat çekilmiştir.
ve bu normlar aracılığıyla toplumda yer edinmeye çalışmakla açıklanmaktadır. Toplumsal normlarla erkeğe geniş
ve refah bir şekilde açılan bu alan, kadınların yaşam enerjisini, özgürlüğünü ve bedenini dışlayarak onları ötekileştirmiştir. Kadına zorunlu bir boyun eğiş uygun görülürken, erkek elde ettiği bütün ayrıcalıklarla toplumda
avantajlı konumlarda yer almıştır. Günümüz Türk Edebiyatı’nın önemli yazarlarından biri olan Şermin Yaşar’ın Göçüp Gidenler Koleksiyoncusu adlı kitabında yer alan “Fehime Halamı Kaybedip Tekrar Bulduğumuz Gün” hikayesi,
kadının toplumdaki yeri, özel alandaki görevleri, kamusal alana çıktığı an başına gelecek felaketleri hikayedeki
Fehime karakteriyle ele alıp inceleme fırsatı sunmuştur. Fehime’nin yenilmişliği ise on beş yaşında zorla alıkonulmasıyla başlayıp genç yaşta çocuk doğurup ve bu çocukları tek başına büyütmek zorunda kalmasıyla olmuştur.
Kadının birtakım geleneksel uğraşlara mecbur kalması onun evrensel anlamda hizmetçi ya da köle olarak kullanılmasına işaret etmektedir.
Bu çalışmada Fehime’nin toplumsal cinsiyet yasalarıyla ezilip ötekileştirildiğine dikkat çekilerek Fehime’nin eril
iktidar tarafından çalınmış kadın kimliği, hayatı ve bedeni çeşitli başlıklar etrafında incelenmiştir.