Uyrukluk ilişkisi, ülkelerin kendi tarihsel-toplumsal gerçekliklerine göre farklı yollar izledi. ... more Uyrukluk ilişkisi, ülkelerin kendi tarihsel-toplumsal gerçekliklerine göre farklı yollar izledi. Bu şartlar, Almanya örneğinde ‘jus sanguinis/soya dayalı’, Fransa örneğinde ‘jus soli/toprağa dayalı’ bir vatandaşlık inşa etti. Türkiye söz konusu olduğunda, devlet-toplum arasındaki uyrukluk ilişkisi, tabiiyetten vatandaşlığa doğru kendi tarihsel-toplumsal gerçekliklerinin belirleyiciliğinde gelişti. 1869 tarihli Tabiiyet-i Osmanlı Kanunnamesi Osmanlı uyrukluğunun kazanılma ve kaybedilmesi koşullarını belirledi, fakat, vatandaşlığın hak ve yükümlülüklerine dair hükümler içermedi. 1876 Anayasası’nda, bazı kısıtlayıcı ilkeler olsa da, köken/kimlik aidiyeti ayırımı yapmadan, bireyi temel alan, eşitliğe dayalı ve tüm tebayı kapsayan bir vatandaşlık tanımı yapıldı. 1909 Değişiklikleri ile 1876’nın kısıtlayıcı hükümleri aşılmaya çalışıldı. 1919-1922 dönemi Kongre metinlerinde geleneksel Osmanlılık ve Müslümanlık kavramlarına vurgu yapılırken; ‘irade-i milliye’, vb. ifadelerle yeni bir dil ve meşruiyet oluştu. 1921 Anayasası tüm toplumu siyasi ve coğrafi bir şekilde, ‘toprak esası’nca tanımlama eğilimindedir. 1924 Anayasası vatandaşlığı kimlik aidiyetinin dışında toprak bağı ile ilişkilendirdi. 1928 tarihli Türk Vatandaşlık Kanunu asli ve kazanılan vatandaşlığın tanımlarını bazı maddelerde ‘kan esası’na göre tanımlasa da bazı maddelerde ‘toprak esası’ üzerinden tanımladı. Vatandaşlıkta her iki ilkeyle de bağ kurulmaktadır. İncelememizde, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e evrilen devletin iç hukuk metinleri veri tabanımızı oluşturacak. Ulaştığımız sonuç, bu süreçte, vatandaşlıkta her iki ilkeyle de bağ kurulmakta olduğudur. The relationship of nationality followed different paths according to the countries' own historical-social realities. These conditions built a ‘jus sanguinis/race-based’ citizenship in the case of Germany and a ‘jus soli/landbased’ citizenship in the case of France. In the case of the Turkey, the nationality relationship between the state and society developed from nationality to citizenship under the determination of their own historical-social realities. The 1869 Tabiiyet-i Osmanlı Kanunnamesi/Nationality of the Ottoman Code set out the conditions for the acquisition and loss of Ottoman nationality but did not include provisions on the rights and obligations of citizenship. In the 1876 Constitution, despite some restrictive principles, a definition of citizenship based on the individual, equality and inclusive of all subjects, without discrimination based on origin/identity. The 1909 Amendments attempted to overcome the restrictive provisions of 1876. Congress documents of the 1919-1922 period emphasized the traditional concepts of Ottomanism and Islam, while a new language and legitimacy emerged with expressions such as "will of the nation". The 1921 Constitution tends to define the whole society politically and geographically, on a "territorial basis”. The 1924 Constitution associated citizenship with land ties in addition to identity belonging. The 1928 Turkish Citizenship Law defined primary and acquired citizenship based on "blood basis" in some articles, but on the basis of "land basis" in others. Citizenship is linked to both principles. In our analysis, the domestic legal texts of the state that evolved from the Empire to the Republic will constitute our database. Our conclusion is that in this process, citizenship is linked to both principles.
Öz: 19. yüzyılda, şarkiyatçılığın kavram karşıtı olarak ortaya çıkan garbiyatçılık, tarihyazımınd... more Öz: 19. yüzyılda, şarkiyatçılığın kavram karşıtı olarak ortaya çıkan garbiyatçılık, tarihyazımında kültüralist argümanlar aracılığıyla, "öteki'ni tanımlarken kendi kültür "ölçüt"lerini kullanarak "ben"i merkez konuma alır (ben merkezcilik). Böylece şarkiyatçılıktaki pasif/nesne durumunu, garbiyatçılıkta aktif/özneye dönüştürmeye çalışır. Bu şekilde, toplumların birbirlerinden farklılıklarının vurgulandığı bir medeniyetler anlayışı ortaya çıkar. Garbiyatçılık, ben-öteki ilişkisi ve kimlik inşa sürecinde ortaya çıkan bir söylem olarak, Osmanlı Devleti'nin diğer devletlerle olan çatışmalı ilişkisi sürecinde basın-yayın organlarında kendisine yer bulur. Osmanlı'nın garbiyatçı söylemi, medeniyet kavramını Şark/Doğu-Garp/Batı ve kültüralist farklılıklar (özellikle İslam, Hristiyanlık vb. gibi dinsel kategoriler) üzerinden tanımlayarak ya Garplı değerleri reddeder ya da medeniyetin maddi-manevi unsurlarını ayırarak, "biz" olan Şark'ın manevi boyutunu, "öteki" olan Garp'ın ise maddi boyutunu öne çıkarır. Böylece, kategorik olarak kendini "olumlu inşa" ederken ötekini "olumsuz inşa" eden Osmanlı'nın garbiyatçı söyleminde medeniyetçilik, basınyayın aracılığıyla benlik ve ötekilik üzerinden kimlik inşa etme sürecinde araçsal bir işlev yüklenir. Makalede, Osmanlı'nın garbiyatçı söyleminin medeniyet kavramı üzerinden şekillenen ben/biz-Şark(lı) ve öteki-onlar/Garp(lı) ilişkisi bağlamında, Osmanlı kimlik inşa sürecini, söylemde "dil"e gelen medeniyet kavramının araçsallaşmasının pratiklerini inceleyeceğiz. Bu süreçte "kök paradigma"nın taşıyıcı anlam kümelerinden medeniyetçiliğin, kullandığı kelime grupları vasıtasıyla hitap ettiği kitle için kültürel kodlar ve kültürel haritalar üreterek, ortak bir "dil", bununla içkin bir "anlam dünyası" geliştirme pratiklerini irdeleyeceğiz. İncelediğimiz örneklerde II. Meşrutiyet dönemi Osmanlı aydınının, "ben-biz" olarak merkeze konumlandırdığı Şark medeniyetine karşı, "öteki-onlar" olarak konumlandırdığı Garp medeniyetine yönelik "garbiyatçı" söylemin medeniyetçi yaklaşımının izlerini II. Meşrutiyet dönemi basın-yayın organları üzerinden süreceğiz. Abstract: Occidentalism, which emerged as the anti-concept of Orientalism in the 19th century, takes the “self” into the centre by using its own cultural “criteria” while defining the “other” through culturalist arguments in historiography (self-centredness); by this way, it tries to transform the passive/object situation in Orientalism into active/subject in Occidentalism. Thus, a perception of civilizations emerges in which the differences of societies from each other are emphasized. Occidentalism, as a discourse emerging in the process of self-other relationship and identity construction, finds its place in the media in the process of the conflicting relationship of the Ottoman Empire with other states. The Ottoman Occidentalist discourse defines the concept of civilization through East-West and culturalist differences (especially religious categories such as Islam, Christianity, etc.), in addition that it either rejects Western values or separates the material-spiritual elements of civilization and emphasizes the spiritual dimension of the East, which is "us", and the material dimension of the West, which is the “other”. In this way, in the Ottoman Occidentalist discourse, which categorically “constructs” itself positively while "constructing the other negatively", civilizationism gains an instrumental function in the process of identity construction through the media and otherness through self and otherness. In this article, we will examine the Ottoman identity construction process and the practices of the instrumentalization of the concept of civilization, which came to "language" in the discourse, in the context of the self/us-Orient(al) and other-them/West(ern) relationship shaped by the concept of civilization in the Ottoman Occidentalist discourse. In this process, civilizationism, which is one of the carrier meaning sets of the "root paradigm", will examine the practices of developing a common "language" and an inherent "world of meaning" by producing cultural codes and cultural maps for the target audience through the word groups it uses; In the examples we have examined, the traces of the civilizationist approach of the "Occidentalist" discourse towards the Western civilization, which the Ottoman intellectuals of the Second Constitutional Period positioned as the "other-them" against the Eastern civilization, which he placed in the center as "self-us", will be traced in the Ottoman press.
Öz: “Karanlık ortaçağ” metaforu post-modernizmin de etkisiyle bugün, birçok tarihçi tarafından bi... more Öz: “Karanlık ortaçağ” metaforu post-modernizmin de etkisiyle bugün, birçok tarihçi tarafından bir yanılsama olarak görülmektedir ve yoğun eleştiri altındadır. Dahası, alegorik bir “aydınlık ortaçağ ütopyası” dahi sunulmaktadır. Ortaçağın “karanlığına” yönelik eleştiriler, üç madde altında gruplandırılabilir. İlki, tarihteki sürekliliklere atıfta bulunarak Rönesans’ın aslında ortaçağdan kopuşu değil, ortaçağın sonucunu teşkil etmekte olduğunu iddia eder. İkinci eleştirinin kaynağı olan Avrupa-merkezcilik karşıtı teorilere göre ise ortaçağ karanlıksa bile bu Avrupa için geçerlidir, dünyanın geri kalanı için değil. Son olarak ve diğer iki argümanı da kapsayan bir diğer itiraz ise ortaçağın karanlığı ya da geriliği paradigmasının Aydınlanma felsefesinin ve hümanizmaya dönüşün getirdiği bir önyargı olduğudur. Bu üç eleştiri başlığından hareketle, bu çalışma, modernitenin distopik bir geleceğe hizmet ettiğini savunan yukarıdaki “araçsallaştırıcı” iddiaları tartışacak. Batı - ortaçağ öğretim-kültür sisteminin, dogmanın ve skolastik düşünce tarzının öznel ortaçağ güzellemeleri (çoğunlukla mikro monografiler) üzerinden meşrulaştırılmasının, romantizm tepkiselliğinin ve ardından gelen post-modernizmin bir sonucu olduğunu değerlendirmekteyiz. Abstract The notion of “Dark Ages” is increasingly under harsh criticism and perceived as an illusion by many historians ever since the evolution of post-modernism. What is more, even an allegorical “utopia of bright ages” is also in use. Criticisims regarding the “darkness” of Middle Ages could be grouped under three different arguments. The first, referring to continuities in history, argues that the Renaissance was not actually a break with the Middle Ages, but it was the result of the Middle Ages. According to anti-Eurocentric theories, which are the source of the second criticism, even if the “Dark Ages” existed, this was relevant only for Europe, not the rest of the world. Last objection that also covers the other two arguments, is that the darkness or backwardness paradigm of the Middle Ages is a prejudice brought about by the Enlightenment philosophy and the return to humanism. Analysing these three arguments, this study will discuss the above "instrumentalist" claims that modernity serves a dystopian future. This study considers that the legitimation of the Western-Medieval teaching-culture system, dogma and scholastic way of thinking through subjective medieval praisings (mostly micro monographs), is a result of romantic reaction and subsequent post-modernism.
Öz: Modern Türk tarihçiliğinin erken örnekleri, II. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkmaya başladı. ... more Öz: Modern Türk tarihçiliğinin erken örnekleri, II. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkmaya başladı. II. Meşrutiyet dönemi tarihçiliğine "modern" vasfını kazandıran, dönemin tarihçiliğini geleneksel vakanüvis tarzından ayrıştıran esas ve yegâne faktör belgeye dayalı, neden-sonuç bağlantısıyla inşa edilen metinlerdir. Almanya aydınlanma mirası üzerine yarı-pozitivist nitelikte gelişen modern tarih devriminin öncüsü Ranke, II. Meşrutiyet dönemi tarihçiliğinin resmi akademisi Tarih-i Osmani Encümeni'nin başkanı Ahmed Refik'in tarih yazma metodunu şekillendirmiştir. Bunun yanı sıra devlet ve devlet adamları merkezli yeni Türk tarihçiliğinin metodolojik usul ve esaslar yönünden rol modeli Ranke'dir. 19. yüzyılda Ranke ve pozitivizm etrafında bağımsız bir disipline dönüşerek profesyonelleşen tarihçilik, üniversite, bilim cemiyetleri şemsiyesi altında devletin ideolojik aygıtlarından da biri haline gelmiştir. Ulus inşasının, dil birliğinin, endoktrinasyon süreçlerinin önemli araçlarından biri 19. yüzyıl'da tarihçilerdir. Tarihin profesyonelleşmesi ve araçsallaşması, modern tarih devriminin bir uzantısı olarak Türk tarihçiliğinin de belirgin bir motifidir. Bu çalışma, tarihçiliğin modern bilimsel disipline dönüşüm sürecindeki araçsal niteliğinin Türk tarihçiliğindeki tezahürlerini, Ranke tarih devriminin metodolojik özelliklerinin Ahmed Refik tarihçiliği örneğinde modern Türk tarihçiliğindeki belirgin rolünü ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Ahmed Refik'in tarihçilik mesleğine dair yazıları söz konusu etkileri göstermesi bakımından ana veri tabanı olarak seçilmiştir.
Abstract: Early examples of modern Turkish historiography began to emerge during the second Constitutional. The main and only factor that gave the historiography of the Second Constitutional Era the title of "modern" and differentiated the historiography of the period from the traditional chronicler style were the texts based on documents and constructed with a cause-effect connection. Ranke, the pioneer of the modern history revolution that developed in a semi-positivist manner on the legacy of Germany's enlightenment, shaped the history writing method of Ahmed Refik, the head of the Ottoman History Academy, the official academy of historiography of the Second Constitutional period. Besides that, the new Turkish historiography, centered on states and statesmen, identified Ranke as a role model in terms of methodological procedures and principles. Historiography, which turned into an independent discipline around Ranke and positivism in the 19th century and became professional, became one of the ideological instruments of the state under the umbrella of universities and scientific societies. One of the important instruments of nation building, language unity and indoctrination processes were historians in the 19th century. The professionalization and instrumentalization of history is a prominent motif in Turkish historiography as a part of the modern history revolution. This study aims to reveal the manifestations of the instrumental nature of historiography in the process of transformation into a modern scientific discipline in Turkish historiography, and the prominent role of the methodological features of the Ranke history revolution in modern Turkish historiography in the example of Ahmed Refik's historiography. Ahmed Refik's writings on the profession of historian were chosen as the main database because they reveal their impact on the subject.
Osmanlı-Türk modernleşme sürecinde modern bir dil ve terminoloji ve onunla içkin yeni bir yapı in... more Osmanlı-Türk modernleşme sürecinde modern bir dil ve terminoloji ve onunla içkin yeni bir yapı inşa edilmedi. Geleneksel meşrulaştırma söylemi Tanzimat Fermanı’ndan Cumhuriyet’in kuruluşuna değin, ekonomi-politik bilimin terminoloji ile ifade etmek gerekirse sürekli kendini “basit yeniden üretti”. Buna karşılık, Kuva-yı Milliye dönemi ve bu dönemde toplanan yerel ve ulusal ölçekli kongre belgelerindeki dil ve anlam yapılarının içerik analizi yapıldığında yeni bir dil ve yeni bir terminolojinin gelişmekte olduğu gözlemlenebilmektedir. 1921 Anayasası’nda Türk devriminin mantığı, “egemenlik bilâ kayd ü şart milletindir” ifadesi ile “dil”e geldi. Takip eden dönemde, bu yeni “dil” ve terminoloji ile ilintili yeni bir siyasal/kurumsal “yapı” inşası kaçınılmazdı. Bunun anlamı dilin, yine ekonomi-politik bilimden ödünç aldığımız tabirle, kendini “geniş yeniden üretmesi” suretiyle yeni bir rejimi inşa etmesidir. Osmanlı-Türk aydını söz konusu olduğunda, gerek dillerinin kendi dünyalarının sınırlarını oluşturması, gerekse yeni kelime ve terminoloji oluşturmaktaki çekingenlikleri, yeni bir “dil” ve onunla içkin “yapı”nın inşa edilmesindeki başarısızlıkları dikkat çekicidir. Tüm geleneksel-yapısal tahakkümlere rağmen, yine de, “dil”sel ve bununla içkin bir şekilde “yapı”sal dönüşüm, yeni bir rejimin inşası ile sonuçlanan modernleşme sürecine karşılık gelmektedir. İncelemede, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e, Türkiye’de “dilsel dönüşüm”ün “yapısal dönüşüm”e etkisinin tarihsel süreçlerini izleyeceğiz. Anahtar Kelimeler: Dilsel Dönüşüm, Yapısal Dönüşüm, Yeni Osmanlılar, Jön Türkler, Monarşi, Teokrasi, Cumhuriyet A modern language, terminology and a new structure immanent with them were not built in the Ottoman-Turkish modernization process. The traditional legitimation discourse had “simply reproduced” itself, a terminology from political economy, from the Tanzimat Edict until the establishment of the republic. On the other hand, if one looks through the content analysis of language and meaning structures in the Kuva-yı Milliye Period and local and national congress documents collected in this period, it can be observed that a new language and a new terminology had been developing. The logic of the Turkish revolution in the 1921 Constitution came to the “language” with the phrase “Sovereignty rests unconditionally with the nation.” In the following period, the construction of a new political/institutional “structure” related to this new “language” and terminology was inevitable. It means that language constructed a new regime by “expandedly reproducing” itself, again with a borrowed term from political economy. If one considers the Ottoman-Turkish intellectuals, their language forming the boundaries of their own world, their timidity in creating new words and terminology, and their failure to construct a new “language” and an inherent “structure” within it, are all remarkable. Despite all the traditional-structural dominations, the “linguistic” transformation and the “structural one” which is inherently in it, corresponds to the modernization process that results in the construction of a new regime. In this study, we will follow the historical process of the reflections of “linguistic turn” on “structural transformation” from the empire to the republic. Keywords: Linguistic Turn, Structural Transformation, New Ottomans, Young Turks, Monarchy, Theocracy, Republic
Öz: 19. ve 20. Yüzyıl Osmanlı aydınının başlıca yazın konularından biri olan "medeniyet" kavramı,... more Öz: 19. ve 20. Yüzyıl Osmanlı aydınının başlıca yazın konularından biri olan "medeniyet" kavramı, *** kendi içinde "kimlik" kavramını barındırırken, aynı zamanda Batı'dan gelen kavramların tümüyle bağlantılı olarak, devrin düşün hayatında oldukça önemli bir yerde durmaktadır. Osmanlı siyasal, ekonomik, sosyal ve basın-yayın hayatında önemli bir dönüm noktasını oluşturan II. Abdülhamit (1876-1909) döneminde de "medeniyet" tartışmalarının devam ettiği görülmektedir. Emperyalizmin Osmanlı İmparatorluğu'na yayılmasına karşıt olarak II. Abdülhamit, halifeliği daha da görünür kılıp, İslami kimliğini ön plana çıkartırken; bu politika, sansürün kuvvetle etkisinde olan basın-yayını da oldukça etkilemiştir. Basın-yayının kimlik inşası için bir araç haline geldiği/araçsallaştığı bu dönemde, "medeniyet" kavramı, Doğu ve Batı medeniyeti çatışmasına dönüştürülmüştür. Bu çatışma, neredeyse dünyanın iki ayrı kutbu olarak Doğu ve Batı medeniyetlerinin arasına keskin bir sınır çizilmesine, Doğu'nun "biz", Batı'nın ise "öteki" olarak konumlandırılarak, basın-yayın aracılığıyla bir Batı medeniyeti ve Doğu medeniyeti inşa edilmesine yol açmıştır. Bu uygulama pratiklerini "medeniyetçilik" olarak tanımlamak mümkündür. İncelenen örneklerde, Osmanlı aydınının, "biz" olarak merkeze konumlandırdığı Doğu medeniyetine karşı "öteki" olarak konumlandırdığı Batı medeniyetine, "garbiyatçı" bir tepki geliştirdiği ve bu tepkinin özellikle "ahlak" ve "terakki" kavramları üzerinden ele alındığı görülmüştür. Makalede, medeniyet/medeniyetçilik kavramı bağlamında yeni bir kimlik inşa öznesi olarak Doğu ve nesnesi olarak ise Batı algısı, dönemin önemli gazeteleri, risaleleri ve romanlarından seçilen örnekler incelenerek ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır.
Abstract: While the concept of “civilization”, one of the main literary subjects of the 19th and 20th century Ottoman intellectuals, contains the concept of "identity" within itself, it also occupies a very important place in intellectual life of the period, in connection with all the concepts borrowed from the West. It is seen that the discussions about “civilization” continued during the reign of Abdülhamit II (1876-1909) which constituted a prominent milestone in Ottoman political, economic, social, and literary life. Against the penetration of imperialism into Ottoman Empire, while Abdulhamid II brought into view the caliphate and highlighted his Islamic identity; this policy also greatly affected the publications, which was under the strong influence of censorship. In this period, in which the media became/instrumented as a tool for identity construction, the concept of "civilization" was transformed into a conflict of Eastern and Western civilizations. This conflict has led to the formation of a sharp boundary drawn between Eastern and Western civilizations as two separate poles of the world, positioning the East as "selves" and the West as "the other" and building a Western civilization and an Eastern civilization through the media. It is appropriate to define these application practices as “civilizationism” In the examined samples, it was concluded that the Ottoman intellectual developed an "Occidental" reaction to the Western civilization, which he positioned as "the other" against the Eastern civilization, which he positioned as "selves" in the center, and this reaction was especially discussed through the concepts of "morality" and "progress". In the article, the perception of the East as the subject of constructing a new identity in the context of the civilization/civilizationism, and the perception of the West as its object, will be tried to be revealed by examining the examples selected from the prominent newspapers, epistles, and novels of the period.
Kamu düzeninde “asayiş ve emniyet-i mahalliyenin muhafazası”nı sağlamak Osmanlı'da modern devleti... more Kamu düzeninde “asayiş ve emniyet-i mahalliyenin muhafazası”nı sağlamak Osmanlı'da modern devletin inşa sürecinin temel sorunlarından biri olmuştur. Bu süreçte, zaptiye teşkilatı oluşturulmuş ve bu teşkilat kamu düzenini koruma işlevini jandarma teşkilatı kuruluncaya kadar sürdürmüştür. Osmanlı Devleti tarafından Osmanlı-Rus savaşı sonucunda ortaya çıkan yeni duruma uyum sağlamak ve yaygınlaşan toplumsal huzursuzluklara son vermek için ilk defa 1879 yılında Şarkî Rumeli Vilayeti’nde, ardından imparatorluk genelinde jandarma teşkilatı oluşturulmaya çalışılmıştır. 1880 yılında ilk jandarma nizamnamesi hazırlanmış ve teşkilat ülkede yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Ermeni ve Makedonya meseleleri ile uğraştığı bu süreçte, Osmanlı Devleti için kamu düzeninde bozulmuş olan asayiş ve emniyeti yeniden kurmak ve güvenliği sağlamak her zamankinden önemli bir hale gelmiş; sorun, uluslararası bir hal almıştır. Osmanlı Devleti, 1904 yılında tekrar bir jandarma nizamnamesi hazırlamış; jandarmanın, güvenliğin sağlanmasında sürekli ve devamlı görevli bir teşkilat haline getirilmesi için çalışılmıştır. 1904 yılından sonra Osmanlı taşrasında jandarma teşkilatı yaygınlaştırılmaya çalışılmışsa da; jandarma teşkilatı, Makedonya vilayeti dışında etkili ve düzenli bir şekilde organize edilememiştir. 1909 yılında İttihat Terakki’nin yaptığı düzenlemeler ile jandarma teşkilatının bütün imparatorluğa yaygınlaştırılması çalışmaları sürdürülmüştür. Jandarma teşkilatının kurumsal dönüşümü 1912, 1917 ve 1919 yılında yayınlanan yeni düzenlemelerle Cumhuriyet dönemine değin sürdürmüştür. Bu kapsamda, incelememizde; Jandarma kolluk kuvveti, Osmanlı devlet aygıtının kamu düzeninde mahalli asayiş ve emniyetin korunmasında/güvenliğin sağlanmasında taşraya nüfuz etme politikalarında temel kurumlardan biri olarak değerlendirilmektedir. İncelemede, kronolojik bir hat üzerinde ilerleyecek, zamanla ilişkili olarak mekânsal boyutta, Makedonya ve Şarkî Rumeli coğrafyalarını örnekleyeceğiz. Abstract
Ensuring the “preservation of public order and safety of district” was one of the main issues of the process of modern state making in the Ottoman State. In this process, the organization of zaptiye was established and this organization continued its function of preservation public order until the establishment of the gendarmerie organization. In orderto adapt to the new circumstance sthat emerged at the end of the OttomanRussian war and to put an end to the widespread social unrest, Ottoman State tried to establish the gendarmerie organization for the first time in Eastern Rumeli Province in 1879, and then throughout the empire. First regulation for gendarmerie was prepared in 1880 and the organization was tried to be extended throughout the country. In this period, Ottoman State dealt with the Armenian and Macedonian affairs and it became more important than ever to re-establish public order and safety and to ensure security; the issue became an international one. The Ottoman State prepared a new gendarmerie regulation in 1904; efforts have been made to make the gendarmerie an organization that is constantly and continuously in charge of ensuring security. Even though the organization of Gendarmerie after 1904 was tried to be extended over the country, it couldn’t be effectively and orderly achieved except in the province of Macedonia. With the regulations realized by the Committee of Union and Progress in 1909, the efforts to expand the gendarmerie organization throughout the country continued. The institutional transformation of the gendarmerie continued until the Republican period with the new regulations published in 1912, 1917 and 1919. In this regard, in our research, law enforcement of gendarmerie is evaluated as one of the main institutions in the policies of Ottoman state apparatus to penetrate the provinces in the preservation of local security and safety in public order. In this study, while we are going to proceed in a chronological order, in the spatial dimension, we will exemplify the geographies of Macedonia and Eastern Rumelia.
Öz: Bilim felsefesinde/ve tarihinde "iki kültürcü/iki bilimci" yaklaşım; bilimi, nomotetik biliml... more Öz: Bilim felsefesinde/ve tarihinde "iki kültürcü/iki bilimci" yaklaşım; bilimi, nomotetik bilimler ile idiografik bilimler olmak üzere iki farklı kategoriye ayırmaktadır. Kökenleri Kant'a değin inen bu ayırım, genel yasaların yerleştirilmesini kapsayan nomotetik bilimler (doğa bilimleri) ile bir defalık ve yinelenemez olayları kapsayan idiografik bilimler (insan/kültür bilimeri) arasındaki bir ayırımdır. Rickert, bilimsel metodolojiyi nomotetik, kültürel metodolojiyi de idiografik ile eşitleyerek bu ayırımı daha ileriye götürdü. Makalede, "iki kültürcü/iki bilimci" yaklaşımın bilimde açmazlara sebep olduğunu, bu açmazdan çıkmanın yolunun, "bilimin birliği/bilimin tekliği" yaklaşımı olduğunu öngörüyoruz. Bu kapsamda, bilimin doğasında var olan, "ontolojik" ve "metodolojik" farklılıkların "epistemolojik" birliğin önüne geçmemesi gereğine dikkat çekiyor; epistemolojik anlamda, doğa bilimleri ile insan bilimleri arasında ilkece bir fark olmadığına vurgu yapıyoruz. Makalenin ana temasını oluşturan "tarih disiplini"ni, bilimin birliği/tekliği içinde "tarihbilim" olarak kavramsallaştırıyor ve bu kavram içinde değerlendirilmesini öneriyoruz.
Çelik sanayiinde kullanılan krom madeninin keşfedildiği XIX. yüzyılın ikinci yarısı, aynı zamanda... more Çelik sanayiinde kullanılan krom madeninin keşfedildiği XIX. yüzyılın ikinci yarısı, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun yabancı sermaye için açık pazar haline geldiği bir dönemdi. Emperyalizm çağında, ödenmeyen borçların karşılığında Osmanlı maliyesini kontrol altına alan kapitalist mali sermaye maden sektörüne de el atmakta gecikmedi. Krom madeninin Hüdavendigar ve Aydın vilayetlerinde çok miktarda bulunmasıyla beraber bu maden üzerinde imtiyaz elde etme rekabeti de başladı. Sonuç olarak Osmanlı kromu kendi sermaye bileşenleri ile imparatorluğun içinde kullanılamadı ve madenleri sermaye ihracı aracılığı ile emperyal devletlerin mali kontrolüne geçti. Bu rekabette, Patersonlar, İngiltere Hükümeti’nin siyasi ve ekonomik baskısıyla sektörü tekeline alacak kadar imtiyaz kazanırken, karşılarına çıkan en güçlü rakip Osmanlı tebasından Ragıp Bey oldu. İncelemede, önce konuya dair kavramsal bir çerçeve geliştirecek daha sonra bu çerçeveyi Osmanlı Batı-Anadolusunda krom madeni örneğinde sınayacağız. 1. Dünya savaşı öncesinde, Aydın ve Hüdavendigar vilayetlerinde krom maden imtiyazını elde etme mücadelesinde, Whittall, Mac Andrews ve Forbes, Patersonlar ve Ragıp Bey rekabetinde gelişen ve Patersonların dolayısı ile İngiltere’nin zaferiyle sonuçlanan rekabetin içyüzünü çözümleyeceğiz.
Alman filozofları, bilimleri, “doğa bilimleri” ve “tin bilimleri” olarak ikiye ayırdılar. Bilimle... more Alman filozofları, bilimleri, “doğa bilimleri” ve “tin bilimleri” olarak ikiye ayırdılar. Bilimler arasındaki bu keskin epistomolojik ayrışma sonucunda, bir tarafta betimleme-açıklamaya yönelik yasalı/doğabilim, diğer tarafta anlamaya-anlamlandırmaya yönelik yasasız/tininsanbilim şeklinde iki karşıt metodoloji gelişti. Paul Veyne’in “Tarih Nasıl Yazılır” başlıklı kitabında bu tür ayırım belirgin bir şekilde izlenebilir. Veyne, kitabında, tarih disiplinini “idiografik” kategoride değerlendirmekte ve “nomotetik” bilimlerden; bilimden, kati bir surette ayrı tutmakta ve neden bilim olmadığına dair bir tartışma yürütmektedir. Makale, Veyne’in adı geçen kitabı örnekleminde, tarihin idiografikliği tezinin, bilimin birliği/bilimin tekliği bağlamında, tarihbilimsel bir eleştirisine odaklanmaktadır.
Şarkiyatçılıkla yeniden anlamlanan ben-öteki, Doğu-Batı ayrımı karşısında Doğu, ben tanımlamasını... more Şarkiyatçılıkla yeniden anlamlanan ben-öteki, Doğu-Batı ayrımı karşısında Doğu, ben tanımlamasını da Avrupa’nın öteki’si olma durumundan kurtulmaya yönelik olarak gerçekleşmiştir. Avrupa merkezin çevre ötekisi olarak kendini kuran Doğu, Garbiyatçı söylem aracıyla çevreden kurtulup merkez olarak kendini inşa etmeye çalışır. 19. yüzyılda Şarkiyatçılığın kavram karşıtı olarak ortaya çıkan Garbiyatçılık, tarihyazımında da merkez olma, farklı olma söylemini kültürel, manevi unsurlar aracılığıyla kurarak meşruluk elde etmeye çalışır. Bunun nasıl gerçekleştiğini incelemek amacıyla İslamcılık, Türkçülük ve Muhafazakârlık ideolojilerinin önemli temsilcileri Garbiyatçı söylem çerçevesinde incelenmeye çalışılacaktır.
Öz: İnsanların, toplumların kendilerini tanımlama ihtiyacı, ben olmayan'ı da tanımlamaya yönelik ... more Öz: İnsanların, toplumların kendilerini tanımlama ihtiyacı, ben olmayan'ı da tanımlamaya yönelik bir süreci içermektedir. Ben'in ne/kim olduğuna yönelik soru, ben'in ne olmadığından hareketle öteki'nin sınırını çizer. Bu bağlamda, tarih boyunca toplumlar, kendi anlam ve değerler içeriğini oluşturmak için ilişki içinde olduğu öteki'ne yönelir. Bu bir tanıma/tanınma sürecini ihtiva etmekle birlikte 19. yüzyıla gelindiğinde ben tanımına merkezilik atfeden bir içeriğe dönüşmüştür. Avrupa'da kapitalist yayılmacılığın hâkim olduğu bir konjonktürde ben, merkez olma durumunu Şarkiyatçı söylemle sabitleyen bir dönüşüme uğramıştır. Şarkiyatçılıkla yeniden anlamlanan ben-öteki, Doğu-Batı ayrımı karşısında Doğu, ben tanımlamasını da Avrupa'nın öteki'si olma durumundan kurtulmaya yönelik olarak gerçekleşmiştir. Avrupa merkezin çevre ötekisi olarak kendini kuran Doğu, Garbiyatçı söylem aracıyla çevreden kurtulup merkez olarak kendini inşa etmeye çalışır. 19. yüzyılda Şarkiyatçılığın kavram karşıtı olarak ortaya çıkan Garbiyatçılık, tarihyazımında da merkez olma, farklı olma söylemini kültürel, manevi unsurlar aracılığıyla kurarak meşruluk elde etmeye çalışır. Bunun nasıl gerçekleştiğini incelemek amacıyla İslamcılık, Türkçülük ve Muhafazakârlık ideolojilerinin önemli temsilcileri Garbiyatçı söylem çerçevesinde incelenmeye çalışılacaktır. Abstract: The need for people and societies to identify themselves included a process of defining the non-self. The question of what/who the self is draws the boundary of the other, based on what the self is not. In this context, throughout history, societies turn to the other in which they relate in order to form their own content of meaning and value. This includes the recognition process, but by the 19th century it has been transformed into a content that attributes centrality to the definition of self. In the conjuncture dominated by capitalist expansionism in Europe, the self underwent a transformation that fixed the centrality with orientalist discourse. In the face of the East-West distinction, which is redefined by Orientalism, the East’s definition of self has also been aimed at getting rid of being the other of Europe. The East, which established itself as the periphery of the European center, tries to get rid of the periphery through the Occidentalist discourse and build itself as the center. Occidentalism, which emerged as an anti-concept of Orientalism in the 19th century, tries to obtain legitimacy by establishing the discourse of being different and central through the cultural and spiritual elements. In order to examine how this happened, Islamism, Turkism and Conservatism will be examined within the framework of Occidentalist discourse.
Osmanlı vilayetlerinin tamamını kapsayacak tek tip bir taşra teşkilatı
modeli geliştirmek 19. yüz... more Osmanlı vilayetlerinin tamamını kapsayacak tek tip bir taşra teşkilatı modeli geliştirmek 19. yüzyıl Osmanlı bürokratlarının başlıca sorunlarından biriydi. Bu süreç imparatorluğun en önemli modernleşme hamlesi olan Tanzimat ile başlamış, içte ve dışta yaşanan gelişmeler reformistleri taşra idaresine çekidüzen vermeye mecbur etmişti. İmparatorluğun özellikle Arap memleketlerindeki ve Balkan coğrafyasındaki ahalisinin nüfus özellikleri, tesis edilmeye çalışılan yeni vilayet teşkilatının önünde aşılması gereken ciddi bir engel gibi duruyordu. Üstelik daha Osmanlı egemenliğine katılırken bir takım imtiyazlar elde eden, bu ayrıcalıklı statülerini asırlarca devam ettiren özel yönetimli yerlerin varlığı meseleyi daha da zorlaştırıyordu. Bu araştırmada bir ruhban beldesi olarak bazı imtiyazlara sahip olan Aynaroz’un Osmanlı taşra idaresinde kendine nasıl bir yer edindiğini konu almıştır. Bu çalışmada, Aynaroz örneğinde reformcu bürokratların, adem-i merkezî idareleri ortak hukuka ve taşra teşkilatının genel nizamına dahil etmeye çalışırken ne tür zorluklar ile karşılaştıkları, bu zorluklara karşı ne gibi çözümler ürettikleri ve neticede ne derece başarı sağladıkları incelenmiştir.
Developing a uniform model of provincial organization prevailing all the Ottoman provinces was one of the main problems of nineteenthcentury Ottoman bureaucrats. This process began with the most important modernization attempt of the empire, i.e. Tanzimat, in which ongoing developments inside and outside forced the reformists to put in order provincial administration. The population characteristics of the empire especially in the Arab countries and the Balkan geography seemed to be standing as an insuperable obstacle to overcome on the way of the new provincial organization that is endeavor to be formed. Moreover, the presence of privately-owned places which had some privileges while still participating in the Ottoman sovereignty, and continued these privileged statues for some time, was making the matter even more difficult. This research is about how Aynaroz enjoying some privileges as a ruhban town has taken up a place in the Ottoman provincial administration. Taking this town as a case, it is examined in this study that what kind of difficulties reformist bureaucrats faced in trying to include decentralized administrations into the common-law and into the general order of the provincial administration, what kinds of solutions they created for these hardships and to what extent they achieved success at the end.
Uyrukluk ilişkisi, ülkelerin kendi tarihsel-toplumsal gerçekliklerine göre farklı yollar izledi. ... more Uyrukluk ilişkisi, ülkelerin kendi tarihsel-toplumsal gerçekliklerine göre farklı yollar izledi. Bu şartlar, Almanya örneğinde ‘jus sanguinis/soya dayalı’, Fransa örneğinde ‘jus soli/toprağa dayalı’ bir vatandaşlık inşa etti. Türkiye söz konusu olduğunda, devlet-toplum arasındaki uyrukluk ilişkisi, tabiiyetten vatandaşlığa doğru kendi tarihsel-toplumsal gerçekliklerinin belirleyiciliğinde gelişti. 1869 tarihli Tabiiyet-i Osmanlı Kanunnamesi Osmanlı uyrukluğunun kazanılma ve kaybedilmesi koşullarını belirledi, fakat, vatandaşlığın hak ve yükümlülüklerine dair hükümler içermedi. 1876 Anayasası’nda, bazı kısıtlayıcı ilkeler olsa da, köken/kimlik aidiyeti ayırımı yapmadan, bireyi temel alan, eşitliğe dayalı ve tüm tebayı kapsayan bir vatandaşlık tanımı yapıldı. 1909 Değişiklikleri ile 1876’nın kısıtlayıcı hükümleri aşılmaya çalışıldı. 1919-1922 dönemi Kongre metinlerinde geleneksel Osmanlılık ve Müslümanlık kavramlarına vurgu yapılırken; ‘irade-i milliye’, vb. ifadelerle yeni bir dil ve meşruiyet oluştu. 1921 Anayasası tüm toplumu siyasi ve coğrafi bir şekilde, ‘toprak esası’nca tanımlama eğilimindedir. 1924 Anayasası vatandaşlığı kimlik aidiyetinin dışında toprak bağı ile ilişkilendirdi. 1928 tarihli Türk Vatandaşlık Kanunu asli ve kazanılan vatandaşlığın tanımlarını bazı maddelerde ‘kan esası’na göre tanımlasa da bazı maddelerde ‘toprak esası’ üzerinden tanımladı. Vatandaşlıkta her iki ilkeyle de bağ kurulmaktadır. İncelememizde, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e evrilen devletin iç hukuk metinleri veri tabanımızı oluşturacak. Ulaştığımız sonuç, bu süreçte, vatandaşlıkta her iki ilkeyle de bağ kurulmakta olduğudur. The relationship of nationality followed different paths according to the countries' own historical-social realities. These conditions built a ‘jus sanguinis/race-based’ citizenship in the case of Germany and a ‘jus soli/landbased’ citizenship in the case of France. In the case of the Turkey, the nationality relationship between the state and society developed from nationality to citizenship under the determination of their own historical-social realities. The 1869 Tabiiyet-i Osmanlı Kanunnamesi/Nationality of the Ottoman Code set out the conditions for the acquisition and loss of Ottoman nationality but did not include provisions on the rights and obligations of citizenship. In the 1876 Constitution, despite some restrictive principles, a definition of citizenship based on the individual, equality and inclusive of all subjects, without discrimination based on origin/identity. The 1909 Amendments attempted to overcome the restrictive provisions of 1876. Congress documents of the 1919-1922 period emphasized the traditional concepts of Ottomanism and Islam, while a new language and legitimacy emerged with expressions such as "will of the nation". The 1921 Constitution tends to define the whole society politically and geographically, on a "territorial basis”. The 1924 Constitution associated citizenship with land ties in addition to identity belonging. The 1928 Turkish Citizenship Law defined primary and acquired citizenship based on "blood basis" in some articles, but on the basis of "land basis" in others. Citizenship is linked to both principles. In our analysis, the domestic legal texts of the state that evolved from the Empire to the Republic will constitute our database. Our conclusion is that in this process, citizenship is linked to both principles.
Öz: 19. yüzyılda, şarkiyatçılığın kavram karşıtı olarak ortaya çıkan garbiyatçılık, tarihyazımınd... more Öz: 19. yüzyılda, şarkiyatçılığın kavram karşıtı olarak ortaya çıkan garbiyatçılık, tarihyazımında kültüralist argümanlar aracılığıyla, "öteki'ni tanımlarken kendi kültür "ölçüt"lerini kullanarak "ben"i merkez konuma alır (ben merkezcilik). Böylece şarkiyatçılıktaki pasif/nesne durumunu, garbiyatçılıkta aktif/özneye dönüştürmeye çalışır. Bu şekilde, toplumların birbirlerinden farklılıklarının vurgulandığı bir medeniyetler anlayışı ortaya çıkar. Garbiyatçılık, ben-öteki ilişkisi ve kimlik inşa sürecinde ortaya çıkan bir söylem olarak, Osmanlı Devleti'nin diğer devletlerle olan çatışmalı ilişkisi sürecinde basın-yayın organlarında kendisine yer bulur. Osmanlı'nın garbiyatçı söylemi, medeniyet kavramını Şark/Doğu-Garp/Batı ve kültüralist farklılıklar (özellikle İslam, Hristiyanlık vb. gibi dinsel kategoriler) üzerinden tanımlayarak ya Garplı değerleri reddeder ya da medeniyetin maddi-manevi unsurlarını ayırarak, "biz" olan Şark'ın manevi boyutunu, "öteki" olan Garp'ın ise maddi boyutunu öne çıkarır. Böylece, kategorik olarak kendini "olumlu inşa" ederken ötekini "olumsuz inşa" eden Osmanlı'nın garbiyatçı söyleminde medeniyetçilik, basınyayın aracılığıyla benlik ve ötekilik üzerinden kimlik inşa etme sürecinde araçsal bir işlev yüklenir. Makalede, Osmanlı'nın garbiyatçı söyleminin medeniyet kavramı üzerinden şekillenen ben/biz-Şark(lı) ve öteki-onlar/Garp(lı) ilişkisi bağlamında, Osmanlı kimlik inşa sürecini, söylemde "dil"e gelen medeniyet kavramının araçsallaşmasının pratiklerini inceleyeceğiz. Bu süreçte "kök paradigma"nın taşıyıcı anlam kümelerinden medeniyetçiliğin, kullandığı kelime grupları vasıtasıyla hitap ettiği kitle için kültürel kodlar ve kültürel haritalar üreterek, ortak bir "dil", bununla içkin bir "anlam dünyası" geliştirme pratiklerini irdeleyeceğiz. İncelediğimiz örneklerde II. Meşrutiyet dönemi Osmanlı aydınının, "ben-biz" olarak merkeze konumlandırdığı Şark medeniyetine karşı, "öteki-onlar" olarak konumlandırdığı Garp medeniyetine yönelik "garbiyatçı" söylemin medeniyetçi yaklaşımının izlerini II. Meşrutiyet dönemi basın-yayın organları üzerinden süreceğiz. Abstract: Occidentalism, which emerged as the anti-concept of Orientalism in the 19th century, takes the “self” into the centre by using its own cultural “criteria” while defining the “other” through culturalist arguments in historiography (self-centredness); by this way, it tries to transform the passive/object situation in Orientalism into active/subject in Occidentalism. Thus, a perception of civilizations emerges in which the differences of societies from each other are emphasized. Occidentalism, as a discourse emerging in the process of self-other relationship and identity construction, finds its place in the media in the process of the conflicting relationship of the Ottoman Empire with other states. The Ottoman Occidentalist discourse defines the concept of civilization through East-West and culturalist differences (especially religious categories such as Islam, Christianity, etc.), in addition that it either rejects Western values or separates the material-spiritual elements of civilization and emphasizes the spiritual dimension of the East, which is "us", and the material dimension of the West, which is the “other”. In this way, in the Ottoman Occidentalist discourse, which categorically “constructs” itself positively while "constructing the other negatively", civilizationism gains an instrumental function in the process of identity construction through the media and otherness through self and otherness. In this article, we will examine the Ottoman identity construction process and the practices of the instrumentalization of the concept of civilization, which came to "language" in the discourse, in the context of the self/us-Orient(al) and other-them/West(ern) relationship shaped by the concept of civilization in the Ottoman Occidentalist discourse. In this process, civilizationism, which is one of the carrier meaning sets of the "root paradigm", will examine the practices of developing a common "language" and an inherent "world of meaning" by producing cultural codes and cultural maps for the target audience through the word groups it uses; In the examples we have examined, the traces of the civilizationist approach of the "Occidentalist" discourse towards the Western civilization, which the Ottoman intellectuals of the Second Constitutional Period positioned as the "other-them" against the Eastern civilization, which he placed in the center as "self-us", will be traced in the Ottoman press.
Öz: “Karanlık ortaçağ” metaforu post-modernizmin de etkisiyle bugün, birçok tarihçi tarafından bi... more Öz: “Karanlık ortaçağ” metaforu post-modernizmin de etkisiyle bugün, birçok tarihçi tarafından bir yanılsama olarak görülmektedir ve yoğun eleştiri altındadır. Dahası, alegorik bir “aydınlık ortaçağ ütopyası” dahi sunulmaktadır. Ortaçağın “karanlığına” yönelik eleştiriler, üç madde altında gruplandırılabilir. İlki, tarihteki sürekliliklere atıfta bulunarak Rönesans’ın aslında ortaçağdan kopuşu değil, ortaçağın sonucunu teşkil etmekte olduğunu iddia eder. İkinci eleştirinin kaynağı olan Avrupa-merkezcilik karşıtı teorilere göre ise ortaçağ karanlıksa bile bu Avrupa için geçerlidir, dünyanın geri kalanı için değil. Son olarak ve diğer iki argümanı da kapsayan bir diğer itiraz ise ortaçağın karanlığı ya da geriliği paradigmasının Aydınlanma felsefesinin ve hümanizmaya dönüşün getirdiği bir önyargı olduğudur. Bu üç eleştiri başlığından hareketle, bu çalışma, modernitenin distopik bir geleceğe hizmet ettiğini savunan yukarıdaki “araçsallaştırıcı” iddiaları tartışacak. Batı - ortaçağ öğretim-kültür sisteminin, dogmanın ve skolastik düşünce tarzının öznel ortaçağ güzellemeleri (çoğunlukla mikro monografiler) üzerinden meşrulaştırılmasının, romantizm tepkiselliğinin ve ardından gelen post-modernizmin bir sonucu olduğunu değerlendirmekteyiz. Abstract The notion of “Dark Ages” is increasingly under harsh criticism and perceived as an illusion by many historians ever since the evolution of post-modernism. What is more, even an allegorical “utopia of bright ages” is also in use. Criticisims regarding the “darkness” of Middle Ages could be grouped under three different arguments. The first, referring to continuities in history, argues that the Renaissance was not actually a break with the Middle Ages, but it was the result of the Middle Ages. According to anti-Eurocentric theories, which are the source of the second criticism, even if the “Dark Ages” existed, this was relevant only for Europe, not the rest of the world. Last objection that also covers the other two arguments, is that the darkness or backwardness paradigm of the Middle Ages is a prejudice brought about by the Enlightenment philosophy and the return to humanism. Analysing these three arguments, this study will discuss the above "instrumentalist" claims that modernity serves a dystopian future. This study considers that the legitimation of the Western-Medieval teaching-culture system, dogma and scholastic way of thinking through subjective medieval praisings (mostly micro monographs), is a result of romantic reaction and subsequent post-modernism.
Öz: Modern Türk tarihçiliğinin erken örnekleri, II. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkmaya başladı. ... more Öz: Modern Türk tarihçiliğinin erken örnekleri, II. Meşrutiyet döneminde ortaya çıkmaya başladı. II. Meşrutiyet dönemi tarihçiliğine "modern" vasfını kazandıran, dönemin tarihçiliğini geleneksel vakanüvis tarzından ayrıştıran esas ve yegâne faktör belgeye dayalı, neden-sonuç bağlantısıyla inşa edilen metinlerdir. Almanya aydınlanma mirası üzerine yarı-pozitivist nitelikte gelişen modern tarih devriminin öncüsü Ranke, II. Meşrutiyet dönemi tarihçiliğinin resmi akademisi Tarih-i Osmani Encümeni'nin başkanı Ahmed Refik'in tarih yazma metodunu şekillendirmiştir. Bunun yanı sıra devlet ve devlet adamları merkezli yeni Türk tarihçiliğinin metodolojik usul ve esaslar yönünden rol modeli Ranke'dir. 19. yüzyılda Ranke ve pozitivizm etrafında bağımsız bir disipline dönüşerek profesyonelleşen tarihçilik, üniversite, bilim cemiyetleri şemsiyesi altında devletin ideolojik aygıtlarından da biri haline gelmiştir. Ulus inşasının, dil birliğinin, endoktrinasyon süreçlerinin önemli araçlarından biri 19. yüzyıl'da tarihçilerdir. Tarihin profesyonelleşmesi ve araçsallaşması, modern tarih devriminin bir uzantısı olarak Türk tarihçiliğinin de belirgin bir motifidir. Bu çalışma, tarihçiliğin modern bilimsel disipline dönüşüm sürecindeki araçsal niteliğinin Türk tarihçiliğindeki tezahürlerini, Ranke tarih devriminin metodolojik özelliklerinin Ahmed Refik tarihçiliği örneğinde modern Türk tarihçiliğindeki belirgin rolünü ortaya çıkarmayı amaçlamaktadır. Ahmed Refik'in tarihçilik mesleğine dair yazıları söz konusu etkileri göstermesi bakımından ana veri tabanı olarak seçilmiştir.
Abstract: Early examples of modern Turkish historiography began to emerge during the second Constitutional. The main and only factor that gave the historiography of the Second Constitutional Era the title of "modern" and differentiated the historiography of the period from the traditional chronicler style were the texts based on documents and constructed with a cause-effect connection. Ranke, the pioneer of the modern history revolution that developed in a semi-positivist manner on the legacy of Germany's enlightenment, shaped the history writing method of Ahmed Refik, the head of the Ottoman History Academy, the official academy of historiography of the Second Constitutional period. Besides that, the new Turkish historiography, centered on states and statesmen, identified Ranke as a role model in terms of methodological procedures and principles. Historiography, which turned into an independent discipline around Ranke and positivism in the 19th century and became professional, became one of the ideological instruments of the state under the umbrella of universities and scientific societies. One of the important instruments of nation building, language unity and indoctrination processes were historians in the 19th century. The professionalization and instrumentalization of history is a prominent motif in Turkish historiography as a part of the modern history revolution. This study aims to reveal the manifestations of the instrumental nature of historiography in the process of transformation into a modern scientific discipline in Turkish historiography, and the prominent role of the methodological features of the Ranke history revolution in modern Turkish historiography in the example of Ahmed Refik's historiography. Ahmed Refik's writings on the profession of historian were chosen as the main database because they reveal their impact on the subject.
Osmanlı-Türk modernleşme sürecinde modern bir dil ve terminoloji ve onunla içkin yeni bir yapı in... more Osmanlı-Türk modernleşme sürecinde modern bir dil ve terminoloji ve onunla içkin yeni bir yapı inşa edilmedi. Geleneksel meşrulaştırma söylemi Tanzimat Fermanı’ndan Cumhuriyet’in kuruluşuna değin, ekonomi-politik bilimin terminoloji ile ifade etmek gerekirse sürekli kendini “basit yeniden üretti”. Buna karşılık, Kuva-yı Milliye dönemi ve bu dönemde toplanan yerel ve ulusal ölçekli kongre belgelerindeki dil ve anlam yapılarının içerik analizi yapıldığında yeni bir dil ve yeni bir terminolojinin gelişmekte olduğu gözlemlenebilmektedir. 1921 Anayasası’nda Türk devriminin mantığı, “egemenlik bilâ kayd ü şart milletindir” ifadesi ile “dil”e geldi. Takip eden dönemde, bu yeni “dil” ve terminoloji ile ilintili yeni bir siyasal/kurumsal “yapı” inşası kaçınılmazdı. Bunun anlamı dilin, yine ekonomi-politik bilimden ödünç aldığımız tabirle, kendini “geniş yeniden üretmesi” suretiyle yeni bir rejimi inşa etmesidir. Osmanlı-Türk aydını söz konusu olduğunda, gerek dillerinin kendi dünyalarının sınırlarını oluşturması, gerekse yeni kelime ve terminoloji oluşturmaktaki çekingenlikleri, yeni bir “dil” ve onunla içkin “yapı”nın inşa edilmesindeki başarısızlıkları dikkat çekicidir. Tüm geleneksel-yapısal tahakkümlere rağmen, yine de, “dil”sel ve bununla içkin bir şekilde “yapı”sal dönüşüm, yeni bir rejimin inşası ile sonuçlanan modernleşme sürecine karşılık gelmektedir. İncelemede, İmparatorluk’tan Cumhuriyet’e, Türkiye’de “dilsel dönüşüm”ün “yapısal dönüşüm”e etkisinin tarihsel süreçlerini izleyeceğiz. Anahtar Kelimeler: Dilsel Dönüşüm, Yapısal Dönüşüm, Yeni Osmanlılar, Jön Türkler, Monarşi, Teokrasi, Cumhuriyet A modern language, terminology and a new structure immanent with them were not built in the Ottoman-Turkish modernization process. The traditional legitimation discourse had “simply reproduced” itself, a terminology from political economy, from the Tanzimat Edict until the establishment of the republic. On the other hand, if one looks through the content analysis of language and meaning structures in the Kuva-yı Milliye Period and local and national congress documents collected in this period, it can be observed that a new language and a new terminology had been developing. The logic of the Turkish revolution in the 1921 Constitution came to the “language” with the phrase “Sovereignty rests unconditionally with the nation.” In the following period, the construction of a new political/institutional “structure” related to this new “language” and terminology was inevitable. It means that language constructed a new regime by “expandedly reproducing” itself, again with a borrowed term from political economy. If one considers the Ottoman-Turkish intellectuals, their language forming the boundaries of their own world, their timidity in creating new words and terminology, and their failure to construct a new “language” and an inherent “structure” within it, are all remarkable. Despite all the traditional-structural dominations, the “linguistic” transformation and the “structural one” which is inherently in it, corresponds to the modernization process that results in the construction of a new regime. In this study, we will follow the historical process of the reflections of “linguistic turn” on “structural transformation” from the empire to the republic. Keywords: Linguistic Turn, Structural Transformation, New Ottomans, Young Turks, Monarchy, Theocracy, Republic
Öz: 19. ve 20. Yüzyıl Osmanlı aydınının başlıca yazın konularından biri olan "medeniyet" kavramı,... more Öz: 19. ve 20. Yüzyıl Osmanlı aydınının başlıca yazın konularından biri olan "medeniyet" kavramı, *** kendi içinde "kimlik" kavramını barındırırken, aynı zamanda Batı'dan gelen kavramların tümüyle bağlantılı olarak, devrin düşün hayatında oldukça önemli bir yerde durmaktadır. Osmanlı siyasal, ekonomik, sosyal ve basın-yayın hayatında önemli bir dönüm noktasını oluşturan II. Abdülhamit (1876-1909) döneminde de "medeniyet" tartışmalarının devam ettiği görülmektedir. Emperyalizmin Osmanlı İmparatorluğu'na yayılmasına karşıt olarak II. Abdülhamit, halifeliği daha da görünür kılıp, İslami kimliğini ön plana çıkartırken; bu politika, sansürün kuvvetle etkisinde olan basın-yayını da oldukça etkilemiştir. Basın-yayının kimlik inşası için bir araç haline geldiği/araçsallaştığı bu dönemde, "medeniyet" kavramı, Doğu ve Batı medeniyeti çatışmasına dönüştürülmüştür. Bu çatışma, neredeyse dünyanın iki ayrı kutbu olarak Doğu ve Batı medeniyetlerinin arasına keskin bir sınır çizilmesine, Doğu'nun "biz", Batı'nın ise "öteki" olarak konumlandırılarak, basın-yayın aracılığıyla bir Batı medeniyeti ve Doğu medeniyeti inşa edilmesine yol açmıştır. Bu uygulama pratiklerini "medeniyetçilik" olarak tanımlamak mümkündür. İncelenen örneklerde, Osmanlı aydınının, "biz" olarak merkeze konumlandırdığı Doğu medeniyetine karşı "öteki" olarak konumlandırdığı Batı medeniyetine, "garbiyatçı" bir tepki geliştirdiği ve bu tepkinin özellikle "ahlak" ve "terakki" kavramları üzerinden ele alındığı görülmüştür. Makalede, medeniyet/medeniyetçilik kavramı bağlamında yeni bir kimlik inşa öznesi olarak Doğu ve nesnesi olarak ise Batı algısı, dönemin önemli gazeteleri, risaleleri ve romanlarından seçilen örnekler incelenerek ortaya çıkarılmaya çalışılacaktır.
Abstract: While the concept of “civilization”, one of the main literary subjects of the 19th and 20th century Ottoman intellectuals, contains the concept of "identity" within itself, it also occupies a very important place in intellectual life of the period, in connection with all the concepts borrowed from the West. It is seen that the discussions about “civilization” continued during the reign of Abdülhamit II (1876-1909) which constituted a prominent milestone in Ottoman political, economic, social, and literary life. Against the penetration of imperialism into Ottoman Empire, while Abdulhamid II brought into view the caliphate and highlighted his Islamic identity; this policy also greatly affected the publications, which was under the strong influence of censorship. In this period, in which the media became/instrumented as a tool for identity construction, the concept of "civilization" was transformed into a conflict of Eastern and Western civilizations. This conflict has led to the formation of a sharp boundary drawn between Eastern and Western civilizations as two separate poles of the world, positioning the East as "selves" and the West as "the other" and building a Western civilization and an Eastern civilization through the media. It is appropriate to define these application practices as “civilizationism” In the examined samples, it was concluded that the Ottoman intellectual developed an "Occidental" reaction to the Western civilization, which he positioned as "the other" against the Eastern civilization, which he positioned as "selves" in the center, and this reaction was especially discussed through the concepts of "morality" and "progress". In the article, the perception of the East as the subject of constructing a new identity in the context of the civilization/civilizationism, and the perception of the West as its object, will be tried to be revealed by examining the examples selected from the prominent newspapers, epistles, and novels of the period.
Kamu düzeninde “asayiş ve emniyet-i mahalliyenin muhafazası”nı sağlamak Osmanlı'da modern devleti... more Kamu düzeninde “asayiş ve emniyet-i mahalliyenin muhafazası”nı sağlamak Osmanlı'da modern devletin inşa sürecinin temel sorunlarından biri olmuştur. Bu süreçte, zaptiye teşkilatı oluşturulmuş ve bu teşkilat kamu düzenini koruma işlevini jandarma teşkilatı kuruluncaya kadar sürdürmüştür. Osmanlı Devleti tarafından Osmanlı-Rus savaşı sonucunda ortaya çıkan yeni duruma uyum sağlamak ve yaygınlaşan toplumsal huzursuzluklara son vermek için ilk defa 1879 yılında Şarkî Rumeli Vilayeti’nde, ardından imparatorluk genelinde jandarma teşkilatı oluşturulmaya çalışılmıştır. 1880 yılında ilk jandarma nizamnamesi hazırlanmış ve teşkilat ülkede yaygınlaştırılmaya çalışılmıştır. Ermeni ve Makedonya meseleleri ile uğraştığı bu süreçte, Osmanlı Devleti için kamu düzeninde bozulmuş olan asayiş ve emniyeti yeniden kurmak ve güvenliği sağlamak her zamankinden önemli bir hale gelmiş; sorun, uluslararası bir hal almıştır. Osmanlı Devleti, 1904 yılında tekrar bir jandarma nizamnamesi hazırlamış; jandarmanın, güvenliğin sağlanmasında sürekli ve devamlı görevli bir teşkilat haline getirilmesi için çalışılmıştır. 1904 yılından sonra Osmanlı taşrasında jandarma teşkilatı yaygınlaştırılmaya çalışılmışsa da; jandarma teşkilatı, Makedonya vilayeti dışında etkili ve düzenli bir şekilde organize edilememiştir. 1909 yılında İttihat Terakki’nin yaptığı düzenlemeler ile jandarma teşkilatının bütün imparatorluğa yaygınlaştırılması çalışmaları sürdürülmüştür. Jandarma teşkilatının kurumsal dönüşümü 1912, 1917 ve 1919 yılında yayınlanan yeni düzenlemelerle Cumhuriyet dönemine değin sürdürmüştür. Bu kapsamda, incelememizde; Jandarma kolluk kuvveti, Osmanlı devlet aygıtının kamu düzeninde mahalli asayiş ve emniyetin korunmasında/güvenliğin sağlanmasında taşraya nüfuz etme politikalarında temel kurumlardan biri olarak değerlendirilmektedir. İncelemede, kronolojik bir hat üzerinde ilerleyecek, zamanla ilişkili olarak mekânsal boyutta, Makedonya ve Şarkî Rumeli coğrafyalarını örnekleyeceğiz. Abstract
Ensuring the “preservation of public order and safety of district” was one of the main issues of the process of modern state making in the Ottoman State. In this process, the organization of zaptiye was established and this organization continued its function of preservation public order until the establishment of the gendarmerie organization. In orderto adapt to the new circumstance sthat emerged at the end of the OttomanRussian war and to put an end to the widespread social unrest, Ottoman State tried to establish the gendarmerie organization for the first time in Eastern Rumeli Province in 1879, and then throughout the empire. First regulation for gendarmerie was prepared in 1880 and the organization was tried to be extended throughout the country. In this period, Ottoman State dealt with the Armenian and Macedonian affairs and it became more important than ever to re-establish public order and safety and to ensure security; the issue became an international one. The Ottoman State prepared a new gendarmerie regulation in 1904; efforts have been made to make the gendarmerie an organization that is constantly and continuously in charge of ensuring security. Even though the organization of Gendarmerie after 1904 was tried to be extended over the country, it couldn’t be effectively and orderly achieved except in the province of Macedonia. With the regulations realized by the Committee of Union and Progress in 1909, the efforts to expand the gendarmerie organization throughout the country continued. The institutional transformation of the gendarmerie continued until the Republican period with the new regulations published in 1912, 1917 and 1919. In this regard, in our research, law enforcement of gendarmerie is evaluated as one of the main institutions in the policies of Ottoman state apparatus to penetrate the provinces in the preservation of local security and safety in public order. In this study, while we are going to proceed in a chronological order, in the spatial dimension, we will exemplify the geographies of Macedonia and Eastern Rumelia.
Öz: Bilim felsefesinde/ve tarihinde "iki kültürcü/iki bilimci" yaklaşım; bilimi, nomotetik biliml... more Öz: Bilim felsefesinde/ve tarihinde "iki kültürcü/iki bilimci" yaklaşım; bilimi, nomotetik bilimler ile idiografik bilimler olmak üzere iki farklı kategoriye ayırmaktadır. Kökenleri Kant'a değin inen bu ayırım, genel yasaların yerleştirilmesini kapsayan nomotetik bilimler (doğa bilimleri) ile bir defalık ve yinelenemez olayları kapsayan idiografik bilimler (insan/kültür bilimeri) arasındaki bir ayırımdır. Rickert, bilimsel metodolojiyi nomotetik, kültürel metodolojiyi de idiografik ile eşitleyerek bu ayırımı daha ileriye götürdü. Makalede, "iki kültürcü/iki bilimci" yaklaşımın bilimde açmazlara sebep olduğunu, bu açmazdan çıkmanın yolunun, "bilimin birliği/bilimin tekliği" yaklaşımı olduğunu öngörüyoruz. Bu kapsamda, bilimin doğasında var olan, "ontolojik" ve "metodolojik" farklılıkların "epistemolojik" birliğin önüne geçmemesi gereğine dikkat çekiyor; epistemolojik anlamda, doğa bilimleri ile insan bilimleri arasında ilkece bir fark olmadığına vurgu yapıyoruz. Makalenin ana temasını oluşturan "tarih disiplini"ni, bilimin birliği/tekliği içinde "tarihbilim" olarak kavramsallaştırıyor ve bu kavram içinde değerlendirilmesini öneriyoruz.
Çelik sanayiinde kullanılan krom madeninin keşfedildiği XIX. yüzyılın ikinci yarısı, aynı zamanda... more Çelik sanayiinde kullanılan krom madeninin keşfedildiği XIX. yüzyılın ikinci yarısı, aynı zamanda Osmanlı İmparatorluğu’nun yabancı sermaye için açık pazar haline geldiği bir dönemdi. Emperyalizm çağında, ödenmeyen borçların karşılığında Osmanlı maliyesini kontrol altına alan kapitalist mali sermaye maden sektörüne de el atmakta gecikmedi. Krom madeninin Hüdavendigar ve Aydın vilayetlerinde çok miktarda bulunmasıyla beraber bu maden üzerinde imtiyaz elde etme rekabeti de başladı. Sonuç olarak Osmanlı kromu kendi sermaye bileşenleri ile imparatorluğun içinde kullanılamadı ve madenleri sermaye ihracı aracılığı ile emperyal devletlerin mali kontrolüne geçti. Bu rekabette, Patersonlar, İngiltere Hükümeti’nin siyasi ve ekonomik baskısıyla sektörü tekeline alacak kadar imtiyaz kazanırken, karşılarına çıkan en güçlü rakip Osmanlı tebasından Ragıp Bey oldu. İncelemede, önce konuya dair kavramsal bir çerçeve geliştirecek daha sonra bu çerçeveyi Osmanlı Batı-Anadolusunda krom madeni örneğinde sınayacağız. 1. Dünya savaşı öncesinde, Aydın ve Hüdavendigar vilayetlerinde krom maden imtiyazını elde etme mücadelesinde, Whittall, Mac Andrews ve Forbes, Patersonlar ve Ragıp Bey rekabetinde gelişen ve Patersonların dolayısı ile İngiltere’nin zaferiyle sonuçlanan rekabetin içyüzünü çözümleyeceğiz.
Alman filozofları, bilimleri, “doğa bilimleri” ve “tin bilimleri” olarak ikiye ayırdılar. Bilimle... more Alman filozofları, bilimleri, “doğa bilimleri” ve “tin bilimleri” olarak ikiye ayırdılar. Bilimler arasındaki bu keskin epistomolojik ayrışma sonucunda, bir tarafta betimleme-açıklamaya yönelik yasalı/doğabilim, diğer tarafta anlamaya-anlamlandırmaya yönelik yasasız/tininsanbilim şeklinde iki karşıt metodoloji gelişti. Paul Veyne’in “Tarih Nasıl Yazılır” başlıklı kitabında bu tür ayırım belirgin bir şekilde izlenebilir. Veyne, kitabında, tarih disiplinini “idiografik” kategoride değerlendirmekte ve “nomotetik” bilimlerden; bilimden, kati bir surette ayrı tutmakta ve neden bilim olmadığına dair bir tartışma yürütmektedir. Makale, Veyne’in adı geçen kitabı örnekleminde, tarihin idiografikliği tezinin, bilimin birliği/bilimin tekliği bağlamında, tarihbilimsel bir eleştirisine odaklanmaktadır.
Şarkiyatçılıkla yeniden anlamlanan ben-öteki, Doğu-Batı ayrımı karşısında Doğu, ben tanımlamasını... more Şarkiyatçılıkla yeniden anlamlanan ben-öteki, Doğu-Batı ayrımı karşısında Doğu, ben tanımlamasını da Avrupa’nın öteki’si olma durumundan kurtulmaya yönelik olarak gerçekleşmiştir. Avrupa merkezin çevre ötekisi olarak kendini kuran Doğu, Garbiyatçı söylem aracıyla çevreden kurtulup merkez olarak kendini inşa etmeye çalışır. 19. yüzyılda Şarkiyatçılığın kavram karşıtı olarak ortaya çıkan Garbiyatçılık, tarihyazımında da merkez olma, farklı olma söylemini kültürel, manevi unsurlar aracılığıyla kurarak meşruluk elde etmeye çalışır. Bunun nasıl gerçekleştiğini incelemek amacıyla İslamcılık, Türkçülük ve Muhafazakârlık ideolojilerinin önemli temsilcileri Garbiyatçı söylem çerçevesinde incelenmeye çalışılacaktır.
Öz: İnsanların, toplumların kendilerini tanımlama ihtiyacı, ben olmayan'ı da tanımlamaya yönelik ... more Öz: İnsanların, toplumların kendilerini tanımlama ihtiyacı, ben olmayan'ı da tanımlamaya yönelik bir süreci içermektedir. Ben'in ne/kim olduğuna yönelik soru, ben'in ne olmadığından hareketle öteki'nin sınırını çizer. Bu bağlamda, tarih boyunca toplumlar, kendi anlam ve değerler içeriğini oluşturmak için ilişki içinde olduğu öteki'ne yönelir. Bu bir tanıma/tanınma sürecini ihtiva etmekle birlikte 19. yüzyıla gelindiğinde ben tanımına merkezilik atfeden bir içeriğe dönüşmüştür. Avrupa'da kapitalist yayılmacılığın hâkim olduğu bir konjonktürde ben, merkez olma durumunu Şarkiyatçı söylemle sabitleyen bir dönüşüme uğramıştır. Şarkiyatçılıkla yeniden anlamlanan ben-öteki, Doğu-Batı ayrımı karşısında Doğu, ben tanımlamasını da Avrupa'nın öteki'si olma durumundan kurtulmaya yönelik olarak gerçekleşmiştir. Avrupa merkezin çevre ötekisi olarak kendini kuran Doğu, Garbiyatçı söylem aracıyla çevreden kurtulup merkez olarak kendini inşa etmeye çalışır. 19. yüzyılda Şarkiyatçılığın kavram karşıtı olarak ortaya çıkan Garbiyatçılık, tarihyazımında da merkez olma, farklı olma söylemini kültürel, manevi unsurlar aracılığıyla kurarak meşruluk elde etmeye çalışır. Bunun nasıl gerçekleştiğini incelemek amacıyla İslamcılık, Türkçülük ve Muhafazakârlık ideolojilerinin önemli temsilcileri Garbiyatçı söylem çerçevesinde incelenmeye çalışılacaktır. Abstract: The need for people and societies to identify themselves included a process of defining the non-self. The question of what/who the self is draws the boundary of the other, based on what the self is not. In this context, throughout history, societies turn to the other in which they relate in order to form their own content of meaning and value. This includes the recognition process, but by the 19th century it has been transformed into a content that attributes centrality to the definition of self. In the conjuncture dominated by capitalist expansionism in Europe, the self underwent a transformation that fixed the centrality with orientalist discourse. In the face of the East-West distinction, which is redefined by Orientalism, the East’s definition of self has also been aimed at getting rid of being the other of Europe. The East, which established itself as the periphery of the European center, tries to get rid of the periphery through the Occidentalist discourse and build itself as the center. Occidentalism, which emerged as an anti-concept of Orientalism in the 19th century, tries to obtain legitimacy by establishing the discourse of being different and central through the cultural and spiritual elements. In order to examine how this happened, Islamism, Turkism and Conservatism will be examined within the framework of Occidentalist discourse.
Osmanlı vilayetlerinin tamamını kapsayacak tek tip bir taşra teşkilatı
modeli geliştirmek 19. yüz... more Osmanlı vilayetlerinin tamamını kapsayacak tek tip bir taşra teşkilatı modeli geliştirmek 19. yüzyıl Osmanlı bürokratlarının başlıca sorunlarından biriydi. Bu süreç imparatorluğun en önemli modernleşme hamlesi olan Tanzimat ile başlamış, içte ve dışta yaşanan gelişmeler reformistleri taşra idaresine çekidüzen vermeye mecbur etmişti. İmparatorluğun özellikle Arap memleketlerindeki ve Balkan coğrafyasındaki ahalisinin nüfus özellikleri, tesis edilmeye çalışılan yeni vilayet teşkilatının önünde aşılması gereken ciddi bir engel gibi duruyordu. Üstelik daha Osmanlı egemenliğine katılırken bir takım imtiyazlar elde eden, bu ayrıcalıklı statülerini asırlarca devam ettiren özel yönetimli yerlerin varlığı meseleyi daha da zorlaştırıyordu. Bu araştırmada bir ruhban beldesi olarak bazı imtiyazlara sahip olan Aynaroz’un Osmanlı taşra idaresinde kendine nasıl bir yer edindiğini konu almıştır. Bu çalışmada, Aynaroz örneğinde reformcu bürokratların, adem-i merkezî idareleri ortak hukuka ve taşra teşkilatının genel nizamına dahil etmeye çalışırken ne tür zorluklar ile karşılaştıkları, bu zorluklara karşı ne gibi çözümler ürettikleri ve neticede ne derece başarı sağladıkları incelenmiştir.
Developing a uniform model of provincial organization prevailing all the Ottoman provinces was one of the main problems of nineteenthcentury Ottoman bureaucrats. This process began with the most important modernization attempt of the empire, i.e. Tanzimat, in which ongoing developments inside and outside forced the reformists to put in order provincial administration. The population characteristics of the empire especially in the Arab countries and the Balkan geography seemed to be standing as an insuperable obstacle to overcome on the way of the new provincial organization that is endeavor to be formed. Moreover, the presence of privately-owned places which had some privileges while still participating in the Ottoman sovereignty, and continued these privileged statues for some time, was making the matter even more difficult. This research is about how Aynaroz enjoying some privileges as a ruhban town has taken up a place in the Ottoman provincial administration. Taking this town as a case, it is examined in this study that what kind of difficulties reformist bureaucrats faced in trying to include decentralized administrations into the common-law and into the general order of the provincial administration, what kinds of solutions they created for these hardships and to what extent they achieved success at the end.
Tarih lisans programlarında okuyan öğrencilerin, Türk tarihinin öncülerini tanıması yanında tarih... more Tarih lisans programlarında okuyan öğrencilerin, Türk tarihinin öncülerini tanıması yanında tarih meraklılarına genel bir tarihçilik kültürü sunmasını amaçladığımız Türk Tarihçileri kitabımız, okurlardan büyük bir teveccüh gördü. Bunun üzerine camiadan gelen istek ve teklifler üzerine bu kez de yaşayan “usta” Türk tarihçilerini incelemeye karar verdik. Türk Tarihçileri kitabına konu olanların hepsinin müteveffa olması bu çalışmada, “yaşayan ustalara” odaklanmamızı sağladı. Kültürümüzde her ne kadar “kişi öldükten sonra kıymetlenir” gibi bir anlayış yaygınsa da bu çalışmada, yaşayan tarihçilerden saygıyı fazlasıyla hakettiğini düşündüklerimizi, akademik anlamda incelemeye çalıştık. Son elli yılda ülkemiz tarihçiliğini eserleri, kavram-tezleri, yayın ve araştırmalarıyla etkilediğini düşündüğümüz 33 ustanın eserlerini çözümlemek Türk Tarihçiliğinin bugünkü “büyük fotoğrafını” anlamamız yanında Türkiye’de zayıf kaldığını düşündüğümüz “tarihçilik kültürü”nün zenginleşmesine de bir katkı sunacaktır. Kitabın böylelikle genç tarihçilerin çalışmalarının niteliğine ve çeşitliliğine olumlu bir etkide bulunması umulmaktadır.
Uploads
Papers by Cenk Reyhan
The relationship of nationality followed different paths according to the countries' own historical-social realities. These conditions built a ‘jus sanguinis/race-based’ citizenship in the case of Germany and a ‘jus soli/landbased’ citizenship in the case of France. In the case of the Turkey, the nationality relationship between the state and society developed from nationality to citizenship under the determination of their own historical-social realities. The 1869 Tabiiyet-i Osmanlı Kanunnamesi/Nationality of the Ottoman Code set out the conditions for the acquisition and loss of Ottoman nationality but did not include provisions on the rights and obligations of citizenship. In the 1876 Constitution, despite some restrictive principles, a definition of citizenship based on the individual, equality and inclusive of all subjects, without discrimination based on origin/identity. The 1909 Amendments attempted to overcome the restrictive provisions of 1876. Congress documents of the 1919-1922 period emphasized the traditional concepts of Ottomanism and Islam, while a new language and legitimacy emerged with expressions such as "will of the nation". The 1921 Constitution tends to define the whole society politically and geographically, on a "territorial basis”. The 1924 Constitution associated citizenship with land ties in addition to identity belonging. The 1928 Turkish Citizenship Law defined primary and acquired citizenship based on "blood basis" in some articles, but on the basis of "land basis" in others. Citizenship is linked to both principles. In our analysis, the domestic legal texts of the state that evolved from the Empire to the Republic will constitute our database. Our conclusion is that in this process, citizenship is linked to both principles.
Abstract: Occidentalism, which emerged as the anti-concept of Orientalism in the 19th century, takes the “self” into the centre by using its own cultural “criteria” while defining the “other” through culturalist arguments in historiography (self-centredness); by this way, it tries to transform the passive/object situation in Orientalism into active/subject in Occidentalism. Thus, a perception of civilizations emerges in which the differences of societies from each other are emphasized. Occidentalism, as a discourse emerging in the process of self-other relationship and identity construction, finds its place in the media in the process of the conflicting relationship of the Ottoman Empire with other states. The Ottoman Occidentalist discourse defines the concept of civilization through East-West and culturalist differences (especially religious categories such as Islam, Christianity, etc.), in addition that it either rejects Western values or separates the material-spiritual elements of civilization and emphasizes the spiritual dimension of the East, which is "us", and the material dimension of the West, which is the “other”. In this way, in the Ottoman Occidentalist discourse, which categorically “constructs” itself positively while "constructing the other negatively", civilizationism gains an instrumental function in the process of identity construction through the media and otherness through self and otherness. In this article, we will examine the Ottoman identity construction process and the practices of the instrumentalization of the concept of civilization, which came to "language" in the discourse, in the context of the self/us-Orient(al) and other-them/West(ern) relationship shaped by the concept of civilization in the Ottoman Occidentalist discourse. In this process, civilizationism, which is one of the carrier meaning sets of the "root paradigm", will examine the practices of developing a common "language" and an inherent "world of meaning" by producing cultural codes and cultural maps for the target audience through the word groups it uses; In the examples we have examined, the traces of the civilizationist approach of the "Occidentalist" discourse towards the Western civilization, which the Ottoman intellectuals of the Second Constitutional Period positioned as the "other-them" against the Eastern civilization, which he placed in the center as "self-us", will be traced in the Ottoman press.
Bu üç eleştiri başlığından hareketle, bu çalışma, modernitenin distopik bir geleceğe hizmet ettiğini savunan yukarıdaki “araçsallaştırıcı” iddiaları tartışacak. Batı - ortaçağ öğretim-kültür sisteminin, dogmanın ve skolastik düşünce tarzının öznel ortaçağ güzellemeleri (çoğunlukla mikro monografiler) üzerinden meşrulaştırılmasının, romantizm tepkiselliğinin ve ardından gelen post-modernizmin bir sonucu olduğunu değerlendirmekteyiz.
Abstract
The notion of “Dark Ages” is increasingly under harsh criticism and perceived as an illusion by many historians ever since the evolution of post-modernism. What is more, even an allegorical “utopia of bright ages” is also in use. Criticisims regarding the “darkness” of Middle Ages could be grouped under three different arguments. The first, referring to continuities in history, argues that the Renaissance was not actually a break with the Middle Ages, but it was the result of the Middle Ages. According to anti-Eurocentric theories, which are the source of the second criticism, even if the “Dark Ages” existed, this was relevant only for Europe, not the rest of the world. Last objection that also covers the other two arguments, is that the darkness or backwardness paradigm of the Middle Ages is a prejudice brought about by the Enlightenment philosophy and the return to humanism.
Analysing these three arguments, this study will discuss the above "instrumentalist" claims that modernity serves a dystopian future. This study considers that the legitimation of the Western-Medieval teaching-culture system, dogma and scholastic way of thinking through subjective medieval praisings (mostly micro monographs), is a result of romantic reaction and subsequent post-modernism.
Abstract: Early examples of modern Turkish historiography began to emerge during the second Constitutional. The main and only factor that gave the historiography of the Second Constitutional Era the title of "modern" and differentiated the historiography of the period from the traditional chronicler style were the texts based on documents and constructed with a cause-effect connection. Ranke, the pioneer of the modern history revolution that developed in a semi-positivist manner on the legacy of Germany's enlightenment, shaped the history writing method of Ahmed Refik, the head of the Ottoman History Academy, the official academy of historiography of the Second Constitutional period. Besides that, the new Turkish historiography, centered on states and statesmen, identified Ranke as a role model in terms of methodological procedures and principles. Historiography, which turned into an independent discipline around Ranke and positivism in the 19th century and became professional, became one of the ideological instruments of the state under the umbrella of universities and scientific societies. One of the important instruments of nation building, language unity and indoctrination processes were historians in the 19th century. The professionalization and instrumentalization of history is a prominent motif in Turkish historiography as a part of the modern history revolution. This study aims to reveal the manifestations of the instrumental nature of historiography in the process of transformation into a modern scientific discipline in Turkish historiography, and the prominent role of the methodological features of the Ranke history revolution in modern Turkish historiography in the example of Ahmed Refik's historiography. Ahmed Refik's writings on the profession of historian were chosen as the main database because they reveal their impact on the subject.
Anahtar Kelimeler: Dilsel Dönüşüm, Yapısal Dönüşüm, Yeni Osmanlılar, Jön Türkler, Monarşi, Teokrasi, Cumhuriyet
A modern language, terminology and a new structure immanent with them were not built in the Ottoman-Turkish modernization process. The traditional legitimation discourse had “simply reproduced” itself, a terminology from political economy, from the Tanzimat Edict until the establishment of the republic. On the other hand, if one looks through the content analysis of language and meaning structures in the Kuva-yı Milliye Period and local and national congress documents collected in this period, it can be observed that a new language and a new terminology had been developing. The logic of the Turkish revolution in the 1921 Constitution came to the “language” with the phrase “Sovereignty rests unconditionally with the nation.” In the following period, the construction of a new political/institutional “structure” related to this new “language” and terminology was inevitable. It means that language constructed a new regime by “expandedly reproducing” itself, again with a borrowed term from political economy. If one considers the Ottoman-Turkish intellectuals, their language forming the boundaries of their own world, their timidity in creating new words and terminology, and their failure to construct a new “language” and an inherent “structure” within it, are all remarkable. Despite all the traditional-structural dominations, the “linguistic” transformation and the “structural one” which is inherently in it, corresponds to the modernization process that results in the construction of a new regime. In this study, we will follow the historical process of the reflections of “linguistic turn” on “structural transformation” from the empire to the republic.
Keywords: Linguistic Turn, Structural Transformation, New Ottomans, Young Turks, Monarchy, Theocracy, Republic
Abstract: While the concept of “civilization”, one of the main literary subjects of the 19th and 20th century Ottoman intellectuals, contains the concept of "identity" within itself, it also occupies a very important place in intellectual life of the period, in connection with all the concepts borrowed from the West. It is seen that the discussions about “civilization” continued during the reign of Abdülhamit II (1876-1909) which constituted a prominent milestone in Ottoman political, economic, social, and literary life. Against the penetration of imperialism into Ottoman Empire, while Abdulhamid II brought into view the caliphate and highlighted his Islamic identity; this policy also greatly affected the publications, which was under the strong influence of censorship. In this period, in which the media became/instrumented as a tool for identity construction, the concept of "civilization" was transformed into a conflict of Eastern and Western civilizations. This conflict has led to the formation of a sharp boundary drawn between Eastern and Western civilizations as two separate poles of the world, positioning the East as "selves" and the West as "the other" and building a Western civilization and an Eastern civilization through the media. It is appropriate to define these application practices as “civilizationism” In the examined samples, it was concluded that the Ottoman intellectual developed an "Occidental" reaction to the Western civilization, which he positioned as "the other" against the Eastern civilization, which he positioned as "selves" in the center, and this reaction was especially discussed through the concepts of "morality" and "progress". In the article, the perception of the East as the subject of constructing a new identity in the context of the civilization/civilizationism, and the perception of the West as its object, will be tried to be revealed by examining the examples selected from the prominent newspapers, epistles, and novels of the period.
ve Makedonya meseleleri ile uğraştığı bu süreçte, Osmanlı Devleti için kamu düzeninde bozulmuş olan asayiş ve emniyeti yeniden kurmak ve güvenliği sağlamak her zamankinden önemli bir hale gelmiş; sorun, uluslararası bir hal almıştır. Osmanlı Devleti, 1904 yılında tekrar bir jandarma nizamnamesi hazırlamış; jandarmanın, güvenliğin sağlanmasında sürekli ve devamlı görevli bir teşkilat haline getirilmesi
için çalışılmıştır. 1904 yılından sonra Osmanlı taşrasında jandarma teşkilatı yaygınlaştırılmaya çalışılmışsa da; jandarma teşkilatı, Makedonya vilayeti dışında etkili ve düzenli bir şekilde organize edilememiştir. 1909 yılında İttihat Terakki’nin yaptığı düzenlemeler ile jandarma teşkilatının bütün imparatorluğa yaygınlaştırılması çalışmaları sürdürülmüştür. Jandarma teşkilatının kurumsal dönüşümü 1912, 1917 ve 1919 yılında yayınlanan yeni düzenlemelerle Cumhuriyet dönemine değin sürdürmüştür. Bu kapsamda, incelememizde; Jandarma kolluk kuvveti, Osmanlı devlet aygıtının kamu düzeninde mahalli asayiş ve emniyetin korunmasında/güvenliğin sağlanmasında taşraya nüfuz etme politikalarında temel kurumlardan biri olarak değerlendirilmektedir. İncelemede, kronolojik bir hat üzerinde ilerleyecek, zamanla
ilişkili olarak mekânsal boyutta, Makedonya ve Şarkî Rumeli coğrafyalarını örnekleyeceğiz.
Abstract
Ensuring the “preservation of public order and safety of district” was one of the main issues of the process of modern state making in the Ottoman State. In this process, the organization of zaptiye was established and this organization continued its function of preservation public order until the establishment of the gendarmerie organization. In orderto adapt to the new circumstance sthat emerged at the end of the OttomanRussian war and to put an end to the widespread social unrest, Ottoman State tried to establish the gendarmerie organization for the first time in Eastern Rumeli Province in 1879, and then throughout the empire. First regulation for gendarmerie was prepared in 1880 and the organization was tried to be extended throughout the country. In this period, Ottoman State dealt with the Armenian and Macedonian affairs and it became more important than ever to re-establish public order and safety and to ensure security; the issue became an international one. The Ottoman State prepared a new gendarmerie regulation in 1904; efforts have been made to make the gendarmerie an organization that is constantly and continuously in charge of ensuring security. Even though the organization of Gendarmerie after 1904 was tried to be extended over the country, it couldn’t be effectively and orderly achieved except in the province of Macedonia. With the regulations realized by the Committee of Union and Progress in 1909, the efforts to expand the gendarmerie organization throughout the country continued. The institutional transformation of the gendarmerie continued until the Republican period with the new regulations published in 1912, 1917 and 1919. In this regard, in our research, law enforcement of gendarmerie is evaluated as one of the main institutions in the policies of Ottoman state apparatus to penetrate the provinces in the preservation of local security and safety in public order. In this study, while we are going to proceed in a chronological order, in the spatial dimension, we will exemplify the geographies of Macedonia and Eastern Rumelia.
arasındaki bu keskin epistomolojik ayrışma sonucunda, bir tarafta betimleme-açıklamaya
yönelik yasalı/doğabilim, diğer tarafta anlamaya-anlamlandırmaya yönelik yasasız/tininsanbilim şeklinde iki karşıt metodoloji gelişti. Paul Veyne’in “Tarih Nasıl Yazılır” başlıklı
kitabında bu tür ayırım belirgin bir şekilde izlenebilir. Veyne, kitabında, tarih disiplinini
“idiografik” kategoride değerlendirmekte ve “nomotetik” bilimlerden; bilimden, kati bir
surette ayrı tutmakta ve neden bilim olmadığına dair bir tartışma yürütmektedir. Makale,
Veyne’in adı geçen kitabı örnekleminde, tarihin idiografikliği tezinin, bilimin birliği/bilimin
tekliği bağlamında, tarihbilimsel bir eleştirisine odaklanmaktadır.
Abstract: The need for people and societies to identify themselves included a process of defining the non-self. The question of what/who the self is draws the boundary of the other, based on what the self is not. In this context, throughout history, societies turn to the other in which they relate in order to form their own content of meaning and value. This includes the recognition process, but by the 19th century it has been transformed into a content that attributes centrality to the definition of self. In the conjuncture dominated by capitalist expansionism in Europe, the self underwent a transformation that fixed the centrality with orientalist discourse. In the face of the East-West distinction, which is redefined by Orientalism, the East’s definition of self has also been aimed at getting rid of being the other of Europe. The East, which established itself as the periphery of the European center, tries to get rid of the periphery through the Occidentalist discourse and build itself as the center. Occidentalism, which emerged as an anti-concept of Orientalism in the 19th century, tries to obtain legitimacy by establishing the discourse of being different and central through the cultural and spiritual elements. In order to examine how this happened, Islamism, Turkism and Conservatism will be examined within the framework of Occidentalist discourse.
modeli geliştirmek 19. yüzyıl Osmanlı bürokratlarının başlıca
sorunlarından biriydi. Bu süreç imparatorluğun en önemli modernleşme
hamlesi olan Tanzimat ile başlamış, içte ve dışta yaşanan gelişmeler
reformistleri taşra idaresine çekidüzen vermeye mecbur etmişti.
İmparatorluğun özellikle Arap memleketlerindeki ve Balkan
coğrafyasındaki ahalisinin nüfus özellikleri, tesis edilmeye çalışılan yeni
vilayet teşkilatının önünde aşılması gereken ciddi bir engel gibi
duruyordu. Üstelik daha Osmanlı egemenliğine katılırken bir takım
imtiyazlar elde eden, bu ayrıcalıklı statülerini asırlarca devam ettiren özel
yönetimli yerlerin varlığı meseleyi daha da zorlaştırıyordu.
Bu araştırmada bir ruhban beldesi olarak bazı imtiyazlara sahip olan
Aynaroz’un Osmanlı taşra idaresinde kendine nasıl bir yer edindiğini
konu almıştır. Bu çalışmada, Aynaroz örneğinde reformcu bürokratların,
adem-i merkezî idareleri ortak hukuka ve taşra teşkilatının genel nizamına
dahil etmeye çalışırken ne tür zorluklar ile karşılaştıkları, bu zorluklara karşı ne gibi çözümler ürettikleri ve neticede ne derece başarı sağladıkları
incelenmiştir.
Developing a uniform model of provincial organization prevailing
all the Ottoman provinces was one of the main problems of nineteenthcentury
Ottoman bureaucrats. This process began with the most
important modernization attempt of the empire, i.e. Tanzimat, in which
ongoing developments inside and outside forced the reformists to put in
order provincial administration.
The population characteristics of the empire especially in the Arab
countries and the Balkan geography seemed to be standing as an
insuperable obstacle to overcome on the way of the new provincial
organization that is endeavor to be formed. Moreover, the presence of
privately-owned places which had some privileges while still participating
in the Ottoman sovereignty, and continued these privileged statues for
some time, was making the matter even more difficult.
This research is about how Aynaroz enjoying some privileges as a
ruhban town has taken up a place in the Ottoman provincial
administration. Taking this town as a case, it is examined in this study
that what kind of difficulties reformist bureaucrats faced in trying to
include decentralized administrations into the common-law and into the
general order of the provincial administration, what kinds of solutions
they created for these hardships and to what extent they achieved
success at the end.
The relationship of nationality followed different paths according to the countries' own historical-social realities. These conditions built a ‘jus sanguinis/race-based’ citizenship in the case of Germany and a ‘jus soli/landbased’ citizenship in the case of France. In the case of the Turkey, the nationality relationship between the state and society developed from nationality to citizenship under the determination of their own historical-social realities. The 1869 Tabiiyet-i Osmanlı Kanunnamesi/Nationality of the Ottoman Code set out the conditions for the acquisition and loss of Ottoman nationality but did not include provisions on the rights and obligations of citizenship. In the 1876 Constitution, despite some restrictive principles, a definition of citizenship based on the individual, equality and inclusive of all subjects, without discrimination based on origin/identity. The 1909 Amendments attempted to overcome the restrictive provisions of 1876. Congress documents of the 1919-1922 period emphasized the traditional concepts of Ottomanism and Islam, while a new language and legitimacy emerged with expressions such as "will of the nation". The 1921 Constitution tends to define the whole society politically and geographically, on a "territorial basis”. The 1924 Constitution associated citizenship with land ties in addition to identity belonging. The 1928 Turkish Citizenship Law defined primary and acquired citizenship based on "blood basis" in some articles, but on the basis of "land basis" in others. Citizenship is linked to both principles. In our analysis, the domestic legal texts of the state that evolved from the Empire to the Republic will constitute our database. Our conclusion is that in this process, citizenship is linked to both principles.
Abstract: Occidentalism, which emerged as the anti-concept of Orientalism in the 19th century, takes the “self” into the centre by using its own cultural “criteria” while defining the “other” through culturalist arguments in historiography (self-centredness); by this way, it tries to transform the passive/object situation in Orientalism into active/subject in Occidentalism. Thus, a perception of civilizations emerges in which the differences of societies from each other are emphasized. Occidentalism, as a discourse emerging in the process of self-other relationship and identity construction, finds its place in the media in the process of the conflicting relationship of the Ottoman Empire with other states. The Ottoman Occidentalist discourse defines the concept of civilization through East-West and culturalist differences (especially religious categories such as Islam, Christianity, etc.), in addition that it either rejects Western values or separates the material-spiritual elements of civilization and emphasizes the spiritual dimension of the East, which is "us", and the material dimension of the West, which is the “other”. In this way, in the Ottoman Occidentalist discourse, which categorically “constructs” itself positively while "constructing the other negatively", civilizationism gains an instrumental function in the process of identity construction through the media and otherness through self and otherness. In this article, we will examine the Ottoman identity construction process and the practices of the instrumentalization of the concept of civilization, which came to "language" in the discourse, in the context of the self/us-Orient(al) and other-them/West(ern) relationship shaped by the concept of civilization in the Ottoman Occidentalist discourse. In this process, civilizationism, which is one of the carrier meaning sets of the "root paradigm", will examine the practices of developing a common "language" and an inherent "world of meaning" by producing cultural codes and cultural maps for the target audience through the word groups it uses; In the examples we have examined, the traces of the civilizationist approach of the "Occidentalist" discourse towards the Western civilization, which the Ottoman intellectuals of the Second Constitutional Period positioned as the "other-them" against the Eastern civilization, which he placed in the center as "self-us", will be traced in the Ottoman press.
Bu üç eleştiri başlığından hareketle, bu çalışma, modernitenin distopik bir geleceğe hizmet ettiğini savunan yukarıdaki “araçsallaştırıcı” iddiaları tartışacak. Batı - ortaçağ öğretim-kültür sisteminin, dogmanın ve skolastik düşünce tarzının öznel ortaçağ güzellemeleri (çoğunlukla mikro monografiler) üzerinden meşrulaştırılmasının, romantizm tepkiselliğinin ve ardından gelen post-modernizmin bir sonucu olduğunu değerlendirmekteyiz.
Abstract
The notion of “Dark Ages” is increasingly under harsh criticism and perceived as an illusion by many historians ever since the evolution of post-modernism. What is more, even an allegorical “utopia of bright ages” is also in use. Criticisims regarding the “darkness” of Middle Ages could be grouped under three different arguments. The first, referring to continuities in history, argues that the Renaissance was not actually a break with the Middle Ages, but it was the result of the Middle Ages. According to anti-Eurocentric theories, which are the source of the second criticism, even if the “Dark Ages” existed, this was relevant only for Europe, not the rest of the world. Last objection that also covers the other two arguments, is that the darkness or backwardness paradigm of the Middle Ages is a prejudice brought about by the Enlightenment philosophy and the return to humanism.
Analysing these three arguments, this study will discuss the above "instrumentalist" claims that modernity serves a dystopian future. This study considers that the legitimation of the Western-Medieval teaching-culture system, dogma and scholastic way of thinking through subjective medieval praisings (mostly micro monographs), is a result of romantic reaction and subsequent post-modernism.
Abstract: Early examples of modern Turkish historiography began to emerge during the second Constitutional. The main and only factor that gave the historiography of the Second Constitutional Era the title of "modern" and differentiated the historiography of the period from the traditional chronicler style were the texts based on documents and constructed with a cause-effect connection. Ranke, the pioneer of the modern history revolution that developed in a semi-positivist manner on the legacy of Germany's enlightenment, shaped the history writing method of Ahmed Refik, the head of the Ottoman History Academy, the official academy of historiography of the Second Constitutional period. Besides that, the new Turkish historiography, centered on states and statesmen, identified Ranke as a role model in terms of methodological procedures and principles. Historiography, which turned into an independent discipline around Ranke and positivism in the 19th century and became professional, became one of the ideological instruments of the state under the umbrella of universities and scientific societies. One of the important instruments of nation building, language unity and indoctrination processes were historians in the 19th century. The professionalization and instrumentalization of history is a prominent motif in Turkish historiography as a part of the modern history revolution. This study aims to reveal the manifestations of the instrumental nature of historiography in the process of transformation into a modern scientific discipline in Turkish historiography, and the prominent role of the methodological features of the Ranke history revolution in modern Turkish historiography in the example of Ahmed Refik's historiography. Ahmed Refik's writings on the profession of historian were chosen as the main database because they reveal their impact on the subject.
Anahtar Kelimeler: Dilsel Dönüşüm, Yapısal Dönüşüm, Yeni Osmanlılar, Jön Türkler, Monarşi, Teokrasi, Cumhuriyet
A modern language, terminology and a new structure immanent with them were not built in the Ottoman-Turkish modernization process. The traditional legitimation discourse had “simply reproduced” itself, a terminology from political economy, from the Tanzimat Edict until the establishment of the republic. On the other hand, if one looks through the content analysis of language and meaning structures in the Kuva-yı Milliye Period and local and national congress documents collected in this period, it can be observed that a new language and a new terminology had been developing. The logic of the Turkish revolution in the 1921 Constitution came to the “language” with the phrase “Sovereignty rests unconditionally with the nation.” In the following period, the construction of a new political/institutional “structure” related to this new “language” and terminology was inevitable. It means that language constructed a new regime by “expandedly reproducing” itself, again with a borrowed term from political economy. If one considers the Ottoman-Turkish intellectuals, their language forming the boundaries of their own world, their timidity in creating new words and terminology, and their failure to construct a new “language” and an inherent “structure” within it, are all remarkable. Despite all the traditional-structural dominations, the “linguistic” transformation and the “structural one” which is inherently in it, corresponds to the modernization process that results in the construction of a new regime. In this study, we will follow the historical process of the reflections of “linguistic turn” on “structural transformation” from the empire to the republic.
Keywords: Linguistic Turn, Structural Transformation, New Ottomans, Young Turks, Monarchy, Theocracy, Republic
Abstract: While the concept of “civilization”, one of the main literary subjects of the 19th and 20th century Ottoman intellectuals, contains the concept of "identity" within itself, it also occupies a very important place in intellectual life of the period, in connection with all the concepts borrowed from the West. It is seen that the discussions about “civilization” continued during the reign of Abdülhamit II (1876-1909) which constituted a prominent milestone in Ottoman political, economic, social, and literary life. Against the penetration of imperialism into Ottoman Empire, while Abdulhamid II brought into view the caliphate and highlighted his Islamic identity; this policy also greatly affected the publications, which was under the strong influence of censorship. In this period, in which the media became/instrumented as a tool for identity construction, the concept of "civilization" was transformed into a conflict of Eastern and Western civilizations. This conflict has led to the formation of a sharp boundary drawn between Eastern and Western civilizations as two separate poles of the world, positioning the East as "selves" and the West as "the other" and building a Western civilization and an Eastern civilization through the media. It is appropriate to define these application practices as “civilizationism” In the examined samples, it was concluded that the Ottoman intellectual developed an "Occidental" reaction to the Western civilization, which he positioned as "the other" against the Eastern civilization, which he positioned as "selves" in the center, and this reaction was especially discussed through the concepts of "morality" and "progress". In the article, the perception of the East as the subject of constructing a new identity in the context of the civilization/civilizationism, and the perception of the West as its object, will be tried to be revealed by examining the examples selected from the prominent newspapers, epistles, and novels of the period.
ve Makedonya meseleleri ile uğraştığı bu süreçte, Osmanlı Devleti için kamu düzeninde bozulmuş olan asayiş ve emniyeti yeniden kurmak ve güvenliği sağlamak her zamankinden önemli bir hale gelmiş; sorun, uluslararası bir hal almıştır. Osmanlı Devleti, 1904 yılında tekrar bir jandarma nizamnamesi hazırlamış; jandarmanın, güvenliğin sağlanmasında sürekli ve devamlı görevli bir teşkilat haline getirilmesi
için çalışılmıştır. 1904 yılından sonra Osmanlı taşrasında jandarma teşkilatı yaygınlaştırılmaya çalışılmışsa da; jandarma teşkilatı, Makedonya vilayeti dışında etkili ve düzenli bir şekilde organize edilememiştir. 1909 yılında İttihat Terakki’nin yaptığı düzenlemeler ile jandarma teşkilatının bütün imparatorluğa yaygınlaştırılması çalışmaları sürdürülmüştür. Jandarma teşkilatının kurumsal dönüşümü 1912, 1917 ve 1919 yılında yayınlanan yeni düzenlemelerle Cumhuriyet dönemine değin sürdürmüştür. Bu kapsamda, incelememizde; Jandarma kolluk kuvveti, Osmanlı devlet aygıtının kamu düzeninde mahalli asayiş ve emniyetin korunmasında/güvenliğin sağlanmasında taşraya nüfuz etme politikalarında temel kurumlardan biri olarak değerlendirilmektedir. İncelemede, kronolojik bir hat üzerinde ilerleyecek, zamanla
ilişkili olarak mekânsal boyutta, Makedonya ve Şarkî Rumeli coğrafyalarını örnekleyeceğiz.
Abstract
Ensuring the “preservation of public order and safety of district” was one of the main issues of the process of modern state making in the Ottoman State. In this process, the organization of zaptiye was established and this organization continued its function of preservation public order until the establishment of the gendarmerie organization. In orderto adapt to the new circumstance sthat emerged at the end of the OttomanRussian war and to put an end to the widespread social unrest, Ottoman State tried to establish the gendarmerie organization for the first time in Eastern Rumeli Province in 1879, and then throughout the empire. First regulation for gendarmerie was prepared in 1880 and the organization was tried to be extended throughout the country. In this period, Ottoman State dealt with the Armenian and Macedonian affairs and it became more important than ever to re-establish public order and safety and to ensure security; the issue became an international one. The Ottoman State prepared a new gendarmerie regulation in 1904; efforts have been made to make the gendarmerie an organization that is constantly and continuously in charge of ensuring security. Even though the organization of Gendarmerie after 1904 was tried to be extended over the country, it couldn’t be effectively and orderly achieved except in the province of Macedonia. With the regulations realized by the Committee of Union and Progress in 1909, the efforts to expand the gendarmerie organization throughout the country continued. The institutional transformation of the gendarmerie continued until the Republican period with the new regulations published in 1912, 1917 and 1919. In this regard, in our research, law enforcement of gendarmerie is evaluated as one of the main institutions in the policies of Ottoman state apparatus to penetrate the provinces in the preservation of local security and safety in public order. In this study, while we are going to proceed in a chronological order, in the spatial dimension, we will exemplify the geographies of Macedonia and Eastern Rumelia.
arasındaki bu keskin epistomolojik ayrışma sonucunda, bir tarafta betimleme-açıklamaya
yönelik yasalı/doğabilim, diğer tarafta anlamaya-anlamlandırmaya yönelik yasasız/tininsanbilim şeklinde iki karşıt metodoloji gelişti. Paul Veyne’in “Tarih Nasıl Yazılır” başlıklı
kitabında bu tür ayırım belirgin bir şekilde izlenebilir. Veyne, kitabında, tarih disiplinini
“idiografik” kategoride değerlendirmekte ve “nomotetik” bilimlerden; bilimden, kati bir
surette ayrı tutmakta ve neden bilim olmadığına dair bir tartışma yürütmektedir. Makale,
Veyne’in adı geçen kitabı örnekleminde, tarihin idiografikliği tezinin, bilimin birliği/bilimin
tekliği bağlamında, tarihbilimsel bir eleştirisine odaklanmaktadır.
Abstract: The need for people and societies to identify themselves included a process of defining the non-self. The question of what/who the self is draws the boundary of the other, based on what the self is not. In this context, throughout history, societies turn to the other in which they relate in order to form their own content of meaning and value. This includes the recognition process, but by the 19th century it has been transformed into a content that attributes centrality to the definition of self. In the conjuncture dominated by capitalist expansionism in Europe, the self underwent a transformation that fixed the centrality with orientalist discourse. In the face of the East-West distinction, which is redefined by Orientalism, the East’s definition of self has also been aimed at getting rid of being the other of Europe. The East, which established itself as the periphery of the European center, tries to get rid of the periphery through the Occidentalist discourse and build itself as the center. Occidentalism, which emerged as an anti-concept of Orientalism in the 19th century, tries to obtain legitimacy by establishing the discourse of being different and central through the cultural and spiritual elements. In order to examine how this happened, Islamism, Turkism and Conservatism will be examined within the framework of Occidentalist discourse.
modeli geliştirmek 19. yüzyıl Osmanlı bürokratlarının başlıca
sorunlarından biriydi. Bu süreç imparatorluğun en önemli modernleşme
hamlesi olan Tanzimat ile başlamış, içte ve dışta yaşanan gelişmeler
reformistleri taşra idaresine çekidüzen vermeye mecbur etmişti.
İmparatorluğun özellikle Arap memleketlerindeki ve Balkan
coğrafyasındaki ahalisinin nüfus özellikleri, tesis edilmeye çalışılan yeni
vilayet teşkilatının önünde aşılması gereken ciddi bir engel gibi
duruyordu. Üstelik daha Osmanlı egemenliğine katılırken bir takım
imtiyazlar elde eden, bu ayrıcalıklı statülerini asırlarca devam ettiren özel
yönetimli yerlerin varlığı meseleyi daha da zorlaştırıyordu.
Bu araştırmada bir ruhban beldesi olarak bazı imtiyazlara sahip olan
Aynaroz’un Osmanlı taşra idaresinde kendine nasıl bir yer edindiğini
konu almıştır. Bu çalışmada, Aynaroz örneğinde reformcu bürokratların,
adem-i merkezî idareleri ortak hukuka ve taşra teşkilatının genel nizamına
dahil etmeye çalışırken ne tür zorluklar ile karşılaştıkları, bu zorluklara karşı ne gibi çözümler ürettikleri ve neticede ne derece başarı sağladıkları
incelenmiştir.
Developing a uniform model of provincial organization prevailing
all the Ottoman provinces was one of the main problems of nineteenthcentury
Ottoman bureaucrats. This process began with the most
important modernization attempt of the empire, i.e. Tanzimat, in which
ongoing developments inside and outside forced the reformists to put in
order provincial administration.
The population characteristics of the empire especially in the Arab
countries and the Balkan geography seemed to be standing as an
insuperable obstacle to overcome on the way of the new provincial
organization that is endeavor to be formed. Moreover, the presence of
privately-owned places which had some privileges while still participating
in the Ottoman sovereignty, and continued these privileged statues for
some time, was making the matter even more difficult.
This research is about how Aynaroz enjoying some privileges as a
ruhban town has taken up a place in the Ottoman provincial
administration. Taking this town as a case, it is examined in this study
that what kind of difficulties reformist bureaucrats faced in trying to
include decentralized administrations into the common-law and into the
general order of the provincial administration, what kinds of solutions
they created for these hardships and to what extent they achieved
success at the end.